Post on 08-Feb-2023
1
TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI
YÖNETİM KURULU
Başkan Aydın ÇELEBİ
II. Başkan Oktay EKİNCİ
Yazman Üye İsmet CENGİZ
Sayman Üye Ali KAYABAŞI
Yayın Üyesi Ramazan DEMİRTAŞ
Mesleki Uygulamalar Üyesi Buket ECEMİŞ
Sosyal İlişkiler Üyesi Hatice ERBAY ÇALAĞAN
TMMOB
JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI
2
53. JEOLOJİ KURULTAYI DEPREM PANELİ
----0----
BAŞKAN : Ali KOÇYİĞİT (ODTÜ Jeoloji Müh. Böl.)
PANELİSTLER
Prof. Dr. Aykut BARKA (İTÜ)
Prof. Dr. Tuncay TAYMAZ (İTÜ)
Doç. Dr. Emin DEMİRBAĞ
Dr. Ramazan DEMİRTAŞ (Deprem Araştırma Dai. Bşk.)
Dr. Ömer EMRE (MTA)
MTA-ANKARA
4
OTURUM BAŞKANI- İlk konuşmacı sayın Ömer Emre, kendisi MTA’dan çalışan çok
deneyimli bir arkadaşımızdır.
Buyurun sayın Emre.
ÖMER EMRE- Kayalık zeminlerde ise yine hasar vardı, ölüm de vardı; fakat buradaki
hasarı büyük oranda yapı kusuru belirliyordu. Bizim yaptığımız tespitlere göre, şu
kırmızıyla yahut morla gösterdiğimiz alanda yıkılmalar çok az; sadece heyelanların
üzerinde yer alan yapılar zarar görmüştü. Bunlar sayısal değil, tamamen gözleme
dayanan şeyler.
Aynı şekilde Adapazarı’na doğru devam edeceğim: Bu da yine aynı kapsamda
Adapazarı’nın bir haritası. Burada sarıyla gördüklerimiz, tamamen Holosen alanları.
Bunlarda bizim radyometrik yaşımız da var; yüzeyden itibaren ilk 10 metre 2 bin 800
yıldan daha yeni dönemlerde çökelmiş olan, bunlar tutturulmamış gevşek malzeme.
Yeşiller, Pliyo-Kuvaterner yaşlı çökellerimiz aynı öbür tarafta, kırmızılar da yine aynı.
Bunu kendi içinde biraz detaylandıracak olursak; burada da şu fay zonu boyunca
gördüğümüz -biraz önce de gördük- tüm yapılar deformasyona uğramıştı, zarar
olmuştu. Ancak, ovanın kendi içerisinde; mesela şuralarda, Arifiye’nin içerisinde 4-5
katlı binalarda çok fazla hasar yoktu. Maksimum hasar, fay zonundan 10 kilometre
uzakta olan Adapazarı’nda olmuştur. Bunun bir sebebi, -bizim Ali beylerle yaptığımız
bir çalışmada- şöyle bir çizgi çizecek olursak; Sakarya Ovası’nın şurası, genellikle
Sakarya Nehrinin getirdiği çakıl dolgusundan oluşuyordu. Kentin olduğu alan ise,
yaklaşık 300-400 metre masif killerin üzerinde, yüzeyde 15-20 metre en son
dönemde çökelmiş olan, Sakarya Nehrinin kravas çökellerinin oluşturduğu; yani
kumların oluşturduğu şeylerdi ve kent tamamen bu gevşek kumlar ve killer üzerinde
yapılanmıştı.
Biz, şunu da biliyorduk: 1943’te de bu aynısı olmuştu, 1957’de bir miktar etkilenmişti,
1967’de yerle bir olmuştu ve bu depremde de sonuç aynı oldu. Yani, burada da işin
jeolojik boyutu hep aynı. Ben, hemen kısaca örnek vereyim: Bakın bu, Sakarya
Kentinin olduğu alandaki sıvılaşma, bu zeminler tamamen kravas kumları üzerinde
yer alıyor. Biz, buraları planladık ve her türlü yönetmeliğe de uygun yapılar yaptık;
fakat o yaptığımız yapılar bunlar oldu. Yani sonuçta siz yapınızı ne kadar sağlam
5
yaparsanız yapın, ne kadar yönetmelik çıkartırsanız çıkartın... Buranın şöyle bir
problemi vardı: Birincisi, bakın camları dahi kırılmamış bir bina; ama temeli
görüyorsunuz, temel sadece bu kadar. Bunun sebebi şu: Adapazarı’nda, şehrin
olduğu yerde yeraltı suyu 30 santimetreyle 1,5 metre arasında değişiyor. Siz, yeraltı
suyundan dolayı 1,5 metreden sonra temel kazamıyorsunuz; çünkü göl oluyor. Bizim
buraya dayanıklı yapı yapabilmemiz için, bu binalar zaten dayanıklı, bunların temel
tipini değiştirip hepsine kazıklı temel yapmamız gerekir herhalde, bu benim uzmanlık
alanım değil. Biz, bu tip alanlarda ne kadar sağlam yapı da yapsak, eğer bunun
bölgesel anlamda veyahut da bilimsel anlamda gerçek niteliklerini çözemezsek,
Adapazarı’nda sonucun yine aynı olacağıdır.
Buradan Düzce’ye geçelim... Bu, Düzce Havzasının jeolojisi ve deprem kırığını
gösteriyor. Sabahleyin birçok arkadaş bunları gösterdiler. Bizim bunun üzerindeki
atım değerlerinin hepsi, alttaki segmantasyon ve atım dağılımı... Burada da olay hiç
değişmiyor; tüm deprem kırığı üzerindeki yapıların tamamı gitti; Kaynaşlı tamamen
bunun üzerindeydi, Kaynaşlı yerle bir oldu. Bir de Düzce’ye bakıyoruz; Düzce de
yerle bir oldu. Fakat şöyle bir çelişki oldu: Şu sarıyla gösterdiklerimiz, burada genç
Kuvartener alüvyon yelpazeleri sıkılaşmamış olmasına rağmen, Düzce kadar
etkilenmedi. Bunun üzerinde 3-4 katlı binalar vardı, hatta Beyköy’de bizzat fayın 10
metre yanında olan 4-5 katlı binaların hiçbir tanesinde zarar olmadı, çok fazla ölüm
de olmadı. Bunun da nedenini sorguladığımızda, biz bunun tamamen havza
dolgusuyla ilişkili olduğunu görüyoruz. Bu, Düzce Havzasında alüvyon kalınlığını
gösteren bir harita, üzerine fayı koymadım ama, Düzce burası, bakın havzanın
kenarlarından doğru gittiğimizde, şu kırmızının olduğu yerde alüvyon kalınlığı 250
metreden daha derin ve Düzce’ye bakıyorsunuz, şu alanlarda, biraz önce
gösterdiğimiz yıkım olmamıştı. Biz, alüvyonun kalınlığının tam Düzce Kentinin, yani
havzanın depolanma merkezinin orası olduğunu biliyoruz. Bu ne yaptı? Tabii alüvyon
kalınlığı arttıkça, yeraltı suyu da zaten yüzeyde; zemin büyütmesine yol açtı ve
Düzce’de bu hale geldi.
Buraya kadar anlattıklarımdan; yıkımların, can kaybının, bu kadar ekonomik zararın
doğrudan, çok detay araştırmalar yapmadan; bizim bu yaptığımız şeyler, gerek
ODTÜ ile Adapazarı’nda, gerekse Ankara Üniversitesiyle Düzce’de yaptığımız şeyler,
hepsi 20-25 günlük arazi çalışması sonucunda ortaya konulabilen şeyler. Zaten
6
büyük bir kısmı deprem öncesinde de vardı, 1930-40’lardan bu yana da vardı
veyahut da planlamacılar tarafından istenseydi, bu veriler geçmişte de, bu kadar
nüfus ve sanayii oraya yoğunlaştırmadan önce, çok kısa sürede o dönemki
yerbilimciler tarafından aynı şeyler ortaya konulabilecek nitelikteydi.
Bu bir ders; yani esas problem, bizim -birazdan da göstereceğim- bundan sonraki
şeylerde şu dersi çıkarmamız gerekiyor, bunun tartışılması gerekiyor: Özellikle
planlamacılar, bu işe karar veren, planlama politikalarını veyahut da Türkiye’de bu
politikaları oluşturan insanlara ilk önce bizim üst ölçekte bilimsel çalışmaları, jeolojik
ve her türlü yerbilimsel çalışmaları, aktif fay kaynaklarını, bunlardan doğabilecek
depremin büyüklüğü konusunda bilgi edinmemiz gerekiyor. Bundan sonra uygulama
aşamasında -en son da göstereceğim- yapacağımız şeyler ise, bunun uygulama
ölçekleridir; yani imar planlama sürecine girmesi gereken şeylerdir. Bir de bunlar,
şimdi çıkarmakta olduğumuz yasa ve yönetmeliklerde çok geniş kapsamlı
çalışmalardır. O tip tanımladığımız çalışmalar içerisinde veri edilmesi çok zor
şeylerdir. Dolayısıyla planlama açısından böyle bir anlayışın getirilmesi lazımdır; yeni
yapılan yönetmeliklerde de böyle bir boşluk var.
Ben, bunu üç örnekle size açıklamak istiyorum: Kavaklı’yı hepiniz biliyorsunuz.
Burası Gölcük Kavaklı Mahallesi. Bakın, burası yaklaşık 4-5 kilometrekare olan bir
alan. Deprem öncesine gidelim; deprem öncesinde de aynı kırık kırılmıştır; Aykut
Barka’ların yaptıkları bir hendek çalışmasında, 1509’da bunun aynısının kırıldığı
ortaya çıktı. Dolayısıyla mesela planlamamız böyle bir detay araştırmaya dayansaydı,
ne buradaki Kavaklı Mahallesini yapardık, ne de tam buraya milyarlarca dolarlık Ford-
Otosan’ı kurmazdık.
Bundan sonra ne yapacağız? Öğrendiğim kadarıyla, Kavaklı Mahallesi acaba ıslah
olur mu, olmaz mı diye jolojik-jeoteknik etüt talepleri sağa sola gidiyor, bunlar gayri
resmi duyduğum şeyler. Bu depremde, üst ölçekte bakmamız gerekir ki, burada ne
oldu? Yaklaşık 2,5-3 metre, tüm şu blok hareket etti. Şu alanın tamamı, mühendislik
özellikleri açısından veyahut da kayaların fiziksel özellikleri açısından örselendi.
Çünkü bu listrik bir faydır ve gittikçe kürek şeklinde bunu dalımı düşer. İkincisi, yeraltı
su tabları tamamen değişti. Bakın, bu maviyle gördüğümüz alanlar, şurada kıyının
ilerlediği, denizin karaya doğru alçalma ve çökmeden dolayı ilerlediği alanlar.
7
Bunların bir kısmı -tam ayıramadım, bu birebir de değildir- tamamen tuzlu bataklıklara
dönüştü. İşte şurada gördüklerimiz, bunlar yanal yayılmalar; yani doğrudan denizin
tabanına giden alanlar.
Burada üst planlama ölçeğinde bakmadığımız ölçüde, olayı bu nitelikte
değerlendirmediğimiz zaman, işte Ford-Otosan gibi bir yapıyı, -orada yatırımın
devam etmesi kararı alındı sanıyorum- bunu çok rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Fakat
genel bir bölgesel tektonik veyahut da genel bir üst çerçeveden bakılsa; yani “Acaba
hidrojeolojisi ne oldu, buradaki bu faylanma sonucu zemin ne tip örselendi -‘oradaki
binaların büyük bir çoğunluğu, Ford-Otosan’da bel verme şeklinde deformasyonlar
gelişti’- veyahut da Kavaklı’yı yeniden buraya mı inşa edeceğiz?” sorularını bu tip bir
çalışma daha kolay cevaplandırabilirdi ve kaynak israfı da çok olmazdı.
Aynı örnek Sapanca’da var; Sapanca, bunun daha minik bir modeli. Şu Sapanca fayı,
bu tamamen normal faylanma şeklinde gelişti; şurada otoyolu kesti, ama ulaşımı
kapatacak düzeyde değildi. Buradaki normal atım, 20 santimetre civarında ve şu blok
önünde bakın neler oldu: Şurada Sapanca Oteli’nin de olduğu yerler, gidenler
bileceklerdir; yanal yayılmayla büyük bir arazi kaybı oldu, Sapanca Oteli ve kıyıdaki
yapıların büyük bir çoğunluğu buradan gitti. İlginçtir; 1967’de, Ambraseys’in bir
makalesinde de aynı olayın burada gerçekleştiğini görüyoruz. Yani 1967’den gereken
dersleri alamamışız; hatta oteli takviye yapmışlar, yanına bir ikiz bloğunu daha
yapmışlar. Burada şu kırmıza alanda gördüklerimiz, yanal yayılma şeklinde meydana
gelen arazi kayıpları. Bu kadar büyük bir alana da biz daha üst ölçekte bakmak
zorundayız; yani bir imar uygulamasından önce, daha üst bir değerlendirme
gereklidir.
Bir diğer örnek; -özellikle değişik örnekler vermeye çalışıyorum- burası, Yalova’nın
doğusundaki Çatalburun Deltası, hepimiz anımsayacağız. Burası, işte o Alkim Sanayi
Kimya, “gaz çıktı-çıkmadı” tartışmalarının yapıldığı bir alan. Buradaki çizgilerin anlamı
şu: Kırmızılar, bu depremde gelişmiş olan yüzey kırıkları. Şunlar, işte o kimyasal
fabrika alanları. Biz, şurada hâlâ gaz tehlikesi devam ettiği için, yakıt tanklarının
olduğu bölüme giremedik. Bakınız, iki kırık buradan geliyor, yakıt tanklarının olduğu
yere uzanıyordu; fakat tehlike var diye içeriye giremedik. Eğer biz, bu depremi önce
çok fazla detay çalışma değil, sadece bu gözle bir yüksek lisans öğrencisi veyahut da
8
bitirme öğrencisini buraya gönderseydik, en azından şöyle bir yeşilin, bunun aktif fay
olması gerektiği konusunda bize bilgi verebilirdi. Fakat tabii hiç bunlar yapılmadan,
milyarlarca dolarlık -çevresel boyutu da olan tehlike oluştuktan sonra- bir tesisi
buraya pervasızca yapabiliyoruz; yani hiçbir jeoloji temeli kullanmadan veyahut da
aktif tektoniğe ilişkin bunu kullanabiliyoruz.
Depremden sonraki buradaki alınan karar nedir, ben bilemiyorum; fakat buranın bir
kritik şeyi var, hâlâ bunun batısı kırıldı mı, kırılmadı mı” tartışmasının yapıldığı
alanlardan bir tanesi. Eğer kırılmadıysa, burası Marmara içerisinde, o sözü edilen
deprem olduğunda mutlaka kırılacak yerlerden bir tanesi. Çünkü bu deformasyon
olduysa, gelecek hemen batısındaki bir deformasyonda bu fayın kırılma ihtimali
yüksek. Buradaki değerlendirme nedir, çok büyük çevresel sıkıntı da yaratabilecek
olay nedir, bilemiyorum. Bunun da üst ölçekte süzülüp değerlendirilmesi gerekir.
Bu örneklerden şöyle tanımlayabiliriz: Deprem sonrasında bir telaş, bir hengame
içerisinde herkes ne yapacağını şaşırdı. Gerçekten tüm kurumlar, kuruluşlar birbirine
girmiş durumda; birbirine top atandan tutun da, her türlü şey var. Biz, organize
olamadık; çünkü hazırlıklı değildik, böyle bir planlama anlayışımız yoktu. Depreme
karşı nasıl olurdu da; böyle bir programımız yoktu. Bundan çıkarılacak dersler
doğrultusunda, hem bu depremden sonra, benim bildiğim, sadece üç yerde yer
seçimi yapıldı. Biri Yalova; bunu, bu anladığımız çerçevede MTA yaptı, yani üst
ölçekteki jeolojik bir süzgeçten geçirerek yaptı. Adapazarı’nda, MTA olarak ODTÜ’yle
yaptık; Ankara Üniversitesiyle de Düzce Havzasında beraber yaptık. Bunun dışında
böyle bir bölgesel sentez yapılmadı, burayı hiç sorgulamadık. Yani hedefimiz nedir,
bundan sonra ne yapacağız ve bunları neye dayandıracağız? İşte bana göre üst
ölçekte dayandırmamız gereken şeyler bunlardır.
Buradan kısaca, gerek bu deprem bölgesi, gerekse herhangi bir yerde, bu tip deprem
tehlikesinin olduğu bir yerde şey yapacak olursak, böyle bir iş akım şeması
uygulamak zorundayız, bir program elde etmek zorundayız, eylem programları
geliştirmek zorundayız, eğitimimizi, halkın bilgilendirilmesini veyahut da -ben, burada
depremin sadece yerbilimsel boyutunu anlatıyorum- depremin yerbilimsel boyutu
dışındaki sosyal ve sosyoekonomik her türlü aktiviteyi böyle bir program içerisinde
gerçekleştirmek zorundayız. Yapılması gereken iş, işte hepimizin tanımladığı aktif
9
fayların tespiti; şu anda üniversiteler ve kurumlar dahil olmak üzere, sanıyorum 15-
20’yi geçmez. Benim bildiğim, Japonya’de sırf paleosismolojiyle uğraşan 200’ün
üzerinde doktora öğrencisi var; tabi onlar da bu Kobe depreminden sonra bu dersi
aldılar.
Bundan sonra, bahsettiğimiz bir üst ölçek yaklaşım getirmek zorundayız. Benim
anlattıklarım da zaten buraya kadar olanı kapsayan şeylerdi. Bundan sonra, biz üst
ölçekli arazi kullanım kararlarını almalıyız ki, neyin ne olduğunu, gerek bölgesel
anlamda ne olduğunu kavradıktan sonra; yani tehlikeyi bölgesel anlamda ortaya
koyup, bölge planlamamızı, her türlü sosyoekonomik aktiviteyi buna göre
yönlendirdikten sonra, imar planlama sürecine bu aşamada geçmemiz gerekir. İşte
son çıkardığımız yönetmelikler, özellikle işin bu kısmını düzenleyen şeyler. Bu kısmı
düzenlediğimizde; ama işin şu kısmı büyük ölçüde eksik kalıyor: Biz, eğitim, yetişmiş
uzman eleman, -sırf yerbilimleri açısından konuşuyorum- burada ne kadar
deneyimimiz var, ne kadar şeyimiz var; buradan da biraz iyi sentez yapmak gerekir.
Ben, şöyle diyorum: Deprem olgusunu uygulama sürecinde değil de, planlama
sürecinde işin içerisine sokup, her türlü politikayı, her türlü planlamayı üst ölçeklerden
başlayıp uygulama ölçeğine geçmek zorundayız diye düşünüyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Emre’ye, değerli konuşmasından ötürü teşekkür
ediyorum.
İkinci konuşmacı, Sayın Prof. Dr. Aykut Barka idi, gelip gelmediğini henüz
bilemiyorum; ses gelmediğine göre, henüz gelmemiş. Bundan sonraki konuşmacı,
Sayın Ramazan Demirtaş.
Buyurun Sayın Demirtaş.
RAMAZAN DEMİRTAŞ- Sayın Başkan, değerli meslektaşlarım; ben, aslında özel bir
konudan bahsedeceğim; 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin teknik
özelliklerinden, neotektonik özelliklerinden bahsettik. Ben, çok daha özel bir konu
üzerinde duracağım; çünkü 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinden sonra,
medyada, basında deprem konusunda yeterince ilgili-ilgisiz insanlar tarafından çok
daha farklı bilgiler verilmeye çalışıldı. Ancak, bunların bazıları doğru, bazıları yanlıştı
10
ve dolayısıyla bütün bu medyadaki olaylar, tartışmalar, bize deprem araştırmalarında
neredeyiz ?, dünya deprem araştırmalarında nerede ?, Türkiye nerede ?. Bu açıdan
kendimizi sorgulamamız için çok özel bir konu seçtim. Biraz da aslında bilim adamı
olarak kendimizi sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.
Konumuz, deprem araştırmalarındaki belirsizlikler. Eğer belirsizlikleri bilebiliyorsak,
olaya daha çok gerçekçi biçimde yaklaşmaya çalışırız. Bu belirsizlikler nelerdir?
Aslında deprem tam olarak çözülemediği için, depremin her aşamasında birçok
belirsizlikler bulunmakta. Bunlar nelerdir ?; Ben kısaca özetlemeye çalışayım:
� Kabuk yapısı,
� Büyüklük (Magnitüd),
� Episantr yerinin (Dış-merkez) belirlenmesi,
� Depremin oluş zamanı,
� Odak derinliği,
� Odak düzlem çözümlerinde yapılan birçok belirsizlikler var.
� Şiddet, Özellikle şiddet üzerinde çok fazla duracağım, çünkü bu parametre
depremlerin önceden kestirilmesi açısından büyük önem taşıyor.
� İvme değeri,
� Kuvvetli yer hareketinin süresi,
� Depremlerdeki kırılma olayları, tek parçalı ya da çok parçalı kırılma olayları
nasıl gelişiyor;
� Deprem kırık uzunluğu
� Kayma hızı - atım arasında ve deprem büyüklüğü arasındaki ilişkiler nelerdir,
bunlardaki belirsizlikler nelerdir? 30 dakika içerisinde bunları anlatmamız çok
zor, ama yine bunlardan birkaçına, çok önemli olanlarına değinmeye
çalışacağım.
� Depremlerin yinelenme aralıkları,
� Deprem modelleri,
� Diri fay haritası,
� Deprem bölgeleri haritası,
� Tarihsel deprem katalogları,
� Depremlerin önceden kestirilmesindeki belirsizlikler nelerdir;
11
� Hendek çalışmaları, özellikle paleosismolojik konularda ne tür hatalar
yapılıyor, ne tür belirsizlikler var; bunları tek tek ortaya koymak lazım.
� Sismik boşluklar,
� Erken uyarı sisteminden biz ne anlıyoruz?
� Sıvılaşma, zemin yenilmesi, oturma ve deprem kırığı arasında nasıl bir ilişki
var?
� Deprem zararları nasıl en aza indirgenebilir,
� Deprem sırasında nasıl davranmalı,
� Deprem sigortası
� Zemin etütleri.
Dediğim gibi, bunları 30 dakika içerisinde anlatmak çok zor. Ben, bunlardan birkaç
önemlisini seçtim. Bunların en önemlisi olan şiddet üzerinde durmak istiyorum.
Konuyu daha iyi anlatabilmek için, bunları tek tek yazıya döktüm. Bir depremin şiddet
değerini belirlemede sarsıntının etkisi, etkilenen insanların oranı, insanların tepkileri, -
örneğin dışarı kaçtılar mı gibi, ev içerisindeki eşyaların hareketleri, yığma yapılardaki
hasarlar ve bacalardaki hasarlar gibi gözlemler, sonuçlar değerlendirilerek tayin edilir.
Bildiğiniz gibi, farklı ülkelerde deprem yönetmelikleri ve şiddet cetvelleri olmasına
rağmen, Türkiye’de kendine özgü bir şiddet cetveli bulunmamaktadır. İşte bizim en
çok kullandığımız MSK; ancak MSK da Türkiye’nin gerçek standartlarını
yansıtmamaktadır. Bu nedenle, en kısa zamanda Türkiye için bir şiddet cetvelinin
geliştirilmesi gerekmektedir.
Şiddet cetvelleri hazırlanırken birçok sorunlar var; bu sorunları şematize etmeye
çalıştım. Şiddet cetvelleri hazırlıyorsunuz, daha sonra eşşiddet haritaları çiziyorsunuz
ve eşşiddet haritası hazırlanırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlar nedir;
yani eşşiddet haritası yaparken nelere dikkat etmemiz lazım? Çünkü tarihsel geçmişe
doğru baktığınız zaman, bugün 1900’lü yıllardan önceki bütün depremlerin tarihsel
kayıtları bulunmadığı için, bizim en çok yararlandığımız kayıtlardan bir tanesi tarihsel
kayıtlar ve bunlardan da bildiğiniz gibi, eşşiddet haritaları hazırlıyoruz.
12
Eşşiddet haritalarının o kadar basit bir şekilde hazırlanamayacağını burada özellikle
vurgulamak istiyorum. Eşşiddet haritasını etkileyen faktörler nelerdir?
� Birincisi, fiziksel etkiler; büyüklük, odak derinliği, genel jeoloji, fay tipi, deprem
merkezinin yeri.
� İkinci faktör, insan algılama faktörü; nüfus yoğunluğu, rapor sayısı, insan
sezgisi, gözlemcinin bulunduğu yer, rapor eden kişinin deneyimi, -ki çok
önemli- rapor eden kişinin hükmü.
� Üçüncü faktörümüz, yapısal etkiler. Nedir bunlar? Zemin, topografya, malzeme
ve işçilik, bina düzeni, yer etkileri, bina kalitesi.
� Dördüncü faktör olarak da ortamsal etkiler; su davranışı, yamaç yenilmeleri,
kum ve çamur kaynamaları, sıvılaşma, kaya düşmesi, faylanma.
Bunlar eşşiddet haritalarının hazırlanmasını nasıl etkiliyor? Dolayısıyla bir bölgeye
gittiğiniz zaman, farklı bilim adamları farklı eşşiddet haritaları çizmeye çalışıyor.
Bunlara kısaca baktığımız zaman; en yüksek şiddet bölgesi, her zaman depremin
merkez üssünü temsil etmez, bu çok önemli. Buna karşılık şiddet değeri, deprem
merkezinden uzaklaştıkça azalır. Bu özellik, tarihsel depremlerin magnitüdlerinin
saptanmasında ve deprem merkezinden uzaklığa göre sismik risk belirlemelerinde
kullanılır.
Günümüzde de birçok depremin de eşşiddet haritaları yapılmaktadır; bunların çoğu,
tarihsel raporlar dikkate alınarak yapılmaktadır. Bu haritalar, bazen depremle ilgili hiç
deneyimi olmayan insanlar tarafından, hazırlanan anketlere verilen cevaplara
dayanarak çizilmektedir. Eşşiddet haritaları hazırlarken, eşşiddet değerlerinin şeklini
ve kapsadığı alanı etkileyen önemli çok sayıda faktörleri biraz önce anlattım.
