Post on 27-Feb-2023
SAYI 19· Ekim/ Aralık 2014· Üç ayda bir yayımlanır
Basım Yayın Reklam Org. İnş. San. Tic. Lld. Şti. Küçükyalı Cad .. Kuyu Sok .. Mete Apt., No. 4/1
Tel: O 216 37117 37 Faks: 0216 37150 71 hev.amola@tıevamolıı.net - www.heyamola.net
www.romankahramanlari.com/ editor@romankahramanlarLcom
Savaş ve Edebiyat
Birinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin o zamana değin gördüğü en kanlı, en acımasız bir savaşlar toplamı oldu. Dünyamızı kasıp kavuran düşmanlıklar, emperyalizmin milliyetçilikle
iç içe geçtiği bir savaşın ortamını oluşturmakta gecikmedi. Daha sonra, çoğu yerde faşizme evrilecek olan milliyetçilik, halkların masumiyetine indirilen en ağır darbe oldu. Birinci Dünya Savaşı, birçok ülkenin ve halkın yazgısını da ne yazık ki kanla yeniden yazdı.
Bu yıl, 100. yıldönümünde acıyla anımsayıp irdelediğimiz bu büyük savaşın en çok etkilediği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Osmanlı imparatorluğuna vurulan son darbenin adı oldu bu savaş. Ancak, her imparatorluk yıkılırken büyük altüst oluşlara neden olur ve çatı, kapsadığı ülkelerin, halkların üzerine çöker. Osmanlı da öyle oldu. Milliyetçiliklerin ivme kazandırdığı yıkım, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'a büyük acılar getirdi. Tehcirler, sürgünler, işgaller, mübadeleler, kıyımlar bütün imparatorluk coğrafyasını kuşattı. Savaş bittiğinde, Anadolu'da bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlanmış, yeni bir ülke inşasına başlanmıştı ama; geniş coğrafyada onulmaz acılar da tarihin en kanlı sayfalarına yazılmıştı.
Bu sayımızda, Birinci Dünya Savaşını, 100. yıldönümü nedeniyle dosya konusu yaptık. Savaşı işleyen romanları, bu romanların kahramanlarını, insanlığın yaşadığı bu en büyük dram bağlamında okuyacaksınız.
Birinci Dünya Savaşının yarattığı sonuçların edebiyata yansımalarını da sayfalarımıza taşıdık. Batı Ermeni Edebiyatı dosyasını bu bağlamda sunuyoruz. Bu toprakların en eski halklarından olan Ermenilerin yarattığı; ama çoğunlukla yurtlarında yeşertemedikleri edebiyatlarına ilişkin yazıları ilgiyle ama belirgin bir kederle okuyacağınızı biliyoruz. Bu dosya, edebiyat tarihimize ilişkin kimi yanlışlara da ışık tutar nitelikte.
Türk-Yunan Mübadelesi de Birinci Dünya Savaşının bu topraklara yansıyan önemli sonuçlarından biri. Dilin dille, dinin dinle takas edilmesi demek olan Mübadele'nin yarattığı travma bugün de sürüyor, Anadolu'da ve Yunanistan'da. Büyük acılara yol açan bu olayın edebiyata yansımalarını da bir dosya konusu olarak sunuyoruz.
"Bir diğer dosyamız, Halit Ziya Uşaklıgil ve onun kahramanlarıyla ilgili. Gökhan Reyhanoğulları ve İsmail Kekeç'in editörlüğünde hazırlanan bu dosyada, Halit Ziya'nın yarattığı kahramanların nasıl kalıcı ve gerçekçi olduklarını da bir kez daha görme olanağı olacak.
Günümüz yaşamına ışık tutan, hayatımızı gözler önüne seren çarpıcı romanların yaza
rı Ümit Kıvanç'ın belleğinde oluşan kahramanları da ilgiyle okuyacağını umuyoruz." Bu yıl, Dünya Roman Kahramanları Festivali'nin ana teması da Birinci Dünya Savaşının
100. yıldönümü nedeniyle "Dünya Barışı" olarak saptandı. İstanbul, İzmir, Trabzon, Malat
ya, Zonguldak, Ankara başta olmak üzere birçok kentte kutlanacak olan Dünya Roman
Kahramanları Günü'nün etkinliklerinde okurlarımızla buluşma dileğimizi yinelemek isteriz. Yeni sayımızda buluşmak üzere ...
İbrahim Dizman
Editör
Bir süreden beri Roman Kahraman/an dergisinde yer alan "Ülkeler ve Edebiyatları" başlıklı dizi için bir "Ermeni Edebiyatı" dosyası yapma önerisi geldiğinde, aklıma ilk gelen "hangi Ermeni edebiyatı?" sorusu oldu. öncelikle yer yurt, vatan millet, ana dil ve üvey diller meselesi vardı karşımızda. Ülke ve edebiyatları bağlamında düşününce, Ermeni edebiyatı ile kastedilen ilk şey, bizler için Ermenistan adlı ülkenin edebiyatı değildi şüphesiz. Osmanlıdan günümüze bu topraklarda Batı Ermenicesiyle yazan ve yazılanların tümünü kapsayan bir edebiyat geleneğinden bahsetmemiz gerekiyordu. Bir bakıma bu geleneğin bir parçası olan Diaspora edebiyatı da buna dahil edilmeliydi. Son yıllarda çeviriler ve giderek artan akademik çalışmalar ve incelemeler ile varlığı fark edilmeye başlandıysa da, Ermeni edebiyatı vatan- millet- dil sarmalında çoğu kez göze görünmeden, sessiz ve içine kapalı bir şekilde kendi varlığını sürdüregelmiştir.
