Üsküdar'a Dönen Kadın

9
SAYI 19· Ekim/ Aralık 2014· Üç ayda bir yayımlanır sım Yayın Reklam Org. İnş. San. Tic. d. Şti. Küçükyalı Cad.. Kuyu Sok.. Mete Apt., No. 4 Tel: O 216 37117 37 Faks: 0216 37150 71 hevmola@evamol.net - www.heyamola.net w ww.romankahramanlari.com/ editor@romankahramanlarLcom Savaş ve Edebiyat Birinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin o zamana değin gördüğü en kanlı, en acımasız bir savaşlar toplamı oldu. Dünyamızı kasıp kavuran düşmanlıklar, empealizmin milliyetçilikle iç içe geçtiği bir savaşın oamını oluşturmakta gecikmedi. Daha sonra, çoğu yerde faşizme evrilecek olan milliyetçilik, halkların masumiyetine indirilen en ağır darbe oldu. Birinci Dün- ya Savaşı, birçok ülkenin ve halkın yazgısını da ne yazık ki kanla yeniden yazdı. Bu yıl, 100. yıldönümünde acıyla anımsayıp irdelediğimiz bu büyük savaşın en çok et- kilediği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Osmanlı imparatorluğuna vurulan son darbenin adı oldu bu savaş. Ancak, her imparatorluk yıkılırken büyük altüst oluşlara neden olur ve çatı, kapsadığı ülkelerin, halkların üzerine çöker. Osmanlı da öyle oldu. Milliyetçiliklerin ivme ka- zandırdığı yıkım, Anadolu, Balkanlar, Oadoğu ve Kafkaslar'a büyük acılar getirdi. Tehcir- ler, sürgünler, işgaller, mübadeleler, kıyımlar bütün imparatorluk coğrafyasını kuşattı. Savaş bittiğinde, Anadolu'da bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlanmış, yeni bir ülke inşasına başlan- mıştı ama; geniş coğrafyada onulmaz acılar da tarihin en kanlı saalarına yazılmıştı. Bu sayımızda, Birinci Dünya Savaşını, 100. yıldönümü nedeniyle dosya konusu yaptık. Savaşı işleyen romanları, bu romanların kahramanlarını, insanlığın yaşadığı bu en büyük dram bağlamında okuyacaksınız. Birinci Dünya Savaşının yarattığı sonuçların edebiyata yansımalarını da sayfalarımıza ta- şıdık. Batı Ermeni Edebiyatı dosyasını bu bağlamda sunuyoruz. Bu toprakların en eski halk- larından olan Ermenilerin yarattığı; ama çoğunlukla yularında yeşertemedikleri edebiyatla- rına ilişkin yazıları ilgiyle ama belirgin bir kederle okuyacağınızı biliyoruz. Bu dosya, edebiyat tarihimize ilişkin kimi yanlışlara da ışık tutar nitelikte. Türk-Yunan Mübadelesi de Birinci Dünya Savaşının bu topraklara yansıyan önemli so- nuçlarından biri. Dilin dille, dinin dinle takas edilmesi demek olan Mübadele'nin yarattığı travma bugün de sürüyor, Anadolu'da ve Yunanistan'da. Büyük acılara yol açan bu olayın edebiyata yansımalarını da bir dosya konusu olarak sunuyoruz. "Bir diğer dosyamız, Halit Ziya Uşaklıgil ve onun kahramanlarıyla ilgili. Gökhan Reyha- noğulları ve İsmail Kekeç'in editörlüğünde hazırlanan bu dosyada, Halit Ziya'nın yarattığı kahramanların nasıl kalıcı ve gerçekçi olduklarını da bir kez daha görme olanağı olacak. Günümüz yaşamına ışık tutan, hayatımızı gözler önüne seren çarpıcı romanların yaza- rı Ümit Kıvanç'ın belleğinde oluşan kahramanları da ilgiyle okuyacağını umuyoruz." Bu yıl, Dünya Roman Kahramanları Festivali'nin ana teması da Birinci Dünya Savaşının 100. yıldönümü nedeniyle "Dünya Barışı" olarak saptandı. İstanbul, İzmir, Trabzon, Malat- ya, Zonguldak, Ankara başta olmak üzere birçok kentte kutlanacak olan Dünya Roman Kahramanları Günü'nün etkinliklerinde okurlarımızla buluşma dileğimizi yinelemek isteriz. Yeni sayımızda buluşmak üzere... İbrahim Dizman Editör

Transcript of Üsküdar'a Dönen Kadın

SAYI 19· Ekim/ Aralık 2014· Üç ayda bir yayımlanır

Basım Yayın Reklam Org. İnş. San. Tic. Lld. Şti. Küçükyalı Cad .. Kuyu Sok .. Mete Apt., No. 4/1

Tel: O 216 37117 37 Faks: 0216 37150 71 hev.amola@tıevamolıı.net - www.heyamola.net

www.romankahramanlari.com/ editor@romankahramanlarLcom

Savaş ve Edebiyat

Birinci Dünya Savaşı, dünya tarihinin o zamana değin gördüğü en kanlı, en acımasız bir savaşlar toplamı oldu. Dünyamızı kasıp kavuran düşmanlıklar, emperyalizmin milliyetçilikle

iç içe geçtiği bir savaşın ortamını oluşturmakta gecikmedi. Daha sonra, çoğu yerde faşizme evrilecek olan milliyetçilik, halkların masumiyetine indirilen en ağır darbe oldu. Birinci Dün­ya Savaşı, birçok ülkenin ve halkın yazgısını da ne yazık ki kanla yeniden yazdı.

