DEPREM PANELİ-2000

76
0

Transcript of DEPREM PANELİ-2000

0

1

TMMOB JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI

YÖNETİM KURULU

Başkan Aydın ÇELEBİ

II. Başkan Oktay EKİNCİ

Yazman Üye İsmet CENGİZ

Sayman Üye Ali KAYABAŞI

Yayın Üyesi Ramazan DEMİRTAŞ

Mesleki Uygulamalar Üyesi Buket ECEMİŞ

Sosyal İlişkiler Üyesi Hatice ERBAY ÇALAĞAN

TMMOB

JEOLOJİ MÜHENDİSLERİ ODASI

2

53. JEOLOJİ KURULTAYI DEPREM PANELİ

----0----

BAŞKAN : Ali KOÇYİĞİT (ODTÜ Jeoloji Müh. Böl.)

PANELİSTLER

Prof. Dr. Aykut BARKA (İTÜ)

Prof. Dr. Tuncay TAYMAZ (İTÜ)

Doç. Dr. Emin DEMİRBAĞ

Dr. Ramazan DEMİRTAŞ (Deprem Araştırma Dai. Bşk.)

Dr. Ömer EMRE (MTA)

MTA-ANKARA

3

SUNUŞ

Yönetim Kurulu

4

OTURUM BAŞKANI- İlk konuşmacı sayın Ömer Emre, kendisi MTA’dan çalışan çok

deneyimli bir arkadaşımızdır.

Buyurun sayın Emre.

ÖMER EMRE- Kayalık zeminlerde ise yine hasar vardı, ölüm de vardı; fakat buradaki

hasarı büyük oranda yapı kusuru belirliyordu. Bizim yaptığımız tespitlere göre, şu

kırmızıyla yahut morla gösterdiğimiz alanda yıkılmalar çok az; sadece heyelanların

üzerinde yer alan yapılar zarar görmüştü. Bunlar sayısal değil, tamamen gözleme

dayanan şeyler.

Aynı şekilde Adapazarı’na doğru devam edeceğim: Bu da yine aynı kapsamda

Adapazarı’nın bir haritası. Burada sarıyla gördüklerimiz, tamamen Holosen alanları.

Bunlarda bizim radyometrik yaşımız da var; yüzeyden itibaren ilk 10 metre 2 bin 800

yıldan daha yeni dönemlerde çökelmiş olan, bunlar tutturulmamış gevşek malzeme.

Yeşiller, Pliyo-Kuvaterner yaşlı çökellerimiz aynı öbür tarafta, kırmızılar da yine aynı.

Bunu kendi içinde biraz detaylandıracak olursak; burada da şu fay zonu boyunca

gördüğümüz -biraz önce de gördük- tüm yapılar deformasyona uğramıştı, zarar

olmuştu. Ancak, ovanın kendi içerisinde; mesela şuralarda, Arifiye’nin içerisinde 4-5

katlı binalarda çok fazla hasar yoktu. Maksimum hasar, fay zonundan 10 kilometre

uzakta olan Adapazarı’nda olmuştur. Bunun bir sebebi, -bizim Ali beylerle yaptığımız

bir çalışmada- şöyle bir çizgi çizecek olursak; Sakarya Ovası’nın şurası, genellikle

Sakarya Nehrinin getirdiği çakıl dolgusundan oluşuyordu. Kentin olduğu alan ise,

yaklaşık 300-400 metre masif killerin üzerinde, yüzeyde 15-20 metre en son

dönemde çökelmiş olan, Sakarya Nehrinin kravas çökellerinin oluşturduğu; yani

kumların oluşturduğu şeylerdi ve kent tamamen bu gevşek kumlar ve killer üzerinde

yapılanmıştı.

Biz, şunu da biliyorduk: 1943’te de bu aynısı olmuştu, 1957’de bir miktar etkilenmişti,

1967’de yerle bir olmuştu ve bu depremde de sonuç aynı oldu. Yani, burada da işin

jeolojik boyutu hep aynı. Ben, hemen kısaca örnek vereyim: Bakın bu, Sakarya

Kentinin olduğu alandaki sıvılaşma, bu zeminler tamamen kravas kumları üzerinde

yer alıyor. Biz, buraları planladık ve her türlü yönetmeliğe de uygun yapılar yaptık;

fakat o yaptığımız yapılar bunlar oldu. Yani sonuçta siz yapınızı ne kadar sağlam

5

yaparsanız yapın, ne kadar yönetmelik çıkartırsanız çıkartın... Buranın şöyle bir

problemi vardı: Birincisi, bakın camları dahi kırılmamış bir bina; ama temeli

görüyorsunuz, temel sadece bu kadar. Bunun sebebi şu: Adapazarı’nda, şehrin

olduğu yerde yeraltı suyu 30 santimetreyle 1,5 metre arasında değişiyor. Siz, yeraltı

suyundan dolayı 1,5 metreden sonra temel kazamıyorsunuz; çünkü göl oluyor. Bizim

buraya dayanıklı yapı yapabilmemiz için, bu binalar zaten dayanıklı, bunların temel

tipini değiştirip hepsine kazıklı temel yapmamız gerekir herhalde, bu benim uzmanlık

alanım değil. Biz, bu tip alanlarda ne kadar sağlam yapı da yapsak, eğer bunun

bölgesel anlamda veyahut da bilimsel anlamda gerçek niteliklerini çözemezsek,

Adapazarı’nda sonucun yine aynı olacağıdır.

Buradan Düzce’ye geçelim... Bu, Düzce Havzasının jeolojisi ve deprem kırığını

gösteriyor. Sabahleyin birçok arkadaş bunları gösterdiler. Bizim bunun üzerindeki

atım değerlerinin hepsi, alttaki segmantasyon ve atım dağılımı... Burada da olay hiç

değişmiyor; tüm deprem kırığı üzerindeki yapıların tamamı gitti; Kaynaşlı tamamen

bunun üzerindeydi, Kaynaşlı yerle bir oldu. Bir de Düzce’ye bakıyoruz; Düzce de

yerle bir oldu. Fakat şöyle bir çelişki oldu: Şu sarıyla gösterdiklerimiz, burada genç

Kuvartener alüvyon yelpazeleri sıkılaşmamış olmasına rağmen, Düzce kadar

etkilenmedi. Bunun üzerinde 3-4 katlı binalar vardı, hatta Beyköy’de bizzat fayın 10

metre yanında olan 4-5 katlı binaların hiçbir tanesinde zarar olmadı, çok fazla ölüm

de olmadı. Bunun da nedenini sorguladığımızda, biz bunun tamamen havza

dolgusuyla ilişkili olduğunu görüyoruz. Bu, Düzce Havzasında alüvyon kalınlığını

gösteren bir harita, üzerine fayı koymadım ama, Düzce burası, bakın havzanın

kenarlarından doğru gittiğimizde, şu kırmızının olduğu yerde alüvyon kalınlığı 250

metreden daha derin ve Düzce’ye bakıyorsunuz, şu alanlarda, biraz önce

gösterdiğimiz yıkım olmamıştı. Biz, alüvyonun kalınlığının tam Düzce Kentinin, yani

havzanın depolanma merkezinin orası olduğunu biliyoruz. Bu ne yaptı? Tabii alüvyon

kalınlığı arttıkça, yeraltı suyu da zaten yüzeyde; zemin büyütmesine yol açtı ve

Düzce’de bu hale geldi.

Buraya kadar anlattıklarımdan; yıkımların, can kaybının, bu kadar ekonomik zararın

doğrudan, çok detay araştırmalar yapmadan; bizim bu yaptığımız şeyler, gerek

ODTÜ ile Adapazarı’nda, gerekse Ankara Üniversitesiyle Düzce’de yaptığımız şeyler,

hepsi 20-25 günlük arazi çalışması sonucunda ortaya konulabilen şeyler. Zaten

6

büyük bir kısmı deprem öncesinde de vardı, 1930-40’lardan bu yana da vardı

veyahut da planlamacılar tarafından istenseydi, bu veriler geçmişte de, bu kadar

nüfus ve sanayii oraya yoğunlaştırmadan önce, çok kısa sürede o dönemki

yerbilimciler tarafından aynı şeyler ortaya konulabilecek nitelikteydi.

Bu bir ders; yani esas problem, bizim -birazdan da göstereceğim- bundan sonraki

şeylerde şu dersi çıkarmamız gerekiyor, bunun tartışılması gerekiyor: Özellikle

planlamacılar, bu işe karar veren, planlama politikalarını veyahut da Türkiye’de bu

politikaları oluşturan insanlara ilk önce bizim üst ölçekte bilimsel çalışmaları, jeolojik

ve her türlü yerbilimsel çalışmaları, aktif fay kaynaklarını, bunlardan doğabilecek

depremin büyüklüğü konusunda bilgi edinmemiz gerekiyor. Bundan sonra uygulama

aşamasında -en son da göstereceğim- yapacağımız şeyler ise, bunun uygulama

ölçekleridir; yani imar planlama sürecine girmesi gereken şeylerdir. Bir de bunlar,

şimdi çıkarmakta olduğumuz yasa ve yönetmeliklerde çok geniş kapsamlı

çalışmalardır. O tip tanımladığımız çalışmalar içerisinde veri edilmesi çok zor

şeylerdir. Dolayısıyla planlama açısından böyle bir anlayışın getirilmesi lazımdır; yeni

yapılan yönetmeliklerde de böyle bir boşluk var.

Ben, bunu üç örnekle size açıklamak istiyorum: Kavaklı’yı hepiniz biliyorsunuz.

Burası Gölcük Kavaklı Mahallesi. Bakın, burası yaklaşık 4-5 kilometrekare olan bir

alan. Deprem öncesine gidelim; deprem öncesinde de aynı kırık kırılmıştır; Aykut

Barka’ların yaptıkları bir hendek çalışmasında, 1509’da bunun aynısının kırıldığı

ortaya çıktı. Dolayısıyla mesela planlamamız böyle bir detay araştırmaya dayansaydı,

ne buradaki Kavaklı Mahallesini yapardık, ne de tam buraya milyarlarca dolarlık Ford-

Otosan’ı kurmazdık.

Bundan sonra ne yapacağız? Öğrendiğim kadarıyla, Kavaklı Mahallesi acaba ıslah

olur mu, olmaz mı diye jolojik-jeoteknik etüt talepleri sağa sola gidiyor, bunlar gayri

resmi duyduğum şeyler. Bu depremde, üst ölçekte bakmamız gerekir ki, burada ne

oldu? Yaklaşık 2,5-3 metre, tüm şu blok hareket etti. Şu alanın tamamı, mühendislik

özellikleri açısından veyahut da kayaların fiziksel özellikleri açısından örselendi.

Çünkü bu listrik bir faydır ve gittikçe kürek şeklinde bunu dalımı düşer. İkincisi, yeraltı

su tabları tamamen değişti. Bakın, bu maviyle gördüğümüz alanlar, şurada kıyının

ilerlediği, denizin karaya doğru alçalma ve çökmeden dolayı ilerlediği alanlar.

7

Bunların bir kısmı -tam ayıramadım, bu birebir de değildir- tamamen tuzlu bataklıklara

dönüştü. İşte şurada gördüklerimiz, bunlar yanal yayılmalar; yani doğrudan denizin

tabanına giden alanlar.

Burada üst planlama ölçeğinde bakmadığımız ölçüde, olayı bu nitelikte

değerlendirmediğimiz zaman, işte Ford-Otosan gibi bir yapıyı, -orada yatırımın

devam etmesi kararı alındı sanıyorum- bunu çok rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Fakat

genel bir bölgesel tektonik veyahut da genel bir üst çerçeveden bakılsa; yani “Acaba

hidrojeolojisi ne oldu, buradaki bu faylanma sonucu zemin ne tip örselendi -‘oradaki

binaların büyük bir çoğunluğu, Ford-Otosan’da bel verme şeklinde deformasyonlar

gelişti’- veyahut da Kavaklı’yı yeniden buraya mı inşa edeceğiz?” sorularını bu tip bir

çalışma daha kolay cevaplandırabilirdi ve kaynak israfı da çok olmazdı.

Aynı örnek Sapanca’da var; Sapanca, bunun daha minik bir modeli. Şu Sapanca fayı,

bu tamamen normal faylanma şeklinde gelişti; şurada otoyolu kesti, ama ulaşımı

kapatacak düzeyde değildi. Buradaki normal atım, 20 santimetre civarında ve şu blok

önünde bakın neler oldu: Şurada Sapanca Oteli’nin de olduğu yerler, gidenler

bileceklerdir; yanal yayılmayla büyük bir arazi kaybı oldu, Sapanca Oteli ve kıyıdaki

yapıların büyük bir çoğunluğu buradan gitti. İlginçtir; 1967’de, Ambraseys’in bir

makalesinde de aynı olayın burada gerçekleştiğini görüyoruz. Yani 1967’den gereken

dersleri alamamışız; hatta oteli takviye yapmışlar, yanına bir ikiz bloğunu daha

yapmışlar. Burada şu kırmıza alanda gördüklerimiz, yanal yayılma şeklinde meydana

gelen arazi kayıpları. Bu kadar büyük bir alana da biz daha üst ölçekte bakmak

zorundayız; yani bir imar uygulamasından önce, daha üst bir değerlendirme

gereklidir.

Bir diğer örnek; -özellikle değişik örnekler vermeye çalışıyorum- burası, Yalova’nın

doğusundaki Çatalburun Deltası, hepimiz anımsayacağız. Burası, işte o Alkim Sanayi

Kimya, “gaz çıktı-çıkmadı” tartışmalarının yapıldığı bir alan. Buradaki çizgilerin anlamı

şu: Kırmızılar, bu depremde gelişmiş olan yüzey kırıkları. Şunlar, işte o kimyasal

fabrika alanları. Biz, şurada hâlâ gaz tehlikesi devam ettiği için, yakıt tanklarının

olduğu bölüme giremedik. Bakınız, iki kırık buradan geliyor, yakıt tanklarının olduğu

yere uzanıyordu; fakat tehlike var diye içeriye giremedik. Eğer biz, bu depremi önce

çok fazla detay çalışma değil, sadece bu gözle bir yüksek lisans öğrencisi veyahut da

8

bitirme öğrencisini buraya gönderseydik, en azından şöyle bir yeşilin, bunun aktif fay

olması gerektiği konusunda bize bilgi verebilirdi. Fakat tabii hiç bunlar yapılmadan,

milyarlarca dolarlık -çevresel boyutu da olan tehlike oluştuktan sonra- bir tesisi

buraya pervasızca yapabiliyoruz; yani hiçbir jeoloji temeli kullanmadan veyahut da

aktif tektoniğe ilişkin bunu kullanabiliyoruz.

Depremden sonraki buradaki alınan karar nedir, ben bilemiyorum; fakat buranın bir

kritik şeyi var, hâlâ bunun batısı kırıldı mı, kırılmadı mı” tartışmasının yapıldığı

alanlardan bir tanesi. Eğer kırılmadıysa, burası Marmara içerisinde, o sözü edilen

deprem olduğunda mutlaka kırılacak yerlerden bir tanesi. Çünkü bu deformasyon

olduysa, gelecek hemen batısındaki bir deformasyonda bu fayın kırılma ihtimali

yüksek. Buradaki değerlendirme nedir, çok büyük çevresel sıkıntı da yaratabilecek

olay nedir, bilemiyorum. Bunun da üst ölçekte süzülüp değerlendirilmesi gerekir.

Bu örneklerden şöyle tanımlayabiliriz: Deprem sonrasında bir telaş, bir hengame

içerisinde herkes ne yapacağını şaşırdı. Gerçekten tüm kurumlar, kuruluşlar birbirine

girmiş durumda; birbirine top atandan tutun da, her türlü şey var. Biz, organize

olamadık; çünkü hazırlıklı değildik, böyle bir planlama anlayışımız yoktu. Depreme

karşı nasıl olurdu da; böyle bir programımız yoktu. Bundan çıkarılacak dersler

doğrultusunda, hem bu depremden sonra, benim bildiğim, sadece üç yerde yer

seçimi yapıldı. Biri Yalova; bunu, bu anladığımız çerçevede MTA yaptı, yani üst

ölçekteki jeolojik bir süzgeçten geçirerek yaptı. Adapazarı’nda, MTA olarak ODTÜ’yle

yaptık; Ankara Üniversitesiyle de Düzce Havzasında beraber yaptık. Bunun dışında

böyle bir bölgesel sentez yapılmadı, burayı hiç sorgulamadık. Yani hedefimiz nedir,

bundan sonra ne yapacağız ve bunları neye dayandıracağız? İşte bana göre üst

ölçekte dayandırmamız gereken şeyler bunlardır.

Buradan kısaca, gerek bu deprem bölgesi, gerekse herhangi bir yerde, bu tip deprem

tehlikesinin olduğu bir yerde şey yapacak olursak, böyle bir iş akım şeması

uygulamak zorundayız, bir program elde etmek zorundayız, eylem programları

geliştirmek zorundayız, eğitimimizi, halkın bilgilendirilmesini veyahut da -ben, burada

depremin sadece yerbilimsel boyutunu anlatıyorum- depremin yerbilimsel boyutu

dışındaki sosyal ve sosyoekonomik her türlü aktiviteyi böyle bir program içerisinde

gerçekleştirmek zorundayız. Yapılması gereken iş, işte hepimizin tanımladığı aktif

9

fayların tespiti; şu anda üniversiteler ve kurumlar dahil olmak üzere, sanıyorum 15-

20’yi geçmez. Benim bildiğim, Japonya’de sırf paleosismolojiyle uğraşan 200’ün

üzerinde doktora öğrencisi var; tabi onlar da bu Kobe depreminden sonra bu dersi

aldılar.

Bundan sonra, bahsettiğimiz bir üst ölçek yaklaşım getirmek zorundayız. Benim

anlattıklarım da zaten buraya kadar olanı kapsayan şeylerdi. Bundan sonra, biz üst

ölçekli arazi kullanım kararlarını almalıyız ki, neyin ne olduğunu, gerek bölgesel

anlamda ne olduğunu kavradıktan sonra; yani tehlikeyi bölgesel anlamda ortaya

koyup, bölge planlamamızı, her türlü sosyoekonomik aktiviteyi buna göre

yönlendirdikten sonra, imar planlama sürecine bu aşamada geçmemiz gerekir. İşte

son çıkardığımız yönetmelikler, özellikle işin bu kısmını düzenleyen şeyler. Bu kısmı

düzenlediğimizde; ama işin şu kısmı büyük ölçüde eksik kalıyor: Biz, eğitim, yetişmiş

uzman eleman, -sırf yerbilimleri açısından konuşuyorum- burada ne kadar

deneyimimiz var, ne kadar şeyimiz var; buradan da biraz iyi sentez yapmak gerekir.

Ben, şöyle diyorum: Deprem olgusunu uygulama sürecinde değil de, planlama

sürecinde işin içerisine sokup, her türlü politikayı, her türlü planlamayı üst ölçeklerden

başlayıp uygulama ölçeğine geçmek zorundayız diye düşünüyorum.

OTURUM BAŞKANI- Sayın Emre’ye, değerli konuşmasından ötürü teşekkür

ediyorum.

İkinci konuşmacı, Sayın Prof. Dr. Aykut Barka idi, gelip gelmediğini henüz

bilemiyorum; ses gelmediğine göre, henüz gelmemiş. Bundan sonraki konuşmacı,

Sayın Ramazan Demirtaş.

Buyurun Sayın Demirtaş.

RAMAZAN DEMİRTAŞ- Sayın Başkan, değerli meslektaşlarım; ben, aslında özel bir

konudan bahsedeceğim; 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin teknik

özelliklerinden, neotektonik özelliklerinden bahsettik. Ben, çok daha özel bir konu

üzerinde duracağım; çünkü 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinden sonra,

medyada, basında deprem konusunda yeterince ilgili-ilgisiz insanlar tarafından çok

daha farklı bilgiler verilmeye çalışıldı. Ancak, bunların bazıları doğru, bazıları yanlıştı

10

ve dolayısıyla bütün bu medyadaki olaylar, tartışmalar, bize deprem araştırmalarında

neredeyiz ?, dünya deprem araştırmalarında nerede ?, Türkiye nerede ?. Bu açıdan

kendimizi sorgulamamız için çok özel bir konu seçtim. Biraz da aslında bilim adamı

olarak kendimizi sorgulamamız gerektiğine inanıyorum.

Konumuz, deprem araştırmalarındaki belirsizlikler. Eğer belirsizlikleri bilebiliyorsak,

olaya daha çok gerçekçi biçimde yaklaşmaya çalışırız. Bu belirsizlikler nelerdir?

Aslında deprem tam olarak çözülemediği için, depremin her aşamasında birçok

belirsizlikler bulunmakta. Bunlar nelerdir ?; Ben kısaca özetlemeye çalışayım:

� Kabuk yapısı,

� Büyüklük (Magnitüd),

� Episantr yerinin (Dış-merkez) belirlenmesi,

� Depremin oluş zamanı,

� Odak derinliği,

� Odak düzlem çözümlerinde yapılan birçok belirsizlikler var.

� Şiddet, Özellikle şiddet üzerinde çok fazla duracağım, çünkü bu parametre

depremlerin önceden kestirilmesi açısından büyük önem taşıyor.

� İvme değeri,

� Kuvvetli yer hareketinin süresi,

� Depremlerdeki kırılma olayları, tek parçalı ya da çok parçalı kırılma olayları

nasıl gelişiyor;

� Deprem kırık uzunluğu

� Kayma hızı - atım arasında ve deprem büyüklüğü arasındaki ilişkiler nelerdir,

bunlardaki belirsizlikler nelerdir? 30 dakika içerisinde bunları anlatmamız çok

zor, ama yine bunlardan birkaçına, çok önemli olanlarına değinmeye

çalışacağım.

� Depremlerin yinelenme aralıkları,

� Deprem modelleri,

� Diri fay haritası,

� Deprem bölgeleri haritası,

� Tarihsel deprem katalogları,

� Depremlerin önceden kestirilmesindeki belirsizlikler nelerdir;

11

� Hendek çalışmaları, özellikle paleosismolojik konularda ne tür hatalar

yapılıyor, ne tür belirsizlikler var; bunları tek tek ortaya koymak lazım.

� Sismik boşluklar,

� Erken uyarı sisteminden biz ne anlıyoruz?

� Sıvılaşma, zemin yenilmesi, oturma ve deprem kırığı arasında nasıl bir ilişki

var?

� Deprem zararları nasıl en aza indirgenebilir,

� Deprem sırasında nasıl davranmalı,

� Deprem sigortası

� Zemin etütleri.

Dediğim gibi, bunları 30 dakika içerisinde anlatmak çok zor. Ben, bunlardan birkaç

önemlisini seçtim. Bunların en önemlisi olan şiddet üzerinde durmak istiyorum.

Konuyu daha iyi anlatabilmek için, bunları tek tek yazıya döktüm. Bir depremin şiddet

değerini belirlemede sarsıntının etkisi, etkilenen insanların oranı, insanların tepkileri, -

örneğin dışarı kaçtılar mı gibi, ev içerisindeki eşyaların hareketleri, yığma yapılardaki

hasarlar ve bacalardaki hasarlar gibi gözlemler, sonuçlar değerlendirilerek tayin edilir.

Bildiğiniz gibi, farklı ülkelerde deprem yönetmelikleri ve şiddet cetvelleri olmasına

rağmen, Türkiye’de kendine özgü bir şiddet cetveli bulunmamaktadır. İşte bizim en

çok kullandığımız MSK; ancak MSK da Türkiye’nin gerçek standartlarını

yansıtmamaktadır. Bu nedenle, en kısa zamanda Türkiye için bir şiddet cetvelinin

geliştirilmesi gerekmektedir.

Şiddet cetvelleri hazırlanırken birçok sorunlar var; bu sorunları şematize etmeye

çalıştım. Şiddet cetvelleri hazırlıyorsunuz, daha sonra eşşiddet haritaları çiziyorsunuz

ve eşşiddet haritası hazırlanırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlar nedir;

yani eşşiddet haritası yaparken nelere dikkat etmemiz lazım? Çünkü tarihsel geçmişe

doğru baktığınız zaman, bugün 1900’lü yıllardan önceki bütün depremlerin tarihsel

kayıtları bulunmadığı için, bizim en çok yararlandığımız kayıtlardan bir tanesi tarihsel

kayıtlar ve bunlardan da bildiğiniz gibi, eşşiddet haritaları hazırlıyoruz.

12

Eşşiddet haritalarının o kadar basit bir şekilde hazırlanamayacağını burada özellikle

vurgulamak istiyorum. Eşşiddet haritasını etkileyen faktörler nelerdir?

� Birincisi, fiziksel etkiler; büyüklük, odak derinliği, genel jeoloji, fay tipi, deprem

merkezinin yeri.

� İkinci faktör, insan algılama faktörü; nüfus yoğunluğu, rapor sayısı, insan

sezgisi, gözlemcinin bulunduğu yer, rapor eden kişinin deneyimi, -ki çok

önemli- rapor eden kişinin hükmü.

� Üçüncü faktörümüz, yapısal etkiler. Nedir bunlar? Zemin, topografya, malzeme

ve işçilik, bina düzeni, yer etkileri, bina kalitesi.

� Dördüncü faktör olarak da ortamsal etkiler; su davranışı, yamaç yenilmeleri,

kum ve çamur kaynamaları, sıvılaşma, kaya düşmesi, faylanma.

Bunlar eşşiddet haritalarının hazırlanmasını nasıl etkiliyor? Dolayısıyla bir bölgeye

gittiğiniz zaman, farklı bilim adamları farklı eşşiddet haritaları çizmeye çalışıyor.

Bunlara kısaca baktığımız zaman; en yüksek şiddet bölgesi, her zaman depremin

merkez üssünü temsil etmez, bu çok önemli. Buna karşılık şiddet değeri, deprem

merkezinden uzaklaştıkça azalır. Bu özellik, tarihsel depremlerin magnitüdlerinin

saptanmasında ve deprem merkezinden uzaklığa göre sismik risk belirlemelerinde

kullanılır.

Günümüzde de birçok depremin de eşşiddet haritaları yapılmaktadır; bunların çoğu,

tarihsel raporlar dikkate alınarak yapılmaktadır. Bu haritalar, bazen depremle ilgili hiç

deneyimi olmayan insanlar tarafından, hazırlanan anketlere verilen cevaplara

dayanarak çizilmektedir. Eşşiddet haritaları hazırlarken, eşşiddet değerlerinin şeklini

ve kapsadığı alanı etkileyen önemli çok sayıda faktörleri biraz önce anlattım.