Büyüklük nasıl etkiliyor? Bir depremin büyüklüğü, eşşiddet alanının büyüklüğünü
belirleyen parametrelerden birisidir. Fakat eşşiddetlerin daha büyük ya da daha
küçük olmasına yol açan diğer bazı parametreler vardır.
Eşşiddet haritasında dikkat edilmesi gereken olay, odak derinliği. Geçmiş
depremlerle ilgili edinilen deneyimlere göre, depremin odak derinliği ne kadar derin
olursa, eşşiddet alanının büyüklüğü de o kadar geniş olmaktadır. 6-6.9 büyüklüğünde
orta odaklı bir depremin eşşiddet alanı, sönümlenme gösterecek şekilde şiddet
değerleri azalarak daha geniş bir alan kapsayabilir. Buna karşılık, 7-7.5
13
büyüklüğünde sığ derinlikli bir deprem, benzer büyüklükte, fakat daha büyük şiddette
eşşiddet alan oluşturabilir. Sönümlenme, bir bölgeden diğer bölgeye göre farklı
şekilde olabilir. Yani bir eşşiddet haritası çizilirken, Amerika’daki bir bilim adamının
gelip Türkiye’de eşşiddet haritasını çizmesi; çok farklı deneyimlere sahip olduğu ve
oranın jeolojik yapısı çok farklı olduğu için farklı bir şekilde eşşiddet haritası
çizebiliyor.
Diğer bir faktör, fay tipi. Eşşiddet alanlarının büyüklükleri, faylanma tipine bağlı olarak
farklılıklar gösterebilir. Örneğin çok büyük depremlerin olduğu yitim kuşağındaki
faylanmanın yarattığı eşşiddet alanı, bir doğrultu atımlı faylanmanın oluşturduğu
eşşiddet alanından çok farklılıklar gösterir.
Bunları anlatmamın sebebi, biliyorsunuz yine olayı Marmara depremine getirmek
istiyorum. Özellikle tarihsel depremlere baktığınız zaman, 1509, 1766, 1894
depremlerinden bahsedilir ve bunların maksimum eşşiddet alanları dikkate alınarak
deprem büyüklüğü belirlenmeye çalışılıyor. 1509 depremi, tarihsel kayıtlarda küçük
kıyamet olarak geçmektedir. Ancak, eğer böyle bir deprem, yani 17 Ağustos 1999
depremi 1500’lü yıllarda olsaydı, belki bu deprem de büyük kıyamet olarak
geçebilecekti, dediğimiz faktörlerden dolayı.
Eğer deprem merkezi okyanusta, çölde, ormanlık alanda ya da erişilemez dağ
silsilelerinde yer alırsa, eşşiddet bölgelerinin derecesini ve şeklini tahmin etmek zor,
hatta imkansızdır.
Diğer yandan, faydaki küçük bir eğim açısı, deprem merkezine oldukça uzak alanda
daha yüksek şiddete neden olabilir. Bu durum, riski belirlemek için özellikle
gözlemlerin yetersiz olduğu alanlarda tarihsel depremlere ait eşşiddet haritaları
yapılırken önemlidir.
En önemli faktörlerden ikincisi, insan algılama faktörü. Burada önemli olan insan
sayısı değildir, dünya nüfusu çok yavaş bir şekilde gelişmektedir. Miladi yılın başında
300 milyon; 1750 yılında 800 milyona, 1800 yılında 1 milyara, 1900 yılında da 1
milyar 700 milyona ulaşmıştır. Buna karşılık, dünyanın birçok bölgesinde nüfus,
gelişmiş yerlerde yoğunlaşmıştır.
14
Eşşiddet haritası çizilirken rapor sayısı çok önemli. Geçmiş dönemlerde yeterli sayıda
köyler ve kasabalar olsa bile, bu depremlerin kaydedildiği ya da rapor edildiği
anlamına gelmez. Çünkü rapor sayısı, depremi rapor edecek gezginler, keşifçiler gibi
kimselerin bulunup bulunmaması gibi faktörlere ve diğer etmenlere bağlıdır.
Başkentler ve ticaret yollarının geçtiği bölgeler, iç savaşlar, isyanlar, büyük salgın
hastalıkları, büyük yangın afetleri ve dokümanların yok olmasına neden olan
depremler gibi olaylar göz önüne alınmalıdır.
İnsan sezgisi nasıl etkiliyor? Birden daha çok deprem yaşamış bir neslin olduğu
sismik bölgede, büyük bir depremden kısa bir süre sonra ikinci bir deprem daha
yüksek şiddetli olarak veya daha geniş bir alanı kapsadığı şekilde belirtilebilir.
Gözlemcinin bulunduğu yer gerçekten çok önemli. Sarsıntı, çok katlı binaların üst
katlarında daha şiddetli olarak hissedildiği için, yalnızca gözlemcinin faaliyetleri
yatma, oturma, dolaşma değil; aynı zamanda bulunduğu, insanın depremin şiddetini
farklı değerlendirmesine sevk eder. Bu durum, günümüzde anketlerde ayrıntılı olarak
belirtilmektedir. Yüksek katlı eski binalar alüvyonlar üzerinde kurulmuşsa; gözlemci,
orta büyüklükteki bir depremin yüzlerce kilometre uzaklıkta, çok katlı binaların daha
üst katlarında şiddetlice hissedildiğini rapor eder. Örneğin 6.5 büyüklüğündeki
1976’da İtalya’daki bir deprem, deprem merkezinden 700 ve 500 kilometre uzaklıkta
bulunan Berlin ve Frankfurt’ta hissedilmiştir.
Tabii burada eşşiddet haritası çizerken, rapor eden kişinin deneyimi çok önemli.
Günümüzde deneyimli uzmanlar arasında şiddet belirlemelerinde önemli farklılıklar
bulunuyorsa, tarihsel deprem raporlarında verilen şiddet belirlemelerine güvenmek
son derece zordur. Çoğu raporlardaki şiddet belirlemeleri, kesinlikle bugünkülerden
daha iyi değildir. Bu raporlardaki eşşiddet haritalarının çoğu çok kötü ya da kasıtlı
olarak abartılmıştır. Eğer deneyim eksikliği bulunan mühendisler, değişik bölgelerde
birçok depremi araştırma şansları yoksa, eğer bu depremler çok sayıda can ve mal
kaybına neden olmuşsa, şiddet derecelerini genellikle yüksek vermektedirler.
Diğer bir faktör, rapor eden kişinin hükmü. Şiddet belirlemede diğer bir farklılık, genel
ve kişisel hükümlerden kaynaklanmaktadır. Genel hüküm dediğimiz zaman, araştırıcı
kişinin ülkesiyle depremin oluştuğu ülke arasındaki bina kalitesinden ileri gelmektedir.
15
Yüksek inşaat tekniği ve standartların kullanıldığı bir ülkeden gelmiş ve inanılması
güç ve kötü inşa edilmiş bir bölgeyle ilgili şiddet derecelerini belirleyen kimse,
görülmeye değer bina çökmeleriyle ya da yer değiştirmiş çatı kiremitleri, bacalar ve
düşük kaliteli binaların ayakta kalması ya da hasar görmesine dikkat ederek, ayrıca
zemindeki yer değiştirmelere boş gözle bakarak daha düşük kesimdeki şiddet
derecelerini belirler. Bu tür kritik araştırmalarındaki böyle tutumlar, daha düşük şiddet
değerlerine doğru eğilimli kişisel hükümler olarak nitelendirilmelidir.
Mesleğimizi esas yakından ilgilendiren olay; yapısal etkiler, zemin ve topografyanın
eşşiddet haritasına nasıl bir etkisi var? Kötü bir zemin, deprem olmaksızın bile bina
emniyetini tehdit eder, deprem sırasında ise önemli hasara neden olur. Zeminin sert
ya da kayalık olduğu alanlarda eşşiddet haritaları daha küçük alanlar ve daha düşük
şiddetli cepler içerirler. Buna karşılık yumuşak zeminlerde tam tersi durum
işlemektedir. Bu nedenle eşşiddet haritalarını yorumlarken, yüzey jeolojisini çok iyi
bilmek gerekir.
Dik topografya, özellikle yumuşak ya da kötü zeminde hasarı doğrudan ya da dolaylı
olarak arttır. Bazı yamaçlar, özellikle suya doygun olanlar duraylı değildir ve ilk
depremde yenilebilirler.
Diğer bir faktör, malzeme ve işçilik. İnşaatlarda kullanılan malzeme tipleri, hasarı ve
dolayısıyla şiddeti belirler. Malzemeler çok değişken kalitelere sahip oldukları için, bu
malzemelerin davranışları, farklı özelliklere sahip diğer kısımların malzeme
davranışlarını saptayabilir.
Ayrıca malzemenin yaşı son derece önemlidir. Uzun yıllar içerisinde ahşap yapılar
çürüyecek, çelik yapılar paslanacak; bazı yapıların temellerinde farklı oturmalar
olacak ve bazı binaların çatlakları bile tamir edilmeden birden daha çok depremlere
maruz kalacak.
İşçilik kalitesi, tuğla ya da taş yapıların ya da betonarme yapıların hasar
görebilirliklerini belirler. İşçilik kötü olursa, tuğla ya da taş duvarlar kötü olsa bile, orta
şiddetli bir depremde kolaylıkla birbirinden ayrılabilirler. Kolon-kiriş bağlantılarının
16
yetersiz olduğu ya da etriye sıklığının yapılmadığı veya kötü yapılardan, betonarme
yapılardan habersiz olan bir kimse, şiddetleri çok yüksek verir. Örneğin Güney
Amerika’da 31 Ağustos 1886 Charleston depreminde, dalgalanmış tuğla binalarda ya
da 28 Aralık 1989 New Castle depreminde dönmüş tuğla yapıları ya da 7 Aralık 1989
Spitak depreminde ağır bina hasarı tamamen düşük kaliteli betonarme yapılar ve
deprem yönetmeliklerine uymayan bina tasarımlarıyla ilgilidir. Diğer yandan, 1989
Loma Prieta depreminde çökmüş, Cyprus Street viyadükleriyle, 17 Ocak 1995 Kobe
depreminde çökmüş, Şinkanzen yolları, yine yapı tasarımıyla ilgili hatalardan
kaynaklanmaktadır.
Burada değinmek istediğimiz konu; eğer bir bölgede, Kobe’de bu şekilde bir hasar
gördüğünüz zaman, biraz önce bahsettiğimiz deneyimlerden eksik bir kişi, buradaki
şiddetleri son derece abartılmış şekilde verecektir. Örneğin burası için 12 verebilirler.
Ancak, buradaki hata tamamen buradaki viyadüklerin yapı tasarımından
kaynaklanmaktadır. Dikkat ederseniz, kolonların orta kısımda olduğunu ve oldukça
kısa olduğunu; yani bir anlamda kısa kolon yenilmesi şeklinde geliştiğini görüyoruz.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir faktör, bina düzeni. Simetrik ve planlamaya uygun
olmayan bir bina ve diğer yapılar, düzenli olarak planlanmış yapılardan daha fazla
hasar görürler. Bir başka deyişle, binalar ne kadar düzensizse, o kadar fazla hasara
uğrarlar. Bu nedenle şiddet tahminlerinde ve değerlendirmelerinde bu özellikler
dikkate alınmalıdır.
Diğer faktörlere baktığımız zaman; özellikle yer etkileri, şiddet belirlemelerinde
yapılan yapıların oturduğu zemin büyük rol oynamaktadır. Eğer binalar, altındaki
zemin, binaların doğal frekansına yakın frekanslarda titreşirse, -yani rezonans
olayından bahsediyoruz- binaların salınımları büyütülür ve hasar daha çok ağır olur.
Bu olay, yerel zemin özelliklerine bağlıdır. Örneğin Fondo de Lago bölgesinde binalar
genç çökel tabakaların üzerinde bulunmaktadır. Çanak şeklindeki bir havzada
depolanmış yumuşak çökellerden oluşan zemin, Meksiko yakınlarında, Pasifik
kıyısında oluşan şiddetli bir depremde düşük frekanslarda sarsılmış; eski bir ya da iki
katlı kerpiç binalara göre çok katlı binalar daha çok hasar görmüştür.
17
Burada özellikle şuna değinmek istiyorum: Hiç kimse, bir deprem olmadan önce,
1985’teki depremde, Meksiko City’nin yıkılacağını tahmin edemezdi. Ki depremin
episantrı (dış-merkezi), biraz önce söylediğimiz gibi, Meksiko City’den yaklaşık 350
kilometre uzaklıkta. Buradaki olay, tamamen yerel zemin koşullarından
kaynaklanıyor. Eğer bina hasarını dikkate alarak bir eşşiddet haritası çizerseniz, çok
abartılı bir şekilde eşşiddet haritası verirsiniz ve deprem büyüklüğünü de ona göre
çok daha abartmış olursunuz.
En önemli faktörlerden biri de ortamsal etkiler. Biliyorsunuz su davranışı, hasarların
üzerinde oldukça etkilidir. Bilindiği gibi, şiddet cetvellerinde kaynak sularındaki
değişimlerinden, kaplardaki sıvıların çalkalanmasından ya da sulardaki
dalgalanmalardan ve su türbülanslarından bahsedilir. Bu tür olaylar, düşük şiddetli
depremlerin tahmin edilmesi açısından önemlidir. Göl ya da akarsulardaki su
dalgalanmaları, sadece sarsıntının şiddetine değil, aynı zamanda başka faktörlere de
bağlıdır.
Rosse Forel eşşiddet cetvelinde, Genova Gölündeki dalgalanmalarla ilgili bilgiler yer
almaktadır. Ana periyod; yani tam bir salınım için gerekli zaman, hakim sarsıntı
yönündeki su kütlesinin büyüklüğüne ve su derinliğine bağlıdır. Çok az sönümlenme
olması nedeniyle salınımların büyütülmesi mümkündür. Bu nedenle küçük ölçekte su
birikintilerinde, zemin özelliklerinden dolayı dalgaların büyütülmesi gerçekleşebilir.
Örneğin havuzdaki su ya da tanktaki sıvı, derin yumuşak alüvyonlardakine benzer bir
periyodla salınım gösterebilir. Bu durum, sıvının hareketini önemli derecede
büyütebilir ve tankların hasarına neden olabilir. Bu tür belirtilere dayanarak belirlenen
şiddet dereceleri gerçekten daha yüksektir. Sulardaki türbülanslar, sadece şiddetli
deprem sarsıntılarında değil, aynı zamanda depremden uzak, duraysız yamaçların
yenilmesi sonucunda gelişebilir. Bu özellik, şiddet belirlemelerinde dikkatlice
incelenmelidir. Diğer yandan tsunami, şiddet cetveli değerlendirmelerinde
kullanılamaz.
Son olarak, yamaç yenilmeleri... Özellikle yamaç yenilmeleriyle ilgili yüksek şiddet
dereceleri belirlemeden önce, uzmanlar yamaç duraylıklarını dikkatlice
incelemelidirler. Bu tür yamaçlar, şeyl ya da şistlerden türemiş kırıntılar, suya doygun
çok gevşek kum, sıkı çatlaklı kil cepleri, yumuşak kil, suya doygun kum, silt ya da
18
zayıf ara tabakalı kil tabakalarından oluşabilir. Yüksek su içeriği; yani artan gözenek
suyu basıncı ya da yamaç yenilmelerini daha da hızlandırmaktadır. Bir deprem
olmaksızın bile yamaç yenilmeleri kendi kendine meydana gelebilmektedir. Hafif bir
sarsıntı ya da aşırı bir yağış, bu tür duraysız yamaçların kolaylıkla yenilmelerine
neden olabilir. Bölgenin yüzey jeolojisini bilmeyen ya da deneyim eksikliği olan birçok
tarihçi ya da sismolog, bu tür bölgelerdeki eski depremler için gerçeğinden çok daha
büyük şiddet dereceleri vermişlerdir.
Yamaç ya da zemin yenilmelerinin olduğu bölgelerde çatlaklar görülebilir. Yukarıda
sözü edilen açıklamalara uygun olarak, bu tür olaylar yüksek şiddet belirtileri ya da
faylanma olarak değerlendirilmemelidir. Bu tür çatlaklar, akarsu kenarlarının
çökmesiyle de oluşabilir ve bu tür yerler duraysız ortamlar oldukları için, zemin
yenilmeleri için yüksek şiddet değerleri vermeye gerek yok.
Diğer önemli bir problem, yine kum ve çakıl kaynamaları. Bildiğiniz gibi, fışkırmış su
belirtileri, genellikle yüksek şiddet ya da yüksek yer ivmesinin bir sonucu olarak
gelişmiş olaylar olarak kabul edilir. Bu tür olaylar, sıvılaşmaya çok uygun zeminlerde
geliştiği için, deneyim eksikliği olan birçok araştırıcı, bu olayların olduğu alanlar için
yanlış olarak 9 şiddet derecesini verirler. Ancak birkaç küçük kum ya da çamur
kaynaması gözlenirse, 7 ya da 8 şiddet değerlerini vermek daha gerçekçi olur.
Diğer bir faktör, sıvılaşma. Sıvılaşma, zemin özelliklerine ve su içeriğine bağlı olarak
gelişir. Bu nedenle bu tür zeminler üzerinde bulunan binalar ya da araçlar zemin
içerisine gömüldükleri için, yüksek şiddet dereceleri belirlemek yanlıştır. Sıvılaşma,
şimdiye kadar şiddet cetvellerinde yer almamıştı. Ancak, sarsıntı yeterince uzun
olursa, sıvılaşma 7 şiddetinde oluşmaya başlar.
Kaya düşmesi... Yamaç yenilmelerinde olduğu gibi, kaya düşmesi olabilecek yerleri
gösteren yol işaretleri, kaya kütlelerinin duraylılığı ile ilgili olan normal olaylar
olduklarını gösterirler. Kaya düşmelerinin esas nedeni, erimeleri izleyen don
olaylarının bir sonucudur. Diğer yandan kayma olayları, zemindeki duraylılıklarını
sağlayan bağlantıların giderek aşınması ve kopmasıyla gelişir. Kaya düşmeleri ve
kaymaların normal ya da sık oluştuğu bölgelerde bu olaylar dikkate alınarak MSK
olarak 12 şiddet derece vermek son derece yanlıştır. Bu tür bölgelerde malzeme
19
yeterince hassas ve mevsimsel olaylar da bunu hızlandırdığı için, bu olaylar 6 şiddet
derecesinde oluşabilirler.
Diğer taraftan faylanma, göreceli yer değiştirmenin bir işareti olup, muhakkak
sarsıntının yüksek seviyesini belirtmez.
Özetle, eşşiddet haritalarında söylemek istediğimiz olay; boru hatları, su, gaz,
kanalizasyon gibi altyapı hasarı ile rayların bükülmesi dikkatlice incelenmeli, 9 ya da
MSK olarak derecesinin bir kanıtı olarak düşünülmemelidir. Yamaç yenilmeleri, dolgu
zemin oturmaları, orta şiddette sarsılan bölgelerde oluşabilir. Deprem merkezinden
çok uzak bölgelerde deniz altındaki yamaç yenilmeleri, kablo, boru hatları gibi
altyapılarda hasara neden olabilir. Su ya da gaz boruları kayma olmaksızın kırılırsa,
MM olarak 7 ya da daha büyük şiddet derecesi kabul edilebilir.
Bahsetmek istediğimiz olaylardan bir tanesi de şu: Özellikle geçmişi düşünerek, bu
slayt 1987 Yeni Zelanda’da oluşan 6.3 büyüklüğündeki bir depremi gösteriyor ve bu
depremde trenrfayları fay zonuna dik olarak inşa edildiği için, bir kuşak içerisinde
faylanmaya uğruyor. Dikkat ederseniz, depremin büyüklüğü 6.3. Buna benzer bir
görüntü Arifiye civarında oluştu. Eğer geçmişte bu deprem olsaydı, eşşiddet
haritasını belirleyen ya da deprem büyüklüğünü belirleyen kimse, bu tren raylarına
bakarak belki bu deprem büyüklüğünün 7.5 olabileceğini söyleyebilirdi ve dolayısıyla
benim anlatmak istediğim olay şu: Geçmişteki tarihsel kayıtlara güvenerek gelecek
hakkında bir şeyler söylemek son derece yanlış ve birtakım belirsizlikler içermektedir
ve başka tür teknikler devreye girerek gerçek deprem büyüklüğünde ve depremlerin
tekrarlanma aralıklarını ortaya koymak gerekir. Yani olayı yine Marmara Denizine
getirecek olursak; 1509 depremi ne kadar büyüklükte? Maksimum şiddete bakarak o
depremin büyüklüğü gerçekten 7.5 civarında bir deprem mi? Yoksa yine 1766-1894
depremleri için aynı olaylar geçerli ve bunlara bakarak da gelecekteki deprem
potansiyelini söylemek; yani gelecek 12 yıl içerisinde depremin olabileceğini
söylemek son derece yanlıştır.
Aslında konunun başında da belirttiğim gibi, deprem araştırmalarında o kadar çok
belirsizlikler bulunmaktadır ki, bunlardan bir tanesinde yüzey faylanmasının
uzunluğuna bakarak deprem büyüklüğünü belirlemek. Yüzey faylanmasının
20
uzunluğu, bir bölgede risk altında bulunan yapılar için çok önemlidir. Aşağıdaki
çizelgede baktığınız zaman, dünyada oluşan bazı depremlerle kırık uzunluğu
arasındaki ilişkiyi gösterir. Dikkat ederseniz, 6 büyüklüğünde bir deprem 70 kilometre
uzunluğunda, 6.5, 110 km; 7, 160 km; 7.5, 240 km; 8, 360 km; 8.5, 360 km
uzunluğunda yüzey kırıkları oluşturmuş. Ancak böyle olaylar çok genel ve bu kurala
uymayacak şekilde devam ediyor. Dikkat ederseniz, 12 Kasım depreminin büyüklüğü
7.2 olmasına karşın, oluşturduğu kırık uzunluğu 40 kilometre civarında. Eğer buraya
bakacak olursanız, 7-7.5 arasında, yani oradaki beklenecek kırık uzunluğu 160
kilometre civarında olması gerekiyordu. Dediğimiz gibi, kırık uzunluğuna bakarak da
deprem büyüklüğünü belirlemek doğru sonuçlar vermiyor. Aynı şeyler, fayların
atımlarına bakarak da deprem büyüklüğünü söylemek yine birçok belirsizlikler
içeriyor.
23 Kasım 1980 İtalya depremi, 6.8 yüzeyde çok küçük faylanma yapmıştır. Yine
bildiğiniz gibi, 1989 Loma Prieta depremi, aynı şekilde; Türkiye’de 13 Mart 1992, 6.8
büyüklüğündeki depremde yüzey kırığı gelişmemiştir. Ancak, bu kırık, artçı
depremlerin dağılımına baktığınız zaman, 45 kilometre civarında olduğunu
görüyorsunuz. Karşılaştırma yaptığınız zaman, yine burada 6.5’lik deprem bazen 110
kilometre kırık oluşturmasına rağmen, bu depremde sadece 45 kilometrelik bir kırık
gelişmiştir. Yani fayların fiziksel özellikleri farklı yerlerde farklı özellikler gösterdikleri
için, deprem kırığı her yerde aynı şekilde yayılmaz. Fay düzlemi boyunca, asperiti
denilen yama şeklinde engeller, fay doğrultusunda değişmeler ve kaymayı önleyen
yapısal bariyerler bulunur. Bu engeller bazen deprem tarafından kırılırken, bazen de
kırılmadan kalabilmektedir. Ana kırılma sona erdikten sonra, artçı sarsıntılar
kırılmamış bir engeli kırabilirler. Deprem kırık uzunluğu, bölge kayaçlarındaki
deformasyona, faylanmış kayacın özelliklerine ve kayma yüzeyine bağlıdır. Bu
nedenle yüzey kırık uzunluğu, güvenilir bir kriter olarak kullanılamaz.
Faylarla ilgili en çok sorulan sorudan birisi de, “Faydan ne kadar uzaklık
emniyetlidir?” O konudan da birazcık bahsedelim: Zemin hareketleri fay yakınında
çok şiddetli olacak diye mutlaka bir kural yoktur. Diğer yandan, bir faydan ne kadar
uzaklaşırsanız, diğer faya o kadar yaklaşırsınız. Ki bu tanım, bizim Marmara Denizine
çok benziyor. Özellikle basında son zamanlarda tartışılan olaya baktığınız zaman;
“Kuzey Anadolu Fayının ana hattının yok Adalar’ın 10 kilometre kuzeyinden mi, yok
21
60 kilometre güneyinden mi geçiyor?” sorusunu buradaki kısım çok güzel bir şekilde
açıklıyor. Eğer o fay hattı, Adalar’ın 60 kilometre güneyinde geçirirseniz, artık
Marmara Denizinden çıkarsınız, Bursa’ya girersiniz, Bursa’daki diğer bir fayla
karşılaşırsınız. Dolayısıyla bu kriteri de göz önünde tutmak gerekir. Bu, her şeyden
önce dalgaların yayılması ve yerel zemin koşullarına bağlıdır.
Odak noktasından çıkan dalgalar, daha uzaklarda birbirleriyle çakışarak daha şiddetli
etkilere sahip olmaktadır. Yani burada anlatmak istediğimiz olay; sabah da
belirttiğimiz gibi, faylanma muhakkak şiddeti belirlemez ve en önemli hasar sadece
faylanmadan değil, -faylanma bunun çok küçük bir yüzdesini oluşturur- esas hasar
yerel zemin koşullarından kaynaklanmaktadır. Öte yandan faylanmadan ileri gelen
hasar olasılığı, sarsıntıdan kaynaklanan hasara göre çok küçük küçüktür. Yüksek
şiddet sarsıntısı, alanın çok küçük bir bölümü faylanmayla ilgilidir. Bir başka deyişle,
yüzey faylanmasıyla ilgili alan, MM olarak 7 ya da 9 şiddet derecesinin çok küçük bir
yüzdesine sahiptir.