Bu yıl, 100. yıldönümünde acıyla anımsayıp irdelediğimiz bu büyük savaşın en çok et­kilediği ülkelerden biri de Türkiye oldu. Osmanlı imparatorluğuna vurulan son darbenin adı oldu bu savaş. Ancak, her imparatorluk yıkılırken büyük altüst oluşlara neden olur ve çatı, kapsadığı ülkelerin, halkların üzerine çöker. Osmanlı da öyle oldu. Milliyetçiliklerin ivme ka­zandırdığı yıkım, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'a büyük acılar getirdi. Tehcir­ler, sürgünler, işgaller, mübadeleler, kıyımlar bütün imparatorluk coğrafyasını kuşattı. Savaş bittiğinde, Anadolu'da bağımsızlık savaşı zaferle sonuçlanmış, yeni bir ülke inşasına başlan­mıştı ama; geniş coğrafyada onulmaz acılar da tarihin en kanlı sayfalarına yazılmıştı.

Bu sayımızda, Birinci Dünya Savaşını, 100. yıldönümü nedeniyle dosya konusu yaptık. Savaşı işleyen romanları, bu romanların kahramanlarını, insanlığın yaşadığı bu en büyük dram bağlamında okuyacaksınız.

Birinci Dünya Savaşının yarattığı sonuçların edebiyata yansımalarını da sayfalarımıza ta­şıdık. Batı Ermeni Edebiyatı dosyasını bu bağlamda sunuyoruz. Bu toprakların en eski halk­larından olan Ermenilerin yarattığı; ama çoğunlukla yurtlarında yeşertemedikleri edebiyatla­rına ilişkin yazıları ilgiyle ama belirgin bir kederle okuyacağınızı biliyoruz. Bu dosya, edebiyat tarihimize ilişkin kimi yanlışlara da ışık tutar nitelikte.

Türk-Yunan Mübadelesi de Birinci Dünya Savaşının bu topraklara yansıyan önemli so­nuçlarından biri. Dilin dille, dinin dinle takas edilmesi demek olan Mübadele'nin yarattığı travma bugün de sürüyor, Anadolu'da ve Yunanistan'da. Büyük acılara yol açan bu olayın edebiyata yansımalarını da bir dosya konusu olarak sunuyoruz.

"Bir diğer dosyamız, Halit Ziya Uşaklıgil ve onun kahramanlarıyla ilgili. Gökhan Reyha­noğulları ve İsmail Kekeç'in editörlüğünde hazırlanan bu dosyada, Halit Ziya'nın yarattığı kahramanların nasıl kalıcı ve gerçekçi olduklarını da bir kez daha görme olanağı olacak.

Günümüz yaşamına ışık tutan, hayatımızı gözler önüne seren çarpıcı romanların yaza­

rı Ümit Kıvanç'ın belleğinde oluşan kahramanları da ilgiyle okuyacağını umuyoruz." Bu yıl, Dünya Roman Kahramanları Festivali'nin ana teması da Birinci Dünya Savaşının

100. yıldönümü nedeniyle "Dünya Barışı" olarak saptandı. İstanbul, İzmir, Trabzon, Malat­

ya, Zonguldak, Ankara başta olmak üzere birçok kentte kutlanacak olan Dünya Roman

Kahramanları Günü'nün etkinliklerinde okurlarımızla buluşma dileğimizi yinelemek isteriz. Yeni sayımızda buluşmak üzere ...

İbrahim Dizman

Editör

Bir süreden beri Roman Kahraman/an dergisinde yer alan "Ülkeler ve Edebiyatları" başlıklı dizi için bir "Ermeni Edebiyatı" dosyası yapma önerisi geldiğinde, aklıma ilk gelen "hangi Ermeni edebiyatı?" sorusu ol­du. öncelikle yer yurt, vatan millet, ana dil ve üvey dil­ler meselesi vardı karşımızda. Ülke ve edebiyatları bağlamında düşününce, Ermeni edebiyatı ile kastedi­len ilk şey, bizler için Ermenistan adlı ülkenin edebiya­tı değildi şüphesiz. Osmanlıdan günümüze bu toprak­larda Batı Ermenicesiyle yazan ve yazılanların tümünü kapsayan bir edebiyat geleneğinden bahsetmemiz gerekiyordu. Bir bakıma bu geleneğin bir parçası olan Diaspora edebiyatı da buna dahil edilmeliydi. Son yıl­larda çeviriler ve giderek artan akademik çalışmalar ve incelemeler ile varlığı fark edilmeye başlandıysa da, Er­meni edebiyatı vatan- millet- dil sarmalında çoğu kez göze görünmeden, sessiz ve içine kapalı bir şekilde kendi varlığını sürdüregelmiştir.

Ait olduğu toprakların adına ister Osmanlı ister Türkiye diyelim, Batı Ermeni edebiyatının ve romanı­nın Ermenilerce verilen ilk örneklerinden günümüze uzanan büyük külliyatı kapsayacak bir dosya hazırla­mak bu derginin sınırlarını aşacaktı. ileride, bunun de­vamı sayılabilecek ikinci, üçüncü dosyaların ümidiyle, bu sayıda bir yandan Batı Ermeni edebiyatı romanının erken dönemine odaklanırken bir yandan da nispeten daha yakın bir döneme ait örneklere yer vermeye gay-

ret ettik. Ben ve Mehmet Fatih Uslu, Batı Ermeni ede­biyatının iki önemli kadın romancısına, Sırpuhi Düsap ve Zabel Esayan'a ait birer romanla hem Ermeni kadın edebiyatına hem de Osmanlı Ermenilerinin iki farklı dönemdeki kültürel gerçekliklerine ışık tutmaya çalış­tık. Murat Cankara sadece 19. ve 20. yüzyıllarla sınır­lı kalmayıp bir başka önemli konuyu, Ermeni harfli Türkçe romanlar meselesini ilgi çekici bir eser okuma­sıyla tartıştı. Sevan Değirmenciyan Şahan Şahnur'un ilk romanı ile, bu toprakların sınırlarının dışına çıkarak, hem Batı Ermeni edebiyatı hem de Diaspora edebiya­tına ait olabilecek bir başka deneyimin etkileyici bir ör­neğini inceledi. Aynı zamanda Felaket'in ardından do­ğan Diaspora edebiyatının ilk örneği olan bu eser, is­tanbul'un Batı Ermeni edebiyatındaki yerini de tartış­mayı ihmal etmiyor. Şahnur'unkinden daha geç bir Diaspora edebiyatı örneği olan Peter Najarian'ın Son Ermeni (Voyages) romanı üzerine ise Lorne Shirini­an'ın kaleme aldığı yazıyı sunuyoruz. Son olarak, Türkçeye kazandırıldıktan sonra epey dikkat çeken Le­on Z. Surmelian'ın Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler romanını kendi yüzleşmeleriyle tanıtan Ayşegül Kork­maz ve Ömer Asan anlattı.