Ait olduğu toprakların adına ister Osmanlı ister Türkiye diyelim, Batı Ermeni edebiyatının ve romanının Ermenilerce verilen ilk örneklerinden günümüze uzanan büyük külliyatı kapsayacak bir dosya hazırlamak bu derginin sınırlarını aşacaktı. ileride, bunun devamı sayılabilecek ikinci, üçüncü dosyaların ümidiyle, bu sayıda bir yandan Batı Ermeni edebiyatı romanının erken dönemine odaklanırken bir yandan da nispeten daha yakın bir döneme ait örneklere yer vermeye gay-
ret ettik. Ben ve Mehmet Fatih Uslu, Batı Ermeni edebiyatının iki önemli kadın romancısına, Sırpuhi Düsap ve Zabel Esayan'a ait birer romanla hem Ermeni kadın edebiyatına hem de Osmanlı Ermenilerinin iki farklı dönemdeki kültürel gerçekliklerine ışık tutmaya çalıştık. Murat Cankara sadece 19. ve 20. yüzyıllarla sınırlı kalmayıp bir başka önemli konuyu, Ermeni harfli Türkçe romanlar meselesini ilgi çekici bir eser okumasıyla tartıştı. Sevan Değirmenciyan Şahan Şahnur'un ilk romanı ile, bu toprakların sınırlarının dışına çıkarak, hem Batı Ermeni edebiyatı hem de Diaspora edebiyatına ait olabilecek bir başka deneyimin etkileyici bir örneğini inceledi. Aynı zamanda Felaket'in ardından doğan Diaspora edebiyatının ilk örneği olan bu eser, istanbul'un Batı Ermeni edebiyatındaki yerini de tartışmayı ihmal etmiyor. Şahnur'unkinden daha geç bir Diaspora edebiyatı örneği olan Peter Najarian'ın Son Ermeni (Voyages) romanı üzerine ise Lorne Shirinian'ın kaleme aldığı yazıyı sunuyoruz. Son olarak, Türkçeye kazandırıldıktan sonra epey dikkat çeken Leon Z. Surmelian'ın Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler romanını kendi yüzleşmeleriyle tanıtan Ayşegül Korkmaz ve Ömer Asan anlattı.
Hem Batı Ermeni edebiyatından yeni haberdar olacaklar hem de sınırlı kaynaklar ve yabancı diller aracılığıyla da olsa bu edebiyatı tanıyanlar için keyifli okumalar dilerim. •
Bugünlerde Türkiyeli okurun, henüz eserlerinin
pek çoğunu okuma fırsatı bulamasa da ismini sık sık duyduğu Zabel Yesayan, 1878'de, Üsküdar'da orta halli bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Dönem için hiç de alışık olunmayan bir şekilde, daha 17 yaşında üniversite eğitimi için Paris'e gitti. Sonrasında hem kendi cesaretinin etkisiyle hem de halkının acı tecrübelerinin sonucu olarak birçok farklı şehirde bulundu, bazılarında uzun yıllar yaşadı. Anadolu'yu, Balkanları, Kafkasya'yı ve tabii ki Avrupa'yı gördü, inceledi, not etti ve yazdı. Ama hangi şehirde yaşıyor olursa olsun, edebiyatının merkez mekanı hep lstanbul ve özellikle Üsküdar oldu.
En son 1921 yılında görme fırsatı bulabileceği Üsküdar'ın, Yesayan'ın edebiyatında farklı tezahür ediş biçimleri vardı. Örneğin kitap olarak yayımlanan ilk metni olan (1907) ve yoğun romantizm etkisi hissedilen Şınorhkov Martig'te temel anlatı mekanı olarak Üsküdar' da bir köşkü seçmişti. Roman bir tür ÜsküdarPangaltı karşılaştırması üzerine kuruluydu ve zenginleşen aile üyelerinin terk ettiği ve romanın sonunda yanarak yok olan köşke ev sahipliği yapan Üsküdar karşısında, düzenin yeni zenginleri ve kalburüstü insanları için yaşam merkezi haline gelen Pangaltı'nın yükselişi anlatılıyordu. Yesayan, 1920'1erin ilk yarısından itibaren, Sovyet Ermenistanı'na verdiği desteğe paralel olarak yavaş yavaş sosyalist gerçekçiliğe kaydı. Ama ilginçtir ki, edebiyat anlayışında temel değişiklikler yaratan bu kayıştan sonra da lstanbul ve Üsküdar yazdığı kurmacaların çoğunun asıl anlatı mekanı olarak kaldı. Örneğin, 1934'te kaleme aldığı, Erivan'da yayımlandığın-
da ciddi övgü alan ve işçi ailelerinin mücadelesini anlattığı Grage Şabigı'da (Ateşten Gömlek) olaylar Üsküdar Bülbülderesi'nde geçiyordu. ilginçtir ki, belki de böylece ilk olarak Yesayan'ın metinleriyle, lstanbul ve Üsküdar sosyalist gerçekçi romana mekan oldu.