Şiddeti anlattıktan sonra, biraz da gündemi çok meşgul eden, depremlerin önceden
kestirilmesinden kısaca bahsedelim: Birçok doğa olayının önceden bilinmesine
karşın, depremler önceden bilinmemektedir. Depremlerin önceden bilinmesinin bir
tanımı yapılmalıdır. Bilim çevrelerine göre, önceden bilme, belli bir zaman süresi
içinde, belirlenmiş bir alan içinde, belli büyüklük sınırları arasında yer alan depremleri
önceden bilmektir. Bir başka deyişle, uzun bir süre suskunluk döneminden sonra bazı
öncü sarsıntılar olduğu zaman, yakında yıkıcı bir deprem olacağına dair uyarı
yapmak. Daha açık bir tanımla, deprem olacağını ilan eden kişi ya da kuruluş,
depremin merkez üssünün koordinatlarını artı eksi 10 kilometre, zamanını artı eksi 4
saat ve büyüklüğünü artı eksi 1 hata limitleri içerisinde bildirmelidir. Bu hata limitleri
çok daha farkla alınabilir, burada bir örnek olarak verilmiştir. Şu ya da bu kişi ya da
kuruluşun, “Kuzey Anadolu fay zonunda ya da İstanbul’da 7.5 büyüklüğünde bir
deprem olacak” demesi, depremlerin önceden bilinmesi olarak kabul edilemez.
Depremlerin önceden bilinmesi, belli ve kabul edilmiş hata limitleri içinde deprem oluş
yeri, oluş zamanı ve büyüklüğünün bilinmesi olarak kabul edilmelidir.
Deprem tahminleri, bildiğiniz gibi dört aşamada incelenebilir. Bunlardan ilki, uzun
süreli deprem tahmini; yani bir bölgede birkaç on yılla birkaç yıl arasında birkaç
22
haberciler gelişebilir. Diğer tarafta orta süreli deprem tahmini, birkaç yılla birkaç ay
içerisinde o bölgede birtakım haberciler yine gelişebilir. Üçüncü olarak, kısa süreli
deprem tahmini, birkaç ayla birkaç hafta içerisinde oluşan kabuktaki değişiklikleri içrir
Diğeri, çok kısa süreli deprem tahmini ya da uyarı diyebileceğimiz bir kısım; birkaç
hafta ya da birkaç gün içerisinde kabuktaki değişiklikler, yani birtakım haberciler.
Burada ayrıntıları var.
Bu sonuç, depremlerin önceden bilinmesi; yani şuraya bakacak olursanız, Çinlilerin
bu konuda çok daha başarılı olduğu söylenmesine rağmen, bildiğiniz gibi Çinlilerin
tek bildiği deprem, 1975 Haicheng depremidir. Ancak, 1975 Haicheng depremini
bilmeden önce, 1966-1976 yılları arasında Çin’de 9 tane büyük deprem vardı ve
tarihe de 9 büyük deprem olarak geçmiştir. Yani 1975 yılına gelinceye kadar 7 tane
büyük deprem Çin’de meydana gelmiştir; bunların hepsi de 7.0’ın üzerindeki
depremlerdir. Dolayısıyla 7 büyük depremde bu kadar can kaybı olduktan sonra,
devlet başkanı, depremlerin önceden bilinmesiyle ilgili büyük para desteğinde
bulunmuş ve çok büyük katkılarda bulunmuş. Sonucunda bilim adamlarına deprem
habercilerine çok yakından izlemelerini tavsiye etmiştir ve sonunda 1975 Haicheng
depremi, bildiğiniz gibi Şubat ayında meydana geldi. Ancak, Şubat ayına gelmeden
önce, 3 gün öncesinde 500 civarında, büyüklükleri 4.0’ın üzerinde 500 öncü deprem
meydana geldi ve deprem oluş zamanı da kış olduğu için, bütün sürüngenler yüzeye
çıkmış, yeraltı suyu seviyesi de tamamen değiştiği için, bilim adamları bu bölgenin
boşaltılmasını söylemiş ve 3 gün son da Hai-cheng depremi meydana gelmiştir.
Ancak bir yıl sonra, 1976’ta Tangshan depremi var ve büyüklüğü de 7.5. Bu
depremde ise 250 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Yani bu, bir anlamda depremlerin
önceden bilinmesi konusunda Çinlilerin o kadar da başarılı olmadığı ortaya
çıkmaktadır.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Bu değerli bilgiler için Sayın Ramazan Demirtaş’a çok teşekkür
ediyoruz.
Aykut beyi hâlâ bekliyoruz, ama sanıyorum daha ulaşamadı; sıra değiştirerek,
üçüncü konuşmayı Prof. Dr. Tuncay Taymaz yapacaklar.
23
Buyurun Tuncay bey.
Prof. Dr. TUNCAY TAYMAZ (İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi)-
Merhabalar.
Bugünkü konuşmalarda, depremin jeolojik gözlemleri hakkında detaylı bilgiler izledik.
Ben, size sismoloji ve sismotektonik açısından depremin kaynağına, mekanizmasına
yönelik sonuçları tartışacağım.
Bu görüntüde, size çok iyi bildiğiniz Doğu Akdeniz Bölgesinin sismisitesini, Amerika
Birleşik Devletlerinin jeoloji servisinin verilerine dayanarak gösteriyorum. Burada sırf
böylesine bir sismisite haritasına baktığımızda da, detaylı olarak hangi bölgelerin
depremle iç içe yaşadığını görme açısından önemli. Bu sefer sadece Türkiye ve
Yunanistan’ın belli bir kesimini, daha doğrusu Ege Bölgesini içerisine alan sismisite
dağılımını göstermeye çalışıyorum. Bu, Uluslararası Sismoloji Merkezinin 1964-1995
yılları aralığında ve yine depremin Richter Ölçeğine göre 4’ten büyük olan
depremlerin dağılımlarını görüyorsunuz. Kırmızı yıldızlar, Holosen yaşlı volkanları,
Kuzey Anadolu Fayının genel hatları ve uydu verilerinden aldığımız topografik veriler
rölyevi görüyorsunuz. Dolayısıyla kıtasal bölgelerde biz kıta ölçeğinde dağılmış,
saçılmış bir sismisiteyi yaşamaktayız. Biz, bunu “distibituted deformation” diye
adlandırıyoruz.
Genel bilgiler olarak, 30 yıl öncesinden günümüze kadar geçen zamana
baktığımızda, aslında çok da fazla büyük depremlerin olmadığını görüyoruz. Bu
şekilde, Yunanistan ve Batı Anadolu’da 1960’lı yıllardan günümüze, yani aletsel
dönemde ölümlere sebebiyet vermiş ve yüzeyde yüzey kırıklarının gözlendiği büyük
depremlere ait fay düzlemi çizimlerini görüyorsunuz. Bunlar, tamamen kendimin
dalga şekli modellemesiyle yaptığım mekanizmaları gösteriyor ve burada kürecikler
içerisindeki değerler kilometre cinsinden odak derinliğini gösteriyor; daha doğrusu
episantır’da odağın kırıldığı derinliği gösteriyoruz.
24
Özellikle Yunanistan’a baktığımız zaman, daha çok normal faylanma türü
mekanizmaları ve yine üst kabuk içerisinde dağıldığını görüyoruz; keza aynı şekilde
Göller Bölgesinde, Batı Anadolu büyük grabenler çevresinde. Fakat Kuzey Anadolu
Fayının Mudurnu’da veya İzmit’in batısından itibaren, her ne kadar Marmara Denizi
içerisindeki dağılımı net olarak bilmesek de -birazdan detaylarına gireceğiz- devam
ettiğini, Volos’a kadar, Sporades Havzasından Saros Körfezi içerisinde bildiğimiz
Gaziköy fayı üzerinde 1912’de kırılan büyük fay ve özellikle dikkatinizi çekmek
istedim; bunlar Marmara içerisinde 4’ten büyük depremlerin dağılımı, bunların
episantır’ları nispeten iyi tahmin edilen bölgeler.
Bölgedeki önemli depremler; -birazdan tekrar detaya ineceğim ama- 1963’te
Çınarcık depremi var, odak derinliği 15 kilometre. Her ne kadar episantır’ı burada
gösterilse de, bu 1960’lı yıllarda dünyada standart deprem istasyonlarının yeterli
olmadığından kaynaklanan bir hata, biraz daha güneyde olacak. Çok iyi bildiğiniz
1967 Mudurnu depremi var, odak derinliği 12 kilometre; onun bir hafta sonraki artçısı
Sapanca’da normal faylanma bileşeni veriyor, Ömer bey detaylarını gösterdi, jeolojik
olarak tartıştı. 1964’te Manyas depremimiz var, odak derinliği 14 kilometre ve yine
1969’da küçük olmakla beraber Yenice-Gönen fayı üzerinde -ki, bu 1951’de kırılmıştı,
merhum İhsan Ketin hocamız detaylı olarak haritalamıştı- 1969’da 5 kilometre
derinlikte bir bindirme fayımız üzerinde bir deprem var, çok iyi modellendi. Bir diğeri
1983’te Biga’da, Karabiga Yarımadasında bir depremimiz var; dalga şekilleri her ne
kadar sağlıklı değilse de yine Harward Centroid Moment Tensör çözümü verilmiş
durumda. Sağlıklı olmamakla beraber, tartışma için buraya koydum.
Gördüğünüz gibi, Kuzey Anadolu fayının, daha doğrusu Anadolu’nun batıya doğru
göçü Kuzey Anadolu Fayının kolları üzerinde Volos’a kadar veya Ege’ye kadar, hatta
derinlerde Patlas Körfezinin batı ucuna kadar devam etmekte.
Ben, bu konuşmada daha fazla bölgesel detaya girmeyeceğim; ama bölgedeki bu
depremleri oluşturan önemli faylar bunlar. Bunlar yüzeyde gözlenebilen, haritalanmış
kırıklar; denizdekiler de derin sismik ve yansıma sismiğinden elde edilen veriler.
Aşağıda, hemen Ege yitim zonunun güneyindeki şu büyük ok, buradaki büyük
depremlerin kaynak mekanizma çözümlemelerinden elde ettiğimiz kayma bekliyoruz
25
diyoruz. Bu bölgede Afrika levhasının Ege levhasına göre hareketini göstermekte.
Gördüğünüz gibi, bu mozaik içerisinde herhangi bir parçayı oynattığınız zaman, bir
başka noktada onun etkilerini görüyorsunuz.
Bu, Ömer bey, biraz önce biraz jeomorfolojik ve yüzey jeoloji gözlemlerinden
bahsetti. tamamen dolaylı bir şekil; uydu verilerinden, “satelite altimeter data”
dediğimiz verilerden elde edilmiş bir rölyef haritası veya jeomorfolojik harita
diyebiliriz. Ömer beyin haritaladığı bölgeler veya daha doğrusu bizim zayıf zemin
dediğimiz bölgeler, bu şekilde morla gözüküyor. Örneğin Meriç Nehrinin kollarını çok
net olarak görebiliyorsunuz. Kısacası bizim bütün sanayimiz, yerleşim bölgelerimiz,
yazlıklar vesaire, bu katılaşmamış bölgelerde oluşmakta ve fayın devamında
görebiliyorsunuz. Bu o kadar önemli değil, belki tekrar geriye gelebiliriz. Konumuz,
Marmara Denizi ve bu bölgedeki önemli depremler olduğuna göre, bölgeye dönmek
istiyorum.
Bu şekilde, yine magnitüdleri 7.3’ten büyük olan 1973-1999 yılları arasında yine
USGS’in verileriyle Richter ölçeğine göre büyüklüklerini logaritmik olarak işaretledim;
sismisitenin dağılımını, fayların dağılımı. Burada sadece bu şekilde Düzce depremi
yok; fakat büyüklüklerine göre dağılımlarını görüyorsunuz. Bu yüzyılda; gerek 1960
öncesi, gerek sonrası büyük depremler bunlar, tarihsel depremler var ve onlar da
sarı-kırmızı yıldızlarla gösterilmekte ve onlar da aynı şekilde rapor edilen
büyüklüklerine göre orantılı olarak gösterilmekte. Meşhur 1912 depremimizin yeri
burada, Gaziköy’de; 1975 Saros depremi, 1935 Marmara Adası depremi, burada da
artçıların yığıldığını gözlemiştik; keza 1964, 1909, 19383... Burada sadece 1900’lü
yıllardan günümüze olan depremleri işaretliyoruz.
Kısacası, bugünkü sismisite, tarihsel sismisite veya faylarımız deprem üretiyor.
Marmara Denizi içerisindeki etkinliğini, özellikle MTA’nın özverili çalışmalarıyla, Deniz
Kuvvetlerinin çalışmalarıyla haritalamaya çalıştık; Emin arkadaşım daha sonra
anlatacak. Fakat sismisiteye baktığımız zaman bile, Marmara Denizi içerisindeki
çukurluklarda olan etkinlik, buradaki tehlikeyi gösteriyor. Bölgedeki diğer depremlere
ait fay düzlemi çözümlerine bakacak olursak, bu şekilde sadece sismolojik olarak,
aletsel olarak kaydedilmiş; yani dalga şekli olan depremlerin fay düzlemi çözümlerini
yapmaya çalıştım. Dilatasyonlarda “asteriks” ismiyle gösterilen depremler 1960 yılı
26
öncesi. 1960 yılı öncesinde çok fazla istasyon ve standart olmadığı için, çok az
sayıda veriler var ve bu iki çözüm, Dan MacKenzi’nin 1972-1978 yılı makalesinden
alındı. Diğer çözümlerin tamamı bana ait. Portakal renkli çözümler de Harward’ın
çözümleri.
Buraya bakacak olursak; aslında her ne kadar Kuzey Anadolu Fayı üzerindeki
depremlerin batıya doğru devam ettiğini görsek de, zaman zaman doğu uçlarında
depremler oluyor. Örneğin 5 Ekim 1977’de Kurşunlu civarında olan bir depremimiz
var; Ms’i, yüzey dalgası büyüklüğü 5.8, odak derinliği 8 kilometre. Hepsinin fay
düzlemi, bizim Kuzey Anadolu Fayının genel karakteriyle çok uyumlu. Keza 1951
depremimiz var, tekrar 1957’deki depremimiz, 1943 depremi, Kuzey Anadolu fayı ve
onun kollarıyla ilişkili depremler. 1967’yi daha önce bahsetmiştik; onun artçısı var,
Manyas 1964. Bir tane hemen kuzeyde, 1968’deki Bartın depremimiz var; Ms’i, yüzey
dalgası büyüklüğü 6.6. Nispeten küçük bir deprem; ama odak derinliği 4. Dikkat
ederseniz, bütün depremler, ilk 10-12 kilometrelik üst kabuk içerisinde oluşmakta.
Ben, birazdan size, konumuzu ilgilendiren 17 Ağustos Gölcük depremi, Düzce
depremi ve sonrasındakileri anlatmaya çalışacağım. Kısacası, 4 tane büyük
depremimiz veya 4’lü sistem içerisinde iki tane önemli artçı depremimiz var.
Bunlardan bir tanesi, 13 Eylülde Sapanca civarında oluşan, büyüklüğü -buradaki “w”
’nin anlamı, bunlar moment büyüklüğü- 5.9, odak derinliği 12 kilometre civarında.
Yine Sapanca civarında 11 Kasımda bir deprem oldu, 5.6; onun da odak derinliği
yaklaşık 11 kilometre. Odak derinliklerinde artı eksi belki 1-2 kilometre hata olabilir,
bunun detaylarına inmeyeceğim. Derken bir gün sonra 12 Kasım 1999 Düzce
depremimiz oldu; onun artçıları da var. Burada artçılar, o günün geceyarısına kadar
çizdirildi ve Düzce fayı üzerinde etkinliği görüyorsunuz, odak derinliği 7 kilometre.
Dikkat ederseniz, gerek Gölcük, gerek Düzce depremi nispeten daha sığ kesimlerde
oluşuyor, her ne kadar hata payı 1-2 kilometre olsa da; ama Kuzey Anadolu Fayıyla
ilgili dağılımı net olarak görülüyor.
Daha fazla uzatmadan, detaylarına belki şu şekilde sizin konsantre olmanızı
sağlayacağım. Bu şekilde ise tekrar baktığınızda, bizi ilgilendiren 4 deprem... Her ne
kadar Hersek Deltasının batı ucunda bir etkinlik görülse de, burası 5.1’den büyük
deprem üretmedi. Dolayısıyla sağlıklı faylanma-kırılma mekanizması çözümü elde
27
etmek için yeterli verimiz yok. Fakat jeolog arkadaşların arazide gözlediği açılmayla
ilgili ki, normal faylanma bileşenleri mekanizmalarda da kendini gösteriyor; onun
detaylarına, sizleri sıkmadan girmek istiyorum:
Biz ne yapıyoruz? Özellikle standart istasyonlardaki kayıtları topluyorum. Bu, 17
Ağustos Gölcük depreminin telesismik dediğimiz; yani uzak alanda, 3 bin
kilometreden daha uzaktaki istasyonlardaki kayıtları ve bunlar saatin dönme yönünde
azimutal olarak sıralanmış durumda. Dolayısıyla kırılmanın olduğu andan itibaren, o
odak küresi içerisindeki yayılımın azimuta bağlı olarak dağılımını görüyoruz. Gerek
jeolog arkadaşlar, arazideki gözlemlerinde, birden fazla atımın olduğu yerlerde bunun
bir veya birden fazla kırılma mekanizmasıyla oluştuğunu söylediler veya gözlemleri
ona yönelikti. Ancak, her ne kadar karmaşık dalga şekilleri de görsek, biz ilk
hareketin onun akabinde, devamında da oluşan dalgacıkların, kırılma-yansıma
bileşenleri veya faz değişimlerini dikkate aldığımız zaman modelleyebiliyoruz. İlk
gördüğümüz gruplar P dalgası. hemen arkasındaki S dalgalarına baktığımız zaman; -
ki, bunlar yatay bileşenler- daha sakin, fazla karmaşık olmadığını görüyoruz. Ben, tek
tek -sıkmamak için- hepsini göstermek istemiyorum; ama tekrar S dalgalarına
baktığımız zaman, o karmaşık kırılmaya ait fazla bir mekanizma bilgisi yok.
Ben, standart olarak kullanılan mekanizma yöntemlerinden bir tanesini kullandım;
bunlar, 1984 yılındaki tekniğim. Moment magnitüdü 7.4. Bu şekil üzerinde “Düğüm
Düzlemi” dediğimiz bu kırılma düzlemlerden biri ve ona yardımcı olan düzlemlerin
mekanizmasını gösteriyorsa; doğrultusu, eğimi ve dalım açısı -ki, biz bunu kayma
vektörü diyoruz- odak derinliği 9 kilometre ve dalga şekillerinden elde edilen sismik
momenti 1.2 x 1010 x 1020 Newton metre civarında ve bu fay düzleminin üzerindeki
kayma vektörü 90 derece, eğim açısı 6 derece ve Kuzey Anadolu Fayına yüzde 100
uyumlu bir çözüm.
Bu P ve S dediğimiz iki gruba baktığınız zaman, sizlerinizin dikkatini çekmek
istiyorum. Burada kesik bir çizgiyle gösterilenler, sintetik olarak, yapay olarak bu
üzerindeki mekanizmadan, paramatreden üretilen, inversiyon sonucu üretilen yapay
sismogramları gösteriyor, sürekliler ise gözlemlerimizi gösteriyor ve buradaki alfabetik
olarak A, B, C diye işaretlediklerimiz de istasyonların uluslararası standart kodlarını
gösteriyor, keza aynı şekilde S dalgalarını gösteriyor.
28
Ortada kaynak-zaman fonksiyonu dedim, belki şunu düzeltmek lazım: Gölcük
depremi 45 saniye sürmedi. Eksik bilgiye sahip bazı kişiler, “45 saniye sürdü” deyip
artık neredeyse kanunlaştırdılar. Yaklaşık yüzde 80-90’ı ilk 20 saniye içerisinde
oluyor. Kaynak-zaman fonksiyonu maksimum 25-30 saniyeden kesinlikle fazla değil;
yani yırtılmanın olduğu 9 kilometreden itibaren yırtıp, 170-220 kilometrelik fayı
kırması için geçen zaman maksimum 25 saniye.
Bu dalga şekillerine baktığınız zaman, bazı modellenemeyen küçük kısımlar var. Bu,
çok karmaşık bir mekanizma, buna tekrar döneceğim ve diğerlerini gördüğünüz
zaman ne kadar basit olduğunu anlayacaksınız. Sismolojide ya da diğer dalga
modülasyonunda “çift kayma” dediğimiz bir olay var. Tabii burada yerel zemin
koşulları da önemli veya gürültüler de var, onlar hiç ayıklanmamış; bunların tamamı
gerçek ve hiçbir şekilde bu düzenleme yapılmadı. Bize kaynağın doğuya doğru ya da
kuzeydoğu, doğruya doğru hızla yayıldığını, hareket ettiğini gösteriyor. Sebebi de
aynı karmaşık yapıları ve genlik bilgileri batıdaki istasyonlarda ve güneybatıda
istasyonlarda görmüyoruz, hele hele S dalgalarında hemen hemen hiç yok. Buna
gerekirse tekrar döneriz. Kısacası, deprem moment magnitüdü 7.4, odak derinliği 9
kilometre ve mekanizması Kuzey Anadolu Fayıyla uyumlu.
Bir sonraki önemli depremimiz, hemen 13 Eylülde, aslında birçok artçılar oldu,
binlerce artçı var, ama 5.8 olarak rapor edilen Sapanca civarında oluşan bir deprem.
Eğer bir önceki sismogramları hatırlarsanız, şimdi aralarındaki farkı göreceksiniz. Bu,
en büyük artçılardan bir tanesi, 5.8 büyüklüğünde. Bakın, ne kadar yalın, basit dalga
şekilleri var. Burada kırmızıyla gösterdiğim noktadan itibaren her iki P ve S
dalgalarında kırmızıyla gösterdiğim yerlerde bu iki istasyon arasında kırılma
düzlemlerimizden bir tanesi geçiyor. Dikkat ederseniz, polaritelerimizin, yani
genliklerimizin yönü değişmekte, dilatasyondan kompresyona geçmekte. Dolayısıyla
bu iki istasyon arasında veya diğerinde her iki düzlemlerden bir tanesi geçmek
zorunda. Yine tekrar devamına bakacak olursak, oldukça basit sismogramlar var.
Bu, aslında önemli bir deprem. Az hasarlı veya orta hasarlı olan Gölcük, İzmit civarı,
Sapanca-Arifiye-Maşukiye civarındaki yıkılmayan birçok bina, ayakta kalabilen
binalar bu depremde yıkıldı; yani bu depremin sonucunda da ölümler oldu. Tabii o
29
karmaşa içerisinde hangisinin hangisinden kaynaklandığını ayırmak çok zor; ama bu
depremde ölümler de oldu, yıkımlar da oldu.
Benzer şekilde bu küçük bir deprem, 12 kilometre civarında veriyor. Dikkat ederseniz
sintetiklerle, yapay sismogramlarla gözlemsel sismogramların uyumu bize bu
mekanizmayı veriyor. Oldukça küçük, 12 kilometre civarında, yaklaşık 8 saniye süren
bir deprem mekanizması bu. Dikkat ederseniz, mekanizmada büyük bir normal
faylanma bileşeni var, tekrar oraya döneriz; ama şu düzlemin kayma vektörü 93.
Dikkat ederseniz, Gölcük’te 90 dereceydi. Dolayısıyla Kuzey Anadolu Fayıyla birebir
uyuşuyor, dalgaları da maksimum 4-5 derece. Keza S dalgaları da aşağıda, oldukça
güzel modellenmiş. Her ne kadar bir-iki istasyonda genlik problemi varsa da; ki, onları
yıldız da koydum, inversiyonu, orada kalibrasyon problemleri var.
Biraz hızlı gidiyorum... Bir sonraki önemli depremimiz, belki buna sistem içerisinde
aynı davranışını devam ettirdiğini düşünecek olursanız, buna Düzce depreminin
öncüsü diyebilirsiniz. Bu belki demek doğru değil, fakat haberci olduğu kesin; 5.7
üretti. Dikkat ederseniz, her iki deprem de -5.8-5.7 büyüklüğündeki deprem- yaklaşık
birer ay aralıklarla oluştu. Buradaki H istasyonlarının azlığını gösteriyor. O gün
dünyanın başka yerlerinde çok daha büyük depremler oluştu, o depremlerin
sismogramları bizim cisim dalgalarımızı üzerledi. Dolayısıyla sağlıklı veriler yok; ama
bu istasyonlar bile -tekrar bunlara döneceğim- A, B, C diye istasyonlarımız P
dalgalarında, özellikle A’daki dağılım bu sonucu veriyor. Ancak, örneğin en alttaki S
dalgalarına bakacak olursanız, buradaki G ile işaretlediğim istasyon, model bir
istasyon ve bizim fay düzlemlerimizden bir tanesi buradan geçmek zorunda. Dikkat
ederseniz, A, B ve C tamamı dilatasyon ilk hareketler ve oradaki açılmayı, gerilmeyi
gösteriyor. D, E ve F ile işaretlenen istasyonlar tamamen kompresyon ve G’de ise bir
geçiş bölgesi. Dolayısıyla bu iki istasyon, G, C ve A istasyonu sağlıklı bir çözüm
veriyor.
Bu da çok küçük bir deprem, maksimum 4,5-saniyelik bir oluşum süresi var, 11
kilometre derinliğinde ve momenti de oldukça küçük; fakat hasarları, yıkımları,
ölümleri getirecek kadar enerjiye sahip.
30
Tekrar sismogramları göstermek istemiyorum. Şimdi Düzce depremine dönecek
olursak; Düzce depremi sismogramları Gölcük depreminden çok daha basit, çok
daha kolay, karmaşık değil ve moment magnitüdü 7.1, elde ettiğimiz bu; odak
derinliği 7 kilometre. Dikkat edin, kayma vektörün yönü, Gölcük’teki ana şok ve onun
artçılarına oranla yaklaşık bir 10 derece oynuyor. Onu da zaten jeolog arkadaşlar, o
fay segmentinin arazideki davranışını biliyorlar.
Haritalar birebir birbirine paralel değiller; fakat aşağı yukarı bir 6 derecelik dalım
açısıyla 82 yönünde hareket ediyor. Bu da çok güzel dağılmış, çok sağlıklı veriler var.
