Post on 05-Apr-2023
Siyasi ve İslami Kimliği ile Mustafa Sabri Efendi
Giriş
Mustafa Sabri Efendi, Osmanlı’nın son şeyhülislamı
olarak bilinen, Osmanlı saltanatından Türkiye
Cumhuriyeti’ne geçişe şahitlik etmiş önemli din ve
siyaset adamlarından birisidir. Eric Zulcher’in
referasıyla değerlendirecek olursak, 2. Meşrutiyet
sonrası ve Cumhuriyet tek parti dönemini reformcu “Jön Türk
dönemi” olarak nitelendirebiliriz. Yapılmaya çalışılan
değişim ve dönüşüm bağlamında bu iki dönemi bir
süreklilik taşıdığı açıktır. Mustafa Sabri Efendi de
yaşanılan bu dönüşüm döneminde muhalif tavrı ile dikkat
çekmiştir. Yapılan reformlardan özellikle hilafetin
kaldırılması, din ve devlet işlerini ayrılarak laik
düzenin getirilmesi, milliyetçilik, medeni kanun ve
kadınların toplumdaki yeri konuları üzerine söylemler
üretmiş ve Kemalist rejime karşı sert eleştiriler
yöneltmiştir. Bu makalede Mustafa Sabri Efendi, ana
başlıklar olarak hayatı, eserleri, İttihat ve Terakki’yle
İlişkisi, 1919-1924 arası dönem , 1924 ile hilafetin
ilgasından sonraki döneme olan bakışı üzerinden
incelenecektir.
Hayatı ve Eserleri
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, 1869 yılında
Tokat’ta doğmuştur. Babası Ahmed Efendi olarak bilinir.
Tokat’ta ilim hayatına başlar ve hafız olur. Daha sonra
Kayseri’ye giderek Hoca Emin Efendi’den ve İstanbul’da
Ahmed Asım Efendi’den eğitim ve icazet alır. 22 yaşında
Fatih Camii Medresesi’ne hoca olur. ( Sabri, 350) 1900 ve
1904 yılları arasında 2. Abdülhamid’in kütüphaneciliğini
yapar. (Kara, 383)
1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra
Tokat vekili olrak meclise girer. 1908 ve 1912 yılları
arasında yayınlanan toplam 182 sayılık Cemiyet’i İlmiye-i
İslamiye’nin yayını olan Beyanul’ Hak dergisinin
başyazarlığını yapar. (Kara, 383) Mustafa Sabri efendi
Abdülhamid’e muhalif bir tavra sahiptir. “27 Nisan
1909’da şeyhülislamın fetvasıyla Abdülhamid’in tahttan
inmesine destek verir.” ( Nam, 298) Bu derginin ilk
sayısında da yayınladığı “Beyanu’l- hakk’ın mesleği” adlı
makalesinde Abdülhamid’in baskıcı yönetimine son
verdikleri ve tekrar meclisin açılmasını sağladıkları
için İttihat ve Terakki Cemiyetine ve orduya teşekkür
eder.(Kara, 383) Ancak daha sonra göreceğimiz gibi, bu
yazıdan kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki cemiyetini
de eleştirmeye ve çalışmalarına muhalif bir tutum
göstermeye başlayacaktır. Özellikle ilmiye sınıfı üzerine
yapılmaya çalışılan reform hareketlerini tehlikeli görmüş
ve bunu her fırsatta dile getirmiştir. Şeriatın ve ilmiye
sınıfının geleceğinden endişe duyduğu bu dönem sonunda,
Mustafa Kemal yaptığı rejim değişikliği ve hilafetin
ilgası reformuyla Mustafa Sabri’yi korkularında ve
endişelerinde haklı çıkarmıştır. Sabri Efendi, takındığı
muhalif tavırla beraber İttihat ve Terakki’ye muhalif bir
kanadı temsil eden 1910 yılında kurulmuş olan Ahali
Fırkası’na katıldı. Sonrasında ise 1911 yılında kurulan
Hürriyet ve İtilaf Fırkasının kurucu üyeleri arasına
girdiğini görüyoruz. Tüm bu karşıt tavırları neticesinde,
1913 yılında yapılan Babıali Baskını’ndan sonra ülkeden
kaçarak önce Mısır’a oradan da Romanya’ya geçer. Ancak
Birinci Dünya Savaş’ı yıllarında Osmanlı ordusunun
Romanya’ya girmesi neticesinde tekrar ülkeye gönderilir.
(Kara, 383) Bilecik’te 5 yıl sürgün kalır ve ancak
Osmanlı’nın savaşta yenilgisiyle beraber İttihatçı grubun
ülkeyi terk etmesinin ardından İstanbul’a dönebilir.
1918’de İstanbul’a geldikten sonra tekrar siyasi ve
ilmi hayatına devam eder. Aynı yıl kurulmuş olan Daru’l –
Hikmeti-l- İslamiye’ye üye olur. Damat Ferid Paşa
hükümeti tarafından 1919 yılında şeyhülislam olarak
seçilerek göreve getirilir. Kendisinden sonra başka bir
şeyhülislam göreve gelmiş olsa da Mustafa Sabri son
şeyhülislam olarak tanınır. 1919 ve 1920 yılları
arasında, kesintili şekillerde şeyhülislamlık yapmıştır.