Ama bütün bu bitmeyen Üsküdar merakının en dikkat çekici yönü Yesayan'ın farklı dönemlerde yazdığı metinlerde semtin bir "dönüş" motifi çerçevesinde işlfilrlesiydi. Krikor Beledian'ın da "Art in Bondage" başlıklı yazısında da değindiği bu dönüş motifinin (Beledian, 48) ilk örneği muhtemelen 1904 yılında yazdığı (1914 yılında kitaplaşan (Nichanian, 33)) Vebı (Roman) adlı novelladır. Yesayan'ın bu kısa metninin kahramanı henüz Paris'ten Üsküdar'a dönmüş olan Hrant adlı genç bir yazar adayıdır ve büyük umutlar bağladığı bir roman yazmaktadır. Anlatı Hrant'ın hayallerinin ve beklentilerinin nasıl da karşılık bulmadığını ve dönüşünün nasıl hayal kırıklığıyla sonuçlandığını hikaye eder. Yine erken dönem eserlerinden olan 1905 yılında tefrika edilen Üsküdari Verçaluysner (Üsküdar'ın Günbatımları) benzer bir dönüş motifi üzerine kuruludur ve yine Paris'ten dönen anlatıcı kahramanın izlenimleri anlatılır. Bu metinde Üsküdar'daki, ama özellikle Bağlarbaşı'ndaki pek çok mekan ve semtin etkileyici doğası ayrıntıyla ve muhabbetle tasvir edilir. Anlatıcı bıraktıklarıyla buldukları arasındaki çocukluğunun Üsküdar'ı ile şimdiki arasındaki uzaklığı büyük bir dikkat ve incelikle gözlemler ve anlatır. Yesayan'ın bahsettiğimiz erken dönem eserlerinde söz konusu motifin otobiyografik bir tarafı olduğunu da söylemek abes olmayacaktır. Zira 1895'te Paris'e
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Fatih Uslu, İstanbul Şehir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim görevlisi
giden genç kadın 1902'de lstanbul'a dönmüştü ve muhtemelen onun bu dönüşe yüklediği anlamlar, beklentileri ve belki de düş kirıklıkları bir şekilde yazarın eserlerinde karşılık bulmuştu.
Dönüş motifinin en kuwetle ortaya çıktığı ve çok daha karmaşık bir ilişkiler düzleminde ele alındığı Yesayan anlatısı ise Hokis Aksoryal (Sürgün Ruhum) olacaktır. Hokis Aksoryal'de Yesayan bu kez uzun yıllar yurt dışında yaşamış genç bir ressam olan Emma'nın Üsküdar'a dönüşünü ve sonrasında yaşadıklarını anlatır. Ama aynı motifle kurulmuş olsa da romanın mahiyetini yeniden gözden geçirmemizi gerektiren bir durum vardır, zira metin diğerlerinden farklı olarak 191 S'ten sonra yazılmıştır. Bugün artık pek çok Türkiyelinin bildiği gibi Zabel Yesayan 1915'te tutuklanması istenen Ermeni entelektüeller listesindeki tek kadındı. Cesaretinin ve şansının yardımıyla lstanbul'dan kaçmayı başarmış ve sonraki yıllarda halkının yaşadığı büyük çileye yakından tanıklık etmişti. Bütün bunların hemen ardından istanbul'a dönüşü anlatan bir roman yazma tecrübesinin öncekilerden farklı olduğunu iddia etmek yersiz olmayacaktır.
Hokis Aksoryal okuyucu karşısına ilk defa 1922 yılında Arek adlı süreli yayında tefrika edildiğinde çıkar. Fakat Erivan'daki Çarents Edebiyat ve Sanat Müzesi'nde bulunan kişisel evrakı içindeki elyazmasından eserin 1919 yılında tamamladığı anlaşılıyor (Çarent Edebiyat ve Sanat Müzesi, 4 numaralı dosya). Öte yandan metnin yazımına Yesayan'ın daha önceki yıllarda başlamış olması da muhtemeldir, zira 1917 yılında Bakü'den Garen Mikayelyan'a yazdığı mektupta Hokis Aksorvadz (Sürgün Edilmiş Ruhum) adlı bir roman yazmak istediğini belirtmektedir:
Bu aralar çeşit çeşit işe gömülmüş durumdayım. Biraz hafifleyeyim, hemen /stanbul Ermeni hayatını anlatan "Sürgün Edilmiş Ruhum" başlıklı bir romana başlayacağım. Bu romanm konusuyla doluyum ve ne zaman yalnız kalsam, ki bu çok nadir oluyor, sanki romanımın dünyasıyla dolu olan ruhumun o köşesine çekiliyorum. Orada kıyım, sürgün, Bolşevikler ya da başka bir şey yok, sadece güneş, güller, sonsuz aşk, güzellik ve iyilik şarkıları var. Eğer biraz olsun bu saklı
dünyayı ifade edebilirsem, memnun olurum, çok memnun olurum. (Namagner, 144)
Görüldüğü gibi Yesayan, lstanbul'u ve oradaki hayatı anlatan ve biraz da içinde bulunduğu olumsuz şartların uzağında bir roman yazmak istemekte, bunun için kendi içine çekilebileceği bir zaman dilimi arzulamaktadır. Neticede bu mektuptan beş sene sonra ortaya çıkacak metinde bunu ne oranda yapabildiğini sormak metindeki dönüş motifini kavramak için anlamlı olacaktır.