Hem P ve hem S dalgaları, bu da yaklaşık 14 saniye süren bir deprem ve çok net.
Hatta örnek olması açısından, birazdan detaylarını göstereceğim. Bizim cisim
dalgaları açısından ilgilendiğimiz P, küçük P, PSP dediğimiz faz değişimlerine ait
derinlik ve mekanizmayla ilgili bilgilerin taşındığı ilk 30 saniyede, -ki bu sismogramlar
90 saniyeden daha fazladır, 110 saniyeyi içeriyor- ilk 30-35 saniye içerisindeki veriler,
bize mekanizma hakkında çok iyi bilgi veriyor. Buna tekrar döneceğim.
Bunları nasıl yapıyoruz diye söylemek istersem, detaya inmem istersiniz. Örneğin
Düzce depreminin P dalgalarından 4-5 tanesini alalım. Bu mekanizmayla dalga
şekline göre bulduğumuz sonucu koyalım ve görelim. Burada ilk hareketin yönünden
itibaren bütün fazları çok iyi detaylı modellemeniz gerekiyor. Bunlar hep derinlik
fazları, “konvert space’ler” dediğimiz P’den S’ye ya da yüzeyde olan yansıma ve
kırılmaları içeriyor. Bunlar çok değerli bilgiler ve şu mekanizmadan dalga şeklinden
bulduğunuz momentin dağılımını da haritalıyorsunuz -ki, bu bir kaynak-zaman
fonksiyonu oluyor- bu da zaten bizim fay düzlemi üzerindeki asperiti izlediğimiz
güçlükler, bariyerlerimiz var, o bariyerleri kırmakta, yırtmakta zorlandığı bölgelerdeki
güçlükleri gösteriyor; yani yerel jeolojiyle ilişkisini gösteriyor. Eğer çok basit, yalın, bir
defada kırabilseydi, birebir modellemede bir pik görecektik. Bu sadece 3-4 istasyon
için değil, birçoğunda da gösterebilirim. Diğer istasyonlara da baktığımızda, yine çok
net dalgaları modelleyebiliyoruz. Dolayısıyla karmaşık olan örneğin G istasyonuna
bakarsanız, bu bir nodal istasyon, yardımcı düzenlerimizden bir tanesinin üzerinde
bulunan yer ve karmaşıklığı oradan geliyor. Fakat buna rağmen ilk 30 saniye
içerisinde P ve S dalgaları çok net şekilde modellenebiliyor, gerisi tartışma konusu.
31
Ben, özetle, sağlıklı olarak özetleyebileceğimiz 4 depremi modelledim. Bunlara
aletsel, makro episantır ve hiposantr’larında biraz tartışmalı yerler olmakla beraber,
ilkine Gölcük depremi diyorum; çünkü Gölcük’te maksimum hasar aletsel episantır
orayı gösteriyor. Aslında Gölcük’le Yuvacık, Kullar arasında bir yerde. Diğer ikisi
Sapanca Gölü çevresinde, Arifiye, Maşukiye arasında. Onların ikisini Sapanca olarak
adlandırdım ve en sonunda Düzce. Kusura bakmayın; Mengen depremini
çalışamadım, çok daha taze oldu, 3-5 günlük bir geçmişi var, onu da belki bir başka
zaman tartışacağım.
Burada sizin dikkatinizi çekmek istediğim, odak derinliğimiz, yani depremle sorunlu
olan, faylanmanın oluştuğu derinliklerin ilk 10-15 kilometre içerisinde ve biz buna üst
kabuk ediyoruz. Üst kabuk ve alt kabuk, ilk şekli hatırlarsanız; Ege Bölgesindeki
bütün depremler 12-15 kilometre içerisinde oluyor ve bu depremler her biri 6.5’ten
büyük depremler üretiyor. Kısmen daha sığ kesimlerde oluşan depremler 7 ile ilk 10
kilometre veya sığ olan yerler daha büyük enerjili... Tabi bu, fayın boyuyla ilişkili, onu
da tartışmaya bırakmak istiyorum.
Benim dalga şekillerinden bulduğum sismik moment; yani enerjimiz, depremin açığa
çıkardığı enerji. Eğer nükleer bombalarla veya başka şeylerle kıyaslayabilirsiniz.
11.790 x 1016 Newton metre Gölcük depremi. Burada biz gerçek enerjiden
bahsediyoruz, burada logaritmik bir şey yok. Manyitüde dönerseniz, logaritmik veya
diğer enerji dağılımlarından bahsedersiniz. Sapanca depremlerinin her ikisinin de ne
kadar küçük olduğunu görüyorsunuz. Fakat Düzce depremi 4 bin, hatta 5 bin diyecek
olursak, diğerinde 12 bin diyecek olursak, 2,5-3 tane Düzce depremi ancak bir tane
Gölcük depreminin enerjisine sahip. Dolayısıyla Gölcük depreminin etki alanları,
yıkımları açısından, hatta Düzce’nin de bir talihsizliği var; çünkü Gölcük depreminin
hırpaladığı az ve hafif hasarlı binalar dayanamadılar, Fakat bu bölgedeki kümelenme,
Marmara Adası açığındaki kümelenme ve bunların şu ana kadar büyük deprem
üretmeyişi, biraz dikkatli olmamızı gerektiriyor.
Ben, Emin beyin konuşmasına zemin hazırlamak için buradan Marmara içerisinde
geçmek istiyorum: Bizim “gelecek, olacak” dediğimiz deprem, arazi verilerinden
sonra, Hersek Deltasının hemen batısında... Zaten yıllardır MTA ile Seyir ve
Hidrografi Dairesinde yapılan çalışmalarımız ışığında, Marmara hakkında elimizde
32
çok fazla bilgi var. Daha sonra multi-beam batimetri ile İzmit Körfezi ve klasik sismik
yansıma yöntemleriyle Emin bey epey çalışmalarda bulundu. Bizim ön
değerlendirmelere bakarak yaptığımız modelleme sonucunda -ki, sadece bir ön bilgi
olsun diye gösteriyorum- buradaki portakal renkli dairecik, elipslerin olduğu noktalar,
Straum’un 1996’daki yaptığı çalışmasından alınmış, GPS vektörlerinin yönünü
gösteriyor. Marmara içerisindeki siyah çizgilerse, eldeki o günkü mevcut, MTA’nın
topladığı sismik verilerin dağılımını gösteriyor.
Bizim tahminimiz; bu bırakılan noktadan itibaren, “büyük çember” dediğimiz bir
kinemetik fay modellemesi sonucunda çıkarttığımız bir kırık zonu ve bunu o ilgili
profillerde de gözledik. Bunları tartışmaya açmak için gösteriyorum; daha sonra bunu
çok iyi bildiğiniz Le Pichon, ben ve Şengör’ün ön verilere göre olacak, olası kırılacak
deprem dediğimiz, Marmara fayı dediğimiz fayın gidişatı, -detaylarına birazdan
ineceğiz burada- normal faylar, doğrultu atımlı faylanmalar ve ikincil yapıların dağılımı
kısmen gözlenmekte. Tabii bunların hangisi aktif, hangisi pasif, bilinmemekle
beraber; size sırf üç boyutlu, yine Emin bey, Tuğrul Genç’le beraber hazırladığımız,
bu uydu verilerinden hazırladığımız, İzmir Körfezinin çanağı, iç yapısı. Burada iki tane
çukurcuk görüyorsunuz. Biz, bunlara belki “pul-apart havzası” diyebiliriz; ama fayın
gidişatı, Hersek Deltasının doğusunda ve batısında net olarak böylesine basit bir
haritada gözlemlenmekte.
Sismolojiyle neler yapabiliriz? Ömer bey, planlama hakkında çok değerli bilgiler verdi.
Sadece sismolojiyi ele alacak olursak, elinizdeki yüksek duyarlıklı sismografları
yerleştirirsiniz. Bunlarla 1-2-3 boyutlu dağılıma göre yapınızı jeolojik yapının üzerine
yerleştirip pasif bir şekilde beklersiniz, deprem olsun kaydedersiniz. Oradan “site-
response (yer tepkisi)” dediğimiz zeminle ilgili parametreleri bulursunuz veya
patlatmalar yaparsınız; dinamit, hava tabancısı vesaire gibi... Bu değişik yöntemler
kullanılıyor; petrol aramaları için, su aramaları için, doğalgaz veya diğer metalik
maden yatakları için.
Benzer şeyler, yerleşim alanlarının seçimi için de yapılabilir. Türkiye’de maalesef
gösterebileceğim çok iyi bir örnek yok; ama belki bir tane örnek var, zamanım
olmadığı için getiremedim. Bunu size sırf bir örnek olsun diye gösteriyorum. Santa
Cruz’da, Kaliforniya’da 1994 depreminde sonra elde edilen bir sismogramcık ya da
33
deney diyelim. Orası alüvyon bir havza; yöreyi bilenler bilir, kaynaktan 30 kilometre
uzaklık, 2.9 büyüklüğünde bir artçı deprem. Bu jeolojik yapıya bakarsanız, buradaki
kırmızı üçgenlerle gösterdiklerimiz, oradaki mermerler. Kesik bir çizgiyle
gösterdiğimiz teraslar, taraçalarımız var, onun üzerindeki alüvyon malzemeler var ve
tekrar gidiyor. Bunlar, oradaki alüvyon havza içerisinde her 3-5 kilometre aralıklarla
dizilmiş ve bu depremin oluşturduğu sismogramlarının genliklerine dikkatinizi çekmek
istiyorum. Mermerde kısmın, -jeolog olan arkadaşlar benden daha iyi bilecekler- çok
daha katı, rijit olarak davranan ve sinyali yaklaşık bir birim olarak alırsanız, 30
kilometre uzaklıkta 4 büyüklüğünde, 3 büyüklüğünde bir depremin genliği taraçalara
geldiğimiz zaman belki 3-5 katına kadar büyüyor; ama alüvyona geldiği zaman 10 kat
daha büyüyor, en az 10 kat. Küçücük bir deprem; siz artık bunu 7-7,4 büyüklüğünde
bir depremle logaritmik olarak enerjisini hesaplarsanız, yıkımların nedenin bu gevşek
çimentosuz malzeme olduğunu göreceksiniz ve özetle, tekrar, Ömer beyden biraz
önce ödünç aldığım yapıda, en fazla yıkım olan yerleri gördük. Bu çalışmaları
yapmak mümkün, teknoloji var; sadece daha duyarlı olmak lazım.
Dikkatiniz için teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Taymaz’a biz de çok teşekkür ediyoruz.
Oturumumuzun birinci bölümü burada sona erdi. Yaklaşık 20 dakikalık bir aradan
sonra, saat 15.00’de ikinci bölüm ve tartışmalar için tekrar burada olacağız.
Teşekkür ederiz.
34
İKİNCİ OTURUM
----0----
OTURUM BAŞKANI- Oturumun son sunusunu Sayın Doç. Dr. Emin Emirbağ
yapacaklar; kendisini bekliyoruz.
Doç. Dr. EMİN EMİRBAĞ- Sayın Başkan, değerli misafirler; hepinizi saygıyla
selamlarım.
Ben, 17 Ağustos depremi oluncaya kadar, açıkçası deprem çalışmalarıyla çok
ilgilenen bir jeofizikçi değildim, öncelikle bunu samimiyetle belirtmek istiyorum.
Ancak, daha sonra nasıl bu işin içine de girdim diye çok öz olarak, konuşmamı o
şekilde açmak istiyorum.
Efendim, daha önce ulusal deniz jeolojisi, jeofiziği kapsamında 1996 yılından beri
özellikle MTA ile İstanbul Teknik Üniversitesinin işbirliğinde yürütülen çalışmalarda
aktif olarak yer alıyordum. Bu çalışmalar, Ege denizi, özelliklerinde körfezlerinde ve
Marmara Denizi içerisinde toplanmış olan çok kanallı sismik verilerin işlenmesi,
yorumlanması ve tabii akademik bir amaç olarak da bilginin yayılması amacıyla
makale haline getirilip mümkün olduğunca uluslararası dergilerde yayınlanması ve
topluma duyurulması şeklindeydi, bilimsel topluma duyurulması şeklindeydi. Derken
17 Ağustosta deprem gerçeği karşımıza çıktı ve deprem olduktan sonra denizde fay
hattının ya da kırıkların, yeni kırıkların devam edip etmediği sorusu karşımıza çıktı.
Böyle olunca da, elimizdeki imkânlar nedir diye fazla araştıracak yanımız da yok;
uzun yıllardan beri işbirliği içinde bulunduğumuz MTA Sismik 1 Gemisi ve onun
imkânları ve bunun yanında belki diğer üniversitelerimizin de sahip olduğu bazı
gemilerimiz vardı.
Tabii MTA ile uzun yıllardan beri dinamik bir işbirliği içinde olduğumuz için, Eylül
ayının başında -aramızda birkaç arkadaşımız, gemide de görevli birkaç arkadaşımız
olabilir- İzmit Körfezinden çalışmaya başladık ve o günden bugüne de bu çalışmaları
sürdürüyoruz. Bunun yanında, ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Seyir Hidrografi-
Oşinografi Dairesinin de birkaç sene önce edinmiş olduğu multi-beam ya da çok
35
beam’li batimetrik çalışma aletini de bu deprem çalışmaları için kullanmak imkânını
elde ettik. Bu sayede, fayların deniz altındaki tanınmasına ilişkin bazı adımlar attık.
Burada da yanlış anlaşılmaya izin vermemek için şunu söylemek istiyorum: Çünkü
kamuoyunda çok tartışıldı; sadece bilimsel camiada değil, gazetelerde, medyada çok
tartışıldı. Son depremden dolayı meydana gelmiş olan kırıkları biz deniz altında, bu
elimizdeki tekniklerle ya da elimizdeki imkânlarla görüntüleyebilir miyiz ? sorusu
tartışıldı. Buna konuşmamın ileriki süresi içerisinde döneceğim. Fakat, konuşmamı şu
başlık altında vermeyi daha uygun buldum; çünkü kara kısmını oldukça iyi ve detaylı
bir şekilde jeolog ve jeofizikçi arkadaşlarımız çalıştılar.
Ben, burada konuya özellikle şu açıdan yaklaşmak istedim: Yaklaşma sismiği ve
multi-beam batimetrik yöntemlerinin denizaltı aktif faylarının belirlenmesinde
kullanılması ve yöntemlerin bu açıdan değerlendirilmesi. Yani size bugün burada
Marmara Denizi içindeki fayların nerede, nasıl, ne şekilde dağıldığını
bahsetmeyeceğim; çünkü bunu çok gördünüz. Bu konuda belki henüz
çözümlenmemiş çok nokta var, keza İzmit Körfezi için de böyle; ama şu anda
elimizde mevcut olan yöntemler bu konuda bize ne vaat ediyor? Onları bilirsek,
ilerdeki çalışmaları hem daha iyi organize ederiz, hem de toplum olarak; jeoloji,
jeofizik toplumu olarak, yerbilimi toplumu olarak bu çalışmalardan nereye kadar ne
bekleyebiliriz; onun bir perspektifini çizmek istiyorum. Çünkü bunu daha önceden net
bir şekilde başka bir yerde yapmadık, belki bu bize bir fırsat olmuş olacak.
Bu kapsamda konuşmama başlarsam; sismik yöntemlerle belki çok fazla aşinalığı
olmayan arkadaşlarımız için bu slaydı hazırladım. Burada sismik yöntemleri hangi
amaçlarla ve ne kapsamda uyguluyoruz; önce onu görelim diye düşündüm. Yansıma
sismiği çalışmaları uygulama ölçeğine bakacak olursak, çok geniş bir çalışma alanı
var; kabuk çalışmalarından tutunuz, petrol-doğalgaz aramalarına, oradan kömür
aramaları ve belki aynı kategoride derinlik açısından değerlendirebileceğim
Bayındırlık yapılarının dayanıklılığı, zemin şartlarının incelenmesi yönüne ve en son
belki Kuvaterner çalışmalarıyla zemin mühendisliği çalışmalarında kullanılış şekli var.
Yani sismik yöntem, oldukça geniş spektrumu olan bir jeofizik yöntemi.
36
Eğer çalışma spektrumu bu kadar genişse, o zaman aletsel spektrumun da geniş
olması gerekiyor. Yani aynı aleti alıp hem burada bölgesel yapılara ilişkin kabuk
çalışmaları, belki biraz da petrol-doğalgaz aramalarına uyguladığınız aletleri alıp, bir
de götürüp ondan sonra Kuvaterner çalışması zemin mühendisliği araştırmalarında
kullanmanız mümkün olmuyor. Çünkü bunların frekans bantları, açığa çıkaracağınız
enerjinin gücü, serim yöntemleri, kayıt süresi gibi -velhasıl fazla teknik detaylarına
girmeyeceğim- bir sürü farklılıkları var, aletsel bazda farklılıkları var. Bu nedenle
hangi amaç için yöntemi uygulayacaksanız, o amaca uygun parametreleri ve o
amaca uygun cihazları seçmeniz gerekiyor.
Bu seçimden sonra penetrasyon, -derinlik erişimi- ne kadar derine erişeceğiz,
amacımız ne? Yüzeydeki yapıları mı görmek, yoksa derinlerdeki yapılara ulaşmak
mı? Bu seçimi yaparken buna karar vermeniz gerekiyor. İkincisi, istediğiniz çözüm
gücü. Bu düşük ya da yüksek olmak üzere uçlarda yer alıyor. Düşük çözüm gücü
demek, kaba yapıları derinlere erişimi sağlayarak görmemiz yöntemi. Yüksek çözüm
gücü ise, yeryüzüne yakın kısımlarda, örneğin deniz tabanındaki aktif fayları
izleyebilmenin bir yöntemi. Tabii bu çözüm gücüne ve derinlik erişimine bağlı olarak,
onlardan çok da bağımsız olmayan frekans bandı kavramı var. Genellikle açığa çıkan
enerjinin miktarı ve onu kaydetmekte kullandığınız aletlerin frekans bandını
düşündüğümüzde; düşük frekanslı ve dar bantlı bir parametrizasyon derinlere ve bizi
düşük çözüm gücüyle ulaştırıyor. Yüksek frekanslara ve geniş bantlı bir
parametrizasyon ve alet teknolojisi de bizi sığları ve yüksek frekans içeriğiyle ya da
rezülüsyonla kayıt etmemizi, verileri sağlıyor.
Bu perspektif içerisinde kabuk çalışmaları dedik, kısmen de petrol-doğalgaz
aramaları gibi çalışmalar, bölgesel yapıların aydınlatılmasında kullanılabilecek tarafta
iken, daha detayda, daha yerel yapılara ilişkin olarak yapılacak çalışmalarda, bu
gördüğümüz kömür aramalarından zemin mühendisliğine kadar uzanan perspektif
içinde yer almakta. Aktif fayları ararken, kendimizi böyle bir uygulama perspektifi
içerisinde nereye oturtacağız? En sonunda yapacağım sonuçlar kısmında oraya geri
gelebiliriz.
37
Konuyu örnekler vererek biraz açmak istiyorum: Daha önce söylediğim gibi, Maden
Tetkik ve Araştırma Enstitüsüne bağlı MTA Sismik 1 Gemisinin bu bizim
çalışmalarımızda çok büyük katkısı var. Burada emeği geçen arkadaşlarımı tek tek
saygıyla anıyorum. Bu, MTA Sismik 1 tarafından İzmit Körfezinde toplanan hatlar; bir-
iki tanesi kuzeydoğu-güneybatı şeklinde. Hat aralıkları yaklaşık 1’er kilometre. Bazı
yerlerde, örneğin İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışında yaklaşık 500 metre
aralıklı.
Burada bu hatları seçerken, elimizde detaylı batimetrik bilgi yoktu. Daha önceden
hazırlanmış, İzmit Körfezine ait, değişik kaynaklardan derlenmiş, genellikle kontur
haritası şeklinde batimetrik veriler. O batimetrik verilerin işaret ettiği genellikle doğu-
batı yönelimli yapılara dikkat ederek, hatlarımızı genellikle kuzey-güney seçtik.
Böylece jeofizik yöntemlerde en uygun olan hat yönünü yapıya dik olacak şekilde
belirledik. Bu belirlemeden sonra attığımız hatlardan, örneğin Körfezin iç kısmında
bakınız mavi çizgilerle gösterdiğim 54, 52 ve 51 numaralı hatlardan bir-iki örnek
göstereceğim ve daha sonra da Deniz Kuvvetleri Komutanlığının katkısıyla
gerçekleştirdiğimiz multi biym batimetrik görüntüyü Körfezin o kısmından sizlere
ileteceğim.
Bu, 51 numaralı sismik kesit. Dikkat ederseniz kuzey bu taraf ve güney bu taraf ve
yine belki sismik verilerle çok aşinalı olmayan arkadaşlarımız için... Burada
gördüğünüz ilk yansıma, ilk süreksizlik deniz tabanını belirlemekti. Yaklaşık olarak 40
milisaniyelerden alçalarak 50 milisaniyelere doğru bir derinlik artması söz konusu.
Düşey eksen gidiş-geliş zamanı, yatay eksende hattın pozisyonunu belirlemekte.
Şurada gördüğünüz, süreksizlik. Deniz tabanını takip ederseniz, deniz tabanında
gördüğünüz süreksizlik, bir aktif faya karşılık geliyor. Şimdi bu noktada duralım:
Burada zaten tartışmanın kendisi önemli bir nokta. Sismik kesitlerde bu detayda, bu
rezülüsyonda gördüğümüz faylar, son depremde oluşmuş olarak karşımıza çıkan
faylar mı, bu veriler bunları çözümleme gücüne sahipler mi? Bu önemli bir soru; bu
soruya cevap verelim:
38
Bakınız burası yaklaşık 100 milisaniye, yani 75 metrelik bir derinliğe bakıyoruz. Şu
100 mil saniye çizgisinde yaklaşık 75 metre derinliğe bakıyoruz ve gördüğünüz gibi,
burada ölçeklerseniz eğer, 75 metrelik derinliğe bir 20’de 1’i derseniz, 3-4 metrelik
deniz tabanında bir atım görüyoruz. Fakat bu veriye bakarak şunu söyleyemeyiz: Bu
faylanma, son Gölcük depremi nedeniyle oluşan faylanmadır diye doğrudan doğruya
söylemeye hakkımız yok. İkincisi de, Gölcük depreminden önce, daha eski
dönemlerde oluşmuş bir fay ise de, son depremde yine oynayıp oynamadığını yine
bu verilere bakarak söylemeye hakkımız yok. Sadece ve sadece şunu
söyleyebiliyoruz: İşte İzmit Körfezinin içi, en doğu kısmı ve burada aktif bir fay var;
çünkü deniz tabanını ve ona en yakın çökelleri kesmiş.
Demin sorduğum soruları cevaplandırabilmek için, daha yüksek rezülüsyonlu ve
yüzey kırıklarını gösterebilecek şekilde bir haritalama yapmamıza imkân verecek
dataya, veriye ihtiyacımız var. Fakat eninde sonunda bizim yapmamız gereken yine
de İzmit Körfezinde olsun, Marmara Denizinde olsun ya da Türkiye’nin diğer
denizlerinde olsun, bu şekilde aktif faylar varsa, bunların yerlerini, uzanımlarını
bilmemiz ve haritalamamız... Çünkü bunlar bize nerelerin aktif olduğunu ve nerelerde
deprem bekleyebileceğimizin işaretlerini verecekler, denizin içinde kaynaklanan
şekliyle.
Devam edelim... Yine Gölcük’ün doğu tarafı, demin göstermiş olduğum harita
üzerindeki 52 numaralı kesit şekli... Yine kuzey tarafı -N harfiyle işaretli burada- ve
güney tarafı işaretli. Bunu yine hemen yakınındaki yaklaşık 1 kilometre yanındaki bir
kesit. Kastım şu: Bu, münferit bir yapı değil; yani bu kesit, “bir önceki kesitte
gördüğümüz yapı bir sonraki kesitte var mı, yok mu” sorusuna bir cevap olabilir. Eğer
o kesitte gördüğümüz aktif fay, bu kesitte gördüğümüz aktif faya bağlanıyorsa, harita
üzerinde bu ikisini düz bir çizgiyle en fazla yapabileceğimiz şey birleştirmek. Yani bir
yorum katarak, “evet, bu iki kesitte gördüğümüz fay birbirinin aynıdır” diyeceğiz, -belli
özelliklerine dikkat ederek tabii- bu ikisini birleştirip düzlem üzerinde, denizin altında
bu aktif fayın çizgiselliğini çıkartmaya çalışmak.
Müsaade ediniz, bu bölgeden son olarak bir sonrakini göstereyim: Yine Gölcük’ün
doğusuna bakıyoruz, yine kuzey hep aynı taraf. Evet, burada da aşağı yukarı iki tane
basamak görüyorsunuz. Çok küçük basamaklar ama, deniz tabanında bir oynamanın
39
söz konusu olduğunu hep söylüyoruz. Fakat, şu sorulara cevap vermiyor: “Bu
oynamalar, son deprem sırasında mı gerçekleşti? Daha önceden bu faylar var mıydı?
Varsa, son depremde oynadılar mı?” Buna cevap vermiyor; sadece burada aktif
fayların varlığını gösteriyor.
Bir de olayın yüzeyine bakmamız lazım; yani harita görüntüsü ne? Klasik batimetrik
yöntemler, genellikle tek iskandil, yani beam’li çalışırlar. Gemi doğrultusu boyunca
göndermiş olduğu sonar sinyalini geri alır ve geminin pozisyonu neyse, o pozisyonda
derinliği tayin eder. Bunun için detaylı bir batimetri çıkarabilmemiz amacıyla, geminin
gideceği profillerin birbirine son derece yakın olması lazım, yani pratikte bunun
çözülmesi imkansız. Nede? Çünkü belli doğrultularda 10’ar metre aralıkla gitmeniz
gerekir ki son derece yeterli bir batimetri çıkarasınız, buna da ömrünüz yetmez. Son
teknolojiler, multibeam batimetrik tayin yöntemleri, bu problemi bizim için çözmüş
durumda. Burada çok beam’li iskandil kullanılarak bölge içerisinde bir kapsama alanı
diyebileceğimiz; bu veri örneğinde örneğin 9 metre aralıkla olacak şekilde
örneklenmiş deniz tabanını bu şekilde görüyoruz.