“ Tarih ve hatırat kitaplarına bakılırsa sadrazam olmak
için padişah ve devlet erkanı katında hayli teşebbüste
bulunduysa da başarılı olamadı.” (384) Mustafa Sabri,
şeyhülislamlık görevini istifa ederek bitirir. İstifa
kararı almasının sebebi ise Sultan Vahdettin’in Sevr
Antlaşması’nın şartlarını görüşmek üzere topladığı kabine
toplantısında Anadolu’da giderek genişleyen milli
harekete karşı sert tedbirler alınmasını teklif etmesi
karşılığında görüşlerinin reddedilmesidir. Milli
mücadeleye karşı başından sert bir tavır içinde olmuştur
ve Mustafa Kemal öncülüğünde yönetime gelen milliyetçi
yönetim nedeniyle ailesiyle beraber yurtdışına gitmek
zorunda kalmıştır. Yurt dışında olduğu süre içerisinde de
muhalif tavrını sürdürür. “Özellikle Batı Trakya’da
kaldığı yıllarda Yarın gazetesini çıkartır. Burada
yazdığı yazılarda Ankara hükümetini eleştirir.” (Nam,
299) Bu sırada yeni meclis milli harekete düşmanlık etmiş
olan kişilere karşı vatandaşlıktan çıkarmak üzere bir
150’likler listesi çıkarır. Lozan Antlaşmasına göre tüm
savaş suçluları affedilecektir ancak bu 150 kişiyi
istisna olarak tutar meclis. Bu liste içerisinde Mustafa
Sabri Efendi’nin de ismi vardır. 1938 yılında
150‘liklerin affedilmesine rağmen Türkiye’ye dönmemiş ve
12 Mart 1954’te hayatının son 30 yılını geçirmiş olduğu
Mısır’da vefat etmiştir.
Yayınlamış olduğu başlıca eserler şu şekildedir;
Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi (1919), Dini
Müceddidlerin yahud Türkiye için Necat ve İtila
yollarında Bir Rehber (1922), İslam’da İmameti Kübra
(Hilafet ve Kemalizm kitabı içinde basıldı, 1992) Savm-ı
Ramazan, Din ve Milliyet (Yarın’da tefrika), Türkün
Başına Gelen Şapka Meselesi, Mes’eletü Tercemeti’l- Kuran
(1932), İnsan ve Kader (1989), Mevkıfu’l – akl (1950),
Kavl-i Fi’l – Mer’e (“Kadınla İlgili Görüşüm” olarak
çevrildi, 1994), Hilafetin İlgasının Arka Planı (1996),
Meseleler Hakkında Cevaplar (1976).
“Mustafa Sabri Efendi’nin Beyan-ul- Hak ve Yarın’dan
başka Malumat, Yeni Gazete, Tesisat, Alemdar, İkdam gibi
yayın organlarında da çokça yazısı yayımlanmıştır.”
(Kara, 385)
1909- 1914 İttihat ve Terakki Zamanındaki Duruşu
Yayınlamış olduğu eserlerden hareketle Sabri
Efendi’nin muhalif konumunu ve reformlar karşısındaki
reaksiyoner tavrını gözlemleyebiliriz. Örneğin ilk
eserlerinden olan Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi’nde
gayri Müslimlerin cehennemde ebedi kalmayacağını söyleyen
Tatar alim Musa Carullah Bigiyev’in sözlerine karşılık
ele alınmış teolojik bir tartışma görürüz. Carullah
Bigiyev, Müslüman olmayan kişilerin cehennemde sonsuza
kadar kalacağını söyleyen muhafazakar ulemanın geleneksel
söylemine karşı Allah’ın rahmetiyle kafirlere de belli
bir süre azap edeceğini iddia ediyordu ve Mustafa Şevki
Efendi’yi ve onun takipçilerini kelamı güncel şekilde
okuyamamakla suçluyordu. Bu tür eski söylemlerin İslam’a
zarar verdiğini ve Avrupalı devletlerin de İslam’a kötü
bakmasına neden olduğunu belirtiyordu. “Diğer bir
deyişle, gayet açık bir şekilde bu eski kelam
tartışmasını yeni, reformcu bir gündemin çerçevesine
yerleştirmeye çalışıyordu. Benzer bir strateji
reformculuğa özenen birçok başka kimse tarafından tüm
İslam aleminde bu dönem boyunca kullanılmıştır.” (Bein,
64) Bu tartışma aslında 2. Müşrutiyet’ten sonra ulema
arasında oluşan iki zıt kutbun bir göstergesiydi.
Yenilikçi ve reformist kesim yapılacak olan reformlarla
hem devlet sisteminin hem de ulemanın durumunun adeta
tamir edilerek daha sağlam bir yere geleceğini öne
sürerken, muhafazakar korumacı grup, İttihatçılara ve
reformlara her zaman şüpheyle bakmış, şeriatın ve dinin
öncelenmesine özen göstermişlerdir.