Öncelikle, Hokis Aksorya/'ı belirli bir türsel kalıbın içine sokmanın zor olduğunu belirtmek gerekir. Anlatı fragmanlar şeklinde ilerler ve Emma'nın günlüğünden alınmış parçalarla oluşturulmuş bir metin gibi düşünülebilir. Bölümler arasında keskin bağlantılar kurulmamıştır ve anlatılan olayların ve hallerin kronolojik bir sıra izleyip izlemediğini anlamak dahi yer yer zorlaşır. Bölümler daha çok Emma'nın farklı hislerinin ve tecrübelerinin yan yana dizilmiş halleri gibi görünmektedirler. (Bkz. Beledian 45-46)
Hikaye, Emma'nın bir nisan günü Üsküdar'daki baba evine dönüşüyle başlar. Ev neredeyse boşalmıştır, ıssız ve sessizdir. Metinde ne annenin ne babanın izine rastlarız; ailenin metinde görünen tek üyesi haladır. Emma'nın nereden geldiği ve lstanbul'dan ne kadar uzak kaldığı da belli değildir ama sonraki bölümlerde uzun yıllar yurt dışında resimle uğraştığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen Avrupa' da resim sanatını öğrenmiş, üretmiş, sergilere katılmış ve neticesinde ciddi bir tecrübeye sahip olmuştur. Dönüşünün, bu uzun yılların birikimini ve sanatsal üretimini, kendi memleketinde görücüye çıkarmakla bir şekilde ilişkili olduğu hissedilir. Tedirgin ve heyecanlıdır. Sanki esas sınav yerine, kendini aslında var etmek istediği (ya da belki de zorunlu olduğu) yere gelmiştir;
Emma'nın bir nisan
dar'daki baba evine
ıssız ve
Metinde ne annenin ne
ailenin metinde
hafadır. 19
sanki memleket dışında geçirdiği tüm zaman bu sı
nava hazırlanmak için geçirilmiştir. Dolayısıyla baba
sının evine adım attığı an, onun için öncelikle bugü
ne kadar yaptıklarının ve yapamadıklarının bir sorgulamasına dönüşür.
Bu sorgulama ilk ve temel olarak Emma'nın hayatının merkezinde duran sanatla ilişkisi üzerinden olur. Genç kadının iç içe geçen sorularla boğuştuğunu görürüz: Resimlerinde kendisini anlatabilmiş midir, kendisini anlatacak doğru aracı bulabilmiş midir, anlatmak istediklerini resimlerine bakanlar görebilecek midir, kendi içinde keşfettiği ritme ve yoğunluğa tuval üstünde can verebilmiş midir, resimlerindeki ne kadar kendisidir? Metin boyunca sürekli bu gibi sorulara döner, içinden geçtiği yaratı sürecini tartışır. Bu süreçte, Emma sanatın kendisi için ifade ettiği anlam üzerine kafa yormakla beraber, kendi varlığının kendi toplumuna aitliğini ve toplumla ilişkisini de sorgulama fırsatı bulacaktır. Ya da bir başka şekilde söylersek, karşısına toplumun çıkması onun o güne kadar biriktirdiği ve çoğunlukla ulvi hislerle iç içe ördüğü sanat görüşlerini toplumun gerçekleri ve talepleri karşısında sorgulanır kılacaktır.
Ama Emma bu görülme ve anlaşılma tedirginliğini farklı etmenlerin sonucunda çok daha karmaşık ve yoğun bir duygusal dünya içinden tecrübe etmektedir. Ortada olan basit ve keskin bir sorgulama ya da tefekkür durumu değildir. Öncelikle, lstanbul bin bir kokusuyla ve rengiyle üzerine hücum etmiştir. Aslında romanın duygusal alemi içinde istanbul'un ve üsküdar'ın ayrı bir kahraman olarak yükseldiği ve bunun metnin belki de en kuwetli tarafı olduğu söylenebilir. Emma'nın heyecanlarla ve belirsizliklerle dolu ruhsal dünyasının yoğunlaştıran ve onu hem hazla dolu hem de korkutucu kılan bizzat şehrin kendisidir. İstanbul başka hiçbir kente benzememektedir. Bir yandan kokularıyla ve renkleriyle Emma'nın duyum dünyasını
Emma sanatın kendisi için ifade ettiği anlam beraber. kendi
bulacaktır.