Sizden özür dileyeceğim; çünkü buraya yetiştiremedim. Deniz tabanının görüntüsü
burada var. Nereye kadar var? Gölcük’e kadar var, Gölcük’ün de biraz doğusunu
kapsıyor. Fakat kıyı çizgisini yetiştiremedim; kıyıda şurada şöyle geçiyor. Kıyı
olsaydı, kendinizi burada daha iyi pozisyonlandırırdınız.
Burada yaptığımız çalışmalarda en büyük sıkıntılardan bir tanesi de, gerek sismik
çalışmalarda, gerekse multi beam çalışmalarında geminin draftı nedeniyle kıyıya belli
bir mesafeye kadar girmesi, o mesafeden sonra girememesi. Belki botla ya da daha
küçük teknelerle bu imkânı sağlamak mümkün olacak. Bu multi beam batimetrik
çalışmayı gördüğümüzde; bakınız burası Körfezin en doğu kısmı ve demin
gösterdiğim sismik kesitler, şurada yaklaşık olarak kuzey-güney giden kesitlerdir.
Dikkat ederseniz, burada iki önemli deniz tabanında gördüğümüz kırık var. Bakınız
bir tanesi burada, bir diğeri de burada. Bu tür verilerin bize faydası ne? Bu tür
verilerin bize şu faydası var: Sismik verilerle belirli aralıklarda görmüş olduğumuz
profillerdeki fayları birbirine bağlamakta bu veriler bizim için çok büyük avantaj
sağlayacak. Neden? Çünkü sismik kesitte birden fazla fay görebiliyoruz. Deniz
40
tabanını kestiğini düşünelim; hangisinin diğer kesitle hangisine bağlandığı ya da
bunların bağlanıp bağlanmadığı her zaman için bizim açımızdan tartışma konusu
oluyor; yorumcunun kendi görüşü oluyor, karşısındaki başka bir yorumcunun başka
bir görüşü oluyor. Ancak multi beam batimetrik görüntüler, sismik kesitlerde görmüş
olduğumuz o düşey düzlem üzerindeki fayların birbirlerine bağlanmasında çok faydalı
olacak görüntüleri bize sunuyor. Mesela bakın, buradan geçen farklı kesitlerin pekala
artık rahatlıkla bu kırık hattı boyunca birbirlerine bağlandığını bu sayede tespit
edebileceğiz.
Son olarak müsaade ederseniz, İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışından bir örnek
gösteriyorum: İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışı... Bakınız şuradaki 3, 4 ya da 5
numaralı kesitler; bunların hemen hemen hepsi birbirinin aynı, ben sadece onlardan
bir tanesini, vaktimin darlığı nedeniyle size sunacağım. Örneğin 3 numaralı kesit:
Kuzey ve güney aynı taraflar yine ve Körfezin hemen hemen orta kısmına bakarsak,
dikkat ederseniz deniz tabanındaki süreksizlik gayet net bir şekilde gözükmekte. Bu
süreksizliğin görüntüsü sadece deniz tabanında değil, aynı zamanda deniz tabanının
hemen altında yer alan tabakalarda da birbirlerine bağlı olarak karşılıklı bir geçiş yok,
birbirlerinden ayrılmış vaziyette; daha doğrusu birbirine doğru itilmiş vaziyette bir
sıkışma bileşeni de burada görmek söz konusudur. Şuradan da aşağı yukarı bir
süreksizlik gidiyor, düşey doğrultuda bir süreksizlik gidiyor.
Dikkat ederseniz, her iki taraftaki tabakaların birbirlerine devamlılıkları yok; ama öte
yandan büyük bir normal atım da yok burada, yani bir tarafın diğer tarafa göre
aşağıya ya da yukarıya doğru bir hareketi de söz konusu değil. O zaman bundan
hareketle; bu düşey süreksizlik boyunca tabakaların birbirlerine göre devamlılıklarının
olması ve önemli bir miktarda düşey atım ya da rölatif olarak birbirine göre bir atım
olmaması, bizim aklımıza şu soruyu getiriyor: O zaman bu bir yanal atımlı fay mıdır?
Çünkü sismik kesitlerde biliyoruz ki en zor tanınan yapılardan bir tanesi yanal atımlı
faylar. Fakat kendi kendimize bir yanal atımlı fay süreksizliğinin her iki yanındaki
tabakaların nasıl gözükeceği sorusunu sorup, bir mantıksal tartışma yaparsak, böyle
bir yapının bir yanal atımlı faydan dolayı oluşmuş olma ihtimalini arttırıyoruz,
yükseltiyoruz.
41
Ben şunları özetlemeye çalıştım: Sismik kesitler, yüksek rezolüsyonlu sismik kesitler
ve multi beam batimetrik çalışmalar, birlikte değerlendirildiğinde, deniz tabanındaki
aktif fayların modellenmesi için son derece faydalı olacaktır. Benim özellikle bu
konudaki önerilerimden bir tanesi, Marmara Denizi için mümkün olan en kısa
zamanda multi beam batimetrik çalışmanın öncelikle gerçekleştirilmesi. Daha sonra
multi beam batimetrik çalışmanın sonuçlarına göre, sismik hatların yönleri hangi
doğrultuda olacaksa o doğrultuda atılması.
Kısaca özetlersek; multi beam çalışmaları, deniz tabanının detaylı morfolojisini
veriyor bize, hatta fayların kıvrım eksenlerini, akıntı kanalları gibi benzeri jeolojik
şekillerin yatay düzlem görüntüsünü elde ediyoruz. Ardından bunlara uygun olarak
atacağımız sismik profillerle düşey düzlemde daha bir detaylandırma yapıyoruz. O
zaman son söz olarak belki, karada yapılan çalışmaları takiben ya da paralel
sürdürülerek multi beam çalışmaları önce, sonra da sığ ve gerekiyorsa derin amaçlı
sismik çalışmaları ardından bir geri beslemeli çember içerisinde atmak ihtiyacındayız;
eğer Marmara Denizinde ve diğer denizlerimizde aktif faylanma açısından neler
olduğunu görmek istiyorsak.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Emin beye de çok teşekkür ediyoruz.
Biz, Sayın Prof. Dr. Barka’dan neredeyse ümit kesmiştik; ama geldiler, sözlerinde bir
kez daha durdular. Son konuşmayı yapmak üzere kendisini kürsüye davet ediyorum
ve bu konuşma bittikten sonra da herhangi bir ara olmaksızın tartışmalara geçeceğiz.
Her konuşmadan sonra tartışma olmadığı için biraz sıkılmış olabilirsiniz. Ancak, bu
bir bilimsel tartışma, bilimsel oturum; biz medyadakine benzemeyelim, onu
eleştirirken, kendimiz aynı hataya düşmeyelim.
Teşekkür ediyorum.
Buyurun Sayın Barka.
42
Prof. Dr. AYKUT BARKA (İTÜ Öğretim Üyesi)- Geç kaldığım için hepinizden özür
diliyorum; hem İstanbul’daki işlerimin bir türlü bitmemesi, hem de uçağın biraz
gecikmesi dolayısıyla geç kaldım.
Aslında bu anlattıklarımın çoğunu birçok yerde anlattım, bir kısmınız için tekrar
olacak; ama bunun yanı sıra da bu GPS ile ilgili ve interferometreyle ilgili yeni veriler,
sonuçlar var, onları da göstermek istiyorum.
Baştan söyleyeyim; burada size anlatacaklarım sadece benim çalışmam değil. Biz
geniş bir grup halinde çalışıyoruz; Amerikalılar ve Fransızlar, artı benim
üniversitedeki arkadaşlarım ve diğer üniversitelerden de ortak çalıştığımız, örneğin
Eskişehir’den Erhan Altunel var. Yani çok geniş bir grubun ortak ürettiği, hatta GPS
verilerini alırsak; sonuçlar, TÜBİTAK, Harita Genel Komutanlığı, Kandilli Rasathanesi
ve MIT ile birlikte ortak yürüttüğümüz projelerden geliyor. Onun için burada
anlatacaklarımı sadece beni ürettiğimi zannetmeyin, geniş bir grubun üretimi olarak
ele alın; çünkü arada her şeyi gösterirken referans vermeyi bilirim veya unutabilirim.
Bunu başta söylüyorum ki yanlış anlaşılmasın.
Kuzey Anadolu Fayının üzerindeki bu yüzyıldaki göç; 1939 yılında başlayan ve 6
tane depremle Mudurnu Vadisine kadar, Sapanca’ya kadar uzanan ve aralarında 3
ayla -bu son depremi de katarsak- 32 yıl arasında değişen bir zaman aralığı vererek
batıya göçen 7 tane deprem, 1 000 kilometre uzunluğunda bir yüzey kırığı meydana
getirdi. Bu yüzey kırığının da üzerinde, Erzincan depreminde 7,5 metre civarında bir
yer değiştirmeler meydana geldi; ama genelde bütün o kırığa baktığımızda, 4-5
metrelik bir yer değiştirme söz konusu ve bu son depremlerde de benzer miktarlarda
yer değiştirme meydana geldi.
Deprem dediğimiz zaman, deprem sadece bu dalgalar diye bizim hissettiğimiz olay
değil, elastik dalgalarla tanımlanmıyor; yani deprem, bir var olan kırığın üzerinde, -
ki, biz buna fay diyoruz- fayın üzerindeki yer değiştirme meydana gelirken üretilen
dalgalardan meydana geliyor, daha doğrusu fayın üzerindeki hareket olarak
düşünmemiz gerekiyor. Hareketi de yer değiştirme olarak değerlendirmemiz
gerekiyor. Bunu yaparken de, bu yer değiştirmenin fay boyunca bir bütçesi var; yani
bu bütçe, fay boyunca belirli miktarlarda kayıyor ve bu fayın da yıllık hızı var. Bu hız,
43
Kuzey Anadolu Fayı için yaklaşık 24 milimetre olarak bunu, bu son iki yılda
yaptığımız GPS çalışmalarından elde ettiğimiz sonuçlar gösteriyor. 24 milimetre
dediğiniz zaman, Kuzey Anadolu Fayının üzerinde iki-üç senede bir 4,5 metrelik bir
birikim meydana geliyor demektir. Bunu siz 300-400 seneye çıkarttığınız zaman, 7-8
metrelere karşılık geliyor. Yani bu deprem göçü sırasındaki yer değiştirme miktarları
son derece önemli, bu fayın hızını bilmek son derece önemli ve bunu Marmara’ya
veya Bolu’ya uyguladığımız zaman, bunları göz önüne almadan buradaki deprem
riskini belirlemek mümkün değil. Onun için, sadece bir faya bakıp veyahut da oradaki
bir fayın varlığına bakıp veyahut da bu yüzyıldaki sismik aktiviteye bakıp kesin bir şey
söylemek mümkün değil. Fayların geçmiş aktivitelerinin bilinmesi lazım, bir kısım
geometrilerinin bilinmesi lazım, fayın hızının bilinmesi lazım, bu geçmiş depremlerde
ne kadar yer değiştirdiğine dair bilgimiz olması lazım ki, gelecek hakkında bir şeyler
söyleyebilelim. Yani bunu özet olarak başta söylüyorum ki, konuşmam sırasında da
bu temel ilkelere veyahut da bilgilere dayanarak bir şey olur-olmaz deme imkânına
sahibiz.
Bu şekil her ne kadar net değilse de, en azından olaylar net. Burada gördüğünüz gibi,
1939-1967 deprem göçü Sapanca’ya kadar devam etmişti; son 17 Ağustos depremi
de onu İzmit Körfezinin orta kesimlerine veyahut da batı kesimlerine kadar uzattı.
Burada arada bir parça kırılmamıştı; o da 12 Kasım Düzce depremi olarak karşımıza
çıktı.
Birinci depremde 4 tane fay parçası kırıldı. Buna segment diyoruz; bu segmentler
üzerinde yer yer 5 metre civarında yer değiştirmeler meydana geldi ve bu
segmentlerin sonunda kalan kısımlar; yani şu Yalova-Çınarcık kısmı ve Düzce
parçasının kırılmaması sonucunda Ağustos sonlarına doğru bu çalışmaları demin
saydığım grupla ortaya koyarken, bu Düzce fayının burada sadece kırılmamış olarak
durduğunu vurgulamaya başladık. Bu konuda da Bolu ve Düzce’de seminer vererek,
hem de lokal televizyon programlarında en azından bu hasarlı binalara girilmemesini
vurgulayarak bu fayın önemini ortaya koymaya çalıştık. Bu konuda tabii ki şunu da
söyledik: “Biz, zaman veremiyoruz; bu 10 sene sonra da olabilir, herhangi bir
zamanda da olabilir, -‘Marmara için de aynı şeyi söylüyoruz’- fakat burada artan bir
risk var.” Nitekim bu kısım 12 Kasımda kırıldı veya üzerinde 7.2 büyüklüğünde önemli
bir deprem meydana geldi.
44
Şimdi bu kısımda ne oluyor; onun şeyini de belki sona doğru daha detay anlatırım
ama, bu kısımda da henüz bir şey olmamış vaziyette. Burada fay nereye kadar
uzandı; konuşmam sırasında o konuya biraz değineceğim. Ancak, şurada bu
şekilden size bir şey göstermek istiyorum: Burada eğer şu faylanmalar sırasında; yani
1967, 1999 17 Ağustos ve Düzce depremlerindeki yer değiştirmelerini alt alta
toplayıp, yani kuzey-güney kesitler boyunca bu yer değiştirme değerlerine bakmasak
ve bunu 1944 depremiyle karşılaştırmasak, biz deprem konusunda ne söylesek
havada kalır. Buradaki yer değiştirmeler son derece önemli, bunların meydana
getirdiği bütçe önemli. Bu bütçede açık varsa, bu demektir ki burada hâlâ bir deprem
potansiyeli var. Eğer bu bütçe üç aşağı beş yukarı denkse, o zaman burada büyük
deprem potansiyeli, en azından burada birikene kadar; yani 150-200 sene daha yok
demektir.
Bu yer değiştirme bütçesinden şunu kastediyorum: Bu, mesela 1939’la 1967 ve son
depremleri de ortaya koyduğumuzda karşımıza çıkan resim; burada gördüğünüz gibi
şu düşey eksen yer değiştirme miktarı, bu da fay boyu. Burada gördüğünüz gibi,
1939 depremi sırasında meydana gelen 7-7,5 metrelik yer değiştirmeler; ondan sonra
bunlar orta kesimlerde 4 metre civarında seyrediyor. Batıya geldiğimizde, 1943 ve
1944 depremlerinde bu 5 metre civarında artıyor. Sonra bu 1967-1957 depremleriyle
Düzce depremini ve son 17 Ağustos depremini topladığımızda; burada gördüğünüz
gibi, fayın önemli bir kısmında artık öyle büyük bir depreme yer kalmadığını
görüyorsunuz. Tamam, burada bir boşluk var, burada bir eksiklik var, bu ayrı bir
konu; ama buralara geldiğimizde, yani Tosya’dan batıya doğru geldiğimizde, fayın
üzerindeki yer değiştirmeler bu son 50 yılda 4-5 metre mertebesinde tamamlanmış
olarak karşımıza çıkıyor.
Bu şekilde, yine demin saydığımız Amerikalılar ve Fransızlar, artı bizim Türk grubuyla
yaptığımız çalışmalar sonucunda elde ettiğimiz 17 Ağustos depremi sırasındaki
yüzey kırılması ve onun yer değiştirme miktarlarının dağılımı; artı 12 Kasım depremi
sonucundaki yüzey kırılması, artı onun üzerindeki yer değiştirmeler gözüküyor.
Burada da işte 4,5-5 metrelik, burada da 5 metrelik yer değiştirmeleri görüyorsunuz.
Buradaki diğer renkler de 1967 ve 1957 depremi, artı 1944 depremindeki yüzey
kırıklarını görüyorsunuz.
45
İşin doğasına gittiğimiz zaman, burası Bolu çevresi, 1944 depremi buradan geliyor,
57 ve 67 depremleri buradan geliyor. Son depremde de Eften Gölünden Düzce ve
Asarsu Vadisine, oradan da Bolu’nun kuzeyine doğru uzanan daha ufak, belli belirsiz
bir kırığın geçmesi söz konusu. Ancak, demin de söylediğim gibi, bunlar, Ali Öztürk
ve diğerlerinin çalışmasından alınmış, buradaki var olan yayınlardan düzenlenmiş.
Her ne kadar Bolu’nun Ilıca Yolunda 2.5-3 metrelik yerdeğiştirmeler olduğunu
belirtseler de, ölçüler sırasında fayın hemen kenarını ölçtüğümüz zaman, onun
gerçek atımı yansıtmadığını fark ettik, daha uzun mesafelerden o faya doğru
yaklaşmamız gerektiğini gördük ve bunun da böyle yaklaşıldığı taktirde de fayın
üzerindeki net yer değiştirmeye en azından 1 metre daha katkısı olduğunu birçok
yerde gördük. Yani eğer sadece fayın üzerindeki iki noktayı, yüzey kırığının
üzerindeki iki noktayı ölçerseniz, bu gerçek yer değiştirmeyi yansıtmıyor. Daha uzak
mesafelerden hizalayıp geldiğiniz taktirde, hele elinizde bir teodolitle geldiğiniz
taktirde, ölçü yaptığınız taktirde, bunu çok daha gerçek boyutlarına, miktarlarına
erişebiliyorsunuz. Yani aynı açıdan baktığınızda, bu Ketin’in 1944 yılında ölçtüğü 3,5
metrenin en azından 4,5 metre olması söz konusu. Ayrıca bu çevrede, Harita
Komutanlığından Emin Ayhan’ın yaptığı çalışmalarda, 1944 öncesi ölçülerle 1944
sonrası ölçüleri karşılaştırıldığında, en azından 6 metrelik bir yer değiştirmenin varlığı
ortaya çıkıyor. Yani dünyadaki jeodezik ölçülerden genelde böyle biraz fazla değerler
çıkıyor.
Aslında bu konuda lafı fazla uzatmak istemiyorum. Size, Ketin’in ölçtüğü yolu, Ilıca
Yolunu, fotoğraftan çizdiği bir resimle göstereyim. Eğer bu yolu burada gördüğünüz
gibi daha uzak mesafelerden alıp gelirseniz, buradaki yer değiştirme miktarının daha
fazla olduğu, bu ölçümler sırasında da en çok karşılaştığımız olaylardan bir tanesi.
Bolu konusunda, -daha sonra da geleceğim ama- Bolu’daki bu 1944, 1957, 1967 ve
Düzce depremini de bir araya koyduğumuzda; Bolu çevresine oturup 7.2, 7.1 veya
7.3-4 büyüklüğünde depremi koyacak yeriniz yok. Yani bu yer değiştirme
dağılımlarına baktığımız zaman, burada böyle bir depremin meydana gelmesi için
uzun bir sürenin geçmesi gerektiğine inanıyorum.
Marmara’ya geldiğimizde; Marmara’da sadece yüzey kırıklarını haritalamadık.
Bunlara paralel olarak yıllardır ortak yürüttüğümüz; Harita Genel Komutanlığı,
TÜBİTAK, MIT ve Kandilli ile yürüttüğümüz bir GPS projesi vardı. Hemen deprem
46
sonrası ilk hafta içinde, deprem öncesi yaptığımız -yani deprem öncesi dediğim;
Mayıs ve 1988 Ekim aylarında yaptığımız- GPS ölçüsünü tekrarladık. O ölçülerden
daha önceki ölçüleri çıkarttığımız zaman, deprem sırasındaki yer değiştirmeyi hesap
edebiliyoruz. Bu ölçülerden böyle bir vektör dağılımı çıkıyor. Bu vektör dağılımını da
modellediğimiz zaman, deprem sırasındaki yer değiştirme karşımıza şu şekilde
çıkıyor: Bu da MIT’de beraber yaptığımız modellemeyi gösteriyor.
Burada bu koyu kırmızıyla gösterilen kısım, bu deprem sırasında meydana gelen yer
değiştirme miktarları. Burada gördüğünüz gibi, en çok yer değiştirme, Gölcük
civarında meydana geliyor. İzmit Körfeziyle Sapanca Gölü arasında, şu kısımda,
özelikle derinde biraz az yer değiştirme meydana geliyor. Sapanca Gölü civarında
yine yüzeyde gözlediğimiz bir 5 metrelik bir yer değiştirme söz konusu. Daha sonra
Düzce segmenti dediğimiz Karadere segmenti ve burada gördüğünüz gibi, Hersek
burnunun öteki tarafına derinde bir kısım yer değiştirme konulabiliyor; yüzeyde fazla
yer değiştirme meydana gelmediği ve bu Yalova kısmının da genelde depremden
fazla etkilenmediği sonucu ortaya çıkıyor.
Biz, depremden sonraki ilk 10 günü içinde ölçü yaptık; bu ölçüyü de Ekim sonunda
tekrarladık. Ağustos sonuyla Ekim dönemi arasındaki ölçüleri birbirinden çıkarttığımız
zaman, artçı depremler süresince meydana gelen deformasyonları buluyoruz. Bu
artçı depremler sırasında meydana gelen deformasyonlara baktığımız zaman, şöyle
bir vektör dağılımı elde ediyoruz. Bu vektör dağılımını da deminki gibi
modellediğimizde, karşımıza böyle bir resim çıkıyor. Bu resim, hemen hemen
diğerinin aksi bir görüntü veriyor; yani o resimde az yer değiştiren yerler, deprem
sonrasında daha fazla yer değiştiriyor ve böylece hemen hemen fay boyunca bu artçı
depremler sırasında bir yer değiştirme dengelenmesi söz konusu. Yani bu demin
gösterdiğim az hareket eden Sapanca ile İzmit Körfezi arasında derinde az bir yer
değiştirme vardı, büyük olasılıkla 5.8’lik veya 7’lik 13 Eylüldeki artçı depremin bunda
önemli rolü var. Bu yüzeydeki yer değiştirmeleri veya sığ olan çok yer değiştirmenin
altında bir kısım yer değiştirme var. Bir de Hersek Deltasındaki bir aktivite, bir kısım
da batıya doğru devam ediyor ve aynı şekilde bu yer değiştirme miktarı da derinde
Gölyaka’ya doğru hareket ettiği ortaya çıkıyor.
47
Yine bu GPS sonuçlarına göre, yüzey kırığı Hersek Deltasından bir 10-15 kilometre
batıya doğru uzatılıyor ve derinde de meydana gelen yer değiştirme miktarı yaklaşık
60 santim olarak belirleniyor. Hersek Deltasındaki fayın izinde -yalnız benim değil,
herkesin, diğer grupların da Hersek Deltasında yaptığı incelemelerde- öyle çok
belirgin bir kırık yoktur, bölük pörçük, ufak tefek çatlaklar meydana gelmişti. Bu
çatlaklar da bu fayın üzerinde, orada fazla bir yer değiştirme olmadığını gösteriyor.
Sonuç olarak GPS’den elde ettiğimiz veriler, bize fayın batıya kadar; yani İmralı’ya
kadar, Çınarcık’a kadar uzanmadığını, uzansa bile, buradaki yer değiştirmenin çok az
miktarda olduğunu gösteriyor. Burada mesela genelde yine bir kavram kargaşası
var. Herkes diyor ki, “Bu fay Çınarcık’a, İmralı’ya kadar kırıldı” veya “Adaların oraya
kadar karıldı.” Fay hareket edebilir; 10 santim, 20 santim hareket edebilir. Ancak, yine
demin bahsettiğim bütçeye baktığınızda; bir tarafta 4,5-5 metre gitmiş, öteki tarafta
10-20 santim gitmiş, arada 4 metre 70 santim duruyor demektir. Yani sadece böyle
kırıldı lafıyla fayı oradan oraya atıp önemini yitirdi anlamına getirmek son derece
yanlış bir kavram.
Fransızlarla yaptığımız, bir de benim doktora öğrencisi Ziyaettin Çakır’ın yaptığı bu
iterferometreyle ilgili modellemelerde de karşımıza yer değiştirme açısından farklı bir
sonuç çıkıyor; fakat yüzey kırığının batıya doğru devamı açısından benzer bir sonuç
çıkıyor. Bu çalışmada da yüzey kırığının Hersek Deltasının batısına belki 10
kilometre civarında uzanması söz konusu. Yalnız buradaki yer değiştirme miktarı
derinde 2 metre olarak gerçekleştiği, model sonucunda ortaya çıkıyor ve İngilizlerin
yaptığı çalışmada, bu 1.7 metre olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi yaptığımız
çalışmalardan bir tanesi, bu iki ayrı verideki bu iki farklı yer değiştirme sonucunun
neden kaynaklandığını tespit etmek, bu konuda çalışıyoruz veyahut da Ziya bu
konuda çalışıyor, bu farkların nereden kaynaklandığını tespit etmeye çalışıyor.
Ancak, size şunu söyleyeyim: Bu özellikle interferometre ve GPS datası, bu yapılan
ölçümler, bu işin bu söylediğim sınırların ötesinde fazla bir yer değiştirme meydana
getirmediğini gösteriyor. Öyle bir yer değiştirme meydana getirseydi, bu resimlerde
bu yer değiştirmeler çıkardı; hem GPS’de çıkardı, hem de interferometrede çıkardı.
Yani bizim ille karada görmememiz, deniz içinde de atıp tutmamız, bu işi kurtarmıyor;
yani bu çalışmalar daha somut önümüze veriler koyuyor.
48
Yaptığımız diğer bir çalışma da; hem USGS Menlopark’ta, Ros Stein, Thom Parson
ve Today’la yaptığımız modelleme çalışmalar, artı IPG’de Cefking ve Orele Uber’le
yaptığımız çalışmalarda, 17 Ağustos depremini modelledik. Bu, hemen yine Ağustos
sonlarında üretilen bir şekil. Şincitoda’nın, bizim sürekli çalıştığımız USGS grubunun
ürettiği bir veri. Burada görüyorsunuz; 17 Ağustos depreminden sonra bu kırmızılık
Düzce fayı üzerinde gerilimin arttığını gösteriyor. Aynı şekilde gerilim artması, bu
alanda da; yani batı, Çınarcık-Yalova kısmında da meydana geliyor ve Marmara’nın
içine doğru etkisi oluyor. Bu stres artışı sonucunda zaten artçı depremler de bu fayın
dışında, fayın meydana geldiği alanın dışında meydana geliyor. Fay üzerinde, yüzey
kırığının üzerinde de artçı depremler meydana geliyor; ama bunun yanı sıra böyle bir
fayı bir yerde sonlandırdığınız zaman, o sonlandırdığınız taraftan daha ileriye doğru
bir stres artışı söz konusu.