“İlk yaklaşım, eğer reformları bizzat ulemasınıfı başlatmayacak olursa, bunun ağır sonuçlarından hem kendileri hem imparatorluk hem de Osmanlı topraklarındakidini yaşamın zarar göreceğini ileri süren proaktif bir eğilimdi. İkincisi ise terakki ve ıslahat adı altında, aziz ve değerli gelenekleri ve kurumları tahrip edebilecek ve dinsiz ya da dinen sapkın toplumsal normlar ve dini uygulamalar yayılmasını aslında kolaylaştıracak acelecideğişikliklerden duyulan kaygıyı yansıtan bir tutumdu. (Bein, 48)
Bu süreç içerisinde ulemanın modern zamanın
ihtiyaçlarına göre yenilenmesi gerektiğini
söyleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti destekçisi
Musa Kazım Efendi, reformist ulamanın lideri
konumuna gelmişken Mustafa Sabri Efendi ikinci
Meşrutiyet’in ardından muhafazakar ulamanın
sözcüsü olarak değerlendirilmiştir. Bu iki grup
arasındaki gerilim ve mücadele reformistlerin
Cumhuriyet rejimi ile beraber ilan edilen kesin
zaferine kadar çatışmalı bir şekilde sürmüştür.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan zamanda iki
grup farklı reform çalışmaları etrafında
sürtüşmeye girmiştir. Örneğin korumacı olan grup
şeriat ilkelerine dayanan bir medeni kanun
tasarısı olan Mecelle’yi meclise tasarı olarak
sunmuş, ancak Avrupa temelli hukuk kurallarını
uygulamak isteyen reformist ulemadan destek
görememiştir. “Mustafa Sabri, Avrupa tarzı
mütecaviz bir laikleşmeden duyulan korkuları teyit
eden her türlü yeniliğe karşı endişeli ve şüpheci
bir yaklaşımı temsil ediyordu.” (58) 1909 -1913
yıllarını içine alan bu dönemde iki grubun dini
otorite mücadelesini görüyoruz. Mustafa Sabri
Efendi’nin Carullah Bigiyev’e karşı yazmış olduğu
Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi de dönemin
şartları göz önünde bulundurularak bu tür bir
otorite kurma çabası olarak değerlendirilebilir.
Bu dönemde ele alınan karşılıklı yazılarabakacak olursak, reformist tarafın Cumhuriyet sonrası gerçekleştirilecek reform çalışmalarının genel alt metnini kurduğunu ve muhalif kesimin de tepkilerinin buna göre şekillendiğini söyleyebiliriz. Çıkarılan dergilerde dini açıdan ele alınan konulara bakıldığında çok eşlilik, kadının toplumsal hayattaki yeri gibi muhtelif konulara yoğunlaşıldığını görüyoruz. Refomcu kanadın yayınladığı Sırat-ı Müstakim dergisi daha ılımlı reformist bir görüşe sahip İslam Mecmuası ve Sebilürreşad dergileri bize bu konuda fikir sunuyor. (68)
1919 yılına gediğimizde ise savaşın bitimiyle beraber
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de dağılmış olduğunu
görüyoruz. Cemiyet mensubu birçok kişi yönetimden ve
ülkeden ayrılırken reforma ve reformistlere olan güven de
zedelenmiş oldu. Bu sürede ortaya çıkan bir iktidar
boşluğunda, öncesinde yapılmış olan reformlar
sorgulanmaya başlandı. Mustafa Sabri Efendi
düşüncelerinde ve kaygılarında haklı olduğunu düşündü ve
bu dönemde şeyhülislamlığa gelmesinin de vermiş olduğu
bir güçle etrafındaki savunmacı eğilimdeki kişilerle
beraber reformcu gruba yönelik eleştirilerini arttırdı.
“En başından itibaren statükoya aniden son verilmesinin,
laikçi ve İslam karşıtı politikaların yararlanacağı bir
boşluk yaratacağından şüphe etmişlerdi. Onların
perspektifinden İttihat ve Terakki reform yanlısı ulemayı
faydalı ahmaklar olarak kullanırken tam da bunu
yapmışlardı.” (73) Mustafa Sabri, bu düşüncelerinde
kısmen haklıydı çünkü 1919 sonunda bakıldığında ulemanın
parçalandığını ve yapılan reformları tersine çevirmenin
oldukça güç olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca aynı yıl
başlayacak olan milli mücadele de İttihat ve Terakki
temelinden gelen reformcu kişilerin elinde bir güç
olacak, Mustafa Sabri geleceğini gördüğü hilafetin ilgası
ve saltanatın kaldırılması gibi olayları durduracak bir
yapılanmaya gidemeyecektir.
Saltanattan Cumhuriyete 1919- 1924
Mustafa Sabri Efendi, Babı Ali Baskını’nın ardından
geçirdiği beş yıllık (1913-1918) sürgün hayatının
ardından tekrar İstanbul’a dönmüş ve dağılan İTC
otoritesinin verdiği rahatlıkla kendi hakimiyet hayatını
hem dini hem siyasi hayatta genişletmeye çalışmıştır.