Büyüklük nasıl etkiliyor? Bir depremin büyüklüğü, eşşiddet alanının büyüklüğünü

belirleyen parametrelerden birisidir. Fakat eşşiddetlerin daha büyük ya da daha

küçük olmasına yol açan diğer bazı parametreler vardır.

Eşşiddet haritasında dikkat edilmesi gereken olay, odak derinliği. Geçmiş

depremlerle ilgili edinilen deneyimlere göre, depremin odak derinliği ne kadar derin

olursa, eşşiddet alanının büyüklüğü de o kadar geniş olmaktadır. 6-6.9 büyüklüğünde

orta odaklı bir depremin eşşiddet alanı, sönümlenme gösterecek şekilde şiddet

değerleri azalarak daha geniş bir alan kapsayabilir. Buna karşılık, 7-7.5

13

büyüklüğünde sığ derinlikli bir deprem, benzer büyüklükte, fakat daha büyük şiddette

eşşiddet alan oluşturabilir. Sönümlenme, bir bölgeden diğer bölgeye göre farklı

şekilde olabilir. Yani bir eşşiddet haritası çizilirken, Amerika’daki bir bilim adamının

gelip Türkiye’de eşşiddet haritasını çizmesi; çok farklı deneyimlere sahip olduğu ve

oranın jeolojik yapısı çok farklı olduğu için farklı bir şekilde eşşiddet haritası

çizebiliyor.

Diğer bir faktör, fay tipi. Eşşiddet alanlarının büyüklükleri, faylanma tipine bağlı olarak

farklılıklar gösterebilir. Örneğin çok büyük depremlerin olduğu yitim kuşağındaki

faylanmanın yarattığı eşşiddet alanı, bir doğrultu atımlı faylanmanın oluşturduğu

eşşiddet alanından çok farklılıklar gösterir.

Bunları anlatmamın sebebi, biliyorsunuz yine olayı Marmara depremine getirmek

istiyorum. Özellikle tarihsel depremlere baktığınız zaman, 1509, 1766, 1894

depremlerinden bahsedilir ve bunların maksimum eşşiddet alanları dikkate alınarak

deprem büyüklüğü belirlenmeye çalışılıyor. 1509 depremi, tarihsel kayıtlarda küçük

kıyamet olarak geçmektedir. Ancak, eğer böyle bir deprem, yani 17 Ağustos 1999

depremi 1500’lü yıllarda olsaydı, belki bu deprem de büyük kıyamet olarak

geçebilecekti, dediğimiz faktörlerden dolayı.

Eğer deprem merkezi okyanusta, çölde, ormanlık alanda ya da erişilemez dağ

silsilelerinde yer alırsa, eşşiddet bölgelerinin derecesini ve şeklini tahmin etmek zor,

hatta imkansızdır.

Diğer yandan, faydaki küçük bir eğim açısı, deprem merkezine oldukça uzak alanda

daha yüksek şiddete neden olabilir. Bu durum, riski belirlemek için özellikle

gözlemlerin yetersiz olduğu alanlarda tarihsel depremlere ait eşşiddet haritaları

yapılırken önemlidir.

En önemli faktörlerden ikincisi, insan algılama faktörü. Burada önemli olan insan

sayısı değildir, dünya nüfusu çok yavaş bir şekilde gelişmektedir. Miladi yılın başında

300 milyon; 1750 yılında 800 milyona, 1800 yılında 1 milyara, 1900 yılında da 1

milyar 700 milyona ulaşmıştır. Buna karşılık, dünyanın birçok bölgesinde nüfus,

gelişmiş yerlerde yoğunlaşmıştır.

14

Eşşiddet haritası çizilirken rapor sayısı çok önemli. Geçmiş dönemlerde yeterli sayıda

köyler ve kasabalar olsa bile, bu depremlerin kaydedildiği ya da rapor edildiği

anlamına gelmez. Çünkü rapor sayısı, depremi rapor edecek gezginler, keşifçiler gibi

kimselerin bulunup bulunmaması gibi faktörlere ve diğer etmenlere bağlıdır.

Başkentler ve ticaret yollarının geçtiği bölgeler, iç savaşlar, isyanlar, büyük salgın

hastalıkları, büyük yangın afetleri ve dokümanların yok olmasına neden olan

depremler gibi olaylar göz önüne alınmalıdır.

İnsan sezgisi nasıl etkiliyor? Birden daha çok deprem yaşamış bir neslin olduğu

sismik bölgede, büyük bir depremden kısa bir süre sonra ikinci bir deprem daha

yüksek şiddetli olarak veya daha geniş bir alanı kapsadığı şekilde belirtilebilir.

Gözlemcinin bulunduğu yer gerçekten çok önemli. Sarsıntı, çok katlı binaların üst

katlarında daha şiddetli olarak hissedildiği için, yalnızca gözlemcinin faaliyetleri

yatma, oturma, dolaşma değil; aynı zamanda bulunduğu, insanın depremin şiddetini

farklı değerlendirmesine sevk eder. Bu durum, günümüzde anketlerde ayrıntılı olarak

belirtilmektedir. Yüksek katlı eski binalar alüvyonlar üzerinde kurulmuşsa; gözlemci,

orta büyüklükteki bir depremin yüzlerce kilometre uzaklıkta, çok katlı binaların daha

üst katlarında şiddetlice hissedildiğini rapor eder. Örneğin 6.5 büyüklüğündeki

1976’da İtalya’daki bir deprem, deprem merkezinden 700 ve 500 kilometre uzaklıkta

bulunan Berlin ve Frankfurt’ta hissedilmiştir.

Tabii burada eşşiddet haritası çizerken, rapor eden kişinin deneyimi çok önemli.

Günümüzde deneyimli uzmanlar arasında şiddet belirlemelerinde önemli farklılıklar

bulunuyorsa, tarihsel deprem raporlarında verilen şiddet belirlemelerine güvenmek

son derece zordur. Çoğu raporlardaki şiddet belirlemeleri, kesinlikle bugünkülerden

daha iyi değildir. Bu raporlardaki eşşiddet haritalarının çoğu çok kötü ya da kasıtlı

olarak abartılmıştır. Eğer deneyim eksikliği bulunan mühendisler, değişik bölgelerde

birçok depremi araştırma şansları yoksa, eğer bu depremler çok sayıda can ve mal

kaybına neden olmuşsa, şiddet derecelerini genellikle yüksek vermektedirler.

Diğer bir faktör, rapor eden kişinin hükmü. Şiddet belirlemede diğer bir farklılık, genel

ve kişisel hükümlerden kaynaklanmaktadır. Genel hüküm dediğimiz zaman, araştırıcı

kişinin ülkesiyle depremin oluştuğu ülke arasındaki bina kalitesinden ileri gelmektedir.

15

Yüksek inşaat tekniği ve standartların kullanıldığı bir ülkeden gelmiş ve inanılması

güç ve kötü inşa edilmiş bir bölgeyle ilgili şiddet derecelerini belirleyen kimse,

görülmeye değer bina çökmeleriyle ya da yer değiştirmiş çatı kiremitleri, bacalar ve

düşük kaliteli binaların ayakta kalması ya da hasar görmesine dikkat ederek, ayrıca

zemindeki yer değiştirmelere boş gözle bakarak daha düşük kesimdeki şiddet

derecelerini belirler. Bu tür kritik araştırmalarındaki böyle tutumlar, daha düşük şiddet

değerlerine doğru eğilimli kişisel hükümler olarak nitelendirilmelidir.

Mesleğimizi esas yakından ilgilendiren olay; yapısal etkiler, zemin ve topografyanın

eşşiddet haritasına nasıl bir etkisi var? Kötü bir zemin, deprem olmaksızın bile bina

emniyetini tehdit eder, deprem sırasında ise önemli hasara neden olur. Zeminin sert

ya da kayalık olduğu alanlarda eşşiddet haritaları daha küçük alanlar ve daha düşük

şiddetli cepler içerirler. Buna karşılık yumuşak zeminlerde tam tersi durum

işlemektedir. Bu nedenle eşşiddet haritalarını yorumlarken, yüzey jeolojisini çok iyi

bilmek gerekir.

Dik topografya, özellikle yumuşak ya da kötü zeminde hasarı doğrudan ya da dolaylı

olarak arttır. Bazı yamaçlar, özellikle suya doygun olanlar duraylı değildir ve ilk

depremde yenilebilirler.

Diğer bir faktör, malzeme ve işçilik. İnşaatlarda kullanılan malzeme tipleri, hasarı ve

dolayısıyla şiddeti belirler. Malzemeler çok değişken kalitelere sahip oldukları için, bu

malzemelerin davranışları, farklı özelliklere sahip diğer kısımların malzeme

davranışlarını saptayabilir.

Ayrıca malzemenin yaşı son derece önemlidir. Uzun yıllar içerisinde ahşap yapılar

çürüyecek, çelik yapılar paslanacak; bazı yapıların temellerinde farklı oturmalar

olacak ve bazı binaların çatlakları bile tamir edilmeden birden daha çok depremlere

maruz kalacak.

İşçilik kalitesi, tuğla ya da taş yapıların ya da betonarme yapıların hasar

görebilirliklerini belirler. İşçilik kötü olursa, tuğla ya da taş duvarlar kötü olsa bile, orta

şiddetli bir depremde kolaylıkla birbirinden ayrılabilirler. Kolon-kiriş bağlantılarının

16

yetersiz olduğu ya da etriye sıklığının yapılmadığı veya kötü yapılardan, betonarme

yapılardan habersiz olan bir kimse, şiddetleri çok yüksek verir. Örneğin Güney

Amerika’da 31 Ağustos 1886 Charleston depreminde, dalgalanmış tuğla binalarda ya

da 28 Aralık 1989 New Castle depreminde dönmüş tuğla yapıları ya da 7 Aralık 1989

Spitak depreminde ağır bina hasarı tamamen düşük kaliteli betonarme yapılar ve

deprem yönetmeliklerine uymayan bina tasarımlarıyla ilgilidir. Diğer yandan, 1989

Loma Prieta depreminde çökmüş, Cyprus Street viyadükleriyle, 17 Ocak 1995 Kobe

depreminde çökmüş, Şinkanzen yolları, yine yapı tasarımıyla ilgili hatalardan

kaynaklanmaktadır.

Burada değinmek istediğimiz konu; eğer bir bölgede, Kobe’de bu şekilde bir hasar

gördüğünüz zaman, biraz önce bahsettiğimiz deneyimlerden eksik bir kişi, buradaki

şiddetleri son derece abartılmış şekilde verecektir. Örneğin burası için 12 verebilirler.

Ancak, buradaki hata tamamen buradaki viyadüklerin yapı tasarımından

kaynaklanmaktadır. Dikkat ederseniz, kolonların orta kısımda olduğunu ve oldukça

kısa olduğunu; yani bir anlamda kısa kolon yenilmesi şeklinde geliştiğini görüyoruz.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir faktör, bina düzeni. Simetrik ve planlamaya uygun

olmayan bir bina ve diğer yapılar, düzenli olarak planlanmış yapılardan daha fazla

hasar görürler. Bir başka deyişle, binalar ne kadar düzensizse, o kadar fazla hasara

uğrarlar. Bu nedenle şiddet tahminlerinde ve değerlendirmelerinde bu özellikler

dikkate alınmalıdır.

Diğer faktörlere baktığımız zaman; özellikle yer etkileri, şiddet belirlemelerinde

yapılan yapıların oturduğu zemin büyük rol oynamaktadır. Eğer binalar, altındaki

zemin, binaların doğal frekansına yakın frekanslarda titreşirse, -yani rezonans

olayından bahsediyoruz- binaların salınımları büyütülür ve hasar daha çok ağır olur.

Bu olay, yerel zemin özelliklerine bağlıdır. Örneğin Fondo de Lago bölgesinde binalar

genç çökel tabakaların üzerinde bulunmaktadır. Çanak şeklindeki bir havzada

depolanmış yumuşak çökellerden oluşan zemin, Meksiko yakınlarında, Pasifik

kıyısında oluşan şiddetli bir depremde düşük frekanslarda sarsılmış; eski bir ya da iki

katlı kerpiç binalara göre çok katlı binalar daha çok hasar görmüştür.

17

Burada özellikle şuna değinmek istiyorum: Hiç kimse, bir deprem olmadan önce,

1985’teki depremde, Meksiko City’nin yıkılacağını tahmin edemezdi. Ki depremin

episantrı (dış-merkezi), biraz önce söylediğimiz gibi, Meksiko City’den yaklaşık 350

kilometre uzaklıkta. Buradaki olay, tamamen yerel zemin koşullarından

kaynaklanıyor. Eğer bina hasarını dikkate alarak bir eşşiddet haritası çizerseniz, çok

abartılı bir şekilde eşşiddet haritası verirsiniz ve deprem büyüklüğünü de ona göre

çok daha abartmış olursunuz.

En önemli faktörlerden biri de ortamsal etkiler. Biliyorsunuz su davranışı, hasarların

üzerinde oldukça etkilidir. Bilindiği gibi, şiddet cetvellerinde kaynak sularındaki

değişimlerinden, kaplardaki sıvıların çalkalanmasından ya da sulardaki

dalgalanmalardan ve su türbülanslarından bahsedilir. Bu tür olaylar, düşük şiddetli

depremlerin tahmin edilmesi açısından önemlidir. Göl ya da akarsulardaki su

dalgalanmaları, sadece sarsıntının şiddetine değil, aynı zamanda başka faktörlere de

bağlıdır.

Rosse Forel eşşiddet cetvelinde, Genova Gölündeki dalgalanmalarla ilgili bilgiler yer

almaktadır. Ana periyod; yani tam bir salınım için gerekli zaman, hakim sarsıntı

yönündeki su kütlesinin büyüklüğüne ve su derinliğine bağlıdır. Çok az sönümlenme

olması nedeniyle salınımların büyütülmesi mümkündür. Bu nedenle küçük ölçekte su

birikintilerinde, zemin özelliklerinden dolayı dalgaların büyütülmesi gerçekleşebilir.

Örneğin havuzdaki su ya da tanktaki sıvı, derin yumuşak alüvyonlardakine benzer bir

periyodla salınım gösterebilir. Bu durum, sıvının hareketini önemli derecede

büyütebilir ve tankların hasarına neden olabilir. Bu tür belirtilere dayanarak belirlenen

şiddet dereceleri gerçekten daha yüksektir. Sulardaki türbülanslar, sadece şiddetli

deprem sarsıntılarında değil, aynı zamanda depremden uzak, duraysız yamaçların

yenilmesi sonucunda gelişebilir. Bu özellik, şiddet belirlemelerinde dikkatlice

incelenmelidir. Diğer yandan tsunami, şiddet cetveli değerlendirmelerinde

kullanılamaz.

Son olarak, yamaç yenilmeleri... Özellikle yamaç yenilmeleriyle ilgili yüksek şiddet

dereceleri belirlemeden önce, uzmanlar yamaç duraylıklarını dikkatlice

incelemelidirler. Bu tür yamaçlar, şeyl ya da şistlerden türemiş kırıntılar, suya doygun

çok gevşek kum, sıkı çatlaklı kil cepleri, yumuşak kil, suya doygun kum, silt ya da

18

zayıf ara tabakalı kil tabakalarından oluşabilir. Yüksek su içeriği; yani artan gözenek

suyu basıncı ya da yamaç yenilmelerini daha da hızlandırmaktadır. Bir deprem

olmaksızın bile yamaç yenilmeleri kendi kendine meydana gelebilmektedir. Hafif bir

sarsıntı ya da aşırı bir yağış, bu tür duraysız yamaçların kolaylıkla yenilmelerine

neden olabilir. Bölgenin yüzey jeolojisini bilmeyen ya da deneyim eksikliği olan birçok

tarihçi ya da sismolog, bu tür bölgelerdeki eski depremler için gerçeğinden çok daha

büyük şiddet dereceleri vermişlerdir.

Yamaç ya da zemin yenilmelerinin olduğu bölgelerde çatlaklar görülebilir. Yukarıda

sözü edilen açıklamalara uygun olarak, bu tür olaylar yüksek şiddet belirtileri ya da

faylanma olarak değerlendirilmemelidir. Bu tür çatlaklar, akarsu kenarlarının

çökmesiyle de oluşabilir ve bu tür yerler duraysız ortamlar oldukları için, zemin

yenilmeleri için yüksek şiddet değerleri vermeye gerek yok.

Diğer önemli bir problem, yine kum ve çakıl kaynamaları. Bildiğiniz gibi, fışkırmış su

belirtileri, genellikle yüksek şiddet ya da yüksek yer ivmesinin bir sonucu olarak

gelişmiş olaylar olarak kabul edilir. Bu tür olaylar, sıvılaşmaya çok uygun zeminlerde

geliştiği için, deneyim eksikliği olan birçok araştırıcı, bu olayların olduğu alanlar için

yanlış olarak 9 şiddet derecesini verirler. Ancak birkaç küçük kum ya da çamur

kaynaması gözlenirse, 7 ya da 8 şiddet değerlerini vermek daha gerçekçi olur.

Diğer bir faktör, sıvılaşma. Sıvılaşma, zemin özelliklerine ve su içeriğine bağlı olarak

gelişir. Bu nedenle bu tür zeminler üzerinde bulunan binalar ya da araçlar zemin

içerisine gömüldükleri için, yüksek şiddet dereceleri belirlemek yanlıştır. Sıvılaşma,

şimdiye kadar şiddet cetvellerinde yer almamıştı. Ancak, sarsıntı yeterince uzun

olursa, sıvılaşma 7 şiddetinde oluşmaya başlar.

Kaya düşmesi... Yamaç yenilmelerinde olduğu gibi, kaya düşmesi olabilecek yerleri

gösteren yol işaretleri, kaya kütlelerinin duraylılığı ile ilgili olan normal olaylar

olduklarını gösterirler. Kaya düşmelerinin esas nedeni, erimeleri izleyen don

olaylarının bir sonucudur. Diğer yandan kayma olayları, zemindeki duraylılıklarını

sağlayan bağlantıların giderek aşınması ve kopmasıyla gelişir. Kaya düşmeleri ve

kaymaların normal ya da sık oluştuğu bölgelerde bu olaylar dikkate alınarak MSK

olarak 12 şiddet derece vermek son derece yanlıştır. Bu tür bölgelerde malzeme

19

yeterince hassas ve mevsimsel olaylar da bunu hızlandırdığı için, bu olaylar 6 şiddet

derecesinde oluşabilirler.

Diğer taraftan faylanma, göreceli yer değiştirmenin bir işareti olup, muhakkak

sarsıntının yüksek seviyesini belirtmez.

Özetle, eşşiddet haritalarında söylemek istediğimiz olay; boru hatları, su, gaz,

kanalizasyon gibi altyapı hasarı ile rayların bükülmesi dikkatlice incelenmeli, 9 ya da

MSK olarak derecesinin bir kanıtı olarak düşünülmemelidir. Yamaç yenilmeleri, dolgu

zemin oturmaları, orta şiddette sarsılan bölgelerde oluşabilir. Deprem merkezinden

çok uzak bölgelerde deniz altındaki yamaç yenilmeleri, kablo, boru hatları gibi

altyapılarda hasara neden olabilir. Su ya da gaz boruları kayma olmaksızın kırılırsa,

MM olarak 7 ya da daha büyük şiddet derecesi kabul edilebilir.

Bahsetmek istediğimiz olaylardan bir tanesi de şu: Özellikle geçmişi düşünerek, bu

slayt 1987 Yeni Zelanda’da oluşan 6.3 büyüklüğündeki bir depremi gösteriyor ve bu

depremde trenrfayları fay zonuna dik olarak inşa edildiği için, bir kuşak içerisinde

faylanmaya uğruyor. Dikkat ederseniz, depremin büyüklüğü 6.3. Buna benzer bir

görüntü Arifiye civarında oluştu. Eğer geçmişte bu deprem olsaydı, eşşiddet

haritasını belirleyen ya da deprem büyüklüğünü belirleyen kimse, bu tren raylarına

bakarak belki bu deprem büyüklüğünün 7.5 olabileceğini söyleyebilirdi ve dolayısıyla

benim anlatmak istediğim olay şu: Geçmişteki tarihsel kayıtlara güvenerek gelecek

hakkında bir şeyler söylemek son derece yanlış ve birtakım belirsizlikler içermektedir

ve başka tür teknikler devreye girerek gerçek deprem büyüklüğünde ve depremlerin

tekrarlanma aralıklarını ortaya koymak gerekir. Yani olayı yine Marmara Denizine

getirecek olursak; 1509 depremi ne kadar büyüklükte? Maksimum şiddete bakarak o

depremin büyüklüğü gerçekten 7.5 civarında bir deprem mi? Yoksa yine 1766-1894

depremleri için aynı olaylar geçerli ve bunlara bakarak da gelecekteki deprem

potansiyelini söylemek; yani gelecek 12 yıl içerisinde depremin olabileceğini

söylemek son derece yanlıştır.

Aslında konunun başında da belirttiğim gibi, deprem araştırmalarında o kadar çok

belirsizlikler bulunmaktadır ki, bunlardan bir tanesinde yüzey faylanmasının

uzunluğuna bakarak deprem büyüklüğünü belirlemek. Yüzey faylanmasının

20

uzunluğu, bir bölgede risk altında bulunan yapılar için çok önemlidir. Aşağıdaki

çizelgede baktığınız zaman, dünyada oluşan bazı depremlerle kırık uzunluğu

arasındaki ilişkiyi gösterir. Dikkat ederseniz, 6 büyüklüğünde bir deprem 70 kilometre

uzunluğunda, 6.5, 110 km; 7, 160 km; 7.5, 240 km; 8, 360 km; 8.5, 360 km

uzunluğunda yüzey kırıkları oluşturmuş. Ancak böyle olaylar çok genel ve bu kurala

uymayacak şekilde devam ediyor. Dikkat ederseniz, 12 Kasım depreminin büyüklüğü

7.2 olmasına karşın, oluşturduğu kırık uzunluğu 40 kilometre civarında. Eğer buraya

bakacak olursanız, 7-7.5 arasında, yani oradaki beklenecek kırık uzunluğu 160

kilometre civarında olması gerekiyordu. Dediğimiz gibi, kırık uzunluğuna bakarak da

deprem büyüklüğünü belirlemek doğru sonuçlar vermiyor. Aynı şeyler, fayların

atımlarına bakarak da deprem büyüklüğünü söylemek yine birçok belirsizlikler

içeriyor.

23 Kasım 1980 İtalya depremi, 6.8 yüzeyde çok küçük faylanma yapmıştır. Yine

bildiğiniz gibi, 1989 Loma Prieta depremi, aynı şekilde; Türkiye’de 13 Mart 1992, 6.8

büyüklüğündeki depremde yüzey kırığı gelişmemiştir. Ancak, bu kırık, artçı

depremlerin dağılımına baktığınız zaman, 45 kilometre civarında olduğunu

görüyorsunuz. Karşılaştırma yaptığınız zaman, yine burada 6.5’lik deprem bazen 110

kilometre kırık oluşturmasına rağmen, bu depremde sadece 45 kilometrelik bir kırık

gelişmiştir. Yani fayların fiziksel özellikleri farklı yerlerde farklı özellikler gösterdikleri

için, deprem kırığı her yerde aynı şekilde yayılmaz. Fay düzlemi boyunca, asperiti

denilen yama şeklinde engeller, fay doğrultusunda değişmeler ve kaymayı önleyen

yapısal bariyerler bulunur. Bu engeller bazen deprem tarafından kırılırken, bazen de

kırılmadan kalabilmektedir. Ana kırılma sona erdikten sonra, artçı sarsıntılar

kırılmamış bir engeli kırabilirler. Deprem kırık uzunluğu, bölge kayaçlarındaki

deformasyona, faylanmış kayacın özelliklerine ve kayma yüzeyine bağlıdır. Bu

nedenle yüzey kırık uzunluğu, güvenilir bir kriter olarak kullanılamaz.

Faylarla ilgili en çok sorulan sorudan birisi de, “Faydan ne kadar uzaklık

emniyetlidir?” O konudan da birazcık bahsedelim: Zemin hareketleri fay yakınında

çok şiddetli olacak diye mutlaka bir kural yoktur. Diğer yandan, bir faydan ne kadar

uzaklaşırsanız, diğer faya o kadar yaklaşırsınız. Ki bu tanım, bizim Marmara Denizine

çok benziyor. Özellikle basında son zamanlarda tartışılan olaya baktığınız zaman;

“Kuzey Anadolu Fayının ana hattının yok Adalar’ın 10 kilometre kuzeyinden mi, yok

21

60 kilometre güneyinden mi geçiyor?” sorusunu buradaki kısım çok güzel bir şekilde

açıklıyor. Eğer o fay hattı, Adalar’ın 60 kilometre güneyinde geçirirseniz, artık

Marmara Denizinden çıkarsınız, Bursa’ya girersiniz, Bursa’daki diğer bir fayla

karşılaşırsınız. Dolayısıyla bu kriteri de göz önünde tutmak gerekir. Bu, her şeyden

önce dalgaların yayılması ve yerel zemin koşullarına bağlıdır.

Odak noktasından çıkan dalgalar, daha uzaklarda birbirleriyle çakışarak daha şiddetli

etkilere sahip olmaktadır. Yani burada anlatmak istediğimiz olay; sabah da

belirttiğimiz gibi, faylanma muhakkak şiddeti belirlemez ve en önemli hasar sadece

faylanmadan değil, -faylanma bunun çok küçük bir yüzdesini oluşturur- esas hasar

yerel zemin koşullarından kaynaklanmaktadır. Öte yandan faylanmadan ileri gelen

hasar olasılığı, sarsıntıdan kaynaklanan hasara göre çok küçük küçüktür. Yüksek

şiddet sarsıntısı, alanın çok küçük bir bölümü faylanmayla ilgilidir. Bir başka deyişle,

yüzey faylanmasıyla ilgili alan, MM olarak 7 ya da 9 şiddet derecesinin çok küçük bir

yüzdesine sahiptir.