Böyle baktığınızda; eğer diğerlerinin söylediği gibi, -birçok kimse iddia ediyor- bu artçı
depremler fayın bu noktalara kadar kırıldığını gösteriyorsa, stresin buradan itibaren
Marmara’nın içlerine doğru artması gerekiyor ve bu artçı depremlerin de genelde
burada toplanmış olması gerekiyor. Bu veriye de bu modelleme açısından, fiziksel
açıdan, kırılma açısından baktığınızda, öyle değerlendirdiğinizde, bu modellemeyle
artçı depremlerin yerlerinin uyumlu olduğunu görüyorsunuz. Bu da ille de orada
önemli bir kırılmanın, önemli bir yer değiştirmenin meydana geldiği anlamına
gelmiyor.
Bu, yine IPG grubuyla yaptığımız ve şimdi Nature’da yayınlanmakta olan bir makale.
Bu da yine Eylül ayında üretilen bir çalışma. Bu çalışmada iki şey var: Burada
gördüğünüz gibi 1719’dan 1799 öncesi veya sonrasına ait bütün depremlerin kırılma
stresinin modellenmesi var; artı, bu fayın üzerine, bu kuzey kolunun üzerine 2
santimlik bir yer değiştirme koyduğunuz zaman yıllık, onları 300 sene biriktirdiğiniz
zaman, nerelerde stresin arttığını gösteriyor. Bu ikisini; hem yıllık stres artışını, hem
de meydana gelen depremleri, 300 yılda meydana gelen önemli depremleri bir araya
koyduğunuzda, 1999 17 Ağustos öncesi karşımıza şöyle bir resim çıkıyor.
Burada gördüğünüz gibi, İzmit çevresinde önemli bir stres artışı var ki, bu stres artışı
bu 1939-1967 göçünden de kaynaklanıyor. Özellikle 17 Ağustos depremi sonrasına
geldiğinizde, gördüğünüz gibi Marmara’nın içinde yine bir taraftan 1912 depreminin
49
arttırdığı bir stres var, bir taraftan 17 Ağustos depreminin arttırdığı bir stres var;
bunların da toplam alanı Marmara’nın içinde bir stres artışını getiriyor. Bunun yanı
sıra, burada gördüğünüz şu mor alan; yani Bursa, Mustafa Kemal Paşa, İznik, İzmit’i
de kapsayan önemli bir alanda gerilimin azalması söz konusu. Bu, Güney
Marmara’nın önemli bir kısmı için de geçerli. Diğer alanlarda da fayların hareket
hızına baktığımızda, özellikle güney koluna baktığımızda, demin de söylediğim gibi,
buradaki hareket hızları yılda 1-2 milimetre. Bunun da anlamı; burada bin sene, 2 bin
senede bir bir deprem oluyor. Kuzey koluyla karşılaştırdığımızda, kuzey kol
bunlardan daha büyük bir aktiviteye sahip.
Bu aktiviteyi biz, şimdiye kadar yaptığımız ATI’nın bu Marmara çevresindeki GPS
ölçümleri, bizim MIT başladığımız, daha sonra ATI’nın 1996’ya kadar devam ettiği,
sonra yine MIT ile Harita Genel Komutanlığının ve yine TÜBİTAK’la ortak yaptığımız
bir proje sonucunda geliştirildi ve 1996 yılından itibaren şu önemli veri ortaya çıktı: Bu
gördüğünüz vektörlere baktığımızda; bu vektörler bize şunu anlatıyor: Marmara’daki
bu fayın hızı yıllık yaklaşık 24-25 milimetre; bunun da en azından 20 milimetresi
kuzey kolu tarafından alınıyor, geriye kalan 3-4 milimetresi de güneydeki iki kol
tarafından alınıyor. Bu veri bizim için son derece önemli bir veriydi; çünkü biz, daha
önceleri Marmara içindeki fayların hızlarını -jeolojik olarak baktığımızda, ben de dahil-
daha düşük buluyorduk. Sismik olarak ortaya koyduğumuzda; onların da çok kısa bir
dönem sismik aktivitesine hakim olduğumuz için, ne olduğunu bilmiyorduk. Ancak
bizim için bu veri, Marmara içindeki deprem riskinin anlaşılması için son derece
önemliydi. 1997 senesinden sonra, özellikle bu ölçümlerden sonra, buradaki riskin
İzmit Körfezi dahil, Marmara içinde önemli bir risk olduğunu daha yüksek sesle
söyleme imkânı bulduk, elimizde veri vardı.
Yine elimizdeki somut verilerden bir tanesi, yine 1991 yılında Ambreseys ve Finkel’in
yayınladığı bu tarihsel depremler, Marmara’daki 2000 senelik tarihsel depremlerle
ilgiliydi. Bu tarihsel depremlere baktığımızda, bu tarihsel depremlerin önemli bir
kısmının kuzey kolu üzerinde meydana geldiği ortaya çıkıyordu. Bu da GPS verisiyle
benzer ve uyumlu bur sonuç veriyordu; yani bu iki veriyi ortaya koyduğumuzda,
kuzey kol önemli depremler üretiyor ve bunları sık meydana getiriyor, güney
kollardaki aktivitede daha az anlamına geliyordu.
50
Son 300 yıla baktığımızda, 1700’lerden günümüze geldiğimizde, karşımıza şu resim
çıkıyor: 1700’lerde bildiğiniz gibi, bu depremden sonra da sıkça konuşulan 1719
depremi, 1754, 1766 Mayıs ve 1766 Ağustos diye üç arayla iki tane de meydana
geldi. Böylece 4 deprem de Marmara’nın kuzey kolunun, İzmit Körfezi veyahut da
Gölyaka-Akyazı deyin, o kesimlerden Saros Körfezine kadar bir deprem göçüyle
hareket ettiği ortaya çıkıyordu. 1800’lere geldiğinizde; 1754 depreminin benzeri, 1894
depremi meydana gelmiş. Hepimizin son İstanbul depremi olarak tanıdığı 1894
depremi, -biraz sonra da söyleyeceğim- önemli depremlerden, kilit depremlerden bir
tanesi. Bu, Adalar artı Hersek, bunlar arasında meydana geldiğini ben şahsen
düşünüyorum. Çünkü bu hasar dağılımına baktığımızda, hem Sapanca’ya kadar,
Adapazarı’na kadar etkilemesi, oraya bir yön vermesi; artı İstanbul’u da etkilemesi,
hatta bu depremden daha fazla etkilemesi, en azından bana bu depremin o
civarlarda veya o fay parçalarını etkilediğini gösteriyor.
Bu yüzyıla geldiğimizde, karşımıza, -burada gördüğünüz gibi- Düzce depremi 1967,
1943; 17 Ağustos’u koyduğumuzda, bu Hersek Deltası veyahut da AKSA’nın
bulunduğu deltaya kadar geliyoruz. Burada da 1912 depremi burada küçümsenmiş
vaziyette. Bu deprem belki bu Saros Körfezinin içlerinden Marmara Denizinin içlerine
kadar uzanan yine 7.4 büyüklüğünde... Erhan ve Serdar’la son depremden önce
yaptığımız çalışmalarda biz bunun üzerinde 4,5-5 metrelik yer değiştirmeler meydana
geldiğini bulduk; ki bu da yine 17 Ağustos depremiyle benzer miktarlarda yer
değiştirmeyi gösteriyor. Yani bu depremi biraz daha denizin içerisine uzattığımızda,
gördüğünüz gibi şu orta kısımda önemli bir deprem yok, en azından bu yüzyıl için.
Tabii ki bunların hepsine, demin bahsettiğim gibi, bir bütçe açısından baktığımızda,
karşımıza böyle bir tablo çıkıyor. 1700’leri ele aldığımızda, doğu kısmında 1668
depremi var, önemli bir deprem, belki Kuzey Anadolu Fayında ve Anadolu’da
meydana gelmiş deprem olarak son 3-4 yüzyılın en büyük depremi. 1668’i buraya
koymadım; ama şu kısmında da 1668 var. Sonra 1719, 1754, 1766 Mayıs, 1766
Ağustos dediğiniz zaman, Marmara’yı 3-4 metrelik bir yer değiştirmeyle
geçebiliyorsunuz. Daha sonra bu yüzyıla geldiğinizde, 1944 depremini doğuya
uzatabilirsiniz. 1944 depremi, 12 Kasım depremi şuradaki boşluğu dolduruyor, 1957
ve 1967’nin arasındaki boşluğu dolduruyor; 17 Ağustos depremi bu kısmı dolduruyor,
1894 depremi bu arada.
51
1894 depremi, bize Yalova için iki tane olasılık getiriyor. Bir tanesi; eğer deprem bu
kısımda olmuşsa, günümüze kadar burada iki metrelik bir birikim söz konusu. Bu da
eğer bugün olursa 6.9-7 büyüklüğündeki bir depreme karşılık gelir. Bu 2 metrelik
birikim yeterli olmayabilir, 3-4 metreye doğru gidebilir; bu da 50-100 sene arasında
değişen bir zaman getirir, yani bu 3-4 metreye eriştiği zaman, 50-100 sene sonra
olabilir; yani böyle bir iki olasılık getiriyor. O açıdan bunun çözülmesi gerekiyor; yani
bu depremin çok iyi anlaşılması gerekiyor. Ama şu anda da gayet rahatlıkla
söyleyebilirim ki, bu fayın hangi seçeneği kullanacağını hiçbir kimse bilmiyor, bunun
bilinmesi mümkün değil. Ancak, bunun yanı sıra, daha doğuya gittiğinizde, 7.4
büyüklüğünde, 4-5 metrelik atımların meydana geldiği 1912 depremi var; ama
Marmara’nın içine geldiğiniz zaman, en son deprem 1766’da, 234 yıl geçmiş
durumda. 234 yılı 2 santimle çarptığınızda, orada 4.7 metre birikim var ve bu da şu
anda olsa, 7.4 büyüklüğünde bir depreme karşılık gelir. Bu 30-40 sene daha
beklediği taktirde 5,5 metreye çıkıyor; o zaman da 7.5 büyüklüğündeki bir depreme
karşılık gelir. Yani bu, İstanbul’u tehdit eden, Marmara’nın içinde risk dediğimiz bu
kadar açık bir şey.
Sözlerimi bitirmeden önce, iki şey söylemek istiyorum: Burada biliyorsunuz medya,
toplum, belki bürokratların bir kısmı yanlış yönde hareket ediyor, buna yerbilimcilerin
bir kısmı da dahil. Yanlış da şu: Marmara Denizinin içindeki bu risk bu kadar
belirginken, fayın nereden geçtiği, nasıl geçtiği; iki segment mi, üç segment mi olduğu
çok önemli değil. Bu çalışmalar yapılsın, bu çalışmalar yapılmasın demiyorum.
Depremlerin önceden haber verilmesiyle ilgili çalışmalar da yapılsın, bunlar yürüsün;
ama oturup bunların sonucu beklenmesin, yani bunların sonucunu beklemek zaman
kaybından başka bir şey değil. Burada açıkça bir risk var; burada gördüğünüz gibi, şu
koridorun içinden, 20 kilometre genişliğinde bir koridorun içinden, ama şöyle, ama
böyle bu fay geçiyor.
Bu fay, geçmişte İstanbul’u yıkan, 2000 yılda 1766 dahil birçok depremi oluşturmuş.
Yani bu riski kabul edip, bir an önce bizim bu İstanbul başta olmak üzere, Marmara
çevresindeki kötü bina stokunu iyileştirmemiz gerekiyor ve bu çalışmaların sonucunu
beklemeden buna girişmemiz gerekiyor. Demin de size söylediğim gibi, buradaki risk,
yapılan ölçümler sonucunda apaçık ortada. Burada bence en büyük kayıp, bütün bu
52
çalışmalara ağırlık verip, bu çalışmalardan deprem riski çıkmayacak veya küçülecek
diye bir sonuç beklemek son derece yanlış, vakit kaybından öte bir şey değil, bizim
de bu gelecek olan depremi en zayıf karşılamamız anlamına geliyor; bu olmuş
depremlerden, ölen insanlardan, yıkılan binalardan hiç ders almamamız anlamına
geliyor. Bu yanlışı yapmamamız gerekiyor. Bu konuda herkesin duyarlı olması ve bu
konuda belki herkesin bu konuyu tartışmayı gerekiyor ve bu işlere bir an önce
başlanması gerektiği düşüncesindeyim.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Barka’ya biz de bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Böylece Deprem Oturumunun sunum bölümleri bitmiş oldu. Şimdi bu konuşmalar
çerçevesinde, “özellikle yerbilimleri açısından Türkiye genelinde neredeyiz,
yerbilimleri gerçek anlamda tüm yapılaşmada yerini alabiliyor mu, alması için neler
yapılmalı” gibi konularda deprem sorununu tartışmaya açıyorum. Tartışma için
yaklaşık bir saat süremiz var, gerekirse bir miktar daha uzatılabilir. Burada iki tane
yöntem izleyelim: Eğer olanaklıysa, bir arkadaşımız soru soran arkadaşlara,
meslektaşlarımıza mikrofonu iletsinler. Bu olanak yoksa, soru soracak arkadaşımız,
kürsüye kadar gelip sorusunu sorup, dinledikten sonra, bir başka arkadaşımız aynı
yolu izleyebilir. Mikrofon olduğuna göre birinci yolu izliyoruz. Ayrıca soru soracak
arkadaşlarımız, tartışmaya başlayacak arkadaşlarımız, eğer yazılı olarak da
sorularını bizlere iletirlerse, buradaki katkıyı şu anda burada bulunmayanlara da
iletme şansımız olacaktır. Dolayısıyla onlardan da böyle bir ricada bulunuyorum;
soracağı soruları lütfen bir kâğıda yazıp versinler. Ama kendileri zaten sözlü olarak
da sorularını sorabileceklerdir. Bir de soru soracak arkadaşımız, burada sorusunun
kimin yanıtlamasını beklediğini de belirtirse memnun oluruz.
Evet, tartışmayı açıyorum.
ZÜHAL YAZICI (TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Genel Sekreteri)- Bu soruyu
yanıtlamasını Sayın Barka’dan isteyeceğim: Sayın Barka, biraz önce, bir depreme
hazırlıklı olmamız konusunda uyardı. Aslında 1990 ve 2000’li yılları, Birleşmiş
Milletlerde, “Dünya Deprem, Doğal Afetlerin Zararlarını Azaltma Yılı” olarak kabul
53
edilmişti ve ülkemiz de 42. toplantısında bu konuya imzayı koymuştu. Ancak, bu
geçen 10 yıllık süreç içinde ülkemizde görevlerinin tam yerine getirilmediğini
görüyoruz ve Türkiye sanayii -ben tabii biraz da sanayiyle ilişkilendirerek soracağım-
Kuzey Anadolu Fay hattı boyunca sıralanmıştı; 17 Ağustos depremi sonrasında
yaşadığımız bir TÜPRAŞ yangını, bir AKSA Akrilik Kimya’da akronil nitril sızıntısı ve
bunları arttırabiliriz. Gerçekten orada bir sanayi profiline baktığımız zaman, tüm
sanayide belirli ölçüde zararların meydana geldiği, bir gerçek. Ama gördüğümüz
ölçüde, o sanayinin oradan taşınmasının mümkün olamayacağı veya onların ne
şekilde rehabilite edileceği; çünkü sanayileşme, yanında yanlış kentleşmeyi de
beraberinde getiriyor, bu ülkemizin acı bir gerçeği.
Ben yine bir konuya gelmek istiyorum: Belki basının yanlış tanıtımıdır; Ford Fabrikası
Genel Müdürünün geçen gün İzmit Fabrikasıyla ilgili bir açıklaması vardı ve
fabrikanın orada yapılabileceği konusunda sizin bir raporunuzun olduğu açıklandı.
Ben bu konuda sizin bakış açınızı tekrar isteyeceğim. Çünkü sanayileşmenin daha
farklı bir şekilde yapılması gerekliliğini düşünüyoruz; mesleğimiz adına, özellikle
kimyasal risklerin doğal afetlerden bazen daha çok tahripkâr olduğu düşüncesindeyiz.
Bir yanıtlarsanız seviniriz. Bu konuda Türkiye sanayiinin yerleşimi hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- Aslında konuşmamın devamı olarak -hem size yanıt
olarak- iki şey daha söylemek istiyorum: Bir tanesi; biliyorsunuz herkes, “deprem ne
zaman olacak” sorusuna cevap arıyor. Bu, bence olayı çok ucuz çözme yolunda
üretilmiş bir düşünce. Yerbilimleri açısından bütün dünyada baktığınız zaman,
depremlerin önceden verilmesi şu an mümkün değil. Belki bir-iki depremde mümkün
olmuş; fakat öyle açık seçik bir önceden depremi haber veren bir sistem veyahut da
bir biliş yok ve bunun ne kadar süre alacağı da bilinmiyor. Yani önümüzdeki 10-20
seneyi de alabilir, belki gelecek seneyi alabilir, belki biz Marmara’da bir şey kurarsak
bizim de şansımız olabilir; ama bu havada. Yalnız, en azından burada doğru dürüst
yapmayı bildiğimiz bir şey var; o da depreme dayanıklı bina yapılması mühendislik
açısından mümkün.
54
Biz, oturup, bilmediğimiz bir konuda bütün kaderimizi ona bağlayacağımıza,
kaderimizi iyi bildiğimiz bir konuda, yani doğru dürüst bina yapıp içinde oturmaya
bağlarsak, -ki, bu şimdiye kadar yapılmadı, buna fabrikalar da dahil olmak üzere-
bunun elden geçirilmesi gerekiyor. Bunun için devletin de devreye girmesi gerekiyor
ve bunu organize etmesi gerekiyor; yani burada kanun yapıcı ve arabulucu olarak,
kredi veren bir rol oynayacak devlet. Bu, son derece önemli bir konu; yani elinizdeki
kötü bina stokunun en kısa zamanda yenilenmesi gerekiyor. Biz, buna bugün
başlarsak, 10 sene içinde 10-15 milyonu, belki 20 milyona varan bir nüfusu emniyete
almış olabiliriz. Ama dileyelim ki, bu deprem 10 sene sonra gelsin; bu işler bittikten
sonra, bu nüfusu kurtardıktan veya bu deprem zararını azalttıktan sonra gelsin.
Ancak, bizim için her gün bir kayıp; buna bir an önce başlanılması gerekiyor. Biz ona
gitmiyoruz; “acaba bu gelecek depremi önceden haber verebilir miyiz” diye
yerbilimcilere yükleniyoruz. Bunun cevabı hayır, bilmiyoruz; belki veririz, belki
vermeyiz, ama somut olarak bildiğimiz konuya girmemiz gerekiyor.
Ford olayına gelince, Ford olayında biz orada Amerikalı bir grupla, yani bu konuda
dünyanın en tanınmış uzmanlarından biriyle çalıştım. Orada ortaya çıkan resim şu:
Tamam, Ford’un sadece bir tane binasında hasar vardı, önemli hasar vardı. O bina
da faya çok yakın ve fayın büküm yaptığı yerlerden bir tanesinde bu bizim tavan
bloğu dediğimiz bloğun içine doğru uzanan kısa bir kırığın üzerinde yer almıştı.
Burada bizim önerimiz şu oldu; daha doğrusu şöyle diyeyim: Burada bir fabrika
kalsın ya da gitsin; buna biz karar vermiyoruz, yerbilimleri açısından olasılıkları ortaya
koyuyoruz. Fabrikanın kalması ya da gitmesine, onun mühendisleri tarafından, diğer
proje yapan inşaat mühendisleri, zemin mekanikçileri veyahut da zeminciler, artı
fabrikanın sahipleri tarafından karar veriliyor. Yani yerbilimleri olarak buna karar
vermiyoruz, “fabrika burada kalsın” demiyoruz; ama biz olasılıkları ortaya koyuyoruz.
O olasılıklar da şöyle sıralandı:
Buradaki yaptığımız hendeklerde şunu elde ettik: En son oradaki meydana gelen
faylanmanın 1719’da ve 1509’da meydana geldiğini gördük; yani arada 200-250
senelik periyotlarda oralarda böyle bir faylanma meydana geldiğini tespit ettik. Yani
bir daha Ford’un küt diye 2 metre düşmesi için, aradan 200-250 sene geçmesi
gerekiyor. Diğer bir olasılık da; daha uzakta meydana gelebilecek depremler var.
Mesela o zamanki, yani çalıştığımız dönemde, orada önemli bir artçı meydana
55
gelmemişti. Ford’un oturduğu alanda o artçının meydana getireceği bir deformasyon
olabilir. İkincisi de, İzmit Körfezinin devamı olarak; yani 1894 depremi gibi meydana
gelebilecek bir depremin Ford’un orada meydana getireceği yer sarsıntısından
oluşacak bir deformasyon var, bunları tarif ettik, bu olasılıkları ortaya koyduk. Bunlar,
bu olasılıkları aldı, mühendislere verdi; mühendisler de bu olasılıkları mühendislik
olarak karşılayacaklarını kabul ettiler, orada fabrika yönetimi de kalmaya karar verdi.
Benim görevim buydu.
Şunu söyleyeyim, herkes buradayken söylememde yarar var: Biz, bilim adamı olarak
bir şeyin kalması, gitmesine karar veremeyiz. Mesela ben, eğer Akkuyu Nükleer
Santral işine girersem, Akkuyu’da nükleer santral kurulması beni ilgilendirmiyor.
Orada beni ilgilendiren; Akkuyu’nun gerçekten bir deprem aktivitesini, deprem riskini
ortaya koymak. Bunu ortaya koyarken, ne TEAŞ’a doğru bir yönelim, ne de yeşilcilere
doğru bir yönelim benim içimde yer almaz. Ben, bunu dürüst olarak bütün bilgim
çerçevesinde en doğrusunu ortaya koyup, ben arada çekilirim. Bunun kararını TEAŞ
veya yeşiller arasındaki savaş verir, o beni ilgilendirmez. Yani bilim adamı olarak
benim pozisyonum, en doğruyu ortaya koymak; riski abartmadan veya küçültmeden
gerçeğini ortaya koymak.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Mümkünse tek soru sorarsanız memnun olacağız; çünkü çok katılımcı var, çok soru
gelecek.
NİHAT AKDOĞAN (MTA Jeofizik Dairesi)- Panele bir katkı koymak istiyorum: Sayın
Aykut Barka, gerçi konuşmasının en sonunda, Marmara Denizi içerisinde fayların
tespitinin çok önemli olmadığını, bundan sonraki yapılacak çalışmaların daha önemli,
daha gerekli olduğunu söyledi. Benim sorum, Sayın Aykut Barka ve Emin
Demirbağ’a: Marmara Bölgesinde MTA Sismik 1 Gemisiyle derin sismik çalışmaları
yapılıyor, bu türlü sismik çalışmaların sonucu bekleniyor ve bir yerde Emin Demirbağ
dedi ki, “Biz, bu sismik profilleri, ölçeceğimiz batimetrik değerlere dizayn etmemiz
gerek.” Halbuki 1980’li yıllarda ülkemizde 15 yıl boyunca havadan uçakla uçularak 70
metre nokta aralıklı, 500 metre profil aralıklı manyetik ölçümler alındı. Şimdi bu
ölçümler hiçbir zaman, sadece bir Ahmet Mete Işıkara bir ara “yer manyetik alanın
bilinmesi gerekli, bilinirse faydalı olur” diye söyledi. Ben, eğer müsaade ederseniz,
56
çok kısa bu slaydımı göstermek istiyorum, ondan sonra sorumu yine Sayın Emir
Demirbağ’a soracağım: Acaba topografyaya göre mi derse daha iyi olur, yoksa bu
manyetik anomallere göre verse mi daha iyi olur?
İstanbul’un yakınında gördüğünüz gibi, denizin içerisinde manyetik değer gösteren
büyük bir blok var. Bunlar, Marmara’nın güney kolunu gösteriyor, denizin ortasında
da büyük bir yükselim var. Bu verilere göre, sismik hatların atılıp bunların kontrol
edilmesi bizi daha iyi sonuçlara götürmez mi?
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Buyurun Emin bey.
Doç. Dr. EMİN DEMİRBAĞ- Söylediklerinize katılıyorum, yüzde 100 katılıyorum.
Ayrıca bu haritaya baktığım zaman, şu sıralarda Deniz Kuvvetlerinin yürütmekte
olduğu çok beam’li batimetrik çalışma devam ediyor. Onun bir parçası sadece
elimde, ama burada yanımda değil; yani henüz size gösterme durumunda değilim.
Ancak, şurada gördüğümüz, mesela Ganos fayının olduğu yerden doğuya doğru
uzanan bir kırmızılık var. Bu, yüksek manyetik anomale olduğunu sözünü ettiğiniz
yer. Burada önemli bir batimetrik veride de önemli bir anomali var; yani doğu-batı
istikametinde giden önemli bir morfolojik yarık var, öyle söyleyeyim. Yani ikisini
birlikte değerlendirmek gerektiğine katılıyorum; size katılmamak elde değil, doğru.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- Bu veri, son derece önemli bir veri; ama bu veriden, fayın
birebir yerini bulmak mümkün değil. Ancak, bunun batimetriyle birlikte
değerlendirdiğimizde, bence bu verinin de son derece önem kazanması söz konusu.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
ERHAN ALTUNEL (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)- Sorum, Ramazan
Demirtaş’a: Siz, paneldeki konuşmanızda, sabahki konuşmanıza da atıf yaparak bazı
şeyler söylediniz. Dolayısıyla sorumun içerisine sabahki konuşmanıza da yönelik bir
şeyler söylemek istiyorum. Örneğin yüzey kırıklarından bahsederken, “gerçek atım
ölçemiyoruz” dediniz. Öğleden sonra da şiddet skalalarını gösterirken ya da eşşiddet
57
eğrilerini gösterirken, onların gerçeği yansıtmadığını söylediniz. Tamamen bu
konuyla ilgili çalışanlar aslında bunun böyle olduğunu biliyorlar. Bizim gerçek
yorumlar yapabilmemiz için gerçek değerlere ihtiyacımız var. Dolayısıyla
konuşmanızın sonunda, acaba sizin gerçek değeri elde etmek için bir öneriniz var mı;
öyle bir şey bekledim. Belki süre yetmedi; ama varsa eğer, şimdi açıklayabilir
misiniz?