Kuruculuğunu yaptığı Hürriyet ve İtilaf Fırkasının
çalışmalarını hızlandırmış, Cemyet-i İlmiye-i İslamiye
etrafında ulemayı toplamaya çalışmıştır. Kendisi de bu
derneğe başkan olarak seçilmiştir. İTC ile yollar ayrılan
Sebilürreşad dergisini de kendi tarafına çekmeyi
başarmıştır. Ancak kariyerinin zirvesine 1919’da Damad
Ferid Paşa tarafından şeyhülislam olarak atanmasıyla
ulaşmıştır. Şeyhülislamlık makamı tarihçesi içinde
bakıldığında giderek siyasallaşan bir makama
dönüşmektedir. Özellikle 2. Meşrutiyet sonrasında
şeyhülislamların siyasi kimliklerinin ve fikirlerinin
dini hükümlerin önüne geçtiğini görüyoruz. Bu
siyasallaşmayı en çok görebileceğimiz isim yine Mustafa
Sabri Efendi olarak çıkıyor karşımıza. İttihat ve
Terakki’ye muhalif olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyesi
olduğu bilinen Mustafa Sabri’nin aynı partinin Damat
Ferid Paşa yönetiminde iktidara gelmesiyle şeyhülislam
olması bu nedenle tepki çekmiştir. “Ahmet Şirani, Mustafa
Sabri’nin şahsiyetini hoca, fırkacı ve şeyhülislam
sıfatlarıyla değerlendirmeye tabi tuttuğu yazısında, onu
“fırka şeyhülislamı” olarak nitelendirdi...” (Yakut, 197)
Mustafa Sabri göreve geldikten sonra ilk olarak üzerinde
durduğu konu İTC’nin getirmiş olduğu Avrupa merkezli
yorumlarla dini erozyona uğrattığını düşündüğü konuların
imarı olmuştur. Örneğin şeyhülislamın devlet kabinesinden
çıkarılarak politika ile dini olanın ayrılması gerektiği
önergelerini kesin olarak reddederek çalışmalarına
başladı. Ona göre bu önerge, Avrupa’nın laik sisteminin
bir taklidiydi ve devleti dinsizleştirmeyi amaçlıyordu.
“Bunu ilmiye teşkilatının desteğiyle kamusal davranış
kuralarıyla ilgili İslami normların yasa haline
getirilmesi ve uygulanması izleyecekti. Bunları eski İTC
hükümetinin, devlet ile dinin birbirinden ayrılmasını
amaçlayan, herkesin malumu hedefi doğrultusunda bir ön
hazırlık olarak başlattığı reformların boşa
çıkarılabilmesi için gerekli ve acil önlemler olduğuna
inanıyordu.” (Bein, 39)
Mustafa Sabri’nin kamusal alanla ilgili yaptığı
Ramazan’da içki içilmemesi, kadınların erkeklerle aynı
ortamlarda bulunmaması gibi ahlaki çalışmalar büyük
uğraşlar sonucu kabul görse de, ülkenin içinde bulunduğu
savaş durumu, İtilaf devletleri saldırıları ve yurdun
çeşitli kesimlerinin işgali hem Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’na olan güveni kırıyor, hem de gündemi
İstanbul’dan Ankara’da güç kazanan Mustafa Kemal ve
arkadaşları cephesine çekiyordu. Kendisini destekleyen
birçok kişi ve kurumun artan direniş hareketleriyle
beraber İTC’nin devamı olarak nitelendirilen Mustafa
Kemal çevresine kaydığı görülüyordu. Mustafa Sabri
1919’da görevden aldı. Bu sürede Ankara’da milliyetçi
hareket güç kazanıyordu. İstanbul milliyetçiler hakkında
vatan haini olarak fetvalar yayınlıyor, Ankara’da onlara
kendi saflarındaki ulemanın fetvalarıyla yanıt veriyordu.
Mustafa Sabri de milliyetçilere karşı olan grubun yanında
oldu. “Her ne kadar Nisan’da kurulan kabinenin dışında
bırakılmış olsa da ‘Anadolu’daki İttihatçı Eşkıyaları’
İslam’ın din karşıtı düşmanı olmakla itham ettiği miting
konuşmaları, yazdığı başyazılar ve risalelerle kabineye
destek veriyordu.” (Bein,147) Milliyetçi harekete karşı
göstermiş olduğu sert tutumu nedeniyle İstanbul
hükümetinin beğenisini kazanarak 1920’de tekrar
şeyhülislamlığa atandı ancak bu da çok uzun sürmedi.
Fazla radikal tavırlar sergilediği için görevden alındı
ve yerine siyaset ve dini işleri birbirinden ayıran
apolitize olmuş Mehmed Nuri Efendi atandı. Milliyetçi
hareketin ve Mustafa Kemal’in parlayan yıldızı kendisi
için artık büyük bir tehditti. Bu nedenle 1922 yılında
ülkeyi terk etti. Ancak 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi
ve 1924’te hilafetin ilgasından sonra da kendisi farklı
kesimler üzerine etki etti. Laik düzeni destekleyen
yenilikçi kesim Mustafa Sabri’yi başarısız bir din ve
siyaset adamı olarak anarken, din adamlarının ve şeriatın
devletten ayrılamayacağını düşünen İslamcı kesim sonraki
yıllarda da kendisinin yazdığı yazılardan ve
görüşlerinden faydalanmayı sürdürdü.