Şiddeti anlattıktan sonra, biraz da gündemi çok meşgul eden, depremlerin önceden

kestirilmesinden kısaca bahsedelim: Birçok doğa olayının önceden bilinmesine

karşın, depremler önceden bilinmemektedir. Depremlerin önceden bilinmesinin bir

tanımı yapılmalıdır. Bilim çevrelerine göre, önceden bilme, belli bir zaman süresi

içinde, belirlenmiş bir alan içinde, belli büyüklük sınırları arasında yer alan depremleri

önceden bilmektir. Bir başka deyişle, uzun bir süre suskunluk döneminden sonra bazı

öncü sarsıntılar olduğu zaman, yakında yıkıcı bir deprem olacağına dair uyarı

yapmak. Daha açık bir tanımla, deprem olacağını ilan eden kişi ya da kuruluş,

depremin merkez üssünün koordinatlarını artı eksi 10 kilometre, zamanını artı eksi 4

saat ve büyüklüğünü artı eksi 1 hata limitleri içerisinde bildirmelidir. Bu hata limitleri

çok daha farkla alınabilir, burada bir örnek olarak verilmiştir. Şu ya da bu kişi ya da

kuruluşun, “Kuzey Anadolu fay zonunda ya da İstanbul’da 7.5 büyüklüğünde bir

deprem olacak” demesi, depremlerin önceden bilinmesi olarak kabul edilemez.

Depremlerin önceden bilinmesi, belli ve kabul edilmiş hata limitleri içinde deprem oluş

yeri, oluş zamanı ve büyüklüğünün bilinmesi olarak kabul edilmelidir.

Deprem tahminleri, bildiğiniz gibi dört aşamada incelenebilir. Bunlardan ilki, uzun

süreli deprem tahmini; yani bir bölgede birkaç on yılla birkaç yıl arasında birkaç

22

haberciler gelişebilir. Diğer tarafta orta süreli deprem tahmini, birkaç yılla birkaç ay

içerisinde o bölgede birtakım haberciler yine gelişebilir. Üçüncü olarak, kısa süreli

deprem tahmini, birkaç ayla birkaç hafta içerisinde oluşan kabuktaki değişiklikleri içrir

Diğeri, çok kısa süreli deprem tahmini ya da uyarı diyebileceğimiz bir kısım; birkaç

hafta ya da birkaç gün içerisinde kabuktaki değişiklikler, yani birtakım haberciler.

Burada ayrıntıları var.

Bu sonuç, depremlerin önceden bilinmesi; yani şuraya bakacak olursanız, Çinlilerin

bu konuda çok daha başarılı olduğu söylenmesine rağmen, bildiğiniz gibi Çinlilerin

tek bildiği deprem, 1975 Haicheng depremidir. Ancak, 1975 Haicheng depremini

bilmeden önce, 1966-1976 yılları arasında Çin’de 9 tane büyük deprem vardı ve

tarihe de 9 büyük deprem olarak geçmiştir. Yani 1975 yılına gelinceye kadar 7 tane

büyük deprem Çin’de meydana gelmiştir; bunların hepsi de 7.0’ın üzerindeki

depremlerdir. Dolayısıyla 7 büyük depremde bu kadar can kaybı olduktan sonra,

devlet başkanı, depremlerin önceden bilinmesiyle ilgili büyük para desteğinde

bulunmuş ve çok büyük katkılarda bulunmuş. Sonucunda bilim adamlarına deprem

habercilerine çok yakından izlemelerini tavsiye etmiştir ve sonunda 1975 Haicheng

depremi, bildiğiniz gibi Şubat ayında meydana geldi. Ancak, Şubat ayına gelmeden

önce, 3 gün öncesinde 500 civarında, büyüklükleri 4.0’ın üzerinde 500 öncü deprem

meydana geldi ve deprem oluş zamanı da kış olduğu için, bütün sürüngenler yüzeye

çıkmış, yeraltı suyu seviyesi de tamamen değiştiği için, bilim adamları bu bölgenin

boşaltılmasını söylemiş ve 3 gün son da Hai-cheng depremi meydana gelmiştir.

Ancak bir yıl sonra, 1976’ta Tangshan depremi var ve büyüklüğü de 7.5. Bu

depremde ise 250 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Yani bu, bir anlamda depremlerin

önceden bilinmesi konusunda Çinlilerin o kadar da başarılı olmadığı ortaya

çıkmaktadır.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Bu değerli bilgiler için Sayın Ramazan Demirtaş’a çok teşekkür

ediyoruz.

Aykut beyi hâlâ bekliyoruz, ama sanıyorum daha ulaşamadı; sıra değiştirerek,

üçüncü konuşmayı Prof. Dr. Tuncay Taymaz yapacaklar.

23

Buyurun Tuncay bey.

Prof. Dr. TUNCAY TAYMAZ (İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi)-

Merhabalar.

Bugünkü konuşmalarda, depremin jeolojik gözlemleri hakkında detaylı bilgiler izledik.

Ben, size sismoloji ve sismotektonik açısından depremin kaynağına, mekanizmasına

yönelik sonuçları tartışacağım.

Bu görüntüde, size çok iyi bildiğiniz Doğu Akdeniz Bölgesinin sismisitesini, Amerika

Birleşik Devletlerinin jeoloji servisinin verilerine dayanarak gösteriyorum. Burada sırf

böylesine bir sismisite haritasına baktığımızda da, detaylı olarak hangi bölgelerin

depremle iç içe yaşadığını görme açısından önemli. Bu sefer sadece Türkiye ve

Yunanistan’ın belli bir kesimini, daha doğrusu Ege Bölgesini içerisine alan sismisite

dağılımını göstermeye çalışıyorum. Bu, Uluslararası Sismoloji Merkezinin 1964-1995

yılları aralığında ve yine depremin Richter Ölçeğine göre 4’ten büyük olan

depremlerin dağılımlarını görüyorsunuz. Kırmızı yıldızlar, Holosen yaşlı volkanları,

Kuzey Anadolu Fayının genel hatları ve uydu verilerinden aldığımız topografik veriler

rölyevi görüyorsunuz. Dolayısıyla kıtasal bölgelerde biz kıta ölçeğinde dağılmış,

saçılmış bir sismisiteyi yaşamaktayız. Biz, bunu “distibituted deformation” diye

adlandırıyoruz.

Genel bilgiler olarak, 30 yıl öncesinden günümüze kadar geçen zamana

baktığımızda, aslında çok da fazla büyük depremlerin olmadığını görüyoruz. Bu

şekilde, Yunanistan ve Batı Anadolu’da 1960’lı yıllardan günümüze, yani aletsel

dönemde ölümlere sebebiyet vermiş ve yüzeyde yüzey kırıklarının gözlendiği büyük

depremlere ait fay düzlemi çizimlerini görüyorsunuz. Bunlar, tamamen kendimin

dalga şekli modellemesiyle yaptığım mekanizmaları gösteriyor ve burada kürecikler

içerisindeki değerler kilometre cinsinden odak derinliğini gösteriyor; daha doğrusu

episantır’da odağın kırıldığı derinliği gösteriyoruz.

24

Özellikle Yunanistan’a baktığımız zaman, daha çok normal faylanma türü

mekanizmaları ve yine üst kabuk içerisinde dağıldığını görüyoruz; keza aynı şekilde

Göller Bölgesinde, Batı Anadolu büyük grabenler çevresinde. Fakat Kuzey Anadolu

Fayının Mudurnu’da veya İzmit’in batısından itibaren, her ne kadar Marmara Denizi

içerisindeki dağılımı net olarak bilmesek de -birazdan detaylarına gireceğiz- devam

ettiğini, Volos’a kadar, Sporades Havzasından Saros Körfezi içerisinde bildiğimiz

Gaziköy fayı üzerinde 1912’de kırılan büyük fay ve özellikle dikkatinizi çekmek

istedim; bunlar Marmara içerisinde 4’ten büyük depremlerin dağılımı, bunların

episantır’ları nispeten iyi tahmin edilen bölgeler.

Bölgedeki önemli depremler; -birazdan tekrar detaya ineceğim ama- 1963’te

Çınarcık depremi var, odak derinliği 15 kilometre. Her ne kadar episantır’ı burada

gösterilse de, bu 1960’lı yıllarda dünyada standart deprem istasyonlarının yeterli

olmadığından kaynaklanan bir hata, biraz daha güneyde olacak. Çok iyi bildiğiniz

1967 Mudurnu depremi var, odak derinliği 12 kilometre; onun bir hafta sonraki artçısı

Sapanca’da normal faylanma bileşeni veriyor, Ömer bey detaylarını gösterdi, jeolojik

olarak tartıştı. 1964’te Manyas depremimiz var, odak derinliği 14 kilometre ve yine

1969’da küçük olmakla beraber Yenice-Gönen fayı üzerinde -ki, bu 1951’de kırılmıştı,

merhum İhsan Ketin hocamız detaylı olarak haritalamıştı- 1969’da 5 kilometre

derinlikte bir bindirme fayımız üzerinde bir deprem var, çok iyi modellendi. Bir diğeri

1983’te Biga’da, Karabiga Yarımadasında bir depremimiz var; dalga şekilleri her ne

kadar sağlıklı değilse de yine Harward Centroid Moment Tensör çözümü verilmiş

durumda. Sağlıklı olmamakla beraber, tartışma için buraya koydum.

Gördüğünüz gibi, Kuzey Anadolu fayının, daha doğrusu Anadolu’nun batıya doğru

göçü Kuzey Anadolu Fayının kolları üzerinde Volos’a kadar veya Ege’ye kadar, hatta

derinlerde Patlas Körfezinin batı ucuna kadar devam etmekte.

Ben, bu konuşmada daha fazla bölgesel detaya girmeyeceğim; ama bölgedeki bu

depremleri oluşturan önemli faylar bunlar. Bunlar yüzeyde gözlenebilen, haritalanmış

kırıklar; denizdekiler de derin sismik ve yansıma sismiğinden elde edilen veriler.

Aşağıda, hemen Ege yitim zonunun güneyindeki şu büyük ok, buradaki büyük

depremlerin kaynak mekanizma çözümlemelerinden elde ettiğimiz kayma bekliyoruz

25

diyoruz. Bu bölgede Afrika levhasının Ege levhasına göre hareketini göstermekte.

Gördüğünüz gibi, bu mozaik içerisinde herhangi bir parçayı oynattığınız zaman, bir

başka noktada onun etkilerini görüyorsunuz.

Bu, Ömer bey, biraz önce biraz jeomorfolojik ve yüzey jeoloji gözlemlerinden

bahsetti. tamamen dolaylı bir şekil; uydu verilerinden, “satelite altimeter data”

dediğimiz verilerden elde edilmiş bir rölyef haritası veya jeomorfolojik harita

diyebiliriz. Ömer beyin haritaladığı bölgeler veya daha doğrusu bizim zayıf zemin

dediğimiz bölgeler, bu şekilde morla gözüküyor. Örneğin Meriç Nehrinin kollarını çok

net olarak görebiliyorsunuz. Kısacası bizim bütün sanayimiz, yerleşim bölgelerimiz,

yazlıklar vesaire, bu katılaşmamış bölgelerde oluşmakta ve fayın devamında

görebiliyorsunuz. Bu o kadar önemli değil, belki tekrar geriye gelebiliriz. Konumuz,

Marmara Denizi ve bu bölgedeki önemli depremler olduğuna göre, bölgeye dönmek

istiyorum.

Bu şekilde, yine magnitüdleri 7.3’ten büyük olan 1973-1999 yılları arasında yine

USGS’in verileriyle Richter ölçeğine göre büyüklüklerini logaritmik olarak işaretledim;

sismisitenin dağılımını, fayların dağılımı. Burada sadece bu şekilde Düzce depremi

yok; fakat büyüklüklerine göre dağılımlarını görüyorsunuz. Bu yüzyılda; gerek 1960

öncesi, gerek sonrası büyük depremler bunlar, tarihsel depremler var ve onlar da

sarı-kırmızı yıldızlarla gösterilmekte ve onlar da aynı şekilde rapor edilen

büyüklüklerine göre orantılı olarak gösterilmekte. Meşhur 1912 depremimizin yeri

burada, Gaziköy’de; 1975 Saros depremi, 1935 Marmara Adası depremi, burada da

artçıların yığıldığını gözlemiştik; keza 1964, 1909, 19383... Burada sadece 1900’lü

yıllardan günümüze olan depremleri işaretliyoruz.

Kısacası, bugünkü sismisite, tarihsel sismisite veya faylarımız deprem üretiyor.

Marmara Denizi içerisindeki etkinliğini, özellikle MTA’nın özverili çalışmalarıyla, Deniz

Kuvvetlerinin çalışmalarıyla haritalamaya çalıştık; Emin arkadaşım daha sonra

anlatacak. Fakat sismisiteye baktığımız zaman bile, Marmara Denizi içerisindeki

çukurluklarda olan etkinlik, buradaki tehlikeyi gösteriyor. Bölgedeki diğer depremlere

ait fay düzlemi çözümlerine bakacak olursak, bu şekilde sadece sismolojik olarak,

aletsel olarak kaydedilmiş; yani dalga şekli olan depremlerin fay düzlemi çözümlerini

yapmaya çalıştım. Dilatasyonlarda “asteriks” ismiyle gösterilen depremler 1960 yılı

26

öncesi. 1960 yılı öncesinde çok fazla istasyon ve standart olmadığı için, çok az

sayıda veriler var ve bu iki çözüm, Dan MacKenzi’nin 1972-1978 yılı makalesinden

alındı. Diğer çözümlerin tamamı bana ait. Portakal renkli çözümler de Harward’ın

çözümleri.

Buraya bakacak olursak; aslında her ne kadar Kuzey Anadolu Fayı üzerindeki

depremlerin batıya doğru devam ettiğini görsek de, zaman zaman doğu uçlarında

depremler oluyor. Örneğin 5 Ekim 1977’de Kurşunlu civarında olan bir depremimiz

var; Ms’i, yüzey dalgası büyüklüğü 5.8, odak derinliği 8 kilometre. Hepsinin fay

düzlemi, bizim Kuzey Anadolu Fayının genel karakteriyle çok uyumlu. Keza 1951

depremimiz var, tekrar 1957’deki depremimiz, 1943 depremi, Kuzey Anadolu fayı ve

onun kollarıyla ilişkili depremler. 1967’yi daha önce bahsetmiştik; onun artçısı var,

Manyas 1964. Bir tane hemen kuzeyde, 1968’deki Bartın depremimiz var; Ms’i, yüzey

dalgası büyüklüğü 6.6. Nispeten küçük bir deprem; ama odak derinliği 4. Dikkat

ederseniz, bütün depremler, ilk 10-12 kilometrelik üst kabuk içerisinde oluşmakta.

Ben, birazdan size, konumuzu ilgilendiren 17 Ağustos Gölcük depremi, Düzce

depremi ve sonrasındakileri anlatmaya çalışacağım. Kısacası, 4 tane büyük

depremimiz veya 4’lü sistem içerisinde iki tane önemli artçı depremimiz var.

Bunlardan bir tanesi, 13 Eylülde Sapanca civarında oluşan, büyüklüğü -buradaki “w”

’nin anlamı, bunlar moment büyüklüğü- 5.9, odak derinliği 12 kilometre civarında.

Yine Sapanca civarında 11 Kasımda bir deprem oldu, 5.6; onun da odak derinliği

yaklaşık 11 kilometre. Odak derinliklerinde artı eksi belki 1-2 kilometre hata olabilir,

bunun detaylarına inmeyeceğim. Derken bir gün sonra 12 Kasım 1999 Düzce

depremimiz oldu; onun artçıları da var. Burada artçılar, o günün geceyarısına kadar

çizdirildi ve Düzce fayı üzerinde etkinliği görüyorsunuz, odak derinliği 7 kilometre.

Dikkat ederseniz, gerek Gölcük, gerek Düzce depremi nispeten daha sığ kesimlerde

oluşuyor, her ne kadar hata payı 1-2 kilometre olsa da; ama Kuzey Anadolu Fayıyla

ilgili dağılımı net olarak görülüyor.

Daha fazla uzatmadan, detaylarına belki şu şekilde sizin konsantre olmanızı

sağlayacağım. Bu şekilde ise tekrar baktığınızda, bizi ilgilendiren 4 deprem... Her ne

kadar Hersek Deltasının batı ucunda bir etkinlik görülse de, burası 5.1’den büyük

deprem üretmedi. Dolayısıyla sağlıklı faylanma-kırılma mekanizması çözümü elde

27

etmek için yeterli verimiz yok. Fakat jeolog arkadaşların arazide gözlediği açılmayla

ilgili ki, normal faylanma bileşenleri mekanizmalarda da kendini gösteriyor; onun

detaylarına, sizleri sıkmadan girmek istiyorum:

Biz ne yapıyoruz? Özellikle standart istasyonlardaki kayıtları topluyorum. Bu, 17

Ağustos Gölcük depreminin telesismik dediğimiz; yani uzak alanda, 3 bin

kilometreden daha uzaktaki istasyonlardaki kayıtları ve bunlar saatin dönme yönünde

azimutal olarak sıralanmış durumda. Dolayısıyla kırılmanın olduğu andan itibaren, o

odak küresi içerisindeki yayılımın azimuta bağlı olarak dağılımını görüyoruz. Gerek

jeolog arkadaşlar, arazideki gözlemlerinde, birden fazla atımın olduğu yerlerde bunun

bir veya birden fazla kırılma mekanizmasıyla oluştuğunu söylediler veya gözlemleri

ona yönelikti. Ancak, her ne kadar karmaşık dalga şekilleri de görsek, biz ilk

hareketin onun akabinde, devamında da oluşan dalgacıkların, kırılma-yansıma

bileşenleri veya faz değişimlerini dikkate aldığımız zaman modelleyebiliyoruz. İlk

gördüğümüz gruplar P dalgası. hemen arkasındaki S dalgalarına baktığımız zaman; -

ki, bunlar yatay bileşenler- daha sakin, fazla karmaşık olmadığını görüyoruz. Ben, tek

tek -sıkmamak için- hepsini göstermek istemiyorum; ama tekrar S dalgalarına

baktığımız zaman, o karmaşık kırılmaya ait fazla bir mekanizma bilgisi yok.

Ben, standart olarak kullanılan mekanizma yöntemlerinden bir tanesini kullandım;

bunlar, 1984 yılındaki tekniğim. Moment magnitüdü 7.4. Bu şekil üzerinde “Düğüm

Düzlemi” dediğimiz bu kırılma düzlemlerden biri ve ona yardımcı olan düzlemlerin

mekanizmasını gösteriyorsa; doğrultusu, eğimi ve dalım açısı -ki, biz bunu kayma

vektörü diyoruz- odak derinliği 9 kilometre ve dalga şekillerinden elde edilen sismik

momenti 1.2 x 1010 x 1020 Newton metre civarında ve bu fay düzleminin üzerindeki

kayma vektörü 90 derece, eğim açısı 6 derece ve Kuzey Anadolu Fayına yüzde 100

uyumlu bir çözüm.

Bu P ve S dediğimiz iki gruba baktığınız zaman, sizlerinizin dikkatini çekmek

istiyorum. Burada kesik bir çizgiyle gösterilenler, sintetik olarak, yapay olarak bu

üzerindeki mekanizmadan, paramatreden üretilen, inversiyon sonucu üretilen yapay

sismogramları gösteriyor, sürekliler ise gözlemlerimizi gösteriyor ve buradaki alfabetik

olarak A, B, C diye işaretlediklerimiz de istasyonların uluslararası standart kodlarını

gösteriyor, keza aynı şekilde S dalgalarını gösteriyor.

28

Ortada kaynak-zaman fonksiyonu dedim, belki şunu düzeltmek lazım: Gölcük

depremi 45 saniye sürmedi. Eksik bilgiye sahip bazı kişiler, “45 saniye sürdü” deyip

artık neredeyse kanunlaştırdılar. Yaklaşık yüzde 80-90’ı ilk 20 saniye içerisinde

oluyor. Kaynak-zaman fonksiyonu maksimum 25-30 saniyeden kesinlikle fazla değil;

yani yırtılmanın olduğu 9 kilometreden itibaren yırtıp, 170-220 kilometrelik fayı

kırması için geçen zaman maksimum 25 saniye.

Bu dalga şekillerine baktığınız zaman, bazı modellenemeyen küçük kısımlar var. Bu,

çok karmaşık bir mekanizma, buna tekrar döneceğim ve diğerlerini gördüğünüz

zaman ne kadar basit olduğunu anlayacaksınız. Sismolojide ya da diğer dalga

modülasyonunda “çift kayma” dediğimiz bir olay var. Tabii burada yerel zemin

koşulları da önemli veya gürültüler de var, onlar hiç ayıklanmamış; bunların tamamı

gerçek ve hiçbir şekilde bu düzenleme yapılmadı. Bize kaynağın doğuya doğru ya da

kuzeydoğu, doğruya doğru hızla yayıldığını, hareket ettiğini gösteriyor. Sebebi de

aynı karmaşık yapıları ve genlik bilgileri batıdaki istasyonlarda ve güneybatıda

istasyonlarda görmüyoruz, hele hele S dalgalarında hemen hemen hiç yok. Buna

gerekirse tekrar döneriz. Kısacası, deprem moment magnitüdü 7.4, odak derinliği 9

kilometre ve mekanizması Kuzey Anadolu Fayıyla uyumlu.

Bir sonraki önemli depremimiz, hemen 13 Eylülde, aslında birçok artçılar oldu,

binlerce artçı var, ama 5.8 olarak rapor edilen Sapanca civarında oluşan bir deprem.

Eğer bir önceki sismogramları hatırlarsanız, şimdi aralarındaki farkı göreceksiniz. Bu,

en büyük artçılardan bir tanesi, 5.8 büyüklüğünde. Bakın, ne kadar yalın, basit dalga

şekilleri var. Burada kırmızıyla gösterdiğim noktadan itibaren her iki P ve S

dalgalarında kırmızıyla gösterdiğim yerlerde bu iki istasyon arasında kırılma

düzlemlerimizden bir tanesi geçiyor. Dikkat ederseniz, polaritelerimizin, yani

genliklerimizin yönü değişmekte, dilatasyondan kompresyona geçmekte. Dolayısıyla

bu iki istasyon arasında veya diğerinde her iki düzlemlerden bir tanesi geçmek

zorunda. Yine tekrar devamına bakacak olursak, oldukça basit sismogramlar var.

Bu, aslında önemli bir deprem. Az hasarlı veya orta hasarlı olan Gölcük, İzmit civarı,

Sapanca-Arifiye-Maşukiye civarındaki yıkılmayan birçok bina, ayakta kalabilen

binalar bu depremde yıkıldı; yani bu depremin sonucunda da ölümler oldu. Tabii o

29

karmaşa içerisinde hangisinin hangisinden kaynaklandığını ayırmak çok zor; ama bu

depremde ölümler de oldu, yıkımlar da oldu.

Benzer şekilde bu küçük bir deprem, 12 kilometre civarında veriyor. Dikkat ederseniz

sintetiklerle, yapay sismogramlarla gözlemsel sismogramların uyumu bize bu

mekanizmayı veriyor. Oldukça küçük, 12 kilometre civarında, yaklaşık 8 saniye süren

bir deprem mekanizması bu. Dikkat ederseniz, mekanizmada büyük bir normal

faylanma bileşeni var, tekrar oraya döneriz; ama şu düzlemin kayma vektörü 93.

Dikkat ederseniz, Gölcük’te 90 dereceydi. Dolayısıyla Kuzey Anadolu Fayıyla birebir

uyuşuyor, dalgaları da maksimum 4-5 derece. Keza S dalgaları da aşağıda, oldukça

güzel modellenmiş. Her ne kadar bir-iki istasyonda genlik problemi varsa da; ki, onları

yıldız da koydum, inversiyonu, orada kalibrasyon problemleri var.

Biraz hızlı gidiyorum... Bir sonraki önemli depremimiz, belki buna sistem içerisinde

aynı davranışını devam ettirdiğini düşünecek olursanız, buna Düzce depreminin

öncüsü diyebilirsiniz. Bu belki demek doğru değil, fakat haberci olduğu kesin; 5.7

üretti. Dikkat ederseniz, her iki deprem de -5.8-5.7 büyüklüğündeki deprem- yaklaşık

birer ay aralıklarla oluştu. Buradaki H istasyonlarının azlığını gösteriyor. O gün

dünyanın başka yerlerinde çok daha büyük depremler oluştu, o depremlerin

sismogramları bizim cisim dalgalarımızı üzerledi. Dolayısıyla sağlıklı veriler yok; ama

bu istasyonlar bile -tekrar bunlara döneceğim- A, B, C diye istasyonlarımız P

dalgalarında, özellikle A’daki dağılım bu sonucu veriyor. Ancak, örneğin en alttaki S

dalgalarına bakacak olursanız, buradaki G ile işaretlediğim istasyon, model bir

istasyon ve bizim fay düzlemlerimizden bir tanesi buradan geçmek zorunda. Dikkat

ederseniz, A, B ve C tamamı dilatasyon ilk hareketler ve oradaki açılmayı, gerilmeyi

gösteriyor. D, E ve F ile işaretlenen istasyonlar tamamen kompresyon ve G’de ise bir

geçiş bölgesi. Dolayısıyla bu iki istasyon, G, C ve A istasyonu sağlıklı bir çözüm

veriyor.

Bu da çok küçük bir deprem, maksimum 4,5-saniyelik bir oluşum süresi var, 11

kilometre derinliğinde ve momenti de oldukça küçük; fakat hasarları, yıkımları,

ölümleri getirecek kadar enerjiye sahip.

30

Tekrar sismogramları göstermek istemiyorum. Şimdi Düzce depremine dönecek

olursak; Düzce depremi sismogramları Gölcük depreminden çok daha basit, çok

daha kolay, karmaşık değil ve moment magnitüdü 7.1, elde ettiğimiz bu; odak

derinliği 7 kilometre. Dikkat edin, kayma vektörün yönü, Gölcük’teki ana şok ve onun

artçılarına oranla yaklaşık bir 10 derece oynuyor. Onu da zaten jeolog arkadaşlar, o

fay segmentinin arazideki davranışını biliyorlar.

Haritalar birebir birbirine paralel değiller; fakat aşağı yukarı bir 6 derecelik dalım

açısıyla 82 yönünde hareket ediyor. Bu da çok güzel dağılmış, çok sağlıklı veriler var.