başka bir hiçbir kentin yapamayacağı şekilde etkileyen niteliklerle doludur:
Havada nasil da alt üst eden bir koku ve nem var ve aynı zamanda güneyden esen meltemin tatlı dalgalan ... Ve özellikle sonsuz bir ölümü ve yeniden doğuşu anımsatan o kararsız, sürekli değişen ve ateşli alt üst oluş. Işıklar yanıyor ve sönüyor, belli belirsiz bir mmltı, atmosferdeki bir ürperme havayı titretiyor ve bazen onu nefes alınmaz kılıyor. Sanki bazen görünmez bir kanatlı geçiyor ve onun gölgesi altında ışıklar sönüyor ve ağaçlann hışırtısı susuyor. Her şey rüyaya, duygusal karmaşaya ve kabusa dönüşüyor. insanlar sokaklardan sarhoşlar gibi sallanarak geçiyor. Her şey; doğa manzarası, insan duygusu, şehrin silüeti, selvilerin göğe yükselişi, müezzinin ezanı, her şey sadece en yüksek yoğunluğuna ulaşmakla kalmıyor, bunlann her biri birbirine de kanşıyor. Çok küçük yaşlanmda da bütün bun/an belli belirsiz hissettiğimi hatırltyorum. Geceleri yatakta gül kokulu çarşaflara sarınmış ve yorganımı ateşler içinde yanan alnıma kadar çekmiş titrerdim; ve o titremeler nastl da bu akşamki titreme/ere benzerdi.
Belki de dünya üzerinde başka hiçbir şehirde, ilkbahann yoğun duygusu insanın iç varlığı üzerinde bu en ince ve marazlı tesire sahip değildir. (Hokis Aksoryal 27)
Öte yandan kent bu yoğun duyumlar alemine sahip olmasının yanında, (yine yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı üzere) Emma'nın yakın ve uzak hatıralarının ve hem de Ermeni yaşamının bin bir soru işaretinin, karamsarlıklarının ve ümitlerinin mekanıdır. Baktığı her yer zihnine kazınmış hatıralarla yüklüdür. Etrafındaki her nesnede geçmiş yaşamının izlerini hisseder. Tüm bu uyaranlar aleminde Emma'nın sözlerini okumaya başlar başlamaz birbiriyle çarpışan, iç içe geçen, yer yer birbiriyle zıtlaşan yoğun bir duygular ve düşünceler karmaşasının içine dahil oluruz.
Emma döner dönmez içine düştüğü bu yoğun duyumsal alemin içinde nefes alır, yolunu bulmaya çalışır, okuyucuyu da peşinden sürükler. Lakin, romanın fragmanlara dayanan yapısı içinde bu kokular, sesler, gö-
rüntüler ve onu tamamlayan geçmişin yükünün yoğunluğu hiçbir zaman azalmamakla beraber, yavaş yavaş Emma' nın yeni yaşamının toplumsal içeriğini de görmeye başlarız. Kentin Ermeni halkı onun istanbul'a ayak bastığının ve resimlerinin farkındadır. Emma'nın dönüşü şehrin entelektüel aleminde heyecan yaratmıştır. Resimleri konuşulmakta ve genç kadının tecrübesi merak edilmektedir. Bu noktada, metin ikili bir yapı kazanır; bir yandan Emma'nın duyum alemi bütün karmaşasıyla anlatılır, öte yandan onun yaşamının toplumsal boyutu derinleştikçe metinde öne çıkmaya başlar.
Söz konusu toplumsal boyutun ilk deneyimleri hayal kırıcıdır. Emma, resimlerini babasının evinde büyük salonun duvarlarına asar ve resimlerin ilk seyircisi kendisi olur. Yeni mekanda, dönüşün hemen ertesinde bir aile evi salonundan bir sergi alanına dönüşen bu yeni mekanda, Emma'nın bakışı da değişmiştir. Daha eleştirel, sorgulayıcı ve kendine dönük bir bakıştır bu ve onda diğerlerinin olası düşüncelerinin ve duygularının payı da vardır.
Sonra diğer seyirciler ortaya çıkmaya başlar. Önce tanıdıklar, sonra başka insanlar memlekete dönmüş genç kadın ressamın eserlerini görmeye gelirler. Resimleri görmeye gelen misafirler bir süre resimlere baktıktan ve onlarla bir düzeyde ilgilendikten sonra dönemin politik olayları hakkında konuşmaya dalarlar. Emma'nın kendi iç dünyasının doğa ve geçmişle dolu yoğunluğu karşısında insanların güncel olaylara kendilerini kaptırmışlığının açıkça karşı karşıya geldiği bu noktada, okuyucu da ilk defa metinde hangi tarihsel dönemin içinde olduğunu anlamaya başlar. Emma'nın ziyaretçileri bir süre önce gerçekleşmiş Adana kıyımları (1909) ve Türklerle Ermeniler arasındaki yeni anlaşma ihtimalinden söz etmektedirler.' Konuşma bir süre sonra hararetli bir tartışmaya döner ve ziyaretçiler Emma'nın resimlerini tamamen unuturlar. Emma, "Ne resmi, ne sanatı bu cehennemin içinde!" (30) diye söylenir. Sanatçıların politik tartışmalarda köşeli taraflara sahip olması, tüm yapıp etmelerinin bir
Zabel Yesayan
tarafın hizmetine sunması ona uzak görünür. Onun, her şeye rağmen, tüm sıkıntıların dışında kalan bir iç yaşamın varlığının önemli olduğuna ve bunun gündelik meselelerden uzak tutulması gerektiğine dair bir inanca sahip olduğunu düşünmek işten değildir.