Din – Devlet Ayrılığı Hakkında Düşünceleri
Mustafa Sabri Efendi, 1922 yılında İstanbul’dan
kaçtıktan sonra değişik yerlerde bulunmuş, son olarak da
Müslüman halkın çoğunlukta olduğu Batı Trakya’da
çalışmalarını devam ettirmiştir bir süre. Bir kitabında
yaşadıklarını şu şekilde anlatır: “İlkelerden
uzaklaşmamak uğruna iki defa malımı ve yurdumu ter ettim
ve bu iki hicret arasında tutuklanıp hapse atıldım. Ancak
mücadele yolundan asla dönmedim. Feda ettiğim dünya zevk
ve hayatından asla pişmanlık duymadım.” (Sabri, 18)Burada
oğluyla beraber yayınladığı Yarın gazetesi üzerinden yeni
kurulan Cumhuriyet rejimini ve Ankara yönetimini
eleştiriliyordu. Zaten adı 1938’e kadar vatandaşlıktan
çıkarılan 150’likler listesinde kalmıştır. Temelde,
Cumhuriyetin getirdiği laiklik fikriyle ortaya çıkan din
ve devlet işlerinin ayrılması fikrine karşı çıkmaktadır.
Ona göre Müslüman bir halk için İslam bir anayasa ve
idari hüküm niteliğinde olmalıdır aynı zamanda. İslam,
özü itibariyle zaten tüm bu niteliklere sahiptir ve
Müslüman halk da ancak İslami hükümlerle yönetilebilir.
“Ona göre bu ayırma işi öncelikle halifeliğin
kaldırılmasına zemin hazırlamak için yapılmıştır. Bundaki
maksadın da sadece din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması olmadığını, bunun dini ortadan kaldırmak için
bir tuzak olduğunu savunmuştur.” (Nam,300) Önceleri
Osmanlı geleneğinden gelen halkın tepkisini çekmemek için
“”devletin dini İslamdır” ibaresiyle yer verilen bir
anayasa hazırlanmışken, daha sonra bunun da kaldırılarak
önce devletin, buna bağlı olarak da milletin
dinsizleştirimek istendiğini savunmuştur. “Aynı zamanda
Mustafa Sabri, anayasaya devletin dilinin Türkçe
olduğunun yazıldığına işaret eder...Bu durumda, o halde
dili oluyor da dini neden olması diye sormaktadır.” (300)
Yani buradan kasıt, oluşturulmak istenen millet yapısının
Türk milliyetine bağlı, dinsiz bir millet olduğu
inancıdır.
Mustafa Sabri Efendi Müslüman bir toplumun ancak
dini hükümlere göre yönetilebileceğini söylerken aynı
zamanda bunun hem ülke içerisinde hem de ümmet anlayışı
içinde dünya Müslümanlarıyla bir bütünlük sağlamak
açısından da gerekli olduğunu belirtiyordu. İslami
hükümleri uygulamanın önce bireysel manada bir ahlak
meselesi olduğunu ve kişilerin ahlaki yapılarını
etkilediğine değinmiştir. Din ve devlet yönetiminin
ayrıldığı bir toplumda yaşamanın da bu açıdan dinin
emirlerine uygun olmadığını düşünerek rejimi
destekleyenleri eleştirmiştir. “Allah’ın kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe iman bizim inanç
felsefemizdir. Ümmetin saadeti fert ve cemaat olarak
çocuklarımızı bu inanç esasları ve edebi üzerine
yetiştirmemize bağlıdır. Ümmetin şu anki durumu
kitapların gereğini yapmaktan çok uzaktır.” (Sabri, 62)
İslami bir yönetim altında yaşamayı yalnızca bir yönetim
tarzı olarak ele almaz ve bunun aynı zamanda Müslüman
toplulukların kimlik meselesi olduğuna da değinir. İTC
yönetimi zamanından itibaren yapılan Batılı tarzda
yenilikler de dahil olmak üzere Mustafa Kemal’in kurmuş
olduğu Cumhuriyet’in inkılaplarına karşı çıkmasının temel
meselesi de aslında bu “kimlik” düşüncesiyle
bağlantılıdır. Mustafa Kemal rejiminin dine bağlılığı
azaltarak Müslüman kimliğine ve ümmeti kapsayan birlik
düşüncesine zarar vermek istediklerini düşünür. Mevkı-f
el Akl ve İlm kitabında bu duruma şöyle değinmiştir:
“Müslümanlar derhal durumlarını anlamalı ve İslam’ın
kollarına atılıp dünya ve ahirette yeniden
dirilmelidirler. Yabancı kollarda diriliş aramak onlara
fayda vermez. Bu şekilde ne Doğulu, ne Batılı, ne
Müslüman ve kitap ehli; bilakis kimliksiz bir toplum
olurlar.” (63)
Hilafet Algısı
Mustafa Kemal hükümeti elinde bulunan tüm güce
rağmen hilafeti bir anda kaldırma girişiminde
bulunmamıştır. Bunun yerine önce devlet işlerinden