Teşekkür ederim.
RAMAZAN DEMİRTAŞ- Teşekkür ederim.
Gerçi sabah biraz bahsetmiştim; ama aslında kendimi bu olayın dışında bırakmadım,
“ben de aynı hatayı yapıyorum” dedim. Buraya dikkat ederseniz, biraz önce Aykut
Barka da aynı konuyu bahsetti. Burada bir fayın doğrultusu var; eğim bileşenini
dikkate almazsanız, eğer doğrultu atımı olarak kabul ederseniz, sanki ölçtüğünüz
atımı veriyor gibi, gerçek değeri veriyor gibi. Ancak, eğer bir düşey atım olursa, -ki,
Düzce’de doğrultu atımlı fayların da önemli bir düşen bileşeninin olduğunu biliyoruz,
ben burada sadece örnek olarak verdim- 20 derecelik bir kayma çiziği varsa ve eğer
çizgisel yapılar bir bütün olarak aldığınız zaman; Aykut beyin de dediği gibi sadece
nokta olarak almazsanız ve 90 dereceyle gelen yolla 40 derece ya da 20 dereceyle
gelen yolu milimetrik kâğıt üzerine eğim derecesini de koyarak farklı atım değerleri
elde ettiğimizi gördük. Burada baktığınız zaman, eğim atımlı bileşenin ne kadar
önemli olduğunu; yani yüzey geometrisinin ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz.
90 derecelik bir açıyla gelen yolda 50 milimetrelik bir yanal atım varken, 40 derecelik
bir şeyde 26 milimetrelik kayma çiziğine paralel bir yolda ise herhangi bir yanal atımın
olmadığını; dolayısıyla bundan sonra yapacağımız arazi çalışmalarında, yolun
doğrultusunda -Aykut beyin de dediği gibi- teodolit kullanılarak onu da almakta yarar
var. Bir anlamda size, kısa bir mesafe içerisinde farklı açılarla gelen yollarda ne kadar
farklı atımlar ölçtüğümüzü gösteriyor.
ERHAN ALTUNEL- Örneğin bir alüvyona gittiğiniz zaman, gerçek değeri elde etmek
için şöyle bir şey kullanmanız gerekecek. Eğer elimizde böyle bir şey yoksa ne
yapacağız; yani litolojiye bağlı olarak değişimler için bir öneriniz var mı, onu
soruyorum esas; çünkü bunu zaten sabahki konuşmanızda izlemiştim, onu
görmüştüm, o konuda problem yok.
58
RAMAZAN DEMİRTAŞ- Yani bir faktör, bu yüzey geometrisi; diğer bir faktör de
gevşek zeminler, kayadaki ötelenmeleri yansıtmadığı. Ancak, bunun için önerilmiş bir
şeyim de yok. Eğer sizin varsa, katkı da koyabilirsiniz; benim söyleyeceğim bir şey
yok. Ancak, kayadan ölçebiliyorsanız, gerçek değere biraz daha yaklaşıyorsunuz
demektir.
NACİ PÜLGE (Türkiye Petrolleri)- Emin beye soracağım: Kocaeli Körfezinin
Marmara’ya açıldığı yerde son bir kesit göstermişsiniz. Ben yanlış mı anladım;
şuradaki sediman kalınlığıyla şuradaki sedimant kalınlığının farklılığını yanal atımla
izah ettiniz. Peki şuradaki bu kıvrımı neyle izah ediyorsunuz? Ben, size o zaman
söyleyeyim: Bu tamamen düşey atımın ürünü. Bu çökelme sırasında fay atımının
aktivitesini gösteriyor; yani düşey yönde büyük bir atımın olduğunu gösteriyor. Siz,
bunu başka bir yerden bunun karşısına getiriyorsanız, bunun nerede
sedimantasyona uğradığını ve ne kadar mesafeden taşınarak bunun karşısına
geldiğini izah etmeniz lazım. Bana göre, burada görünen, şunlar difraction ve
şuradan sonra düşey atım oldukça zayıflamış, şurada çok büyük bir düşey atım
görünüyor. Fayın gidişi de şu şekilde görünüyor: Yine İzmit Körfezinin en
başlangıcında, doğusunda attığınız kesit var. Orada da batimetrik haritayla izah
etmeye çalıştınız. Denizin dibindeki bir fay atımının, esas ana fayın nerede olduğunu,
nereye doğru gittiğini göstermek gerekir; çünkü deprem orada meydana geliyor,
burada meydana gelmiyor. Bunun düşey ölçeğini çok aştığınız için, buradaki kaliteler
bozulmuş.
Bir de şunu soracaktım; yani kablonuzun uzunluğu ne kadardı? Bu kadar dar alanda
ne kadar SBP elde ettiniz?
OTURUM BAŞKANI- Yanıtlamak isteyen var mı?
RAMAZAN DEMİRTAŞ- Ben kısaca şöyle özetleyeyim: Biz, genelde fay düzlemi
çözümleri yaptığımız zaman, benzer büyüklükteki; yani benzer Richter Ölçeğine göre
7.0 ve daha büyük büyüklükteki depremlerin fay düzlemi çözümlere baktığımız
zaman, genelde bindirme türü faylanma mekanizmalarında daha büyük enerji, daha
sonraki ikinci büyük enerji ise doğrultu atımlı faylanma mekanizmalarında ve nispeten
59
daha az olanı da normal faylanmalarda görüyoruz. Ancak, normal faylanmaların
kırığın uzunluğuyla, doğrultu atımlı faylanmalarla ilişkisi var. Birebir ölçeklediğimiz
zaman, kısmen zayıflatıyor; ama eğer yanıt olacaksa, sırf sismik moment enerji
dağılımından gördüğüm şey bu.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- Burada fayın doğrultu atımlı olması, fay boyunca dar bir
elips şeklinde hasar dağılımını gösteriyor. Bu İzmit depreminde de -ben yokken
herhalde Ramazan göstermiştir- eğer faya normal bileşen koyduğunuz zaman, hasar
dağılımı düşen blok tarafında daha artıyor, daha genişleyerek hareket ediyor. Eğer
Adaların güneyine eğer bir fay koyup, o fayı çalıştırdığınız taktirde, o fayın daha çok
güney kısmında; yani denize olan kısmında hasarın daha fazla olması bekleniyor ki,
orası da deniz zaten. Yani düşey bileşeni koyduğunuz zaman, yani normal bileşeni
koyduğunuz zaman, o tür etkiler de görülüyor. Belki bu da alansal olarak daha fazla
yayılım getiriyor; ama denizi doğru yayılım getirdiği için, fazla bir farkı olacağını
zannetmiyorum.
OTURUM BAŞKANI- Yanıt yeterli mi sizce?
Genel olarak baktığımızda, Kuzey Anadolu Fay Zonu üzerinde tamamen doğrultu
atımlı bir fay ya da fay zonu değil. Bu oran -yaklaşık olarak söylüyorum- 1/20
kilometre. 1 kilometre düşey normal bileşeni varsa, 20 kilometre de yanal bileşeni
var. Dolayısıyla bunu normal fay diye değil, tabii doğal olarak doğrultu atımlı fay diye
değerlendireceğiz. Genel olarak Marmara çevresinde bu oran biraz daha artıyor, yani
normal bileşeni biraz daha artıyor. Aslında doğrultu atımlı fayların geliştirmiş olduğu
tüm pul-apart havzalarda, çöküntü alanlarda, Erzincan’da da olduğu gibi, diğer
yerlere göre normal bileşen daha fazla. Dolayısıyla normal faylarda hasarın artma
miktarı ya da etkileme miktarı, düşen blok üzerinde. Düşen blok üzerinde kurulu
bütün yapılarda, öbürüne oranla daha fazla hasar beklenir.
Bu açıdan bakıldığı zaman; Marmara’da ya da Sapanca çukurluğu, İzmit Körfezi,
gelecekte Marmara... Tabii hangi kesimin aşağıya düştüğünü, aşağı yukarı karadaki
kısmı biliyoruz; yani normal bileşenin hangi yönde geliştiğini biliyoruz; örneğin
Sakarya’da olduğu gibi, Gölcük’te olduğu gibi. Orada hasar var, çünkü kuzeye doğru
genelde bir düşme var orada; 1.2 kilometre gibi, tüm fayın gelişim süreci içerisinde bir
60
düşme var. Özetle; evet, normal bileşenin bulunması, o normal bileşenin hareket
yönünde; yani düşen blok üzerindeki yapılaşmada, diğerine oranla bir miktar daha
fazla hasar yapar.
Buyurun.
BÜLENT COŞKUN (Ankara Üniversitesi)- Sorumu Emin beye soracağım: Bir
topografya haritası gösterdiniz. Burada iki tane kırık zon var, tamam bunları
görüyoruz. Ancak, benim gördüğüm kadarıyla, bu kırık zona dik olarak, Derince’nin
altından buna dik olarak başka bir fay zonu var gibi gözüküyor. Acaba böyle bir fay
var mı? Yani bu fay olursa, İstanbul için herhangi bir tehlike olmaz mı? Siz bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz; bir fay zonu mudur, yoksa bir sismik kesitlerin meydana
getirdiği herhangi bir hata mıdır bu?
OTURUM BAŞKANI- Emin bey, onu lazerle gösterir misiniz; çünkü izleyicilerin
bazıları neden bahsedildiğini görememiş olabilir.
Doç. Dr. EMİN DEMİRBAĞ- Fay yok.
BÜLENT COŞKUN- Fay yok diyorsunuz. Peki, teşekkürler.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- İkincisi de Emin’in burada gösterdiği iki tane fay, Kuzey
Anadolu Fayının ana çizgisi değil bence. Oradaki iki tane normal fayı gösteriyor ki, o
da Karamürsel basenin kuzey kenarını şekillendiren iki tane normal fay. Yani bu, 17
Ağustosta kırılan parçalar değil, ana fayı göstermiyor.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim.
Buyurun.
AZİZ ERTUNÇ- (Çukurova Üniversitesi)- Çok değerli jeolog arkadaşlarımız, bu
depremden sonra televizyona çıktılar, çok güzel şeyler söylediler. Kendilerinin
değerleri bizce zaten malum, biliyoruz, tersini söylemek mümkün değil. Bu arada bazı
arkadaşlarımız Hülya Avşar Şov’lara da çıktılar, o da ayrı bir konu. Ancak, biz burada
61
özellikle -kalabalık dağılmadan ısrarla söz almak istedim- burada şunu gözden
kaçırıyoruz gibi geliyor bana: Sadece olay, Kuzey Anadolu Fayının izlenmesi değildir.
Olayın bir de uygulamalı jeoloji boyutu vardır ki, biz bugüne kadar sustuk; ama
mesela biraz önce Aykut bey dedi ki, “Benim fayım, burası ilgilendirir; gerisini inşaat
mühendisleri vesaire yapar.” Hayır, öyle değil; uygulamalı jeoloji boyutlarını ele
almamız lazım ve bugüne kadar ihmal edilmiş olan jeoloji mühendislerinin bu
konudaki çalışma alanlarının çok geniş olduğunun sizler tarafından da
vurgulanmasını arzu ediyoruz.
Bugüne kadar pek çok değerli meslektaşımız, sevgili öğrencilerimiz, konularının
dışında alanlarda çalışmak zorunda kaldılar. Jeoloji mühendislerinin önemli bir
çalışma alanı olabilecek böyle bir konuda sizlerin daha etkili konuşmalarını bekliyoruz
ve meslektaşlarımızın da bu konuya iyice eğilmesini istiyorum. Şu ana kadar gerek
konuşmacılardan, gerek soru soranlardan böyle bir şeyler bekledim, bunu
göremedim; ama bunun üzerinde de özellikle bastıra bastıra durulmasını istiyorum.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Sayın Aziz Ertunç’a ben de teşekkür ediyorum. Tabii
katılmamak elde değil. Aziz bey bizi tanır, buradaki arkadaşlar da tanır; biz buraya ilk
defa çıkmıyoruz. Aşağı yukarı 1970’lerden beri bu soruyu çok değişik platformlarda;
yani jeolojinin nerede olması gerektiği, yerinin neresi olduğu, katkısının ne olduğunu,
diğer meslek dallarıyla, o dallardaki uzmanlarla tartışarak geldik. Ancak, bu
depremlerden sonra ve bu depremler sırasında jeolojiyi artık toplumun önemli bir
kesimi öğrendi. Bütün bunlara bir açıklık getireceğiz ve hangi platformlarda şu anda
yerbilimleri nasıl tartışılıyor, yerbilimlerinin yerinin neresi olduğunu en yetkili
alanlardan; yani sadece okullarda değil, hükümet içinde ve bakanlıklarda nasıl
savunulduğunu ve 2 Eylül Yönetmeliğinin o haliyle bile nasıl çıktığını biz çok
yakından izliyoruz ve onların içinde de yer aldık. Onun için konuşmamı daha sonraya
bırakmıştım, yine öyle yapacağım; burada meslektaşlarımızın meraklarını gidermek
için, kendi sorularını, kendi açılarından merak ettiklerini sorsunlar, yanıtını alsınlar; en
sonunda genel bir değerlendirme, yani yerbilimleri şimdiye kadar ne yaptı, bundan
sonra kısa ve uzun vadede ne yapması gerekiyor, bu konuda da görüşlerimizi
bildireceğim.
62
Ben teşekkür ediyorum ve soru bekliyorum.
Buyurun.
SALONDAN- ...iki tane öngörüsü olduğunu; bunlardan bir tanesinin 12 Kasım
depremini ortaya çıkartan Düzce fayının stres birikimi, bir diğerinin de Hendek-Akyazı
arasındaki sismik boşluğu kastettiğini biliyoruz. Bu 12 Kasım gerçekleşti; ikinci konu
üzerinde kendilerinin görüşlerini alabilirsem çok memnun olurum.
Teşekkürler.
ÖMER EMRE- Yalnız soruda anlaşılmaz bir taraf var veyahut da düzelteyim: O
konuşmada benim bahsettiğim Hendek fayı, Hendek-Akyazı arasında değildir;
Adapazarı’nın güneydoğusundan başlayıp Yığılca’ya doğru uzanan, batıda sağ yönü
doğrultu atımlı, Düzce’nin kuzeyinde ise bindirme nitelikte olan faydan bahsediyorum.
Yani Hendek-Akyazı arasında değil, yeri yanlış; dolayısıyla o sismik boşluk dediğimiz
yerini yanlış tanımlamış oluruz.
O görüşe nereden varmıştık? Hendek fayı dediğimiz fay, yaklaşık 40 kilometre
uzunluğunda -bunu çok net görebiliyoruz- ve aktif bir fay. 17 Ağustos depreminin
sonrasında bu fayın tam Hendek’in kuzeyinde, 5 kilometrelik bölümünde, ortasına
rastlayan bir bölümünde 40 kilometrenin maksimum 20 santim civarında 5
kilometrelik bölümü kırıldı. Hatta bunu ilk önce Ali beyler haritaladılar, biz daha sonra
gittik haritaladık ve bu fayın bölgesel tektonik içerisindeki yerini koyduğumuzda, -
çünkü Hendek bloğuyla Almacık bloğu, bize göre birbirine ters yönde hareket eden
bloklar bunlar- bir tanesi saat yönünde, bir tanesi saat yönünün tersinde ve bu
kırılmaya bu yol açmıştı. Bunun devamında, bu depremden sonra Çilimli fayını daha
da detaylı inceledik, baktık ki bunlarda da Holosen skarpları var ve Hendek, 17
Ağustos depremi sonrasında Hendek fayına aynen Düzce’deki yüklenen gibi...
Düzce’de niye öyle bir öngörüde bulunmuştuk? Gölyaka batısında, Düzce fayının 10
kilometrelik bölümünde kılcal çatlaklar vardı, bu öngörüyü buna göre yapmıştık.
Hendek fayına geldiğimizde, o da 40 kilometreydi; Hendek fayında da buna benzer
bir bulgumuz var, 5 kilometrelik kırılmayı giden görenlerin hepsi biliyor. Bu fayın
63
karakteriyle, boyuyla uyuşmayan bir atım, fayın tetiklemesi sonucu gelişmiş atım ve o
fayda beklenmeyen çok küçük bir hareket var. Öyle bir öngörüden hareketle bu
yapıldı ve bu öngörümüz halen devam ediyor.
Bilemiyorum, bu cevap yeterli oldu mu?..
OTURUM BAŞKANI- Buyurun Ali bey.
ALİ ÖZTÜRK- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Bugün sabahleyin sunulan bildiriler,
burada meslektaşlarımızın ortaya koyduğu bulgular açıkça şu gerçeği ortaya koydu:
Doğu Marmara, gerçekten sanayimiz için uygun bir bölge değildir; vakti zamanında
burada sanayinin kurulmuş olması da büyük bir talihsizlik olmuştur. Bugün oynamış
olan segmentler yarın oynamayabilir, bunlara göre yapılan yer seçimleri yarın
geçersiz kalabilir ve bu gerçeği hepimizin bilmesi gerekir kanısındayım. Jeoloji
biliminin biricik uygulama alanı, elbette jeoloji mühendisliğidir. Jeoloji mühendisliğinin
birikimlerinden ve kazanımlarından yararlanmadıkça, doğru perspektifler ortaya
koymak da bir hayli güçtür. Dolayısıyla bugün vardığımız nokta, bizce sanayimiz için
en uygun yerlerin seçimiyle ilgili görüşlerimizi ortaya koymak gerekir
düşüncesindeyim. Bu yönüyle bakıldığında, “burası uygun değildir” dediğiniz zaman,
“neresi uygundur” biçiminde bir soruyla da karşı karşıya kalacağımızı hepimizin kabul
etmesi gerekir.
Gerçekten jeoloji mühendisliğinin perspektifleriyle ülkeye bakıldığında, bugün en
güvenli yerler elbette Konya’nın bir bölümü, Sivas ve Güneydoğu Anadolu’nun stür
zonunun güneyindeki aktif tektonikten en az etkilenen yerlerdir. Dolayısıyla eğer
geleceğe yönelik olarak sanayimizi sağlıklı zeminlere oturtmak istiyorsak, bu
bölgelerden yararlanmamız lazım. Aynı zamanda Doğu Marmara’da yapılmış olması,
ülkemizin nüfusunun büyük bir bölümünün de buraya kaymasına neden olmuştur ve
bu hasarların büyük ölçüde olmasının nedeni de nüfus yoğunluğunun burada oldukça
yüksek düzeylere varmış olmasındandır. Eğer düşündüğümüz gibi uygun zeminlere
sanayimizi kaydırabilirsek, nüfus yoğunluğumuz da daha dengeli bir biçime ulaşabilir
ve gelecekte daha sağlıklı, ülkenin birliğinin, bütünlüğünün daha da pekişebileceği bir
ortamın yeşermesine de katkıda bulunabilir. Ben teşekkür ediyorum; sanıyorum sizler
de bu konularda katkılar koyacaksınız.
64
OTURUM BAŞKANI- Katkılarınız için teşekkür ediyoruz.
İbrahim bey, buyurun.
İBRAHİM TURAN ÇAKMAK (TKİ Genel Müdürlüğü)- Değerli arkadaşlar; MTA’da
26 yıl çalıştım, 12 yıl da idarecilik yaptım. Deprem konusunda -1992 yılında ayrıldım-
1992 yılına kadar o zamana kadar ilk çalışmaları yapan MTA’daki çok değerli
arkadaşlarımı burada şükranla anmak istiyorum, kendilerini tebrik ediyorum. Çünkü
her televizyon programında, o Türkiye diri fay haritası, birçok veriler, MTA’nın
çalışmalarından oraya sergileniyor. Ben, kendilerine teşekkür ediyorum. Yalnız, bu
çalışmalar uzun süre inkıtaa uğradı. Aykut Barka’nın sunduğu bu yeni veriler,
yüreğime birazcık su sertti; kendilerine teşekkür ediyorum. Yalnız, Ramazan bey,
tebliğine başlarken, deprem araştırmalarında belirsizlikler diye çok uzun bir liste
verdi; yani bir yerde bu liste, depremleri önceden kestirmek için yapılması gerekenler
idi. Bunlar Türkiye’de yapılıyor mu? Birinci sorum bu. İkincisi, depremlerin önceden
kestirilmesi var mı, yok mu?
Arkadaşlar; şunu söylemek istiyorum: Ben, mesleğimi unuttum, bir televizyon
seyircisiyim. Hocalarımızdan birçokları diyor ki, “Depremler için önceden kestirilen
hiçbir şey yok.” Bir bakıyorsunuz, Marmara’nın etrafında bazı cihazlar kurmuşlar;
“önceden ..... belirlenebilir veya bundan sonra belirlenebilir.”
Değerli arkadaşlarım; 1985 yılında ulusal deprem ağı projesini kaçırdık. O zaman
Daire Başkanıydım; çok önem verildi, fakat bir hocamızın maalesef girişimiyle,
talihsiz bir girişimiyle, o gün ulusal deprem ağı projesi gitti. O zamanın parasıyla 1
milyarı NATO parasıydı; 1 milyar lira dahili, 1 milyar lira da dışarı, iyi paraydı o
zaman. Şimdi telaffuz edilen rakamlar 2-3 trilyon lira.
Değerli arkadaşlarım; şu günkü ortam, mesleğimiz için son derece önemli. Jeofizik,
jeoloji, kimya, haritacı, bunları bir yere atalım; çünkü depremlerin önceden
kestirilmesi konusu multidisipliner bir çalışmadır, hep el ele vererek çalışma
yapmamız lazım. Aykut’un söylediği gibi, tabi ki konutları iyileştireceğiz; yalnız,
yerbilimlerinin yapmak istediği şey, daha önceden yapılması gereken çalışmalar.
Çünkü konutların iyileştirilmesi veya şey, inşaat mühendislerini, mimarları
ilgilendiriyor. Bizim işimiz zemin, jeoloji çalışmaları.
Benim söylemek istediğim şey şu: Bu noktada bütün arkadaşlarımızın eline bir fırsat
geçmiştir; üniversitelerimize ve kuruluşlarımıza; istihdam bakımından, çalışma
65
bakımından. Bunu son derece iyi şekilde değerlendirmemiz lazım. Bir de bunu
nerenin yapması lazım?
Teşekkür ederim.
RAMAZAN DEMİRTAŞ- Aslında sabah, bu konuya daha çok bilimsel yaklaşmak
amacıyla yaklaşık 20 madde gösterdim: “Nerelerde hata yapıyoruz? Deprem
konusunda Türkiye’de neredeyiz, dünya nerede?” Türkiye’yle karşılaştırdığınız
zaman, bir magnitüd belirsizliği var; yani hepimiz yaşadık, 17 Ağustos depreminin
büyüklüğü ilk önce 6.7, arkasından 7.4 olarak açıklandı. Buna sebep neydi? Tabii ki
birçok neden sayılabilir, bunu sabah söyleyemedim. Tuncay bey de katkı koyabilir;
her şeyden önce bizim istasyon sayımız son derece yetersiz. Bir de deprem,
istasyonlara çok yakın bir yerde olduğu için klipe uğradı ve diğer taraftan uzun
periyotlu kayıt istasyonlarımız olmadığı için de kısa periyotlu kayıtlardan bu deprem
magnitüdünü hesaplamaya çalıştık.
Diğer yapılan bir yanlışlık da şu: Şimdiye kadar hem Kandilli, hem Deprem Araştırma
Dairesinde magnitüd süreyle hesaplanıyor biliyorsunuz. Ancak, süre 5 magnitüdlü
depreme kadar doğru cevap verebiliyor; 5’in üzerine çıktığı zaman, artık süreden
magnitüdü hesapladığınız zaman bu şekilde 6.7’lik bir olay çıkıyor ve dolayısıyla
USGS’i beklemek zorunda kaldık ve 7.4’lük olduğunu anladık. Ancak, burada bir şey
daha söylemem gerekiyor: Yakında 17 Ağustos depremiyle ilgili bir raporumuz
yayınlanıyor. Aslında bu deprem sadece tek bir deprem değil, en azından 3 ana
şoktan oluşan, belki de 7.7-6.6, yani tam olarak magnitüdünü de bilemediğimiz 3 ayrı
şoktan oluştuğunu söyleyebiliriz.
Diğer sorunuza gelince; depremlerin önceden bilinmesi olayı... Sabah yine
bahsedemedim; Türkiye’de öncelikle bunu yapabilecek bir istasyonunuz yok. Deprem
parametrelerini veren diğer sismolojik istasyonlar dışında; radon, tild, krip, yani
aklınıza gelebilen ekstansonometre, tiltmetre, su, ne derseniz deyin, bunları ölçecek
istasyon sayımız son derece sınırlı. Sadece Mudurnu Vadisinde Türk-Alman ortak
projesi tarafından ve Almanlar tarafından yönetilen bir kısım var, çok az, 10 istasyon.
Bunun dışında -Türkiye sadece gibi İstanbul değil- Türkiye’nin diğer taraflarına
baktığımız zaman, bu istasyonların hiçbirisine rastlayamıyoruz. Bu durumda
depremleri nasıl önceden kestirebiliriz? Yani en azından bir haberci
yakalayacaksınız; bu haberciyi yakalayacak istasyonlarımız yoksa, sadece su değişti
demek yetmiyor.
Teşekkür ederim.
66
...............- Ben kısa bir-iki kelime söyleyeceğim: Türkiye’de maalesef yerbilimleri
araştırmaları yeterince yapılamıyor; yapılamamasının sebebi kaynak sıkıntısı.