Peki toplumsallıkla iç yaşam arasındaki bu karşıtlık onun için aşılamaz bir uçurumla mı maluldür? Burada dönüm noktası Emma'nın ünlü şair Siranuş Danielyan ile tanışması olur. Siranuş Danielyan güçlü bir karakter, iyi bir şairdir. Emma da uzun yıllar boyunca ona hayranlık beslemiş, kitabını başucundan ayırmamıştır. Anlatıcı-kahraman bize onun İstanbul' daki en etkili kadınlardan biri olduğunu söyler. Çok az yazmış ama yazdığı şiirler okur çevresinde ciddi etki bırakmıştır. Bayan Danielyan, daha ilk görüşmede Emma'ya yakın ilgi gösterir. Şaşırtıcı bir hızla onda bir nevi ruh kardeşi görmüştür. Ona kendi doğum yerlerinde bir tür sürgünde olduklarını, doğdukları toprağa ancak kırılgan iplerle
Farklı kaynaklarda, metnin 1915 ertesini anlattığı iddia ediliyor (Örneğin bkz. Rowe, 227). Muhtemelen bu anlama hem Hokis Aksoryal'ın yoğun , sıkı örülmüş ve doğrudan bilgi vermeyen bir metin olmasından hem de eleştirmenlerin döneme ve
dönemin edebiyatına ait beklentilerinden kaynaklanıyor.
21
bağlı olduklarını söyler ve bu acı saptamayı hafifleten bir teselli cümlesi edasıyla şunu ekler: "Fakat en azından biz, sanatçılar, sürgünde yoldaş olabiliriz." (33)
Emma'ya başta bu tanımlama garip gelse de, sonrasında bunun makul olabileceğini düşünür. Çünkü onun gibilerin sesleri hiçbir zaman bir koronun parçası olamayacaktır. Kendisi gibiler için yalnızlıktan çıkış yoktur ve bu yalnızlık içinde en çok bir yoldaşlık hali hayal edilebilir.
ilginçtir ki, sürgün olma fikri aslında başından beri Emma'nın da aklındadır. Daha metnin ilk bölümünde, "içimde müthiş bir bekleyişin karmaşası var. Ruhumun sürgünde olduğunu hissediyorum ve hiç durmadan onun kurtuluşunu bekliyorum. Ruhumun zincirlerini kim ve hangi olay koparacak? Her an bunun için yeniden ümitlenmek ve ümidini kaybetmek mümkün" der. (26) Ama bunu söyleyerek okuyucuyu ürkütücü bir mekansızlık hissiyle karşı karşıya da bırakır. Sürgünlük nedir, Emma'nın sürgününün mekanı nerededir, nerede başlar, nerede biter? Ruh ne yaparsa ve nereye ulaşırsa bu sürgünden kurtulur? Ve Üsküdar'a dönüşle bu sürgünün bitişi arasında nasıl bir ilişki vardır? öte yandan metinde sürgünlük fikri yer yer başka hallerle ilişkilendirilir. Örneğin, Emma'nın bir erkek toplumunda diğer kadınlar gibi olmamaktan ironik bir şekilde dert yandığını görürüz. Ya da daha geniş bir perspektifte, diğer insanların sıradan hayatına katılamamak bir tür sürgün fikriyle birleşir. Dolayısıyla aslında metnin her sahnesinde farklı bir boyutuyla sürgün fikri kendini okuyucuya belli eder.
Bayan Danielyan bir yandan ona sürgünde yoldaşlığı önerir ve ama bir yandan da onu topluma doğru iter. Öyle ki, Emma'nın resimlerine ve faali
yakından ilgi gösterecek, onun kentin önemli salonlarında bulunmasını ve hatta resimlerinin sergilenmesini sağlayan kişi olacaktır.2 Bir dostlarının evindeki akşam toplantısında, onu hem çev-
rede bulunan insanlara tanıtır hem de ona o büyük müjdeyi verir: Resimlerinin sergilenmesi için bir kurul oluşturulmuştur ve başına lstanbul'un önde gelenlerinden Vahan Diran Bey getirilmiştir. Emma, topluluk içinde bu önemli haber ilan edildiğinde yanaklarının ateş bastığını ve kalbinin "acayip bir titreme" ile dolduğunu hisseder. Bu "açıklanmaz his ve neredeyse korku" hayatında daha önce hissettiği hiçbir şeye benzemez:
Yabancı memlekeİlerde, resimlerim çok daha zor beğenir ve bilgili insanlarm karşısma çıkİı ama buna benzer bir his hiç duymadım. Orada basiİ bir ilgiye değer bulunmak zaferdi, fakaİ burada mesele bambaşka bir şey: Ruhsal yalnızlığımm dışına çıkabilecek miyim ve yeniden kopmuş bağların birkaçını tamir edebilecek miyim? (37)
Emma yüzünü basan ve kalbini dolduran bu ateşin içinde bir anda başlangıca kıyasla bambaşka bir noktaya gelmiş gibidir. Baştan beri yücelttiğini düşündüğümüz ruhsal yalnızlığı bir anda kurtulunması gereken bir şeye dönüşmüştür. Sarhoş gibidir, salonda etrafını çevreleyen her şey sesler, gülüşler, çiçekler birbirine karışıp genç kadının etrafını çevreler, onu başka bir uyaranlar bombardımanı altında bırakır. "Karmakarışık bir rüya" da olduğu hissine kapılmıştır. Bütün bu heyecanın nedenini kendine sorar:
Başarı umudu mu, yoksa başka ve olmadı-ğım bir şeye dair önsezi mi? Bilmiyorum. Yeniden do-ğan ve çiçeklenen Ermeni bir günden diğerine önde gelen birine dönüşebilirim. Sanki, asırlardan beri tahakküm ve esaret altın-da inleyen halkın birini, şahsi ve içsel ve bireysel kudre-timle ben atmalıyım. Ve bu beni içgüdüsel bir güçle ve tüm zevkler ile acılar, kadın-
2 Burada ilginç bir nokta olarak, Victoria Rowe'un Yesayan'ın Siranuş karakterini de Ermeni kadın ""'"'�"'�'"'"n iki ku-
rucu Sırpuhi Düsap ve Sibil'den esinlenmiş olabileceği iddiasını not edelim. Buna göre, mi, "Doneliyan" ise Sibil mahlasıla yazan Zabel Asadur'un kızlık soyadıdır (Aslında, ikinci ""ııııi'iınrlon
bir bilgi hatası yapıyor. Uyarı için Maral ederim). (Rowe, 230). burada Ro-
/ara has hırslar ile umutsuzluklar gökkubbeye doğru tırmanan bir alevin güzelliğinin yanmda bir avuç dolusu kül gibi kalıyor. (37)
Satırlardan da anlaşılacağı gibi, bütün bunları düşünürken Emma bir tür esriklik içinde gibidir ama ilginçtir ki bu esriklik içinde bir noktada sürgünün bittiği hissine kapılmak mümkün görünmektedir. Soru açıktır: Kendi içinden çıkmak, "yukarıya kaldırılmak", göğe doğru bir alev gibi atılmak ve eserlerinde halkının çığlığını yansıtmak; duyumları ve kadınsı hisleri anlatan o sanattan kurtulmak gerçekten sürgünün bitişi gibi yorumlanabilir mi?
Bir süre sonra Emma üzerinde yoğunlaşmış dikkat dağılır ve genç kadının zihni ile bedenini sarmış ateşli yoğunluk diner. Fakat bu salonda verilen müjde, hemen ardından Emma'nın hayatına bir başka yenilik daha getirecektir. Vahan Diran Bey, Emma'nın sergisini organize edecek kurulun başında olan kişi, Üsküdar' daki eve resimleri görmeye gelir. Bu, Emma'nın kendi duyumsal aleminin radikal şekilde değiştiği ve içsel kapalılığının kırıldığı ikinci sahnedir. Zira Vahan Diran Bey etkileyici bir adamdır ve daha birbirlerini gördükleri ilk anda ikisi de birbirinden etkilenir. Üstüne Vahan Diran Bey, Emma'nın hiç beklemediği bir resim kültürüne sahiptir ve onun neredeyse tamamen iç dünyasına ait gördüğü resimlerini Diran Bey'in derinlemesine okuma becerisi Emma'yı etkiler. Böylelikle bir aşkın başlangıcında olduğumuzu hissederiz.
Bu sahnenin hissi yoğunluğu ve iki kişi arasındaki çekimin başarıyla anlatılmasıyla metnin sonuna gelinir. Anlatıcı-kahraman, bize sadece Vahan Diran Bey'le yaşayacaklarının "hayatının en güzel ve en acılı bölümlerinden biri" nin (49) başlangıcı olduğunu söyler.
Son bölümde, bu anlatılanların üzerinden "aylar ve yıllar" geçmiştir. Emma'nın sesi biraz daha yorgun ve telaşsızdır. Aşk başlamış ve bitmiş, Emma, "Sürgün ruhu"nun zevk ve acının açtığı kapılarla sınırsız ufukları keşfedeceğine inanmış, ama bugün vardığı noktada sanki baştaki durumuna geri gelmiştir: "Fakat bugün işte yine fırçam tuvalin üzerinde tereddüt ediyor . . . Ve bundan sonra, anılar ve arzularla süslenmiş iç hapishaneme döndüğümü hissediyorum. " (50)
Yesayan Zabel, "Yıkıntılar Arasında", Aras Yayıncılık, 2014.
Hokis Aksoryal'e başlarken, Emma ile beraber onlarca soru soran okur, son satırları okuduğunda hiçbir soruya tam cevap bulamadan ve hatta daha çok soruyla dolarak bu kokular, renkler, sesler, hatıralar ve arzular anlatısının nihayetine varmış olur. Emma'nın yolculuğu uyaranlar ve duyumlar bombardımanı altında hızlı inişler ve çıkışlarla; iç dünyayla dış dünya, geçmişle şimdi, bireylikle toplumsallık arasında bir denge ve uyum arayışıyla, giriş-gelişme-sonuç olmadan dopdolu geçmiş ve aslında hiçbir yere varılmamıştır.
işte belki de en çok burada sürgünün çok boyutluluğu ve hatta mekansızlığı belirir. Evet, metni "dönüş motif"i var etmiştir. Emma memleketine, doğup büyüdüğü baba evine, kendi milletine ve çocukluğunun sahibi üsküdar'a dönmüştür. ilk planda, dönüşle sürgün sanki karşılıklı iki kutuptur. Dönüşle varılan Üsküdar' da sürgünün biteceğini beklemiş, "keyifle ve acıyla" yapacağı yeni keşiflerden en azından zaman zaman medet ummuştur. Ama sürgün ile dönüş arasındaki ilişki doğrusal değildir; içten dışa, aşağıdan yukarıya, bugünden geçmişe, Avrupa'dan Üsküdar'a yapılacak
doğrusal bir hareketle sonlanmasını ruh sürgünün bitmesini beklemek hayalden başka bir şey değildir.