soyutlayıp, sonra İslami bir hükmünün de aslında
olmadığına milleti ikna etmeye çalışarak ilgasını
gerçekleştirmiştir. Aslında Mustafa Sabri’nin iddia
ettiği gibi “dinsiz” bir politika takip etmemiş, tam
tersine kendi fikir ve politikalarına meşruiyet
kazandırmak için İslami bir söylem üretmişlerdir. Mustafa
Sabri, Mustafa Kemal’in bir Fransız gazetesine verdiği
demeci incelerken aslında hilafetin sadece Türkler için
değil tüm ümmet için anlamını yitirmesi doğrultusunda
konuştuğunu söyler. Mustafa Kemal hilafetle ilgili
görüşlerini şu şekilde anlatır:
“Türklerin en mutlu tarihi dönemleri, sultanların halife olmadıkları dönemlerdir...Halifenin tüm İslam halkları üzerindeki velayetinin gereği dini görevini yerine getirmesi, gerçeklerden değil kitaplardanalınmış bir düşüncedir. Ne İranlılar, ne Afganlılar ne de Afrika Müslümanları şimdiye kadar İstanbul halifelerinin hükmüne girmiş değillerdir.” (Sabri, 167)
Mustafa Sabri, bu sözlerin Mustafa Kemal’in
vicdanındaki hilafet karşıtlığından beslendiğini
söyler. Buradan hareketle Mustafa Kemal’in hilafetin
bir yönetim şekli, bir hükümet olduğunu kabul
ettiğini ancak bunun pratikte tüm dünya
Müslümanlarını kapsayacak şekilde gerçekleşemediğini
anlatmaya çalıştığını söyler. Buradan hareketle de
eğer hilafet maksadına uygun şekilde yaşayamıyorsa,
var olmasının da bir anlamı yoktur lafsında bir
beyanda bulunduğunu iddia ederek kendisini peygamberi
ve hilafeti anlamamakla suçlar. (168) Mustafa Kemal
vermiş olduğu demeçteki sözlerine şu şekilde devam
eder: “Eski geleneklerimize saygı göstererek halifeye
dokunmadık. Halifenin işlerinin tüm Müslüman halkları
kapsaması gerektiğini savunanlar, şimdiye kadar
hilafetin yüklerine iştirak etmediler. Şimdi ne
istiyorlar?” (168) Mustafa Sabri ise bu sözlerine
binaen Mustafa Kemal’i “hilafete İslami nazarla değil
Selanikli bir tüccar gözüyle bakan” biri olarak
tanılamıştır.
“Mustafa Sabri Efendi hilafeti, sözlük manası
itibariyle “başkasının halefi olmak ve yerine geçmek”
şeklinde tarif etmektedir. şer’i manasını da “dini ve
dünyevî liderliğe, yani İslâm hükümeti başkanlığına lâyık
olarak Hz. Peygamber’e halife olmaktır.” şeklinde izah
etmektedir.” (Nam, 301) Mustafa Sabri Efendi, hilafet
makamını tarihsel bir bağlamda, peygamber efendimiz
sonrasından başlayarak ele alır ve Mustafa Kemal rejimini
destekleyerek hilafetin aslında İslam’da olmadığını ileri
süren din adamlarına karşı çıkar. Bu bağlamda hilafetin
ilgasına da kesin olarak karşı çıkmıştır. Ona göre
hilafet ve devlet ayrılmaz bir bütündür. Hilafet devletin
yönetim şeklini temsil eder. Yani bir toplumda eğer
halife olacak bir din adamı yoksa o toplumda devlet adamı
da yok demektir aslında. Yapılmaya çalışılan şeyin bir
laikleşme çabası olduğunu ve bunun İslam’a zarar
vereceğini ancak halkın bunu anlayamadığını söyler.
“Müslüman halk benim ülkemdeki ladini yöneticileri
tanımamakta, onların İslam devletini, hilafetini
yıktığını bilmemektedirler. Hatta Mustafa Kemal’i
kendilerine örnek almakta, lider edinmektedirler.” (94)
diyerek Mustafa Kemal’i de dinsiz olmakla suçlar. Laik
cumhuriyet yönetimiyle devleti yönetme yetkisinin meclis
aracılığıyla millete teslim edildiğini, bunun önünde
engel olan hilafet ve saltanatın da bu doğrultuda
yıkıldığını iddia eden Cumhuriyetçi kesime asla itibar
etmemektedir. Mustafa Kemal ve çevresindekilerin
saltanatı baskıcı ve otoriter, yeni cumhuriyet rejimini
ise özgürlükçü ve halk iradesine dayanan bir yönetim
şekli olarak sunmasını kabul etmez ve Mustafa Kemal
liderliğindeki devlet yönetimini şu sözleri ile
diktatörlükle itham eder: “Atatürk dönemindeki yönetimin
halk egemenliğine dayanan bir yönetim olduğu sözü ise
yaşanan durum ve hakikatten çok uzaktır. Bugün
Türkiye’deki tek kişi yönetimi geçmişteki yönetimlerden
binlerce defa daha ceberrut bir diktatörlük yönetimidir.”