İdarecilerin, bizi yönetenlerin ilgisizlikleri ortada. Bugün de burada önemli bir toplantı
var; politik düzeydeki bu işi yönlendirebilecek hiç kimseyi göremiyorum veya MTA
Genel Müdürü burada yok. Ayrıca TÜBİTAK’ın kaynakları çok kısıtlı; 2000 yılı bütçesi
150 milyar ve 150 milyarla hiçbir şey yapamazsınız. Kaldı ki depremin zararları -insan
hayatını bir tarafa bırakırsanız- 100 milyar doları aştı. Sadece sismik ağlar değil,
diğer konular da var ve minimum milyonlarca dolar yatırımlar lazım. Bu da yapılabilir,
bu para var; fakat doğru yere yönlendirilmiyor. Her kurumun ya da kişilerin, -
bahsettiğiniz hocanız kim; onu bilmiyorum ama- herkesin suçu var; ama olan gariban
vatandaşa oluyor veya kısmen de bu yoldan geçen hali vakti yerinde olanları da
vuruyor.
Depremin ne zaman geleceğini bilmiyoruz; ama yerbilimlerinde yeterince araştırma
yok. Bugünkü konuşmamda sunduğum her şey, gördüğünüz her görüntü,
uluslararası verilerden alındı, hepsi Amerikan kaynaklı, bir tane Türkiye Cumhuriyeti
kaynaklı veriyi size göstermedim.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- Ben, ilk önce şunu söyleyeyim: Depremlerin önceden
haber verilmesi konusu, konuşmam sırasında da söylediğim gibi, ucu açık bir konu;
yani bunun için para yatırılması lazım, bunun için 20-30 sene, 10 sene, neyse, veri
toplamanız lazım ve bu veriden bir anomali yakaladığınızı fark etmeniz lazım, ondan
sonra da depremi önceden haber vermeniz lazım. Yani, bu çok kolay bir konu değil
ve depremler de çok basit olaylar değil, bunu böyle kabul etmek gerekiyor. Bu -
konuşmam sırasında da söylediğim gibi- belki 10 sene alır, belki 20 sene alır; belirli
bir aşama kaydedilir. Ancak, bizim jeolog olarak, yerbilimci olarak, jeofizikçi olarak
yapacağımız konular, bu deprem riskini azaltmak için yeterli; o da şu: Biz, aktif
fayların nereden geçtiğini biliyoruz. Bu aktif fayların geçtiği yerlere bir şey
yapılmaması gerekli. Kötü zeminleri de biliyoruz; kötü zeminlerin içinde sıvılaşma
nerede meydana gelir, onları da biliyoruz, mühendisler de adam gibi bina yapmasını
biliyor ve bu kurallara uyulduğu taktirde, kimsenin “depremi önceden haber verin”
diye bir isteği kalmayacağına veyahut da “deprem ne zaman olacak” diye bir soruyu
sormayacağına inanıyorum. Yani siz, kötü zeminlere bina yapmazsanız, fayın üzerine
bina yapmazsanız, yaptığınız binaları da kurallara uygun yaparsanız, o zaman sizin
“deprem ne zaman olacak” sorusunu sormaya ihtiyacınız kalmaz. İşte yerbilimlerinin
67
önemi burada çıkıyor; yani yerbilimlerinin işi, depremi önceden haber vermek değil;
bu demin saydığım öğeleri doğru dürüst yerine koymak. Bunda da inşaat
mühendisleriyle yerbilimcilerin doğru dürüst çalışması gerekiyor.
Bu çalışmalar, daha önce doğru dürüst yapılmamış, yer seçiminde bir jeologa
danışılmamış veya bu konuyu bilen jeologa danışılmamış; jeologlar, jeoloji
mühendislerinin hepsi bir kategoriye konulmuş ve o kategori içinde değerlendirilmiş.
Eğitimi veren üniversitelerin de bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, konularına göre
bölünmüş, detay bilgi sahibi öğrenci yetiştirmesi gerekiyor; yani eğitimde de problem
var. Bugün mezun olan öğrencinin genelde birçok şeyden haberi yok. Siz bunu bir
belediyeye koyduğunuz zaman, bu çocukların başarılı olması mümkün değil; çünkü
aldıkları derslere baktığınız zaman, bu derslerin içinden çıkmış bir çocuğun hiçbir
konuyu detay bilmediğini fark ediyorsunuz. Bunun yanı sıra üniversiteler de hantal;
üniversitelerin senatosundan bir tane yeni ders koydurmak için, YÖK’ünden, bilmem
nesinden tutun, kımıldatmak mümkün değil. Bize, hoca olarak tavsiye edilen, “ders
içeriğini değiştir.” Konuyu değiştiremiyoruz; ismini, cismini kaldırıp atamıyorsunuz,
ama “içeriğini değiştirin” diye tavsiye ediliyor. Yani sistem o kadar hantal ki ve bu
hantal sistemin başını öyle kimseler tutmuş ki, kıpırdatmak mümkün değil. O açıdan,
yine başa dönecek olursak, inşaat mühendisleriyle jeoloji mühendislerinin ortaklaşa
bu işleri yapması gerekiyor. Ki, şimdiye kadar jeoloji mühendisleri dışarıda tutulmuş
ve onun için birçok da zarar görmüşüz.
Bir de şunu söylemek istiyorum: Ben de hemfikirim; hiçbir konu, şimdiye kadar olduğu
gibi medyada, toplumda bu kadar tartışılmadı; medyada 6 aydır yerbilimleri
tartışılıyor. Bence bunu da tadında bırakmak gerekiyor. Lüzumsuz yere tartışıldığı
taktirde, herkes bu jeolojiden de bıkacak, yerbilimlerinden de bıkacak, bizden de
nefret edecek, görmek istemeyecek. Bunu da belirli boyutunda bırakmamız gerekiyor;
çünkü tartışmalarda bazı şeylerde de gerekçe ortaya koymamız lazım. Bu gerekçeler
ortadan kalktıktan sonra da hâlâ bunu götürmenin anlamı yok. Ben böyle
düşünüyorum.
OTURUM BAŞKANI- Sürenin sonuna yaklaşıyoruz. Başka soru var mı arkadaşlar?..
Buyurun.
ŞEVKİ BAYRAKTAROĞLU (Işıklar Holding)- Ben bir katkıda bulunmak istiyorum:
Sabahtan beri çok yoğun bir şekilde bu programı izledik. 6 aydan beri de yurdumuzda
meydana gelmiş olan bu deprem felaketleri, ilgiyi Kuzey Anadolu fay hattının üstüne
çekti. Ben, şöyle düşünüyorum: Asıl görülmesi gerekli olan şey, Anadolu’nun
68
tektoniği; yani şu anda eğer sadece Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde durursak, ilgi
belirli bir noktaya odaklanmış oluyor. Ancak, nükleer santralın yapılmasının
gündemde olduğu, Bergama’daki altın madeninin işletilmesinin gündemde olduğu,
uluslararası tahkim yasalarının gündemde olduğu bir ülkede; politikacıların Anadolu
tektoniği açısından bu işi fazla bulaşmamaları gerektiğini; bu yerbilimcilerin Anadolu
tektoniğinin bu işlerde çok önemli olduğunu; temel mesele, jeolojinin çözülmesi
gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Anadolu, uygularlıklar açısından da bir geçiş noktasında, flora açısından da geçiş
noktasında, hayvanlar açısından da geçiş noktasında, jeoloji açısından da çok önemli
bir noktada. Dolayısıyla politikacılara, bizim bu işlere fazla müdahale etmemeleri
gerektiğini öğretmemiz gerekiyor. Örneğin bir mecliste, belediye meclisinde; oradan,
o yöreden geçen bir fay hattının 5 kilometre daha kuzeye alınmasının meclis kararı
olarak çıkıp Ankara’ya gittiğini görüyoruz. Eğer bu işler böyle yapılacaksa, o zaman
bu ülkede yaşamak çok daha zor hale gelecek. Eğer yerbilimciler, Anadolu
tektoniğinin çok önemli olduğunu vurgularlarsa ve bu zihniyet Türkiye’ye yerleşirse, o
zaman bu ülkede insanca yaşayabiliriz diyorum.
Teşekkür ediyorum.
OTURUM BAŞKANI- Katkınız için teşekkür ediyorum.
Son bir soruya daha fırsat verelim; ondan sonra genel bir değerlendirme ve biz
neredeyiz, böyle bir konuşma yapmak istiyorum.
Buyurun.
SEDAT TÜRKMEN (Mersin Üniversitesi)- Aykut beyin son söylediklerine hem katkı,
hem de soru şeklinde olacak belki. Bilindiği gibi, Türkiye’nin deprem alanları belli ve
bu tektonik hatlar üzerindeki ovaları görüyoruz. Amik Ovası olsun, Refahiye, son
depremin olduğu Bolu-Adapazarı; bu kesimler tamamen ova kesimler ve burada
tarım toprakları var. Ancak, maalesef Türkiye’de aynı alanlar, büyük bir şekilde
yerleşime açılmış alanlar ve son depremde de gördük ki, bu mühendislik jeolojisi
açısından zayıf olan zeminler üzerindeki yapılaşma alanları, sanayi tesisleri veya her
türlü yapı daha çok ağır hasar görmüş. Aynı fay hattının hemen yakınında, örneğin
Kocaeli’nin sağlam kayaları üzerindeki binalarda herhangi bir hasar oluşmamış. Bizim
burada dikkat edeceğimiz, bundan sonra belki Ömer beyin başta söylediği planlama
aşamasında bu gibi alanları, -ki bilinen alanlar bunlar, biliyoruz bunları artık,
buralarda deprem olacağını da biliyoruz, bunların ne zaman olacağı da hiç önemli
değil- yapılaşmalara veya sanayi tesislerine veya mühendislik yapılarına yasaklamak
69
veya planlama yaparken buraları dışında tutmak gerekiyor. O zaman bu 7.4 veya 7
büyüklüğünde bir depremde 200 bin konutun yıkılması, binlerce insanımızın ölmesi
durumu söz konusu olmayacak diye düşünüyorum. Bu alanların yasaklanması
yönünde belki bizim hem hocalarımızın, hem kurumlarımızın bir mücadele vermesi
gerektiği düşüncesindeyim.
Bunun dışında, Aykut beye bir de özel bir soru soracağım: Türkiye’nin bütün bu
tektonik modellerinde ve özellikle Kuzey Anadolu fay hattında hep güney blok olarak
düşündüğümüz Anadolu bloğunun batıya doğru hareket ettiği ifade ediliyor. Bu son
depremde veya bundan önceki bütün hareketlerde, kuzey blokta bir hareket söz
konusu değil mi? Ben, kendi araştırmalarımda, örneğin Gölcük civarında kuzey blok
üzerindeki binaların hep batıya doğru sistematik bir şekilde yıkıldıklarını gördüm. Bu
kuzey bloğunun hareket ettiğini de göstermez mi?
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. AYKUT BARKA- Bu, depremden sonra yapılmış bir yol çizimi; bu yol
zaman içinde şöyle bir yamılma geçiriyor. Yalnız dikkat ederseniz, yolun kuzey kısmı
aynı hizada kalıyor, kuzey bloğu üzerinde. Güney bloğu batıya doğru hareket
ederken, o kuzey bloktaki yolun bir kısmını bu şekilde yamıltıyor. Yani buradaki kuzey
blok, yani .... Karadeniz ..... , Anadolu bloğu batıya doğru hareket ediyor. Deprem
olduğunda, burada gördüğünüz şu yamulma fay boyunca geri dönüyor. Öteki kısım
kırıldığında da burada bu hizaya geliyor ve şu aradaki ... yani ...... Dikkat ederseniz,
Karadeniz bloğunu hiç oynatmıyoruz. Bütün oynattığımız, Anadolu bloğu ve Anadolu
bloğu bu şekilde batıya doğru hareket ediyor. Yani genelde buradaki harekete
baktığınız zaman, deprem sırasındaki blokların hareketi eşit miktarda ..... Ancak,
depremi besleyen .... başından sonuna kadar orayı takip etmemizde, sadece
Anadolu bloğunun batıya gittiğini...
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Tuncay bey, buyurun.
Prof. Dr. TUNCAY TAYMAZ- Sabahki oturumlarda da vardı; arazide kırığı
haritalayan arkadaşların arasında bazı farklılıklar vardı. İşte kısmen 30 kilometrelik
kırık var, Düzce fayı için konuşuyorum, bazı arkadaşlar, Ömer bey 43 kilometre
olduğunu söyledi ve 55 kilometreye kadar çıkartan arkadaşlar da var. Sismik
momentle fayın uzunluğu arasında, daha doğrusu sismik momentin
hesaplanmasında dinamik bir ilişki var. Bu bir ampirik formül, ama dünyanın birçok
yerine uyan bir formül. Daha önceki konuşmamda anlattım; dalga şekillerinden
70
kullanarak sismik momenti buluyoruz, oradan da moment magnitüdü dediğimiz bir
magnitüd hesabı buluyoruz. Eşitliğin diğer kalanı da arkadaşların arazide gösterdiği
maksimum yer değiştirme miktarı ve haritalanan veya gözlenen fayın uzunluğu; ki,
bunu jeologlar yapıyor. Bir de tabii ortamın ya da bölgenin rijitide modülü diye bir
modülümüz var ve ortalama odaktan itibaren; yani ilk 10-12 kilometre içerisindeki
bölgenin ortalama bir rijitide modülü. Bunlar belli bir oran içerisinde, yüzde 5-10 hata
içerisinde sismolojiyle arazi gözlemlerine uyması gerekiyor.
Konuyla gerçekten ilgilenen arkadaşlar salonda kaldığı için, bunu kapatmadan önce
göstermek istedim.
Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.
Şu ana kadar anlatılanları çok kısa özetlersem; ilk konuşmacı Sayın Ömer Emre,
yerbilimleriyle her tür yapılaşma arasındaki doğrudan ilişkinin ne olduğunu, son
deprem sırasında ortaya çıkan afetle bir kez daha ortaya koydu, çok güze örnekler
verdi. Onun arkasından Ramazan bey konuştu; Ramazan bey, eşşiddet haritalarının
yeterli sağlıkta hazırlanamadığını, bunları hazırlayabilmek için ne gibi kriterlerin
gerekli olduğu konusunda güzel bilgiler verdi. Daha sonra Tuncay bey, genel ölçekte,
Türkiye ölçeğinde deprem, sismik aktiviteyi, yerel ölçekte de 17 Ağustos ve 12 Kasım
depremleri ve bu arada oluşan diğer daha küçük boyutlu depremlerin odak
mekanizması çözümleriyle ilgili ayrıntılı bilgi verdi. Emin bey arkadaşımız, deniz
tabanında aktif fayların araştırılmasında sismik yöntemlerin önemini, gerekliliğini,
yararını anlattı. Daha sonra Aykut bey arkadaşımız, özellikle gelecek depremlerin
tekrarlanma aralıkları, büyüklükleri konusunda daha sağlıklı bir çıkarsamada
bulunmak için gerek geçmişteki depremlerin, paleosismik çalışmaların, gerekse
günümüzdeki deprem bölgelerinde, fay üzerindeki yer değiştirmelerin, belli bir
zamanda yıllık yer değiştirme miktarının ne denli önemli olduğunu ayrıntısıyla
açıkladı.
Bu, işin bilimsel yönüydü ve bu konularda arkadaşlarımız gerçekten çok özverili
çalışmalarla toplamış olduğu birikimlerini bizlere sundular. Ancak, biz, genellikle bu
tür sunumları maalesef kendi kendimize yapıyoruz, kendi içimizde yapıyoruz. Bizlerin
çoğu zaten bunları biliyoruz. Önemli olan, bu tür aktivitelerin, bu tür tartışmaların,
siyasi iradenin olduğu platformlarda yapılması. Mesleğin gerçekten yerinin
belirlenmesi için, bu tartışmaların, bu bilgilendirmelerin, siyasi iradenin olduğu
platformlarda yapılması gerekli. Bu açıdan baktığımızda, şu anda Türkiye’nin bir
71
deprem politikası yok; yani şu anda deprem olgusunun ciddi olduğunu da yeterli
derecede algılamış bir siyasi irade olduğuna çok fazla inanmıyorum. Çünkü en son
1995 Erzincan depreminde, belli bir yerde, belli sayıda bilim adamı çağrıldı, 4-5 saat
o deprem tartışıldı, Erzincan’ın yeri tartışıldı ve orada çok değişik, yararlı görüşler
olmasına karşın, 7.30’da dinlediğimiz haberlerde, Erzincan’ın yerinin yapılaşma
açısından herhangi bir tehlikeli durumunun olmadığı, sağlıksız olmadığı şeklinde
duyuru geldi. Bunlar tabii, belirttiğim gibi, deprem olgusunu yeterince
algılamadıklarını gösteriyor.
Aşağı yukarı 60 yılda 27 tane deprem olmuş, yaklaşık 80 bin can kaybı, 400 bin
civarında da kullanılamayacak derecede her tür yapı var. Tabii can kaybının değeri
hiçbir şekilde ölçülemez; ama burada kaybettiğimiz yapıların ve zamanların bir maddi
karşılığı var. Eğer bunun binde biri kadar bir yatırım, deprem sorununun çözümüne
ayrılsaydı, bugün en son yaşadığımız deprem, -hadi geçmişe bakmayalım- afet
olarak değil, sadece sismik bir olay olarak algılardık. Tayvan’da olduğu gibi, biz de
onu fazla hasar olmadan, fazla can kaybı olmadan atlatırdık. Demek ki deprem
sorununun siyasi iradenin bulunduğu platformda onlara anlatılması gerekiyor. Yani
eğer eğitim diyeceksek; evet, eğitim ilkokuldan başlar ama, belki burada biraz üstten
başlamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Bildiğiniz gibi, 1970’li yıllara kadar, ortaöğretimde jeoloji dersi vardı, yerbilimlerinin
birçok konuları orada işleniyordu. Belki bizim nesil, bizim çağ onları okuyarak
üniversiteye girdi, daha bilinçli geldi. Ancak, 70’lerden sonra hangi anlayıştır ki bu
dersleri programdan çıkardı. Bu işin bir yanı. Bu bağlamda, özel anlamda deprem
ama, genel anlamda doğal olayların etkisini en aza indirgemek, afete dönüşmeden
atlatabilmenin yolu, evet bilimden geçiyor, eğitimden geçiyor; ama başlangıçta siyasi
iradenin olduğu yerde bir organizasyondan geçiyor. Bunun için ayrı bir bakanlık
gerekiyor. Evet, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ilgileniyor; ama Bayındırlık ve İskân
Bakanlığının yapacağı işler, sorunlar o kadar çok ki, depreme ayıracak zamanı,
bununla ilgili donanımı, bununla ilgili yetişmiş olarak yeterli elemanı yok. Dolayısıyla
birinci çözüm, bir bakanlık olarak, “Doğal Olaylar Bakanlığı” olarak bir yapılanmaya
gidilmesi gerekiyor; siyasi platformda birinci aşama bu.
...hem ortaokul, ilkokuldan, hem de üniversiteden daha kaliteli, daha yaygın ve sürekli
bir eğitimin olması gerekiyor. Bunlar niye önemli, niye bizde depremler bir olaydan
ziyade afete dönüşüyor? En son Marmara’daki depremler çok güzel kanıtladı; çünkü
orada gördük, iki şey çok önemliydi: Bir tanesi, yapılaşmada ve şehir bölge
72
planlamada hiçbir yerbilim kriterini bırakınız dikkate almayı, düşünülmediği bile
gerçek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Oradaki her tür yapılaşma; yani burada okul,
sanayi, şehir, köy, belde, aklınıza ne gelirse gelsin, deprem için hiç elverişli olmayan
zemin üzerinde ve ana faya çok yakın bir yerde olmuştur. 1936’lardan beri bu
kuşağın dışında yerleşim olması gerekir diye yazanlar, onların bu uyarıları hiçbir
zaman dikkate alınmamıştır.
Siz, mühendislik yapılarını 8 büyüklüğündeki bir depreme göre dahi yapsanız, eğer
bu çok zayıf bir zemin üzerinde ve ana fay üzerindeyse, bunun yıkılmaması mümkün
değildir, bunu Marmara depremi bir kez daha göstermiştir. TEM Otoyolu 8’e göre
yapılmıştır; ama birçok yerinden kırılmış, yıkılmıştır. Diyeceksiniz ki “Bu konularda
yeterli yasa var mı?” Evet, bu konularda yeterli yasa da var; 3621 sayılı bir Kıyı
Kanunu var. İzmit Körfezi ve kıyısı, şu andaki İzmit’ten Karamürsel-Yalova’ya giden
yolun altı, yani deniz tarafında kalanı ya da TEM Otoyolundan güneye doğru,
İPRAŞ’a doğru olan alan, 3621 sayılı Yasanın kapsamı içerisinde bir kıyı alanıdır;
yani burada yapılaşma olamaz, yasa böyle diyor. Peki burada niye yoğun bir
yapılaşma, yoğun bir sanayileşme oldu?..
Bütün suçu bilim adamlarına ya da yerbilimlerine yükleyemezsiniz. Eğer yerbilimleri,
bilim adamları bunu zamanında uyarmamışsa evet; ama açıp bakın, o kadar çok
rapor, uyarı bulursunuz ki, daha 1936’dan beri bu uyarılar yapılmış. 1936 tarihi,
jeoloji, yerbiliminin ülkemizde yeni yeni dile getirildiği bir tarihtir. Demek ki önemli
olan, sadece yasaları çıkarmak da değil. Evet, gerekli düzenlemeler, yasalar,
yönetmelikler olmalı; ama önemli olan, o yasaları uygulayacak siyasi iradedir. Eğer
biz, burada konuştuklarımızı ve yerbiliminin önemini siyasi iradeye anlatabilirsek,
sorunun çözümünde çok önemli bir yer alabiliriz diye düşünüyorum ve inanıyorum.
“Bu şeye nereden geldik” diye sorarsanız; deprem olgusu ve yerbilimleri, son
depremlere kadar bu denli iyi anlatılamadı ve bu denli toplumun değişik kesimlerinde
yankı bulmadı. Evet, bazı yerlerdeki konuşmalarda yanlış konuşmalar, yanlış
anlaşılmalar olmuştur, biz de katılıyoruz; ama o yanlış da olsa, yapılan doğrular
yanlışlara göre çok daha fazladır. Bugün belli kesimlerde, toplum kesiminde artık
yerbiliminin ne olduğu, yerbiliminin yapılaşmada yer alması gerektiğini artık biz kadar
onlar da dile getiriyor. Önemli olan, işte burada Oda olarak, Odanın üyeleri olarak,
meslek olarak bu işin peşini bırakmamak. Yani bu konuda Odanın yapacağı işler var,
bireyler olarak bizim yapacağımız işler var.
73
Bu açıdan bir diğer konuya bakalım; 2 Eylül 1999 Yönetmeliği... Tamam, anlıyoruz bu
yeterli değil; ancak bana göre bizim meslek açısından -katılmayabilirsiniz-bir
devrimdir, çünkü ilk kez resmi olarak yerbilimlerinin önemi orada vurgulanmıştır.
Yalnız, bundan sonra bu önemi, gerekliliği vurgulanırken, bizlere de çok önemli bir
sorumluluk yüklenmiştir. Bundan sonra yapacağınız işte çok dikkatli olmanız
gerekiyor, bazı mesleklerin düştüğü hataya düşmememiz gerekiyor. Bir meslek
grubu, “ben istediğim her yere yapıyı yaparım” diyor. Doğrudur, yapılır; ama
ekonomik olmaz. Türkiye koşullarında, hatta zengin ülkelerde bile her yere yapacak
kadar lükse sahip değildir insanlar, yönetimler, hükümet. Onun için demek ki
ekonomik olmayan şey bizim için geçerli değildir. Ekonomik yapı üretmenin yolu da...
Buradaki her türlü yapılaşmayı kastediyorum, burada kastettiğim, sadece bir bina
yapmak değil; her türlü mühendislik yapıları, binalar, okullar, hastaneler hepsi bunun
içerisinde. Demek ki burada önemli olan, o yönetmeliğin bize yüklediği sorumluluğu
çok iyi idrak etmemiz.
Tabii ki bundan sonra bu yönetmelik bize bir sorumluluk yüklerken, yasaları bir
karıştırdığımız zaman, “yerleşimler yapılmadan önce, yönetmeliklerde ve yasalarda
yerbilimleriyle ilgili ne vardı” derseniz, orada da yer seçimi sözünden bahsediliyor,
orada da yer seçimiyle ilgili birtakım aktivitelerin yapıldığından söz ediliyor ve
yapılmış da. Ancak, onlar ne zaman yapılmış, biliyor musunuz? Onlar, depremler ya
da doğal olaylar olup afete dönüştükten sonra, afetten etkilenen insanları belli bir
yerlere, açıkta kalmamaları için yerleştirme amacıyla yer seçimine gidilmiş. Yani
bizim modern anlamda anladığımız şehir ve bölge planlamacılığında daha
yapılaşmaya başlamadan önce “bu alan, bu bölge yapılaşma için elverişli mi, değil
mi” bu aşamada değil de; bir doğal olay, afete dönüşecek, ondan sonra yer seçimi...
Tabii bu da önemli olabilir. Ancak, bu kapsamdaki yer seçimine baktığınız zaman, bu
yer seçimini kimler yapacak? Yer seçimi dediğiniz zaman ne gibi çalışmalar gerekli,
neler yapılması gerekiyor? Bunların hiçbirisi yok.
İşte bu yönetmelikten sonra bizim yapmamız gereken önemli bir şey, yine kendi
aramızda değil, üst katlarda, yer seçiminin ne olduğunu, denetiminin ne olduğunu,
hangi aşamada yapılması gerektiğini çok iyi bilimsel veriler ışığında hazırlayıp ve
bunu anlatmalıyız, bunun peşinden koşmalıyız. Bu bağlamda ilk kez Devlet
Planlamada, Toplu Konut İdaresinde, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı
çerçevesinde bir çalışma yapıldı. İlk defa oranın literatürüne yerbilimcilerin anladığı
anlamda bir yer seçimi ve denetimi raporu girdi, ilk kez böyle bir şey oluyor. Demek ki
74
bizler aslında yerbilimciler olarak, bireyler olarak çalışıyoruz. Önemli olan, bunun
devamını getirmek, orada bırakmamak.
Aslında anlatacak çok şey var. Ancak, ben sizleri de fazla sıkmamak için paneli
burada kapatıyor, konuşmalarımı burada bitiriyorum. Sabırla dinlediğiniz için hepinize
çok teşekkür ediyorum.
----0----