Burada bir parantez açarak şunu da belirtelim: Aslında Zabel Yesayan Üsküdar'a hayatının sonlarına doğru bir kez daha döner. Ama bu seferki dönüşü tastamam kurmaca eserler değil, iki otobiyografik metin aracılığıyla olur. Sanki hatırlamak için artık edebiyatın perdesine ve kolaylaştırıcılığına itibar etmemektedir. Art arda sosyalist gerçekçi kalıba yakın duran anlatılar ürettiği 1930'1arda kaleme aldığı ve o yıllarda yazdığı hiçbir şeye benzemeyen Si/ihdari Bardez
nerı (Silahtar'ın Bahçeleri) bu iki metnin içinde daha önemli olandır. Yesayan bu otobiyografik eserde fragmanlar halinde Üsküdar'da geçen çocukluğunu anlatır. O yıllarda kaleme aldığı metinlerin kaba gerçekçi kurgusundan ve partizan tavrından fazlasıyla uzak olan bu anlatı, yazım tarzı bakımından Hokis
Aksoryal'i ve 1915'ten önce yazdığı "dönüş motif"li diğer eserleri anımsatmaktadır. Öte yandan, söz ettiğimiz ikinci metni, bugün maalesef sadece dörtte biri elimize ulaşmış, geri kalanı kaybolmuş olan otobiyografisini de Yesayan aynı yıllarda kaleme almıştır.3 Bu iki metinde de onun tüm yoğunluğuyla Üsküdar'ı hissetmeye ve hatırlamaya çalıştığını, onun hatıralarında yer etmiş kokularına, renklerine ve seslerine yeniden can vermeyi denediğini görürüz.
Bu bağlamda edebiyatta dönülen Üsküdar, Yesayan'ın edebiyatı dahilinde uzun ve çok boyutlu bir sürgün anlatısı olarak okunabilir görünmektedir. Sanatsal yaratı sürecinin, sıradan insana olan uzaklığın, yetişkinliğin ve erkekler aleminde kadın olmanın yarattığı farklı sürgün hallerinin hepsi Üsküdar'a dönüş motifinde can bulmuştur. Hokis Aksoryal bu uzun anlatının tam ortasında durur, sürgünlüğün tüm bu boyutlarını kavramaya çalışır ve onun kavramsal derinliğini
berkitir. Zira Yesayan her ne kadar, "sadece güneş, güller, sonsuz aşk, güzellik ve iyilik şarkıları" ile dolu bir roman yazmak için yola çıksa da anlattığı sürgünün mekanlar üstülüğünü ve onu ortadan kaldırmak için yapılacak hareketlerin beyhudeliğini anlatmış gibidir. Bu bağlamda Hokis Aksoryaf dönüşün imkansızlığı ve sürgünün trajikliğinin ilan edildiği bir metin olarak okunmaya kendini açar ve tastamam bireysel bir hikaye gibi görünse de Ermenilerin 1915 sonrası yaşadığı tecrübenin bir temsili olmaya doğru evrilir. Belki de zaten, yazıldığı tarih itibariyle, bundan gayrısı mümkün değildir. •
Kaynaklar Beledian, Krikor. "Art in Bondage". My Soul in Exile.
Çev. C. Carpenter. Watertown: AIWA Press, 2014: ss. 43-52.
Nichanian, Marc. "Zabel Yesayan, Woman and Witness, or the Truth of the Mask". New Perspectives on Turkey. No. 42 (201 O): 31-53.
Rowe, Vidoria. A History of Armenian Women Writing: 1880- 1922. Londra: Cambridge Scholars Press, 2003.
Yesayan, Zabel. Grage Şabigı. Erivan: Bedagan Hradaragçutyun, 1934.
--. "Şnorhkov Martig". Yerger. Haybedhırad, 1959. --. Osküdari Verçaluysner. Haz. K. Beledian ve S. De-
ğirmenciyan. Hıradargutyun Tırkahay Usutsçats Himnarg: İstanbul, 2009.
--. "HokisAksoryal". Yerger//. Antilias: Dıbaran Giligyo Gatoğigosutyan, 1987: ss. 21-50.
--. Namagner. Yerevan Hamalsarani Hradaragutyun: Erivan, 1977.
--. "Vebı". Yerp Aylevıs Çen Sirer, Koğı, Vebı seçkisi. İstanbul: Hayk Goşgaryan Yayın ve Basımevi, 1914.
3 Bu otobiyografinin " kaybolmayan" kısmı 1979 yılında Sovedagan Kraganutyun (Sovyet Edebiyatı) adlı dergide yayımlanmıştır.