Hem Batı Ermeni edebiyatından yeni haberdar olacaklar hem de sınırlı kaynaklar ve yabancı diller ara­cılığıyla da olsa bu edebiyatı tanıyanlar için keyifli oku­malar dilerim. •

Bugünlerde Türkiyeli okurun, henüz eserlerinin

pek çoğunu okuma fırsatı bulamasa da ismini sık sık duyduğu Zabel Yesayan, 1878'de, Üsküdar'da orta halli bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Dönem için hiç de alışık olunmayan bir şekilde, daha 17 yaşında üniversite eğitimi için Paris'e gitti. Sonrasında hem kendi cesaretinin etkisiyle hem de halkının acı tecrü­belerinin sonucu olarak birçok farklı şehirde bulundu, bazılarında uzun yıllar yaşadı. Anadolu'yu, Balkanları, Kafkasya'yı ve tabii ki Avrupa'yı gördü, inceledi, not etti ve yazdı. Ama hangi şehirde yaşıyor olursa olsun, edebiyatının merkez mekanı hep lstanbul ve özellikle Üsküdar oldu.

En son 1921 yılında görme fırsatı bulabileceği Üs­küdar'ın, Yesayan'ın edebiyatında farklı tezahür ediş biçimleri vardı. Örneğin kitap olarak yayımlanan ilk metni olan (1907) ve yoğun romantizm etkisi hissedi­len Şınorhkov Martig'te temel anlatı mekanı olarak Üs­küdar' da bir köşkü seçmişti. Roman bir tür Üsküdar­Pangaltı karşılaştırması üzerine kuruluydu ve zenginle­şen aile üyelerinin terk ettiği ve romanın sonunda ya­narak yok olan köşke ev sahipliği yapan Üsküdar kar­şısında, düzenin yeni zenginleri ve kalburüstü insanları için yaşam merkezi haline gelen Pangaltı'nın yükselişi anlatılıyordu. Yesayan, 1920'1erin ilk yarısından itiba­ren, Sovyet Ermenistanı'na verdiği desteğe paralel ola­rak yavaş yavaş sosyalist gerçekçiliğe kaydı. Ama ilginç­tir ki, edebiyat anlayışında temel değişiklikler yaratan bu kayıştan sonra da lstanbul ve Üsküdar yazdığı kur­macaların çoğunun asıl anlatı mekanı olarak kaldı. Ör­neğin, 1934'te kaleme aldığı, Erivan'da yayımlandığın-

da ciddi övgü alan ve işçi ailelerinin mücadelesini an­lattığı Grage Şabigı'da (Ateşten Gömlek) olaylar Üskü­dar Bülbülderesi'nde geçiyordu. ilginçtir ki, belki de böylece ilk olarak Yesayan'ın metinleriyle, lstanbul ve Üsküdar sosyalist gerçekçi romana mekan oldu.

Ama bütün bu bitmeyen Üsküdar merakının en dikkat çekici yönü Yesayan'ın farklı dönemlerde yaz­dığı metinlerde semtin bir "dönüş" motifi çerçevesin­de işlfilrlesiydi. Krikor Beledian'ın da "Art in Bonda­ge" başlıklı yazısında da değindiği bu dönüş motifinin (Beledian, 48) ilk örneği muhtemelen 1904 yılında yazdığı (1914 yılında kitaplaşan (Nichanian, 33)) Vebı (Roman) adlı novelladır. Yesayan'ın bu kısa metninin kahramanı henüz Paris'ten Üsküdar'a dönmüş olan Hrant adlı genç bir yazar adayıdır ve büyük umutlar bağladığı bir roman yazmaktadır. Anlatı Hrant'ın ha­yallerinin ve beklentilerinin nasıl da karşılık bulmadığı­nı ve dönüşünün nasıl hayal kırıklığıyla sonuçlandığını hikaye eder. Yine erken dönem eserlerinden olan 1905 yılında tefrika edilen Üsküdari Verçaluysner (Üs­küdar'ın Günbatımları) benzer bir dönüş motifi üzeri­ne kuruludur ve yine Paris'ten dönen anlatıcı kahra­manın izlenimleri anlatılır. Bu metinde Üsküdar'daki, ama özellikle Bağlarbaşı'ndaki pek çok mekan ve semtin etkileyici doğası ayrıntıyla ve muhabbetle tas­vir edilir. Anlatıcı bıraktıklarıyla buldukları arasındaki çocukluğunun Üsküdar'ı ile şimdiki arasındaki uzaklı­ğı büyük bir dikkat ve incelikle gözlemler ve anlatır. Yesayan'ın bahsettiğimiz erken dönem eserlerinde söz konusu motifin otobiyografik bir tarafı olduğunu da söylemek abes olmayacaktır. Zira 1895'te Paris'e

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Fatih Uslu, İstanbul Şehir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim görevlisi

giden genç kadın 1902'de lstanbul'a dönmüştü ve muhtemelen onun bu dönüşe yüklediği anlamlar, beklentileri ve belki de düş kirıklıkları bir şekilde yaza­rın eserlerinde karşılık bulmuştu.