Hem P ve hem S dalgaları, bu da yaklaşık 14 saniye süren bir deprem ve çok net.

Hatta örnek olması açısından, birazdan detaylarını göstereceğim. Bizim cisim

dalgaları açısından ilgilendiğimiz P, küçük P, PSP dediğimiz faz değişimlerine ait

derinlik ve mekanizmayla ilgili bilgilerin taşındığı ilk 30 saniyede, -ki bu sismogramlar

90 saniyeden daha fazladır, 110 saniyeyi içeriyor- ilk 30-35 saniye içerisindeki veriler,

bize mekanizma hakkında çok iyi bilgi veriyor. Buna tekrar döneceğim.

Bunları nasıl yapıyoruz diye söylemek istersem, detaya inmem istersiniz. Örneğin

Düzce depreminin P dalgalarından 4-5 tanesini alalım. Bu mekanizmayla dalga

şekline göre bulduğumuz sonucu koyalım ve görelim. Burada ilk hareketin yönünden

itibaren bütün fazları çok iyi detaylı modellemeniz gerekiyor. Bunlar hep derinlik

fazları, “konvert space’ler” dediğimiz P’den S’ye ya da yüzeyde olan yansıma ve

kırılmaları içeriyor. Bunlar çok değerli bilgiler ve şu mekanizmadan dalga şeklinden

bulduğunuz momentin dağılımını da haritalıyorsunuz -ki, bu bir kaynak-zaman

fonksiyonu oluyor- bu da zaten bizim fay düzlemi üzerindeki asperiti izlediğimiz

güçlükler, bariyerlerimiz var, o bariyerleri kırmakta, yırtmakta zorlandığı bölgelerdeki

güçlükleri gösteriyor; yani yerel jeolojiyle ilişkisini gösteriyor. Eğer çok basit, yalın, bir

defada kırabilseydi, birebir modellemede bir pik görecektik. Bu sadece 3-4 istasyon

için değil, birçoğunda da gösterebilirim. Diğer istasyonlara da baktığımızda, yine çok

net dalgaları modelleyebiliyoruz. Dolayısıyla karmaşık olan örneğin G istasyonuna

bakarsanız, bu bir nodal istasyon, yardımcı düzenlerimizden bir tanesinin üzerinde

bulunan yer ve karmaşıklığı oradan geliyor. Fakat buna rağmen ilk 30 saniye

içerisinde P ve S dalgaları çok net şekilde modellenebiliyor, gerisi tartışma konusu.

31

Ben, özetle, sağlıklı olarak özetleyebileceğimiz 4 depremi modelledim. Bunlara

aletsel, makro episantır ve hiposantr’larında biraz tartışmalı yerler olmakla beraber,

ilkine Gölcük depremi diyorum; çünkü Gölcük’te maksimum hasar aletsel episantır

orayı gösteriyor. Aslında Gölcük’le Yuvacık, Kullar arasında bir yerde. Diğer ikisi

Sapanca Gölü çevresinde, Arifiye, Maşukiye arasında. Onların ikisini Sapanca olarak

adlandırdım ve en sonunda Düzce. Kusura bakmayın; Mengen depremini

çalışamadım, çok daha taze oldu, 3-5 günlük bir geçmişi var, onu da belki bir başka

zaman tartışacağım.

Burada sizin dikkatinizi çekmek istediğim, odak derinliğimiz, yani depremle sorunlu

olan, faylanmanın oluştuğu derinliklerin ilk 10-15 kilometre içerisinde ve biz buna üst

kabuk ediyoruz. Üst kabuk ve alt kabuk, ilk şekli hatırlarsanız; Ege Bölgesindeki

bütün depremler 12-15 kilometre içerisinde oluyor ve bu depremler her biri 6.5’ten

büyük depremler üretiyor. Kısmen daha sığ kesimlerde oluşan depremler 7 ile ilk 10

kilometre veya sığ olan yerler daha büyük enerjili... Tabi bu, fayın boyuyla ilişkili, onu

da tartışmaya bırakmak istiyorum.

Benim dalga şekillerinden bulduğum sismik moment; yani enerjimiz, depremin açığa

çıkardığı enerji. Eğer nükleer bombalarla veya başka şeylerle kıyaslayabilirsiniz.

11.790 x 1016 Newton metre Gölcük depremi. Burada biz gerçek enerjiden

bahsediyoruz, burada logaritmik bir şey yok. Manyitüde dönerseniz, logaritmik veya

diğer enerji dağılımlarından bahsedersiniz. Sapanca depremlerinin her ikisinin de ne

kadar küçük olduğunu görüyorsunuz. Fakat Düzce depremi 4 bin, hatta 5 bin diyecek

olursak, diğerinde 12 bin diyecek olursak, 2,5-3 tane Düzce depremi ancak bir tane

Gölcük depreminin enerjisine sahip. Dolayısıyla Gölcük depreminin etki alanları,

yıkımları açısından, hatta Düzce’nin de bir talihsizliği var; çünkü Gölcük depreminin

hırpaladığı az ve hafif hasarlı binalar dayanamadılar, Fakat bu bölgedeki kümelenme,

Marmara Adası açığındaki kümelenme ve bunların şu ana kadar büyük deprem

üretmeyişi, biraz dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Ben, Emin beyin konuşmasına zemin hazırlamak için buradan Marmara içerisinde

geçmek istiyorum: Bizim “gelecek, olacak” dediğimiz deprem, arazi verilerinden

sonra, Hersek Deltasının hemen batısında... Zaten yıllardır MTA ile Seyir ve

Hidrografi Dairesinde yapılan çalışmalarımız ışığında, Marmara hakkında elimizde

32

çok fazla bilgi var. Daha sonra multi-beam batimetri ile İzmit Körfezi ve klasik sismik

yansıma yöntemleriyle Emin bey epey çalışmalarda bulundu. Bizim ön

değerlendirmelere bakarak yaptığımız modelleme sonucunda -ki, sadece bir ön bilgi

olsun diye gösteriyorum- buradaki portakal renkli dairecik, elipslerin olduğu noktalar,

Straum’un 1996’daki yaptığı çalışmasından alınmış, GPS vektörlerinin yönünü

gösteriyor. Marmara içerisindeki siyah çizgilerse, eldeki o günkü mevcut, MTA’nın

topladığı sismik verilerin dağılımını gösteriyor.

Bizim tahminimiz; bu bırakılan noktadan itibaren, “büyük çember” dediğimiz bir

kinemetik fay modellemesi sonucunda çıkarttığımız bir kırık zonu ve bunu o ilgili

profillerde de gözledik. Bunları tartışmaya açmak için gösteriyorum; daha sonra bunu

çok iyi bildiğiniz Le Pichon, ben ve Şengör’ün ön verilere göre olacak, olası kırılacak

deprem dediğimiz, Marmara fayı dediğimiz fayın gidişatı, -detaylarına birazdan

ineceğiz burada- normal faylar, doğrultu atımlı faylanmalar ve ikincil yapıların dağılımı

kısmen gözlenmekte. Tabii bunların hangisi aktif, hangisi pasif, bilinmemekle

beraber; size sırf üç boyutlu, yine Emin bey, Tuğrul Genç’le beraber hazırladığımız,

bu uydu verilerinden hazırladığımız, İzmir Körfezinin çanağı, iç yapısı. Burada iki tane

çukurcuk görüyorsunuz. Biz, bunlara belki “pul-apart havzası” diyebiliriz; ama fayın

gidişatı, Hersek Deltasının doğusunda ve batısında net olarak böylesine basit bir

haritada gözlemlenmekte.

Sismolojiyle neler yapabiliriz? Ömer bey, planlama hakkında çok değerli bilgiler verdi.

Sadece sismolojiyi ele alacak olursak, elinizdeki yüksek duyarlıklı sismografları

yerleştirirsiniz. Bunlarla 1-2-3 boyutlu dağılıma göre yapınızı jeolojik yapının üzerine

yerleştirip pasif bir şekilde beklersiniz, deprem olsun kaydedersiniz. Oradan “site-

response (yer tepkisi)” dediğimiz zeminle ilgili parametreleri bulursunuz veya

patlatmalar yaparsınız; dinamit, hava tabancısı vesaire gibi... Bu değişik yöntemler

kullanılıyor; petrol aramaları için, su aramaları için, doğalgaz veya diğer metalik

maden yatakları için.

Benzer şeyler, yerleşim alanlarının seçimi için de yapılabilir. Türkiye’de maalesef

gösterebileceğim çok iyi bir örnek yok; ama belki bir tane örnek var, zamanım

olmadığı için getiremedim. Bunu size sırf bir örnek olsun diye gösteriyorum. Santa

Cruz’da, Kaliforniya’da 1994 depreminde sonra elde edilen bir sismogramcık ya da

33

deney diyelim. Orası alüvyon bir havza; yöreyi bilenler bilir, kaynaktan 30 kilometre

uzaklık, 2.9 büyüklüğünde bir artçı deprem. Bu jeolojik yapıya bakarsanız, buradaki

kırmızı üçgenlerle gösterdiklerimiz, oradaki mermerler. Kesik bir çizgiyle

gösterdiğimiz teraslar, taraçalarımız var, onun üzerindeki alüvyon malzemeler var ve

tekrar gidiyor. Bunlar, oradaki alüvyon havza içerisinde her 3-5 kilometre aralıklarla

dizilmiş ve bu depremin oluşturduğu sismogramlarının genliklerine dikkatinizi çekmek

istiyorum. Mermerde kısmın, -jeolog olan arkadaşlar benden daha iyi bilecekler- çok

daha katı, rijit olarak davranan ve sinyali yaklaşık bir birim olarak alırsanız, 30

kilometre uzaklıkta 4 büyüklüğünde, 3 büyüklüğünde bir depremin genliği taraçalara

geldiğimiz zaman belki 3-5 katına kadar büyüyor; ama alüvyona geldiği zaman 10 kat

daha büyüyor, en az 10 kat. Küçücük bir deprem; siz artık bunu 7-7,4 büyüklüğünde

bir depremle logaritmik olarak enerjisini hesaplarsanız, yıkımların nedenin bu gevşek

çimentosuz malzeme olduğunu göreceksiniz ve özetle, tekrar, Ömer beyden biraz

önce ödünç aldığım yapıda, en fazla yıkım olan yerleri gördük. Bu çalışmaları

yapmak mümkün, teknoloji var; sadece daha duyarlı olmak lazım.

Dikkatiniz için teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Sayın Taymaz’a biz de çok teşekkür ediyoruz.

Oturumumuzun birinci bölümü burada sona erdi. Yaklaşık 20 dakikalık bir aradan

sonra, saat 15.00’de ikinci bölüm ve tartışmalar için tekrar burada olacağız.

Teşekkür ederiz.

34

İKİNCİ OTURUM

----0----

OTURUM BAŞKANI- Oturumun son sunusunu Sayın Doç. Dr. Emin Emirbağ

yapacaklar; kendisini bekliyoruz.

Doç. Dr. EMİN EMİRBAĞ- Sayın Başkan, değerli misafirler; hepinizi saygıyla

selamlarım.

Ben, 17 Ağustos depremi oluncaya kadar, açıkçası deprem çalışmalarıyla çok

ilgilenen bir jeofizikçi değildim, öncelikle bunu samimiyetle belirtmek istiyorum.

Ancak, daha sonra nasıl bu işin içine de girdim diye çok öz olarak, konuşmamı o

şekilde açmak istiyorum.

Efendim, daha önce ulusal deniz jeolojisi, jeofiziği kapsamında 1996 yılından beri

özellikle MTA ile İstanbul Teknik Üniversitesinin işbirliğinde yürütülen çalışmalarda

aktif olarak yer alıyordum. Bu çalışmalar, Ege denizi, özelliklerinde körfezlerinde ve

Marmara Denizi içerisinde toplanmış olan çok kanallı sismik verilerin işlenmesi,

yorumlanması ve tabii akademik bir amaç olarak da bilginin yayılması amacıyla

makale haline getirilip mümkün olduğunca uluslararası dergilerde yayınlanması ve

topluma duyurulması şeklindeydi, bilimsel topluma duyurulması şeklindeydi. Derken

17 Ağustosta deprem gerçeği karşımıza çıktı ve deprem olduktan sonra denizde fay

hattının ya da kırıkların, yeni kırıkların devam edip etmediği sorusu karşımıza çıktı.

Böyle olunca da, elimizdeki imkânlar nedir diye fazla araştıracak yanımız da yok;

uzun yıllardan beri işbirliği içinde bulunduğumuz MTA Sismik 1 Gemisi ve onun

imkânları ve bunun yanında belki diğer üniversitelerimizin de sahip olduğu bazı

gemilerimiz vardı.

Tabii MTA ile uzun yıllardan beri dinamik bir işbirliği içinde olduğumuz için, Eylül

ayının başında -aramızda birkaç arkadaşımız, gemide de görevli birkaç arkadaşımız

olabilir- İzmit Körfezinden çalışmaya başladık ve o günden bugüne de bu çalışmaları

sürdürüyoruz. Bunun yanında, ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Seyir Hidrografi-

Oşinografi Dairesinin de birkaç sene önce edinmiş olduğu multi-beam ya da çok

35

beam’li batimetrik çalışma aletini de bu deprem çalışmaları için kullanmak imkânını

elde ettik. Bu sayede, fayların deniz altındaki tanınmasına ilişkin bazı adımlar attık.

Burada da yanlış anlaşılmaya izin vermemek için şunu söylemek istiyorum: Çünkü

kamuoyunda çok tartışıldı; sadece bilimsel camiada değil, gazetelerde, medyada çok

tartışıldı. Son depremden dolayı meydana gelmiş olan kırıkları biz deniz altında, bu

elimizdeki tekniklerle ya da elimizdeki imkânlarla görüntüleyebilir miyiz ? sorusu

tartışıldı. Buna konuşmamın ileriki süresi içerisinde döneceğim. Fakat, konuşmamı şu

başlık altında vermeyi daha uygun buldum; çünkü kara kısmını oldukça iyi ve detaylı

bir şekilde jeolog ve jeofizikçi arkadaşlarımız çalıştılar.

Ben, burada konuya özellikle şu açıdan yaklaşmak istedim: Yaklaşma sismiği ve

multi-beam batimetrik yöntemlerinin denizaltı aktif faylarının belirlenmesinde

kullanılması ve yöntemlerin bu açıdan değerlendirilmesi. Yani size bugün burada

Marmara Denizi içindeki fayların nerede, nasıl, ne şekilde dağıldığını

bahsetmeyeceğim; çünkü bunu çok gördünüz. Bu konuda belki henüz

çözümlenmemiş çok nokta var, keza İzmit Körfezi için de böyle; ama şu anda

elimizde mevcut olan yöntemler bu konuda bize ne vaat ediyor? Onları bilirsek,

ilerdeki çalışmaları hem daha iyi organize ederiz, hem de toplum olarak; jeoloji,

jeofizik toplumu olarak, yerbilimi toplumu olarak bu çalışmalardan nereye kadar ne

bekleyebiliriz; onun bir perspektifini çizmek istiyorum. Çünkü bunu daha önceden net

bir şekilde başka bir yerde yapmadık, belki bu bize bir fırsat olmuş olacak.

Bu kapsamda konuşmama başlarsam; sismik yöntemlerle belki çok fazla aşinalığı

olmayan arkadaşlarımız için bu slaydı hazırladım. Burada sismik yöntemleri hangi

amaçlarla ve ne kapsamda uyguluyoruz; önce onu görelim diye düşündüm. Yansıma

sismiği çalışmaları uygulama ölçeğine bakacak olursak, çok geniş bir çalışma alanı

var; kabuk çalışmalarından tutunuz, petrol-doğalgaz aramalarına, oradan kömür

aramaları ve belki aynı kategoride derinlik açısından değerlendirebileceğim

Bayındırlık yapılarının dayanıklılığı, zemin şartlarının incelenmesi yönüne ve en son

belki Kuvaterner çalışmalarıyla zemin mühendisliği çalışmalarında kullanılış şekli var.

Yani sismik yöntem, oldukça geniş spektrumu olan bir jeofizik yöntemi.

36

Eğer çalışma spektrumu bu kadar genişse, o zaman aletsel spektrumun da geniş

olması gerekiyor. Yani aynı aleti alıp hem burada bölgesel yapılara ilişkin kabuk

çalışmaları, belki biraz da petrol-doğalgaz aramalarına uyguladığınız aletleri alıp, bir

de götürüp ondan sonra Kuvaterner çalışması zemin mühendisliği araştırmalarında

kullanmanız mümkün olmuyor. Çünkü bunların frekans bantları, açığa çıkaracağınız

enerjinin gücü, serim yöntemleri, kayıt süresi gibi -velhasıl fazla teknik detaylarına

girmeyeceğim- bir sürü farklılıkları var, aletsel bazda farklılıkları var. Bu nedenle

hangi amaç için yöntemi uygulayacaksanız, o amaca uygun parametreleri ve o

amaca uygun cihazları seçmeniz gerekiyor.

Bu seçimden sonra penetrasyon, -derinlik erişimi- ne kadar derine erişeceğiz,

amacımız ne? Yüzeydeki yapıları mı görmek, yoksa derinlerdeki yapılara ulaşmak

mı? Bu seçimi yaparken buna karar vermeniz gerekiyor. İkincisi, istediğiniz çözüm

gücü. Bu düşük ya da yüksek olmak üzere uçlarda yer alıyor. Düşük çözüm gücü

demek, kaba yapıları derinlere erişimi sağlayarak görmemiz yöntemi. Yüksek çözüm

gücü ise, yeryüzüne yakın kısımlarda, örneğin deniz tabanındaki aktif fayları

izleyebilmenin bir yöntemi. Tabii bu çözüm gücüne ve derinlik erişimine bağlı olarak,

onlardan çok da bağımsız olmayan frekans bandı kavramı var. Genellikle açığa çıkan

enerjinin miktarı ve onu kaydetmekte kullandığınız aletlerin frekans bandını

düşündüğümüzde; düşük frekanslı ve dar bantlı bir parametrizasyon derinlere ve bizi

düşük çözüm gücüyle ulaştırıyor. Yüksek frekanslara ve geniş bantlı bir

parametrizasyon ve alet teknolojisi de bizi sığları ve yüksek frekans içeriğiyle ya da

rezülüsyonla kayıt etmemizi, verileri sağlıyor.

Bu perspektif içerisinde kabuk çalışmaları dedik, kısmen de petrol-doğalgaz

aramaları gibi çalışmalar, bölgesel yapıların aydınlatılmasında kullanılabilecek tarafta

iken, daha detayda, daha yerel yapılara ilişkin olarak yapılacak çalışmalarda, bu

gördüğümüz kömür aramalarından zemin mühendisliğine kadar uzanan perspektif

içinde yer almakta. Aktif fayları ararken, kendimizi böyle bir uygulama perspektifi

içerisinde nereye oturtacağız? En sonunda yapacağım sonuçlar kısmında oraya geri

gelebiliriz.

37

Konuyu örnekler vererek biraz açmak istiyorum: Daha önce söylediğim gibi, Maden

Tetkik ve Araştırma Enstitüsüne bağlı MTA Sismik 1 Gemisinin bu bizim

çalışmalarımızda çok büyük katkısı var. Burada emeği geçen arkadaşlarımı tek tek

saygıyla anıyorum. Bu, MTA Sismik 1 tarafından İzmit Körfezinde toplanan hatlar; bir-

iki tanesi kuzeydoğu-güneybatı şeklinde. Hat aralıkları yaklaşık 1’er kilometre. Bazı

yerlerde, örneğin İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışında yaklaşık 500 metre

aralıklı.

Burada bu hatları seçerken, elimizde detaylı batimetrik bilgi yoktu. Daha önceden

hazırlanmış, İzmit Körfezine ait, değişik kaynaklardan derlenmiş, genellikle kontur

haritası şeklinde batimetrik veriler. O batimetrik verilerin işaret ettiği genellikle doğu-

batı yönelimli yapılara dikkat ederek, hatlarımızı genellikle kuzey-güney seçtik.

Böylece jeofizik yöntemlerde en uygun olan hat yönünü yapıya dik olacak şekilde

belirledik. Bu belirlemeden sonra attığımız hatlardan, örneğin Körfezin iç kısmında

bakınız mavi çizgilerle gösterdiğim 54, 52 ve 51 numaralı hatlardan bir-iki örnek

göstereceğim ve daha sonra da Deniz Kuvvetleri Komutanlığının katkısıyla

gerçekleştirdiğimiz multi biym batimetrik görüntüyü Körfezin o kısmından sizlere

ileteceğim.

Bu, 51 numaralı sismik kesit. Dikkat ederseniz kuzey bu taraf ve güney bu taraf ve

yine belki sismik verilerle çok aşinalı olmayan arkadaşlarımız için... Burada

gördüğünüz ilk yansıma, ilk süreksizlik deniz tabanını belirlemekti. Yaklaşık olarak 40

milisaniyelerden alçalarak 50 milisaniyelere doğru bir derinlik artması söz konusu.

Düşey eksen gidiş-geliş zamanı, yatay eksende hattın pozisyonunu belirlemekte.

Şurada gördüğünüz, süreksizlik. Deniz tabanını takip ederseniz, deniz tabanında

gördüğünüz süreksizlik, bir aktif faya karşılık geliyor. Şimdi bu noktada duralım:

Burada zaten tartışmanın kendisi önemli bir nokta. Sismik kesitlerde bu detayda, bu

rezülüsyonda gördüğümüz faylar, son depremde oluşmuş olarak karşımıza çıkan

faylar mı, bu veriler bunları çözümleme gücüne sahipler mi? Bu önemli bir soru; bu

soruya cevap verelim:

38

Bakınız burası yaklaşık 100 milisaniye, yani 75 metrelik bir derinliğe bakıyoruz. Şu

100 mil saniye çizgisinde yaklaşık 75 metre derinliğe bakıyoruz ve gördüğünüz gibi,

burada ölçeklerseniz eğer, 75 metrelik derinliğe bir 20’de 1’i derseniz, 3-4 metrelik

deniz tabanında bir atım görüyoruz. Fakat bu veriye bakarak şunu söyleyemeyiz: Bu

faylanma, son Gölcük depremi nedeniyle oluşan faylanmadır diye doğrudan doğruya

söylemeye hakkımız yok. İkincisi de, Gölcük depreminden önce, daha eski

dönemlerde oluşmuş bir fay ise de, son depremde yine oynayıp oynamadığını yine

bu verilere bakarak söylemeye hakkımız yok. Sadece ve sadece şunu

söyleyebiliyoruz: İşte İzmit Körfezinin içi, en doğu kısmı ve burada aktif bir fay var;

çünkü deniz tabanını ve ona en yakın çökelleri kesmiş.

Demin sorduğum soruları cevaplandırabilmek için, daha yüksek rezülüsyonlu ve

yüzey kırıklarını gösterebilecek şekilde bir haritalama yapmamıza imkân verecek

dataya, veriye ihtiyacımız var. Fakat eninde sonunda bizim yapmamız gereken yine

de İzmit Körfezinde olsun, Marmara Denizinde olsun ya da Türkiye’nin diğer

denizlerinde olsun, bu şekilde aktif faylar varsa, bunların yerlerini, uzanımlarını

bilmemiz ve haritalamamız... Çünkü bunlar bize nerelerin aktif olduğunu ve nerelerde

deprem bekleyebileceğimizin işaretlerini verecekler, denizin içinde kaynaklanan

şekliyle.

Devam edelim... Yine Gölcük’ün doğu tarafı, demin göstermiş olduğum harita

üzerindeki 52 numaralı kesit şekli... Yine kuzey tarafı -N harfiyle işaretli burada- ve

güney tarafı işaretli. Bunu yine hemen yakınındaki yaklaşık 1 kilometre yanındaki bir

kesit. Kastım şu: Bu, münferit bir yapı değil; yani bu kesit, “bir önceki kesitte

gördüğümüz yapı bir sonraki kesitte var mı, yok mu” sorusuna bir cevap olabilir. Eğer

o kesitte gördüğümüz aktif fay, bu kesitte gördüğümüz aktif faya bağlanıyorsa, harita

üzerinde bu ikisini düz bir çizgiyle en fazla yapabileceğimiz şey birleştirmek. Yani bir

yorum katarak, “evet, bu iki kesitte gördüğümüz fay birbirinin aynıdır” diyeceğiz, -belli

özelliklerine dikkat ederek tabii- bu ikisini birleştirip düzlem üzerinde, denizin altında

bu aktif fayın çizgiselliğini çıkartmaya çalışmak.

Müsaade ediniz, bu bölgeden son olarak bir sonrakini göstereyim: Yine Gölcük’ün

doğusuna bakıyoruz, yine kuzey hep aynı taraf. Evet, burada da aşağı yukarı iki tane

basamak görüyorsunuz. Çok küçük basamaklar ama, deniz tabanında bir oynamanın

39

söz konusu olduğunu hep söylüyoruz. Fakat, şu sorulara cevap vermiyor: “Bu

oynamalar, son deprem sırasında mı gerçekleşti? Daha önceden bu faylar var mıydı?

Varsa, son depremde oynadılar mı?” Buna cevap vermiyor; sadece burada aktif

fayların varlığını gösteriyor.

Bir de olayın yüzeyine bakmamız lazım; yani harita görüntüsü ne? Klasik batimetrik

yöntemler, genellikle tek iskandil, yani beam’li çalışırlar. Gemi doğrultusu boyunca

göndermiş olduğu sonar sinyalini geri alır ve geminin pozisyonu neyse, o pozisyonda

derinliği tayin eder. Bunun için detaylı bir batimetri çıkarabilmemiz amacıyla, geminin

gideceği profillerin birbirine son derece yakın olması lazım, yani pratikte bunun

çözülmesi imkansız. Nede? Çünkü belli doğrultularda 10’ar metre aralıkla gitmeniz

gerekir ki son derece yeterli bir batimetri çıkarasınız, buna da ömrünüz yetmez. Son

teknolojiler, multibeam batimetrik tayin yöntemleri, bu problemi bizim için çözmüş

durumda. Burada çok beam’li iskandil kullanılarak bölge içerisinde bir kapsama alanı

diyebileceğimiz; bu veri örneğinde örneğin 9 metre aralıkla olacak şekilde

örneklenmiş deniz tabanını bu şekilde görüyoruz.