(73) Bu rejimin İslam’ı onlara göre karanlık çağ olan
Oraçağ’dan kalma ve kendilerini modern batılı devletlerin
gerisinde bırakacak bir unsur olarak gördüklerini
düşünür. Mahmut Esad Bey’in şu sözlerini de fikirlerine
delil olarak sunar:
“Hükkam-ı Kiram!... Muasır medeniyet içinde Türk milletinin mukadderatını, ortaçağa ait esaslara, bütün açık hakikatlere rağmen özel bir kasıtla veya şuursuz bir inatla bağlı kılmak davası, tarihin suçlar diye kaydetmeye hak kazandığı bir faciadır. Bugün inkılâp, dönmeyen kat’î kararları ile bu kanlı cephenin sahne olduğu13 asrı tekmil saçmalıkları ile baş aşağı etmiş bulunuyor.” (Nam, 302)
Hilafeti önce devletten ayırıp sonra tamamen kaldırmanın
Batılılaşmak ve Avrupalı normlara göre yaşama gerekliliği
duymak olduğunu söyler Mustafa Sabri. Hilafet ilga
edildikten sonra o zamana kadar Mustafa Kemal ve onu
destekleyenler hakkında ortaya attığı iddiaların da doğru
olduğunun anlaşılması gerektiğini vurgular. Din, Mustafa
Kemal yönetimi için Osmanlı’dan kalan ve acilen tasfiye
edilmesi gereken bir yüktür. “Dini hükümlerin laik Avrupa
yönetimi biçimlerine aykırılığı ve memleket içindeki heva
ve zulümlerine engel teşkil etmesi nedeniyle, dini
omuzlarından atılması gerekli ağır ve sıkıntı verii bir
yük olarak görürler.” (Sabri, 99) Milletin bağı dinden
koptuğu zaman Osmanlı’ya ait bellek de daha kolay
silinecektir. Bu nedenle saltanat ve hilafet ilgasından
sonra Arap harfleri kaldırılmış ve Avrupa’yı daha
yakından takip edebilmenin önünün açılması için Latin
harflerine geçilmiştir. Mustafa Sabri’nin öfkesi ve
muhalifliği aslında değiştirilmeye çalışılan bu medeniyet
değişikliğine karşıdır. Bu nedenle dinin tasfiyesine
karşılık topluma yeni bir değer olarak sunulan ve Osmanlı
düşünce sisteminden uzak modern ulus-devlet anlayışının
şekillendirdiği “milliyetçilik” idealine de aynı şiddetle
karşı çıkmıştır.
Milliyetçilik Hakkında Düşünceleri
Mustafa Kemal liderliğinde Cumhuriyet rejiminin
yaratmaya çalıştığı laik Türk milliyetçisi kimliğe de
tümüyle karşıdır. Dinin etkisizleştirilmesiyle ümmet
fikrinden uzaklaşan milletin bir bütünleştirici değer
olarak Türkleştirilmesini ve bu uğurda yapılan
inkılapları eleştirir. Din ve Millet yazısında,
sonrasında büyük tartışmalara neden olacak şu sözlerle
düşüncelerini anlatmıştır: “Yalnız yeni Türkiye’de
veyahut orasının peyki ve gölgesi gibi hareket eden
muhitlerde değil, belki yeni Türkiye’nin muarızları
sırasında yer almakla beraber birçok hususta o diyarın
deliliklerini taklit etmeye özenen hafif meşrepliler,
zayıf akıllılar arasında bile “milliyet” havası çalanlar
ve yolunu şaşırıp dalalette kalanlar eksik değildir.”
(Kara, 409) Özellikle Osmanlı’da Arap kültürüyle iç içe
geçmiş olan bütünlüğün Cumhuriyet zamanında
değiştirilmeye çalışılması da onun için ayrıca sorun
teşkil etmektedir. Yine aynı yazıda şunları söyler:” Hele
milliyeti muhafaza sevdasıyla Latin harflerini kabul
etmeye lüzum görülmesi beni büsbütün sinirlendirmişti...
Benim elimden gelse Türkleri de Arap yaparım, diğer
Müslümanları da...Bunların vaktiyle Araplaşmadığına da
çok eseflenirim.” (409-410) Buradaki yaklaşımı
Cumhuriyet’in Türkçü modernistlerini çok kızdırmış olsa
da kendisinin asıl söylemek istediği bir milli kimlik
olarak Araplaşmak değildir. Dil olarak Arapçanın daha
üstün olduğunu düşünmekte, bu anlamda Türkçe ile bir
kıyaslama yapmaktadır. Bunu da yine daha iyi Müslüman
olmanın bir gereği olarak ele alır.
“Benim de Araplığa temayülüm, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin dili olan Arapça sayesinde Müslümanlığın daha iyi muhafaza edileceğine kani olduğumdandır. İslam dini düşmanları Arap harflerini atmak vasıtasıyla Kur’an-ı Kerim-i ortadan kaldırmak istedikleri gibi ben de İslamiyet’in istinat noktalarını sağlamlaştırmak için Arapçayı dil edinmek derecesinde kendimize mal edinmek isterim” (412)
Cumhuriyetin milliyetçi politikalarını da hilafetin
ilgası gibi milleti dinsizleştirme politikası olarak
değerlendiren Mustafa Sabri, dünyada hızla yayılmakta
olan ulus-devlet söyleminin önem kazandığı o günlerde
Türklükten “istifa” ettiğini söyleyerek yine muhalif bir
tavır sergilemiştir. (Bein,161) Kurulmuş olan diyanet
sistemini de dinsiz sistemin bir aracı olarak görmekte ve
bu oluşumun içinde yer alan ulemayı sert bir şekilde
eleştirmektedir.