Dönüş motifinin en kuwetle ortaya çıktığı ve çok daha karmaşık bir ilişkiler düzleminde ele alındığı Ye­sayan anlatısı ise Hokis Aksoryal (Sürgün Ruhum) ola­caktır. Hokis Aksoryal'de Yesayan bu kez uzun yıllar yurt dışında yaşamış genç bir ressam olan Emma'nın Üsküdar'a dönüşünü ve sonrasında yaşadıklarını anla­tır. Ama aynı motifle kurulmuş olsa da romanın mahi­yetini yeniden gözden geçirmemizi gerektiren bir du­rum vardır, zira metin diğerlerinden farklı olarak 191 S'ten sonra yazılmıştır. Bugün artık pek çok Türki­yelinin bildiği gibi Zabel Yesayan 1915'te tutuklanma­sı istenen Ermeni entelektüeller listesindeki tek kadın­dı. Cesaretinin ve şansının yardımıyla lstanbul'dan kaçmayı başarmış ve sonraki yıllarda halkının yaşadığı büyük çileye yakından tanıklık etmişti. Bütün bunların hemen ardından istanbul'a dönüşü anlatan bir roman yazma tecrübesinin öncekilerden farklı olduğunu iddi­a etmek yersiz olmayacaktır.

Hokis Aksoryal okuyucu karşısına ilk defa 1922 yı­lında Arek adlı süreli yayında tefrika edildiğinde çıkar. Fakat Erivan'daki Çarents Edebiyat ve Sanat Müze­si'nde bulunan kişisel evrakı içindeki elyazmasından eserin 1919 yılında tamamladığı anlaşılıyor (Çarent Edebiyat ve Sanat Müzesi, 4 numaralı dosya). Öte yandan metnin yazımına Yesayan'ın daha önceki yıl­larda başlamış olması da muhtemeldir, zira 1917 yılın­da Bakü'den Garen Mikayelyan'a yazdığı mektupta Hokis Aksorvadz (Sürgün Edilmiş Ruhum) adlı bir ro­man yazmak istediğini belirtmektedir:

Bu aralar çeşit çeşit işe gömülmüş durumdayım. Biraz hafifleyeyim, hemen /stanbul Ermeni hayatını anlatan "Sürgün Edilmiş Ruhum" başlıklı bir romana başlayacağım. Bu romanm konusuyla doluyum ve ne zaman yalnız kalsam, ki bu çok nadir oluyor, sanki ro­manımın dünyasıyla dolu olan ruhumun o köşesine çekiliyorum. Orada kıyım, sürgün, Bolşevikler ya da başka bir şey yok, sadece güneş, güller, sonsuz aşk, güzellik ve iyilik şarkıları var. Eğer biraz olsun bu saklı

dünyayı ifade edebilirsem, memnun olurum, çok memnun olurum. (Namagner, 144)

Görüldüğü gibi Yesayan, lstanbul'u ve oradaki ha­yatı anlatan ve biraz da içinde bulunduğu olumsuz şartların uzağında bir roman yazmak istemekte, bu­nun için kendi içine çekilebileceği bir zaman dilimi ar­zulamaktadır. Neticede bu mektuptan beş sene sonra ortaya çıkacak metinde bunu ne oranda yapabildiğini sormak metindeki dönüş motifini kavramak için an­lamlı olacaktır.

Öncelikle, Hokis Aksorya/'ı belirli bir türsel kalıbın içine sokmanın zor olduğunu belirtmek gerekir. Anla­tı fragmanlar şeklinde ilerler ve Emma'nın günlüğün­den alınmış parçalarla oluşturulmuş bir metin gibi dü­şünülebilir. Bölümler arasında keskin bağlantılar ku­rulmamıştır ve anlatılan olayların ve hallerin kronolojik bir sıra izleyip izlemediğini anlamak dahi yer yer zorla­şır. Bölümler daha çok Emma'nın farklı hislerinin ve tecrübelerinin yan yana dizilmiş halleri gibi görünmek­tedirler. (Bkz. Beledian 45-46)

Hikaye, Emma'nın bir nisan günü Üsküdar'daki baba evine dönüşüyle başlar. Ev neredeyse boşalmış­tır, ıssız ve sessizdir. Metinde ne annenin ne babanın izine rastlarız; ailenin metinde görünen tek üyesi ha­ladır. Emma'nın nereden geldiği ve lstanbul'dan ne kadar uzak kaldığı da belli değildir ama sonraki bö­lümlerde uzun yıllar yurt dışında resimle uğraştığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen Avrupa' da resim sana­tını öğrenmiş, üretmiş, sergilere katılmış ve netice­sinde ciddi bir tecrübeye sahip olmuştur. Dönüşü­nün, bu uzun yılların birikimini ve sanatsal üretimini, kendi memleketinde görücüye çıkarmakla bir şekilde ilişkili olduğu hissedilir. Tedirgin ve heyecanlıdır. Sanki esas sınav yerine, kendini aslında var etmek is­tediği (ya da belki de zorunlu olduğu) yere gelmiştir;

Emma'nın bir nisan

dar'daki baba evine

ıssız ve

Metinde ne annenin ne

ailenin metinde

hafadır. 19

sanki memleket dışında geçirdiği tüm zaman bu sı­

nava hazırlanmak için geçirilmiştir. Dolayısıyla baba­

sının evine adım attığı an, onun için öncelikle bugü­

ne kadar yaptıklarının ve yapamadıklarının bir sorgu­lamasına dönüşür.