Sizden özür dileyeceğim; çünkü buraya yetiştiremedim. Deniz tabanının görüntüsü

burada var. Nereye kadar var? Gölcük’e kadar var, Gölcük’ün de biraz doğusunu

kapsıyor. Fakat kıyı çizgisini yetiştiremedim; kıyıda şurada şöyle geçiyor. Kıyı

olsaydı, kendinizi burada daha iyi pozisyonlandırırdınız.

Burada yaptığımız çalışmalarda en büyük sıkıntılardan bir tanesi de, gerek sismik

çalışmalarda, gerekse multi beam çalışmalarında geminin draftı nedeniyle kıyıya belli

bir mesafeye kadar girmesi, o mesafeden sonra girememesi. Belki botla ya da daha

küçük teknelerle bu imkânı sağlamak mümkün olacak. Bu multi beam batimetrik

çalışmayı gördüğümüzde; bakınız burası Körfezin en doğu kısmı ve demin

gösterdiğim sismik kesitler, şurada yaklaşık olarak kuzey-güney giden kesitlerdir.

Dikkat ederseniz, burada iki önemli deniz tabanında gördüğümüz kırık var. Bakınız

bir tanesi burada, bir diğeri de burada. Bu tür verilerin bize faydası ne? Bu tür

verilerin bize şu faydası var: Sismik verilerle belirli aralıklarda görmüş olduğumuz

profillerdeki fayları birbirine bağlamakta bu veriler bizim için çok büyük avantaj

sağlayacak. Neden? Çünkü sismik kesitte birden fazla fay görebiliyoruz. Deniz

40

tabanını kestiğini düşünelim; hangisinin diğer kesitle hangisine bağlandığı ya da

bunların bağlanıp bağlanmadığı her zaman için bizim açımızdan tartışma konusu

oluyor; yorumcunun kendi görüşü oluyor, karşısındaki başka bir yorumcunun başka

bir görüşü oluyor. Ancak multi beam batimetrik görüntüler, sismik kesitlerde görmüş

olduğumuz o düşey düzlem üzerindeki fayların birbirlerine bağlanmasında çok faydalı

olacak görüntüleri bize sunuyor. Mesela bakın, buradan geçen farklı kesitlerin pekala

artık rahatlıkla bu kırık hattı boyunca birbirlerine bağlandığını bu sayede tespit

edebileceğiz.

Son olarak müsaade ederseniz, İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışından bir örnek

gösteriyorum: İzmit Körfezinin Marmara Denizi çıkışı... Bakınız şuradaki 3, 4 ya da 5

numaralı kesitler; bunların hemen hemen hepsi birbirinin aynı, ben sadece onlardan

bir tanesini, vaktimin darlığı nedeniyle size sunacağım. Örneğin 3 numaralı kesit:

Kuzey ve güney aynı taraflar yine ve Körfezin hemen hemen orta kısmına bakarsak,

dikkat ederseniz deniz tabanındaki süreksizlik gayet net bir şekilde gözükmekte. Bu

süreksizliğin görüntüsü sadece deniz tabanında değil, aynı zamanda deniz tabanının

hemen altında yer alan tabakalarda da birbirlerine bağlı olarak karşılıklı bir geçiş yok,

birbirlerinden ayrılmış vaziyette; daha doğrusu birbirine doğru itilmiş vaziyette bir

sıkışma bileşeni de burada görmek söz konusudur. Şuradan da aşağı yukarı bir

süreksizlik gidiyor, düşey doğrultuda bir süreksizlik gidiyor.

Dikkat ederseniz, her iki taraftaki tabakaların birbirlerine devamlılıkları yok; ama öte

yandan büyük bir normal atım da yok burada, yani bir tarafın diğer tarafa göre

aşağıya ya da yukarıya doğru bir hareketi de söz konusu değil. O zaman bundan

hareketle; bu düşey süreksizlik boyunca tabakaların birbirlerine göre devamlılıklarının

olması ve önemli bir miktarda düşey atım ya da rölatif olarak birbirine göre bir atım

olmaması, bizim aklımıza şu soruyu getiriyor: O zaman bu bir yanal atımlı fay mıdır?

Çünkü sismik kesitlerde biliyoruz ki en zor tanınan yapılardan bir tanesi yanal atımlı

faylar. Fakat kendi kendimize bir yanal atımlı fay süreksizliğinin her iki yanındaki

tabakaların nasıl gözükeceği sorusunu sorup, bir mantıksal tartışma yaparsak, böyle

bir yapının bir yanal atımlı faydan dolayı oluşmuş olma ihtimalini arttırıyoruz,

yükseltiyoruz.

41

Ben şunları özetlemeye çalıştım: Sismik kesitler, yüksek rezolüsyonlu sismik kesitler

ve multi beam batimetrik çalışmalar, birlikte değerlendirildiğinde, deniz tabanındaki

aktif fayların modellenmesi için son derece faydalı olacaktır. Benim özellikle bu

konudaki önerilerimden bir tanesi, Marmara Denizi için mümkün olan en kısa

zamanda multi beam batimetrik çalışmanın öncelikle gerçekleştirilmesi. Daha sonra

multi beam batimetrik çalışmanın sonuçlarına göre, sismik hatların yönleri hangi

doğrultuda olacaksa o doğrultuda atılması.

Kısaca özetlersek; multi beam çalışmaları, deniz tabanının detaylı morfolojisini

veriyor bize, hatta fayların kıvrım eksenlerini, akıntı kanalları gibi benzeri jeolojik

şekillerin yatay düzlem görüntüsünü elde ediyoruz. Ardından bunlara uygun olarak

atacağımız sismik profillerle düşey düzlemde daha bir detaylandırma yapıyoruz. O

zaman son söz olarak belki, karada yapılan çalışmaları takiben ya da paralel

sürdürülerek multi beam çalışmaları önce, sonra da sığ ve gerekiyorsa derin amaçlı

sismik çalışmaları ardından bir geri beslemeli çember içerisinde atmak ihtiyacındayız;

eğer Marmara Denizinde ve diğer denizlerimizde aktif faylanma açısından neler

olduğunu görmek istiyorsak.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Emin beye de çok teşekkür ediyoruz.

Biz, Sayın Prof. Dr. Barka’dan neredeyse ümit kesmiştik; ama geldiler, sözlerinde bir

kez daha durdular. Son konuşmayı yapmak üzere kendisini kürsüye davet ediyorum

ve bu konuşma bittikten sonra da herhangi bir ara olmaksızın tartışmalara geçeceğiz.

Her konuşmadan sonra tartışma olmadığı için biraz sıkılmış olabilirsiniz. Ancak, bu

bir bilimsel tartışma, bilimsel oturum; biz medyadakine benzemeyelim, onu

eleştirirken, kendimiz aynı hataya düşmeyelim.

Teşekkür ediyorum.

Buyurun Sayın Barka.

42

Prof. Dr. AYKUT BARKA (İTÜ Öğretim Üyesi)- Geç kaldığım için hepinizden özür

diliyorum; hem İstanbul’daki işlerimin bir türlü bitmemesi, hem de uçağın biraz

gecikmesi dolayısıyla geç kaldım.

Aslında bu anlattıklarımın çoğunu birçok yerde anlattım, bir kısmınız için tekrar

olacak; ama bunun yanı sıra da bu GPS ile ilgili ve interferometreyle ilgili yeni veriler,

sonuçlar var, onları da göstermek istiyorum.

Baştan söyleyeyim; burada size anlatacaklarım sadece benim çalışmam değil. Biz

geniş bir grup halinde çalışıyoruz; Amerikalılar ve Fransızlar, artı benim

üniversitedeki arkadaşlarım ve diğer üniversitelerden de ortak çalıştığımız, örneğin

Eskişehir’den Erhan Altunel var. Yani çok geniş bir grubun ortak ürettiği, hatta GPS

verilerini alırsak; sonuçlar, TÜBİTAK, Harita Genel Komutanlığı, Kandilli Rasathanesi

ve MIT ile birlikte ortak yürüttüğümüz projelerden geliyor. Onun için burada

anlatacaklarımı sadece beni ürettiğimi zannetmeyin, geniş bir grubun üretimi olarak

ele alın; çünkü arada her şeyi gösterirken referans vermeyi bilirim veya unutabilirim.

Bunu başta söylüyorum ki yanlış anlaşılmasın.

Kuzey Anadolu Fayının üzerindeki bu yüzyıldaki göç; 1939 yılında başlayan ve 6

tane depremle Mudurnu Vadisine kadar, Sapanca’ya kadar uzanan ve aralarında 3

ayla -bu son depremi de katarsak- 32 yıl arasında değişen bir zaman aralığı vererek

batıya göçen 7 tane deprem, 1 000 kilometre uzunluğunda bir yüzey kırığı meydana

getirdi. Bu yüzey kırığının da üzerinde, Erzincan depreminde 7,5 metre civarında bir

yer değiştirmeler meydana geldi; ama genelde bütün o kırığa baktığımızda, 4-5

metrelik bir yer değiştirme söz konusu ve bu son depremlerde de benzer miktarlarda

yer değiştirme meydana geldi.

Deprem dediğimiz zaman, deprem sadece bu dalgalar diye bizim hissettiğimiz olay

değil, elastik dalgalarla tanımlanmıyor; yani deprem, bir var olan kırığın üzerinde, -

ki, biz buna fay diyoruz- fayın üzerindeki yer değiştirme meydana gelirken üretilen

dalgalardan meydana geliyor, daha doğrusu fayın üzerindeki hareket olarak

düşünmemiz gerekiyor. Hareketi de yer değiştirme olarak değerlendirmemiz

gerekiyor. Bunu yaparken de, bu yer değiştirmenin fay boyunca bir bütçesi var; yani

bu bütçe, fay boyunca belirli miktarlarda kayıyor ve bu fayın da yıllık hızı var. Bu hız,

43

Kuzey Anadolu Fayı için yaklaşık 24 milimetre olarak bunu, bu son iki yılda

yaptığımız GPS çalışmalarından elde ettiğimiz sonuçlar gösteriyor. 24 milimetre

dediğiniz zaman, Kuzey Anadolu Fayının üzerinde iki-üç senede bir 4,5 metrelik bir

birikim meydana geliyor demektir. Bunu siz 300-400 seneye çıkarttığınız zaman, 7-8

metrelere karşılık geliyor. Yani bu deprem göçü sırasındaki yer değiştirme miktarları

son derece önemli, bu fayın hızını bilmek son derece önemli ve bunu Marmara’ya

veya Bolu’ya uyguladığımız zaman, bunları göz önüne almadan buradaki deprem

riskini belirlemek mümkün değil. Onun için, sadece bir faya bakıp veyahut da oradaki

bir fayın varlığına bakıp veyahut da bu yüzyıldaki sismik aktiviteye bakıp kesin bir şey

söylemek mümkün değil. Fayların geçmiş aktivitelerinin bilinmesi lazım, bir kısım

geometrilerinin bilinmesi lazım, fayın hızının bilinmesi lazım, bu geçmiş depremlerde

ne kadar yer değiştirdiğine dair bilgimiz olması lazım ki, gelecek hakkında bir şeyler

söyleyebilelim. Yani bunu özet olarak başta söylüyorum ki, konuşmam sırasında da

bu temel ilkelere veyahut da bilgilere dayanarak bir şey olur-olmaz deme imkânına

sahibiz.

Bu şekil her ne kadar net değilse de, en azından olaylar net. Burada gördüğünüz gibi,

1939-1967 deprem göçü Sapanca’ya kadar devam etmişti; son 17 Ağustos depremi

de onu İzmit Körfezinin orta kesimlerine veyahut da batı kesimlerine kadar uzattı.

Burada arada bir parça kırılmamıştı; o da 12 Kasım Düzce depremi olarak karşımıza

çıktı.

Birinci depremde 4 tane fay parçası kırıldı. Buna segment diyoruz; bu segmentler

üzerinde yer yer 5 metre civarında yer değiştirmeler meydana geldi ve bu

segmentlerin sonunda kalan kısımlar; yani şu Yalova-Çınarcık kısmı ve Düzce

parçasının kırılmaması sonucunda Ağustos sonlarına doğru bu çalışmaları demin

saydığım grupla ortaya koyarken, bu Düzce fayının burada sadece kırılmamış olarak

durduğunu vurgulamaya başladık. Bu konuda da Bolu ve Düzce’de seminer vererek,

hem de lokal televizyon programlarında en azından bu hasarlı binalara girilmemesini

vurgulayarak bu fayın önemini ortaya koymaya çalıştık. Bu konuda tabii ki şunu da

söyledik: “Biz, zaman veremiyoruz; bu 10 sene sonra da olabilir, herhangi bir

zamanda da olabilir, -‘Marmara için de aynı şeyi söylüyoruz’- fakat burada artan bir

risk var.” Nitekim bu kısım 12 Kasımda kırıldı veya üzerinde 7.2 büyüklüğünde önemli

bir deprem meydana geldi.

44

Şimdi bu kısımda ne oluyor; onun şeyini de belki sona doğru daha detay anlatırım

ama, bu kısımda da henüz bir şey olmamış vaziyette. Burada fay nereye kadar

uzandı; konuşmam sırasında o konuya biraz değineceğim. Ancak, şurada bu

şekilden size bir şey göstermek istiyorum: Burada eğer şu faylanmalar sırasında; yani

1967, 1999 17 Ağustos ve Düzce depremlerindeki yer değiştirmelerini alt alta

toplayıp, yani kuzey-güney kesitler boyunca bu yer değiştirme değerlerine bakmasak

ve bunu 1944 depremiyle karşılaştırmasak, biz deprem konusunda ne söylesek

havada kalır. Buradaki yer değiştirmeler son derece önemli, bunların meydana

getirdiği bütçe önemli. Bu bütçede açık varsa, bu demektir ki burada hâlâ bir deprem

potansiyeli var. Eğer bu bütçe üç aşağı beş yukarı denkse, o zaman burada büyük

deprem potansiyeli, en azından burada birikene kadar; yani 150-200 sene daha yok

demektir.

Bu yer değiştirme bütçesinden şunu kastediyorum: Bu, mesela 1939’la 1967 ve son

depremleri de ortaya koyduğumuzda karşımıza çıkan resim; burada gördüğünüz gibi

şu düşey eksen yer değiştirme miktarı, bu da fay boyu. Burada gördüğünüz gibi,

1939 depremi sırasında meydana gelen 7-7,5 metrelik yer değiştirmeler; ondan sonra

bunlar orta kesimlerde 4 metre civarında seyrediyor. Batıya geldiğimizde, 1943 ve

1944 depremlerinde bu 5 metre civarında artıyor. Sonra bu 1967-1957 depremleriyle

Düzce depremini ve son 17 Ağustos depremini topladığımızda; burada gördüğünüz

gibi, fayın önemli bir kısmında artık öyle büyük bir depreme yer kalmadığını

görüyorsunuz. Tamam, burada bir boşluk var, burada bir eksiklik var, bu ayrı bir

konu; ama buralara geldiğimizde, yani Tosya’dan batıya doğru geldiğimizde, fayın

üzerindeki yer değiştirmeler bu son 50 yılda 4-5 metre mertebesinde tamamlanmış

olarak karşımıza çıkıyor.

Bu şekilde, yine demin saydığımız Amerikalılar ve Fransızlar, artı bizim Türk grubuyla

yaptığımız çalışmalar sonucunda elde ettiğimiz 17 Ağustos depremi sırasındaki

yüzey kırılması ve onun yer değiştirme miktarlarının dağılımı; artı 12 Kasım depremi

sonucundaki yüzey kırılması, artı onun üzerindeki yer değiştirmeler gözüküyor.

Burada da işte 4,5-5 metrelik, burada da 5 metrelik yer değiştirmeleri görüyorsunuz.

Buradaki diğer renkler de 1967 ve 1957 depremi, artı 1944 depremindeki yüzey

kırıklarını görüyorsunuz.

45

İşin doğasına gittiğimiz zaman, burası Bolu çevresi, 1944 depremi buradan geliyor,

57 ve 67 depremleri buradan geliyor. Son depremde de Eften Gölünden Düzce ve

Asarsu Vadisine, oradan da Bolu’nun kuzeyine doğru uzanan daha ufak, belli belirsiz

bir kırığın geçmesi söz konusu. Ancak, demin de söylediğim gibi, bunlar, Ali Öztürk

ve diğerlerinin çalışmasından alınmış, buradaki var olan yayınlardan düzenlenmiş.

Her ne kadar Bolu’nun Ilıca Yolunda 2.5-3 metrelik yerdeğiştirmeler olduğunu

belirtseler de, ölçüler sırasında fayın hemen kenarını ölçtüğümüz zaman, onun

gerçek atımı yansıtmadığını fark ettik, daha uzun mesafelerden o faya doğru

yaklaşmamız gerektiğini gördük ve bunun da böyle yaklaşıldığı taktirde de fayın

üzerindeki net yer değiştirmeye en azından 1 metre daha katkısı olduğunu birçok

yerde gördük. Yani eğer sadece fayın üzerindeki iki noktayı, yüzey kırığının

üzerindeki iki noktayı ölçerseniz, bu gerçek yer değiştirmeyi yansıtmıyor. Daha uzak

mesafelerden hizalayıp geldiğiniz taktirde, hele elinizde bir teodolitle geldiğiniz

taktirde, ölçü yaptığınız taktirde, bunu çok daha gerçek boyutlarına, miktarlarına

erişebiliyorsunuz. Yani aynı açıdan baktığınızda, bu Ketin’in 1944 yılında ölçtüğü 3,5

metrenin en azından 4,5 metre olması söz konusu. Ayrıca bu çevrede, Harita

Komutanlığından Emin Ayhan’ın yaptığı çalışmalarda, 1944 öncesi ölçülerle 1944

sonrası ölçüleri karşılaştırıldığında, en azından 6 metrelik bir yer değiştirmenin varlığı

ortaya çıkıyor. Yani dünyadaki jeodezik ölçülerden genelde böyle biraz fazla değerler

çıkıyor.

Aslında bu konuda lafı fazla uzatmak istemiyorum. Size, Ketin’in ölçtüğü yolu, Ilıca

Yolunu, fotoğraftan çizdiği bir resimle göstereyim. Eğer bu yolu burada gördüğünüz

gibi daha uzak mesafelerden alıp gelirseniz, buradaki yer değiştirme miktarının daha

fazla olduğu, bu ölçümler sırasında da en çok karşılaştığımız olaylardan bir tanesi.

Bolu konusunda, -daha sonra da geleceğim ama- Bolu’daki bu 1944, 1957, 1967 ve

Düzce depremini de bir araya koyduğumuzda; Bolu çevresine oturup 7.2, 7.1 veya

7.3-4 büyüklüğünde depremi koyacak yeriniz yok. Yani bu yer değiştirme

dağılımlarına baktığımız zaman, burada böyle bir depremin meydana gelmesi için

uzun bir sürenin geçmesi gerektiğine inanıyorum.

Marmara’ya geldiğimizde; Marmara’da sadece yüzey kırıklarını haritalamadık.

Bunlara paralel olarak yıllardır ortak yürüttüğümüz; Harita Genel Komutanlığı,

TÜBİTAK, MIT ve Kandilli ile yürüttüğümüz bir GPS projesi vardı. Hemen deprem

46

sonrası ilk hafta içinde, deprem öncesi yaptığımız -yani deprem öncesi dediğim;

Mayıs ve 1988 Ekim aylarında yaptığımız- GPS ölçüsünü tekrarladık. O ölçülerden

daha önceki ölçüleri çıkarttığımız zaman, deprem sırasındaki yer değiştirmeyi hesap

edebiliyoruz. Bu ölçülerden böyle bir vektör dağılımı çıkıyor. Bu vektör dağılımını da

modellediğimiz zaman, deprem sırasındaki yer değiştirme karşımıza şu şekilde

çıkıyor: Bu da MIT’de beraber yaptığımız modellemeyi gösteriyor.

Burada bu koyu kırmızıyla gösterilen kısım, bu deprem sırasında meydana gelen yer

değiştirme miktarları. Burada gördüğünüz gibi, en çok yer değiştirme, Gölcük

civarında meydana geliyor. İzmit Körfeziyle Sapanca Gölü arasında, şu kısımda,

özelikle derinde biraz az yer değiştirme meydana geliyor. Sapanca Gölü civarında

yine yüzeyde gözlediğimiz bir 5 metrelik bir yer değiştirme söz konusu. Daha sonra

Düzce segmenti dediğimiz Karadere segmenti ve burada gördüğünüz gibi, Hersek

burnunun öteki tarafına derinde bir kısım yer değiştirme konulabiliyor; yüzeyde fazla

yer değiştirme meydana gelmediği ve bu Yalova kısmının da genelde depremden

fazla etkilenmediği sonucu ortaya çıkıyor.

Biz, depremden sonraki ilk 10 günü içinde ölçü yaptık; bu ölçüyü de Ekim sonunda

tekrarladık. Ağustos sonuyla Ekim dönemi arasındaki ölçüleri birbirinden çıkarttığımız

zaman, artçı depremler süresince meydana gelen deformasyonları buluyoruz. Bu

artçı depremler sırasında meydana gelen deformasyonlara baktığımız zaman, şöyle

bir vektör dağılımı elde ediyoruz. Bu vektör dağılımını da deminki gibi

modellediğimizde, karşımıza böyle bir resim çıkıyor. Bu resim, hemen hemen

diğerinin aksi bir görüntü veriyor; yani o resimde az yer değiştiren yerler, deprem

sonrasında daha fazla yer değiştiriyor ve böylece hemen hemen fay boyunca bu artçı

depremler sırasında bir yer değiştirme dengelenmesi söz konusu. Yani bu demin

gösterdiğim az hareket eden Sapanca ile İzmit Körfezi arasında derinde az bir yer

değiştirme vardı, büyük olasılıkla 5.8’lik veya 7’lik 13 Eylüldeki artçı depremin bunda

önemli rolü var. Bu yüzeydeki yer değiştirmeleri veya sığ olan çok yer değiştirmenin

altında bir kısım yer değiştirme var. Bir de Hersek Deltasındaki bir aktivite, bir kısım

da batıya doğru devam ediyor ve aynı şekilde bu yer değiştirme miktarı da derinde

Gölyaka’ya doğru hareket ettiği ortaya çıkıyor.

47

Yine bu GPS sonuçlarına göre, yüzey kırığı Hersek Deltasından bir 10-15 kilometre

batıya doğru uzatılıyor ve derinde de meydana gelen yer değiştirme miktarı yaklaşık

60 santim olarak belirleniyor. Hersek Deltasındaki fayın izinde -yalnız benim değil,

herkesin, diğer grupların da Hersek Deltasında yaptığı incelemelerde- öyle çok

belirgin bir kırık yoktur, bölük pörçük, ufak tefek çatlaklar meydana gelmişti. Bu

çatlaklar da bu fayın üzerinde, orada fazla bir yer değiştirme olmadığını gösteriyor.

Sonuç olarak GPS’den elde ettiğimiz veriler, bize fayın batıya kadar; yani İmralı’ya

kadar, Çınarcık’a kadar uzanmadığını, uzansa bile, buradaki yer değiştirmenin çok az

miktarda olduğunu gösteriyor. Burada mesela genelde yine bir kavram kargaşası

var. Herkes diyor ki, “Bu fay Çınarcık’a, İmralı’ya kadar kırıldı” veya “Adaların oraya

kadar karıldı.” Fay hareket edebilir; 10 santim, 20 santim hareket edebilir. Ancak, yine

demin bahsettiğim bütçeye baktığınızda; bir tarafta 4,5-5 metre gitmiş, öteki tarafta

10-20 santim gitmiş, arada 4 metre 70 santim duruyor demektir. Yani sadece böyle

kırıldı lafıyla fayı oradan oraya atıp önemini yitirdi anlamına getirmek son derece

yanlış bir kavram.

Fransızlarla yaptığımız, bir de benim doktora öğrencisi Ziyaettin Çakır’ın yaptığı bu

iterferometreyle ilgili modellemelerde de karşımıza yer değiştirme açısından farklı bir

sonuç çıkıyor; fakat yüzey kırığının batıya doğru devamı açısından benzer bir sonuç

çıkıyor. Bu çalışmada da yüzey kırığının Hersek Deltasının batısına belki 10

kilometre civarında uzanması söz konusu. Yalnız buradaki yer değiştirme miktarı

derinde 2 metre olarak gerçekleştiği, model sonucunda ortaya çıkıyor ve İngilizlerin

yaptığı çalışmada, bu 1.7 metre olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi yaptığımız

çalışmalardan bir tanesi, bu iki ayrı verideki bu iki farklı yer değiştirme sonucunun

neden kaynaklandığını tespit etmek, bu konuda çalışıyoruz veyahut da Ziya bu

konuda çalışıyor, bu farkların nereden kaynaklandığını tespit etmeye çalışıyor.

Ancak, size şunu söyleyeyim: Bu özellikle interferometre ve GPS datası, bu yapılan

ölçümler, bu işin bu söylediğim sınırların ötesinde fazla bir yer değiştirme meydana

getirmediğini gösteriyor. Öyle bir yer değiştirme meydana getirseydi, bu resimlerde

bu yer değiştirmeler çıkardı; hem GPS’de çıkardı, hem de interferometrede çıkardı.

Yani bizim ille karada görmememiz, deniz içinde de atıp tutmamız, bu işi kurtarmıyor;

yani bu çalışmalar daha somut önümüze veriler koyuyor.

48

Yaptığımız diğer bir çalışma da; hem USGS Menlopark’ta, Ros Stein, Thom Parson

ve Today’la yaptığımız modelleme çalışmalar, artı IPG’de Cefking ve Orele Uber’le

yaptığımız çalışmalarda, 17 Ağustos depremini modelledik. Bu, hemen yine Ağustos

sonlarında üretilen bir şekil. Şincitoda’nın, bizim sürekli çalıştığımız USGS grubunun

ürettiği bir veri. Burada görüyorsunuz; 17 Ağustos depreminden sonra bu kırmızılık

Düzce fayı üzerinde gerilimin arttığını gösteriyor. Aynı şekilde gerilim artması, bu

alanda da; yani batı, Çınarcık-Yalova kısmında da meydana geliyor ve Marmara’nın

içine doğru etkisi oluyor. Bu stres artışı sonucunda zaten artçı depremler de bu fayın

dışında, fayın meydana geldiği alanın dışında meydana geliyor. Fay üzerinde, yüzey

kırığının üzerinde de artçı depremler meydana geliyor; ama bunun yanı sıra böyle bir

fayı bir yerde sonlandırdığınız zaman, o sonlandırdığınız taraftan daha ileriye doğru

bir stres artışı söz konusu.