“Eski şeyhülislam “dönek” Cumhuriyetin aslında İslami kuralları ve bunların kadrolarını yok edip ortadan kaldırmaya azmettiğini iddia ediyordu. Bu nedenle, dinsiz Diyanet’in hizmetinde çalışmaya hevesli sahtekar ulemanın ruhsal alçaklığını şiddetle kınıyordu. Türkiye’deki insanları, İslam dinini ayaklar altına alan ve hakiki ulemayı tekmeleyerek susturan bir rejimi destekleyen bu gibi akılsız ulemanın ve İslam’ın gizli düşmanlarının sözlerini dinlememeye çağırıyordu.” (161)
Mustafa Sabri, Mısır’da olduğu sıralarda, Türkiye’deki
olayları yakından takip etmektedir. O günlerde artan
milliyetçi çalışmalarla beraber Türklüğün kökenine ve
tarihine gitme çalışmaları da başlamıştır. Ziya Gökalp,
Yusuf Akçura gibi isimler Türklük ve Cumhuriyet ilkeleri
üzerinden yaratılmak için uğraşılan “Türk halkı” ideali
için uğraşıyorlardı. Bu nedenle de millete değer olarak
sunulabilecek çeşitli mitler, hikayeler, Türk tarih
tezleri, Güneş Dil Teorisi gibi çalışmalara başlanmıştı.
Mustafa Sabri, bir Türklük miti olarak “bozkurt”
simgesinin doğmuş olmasını ve bu sembolün posta pulları
üzerine yerleştirilerek halka sunulmuş olmasını yine
dönemin zihniyetinin dayatmacı milliyetçilik çalışması
olarak görür ve bununla beraber milletin asıl bağı olan
İslam’dan uzaklaştırılmaya çalıştığını anlatır. Ele almış
olduğu “Bozkurt Meselesi” yazısında bu durumu şöyle
anlatmıştır: “Kemalistlerin, İslam dininin ilgimizi
kestiği eski atalarımızın batıl inançlarını tekrar
diriltmeye çalışmalarının esas neden, bu sembol ve
simgeleri İslami simgelerin yerine bina etmek
istemeleridir. Böylece nefret ettikleri İslam ve İslam
birliği yerine, batıl simgeleri ikame etmek istiyorlar.”
(175) Eski şeyhülislam Ankara hükümetinin bu
çalışmalarını boşuna bir uğraş olarak görür. Çünkü ona
göre millet şeri hükümlere gönülden bağlıdır ve kendisi
dahi soy itibari ile Türk olmasına rağmen bu tür
simgelerle daha önce karşılaşmamıştır. Bu da, Ankara
hükümetinin, ürettiği sahte değerler sunduklarının kanıtı
olmalıdır halkın gözünde. Her ne kadar Mustafa Sabri yeni
rejimin temel değeri olarak milliyetçilik çalışmalarının
hızla devam ettiğini görse de, milletin İslami unsurların
yerine bu fikre sahip çıkacağını düşünmez. Ancak ileride
de göreceğimiz gibi, bir zaman sonra İslam ve Türklük
bir diğerinin parçasıymış gibi sunulmuş, yine üretilen bu
İslami söylemle hem dini kontrol sağlanmaya çalışılırken
hem de millet fikrinden milliyet idealine geçişin önü
açılmıştır.
Sonuç
Bu makalede görüldüğü üzere Mustafa Sabri Efendi,
döneminin önemli siyaset ve din adamlarından birisidir.
Sahip olduğu muhalif tavırlar İttihat ve Terakki Cemiyeti
zamanından itibaren, reformist kesime karşın muhafazakar
ve İslamcı tarafın en öne çıkan ismi olmuştur. İTC ile
başlayan modernleşme çalışmalarını şeriat ve hilafet için
her zaman bir tehdit olarak görmüştür. Batılı dünyayı
üstün gören bu kesimin çalışmalarını Müslümanların
kimliklerinden koparılması için verilen bir mücadele
olarak görmüştür. Bu nedenle, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet
rejimi ile de her zaman bir çatışma içinde olmuştur.
Saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası, milliyetçilik
çalışmaları ve kamusal alanda gerçekleştirilen birçok
inkılabı eleştirmiştir. Yapılan yenilikleri milletin,
Osmanlı gibi derin bir kökten koparılarak Batılı, laik
bir düzen içine sürüklenmeye çalışılması olarak
yorumlamıştır. 1922 yılında yeni rejimin kendisi için
hayati tehlike taşıdığını düşündüğü için ülkeyi terk
etmiş olsa da, döneme dair birçok yazı kaleme almıştır.
Kendisinin fikirleri halen İslamcılar için bir başvuru
kaynağı olarak kullanılmaktadır.
Referanslar
Bein, Amin, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul:
Kitap Yayınevi, 2013.
Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul:
Kitabevi, 1997.
Nam, Mehmet, Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye Göre Din-Devlet-
Hilafet İlişkisi, Uluslararası Sosyal Araştırma Dergisi, Cil:4,
Sayı:16, Kış 2011.
Sabri, Mustafa, Hilafetin İlgasının Arkaplanı, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1996.
Yakut, Esra, Şeyhülislamlık, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005.
Zürcher, E.J. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2013.