Bu sorgulama ilk ve temel olarak Emma'nın haya­tının merkezinde duran sanatla ilişkisi üzerinden olur. Genç kadının iç içe geçen sorularla boğuştuğunu gö­rürüz: Resimlerinde kendisini anlatabilmiş midir, ken­disini anlatacak doğru aracı bulabilmiş midir, anlat­mak istediklerini resimlerine bakanlar görebilecek mi­dir, kendi içinde keşfettiği ritme ve yoğunluğa tuval üstünde can verebilmiş midir, resimlerindeki ne kadar kendisidir? Metin boyunca sürekli bu gibi sorulara dö­ner, içinden geçtiği yaratı sürecini tartışır. Bu süreçte, Emma sanatın kendisi için ifade ettiği anlam üzerine kafa yormakla beraber, kendi varlığının kendi toplu­muna aitliğini ve toplumla ilişkisini de sorgulama fırsa­tı bulacaktır. Ya da bir başka şekilde söylersek, karşı­sına toplumun çıkması onun o güne kadar biriktirdiği ve çoğunlukla ulvi hislerle iç içe ördüğü sanat görüş­lerini toplumun gerçekleri ve talepleri karşısında sor­gulanır kılacaktır.

Ama Emma bu görülme ve anlaşılma tedirginliği­ni farklı etmenlerin sonucunda çok daha karmaşık ve yoğun bir duygusal dünya içinden tecrübe etmekte­dir. Ortada olan basit ve keskin bir sorgulama ya da tefekkür durumu değildir. Öncelikle, lstanbul bin bir kokusuyla ve rengiyle üzerine hücum etmiştir. Aslında romanın duygusal alemi içinde istanbul'un ve üskü­dar'ın ayrı bir kahraman olarak yükseldiği ve bunun metnin belki de en kuwetli tarafı olduğu söylenebilir. Emma'nın heyecanlarla ve belirsizliklerle dolu ruhsal dünyasının yoğunlaştıran ve onu hem hazla dolu hem de korkutucu kılan bizzat şehrin kendisidir. İstanbul başka hiçbir kente benzememektedir. Bir yandan ko­kularıyla ve renkleriyle Emma'nın duyum dünyasını

Emma sanatın kendisi için ifade ettiği anlam beraber. kendi

bulacaktır.

başka bir hiçbir kentin yapamayacağı şekilde etkileyen niteliklerle doludur:

Havada nasil da alt üst eden bir koku ve nem var ve aynı zamanda güneyden esen meltemin tatlı dal­galan ... Ve özellikle sonsuz bir ölümü ve yeniden do­ğuşu anımsatan o kararsız, sürekli değişen ve ateşli alt üst oluş. Işıklar yanıyor ve sönüyor, belli belirsiz bir mmltı, atmosferdeki bir ürperme havayı titretiyor ve bazen onu nefes alınmaz kılıyor. Sanki bazen görün­mez bir kanatlı geçiyor ve onun gölgesi altında ışıklar sönüyor ve ağaçlann hışırtısı susuyor. Her şey rüyaya, duygusal karmaşaya ve kabusa dönüşüyor. insanlar sokaklardan sarhoşlar gibi sallanarak geçiyor. Her şey; doğa manzarası, insan duygusu, şehrin silüeti, selvilerin göğe yükselişi, müezzinin ezanı, her şey sa­dece en yüksek yoğunluğuna ulaşmakla kalmıyor, bunlann her biri birbirine de kanşıyor. Çok küçük yaş­lanmda da bütün bun/an belli belirsiz hissettiğimi ha­tırltyorum. Geceleri yatakta gül kokulu çarşaflara sa­rınmış ve yorganımı ateşler içinde yanan alnıma ka­dar çekmiş titrerdim; ve o titremeler nastl da bu ak­şamki titreme/ere benzerdi.

Belki de dünya üzerinde başka hiçbir şehirde, ilk­bahann yoğun duygusu insanın iç varlığı üzerinde bu en ince ve marazlı tesire sahip değildir. (Hokis Aksoryal 27)

Öte yandan kent bu yoğun duyumlar alemine sa­hip olmasının yanında, (yine yukarıdaki alıntıdan anla­şılacağı üzere) Emma'nın yakın ve uzak hatıralarının ve hem de Ermeni yaşamının bin bir soru işaretinin, karamsarlıklarının ve ümitlerinin mekanıdır. Baktığı her yer zihnine kazınmış hatıralarla yüklüdür. Etrafın­daki her nesnede geçmiş yaşamının izlerini hisseder. Tüm bu uyaranlar aleminde Emma'nın sözlerini oku­maya başlar başlamaz birbiriyle çarpışan, iç içe geçen, yer yer birbiriyle zıtlaşan yoğun bir duygular ve düşün­celer karmaşasının içine dahil oluruz.

Emma döner dönmez içine düştüğü bu yoğun du­yumsal alemin içinde nefes alır, yolunu bulmaya çalışır, okuyucuyu da peşinden sürükler. Lakin, romanın frag­manlara dayanan yapısı içinde bu kokular, sesler, gö-

rüntüler ve onu tamamlayan geçmişin yükünün yoğun­luğu hiçbir zaman azalmamakla beraber, yavaş yavaş Emma' nın yeni yaşamının toplumsal içeriğini de görme­ye başlarız. Kentin Ermeni halkı onun istanbul'a ayak bastığının ve resimlerinin farkındadır. Emma'nın dönü­şü şehrin entelektüel aleminde heyecan yaratmıştır. Re­simleri konuşulmakta ve genç kadının tecrübesi merak edilmektedir. Bu noktada, metin ikili bir yapı kazanır; bir yandan Emma'nın duyum alemi bütün karmaşasıy­la anlatılır, öte yandan onun yaşamının toplumsal bo­yutu derinleştikçe metinde öne çıkmaya başlar.

Söz konusu toplumsal boyutun ilk deneyimleri ha­yal kırıcıdır. Emma, resimlerini babasının evinde büyük salonun duvarlarına asar ve resimlerin ilk seyircisi ken­disi olur. Yeni mekanda, dönüşün hemen ertesinde bir aile evi salonundan bir sergi alanına dönüşen bu yeni mekanda, Emma'nın bakışı da değişmiştir. Daha eleştirel, sorgulayıcı ve kendine dönük bir bakıştır bu ve onda diğerlerinin olası düşüncelerinin ve duygula­rının payı da vardır.