Böyle baktığınızda; eğer diğerlerinin söylediği gibi, -birçok kimse iddia ediyor- bu artçı

depremler fayın bu noktalara kadar kırıldığını gösteriyorsa, stresin buradan itibaren

Marmara’nın içlerine doğru artması gerekiyor ve bu artçı depremlerin de genelde

burada toplanmış olması gerekiyor. Bu veriye de bu modelleme açısından, fiziksel

açıdan, kırılma açısından baktığınızda, öyle değerlendirdiğinizde, bu modellemeyle

artçı depremlerin yerlerinin uyumlu olduğunu görüyorsunuz. Bu da ille de orada

önemli bir kırılmanın, önemli bir yer değiştirmenin meydana geldiği anlamına

gelmiyor.

Bu, yine IPG grubuyla yaptığımız ve şimdi Nature’da yayınlanmakta olan bir makale.

Bu da yine Eylül ayında üretilen bir çalışma. Bu çalışmada iki şey var: Burada

gördüğünüz gibi 1719’dan 1799 öncesi veya sonrasına ait bütün depremlerin kırılma

stresinin modellenmesi var; artı, bu fayın üzerine, bu kuzey kolunun üzerine 2

santimlik bir yer değiştirme koyduğunuz zaman yıllık, onları 300 sene biriktirdiğiniz

zaman, nerelerde stresin arttığını gösteriyor. Bu ikisini; hem yıllık stres artışını, hem

de meydana gelen depremleri, 300 yılda meydana gelen önemli depremleri bir araya

koyduğunuzda, 1999 17 Ağustos öncesi karşımıza şöyle bir resim çıkıyor.

Burada gördüğünüz gibi, İzmit çevresinde önemli bir stres artışı var ki, bu stres artışı

bu 1939-1967 göçünden de kaynaklanıyor. Özellikle 17 Ağustos depremi sonrasına

geldiğinizde, gördüğünüz gibi Marmara’nın içinde yine bir taraftan 1912 depreminin

49

arttırdığı bir stres var, bir taraftan 17 Ağustos depreminin arttırdığı bir stres var;

bunların da toplam alanı Marmara’nın içinde bir stres artışını getiriyor. Bunun yanı

sıra, burada gördüğünüz şu mor alan; yani Bursa, Mustafa Kemal Paşa, İznik, İzmit’i

de kapsayan önemli bir alanda gerilimin azalması söz konusu. Bu, Güney

Marmara’nın önemli bir kısmı için de geçerli. Diğer alanlarda da fayların hareket

hızına baktığımızda, özellikle güney koluna baktığımızda, demin de söylediğim gibi,

buradaki hareket hızları yılda 1-2 milimetre. Bunun da anlamı; burada bin sene, 2 bin

senede bir bir deprem oluyor. Kuzey koluyla karşılaştırdığımızda, kuzey kol

bunlardan daha büyük bir aktiviteye sahip.

Bu aktiviteyi biz, şimdiye kadar yaptığımız ATI’nın bu Marmara çevresindeki GPS

ölçümleri, bizim MIT başladığımız, daha sonra ATI’nın 1996’ya kadar devam ettiği,

sonra yine MIT ile Harita Genel Komutanlığının ve yine TÜBİTAK’la ortak yaptığımız

bir proje sonucunda geliştirildi ve 1996 yılından itibaren şu önemli veri ortaya çıktı: Bu

gördüğünüz vektörlere baktığımızda; bu vektörler bize şunu anlatıyor: Marmara’daki

bu fayın hızı yıllık yaklaşık 24-25 milimetre; bunun da en azından 20 milimetresi

kuzey kolu tarafından alınıyor, geriye kalan 3-4 milimetresi de güneydeki iki kol

tarafından alınıyor. Bu veri bizim için son derece önemli bir veriydi; çünkü biz, daha

önceleri Marmara içindeki fayların hızlarını -jeolojik olarak baktığımızda, ben de dahil-

daha düşük buluyorduk. Sismik olarak ortaya koyduğumuzda; onların da çok kısa bir

dönem sismik aktivitesine hakim olduğumuz için, ne olduğunu bilmiyorduk. Ancak

bizim için bu veri, Marmara içindeki deprem riskinin anlaşılması için son derece

önemliydi. 1997 senesinden sonra, özellikle bu ölçümlerden sonra, buradaki riskin

İzmit Körfezi dahil, Marmara içinde önemli bir risk olduğunu daha yüksek sesle

söyleme imkânı bulduk, elimizde veri vardı.

Yine elimizdeki somut verilerden bir tanesi, yine 1991 yılında Ambreseys ve Finkel’in

yayınladığı bu tarihsel depremler, Marmara’daki 2000 senelik tarihsel depremlerle

ilgiliydi. Bu tarihsel depremlere baktığımızda, bu tarihsel depremlerin önemli bir

kısmının kuzey kolu üzerinde meydana geldiği ortaya çıkıyordu. Bu da GPS verisiyle

benzer ve uyumlu bur sonuç veriyordu; yani bu iki veriyi ortaya koyduğumuzda,

kuzey kol önemli depremler üretiyor ve bunları sık meydana getiriyor, güney

kollardaki aktivitede daha az anlamına geliyordu.

50

Son 300 yıla baktığımızda, 1700’lerden günümüze geldiğimizde, karşımıza şu resim

çıkıyor: 1700’lerde bildiğiniz gibi, bu depremden sonra da sıkça konuşulan 1719

depremi, 1754, 1766 Mayıs ve 1766 Ağustos diye üç arayla iki tane de meydana

geldi. Böylece 4 deprem de Marmara’nın kuzey kolunun, İzmit Körfezi veyahut da

Gölyaka-Akyazı deyin, o kesimlerden Saros Körfezine kadar bir deprem göçüyle

hareket ettiği ortaya çıkıyordu. 1800’lere geldiğinizde; 1754 depreminin benzeri, 1894

depremi meydana gelmiş. Hepimizin son İstanbul depremi olarak tanıdığı 1894

depremi, -biraz sonra da söyleyeceğim- önemli depremlerden, kilit depremlerden bir

tanesi. Bu, Adalar artı Hersek, bunlar arasında meydana geldiğini ben şahsen

düşünüyorum. Çünkü bu hasar dağılımına baktığımızda, hem Sapanca’ya kadar,

Adapazarı’na kadar etkilemesi, oraya bir yön vermesi; artı İstanbul’u da etkilemesi,

hatta bu depremden daha fazla etkilemesi, en azından bana bu depremin o

civarlarda veya o fay parçalarını etkilediğini gösteriyor.

Bu yüzyıla geldiğimizde, karşımıza, -burada gördüğünüz gibi- Düzce depremi 1967,

1943; 17 Ağustos’u koyduğumuzda, bu Hersek Deltası veyahut da AKSA’nın

bulunduğu deltaya kadar geliyoruz. Burada da 1912 depremi burada küçümsenmiş

vaziyette. Bu deprem belki bu Saros Körfezinin içlerinden Marmara Denizinin içlerine

kadar uzanan yine 7.4 büyüklüğünde... Erhan ve Serdar’la son depremden önce

yaptığımız çalışmalarda biz bunun üzerinde 4,5-5 metrelik yer değiştirmeler meydana

geldiğini bulduk; ki bu da yine 17 Ağustos depremiyle benzer miktarlarda yer

değiştirmeyi gösteriyor. Yani bu depremi biraz daha denizin içerisine uzattığımızda,

gördüğünüz gibi şu orta kısımda önemli bir deprem yok, en azından bu yüzyıl için.

Tabii ki bunların hepsine, demin bahsettiğim gibi, bir bütçe açısından baktığımızda,

karşımıza böyle bir tablo çıkıyor. 1700’leri ele aldığımızda, doğu kısmında 1668

depremi var, önemli bir deprem, belki Kuzey Anadolu Fayında ve Anadolu’da

meydana gelmiş deprem olarak son 3-4 yüzyılın en büyük depremi. 1668’i buraya

koymadım; ama şu kısmında da 1668 var. Sonra 1719, 1754, 1766 Mayıs, 1766

Ağustos dediğiniz zaman, Marmara’yı 3-4 metrelik bir yer değiştirmeyle

geçebiliyorsunuz. Daha sonra bu yüzyıla geldiğinizde, 1944 depremini doğuya

uzatabilirsiniz. 1944 depremi, 12 Kasım depremi şuradaki boşluğu dolduruyor, 1957

ve 1967’nin arasındaki boşluğu dolduruyor; 17 Ağustos depremi bu kısmı dolduruyor,

1894 depremi bu arada.

51

1894 depremi, bize Yalova için iki tane olasılık getiriyor. Bir tanesi; eğer deprem bu

kısımda olmuşsa, günümüze kadar burada iki metrelik bir birikim söz konusu. Bu da

eğer bugün olursa 6.9-7 büyüklüğündeki bir depreme karşılık gelir. Bu 2 metrelik

birikim yeterli olmayabilir, 3-4 metreye doğru gidebilir; bu da 50-100 sene arasında

değişen bir zaman getirir, yani bu 3-4 metreye eriştiği zaman, 50-100 sene sonra

olabilir; yani böyle bir iki olasılık getiriyor. O açıdan bunun çözülmesi gerekiyor; yani

bu depremin çok iyi anlaşılması gerekiyor. Ama şu anda da gayet rahatlıkla

söyleyebilirim ki, bu fayın hangi seçeneği kullanacağını hiçbir kimse bilmiyor, bunun

bilinmesi mümkün değil. Ancak, bunun yanı sıra, daha doğuya gittiğinizde, 7.4

büyüklüğünde, 4-5 metrelik atımların meydana geldiği 1912 depremi var; ama

Marmara’nın içine geldiğiniz zaman, en son deprem 1766’da, 234 yıl geçmiş

durumda. 234 yılı 2 santimle çarptığınızda, orada 4.7 metre birikim var ve bu da şu

anda olsa, 7.4 büyüklüğünde bir depreme karşılık gelir. Bu 30-40 sene daha

beklediği taktirde 5,5 metreye çıkıyor; o zaman da 7.5 büyüklüğündeki bir depreme

karşılık gelir. Yani bu, İstanbul’u tehdit eden, Marmara’nın içinde risk dediğimiz bu

kadar açık bir şey.

Sözlerimi bitirmeden önce, iki şey söylemek istiyorum: Burada biliyorsunuz medya,

toplum, belki bürokratların bir kısmı yanlış yönde hareket ediyor, buna yerbilimcilerin

bir kısmı da dahil. Yanlış da şu: Marmara Denizinin içindeki bu risk bu kadar

belirginken, fayın nereden geçtiği, nasıl geçtiği; iki segment mi, üç segment mi olduğu

çok önemli değil. Bu çalışmalar yapılsın, bu çalışmalar yapılmasın demiyorum.

Depremlerin önceden haber verilmesiyle ilgili çalışmalar da yapılsın, bunlar yürüsün;

ama oturup bunların sonucu beklenmesin, yani bunların sonucunu beklemek zaman

kaybından başka bir şey değil. Burada açıkça bir risk var; burada gördüğünüz gibi, şu

koridorun içinden, 20 kilometre genişliğinde bir koridorun içinden, ama şöyle, ama

böyle bu fay geçiyor.

Bu fay, geçmişte İstanbul’u yıkan, 2000 yılda 1766 dahil birçok depremi oluşturmuş.

Yani bu riski kabul edip, bir an önce bizim bu İstanbul başta olmak üzere, Marmara

çevresindeki kötü bina stokunu iyileştirmemiz gerekiyor ve bu çalışmaların sonucunu

beklemeden buna girişmemiz gerekiyor. Demin de size söylediğim gibi, buradaki risk,

yapılan ölçümler sonucunda apaçık ortada. Burada bence en büyük kayıp, bütün bu

52

çalışmalara ağırlık verip, bu çalışmalardan deprem riski çıkmayacak veya küçülecek

diye bir sonuç beklemek son derece yanlış, vakit kaybından öte bir şey değil, bizim

de bu gelecek olan depremi en zayıf karşılamamız anlamına geliyor; bu olmuş

depremlerden, ölen insanlardan, yıkılan binalardan hiç ders almamamız anlamına

geliyor. Bu yanlışı yapmamamız gerekiyor. Bu konuda herkesin duyarlı olması ve bu

konuda belki herkesin bu konuyu tartışmayı gerekiyor ve bu işlere bir an önce

başlanması gerektiği düşüncesindeyim.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Sayın Barka’ya biz de bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Böylece Deprem Oturumunun sunum bölümleri bitmiş oldu. Şimdi bu konuşmalar

çerçevesinde, “özellikle yerbilimleri açısından Türkiye genelinde neredeyiz,

yerbilimleri gerçek anlamda tüm yapılaşmada yerini alabiliyor mu, alması için neler

yapılmalı” gibi konularda deprem sorununu tartışmaya açıyorum. Tartışma için

yaklaşık bir saat süremiz var, gerekirse bir miktar daha uzatılabilir. Burada iki tane

yöntem izleyelim: Eğer olanaklıysa, bir arkadaşımız soru soran arkadaşlara,

meslektaşlarımıza mikrofonu iletsinler. Bu olanak yoksa, soru soracak arkadaşımız,

kürsüye kadar gelip sorusunu sorup, dinledikten sonra, bir başka arkadaşımız aynı

yolu izleyebilir. Mikrofon olduğuna göre birinci yolu izliyoruz. Ayrıca soru soracak

arkadaşlarımız, tartışmaya başlayacak arkadaşlarımız, eğer yazılı olarak da

sorularını bizlere iletirlerse, buradaki katkıyı şu anda burada bulunmayanlara da

iletme şansımız olacaktır. Dolayısıyla onlardan da böyle bir ricada bulunuyorum;

soracağı soruları lütfen bir kâğıda yazıp versinler. Ama kendileri zaten sözlü olarak

da sorularını sorabileceklerdir. Bir de soru soracak arkadaşımız, burada sorusunun

kimin yanıtlamasını beklediğini de belirtirse memnun oluruz.

Evet, tartışmayı açıyorum.

ZÜHAL YAZICI (TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Genel Sekreteri)- Bu soruyu

yanıtlamasını Sayın Barka’dan isteyeceğim: Sayın Barka, biraz önce, bir depreme

hazırlıklı olmamız konusunda uyardı. Aslında 1990 ve 2000’li yılları, Birleşmiş

Milletlerde, “Dünya Deprem, Doğal Afetlerin Zararlarını Azaltma Yılı” olarak kabul

53

edilmişti ve ülkemiz de 42. toplantısında bu konuya imzayı koymuştu. Ancak, bu

geçen 10 yıllık süreç içinde ülkemizde görevlerinin tam yerine getirilmediğini

görüyoruz ve Türkiye sanayii -ben tabii biraz da sanayiyle ilişkilendirerek soracağım-

Kuzey Anadolu Fay hattı boyunca sıralanmıştı; 17 Ağustos depremi sonrasında

yaşadığımız bir TÜPRAŞ yangını, bir AKSA Akrilik Kimya’da akronil nitril sızıntısı ve

bunları arttırabiliriz. Gerçekten orada bir sanayi profiline baktığımız zaman, tüm

sanayide belirli ölçüde zararların meydana geldiği, bir gerçek. Ama gördüğümüz

ölçüde, o sanayinin oradan taşınmasının mümkün olamayacağı veya onların ne

şekilde rehabilite edileceği; çünkü sanayileşme, yanında yanlış kentleşmeyi de

beraberinde getiriyor, bu ülkemizin acı bir gerçeği.

Ben yine bir konuya gelmek istiyorum: Belki basının yanlış tanıtımıdır; Ford Fabrikası

Genel Müdürünün geçen gün İzmit Fabrikasıyla ilgili bir açıklaması vardı ve

fabrikanın orada yapılabileceği konusunda sizin bir raporunuzun olduğu açıklandı.

Ben bu konuda sizin bakış açınızı tekrar isteyeceğim. Çünkü sanayileşmenin daha

farklı bir şekilde yapılması gerekliliğini düşünüyoruz; mesleğimiz adına, özellikle

kimyasal risklerin doğal afetlerden bazen daha çok tahripkâr olduğu düşüncesindeyiz.

Bir yanıtlarsanız seviniriz. Bu konuda Türkiye sanayiinin yerleşimi hakkında ne

düşünüyorsunuz?

Teşekkür ederim.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- Aslında konuşmamın devamı olarak -hem size yanıt

olarak- iki şey daha söylemek istiyorum: Bir tanesi; biliyorsunuz herkes, “deprem ne

zaman olacak” sorusuna cevap arıyor. Bu, bence olayı çok ucuz çözme yolunda

üretilmiş bir düşünce. Yerbilimleri açısından bütün dünyada baktığınız zaman,

depremlerin önceden verilmesi şu an mümkün değil. Belki bir-iki depremde mümkün

olmuş; fakat öyle açık seçik bir önceden depremi haber veren bir sistem veyahut da

bir biliş yok ve bunun ne kadar süre alacağı da bilinmiyor. Yani önümüzdeki 10-20

seneyi de alabilir, belki gelecek seneyi alabilir, belki biz Marmara’da bir şey kurarsak

bizim de şansımız olabilir; ama bu havada. Yalnız, en azından burada doğru dürüst

yapmayı bildiğimiz bir şey var; o da depreme dayanıklı bina yapılması mühendislik

açısından mümkün.

54

Biz, oturup, bilmediğimiz bir konuda bütün kaderimizi ona bağlayacağımıza,

kaderimizi iyi bildiğimiz bir konuda, yani doğru dürüst bina yapıp içinde oturmaya

bağlarsak, -ki, bu şimdiye kadar yapılmadı, buna fabrikalar da dahil olmak üzere-

bunun elden geçirilmesi gerekiyor. Bunun için devletin de devreye girmesi gerekiyor

ve bunu organize etmesi gerekiyor; yani burada kanun yapıcı ve arabulucu olarak,

kredi veren bir rol oynayacak devlet. Bu, son derece önemli bir konu; yani elinizdeki

kötü bina stokunun en kısa zamanda yenilenmesi gerekiyor. Biz, buna bugün

başlarsak, 10 sene içinde 10-15 milyonu, belki 20 milyona varan bir nüfusu emniyete

almış olabiliriz. Ama dileyelim ki, bu deprem 10 sene sonra gelsin; bu işler bittikten

sonra, bu nüfusu kurtardıktan veya bu deprem zararını azalttıktan sonra gelsin.

Ancak, bizim için her gün bir kayıp; buna bir an önce başlanılması gerekiyor. Biz ona

gitmiyoruz; “acaba bu gelecek depremi önceden haber verebilir miyiz” diye

yerbilimcilere yükleniyoruz. Bunun cevabı hayır, bilmiyoruz; belki veririz, belki

vermeyiz, ama somut olarak bildiğimiz konuya girmemiz gerekiyor.

Ford olayına gelince, Ford olayında biz orada Amerikalı bir grupla, yani bu konuda

dünyanın en tanınmış uzmanlarından biriyle çalıştım. Orada ortaya çıkan resim şu:

Tamam, Ford’un sadece bir tane binasında hasar vardı, önemli hasar vardı. O bina

da faya çok yakın ve fayın büküm yaptığı yerlerden bir tanesinde bu bizim tavan

bloğu dediğimiz bloğun içine doğru uzanan kısa bir kırığın üzerinde yer almıştı.

Burada bizim önerimiz şu oldu; daha doğrusu şöyle diyeyim: Burada bir fabrika

kalsın ya da gitsin; buna biz karar vermiyoruz, yerbilimleri açısından olasılıkları ortaya

koyuyoruz. Fabrikanın kalması ya da gitmesine, onun mühendisleri tarafından, diğer

proje yapan inşaat mühendisleri, zemin mekanikçileri veyahut da zeminciler, artı

fabrikanın sahipleri tarafından karar veriliyor. Yani yerbilimleri olarak buna karar

vermiyoruz, “fabrika burada kalsın” demiyoruz; ama biz olasılıkları ortaya koyuyoruz.

O olasılıklar da şöyle sıralandı:

Buradaki yaptığımız hendeklerde şunu elde ettik: En son oradaki meydana gelen

faylanmanın 1719’da ve 1509’da meydana geldiğini gördük; yani arada 200-250

senelik periyotlarda oralarda böyle bir faylanma meydana geldiğini tespit ettik. Yani

bir daha Ford’un küt diye 2 metre düşmesi için, aradan 200-250 sene geçmesi

gerekiyor. Diğer bir olasılık da; daha uzakta meydana gelebilecek depremler var.

Mesela o zamanki, yani çalıştığımız dönemde, orada önemli bir artçı meydana

55

gelmemişti. Ford’un oturduğu alanda o artçının meydana getireceği bir deformasyon

olabilir. İkincisi de, İzmit Körfezinin devamı olarak; yani 1894 depremi gibi meydana

gelebilecek bir depremin Ford’un orada meydana getireceği yer sarsıntısından

oluşacak bir deformasyon var, bunları tarif ettik, bu olasılıkları ortaya koyduk. Bunlar,

bu olasılıkları aldı, mühendislere verdi; mühendisler de bu olasılıkları mühendislik

olarak karşılayacaklarını kabul ettiler, orada fabrika yönetimi de kalmaya karar verdi.

Benim görevim buydu.

Şunu söyleyeyim, herkes buradayken söylememde yarar var: Biz, bilim adamı olarak

bir şeyin kalması, gitmesine karar veremeyiz. Mesela ben, eğer Akkuyu Nükleer

Santral işine girersem, Akkuyu’da nükleer santral kurulması beni ilgilendirmiyor.

Orada beni ilgilendiren; Akkuyu’nun gerçekten bir deprem aktivitesini, deprem riskini

ortaya koymak. Bunu ortaya koyarken, ne TEAŞ’a doğru bir yönelim, ne de yeşilcilere

doğru bir yönelim benim içimde yer almaz. Ben, bunu dürüst olarak bütün bilgim

çerçevesinde en doğrusunu ortaya koyup, ben arada çekilirim. Bunun kararını TEAŞ

veya yeşiller arasındaki savaş verir, o beni ilgilendirmez. Yani bilim adamı olarak

benim pozisyonum, en doğruyu ortaya koymak; riski abartmadan veya küçültmeden

gerçeğini ortaya koymak.

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Mümkünse tek soru sorarsanız memnun olacağız; çünkü çok katılımcı var, çok soru

gelecek.

NİHAT AKDOĞAN (MTA Jeofizik Dairesi)- Panele bir katkı koymak istiyorum: Sayın

Aykut Barka, gerçi konuşmasının en sonunda, Marmara Denizi içerisinde fayların

tespitinin çok önemli olmadığını, bundan sonraki yapılacak çalışmaların daha önemli,

daha gerekli olduğunu söyledi. Benim sorum, Sayın Aykut Barka ve Emin

Demirbağ’a: Marmara Bölgesinde MTA Sismik 1 Gemisiyle derin sismik çalışmaları

yapılıyor, bu türlü sismik çalışmaların sonucu bekleniyor ve bir yerde Emin Demirbağ

dedi ki, “Biz, bu sismik profilleri, ölçeceğimiz batimetrik değerlere dizayn etmemiz

gerek.” Halbuki 1980’li yıllarda ülkemizde 15 yıl boyunca havadan uçakla uçularak 70

metre nokta aralıklı, 500 metre profil aralıklı manyetik ölçümler alındı. Şimdi bu

ölçümler hiçbir zaman, sadece bir Ahmet Mete Işıkara bir ara “yer manyetik alanın

bilinmesi gerekli, bilinirse faydalı olur” diye söyledi. Ben, eğer müsaade ederseniz,

56

çok kısa bu slaydımı göstermek istiyorum, ondan sonra sorumu yine Sayın Emir

Demirbağ’a soracağım: Acaba topografyaya göre mi derse daha iyi olur, yoksa bu

manyetik anomallere göre verse mi daha iyi olur?

İstanbul’un yakınında gördüğünüz gibi, denizin içerisinde manyetik değer gösteren

büyük bir blok var. Bunlar, Marmara’nın güney kolunu gösteriyor, denizin ortasında

da büyük bir yükselim var. Bu verilere göre, sismik hatların atılıp bunların kontrol

edilmesi bizi daha iyi sonuçlara götürmez mi?

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Buyurun Emin bey.

Doç. Dr. EMİN DEMİRBAĞ- Söylediklerinize katılıyorum, yüzde 100 katılıyorum.

Ayrıca bu haritaya baktığım zaman, şu sıralarda Deniz Kuvvetlerinin yürütmekte

olduğu çok beam’li batimetrik çalışma devam ediyor. Onun bir parçası sadece

elimde, ama burada yanımda değil; yani henüz size gösterme durumunda değilim.

Ancak, şurada gördüğümüz, mesela Ganos fayının olduğu yerden doğuya doğru

uzanan bir kırmızılık var. Bu, yüksek manyetik anomale olduğunu sözünü ettiğiniz

yer. Burada önemli bir batimetrik veride de önemli bir anomali var; yani doğu-batı

istikametinde giden önemli bir morfolojik yarık var, öyle söyleyeyim. Yani ikisini

birlikte değerlendirmek gerektiğine katılıyorum; size katılmamak elde değil, doğru.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- Bu veri, son derece önemli bir veri; ama bu veriden, fayın

birebir yerini bulmak mümkün değil. Ancak, bunun batimetriyle birlikte

değerlendirdiğimizde, bence bu verinin de son derece önem kazanması söz konusu.

OTURUM BAŞKANI- Buyurun.

ERHAN ALTUNEL (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)- Sorum, Ramazan

Demirtaş’a: Siz, paneldeki konuşmanızda, sabahki konuşmanıza da atıf yaparak bazı

şeyler söylediniz. Dolayısıyla sorumun içerisine sabahki konuşmanıza da yönelik bir

şeyler söylemek istiyorum. Örneğin yüzey kırıklarından bahsederken, “gerçek atım

ölçemiyoruz” dediniz. Öğleden sonra da şiddet skalalarını gösterirken ya da eşşiddet

57

eğrilerini gösterirken, onların gerçeği yansıtmadığını söylediniz. Tamamen bu

konuyla ilgili çalışanlar aslında bunun böyle olduğunu biliyorlar. Bizim gerçek

yorumlar yapabilmemiz için gerçek değerlere ihtiyacımız var. Dolayısıyla

konuşmanızın sonunda, acaba sizin gerçek değeri elde etmek için bir öneriniz var mı;

öyle bir şey bekledim. Belki süre yetmedi; ama varsa eğer, şimdi açıklayabilir

misiniz?