Sonra diğer seyirciler ortaya çıkmaya başlar. Önce tanıdıklar, sonra başka insanlar memlekete dönmüş genç kadın ressamın eserlerini görmeye gelirler. Re­simleri görmeye gelen misafirler bir süre resimlere baktıktan ve onlarla bir düzeyde ilgilendikten sonra dönemin politik olayları hakkında konuşmaya dalar­lar. Emma'nın kendi iç dünyasının doğa ve geçmişle dolu yoğunluğu karşısında insanların güncel olaylara kendilerini kaptırmışlığının açıkça karşı karşıya geldiği bu noktada, okuyucu da ilk defa metinde hangi tarih­sel dönemin içinde olduğunu anlamaya başlar. Em­ma'nın ziyaretçileri bir süre önce gerçekleşmiş Adana kıyımları (1909) ve Türklerle Ermeniler arasındaki yeni anlaşma ihtimalinden söz etmektedirler.' Konuşma bir süre sonra hararetli bir tartışmaya döner ve ziyaret­çiler Emma'nın resimlerini tamamen unuturlar. Em­ma, "Ne resmi, ne sanatı bu cehennemin içinde!" (30) diye söylenir. Sanatçıların politik tartışmalarda kö­şeli taraflara sahip olması, tüm yapıp etmelerinin bir

Zabel Yesayan

tarafın hizmetine sunması ona uzak görünür. Onun, her şeye rağmen, tüm sıkıntıların dışında kalan bir iç yaşamın varlığının önemli olduğuna ve bunun günde­lik meselelerden uzak tutulması gerektiğine dair bir inanca sahip olduğunu düşünmek işten değildir.

Peki toplumsallıkla iç yaşam arasındaki bu karşıtlık onun için aşılamaz bir uçurumla mı maluldür? Burada dönüm noktası Emma'nın ünlü şair Siranuş Danielyan ile tanışması olur. Siranuş Danielyan güçlü bir karakter, iyi bir şairdir. Emma da uzun yıllar boyunca ona hay­ranlık beslemiş, kitabını başucundan ayırmamıştır. An­latıcı-kahraman bize onun İstanbul' daki en etkili kadın­lardan biri olduğunu söyler. Çok az yazmış ama yazdı­ğı şiirler okur çevresinde ciddi etki bırakmıştır. Bayan Danielyan, daha ilk görüşmede Emma'ya yakın ilgi gösterir. Şaşırtıcı bir hızla onda bir nevi ruh kardeşi gör­müştür. Ona kendi doğum yerlerinde bir tür sürgünde olduklarını, doğdukları toprağa ancak kırılgan iplerle

Farklı kaynaklarda, metnin 1915 ertesini anlattığı iddia ediliyor (Örneğin bkz. Rowe, 227). Muhtemelen bu anlama hem Hokis Aksoryal'ın yoğun , sıkı örülmüş ve doğrudan bilgi vermeyen bir metin olmasından hem de eleştirmenlerin döneme ve

dönemin edebiyatına ait beklentilerinden kaynaklanıyor.

21

bağlı olduklarını söyler ve bu acı saptamayı hafifleten bir teselli cümlesi edasıyla şunu ekler: "Fakat en azın­dan biz, sanatçılar, sürgünde yoldaş olabiliriz." (33)

Emma'ya başta bu tanımlama garip gelse de, son­rasında bunun makul olabileceğini düşünür. Çünkü onun gibilerin sesleri hiçbir zaman bir koronun parça­sı olamayacaktır. Kendisi gibiler için yalnızlıktan çıkış yoktur ve bu yalnızlık içinde en çok bir yoldaşlık hali hayal edilebilir.

ilginçtir ki, sürgün olma fikri aslında başından beri Emma'nın da aklındadır. Daha metnin ilk bölü­münde, "içimde müthiş bir bekleyişin karmaşası var. Ruhumun sürgünde olduğunu hissediyorum ve hiç durmadan onun kurtuluşunu bekliyorum. Ruhu­mun zincirlerini kim ve hangi olay koparacak? Her an bunun için yeniden ümitlenmek ve ümidini kay­betmek mümkün" der. (26) Ama bunu söyleyerek okuyucuyu ürkütücü bir mekansızlık hissiyle karşı karşıya da bırakır. Sürgünlük nedir, Emma'nın sür­gününün mekanı nerededir, nerede başlar, nerede biter? Ruh ne yaparsa ve nereye ulaşırsa bu sürgün­den kurtulur? Ve Üsküdar'a dönüşle bu sürgünün bitişi arasında nasıl bir ilişki vardır? öte yandan me­tinde sürgünlük fikri yer yer başka hallerle ilişkilen­dirilir. Örneğin, Emma'nın bir erkek toplumunda di­ğer kadınlar gibi olmamaktan ironik bir şekilde dert yandığını görürüz. Ya da daha geniş bir perspektif­te, diğer insanların sıradan hayatına katılamamak bir tür sürgün fikriyle birleşir. Dolayısıyla aslında metnin her sahnesinde farklı bir boyutuyla sürgün fikri kendini okuyucuya belli eder.

Bayan Danielyan bir yandan ona sürgünde yoldaşlığı önerir ve ama bir yandan da onu topluma doğru iter. Öyle ki, Emma'nın resimlerine ve faali­

yakından ilgi gösterecek, onun kentin önemli salonlarında bulunmasını ve hatta resimleri­nin sergilenmesini sağlayan kişi olacaktır.2 Bir dost­larının evindeki akşam toplantısında, onu hem çev-

rede bulunan insanlara tanıtır hem de ona o büyük müjdeyi verir: Resimlerinin sergilenmesi için bir ku­rul oluşturulmuştur ve başına lstanbul'un önde ge­lenlerinden Vahan Diran Bey getirilmiştir. Emma, topluluk içinde bu önemli haber ilan edildiğinde ya­naklarının ateş bastığını ve kalbinin "acayip bir tit­reme" ile dolduğunu hisseder. Bu "açıklanmaz his ve neredeyse korku" hayatında daha önce hissetti­ği hiçbir şeye benzemez:

Yabancı memlekeİlerde, resimlerim çok daha zor beğenir ve bilgili insanlarm karşısma çıkİı ama buna benzer bir his hiç duymadım. Orada basiİ bir ilgiye de­ğer bulunmak zaferdi, fakaİ burada mesele bambaş­ka bir şey: Ruhsal yalnızlığımm dışına çıkabilecek mi­yim ve yeniden kopmuş bağların birkaçını tamir ede­bilecek miyim? (37)

Emma yüzünü basan ve kalbini dolduran bu ate­şin içinde bir anda başlangıca kıyasla bambaşka bir noktaya gelmiş gibidir. Baştan beri yücelttiğini düşün­düğümüz ruhsal yalnızlığı bir anda kurtulunması gere­ken bir şeye dönüşmüştür. Sarhoş gibidir, salonda et­rafını çevreleyen her şey sesler, gülüşler, çiçekler birbi­rine karışıp genç kadının etrafını çevreler, onu başka bir uyaranlar bombardımanı altında bırakır. "Karma­karışık bir rüya" da olduğu hissine kapılmıştır. Bütün bu heyecanın nedenini kendine sorar:

Başarı umudu mu, yoksa başka ve olmadı-ğım bir şeye dair önsezi mi? Bilmiyorum. Yeniden do-ğan ve çiçeklenen Ermeni bir günden diğerine önde gelen birine dönüşebilirim. Sanki, asırlardan beri tahakküm ve esaret altın-da inleyen halkın birini, şahsi ve içsel ve bireysel kudre-timle ben atmalıyım. Ve bu beni içgüdüsel bir güçle ve tüm zevkler ile acılar, kadın-

2 Burada ilginç bir nokta olarak, Victoria Rowe'un Yesayan'ın Siranuş karakterini de Ermeni kadın ""'"'�"'�'"'"n iki ku-

rucu Sırpuhi Düsap ve Sibil'den esinlenmiş olabileceği iddiasını not edelim. Buna göre, mi, "Doneliyan" ise Sibil mahlasıla yazan Zabel Asadur'un kızlık soyadıdır (Aslında, ikinci ""ııııi'iınrlon

bir bilgi hatası yapıyor. Uyarı için Maral ederim). (Rowe, 230). burada Ro-

/ara has hırslar ile umutsuzluklar gökkubbeye doğru tırmanan bir alevin güzelliğinin yanmda bir avuç dolu­su kül gibi kalıyor. (37)

Satırlardan da anlaşılacağı gibi, bütün bunları dü­şünürken Emma bir tür esriklik içinde gibidir ama il­ginçtir ki bu esriklik içinde bir noktada sürgünün bitti­ği hissine kapılmak mümkün görünmektedir. Soru açıktır: Kendi içinden çıkmak, "yukarıya kaldırılmak", göğe doğru bir alev gibi atılmak ve eserlerinde halkı­nın çığlığını yansıtmak; duyumları ve kadınsı hisleri an­latan o sanattan kurtulmak gerçekten sürgünün bitişi gibi yorumlanabilir mi?

Bir süre sonra Emma üzerinde yoğunlaşmış dikkat dağılır ve genç kadının zihni ile bedenini sarmış ateşli yoğunluk diner. Fakat bu salonda verilen müjde, he­men ardından Emma'nın hayatına bir başka yenilik daha getirecektir. Vahan Diran Bey, Emma'nın sergi­sini organize edecek kurulun başında olan kişi, Üskü­dar' daki eve resimleri görmeye gelir. Bu, Emma'nın kendi duyumsal aleminin radikal şekilde değiştiği ve içsel kapalılığının kırıldığı ikinci sahnedir. Zira Vahan Diran Bey etkileyici bir adamdır ve daha birbirlerini gördükleri ilk anda ikisi de birbirinden etkilenir. Üstü­ne Vahan Diran Bey, Emma'nın hiç beklemediği bir resim kültürüne sahiptir ve onun neredeyse tamamen iç dünyasına ait gördüğü resimlerini Diran Bey'in de­rinlemesine okuma becerisi Emma'yı etkiler. Böylelik­le bir aşkın başlangıcında olduğumuzu hissederiz.

Bu sahnenin hissi yoğunluğu ve iki kişi arasındaki çekimin başarıyla anlatılmasıyla metnin sonuna gelinir. Anlatıcı-kahraman, bize sadece Vahan Diran Bey'le ya­şayacaklarının "hayatının en güzel ve en acılı bölümle­rinden biri" nin (49) başlangıcı olduğunu söyler.

Son bölümde, bu anlatılanların üzerinden "aylar ve yıllar" geçmiştir. Emma'nın sesi biraz daha yorgun ve telaşsızdır. Aşk başlamış ve bitmiş, Emma, "Sürgün ruhu"nun zevk ve acının açtığı kapılarla sınırsız ufuk­ları keşfedeceğine inanmış, ama bugün vardığı nokta­da sanki baştaki durumuna geri gelmiştir: "Fakat bu­gün işte yine fırçam tuvalin üzerinde tereddüt edi­yor . . . Ve bundan sonra, anılar ve arzularla süslenmiş iç hapishaneme döndüğümü hissediyorum. " (50)

Yesayan Zabel, "Yıkıntılar Arasında", Aras Yayıncılık, 2014.