Teşekkür ederim.

RAMAZAN DEMİRTAŞ- Teşekkür ederim.

Gerçi sabah biraz bahsetmiştim; ama aslında kendimi bu olayın dışında bırakmadım,

“ben de aynı hatayı yapıyorum” dedim. Buraya dikkat ederseniz, biraz önce Aykut

Barka da aynı konuyu bahsetti. Burada bir fayın doğrultusu var; eğim bileşenini

dikkate almazsanız, eğer doğrultu atımı olarak kabul ederseniz, sanki ölçtüğünüz

atımı veriyor gibi, gerçek değeri veriyor gibi. Ancak, eğer bir düşey atım olursa, -ki,

Düzce’de doğrultu atımlı fayların da önemli bir düşen bileşeninin olduğunu biliyoruz,

ben burada sadece örnek olarak verdim- 20 derecelik bir kayma çiziği varsa ve eğer

çizgisel yapılar bir bütün olarak aldığınız zaman; Aykut beyin de dediği gibi sadece

nokta olarak almazsanız ve 90 dereceyle gelen yolla 40 derece ya da 20 dereceyle

gelen yolu milimetrik kâğıt üzerine eğim derecesini de koyarak farklı atım değerleri

elde ettiğimizi gördük. Burada baktığınız zaman, eğim atımlı bileşenin ne kadar

önemli olduğunu; yani yüzey geometrisinin ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz.

90 derecelik bir açıyla gelen yolda 50 milimetrelik bir yanal atım varken, 40 derecelik

bir şeyde 26 milimetrelik kayma çiziğine paralel bir yolda ise herhangi bir yanal atımın

olmadığını; dolayısıyla bundan sonra yapacağımız arazi çalışmalarında, yolun

doğrultusunda -Aykut beyin de dediği gibi- teodolit kullanılarak onu da almakta yarar

var. Bir anlamda size, kısa bir mesafe içerisinde farklı açılarla gelen yollarda ne kadar

farklı atımlar ölçtüğümüzü gösteriyor.

ERHAN ALTUNEL- Örneğin bir alüvyona gittiğiniz zaman, gerçek değeri elde etmek

için şöyle bir şey kullanmanız gerekecek. Eğer elimizde böyle bir şey yoksa ne

yapacağız; yani litolojiye bağlı olarak değişimler için bir öneriniz var mı, onu

soruyorum esas; çünkü bunu zaten sabahki konuşmanızda izlemiştim, onu

görmüştüm, o konuda problem yok.

58

RAMAZAN DEMİRTAŞ- Yani bir faktör, bu yüzey geometrisi; diğer bir faktör de

gevşek zeminler, kayadaki ötelenmeleri yansıtmadığı. Ancak, bunun için önerilmiş bir

şeyim de yok. Eğer sizin varsa, katkı da koyabilirsiniz; benim söyleyeceğim bir şey

yok. Ancak, kayadan ölçebiliyorsanız, gerçek değere biraz daha yaklaşıyorsunuz

demektir.

NACİ PÜLGE (Türkiye Petrolleri)- Emin beye soracağım: Kocaeli Körfezinin

Marmara’ya açıldığı yerde son bir kesit göstermişsiniz. Ben yanlış mı anladım;

şuradaki sediman kalınlığıyla şuradaki sedimant kalınlığının farklılığını yanal atımla

izah ettiniz. Peki şuradaki bu kıvrımı neyle izah ediyorsunuz? Ben, size o zaman

söyleyeyim: Bu tamamen düşey atımın ürünü. Bu çökelme sırasında fay atımının

aktivitesini gösteriyor; yani düşey yönde büyük bir atımın olduğunu gösteriyor. Siz,

bunu başka bir yerden bunun karşısına getiriyorsanız, bunun nerede

sedimantasyona uğradığını ve ne kadar mesafeden taşınarak bunun karşısına

geldiğini izah etmeniz lazım. Bana göre, burada görünen, şunlar difraction ve

şuradan sonra düşey atım oldukça zayıflamış, şurada çok büyük bir düşey atım

görünüyor. Fayın gidişi de şu şekilde görünüyor: Yine İzmit Körfezinin en

başlangıcında, doğusunda attığınız kesit var. Orada da batimetrik haritayla izah

etmeye çalıştınız. Denizin dibindeki bir fay atımının, esas ana fayın nerede olduğunu,

nereye doğru gittiğini göstermek gerekir; çünkü deprem orada meydana geliyor,

burada meydana gelmiyor. Bunun düşey ölçeğini çok aştığınız için, buradaki kaliteler

bozulmuş.

Bir de şunu soracaktım; yani kablonuzun uzunluğu ne kadardı? Bu kadar dar alanda

ne kadar SBP elde ettiniz?

OTURUM BAŞKANI- Yanıtlamak isteyen var mı?

RAMAZAN DEMİRTAŞ- Ben kısaca şöyle özetleyeyim: Biz, genelde fay düzlemi

çözümleri yaptığımız zaman, benzer büyüklükteki; yani benzer Richter Ölçeğine göre

7.0 ve daha büyük büyüklükteki depremlerin fay düzlemi çözümlere baktığımız

zaman, genelde bindirme türü faylanma mekanizmalarında daha büyük enerji, daha

sonraki ikinci büyük enerji ise doğrultu atımlı faylanma mekanizmalarında ve nispeten

59

daha az olanı da normal faylanmalarda görüyoruz. Ancak, normal faylanmaların

kırığın uzunluğuyla, doğrultu atımlı faylanmalarla ilişkisi var. Birebir ölçeklediğimiz

zaman, kısmen zayıflatıyor; ama eğer yanıt olacaksa, sırf sismik moment enerji

dağılımından gördüğüm şey bu.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- Burada fayın doğrultu atımlı olması, fay boyunca dar bir

elips şeklinde hasar dağılımını gösteriyor. Bu İzmit depreminde de -ben yokken

herhalde Ramazan göstermiştir- eğer faya normal bileşen koyduğunuz zaman, hasar

dağılımı düşen blok tarafında daha artıyor, daha genişleyerek hareket ediyor. Eğer

Adaların güneyine eğer bir fay koyup, o fayı çalıştırdığınız taktirde, o fayın daha çok

güney kısmında; yani denize olan kısmında hasarın daha fazla olması bekleniyor ki,

orası da deniz zaten. Yani düşey bileşeni koyduğunuz zaman, yani normal bileşeni

koyduğunuz zaman, o tür etkiler de görülüyor. Belki bu da alansal olarak daha fazla

yayılım getiriyor; ama denizi doğru yayılım getirdiği için, fazla bir farkı olacağını

zannetmiyorum.

OTURUM BAŞKANI- Yanıt yeterli mi sizce?

Genel olarak baktığımızda, Kuzey Anadolu Fay Zonu üzerinde tamamen doğrultu

atımlı bir fay ya da fay zonu değil. Bu oran -yaklaşık olarak söylüyorum- 1/20

kilometre. 1 kilometre düşey normal bileşeni varsa, 20 kilometre de yanal bileşeni

var. Dolayısıyla bunu normal fay diye değil, tabii doğal olarak doğrultu atımlı fay diye

değerlendireceğiz. Genel olarak Marmara çevresinde bu oran biraz daha artıyor, yani

normal bileşeni biraz daha artıyor. Aslında doğrultu atımlı fayların geliştirmiş olduğu

tüm pul-apart havzalarda, çöküntü alanlarda, Erzincan’da da olduğu gibi, diğer

yerlere göre normal bileşen daha fazla. Dolayısıyla normal faylarda hasarın artma

miktarı ya da etkileme miktarı, düşen blok üzerinde. Düşen blok üzerinde kurulu

bütün yapılarda, öbürüne oranla daha fazla hasar beklenir.

Bu açıdan bakıldığı zaman; Marmara’da ya da Sapanca çukurluğu, İzmit Körfezi,

gelecekte Marmara... Tabii hangi kesimin aşağıya düştüğünü, aşağı yukarı karadaki

kısmı biliyoruz; yani normal bileşenin hangi yönde geliştiğini biliyoruz; örneğin

Sakarya’da olduğu gibi, Gölcük’te olduğu gibi. Orada hasar var, çünkü kuzeye doğru

genelde bir düşme var orada; 1.2 kilometre gibi, tüm fayın gelişim süreci içerisinde bir

60

düşme var. Özetle; evet, normal bileşenin bulunması, o normal bileşenin hareket

yönünde; yani düşen blok üzerindeki yapılaşmada, diğerine oranla bir miktar daha

fazla hasar yapar.

Buyurun.

BÜLENT COŞKUN (Ankara Üniversitesi)- Sorumu Emin beye soracağım: Bir

topografya haritası gösterdiniz. Burada iki tane kırık zon var, tamam bunları

görüyoruz. Ancak, benim gördüğüm kadarıyla, bu kırık zona dik olarak, Derince’nin

altından buna dik olarak başka bir fay zonu var gibi gözüküyor. Acaba böyle bir fay

var mı? Yani bu fay olursa, İstanbul için herhangi bir tehlike olmaz mı? Siz bunu nasıl

değerlendiriyorsunuz; bir fay zonu mudur, yoksa bir sismik kesitlerin meydana

getirdiği herhangi bir hata mıdır bu?

OTURUM BAŞKANI- Emin bey, onu lazerle gösterir misiniz; çünkü izleyicilerin

bazıları neden bahsedildiğini görememiş olabilir.

Doç. Dr. EMİN DEMİRBAĞ- Fay yok.

BÜLENT COŞKUN- Fay yok diyorsunuz. Peki, teşekkürler.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- İkincisi de Emin’in burada gösterdiği iki tane fay, Kuzey

Anadolu Fayının ana çizgisi değil bence. Oradaki iki tane normal fayı gösteriyor ki, o

da Karamürsel basenin kuzey kenarını şekillendiren iki tane normal fay. Yani bu, 17

Ağustosta kırılan parçalar değil, ana fayı göstermiyor.

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim.

Buyurun.

AZİZ ERTUNÇ- (Çukurova Üniversitesi)- Çok değerli jeolog arkadaşlarımız, bu

depremden sonra televizyona çıktılar, çok güzel şeyler söylediler. Kendilerinin

değerleri bizce zaten malum, biliyoruz, tersini söylemek mümkün değil. Bu arada bazı

arkadaşlarımız Hülya Avşar Şov’lara da çıktılar, o da ayrı bir konu. Ancak, biz burada

61

özellikle -kalabalık dağılmadan ısrarla söz almak istedim- burada şunu gözden

kaçırıyoruz gibi geliyor bana: Sadece olay, Kuzey Anadolu Fayının izlenmesi değildir.

Olayın bir de uygulamalı jeoloji boyutu vardır ki, biz bugüne kadar sustuk; ama

mesela biraz önce Aykut bey dedi ki, “Benim fayım, burası ilgilendirir; gerisini inşaat

mühendisleri vesaire yapar.” Hayır, öyle değil; uygulamalı jeoloji boyutlarını ele

almamız lazım ve bugüne kadar ihmal edilmiş olan jeoloji mühendislerinin bu

konudaki çalışma alanlarının çok geniş olduğunun sizler tarafından da

vurgulanmasını arzu ediyoruz.

Bugüne kadar pek çok değerli meslektaşımız, sevgili öğrencilerimiz, konularının

dışında alanlarda çalışmak zorunda kaldılar. Jeoloji mühendislerinin önemli bir

çalışma alanı olabilecek böyle bir konuda sizlerin daha etkili konuşmalarını bekliyoruz

ve meslektaşlarımızın da bu konuya iyice eğilmesini istiyorum. Şu ana kadar gerek

konuşmacılardan, gerek soru soranlardan böyle bir şeyler bekledim, bunu

göremedim; ama bunun üzerinde de özellikle bastıra bastıra durulmasını istiyorum.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Sayın Aziz Ertunç’a ben de teşekkür ediyorum. Tabii

katılmamak elde değil. Aziz bey bizi tanır, buradaki arkadaşlar da tanır; biz buraya ilk

defa çıkmıyoruz. Aşağı yukarı 1970’lerden beri bu soruyu çok değişik platformlarda;

yani jeolojinin nerede olması gerektiği, yerinin neresi olduğu, katkısının ne olduğunu,

diğer meslek dallarıyla, o dallardaki uzmanlarla tartışarak geldik. Ancak, bu

depremlerden sonra ve bu depremler sırasında jeolojiyi artık toplumun önemli bir

kesimi öğrendi. Bütün bunlara bir açıklık getireceğiz ve hangi platformlarda şu anda

yerbilimleri nasıl tartışılıyor, yerbilimlerinin yerinin neresi olduğunu en yetkili

alanlardan; yani sadece okullarda değil, hükümet içinde ve bakanlıklarda nasıl

savunulduğunu ve 2 Eylül Yönetmeliğinin o haliyle bile nasıl çıktığını biz çok

yakından izliyoruz ve onların içinde de yer aldık. Onun için konuşmamı daha sonraya

bırakmıştım, yine öyle yapacağım; burada meslektaşlarımızın meraklarını gidermek

için, kendi sorularını, kendi açılarından merak ettiklerini sorsunlar, yanıtını alsınlar; en

sonunda genel bir değerlendirme, yani yerbilimleri şimdiye kadar ne yaptı, bundan

sonra kısa ve uzun vadede ne yapması gerekiyor, bu konuda da görüşlerimizi

bildireceğim.

62

Ben teşekkür ediyorum ve soru bekliyorum.

Buyurun.

SALONDAN- ...iki tane öngörüsü olduğunu; bunlardan bir tanesinin 12 Kasım

depremini ortaya çıkartan Düzce fayının stres birikimi, bir diğerinin de Hendek-Akyazı

arasındaki sismik boşluğu kastettiğini biliyoruz. Bu 12 Kasım gerçekleşti; ikinci konu

üzerinde kendilerinin görüşlerini alabilirsem çok memnun olurum.

Teşekkürler.

ÖMER EMRE- Yalnız soruda anlaşılmaz bir taraf var veyahut da düzelteyim: O

konuşmada benim bahsettiğim Hendek fayı, Hendek-Akyazı arasında değildir;

Adapazarı’nın güneydoğusundan başlayıp Yığılca’ya doğru uzanan, batıda sağ yönü

doğrultu atımlı, Düzce’nin kuzeyinde ise bindirme nitelikte olan faydan bahsediyorum.

Yani Hendek-Akyazı arasında değil, yeri yanlış; dolayısıyla o sismik boşluk dediğimiz

yerini yanlış tanımlamış oluruz.

O görüşe nereden varmıştık? Hendek fayı dediğimiz fay, yaklaşık 40 kilometre

uzunluğunda -bunu çok net görebiliyoruz- ve aktif bir fay. 17 Ağustos depreminin

sonrasında bu fayın tam Hendek’in kuzeyinde, 5 kilometrelik bölümünde, ortasına

rastlayan bir bölümünde 40 kilometrenin maksimum 20 santim civarında 5

kilometrelik bölümü kırıldı. Hatta bunu ilk önce Ali beyler haritaladılar, biz daha sonra

gittik haritaladık ve bu fayın bölgesel tektonik içerisindeki yerini koyduğumuzda, -

çünkü Hendek bloğuyla Almacık bloğu, bize göre birbirine ters yönde hareket eden

bloklar bunlar- bir tanesi saat yönünde, bir tanesi saat yönünün tersinde ve bu

kırılmaya bu yol açmıştı. Bunun devamında, bu depremden sonra Çilimli fayını daha

da detaylı inceledik, baktık ki bunlarda da Holosen skarpları var ve Hendek, 17

Ağustos depremi sonrasında Hendek fayına aynen Düzce’deki yüklenen gibi...

Düzce’de niye öyle bir öngörüde bulunmuştuk? Gölyaka batısında, Düzce fayının 10

kilometrelik bölümünde kılcal çatlaklar vardı, bu öngörüyü buna göre yapmıştık.

Hendek fayına geldiğimizde, o da 40 kilometreydi; Hendek fayında da buna benzer

bir bulgumuz var, 5 kilometrelik kırılmayı giden görenlerin hepsi biliyor. Bu fayın

63

karakteriyle, boyuyla uyuşmayan bir atım, fayın tetiklemesi sonucu gelişmiş atım ve o

fayda beklenmeyen çok küçük bir hareket var. Öyle bir öngörüden hareketle bu

yapıldı ve bu öngörümüz halen devam ediyor.

Bilemiyorum, bu cevap yeterli oldu mu?..

OTURUM BAŞKANI- Buyurun Ali bey.

ALİ ÖZTÜRK- Teşekkür ederim Sayın Başkan. Bugün sabahleyin sunulan bildiriler,

burada meslektaşlarımızın ortaya koyduğu bulgular açıkça şu gerçeği ortaya koydu:

Doğu Marmara, gerçekten sanayimiz için uygun bir bölge değildir; vakti zamanında

burada sanayinin kurulmuş olması da büyük bir talihsizlik olmuştur. Bugün oynamış

olan segmentler yarın oynamayabilir, bunlara göre yapılan yer seçimleri yarın

geçersiz kalabilir ve bu gerçeği hepimizin bilmesi gerekir kanısındayım. Jeoloji

biliminin biricik uygulama alanı, elbette jeoloji mühendisliğidir. Jeoloji mühendisliğinin

birikimlerinden ve kazanımlarından yararlanmadıkça, doğru perspektifler ortaya

koymak da bir hayli güçtür. Dolayısıyla bugün vardığımız nokta, bizce sanayimiz için

en uygun yerlerin seçimiyle ilgili görüşlerimizi ortaya koymak gerekir

düşüncesindeyim. Bu yönüyle bakıldığında, “burası uygun değildir” dediğiniz zaman,

“neresi uygundur” biçiminde bir soruyla da karşı karşıya kalacağımızı hepimizin kabul

etmesi gerekir.

Gerçekten jeoloji mühendisliğinin perspektifleriyle ülkeye bakıldığında, bugün en

güvenli yerler elbette Konya’nın bir bölümü, Sivas ve Güneydoğu Anadolu’nun stür

zonunun güneyindeki aktif tektonikten en az etkilenen yerlerdir. Dolayısıyla eğer

geleceğe yönelik olarak sanayimizi sağlıklı zeminlere oturtmak istiyorsak, bu

bölgelerden yararlanmamız lazım. Aynı zamanda Doğu Marmara’da yapılmış olması,

ülkemizin nüfusunun büyük bir bölümünün de buraya kaymasına neden olmuştur ve

bu hasarların büyük ölçüde olmasının nedeni de nüfus yoğunluğunun burada oldukça

yüksek düzeylere varmış olmasındandır. Eğer düşündüğümüz gibi uygun zeminlere

sanayimizi kaydırabilirsek, nüfus yoğunluğumuz da daha dengeli bir biçime ulaşabilir

ve gelecekte daha sağlıklı, ülkenin birliğinin, bütünlüğünün daha da pekişebileceği bir

ortamın yeşermesine de katkıda bulunabilir. Ben teşekkür ediyorum; sanıyorum sizler

de bu konularda katkılar koyacaksınız.

64

OTURUM BAŞKANI- Katkılarınız için teşekkür ediyoruz.

İbrahim bey, buyurun.

İBRAHİM TURAN ÇAKMAK (TKİ Genel Müdürlüğü)- Değerli arkadaşlar; MTA’da

26 yıl çalıştım, 12 yıl da idarecilik yaptım. Deprem konusunda -1992 yılında ayrıldım-

1992 yılına kadar o zamana kadar ilk çalışmaları yapan MTA’daki çok değerli

arkadaşlarımı burada şükranla anmak istiyorum, kendilerini tebrik ediyorum. Çünkü

her televizyon programında, o Türkiye diri fay haritası, birçok veriler, MTA’nın

çalışmalarından oraya sergileniyor. Ben, kendilerine teşekkür ediyorum. Yalnız, bu

çalışmalar uzun süre inkıtaa uğradı. Aykut Barka’nın sunduğu bu yeni veriler,

yüreğime birazcık su sertti; kendilerine teşekkür ediyorum. Yalnız, Ramazan bey,

tebliğine başlarken, deprem araştırmalarında belirsizlikler diye çok uzun bir liste

verdi; yani bir yerde bu liste, depremleri önceden kestirmek için yapılması gerekenler

idi. Bunlar Türkiye’de yapılıyor mu? Birinci sorum bu. İkincisi, depremlerin önceden

kestirilmesi var mı, yok mu?

Arkadaşlar; şunu söylemek istiyorum: Ben, mesleğimi unuttum, bir televizyon

seyircisiyim. Hocalarımızdan birçokları diyor ki, “Depremler için önceden kestirilen

hiçbir şey yok.” Bir bakıyorsunuz, Marmara’nın etrafında bazı cihazlar kurmuşlar;

“önceden ..... belirlenebilir veya bundan sonra belirlenebilir.”

Değerli arkadaşlarım; 1985 yılında ulusal deprem ağı projesini kaçırdık. O zaman

Daire Başkanıydım; çok önem verildi, fakat bir hocamızın maalesef girişimiyle,

talihsiz bir girişimiyle, o gün ulusal deprem ağı projesi gitti. O zamanın parasıyla 1

milyarı NATO parasıydı; 1 milyar lira dahili, 1 milyar lira da dışarı, iyi paraydı o

zaman. Şimdi telaffuz edilen rakamlar 2-3 trilyon lira.

Değerli arkadaşlarım; şu günkü ortam, mesleğimiz için son derece önemli. Jeofizik,

jeoloji, kimya, haritacı, bunları bir yere atalım; çünkü depremlerin önceden

kestirilmesi konusu multidisipliner bir çalışmadır, hep el ele vererek çalışma

yapmamız lazım. Aykut’un söylediği gibi, tabi ki konutları iyileştireceğiz; yalnız,

yerbilimlerinin yapmak istediği şey, daha önceden yapılması gereken çalışmalar.

Çünkü konutların iyileştirilmesi veya şey, inşaat mühendislerini, mimarları

ilgilendiriyor. Bizim işimiz zemin, jeoloji çalışmaları.

Benim söylemek istediğim şey şu: Bu noktada bütün arkadaşlarımızın eline bir fırsat

geçmiştir; üniversitelerimize ve kuruluşlarımıza; istihdam bakımından, çalışma

65

bakımından. Bunu son derece iyi şekilde değerlendirmemiz lazım. Bir de bunu

nerenin yapması lazım?

Teşekkür ederim.

RAMAZAN DEMİRTAŞ- Aslında sabah, bu konuya daha çok bilimsel yaklaşmak

amacıyla yaklaşık 20 madde gösterdim: “Nerelerde hata yapıyoruz? Deprem

konusunda Türkiye’de neredeyiz, dünya nerede?” Türkiye’yle karşılaştırdığınız

zaman, bir magnitüd belirsizliği var; yani hepimiz yaşadık, 17 Ağustos depreminin

büyüklüğü ilk önce 6.7, arkasından 7.4 olarak açıklandı. Buna sebep neydi? Tabii ki

birçok neden sayılabilir, bunu sabah söyleyemedim. Tuncay bey de katkı koyabilir;

her şeyden önce bizim istasyon sayımız son derece yetersiz. Bir de deprem,

istasyonlara çok yakın bir yerde olduğu için klipe uğradı ve diğer taraftan uzun

periyotlu kayıt istasyonlarımız olmadığı için de kısa periyotlu kayıtlardan bu deprem

magnitüdünü hesaplamaya çalıştık.

Diğer yapılan bir yanlışlık da şu: Şimdiye kadar hem Kandilli, hem Deprem Araştırma

Dairesinde magnitüd süreyle hesaplanıyor biliyorsunuz. Ancak, süre 5 magnitüdlü

depreme kadar doğru cevap verebiliyor; 5’in üzerine çıktığı zaman, artık süreden

magnitüdü hesapladığınız zaman bu şekilde 6.7’lik bir olay çıkıyor ve dolayısıyla

USGS’i beklemek zorunda kaldık ve 7.4’lük olduğunu anladık. Ancak, burada bir şey

daha söylemem gerekiyor: Yakında 17 Ağustos depremiyle ilgili bir raporumuz

yayınlanıyor. Aslında bu deprem sadece tek bir deprem değil, en azından 3 ana

şoktan oluşan, belki de 7.7-6.6, yani tam olarak magnitüdünü de bilemediğimiz 3 ayrı

şoktan oluştuğunu söyleyebiliriz.

Diğer sorunuza gelince; depremlerin önceden bilinmesi olayı... Sabah yine

bahsedemedim; Türkiye’de öncelikle bunu yapabilecek bir istasyonunuz yok. Deprem

parametrelerini veren diğer sismolojik istasyonlar dışında; radon, tild, krip, yani

aklınıza gelebilen ekstansonometre, tiltmetre, su, ne derseniz deyin, bunları ölçecek

istasyon sayımız son derece sınırlı. Sadece Mudurnu Vadisinde Türk-Alman ortak

projesi tarafından ve Almanlar tarafından yönetilen bir kısım var, çok az, 10 istasyon.

Bunun dışında -Türkiye sadece gibi İstanbul değil- Türkiye’nin diğer taraflarına

baktığımız zaman, bu istasyonların hiçbirisine rastlayamıyoruz. Bu durumda

depremleri nasıl önceden kestirebiliriz? Yani en azından bir haberci

yakalayacaksınız; bu haberciyi yakalayacak istasyonlarımız yoksa, sadece su değişti

demek yetmiyor.

Teşekkür ederim.

66

...............- Ben kısa bir-iki kelime söyleyeceğim: Türkiye’de maalesef yerbilimleri

araştırmaları yeterince yapılamıyor; yapılamamasının sebebi kaynak sıkıntısı.