Hokis Aksoryal'e başlarken, Emma ile beraber on­larca soru soran okur, son satırları okuduğunda hiçbir soruya tam cevap bulamadan ve hatta daha çok so­ruyla dolarak bu kokular, renkler, sesler, hatıralar ve arzular anlatısının nihayetine varmış olur. Emma'nın yolculuğu uyaranlar ve duyumlar bombardımanı altın­da hızlı inişler ve çıkışlarla; iç dünyayla dış dünya, geç­mişle şimdi, bireylikle toplumsallık arasında bir denge ve uyum arayışıyla, giriş-gelişme-sonuç olmadan dop­dolu geçmiş ve aslında hiçbir yere varılmamıştır.

işte belki de en çok burada sürgünün çok boyutlu­luğu ve hatta mekansızlığı belirir. Evet, metni "dönüş motif"i var etmiştir. Emma memleketine, doğup büyü­düğü baba evine, kendi milletine ve çocukluğunun sa­hibi üsküdar'a dönmüştür. ilk planda, dönüşle sürgün sanki karşılıklı iki kutuptur. Dönüşle varılan Üsküdar' da sürgünün biteceğini beklemiş, "keyifle ve acıyla" ya­pacağı yeni keşiflerden en azından zaman zaman me­det ummuştur. Ama sürgün ile dönüş arasındaki ilişki doğrusal değildir; içten dışa, aşağıdan yukarıya, bu­günden geçmişe, Avrupa'dan Üsküdar'a yapılacak

doğrusal bir hareketle sonlanmasını ruh sürgünün bit­mesini beklemek hayalden başka bir şey değildir.

Burada bir parantez açarak şunu da belirtelim: As­lında Zabel Yesayan Üsküdar'a hayatının sonlarına doğru bir kez daha döner. Ama bu seferki dönüşü tastamam kurmaca eserler değil, iki otobiyografik metin aracılığıyla olur. Sanki hatırlamak için artık ede­biyatın perdesine ve kolaylaştırıcılığına itibar etme­mektedir. Art arda sosyalist gerçekçi kalıba yakın du­ran anlatılar ürettiği 1930'1arda kaleme aldığı ve o yıl­larda yazdığı hiçbir şeye benzemeyen Si/ihdari Bardez­

nerı (Silahtar'ın Bahçeleri) bu iki metnin içinde daha önemli olandır. Yesayan bu otobiyografik eserde frag­manlar halinde Üsküdar'da geçen çocukluğunu anla­tır. O yıllarda kaleme aldığı metinlerin kaba gerçekçi kurgusundan ve partizan tavrından fazlasıyla uzak olan bu anlatı, yazım tarzı bakımından Hokis

Aksoryal'i ve 1915'ten önce yazdığı "dönüş motif"li diğer eserleri anımsatmaktadır. Öte yandan, söz etti­ğimiz ikinci metni, bugün maalesef sadece dörtte biri elimize ulaşmış, geri kalanı kaybolmuş olan otobiyog­rafisini de Yesayan aynı yıllarda kaleme almıştır.3 Bu iki metinde de onun tüm yoğunluğuyla Üsküdar'ı hisset­meye ve hatırlamaya çalıştığını, onun hatıralarında yer etmiş kokularına, renklerine ve seslerine yeniden can vermeyi denediğini görürüz.

Bu bağlamda edebiyatta dönülen Üsküdar, Yesa­yan'ın edebiyatı dahilinde uzun ve çok boyutlu bir sür­gün anlatısı olarak okunabilir görünmektedir. Sanat­sal yaratı sürecinin, sıradan insana olan uzaklığın, ye­tişkinliğin ve erkekler aleminde kadın olmanın yarattı­ğı farklı sürgün hallerinin hepsi Üsküdar'a dönüş mo­tifinde can bulmuştur. Hokis Aksoryal bu uzun anlatı­nın tam ortasında durur, sürgünlüğün tüm bu boyut­larını kavramaya çalışır ve onun kavramsal derinliğini

berkitir. Zira Yesayan her ne kadar, "sadece güneş, güller, sonsuz aşk, güzellik ve iyilik şarkıları" ile dolu bir roman yazmak için yola çıksa da anlattığı sürgü­nün mekanlar üstülüğünü ve onu ortadan kaldırmak için yapılacak hareketlerin beyhudeliğini anlatmış gibi­dir. Bu bağlamda Hokis Aksoryaf dönüşün imkansızlı­ğı ve sürgünün trajikliğinin ilan edildiği bir metin ola­rak okunmaya kendini açar ve tastamam bireysel bir hikaye gibi görünse de Ermenilerin 1915 sonrası yaşa­dığı tecrübenin bir temsili olmaya doğru evrilir. Belki de zaten, yazıldığı tarih itibariyle, bundan gayrısı mümkün değildir. •

Kaynaklar Beledian, Krikor. "Art in Bondage". My Soul in Exile.

Çev. C. Carpenter. Watertown: AIWA Press, 2014: ss. 43-52.

Nichanian, Marc. "Zabel Yesayan, Woman and Witness, or the Truth of the Mask". New Perspectives on Tur­key. No. 42 (201 O): 31-53.

Rowe, Vidoria. A History of Armenian Women Writing: 1880- 1922. Londra: Cambridge Scholars Press, 2003.

Yesayan, Zabel. Grage Şabigı. Erivan: Bedagan Hrada­ragçutyun, 1934.

--. "Şnorhkov Martig". Yerger. Haybedhırad, 1959. --. Osküdari Verçaluysner. Haz. K. Beledian ve S. De-

ğirmenciyan. Hıradargutyun Tırkahay Usutsçats Him­narg: İstanbul, 2009.

--. "HokisAksoryal". Yerger//. Antilias: Dıbaran Gilig­yo Gatoğigosutyan, 1987: ss. 21-50.

--. Namagner. Yerevan Hamalsarani Hradaragutyun: Erivan, 1977.

--. "Vebı". Yerp Aylevıs Çen Sirer, Koğı, Vebı seçkisi. İstanbul: Hayk Goşgaryan Yayın ve Basımevi, 1914.

3 Bu otobiyografinin " kaybolmayan" kısmı 1979 yılında Sovedagan Kraganutyun (Sovyet Edebiyatı) adlı dergide yayımlanmıştır.