İdarecilerin, bizi yönetenlerin ilgisizlikleri ortada. Bugün de burada önemli bir toplantı

var; politik düzeydeki bu işi yönlendirebilecek hiç kimseyi göremiyorum veya MTA

Genel Müdürü burada yok. Ayrıca TÜBİTAK’ın kaynakları çok kısıtlı; 2000 yılı bütçesi

150 milyar ve 150 milyarla hiçbir şey yapamazsınız. Kaldı ki depremin zararları -insan

hayatını bir tarafa bırakırsanız- 100 milyar doları aştı. Sadece sismik ağlar değil,

diğer konular da var ve minimum milyonlarca dolar yatırımlar lazım. Bu da yapılabilir,

bu para var; fakat doğru yere yönlendirilmiyor. Her kurumun ya da kişilerin, -

bahsettiğiniz hocanız kim; onu bilmiyorum ama- herkesin suçu var; ama olan gariban

vatandaşa oluyor veya kısmen de bu yoldan geçen hali vakti yerinde olanları da

vuruyor.

Depremin ne zaman geleceğini bilmiyoruz; ama yerbilimlerinde yeterince araştırma

yok. Bugünkü konuşmamda sunduğum her şey, gördüğünüz her görüntü,

uluslararası verilerden alındı, hepsi Amerikan kaynaklı, bir tane Türkiye Cumhuriyeti

kaynaklı veriyi size göstermedim.

Teşekkür ederim.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- Ben, ilk önce şunu söyleyeyim: Depremlerin önceden

haber verilmesi konusu, konuşmam sırasında da söylediğim gibi, ucu açık bir konu;

yani bunun için para yatırılması lazım, bunun için 20-30 sene, 10 sene, neyse, veri

toplamanız lazım ve bu veriden bir anomali yakaladığınızı fark etmeniz lazım, ondan

sonra da depremi önceden haber vermeniz lazım. Yani, bu çok kolay bir konu değil

ve depremler de çok basit olaylar değil, bunu böyle kabul etmek gerekiyor. Bu -

konuşmam sırasında da söylediğim gibi- belki 10 sene alır, belki 20 sene alır; belirli

bir aşama kaydedilir. Ancak, bizim jeolog olarak, yerbilimci olarak, jeofizikçi olarak

yapacağımız konular, bu deprem riskini azaltmak için yeterli; o da şu: Biz, aktif

fayların nereden geçtiğini biliyoruz. Bu aktif fayların geçtiği yerlere bir şey

yapılmaması gerekli. Kötü zeminleri de biliyoruz; kötü zeminlerin içinde sıvılaşma

nerede meydana gelir, onları da biliyoruz, mühendisler de adam gibi bina yapmasını

biliyor ve bu kurallara uyulduğu taktirde, kimsenin “depremi önceden haber verin”

diye bir isteği kalmayacağına veyahut da “deprem ne zaman olacak” diye bir soruyu

sormayacağına inanıyorum. Yani siz, kötü zeminlere bina yapmazsanız, fayın üzerine

bina yapmazsanız, yaptığınız binaları da kurallara uygun yaparsanız, o zaman sizin

“deprem ne zaman olacak” sorusunu sormaya ihtiyacınız kalmaz. İşte yerbilimlerinin

67

önemi burada çıkıyor; yani yerbilimlerinin işi, depremi önceden haber vermek değil;

bu demin saydığım öğeleri doğru dürüst yerine koymak. Bunda da inşaat

mühendisleriyle yerbilimcilerin doğru dürüst çalışması gerekiyor.

Bu çalışmalar, daha önce doğru dürüst yapılmamış, yer seçiminde bir jeologa

danışılmamış veya bu konuyu bilen jeologa danışılmamış; jeologlar, jeoloji

mühendislerinin hepsi bir kategoriye konulmuş ve o kategori içinde değerlendirilmiş.

Eğitimi veren üniversitelerin de bu ihtiyaçlara cevap verecek şekilde, konularına göre

bölünmüş, detay bilgi sahibi öğrenci yetiştirmesi gerekiyor; yani eğitimde de problem

var. Bugün mezun olan öğrencinin genelde birçok şeyden haberi yok. Siz bunu bir

belediyeye koyduğunuz zaman, bu çocukların başarılı olması mümkün değil; çünkü

aldıkları derslere baktığınız zaman, bu derslerin içinden çıkmış bir çocuğun hiçbir

konuyu detay bilmediğini fark ediyorsunuz. Bunun yanı sıra üniversiteler de hantal;

üniversitelerin senatosundan bir tane yeni ders koydurmak için, YÖK’ünden, bilmem

nesinden tutun, kımıldatmak mümkün değil. Bize, hoca olarak tavsiye edilen, “ders

içeriğini değiştir.” Konuyu değiştiremiyoruz; ismini, cismini kaldırıp atamıyorsunuz,

ama “içeriğini değiştirin” diye tavsiye ediliyor. Yani sistem o kadar hantal ki ve bu

hantal sistemin başını öyle kimseler tutmuş ki, kıpırdatmak mümkün değil. O açıdan,

yine başa dönecek olursak, inşaat mühendisleriyle jeoloji mühendislerinin ortaklaşa

bu işleri yapması gerekiyor. Ki, şimdiye kadar jeoloji mühendisleri dışarıda tutulmuş

ve onun için birçok da zarar görmüşüz.

Bir de şunu söylemek istiyorum: Ben de hemfikirim; hiçbir konu, şimdiye kadar olduğu

gibi medyada, toplumda bu kadar tartışılmadı; medyada 6 aydır yerbilimleri

tartışılıyor. Bence bunu da tadında bırakmak gerekiyor. Lüzumsuz yere tartışıldığı

taktirde, herkes bu jeolojiden de bıkacak, yerbilimlerinden de bıkacak, bizden de

nefret edecek, görmek istemeyecek. Bunu da belirli boyutunda bırakmamız gerekiyor;

çünkü tartışmalarda bazı şeylerde de gerekçe ortaya koymamız lazım. Bu gerekçeler

ortadan kalktıktan sonra da hâlâ bunu götürmenin anlamı yok. Ben böyle

düşünüyorum.

OTURUM BAŞKANI- Sürenin sonuna yaklaşıyoruz. Başka soru var mı arkadaşlar?..

Buyurun.

ŞEVKİ BAYRAKTAROĞLU (Işıklar Holding)- Ben bir katkıda bulunmak istiyorum:

Sabahtan beri çok yoğun bir şekilde bu programı izledik. 6 aydan beri de yurdumuzda

meydana gelmiş olan bu deprem felaketleri, ilgiyi Kuzey Anadolu fay hattının üstüne

çekti. Ben, şöyle düşünüyorum: Asıl görülmesi gerekli olan şey, Anadolu’nun

68

tektoniği; yani şu anda eğer sadece Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde durursak, ilgi

belirli bir noktaya odaklanmış oluyor. Ancak, nükleer santralın yapılmasının

gündemde olduğu, Bergama’daki altın madeninin işletilmesinin gündemde olduğu,

uluslararası tahkim yasalarının gündemde olduğu bir ülkede; politikacıların Anadolu

tektoniği açısından bu işi fazla bulaşmamaları gerektiğini; bu yerbilimcilerin Anadolu

tektoniğinin bu işlerde çok önemli olduğunu; temel mesele, jeolojinin çözülmesi

gerektiğini vurgulamak istiyorum.

Anadolu, uygularlıklar açısından da bir geçiş noktasında, flora açısından da geçiş

noktasında, hayvanlar açısından da geçiş noktasında, jeoloji açısından da çok önemli

bir noktada. Dolayısıyla politikacılara, bizim bu işlere fazla müdahale etmemeleri

gerektiğini öğretmemiz gerekiyor. Örneğin bir mecliste, belediye meclisinde; oradan,

o yöreden geçen bir fay hattının 5 kilometre daha kuzeye alınmasının meclis kararı

olarak çıkıp Ankara’ya gittiğini görüyoruz. Eğer bu işler böyle yapılacaksa, o zaman

bu ülkede yaşamak çok daha zor hale gelecek. Eğer yerbilimciler, Anadolu

tektoniğinin çok önemli olduğunu vurgularlarsa ve bu zihniyet Türkiye’ye yerleşirse, o

zaman bu ülkede insanca yaşayabiliriz diyorum.

Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Katkınız için teşekkür ediyorum.

Son bir soruya daha fırsat verelim; ondan sonra genel bir değerlendirme ve biz

neredeyiz, böyle bir konuşma yapmak istiyorum.

Buyurun.

SEDAT TÜRKMEN (Mersin Üniversitesi)- Aykut beyin son söylediklerine hem katkı,

hem de soru şeklinde olacak belki. Bilindiği gibi, Türkiye’nin deprem alanları belli ve

bu tektonik hatlar üzerindeki ovaları görüyoruz. Amik Ovası olsun, Refahiye, son

depremin olduğu Bolu-Adapazarı; bu kesimler tamamen ova kesimler ve burada

tarım toprakları var. Ancak, maalesef Türkiye’de aynı alanlar, büyük bir şekilde

yerleşime açılmış alanlar ve son depremde de gördük ki, bu mühendislik jeolojisi

açısından zayıf olan zeminler üzerindeki yapılaşma alanları, sanayi tesisleri veya her

türlü yapı daha çok ağır hasar görmüş. Aynı fay hattının hemen yakınında, örneğin

Kocaeli’nin sağlam kayaları üzerindeki binalarda herhangi bir hasar oluşmamış. Bizim

burada dikkat edeceğimiz, bundan sonra belki Ömer beyin başta söylediği planlama

aşamasında bu gibi alanları, -ki bilinen alanlar bunlar, biliyoruz bunları artık,

buralarda deprem olacağını da biliyoruz, bunların ne zaman olacağı da hiç önemli

değil- yapılaşmalara veya sanayi tesislerine veya mühendislik yapılarına yasaklamak

69

veya planlama yaparken buraları dışında tutmak gerekiyor. O zaman bu 7.4 veya 7

büyüklüğünde bir depremde 200 bin konutun yıkılması, binlerce insanımızın ölmesi

durumu söz konusu olmayacak diye düşünüyorum. Bu alanların yasaklanması

yönünde belki bizim hem hocalarımızın, hem kurumlarımızın bir mücadele vermesi

gerektiği düşüncesindeyim.

Bunun dışında, Aykut beye bir de özel bir soru soracağım: Türkiye’nin bütün bu

tektonik modellerinde ve özellikle Kuzey Anadolu fay hattında hep güney blok olarak

düşündüğümüz Anadolu bloğunun batıya doğru hareket ettiği ifade ediliyor. Bu son

depremde veya bundan önceki bütün hareketlerde, kuzey blokta bir hareket söz

konusu değil mi? Ben, kendi araştırmalarımda, örneğin Gölcük civarında kuzey blok

üzerindeki binaların hep batıya doğru sistematik bir şekilde yıkıldıklarını gördüm. Bu

kuzey bloğunun hareket ettiğini de göstermez mi?

Teşekkür ederim.

Prof. Dr. AYKUT BARKA- Bu, depremden sonra yapılmış bir yol çizimi; bu yol

zaman içinde şöyle bir yamılma geçiriyor. Yalnız dikkat ederseniz, yolun kuzey kısmı

aynı hizada kalıyor, kuzey bloğu üzerinde. Güney bloğu batıya doğru hareket

ederken, o kuzey bloktaki yolun bir kısmını bu şekilde yamıltıyor. Yani buradaki kuzey

blok, yani .... Karadeniz ..... , Anadolu bloğu batıya doğru hareket ediyor. Deprem

olduğunda, burada gördüğünüz şu yamulma fay boyunca geri dönüyor. Öteki kısım

kırıldığında da burada bu hizaya geliyor ve şu aradaki ... yani ...... Dikkat ederseniz,

Karadeniz bloğunu hiç oynatmıyoruz. Bütün oynattığımız, Anadolu bloğu ve Anadolu

bloğu bu şekilde batıya doğru hareket ediyor. Yani genelde buradaki harekete

baktığınız zaman, deprem sırasındaki blokların hareketi eşit miktarda ..... Ancak,

depremi besleyen .... başından sonuna kadar orayı takip etmemizde, sadece

Anadolu bloğunun batıya gittiğini...

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Tuncay bey, buyurun.

Prof. Dr. TUNCAY TAYMAZ- Sabahki oturumlarda da vardı; arazide kırığı

haritalayan arkadaşların arasında bazı farklılıklar vardı. İşte kısmen 30 kilometrelik

kırık var, Düzce fayı için konuşuyorum, bazı arkadaşlar, Ömer bey 43 kilometre

olduğunu söyledi ve 55 kilometreye kadar çıkartan arkadaşlar da var. Sismik

momentle fayın uzunluğu arasında, daha doğrusu sismik momentin

hesaplanmasında dinamik bir ilişki var. Bu bir ampirik formül, ama dünyanın birçok

yerine uyan bir formül. Daha önceki konuşmamda anlattım; dalga şekillerinden

70

kullanarak sismik momenti buluyoruz, oradan da moment magnitüdü dediğimiz bir

magnitüd hesabı buluyoruz. Eşitliğin diğer kalanı da arkadaşların arazide gösterdiği

maksimum yer değiştirme miktarı ve haritalanan veya gözlenen fayın uzunluğu; ki,

bunu jeologlar yapıyor. Bir de tabii ortamın ya da bölgenin rijitide modülü diye bir

modülümüz var ve ortalama odaktan itibaren; yani ilk 10-12 kilometre içerisindeki

bölgenin ortalama bir rijitide modülü. Bunlar belli bir oran içerisinde, yüzde 5-10 hata

içerisinde sismolojiyle arazi gözlemlerine uyması gerekiyor.

Konuyla gerçekten ilgilenen arkadaşlar salonda kaldığı için, bunu kapatmadan önce

göstermek istedim.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Şu ana kadar anlatılanları çok kısa özetlersem; ilk konuşmacı Sayın Ömer Emre,

yerbilimleriyle her tür yapılaşma arasındaki doğrudan ilişkinin ne olduğunu, son

deprem sırasında ortaya çıkan afetle bir kez daha ortaya koydu, çok güze örnekler

verdi. Onun arkasından Ramazan bey konuştu; Ramazan bey, eşşiddet haritalarının

yeterli sağlıkta hazırlanamadığını, bunları hazırlayabilmek için ne gibi kriterlerin

gerekli olduğu konusunda güzel bilgiler verdi. Daha sonra Tuncay bey, genel ölçekte,

Türkiye ölçeğinde deprem, sismik aktiviteyi, yerel ölçekte de 17 Ağustos ve 12 Kasım

depremleri ve bu arada oluşan diğer daha küçük boyutlu depremlerin odak

mekanizması çözümleriyle ilgili ayrıntılı bilgi verdi. Emin bey arkadaşımız, deniz

tabanında aktif fayların araştırılmasında sismik yöntemlerin önemini, gerekliliğini,

yararını anlattı. Daha sonra Aykut bey arkadaşımız, özellikle gelecek depremlerin

tekrarlanma aralıkları, büyüklükleri konusunda daha sağlıklı bir çıkarsamada

bulunmak için gerek geçmişteki depremlerin, paleosismik çalışmaların, gerekse

günümüzdeki deprem bölgelerinde, fay üzerindeki yer değiştirmelerin, belli bir

zamanda yıllık yer değiştirme miktarının ne denli önemli olduğunu ayrıntısıyla

açıkladı.

Bu, işin bilimsel yönüydü ve bu konularda arkadaşlarımız gerçekten çok özverili

çalışmalarla toplamış olduğu birikimlerini bizlere sundular. Ancak, biz, genellikle bu

tür sunumları maalesef kendi kendimize yapıyoruz, kendi içimizde yapıyoruz. Bizlerin

çoğu zaten bunları biliyoruz. Önemli olan, bu tür aktivitelerin, bu tür tartışmaların,

siyasi iradenin olduğu platformlarda yapılması. Mesleğin gerçekten yerinin

belirlenmesi için, bu tartışmaların, bu bilgilendirmelerin, siyasi iradenin olduğu

platformlarda yapılması gerekli. Bu açıdan baktığımızda, şu anda Türkiye’nin bir

71

deprem politikası yok; yani şu anda deprem olgusunun ciddi olduğunu da yeterli

derecede algılamış bir siyasi irade olduğuna çok fazla inanmıyorum. Çünkü en son

1995 Erzincan depreminde, belli bir yerde, belli sayıda bilim adamı çağrıldı, 4-5 saat

o deprem tartışıldı, Erzincan’ın yeri tartışıldı ve orada çok değişik, yararlı görüşler

olmasına karşın, 7.30’da dinlediğimiz haberlerde, Erzincan’ın yerinin yapılaşma

açısından herhangi bir tehlikeli durumunun olmadığı, sağlıksız olmadığı şeklinde

duyuru geldi. Bunlar tabii, belirttiğim gibi, deprem olgusunu yeterince

algılamadıklarını gösteriyor.

Aşağı yukarı 60 yılda 27 tane deprem olmuş, yaklaşık 80 bin can kaybı, 400 bin

civarında da kullanılamayacak derecede her tür yapı var. Tabii can kaybının değeri

hiçbir şekilde ölçülemez; ama burada kaybettiğimiz yapıların ve zamanların bir maddi

karşılığı var. Eğer bunun binde biri kadar bir yatırım, deprem sorununun çözümüne

ayrılsaydı, bugün en son yaşadığımız deprem, -hadi geçmişe bakmayalım- afet

olarak değil, sadece sismik bir olay olarak algılardık. Tayvan’da olduğu gibi, biz de

onu fazla hasar olmadan, fazla can kaybı olmadan atlatırdık. Demek ki deprem

sorununun siyasi iradenin bulunduğu platformda onlara anlatılması gerekiyor. Yani

eğer eğitim diyeceksek; evet, eğitim ilkokuldan başlar ama, belki burada biraz üstten

başlamak gerekiyor diye düşünüyorum.

Bildiğiniz gibi, 1970’li yıllara kadar, ortaöğretimde jeoloji dersi vardı, yerbilimlerinin

birçok konuları orada işleniyordu. Belki bizim nesil, bizim çağ onları okuyarak

üniversiteye girdi, daha bilinçli geldi. Ancak, 70’lerden sonra hangi anlayıştır ki bu

dersleri programdan çıkardı. Bu işin bir yanı. Bu bağlamda, özel anlamda deprem

ama, genel anlamda doğal olayların etkisini en aza indirgemek, afete dönüşmeden

atlatabilmenin yolu, evet bilimden geçiyor, eğitimden geçiyor; ama başlangıçta siyasi

iradenin olduğu yerde bir organizasyondan geçiyor. Bunun için ayrı bir bakanlık

gerekiyor. Evet, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı ilgileniyor; ama Bayındırlık ve İskân

Bakanlığının yapacağı işler, sorunlar o kadar çok ki, depreme ayıracak zamanı,

bununla ilgili donanımı, bununla ilgili yetişmiş olarak yeterli elemanı yok. Dolayısıyla

birinci çözüm, bir bakanlık olarak, “Doğal Olaylar Bakanlığı” olarak bir yapılanmaya

gidilmesi gerekiyor; siyasi platformda birinci aşama bu.

...hem ortaokul, ilkokuldan, hem de üniversiteden daha kaliteli, daha yaygın ve sürekli

bir eğitimin olması gerekiyor. Bunlar niye önemli, niye bizde depremler bir olaydan

ziyade afete dönüşüyor? En son Marmara’daki depremler çok güzel kanıtladı; çünkü

orada gördük, iki şey çok önemliydi: Bir tanesi, yapılaşmada ve şehir bölge

72

planlamada hiçbir yerbilim kriterini bırakınız dikkate almayı, düşünülmediği bile

gerçek bir şekilde ortaya çıkmıştır. Oradaki her tür yapılaşma; yani burada okul,

sanayi, şehir, köy, belde, aklınıza ne gelirse gelsin, deprem için hiç elverişli olmayan

zemin üzerinde ve ana faya çok yakın bir yerde olmuştur. 1936’lardan beri bu

kuşağın dışında yerleşim olması gerekir diye yazanlar, onların bu uyarıları hiçbir

zaman dikkate alınmamıştır.

Siz, mühendislik yapılarını 8 büyüklüğündeki bir depreme göre dahi yapsanız, eğer

bu çok zayıf bir zemin üzerinde ve ana fay üzerindeyse, bunun yıkılmaması mümkün

değildir, bunu Marmara depremi bir kez daha göstermiştir. TEM Otoyolu 8’e göre

yapılmıştır; ama birçok yerinden kırılmış, yıkılmıştır. Diyeceksiniz ki “Bu konularda

yeterli yasa var mı?” Evet, bu konularda yeterli yasa da var; 3621 sayılı bir Kıyı

Kanunu var. İzmit Körfezi ve kıyısı, şu andaki İzmit’ten Karamürsel-Yalova’ya giden

yolun altı, yani deniz tarafında kalanı ya da TEM Otoyolundan güneye doğru,

İPRAŞ’a doğru olan alan, 3621 sayılı Yasanın kapsamı içerisinde bir kıyı alanıdır;

yani burada yapılaşma olamaz, yasa böyle diyor. Peki burada niye yoğun bir

yapılaşma, yoğun bir sanayileşme oldu?..

Bütün suçu bilim adamlarına ya da yerbilimlerine yükleyemezsiniz. Eğer yerbilimleri,

bilim adamları bunu zamanında uyarmamışsa evet; ama açıp bakın, o kadar çok

rapor, uyarı bulursunuz ki, daha 1936’dan beri bu uyarılar yapılmış. 1936 tarihi,

jeoloji, yerbiliminin ülkemizde yeni yeni dile getirildiği bir tarihtir. Demek ki önemli

olan, sadece yasaları çıkarmak da değil. Evet, gerekli düzenlemeler, yasalar,

yönetmelikler olmalı; ama önemli olan, o yasaları uygulayacak siyasi iradedir. Eğer

biz, burada konuştuklarımızı ve yerbiliminin önemini siyasi iradeye anlatabilirsek,

sorunun çözümünde çok önemli bir yer alabiliriz diye düşünüyorum ve inanıyorum.

“Bu şeye nereden geldik” diye sorarsanız; deprem olgusu ve yerbilimleri, son

depremlere kadar bu denli iyi anlatılamadı ve bu denli toplumun değişik kesimlerinde

yankı bulmadı. Evet, bazı yerlerdeki konuşmalarda yanlış konuşmalar, yanlış

anlaşılmalar olmuştur, biz de katılıyoruz; ama o yanlış da olsa, yapılan doğrular

yanlışlara göre çok daha fazladır. Bugün belli kesimlerde, toplum kesiminde artık

yerbiliminin ne olduğu, yerbiliminin yapılaşmada yer alması gerektiğini artık biz kadar

onlar da dile getiriyor. Önemli olan, işte burada Oda olarak, Odanın üyeleri olarak,

meslek olarak bu işin peşini bırakmamak. Yani bu konuda Odanın yapacağı işler var,

bireyler olarak bizim yapacağımız işler var.

73

Bu açıdan bir diğer konuya bakalım; 2 Eylül 1999 Yönetmeliği... Tamam, anlıyoruz bu

yeterli değil; ancak bana göre bizim meslek açısından -katılmayabilirsiniz-bir

devrimdir, çünkü ilk kez resmi olarak yerbilimlerinin önemi orada vurgulanmıştır.

Yalnız, bundan sonra bu önemi, gerekliliği vurgulanırken, bizlere de çok önemli bir

sorumluluk yüklenmiştir. Bundan sonra yapacağınız işte çok dikkatli olmanız

gerekiyor, bazı mesleklerin düştüğü hataya düşmememiz gerekiyor. Bir meslek

grubu, “ben istediğim her yere yapıyı yaparım” diyor. Doğrudur, yapılır; ama

ekonomik olmaz. Türkiye koşullarında, hatta zengin ülkelerde bile her yere yapacak

kadar lükse sahip değildir insanlar, yönetimler, hükümet. Onun için demek ki

ekonomik olmayan şey bizim için geçerli değildir. Ekonomik yapı üretmenin yolu da...

Buradaki her türlü yapılaşmayı kastediyorum, burada kastettiğim, sadece bir bina

yapmak değil; her türlü mühendislik yapıları, binalar, okullar, hastaneler hepsi bunun

içerisinde. Demek ki burada önemli olan, o yönetmeliğin bize yüklediği sorumluluğu

çok iyi idrak etmemiz.

Tabii ki bundan sonra bu yönetmelik bize bir sorumluluk yüklerken, yasaları bir

karıştırdığımız zaman, “yerleşimler yapılmadan önce, yönetmeliklerde ve yasalarda

yerbilimleriyle ilgili ne vardı” derseniz, orada da yer seçimi sözünden bahsediliyor,

orada da yer seçimiyle ilgili birtakım aktivitelerin yapıldığından söz ediliyor ve

yapılmış da. Ancak, onlar ne zaman yapılmış, biliyor musunuz? Onlar, depremler ya

da doğal olaylar olup afete dönüştükten sonra, afetten etkilenen insanları belli bir

yerlere, açıkta kalmamaları için yerleştirme amacıyla yer seçimine gidilmiş. Yani

bizim modern anlamda anladığımız şehir ve bölge planlamacılığında daha

yapılaşmaya başlamadan önce “bu alan, bu bölge yapılaşma için elverişli mi, değil

mi” bu aşamada değil de; bir doğal olay, afete dönüşecek, ondan sonra yer seçimi...

Tabii bu da önemli olabilir. Ancak, bu kapsamdaki yer seçimine baktığınız zaman, bu

yer seçimini kimler yapacak? Yer seçimi dediğiniz zaman ne gibi çalışmalar gerekli,

neler yapılması gerekiyor? Bunların hiçbirisi yok.

İşte bu yönetmelikten sonra bizim yapmamız gereken önemli bir şey, yine kendi

aramızda değil, üst katlarda, yer seçiminin ne olduğunu, denetiminin ne olduğunu,

hangi aşamada yapılması gerektiğini çok iyi bilimsel veriler ışığında hazırlayıp ve

bunu anlatmalıyız, bunun peşinden koşmalıyız. Bu bağlamda ilk kez Devlet

Planlamada, Toplu Konut İdaresinde, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı

çerçevesinde bir çalışma yapıldı. İlk defa oranın literatürüne yerbilimcilerin anladığı

anlamda bir yer seçimi ve denetimi raporu girdi, ilk kez böyle bir şey oluyor. Demek ki

74

bizler aslında yerbilimciler olarak, bireyler olarak çalışıyoruz. Önemli olan, bunun

devamını getirmek, orada bırakmamak.

Aslında anlatacak çok şey var. Ancak, ben sizleri de fazla sıkmamak için paneli

burada kapatıyor, konuşmalarımı burada bitiriyorum. Sabırla dinlediğiniz için hepinize

çok teşekkür ediyorum.

----0----

75