Prof. Dr. Göyüşov Nesib Cümşüd oğlu
“Ene‟l- Hak” deyimi Burhaneddin HZ. ve başka şahsiyetlerin yorumunda”*1
(Özet)
İslam kültürünün ve düşünce yapısının temel kaynaklarından olan tasavvufta
tartışılan genel konulardan biri Hallac‟a ait “Ene‟l-Hak” deyimidir ki, onun
derinliklerini anlamak için Burhaneddin HZ. ve başka şahsiyetlerin bakışlarını
incelemek faydalı olabilir. Zira şu deyimi yorumlarken Hallac‟ı Hak aşığı gibi kabul
edenler de, onu hulul ve mulhidlikle suçlayanlar da var.
Seyyid Burhaneddin Hz. bu deyimi incelerken daha uygun bir metottan – bir-
birine zıt olan dual karşılaştırmadan: Firon ve Mansur yararlanıyor. O Hazratdan
eğitim gören ve etkilenen Mevlana “Mesnevi”‟sinde “Ene‟l-Hak” deyimini aynen
yorumlar. Aslında Burhaneddin HZ. şu deyimin hulul ve mulhidlikten tamamen farklı
olduğunu, vecd ve fena halinde Mansurdan degil, Hak‟tan geldigini ortaya koyuyor.
Mansur‟un bakışı İbn Arabi‟nin “Vahdet-i vücud” konusuna etki göstermiş ve onu
paylaşanlarla İbn Arabi‟nin bazı düşünceleri arasında ortak hususlar görebiliriz.
Bazıları Mansur‟un katlinin sebebini kul ile Hak arasında olan sırrın faş
edilmesinde görmüşler ve şu noktaya Cami, Hafiz, Şebüsteri, Lahici, Fuzuli ve
başkaları işaret etmişler.
Ekseriya Mansur‟un “Ene‟l-Hakk”ı ile Bayezid‟in “Subhani ma a‟zame şani”
deyimini aynı açıdan yorumlamışlar. Hemedani kendi vücudunu Hakk‟ın nurunda
gören, O‟nun likasının şevkine ulaşan Mansur‟u ve Bayezid‟i özürlü biliyor. Attar,
Bakli, Lahici ise bu deyimi Kur‟anda Allah‟tan Hazrat-i Musa‟ya gelen işaretle
kıyaslıyor (Kasas:30). Fakat Şems-i Tebrizi Hallac‟a ve Bistami‟ye müddeilerin eline
behane verdikleri için itiraz etmiştir.
Buna ilaven, Hallac, onun tasavvufi düşünceleri ve meşhur deyimi eski
edebiyatda, özellikle fars ve türkdilli edebiyatında çeşitli estetik anlamlar taşıyor ki,
söylenenler konunun çeşitli yönlerden incelenmesini icap etirir.
***
ها هسث السحین بیک جرع هصر (هالا)اذیط پرای سر دار ذارین
“Biz Mansurun bir damlası ile Elestin mestiyiz,
Dar ağacından endişelenmeriz” (Mevlana)
Şu konuyu ele alırken amacımız genel olarak İslam kültüründe, hüsusen
tasavvufta uzun seneler tartışılan, aynı zamanda Fars ve Türkdilli edebiyatta geniş
temsil edilen Hallac Mansur sembolü, onun düşünceleri ve “Ene‟l-Hak” deyiminin
önemli taraflarına aydınlık getirmek olmuştur.
Erken tasavvuf tarihinde iki yön dikkati çekmektedir:
1. Ebulkasım Cüneyde ait olan etidal mektebi
2. Bayazid Bistamiye mensup vecd mektebi.
Birincisi tevekkül, ayıklık (sahv), halvet, ezoterik müşahide ve mürşidin
nazareti altında terbiye yolu, ikincisi ise melamet, mestlik (sekr), vecd yolu kimi
tanınmaktadır (Zerrinkub.s.120).
1 Makale 2011-ci yılda (30 Eylul-2 Ekim) Kayseride Erciyes ünivüesitesinde düzenlenen “Uluslararası Seyyid Burhaneddin Sempozyumu”nda sunulmuştur.
2
Tasavvufun gerek teorik bakımından biçimlenmesi ve gerekse pratik yönde
tarihi gelişmeleri ve tekamülü çeşitli yönlerde devam etse de, bu iki mektebin
etkileri ve izleri bir çok tarikat ve cereyanlarda, tasavvuf şahsiyetlerinin
bakışlarında görünmektedir. Hüseyn Mansur ibn Hallac (244/858-309/920)
tasavvufta vecd ve mestlik yolu seçen, daha doğrusu, bu yolu qayet aşırı hadde
yetiren, aynı zamanda hemen yolda ilk kurban olan bir arif olmuştur. Onun mistik
ve tasavvufi düşüncelerinin cevheri iki kelimeden ibaret “Ene‟l-Hak” deyiminde
cemlenmiştir ve Hallaca vurulan ittihamların kökünde üç nokte dikkati çekir:
1. Siyasi reng alan batiniler ve karmetilerle ilişki ihtimali;
2. Rübubiyet ve üluhiyet iddiası;
3. Hulul ve ittihad.
Önce bir meseleyi kaydetmek gerekir ki, bazi sufiler vecd ve mistik mestlik
halında sıradan düşünce tarzı ile uzlaşmayan, garip sözler söylemiş ve hemen
poetik düzene malik olan deyimleri hüsusi terimle “şathiye” adlandırmışlar
(Tehanevi.1.s.1028). Bu hal aynı zamanda özel bir psikoloji durum olarak
değerlendirilebilir, hemen deyimleri mantıkla açıklamak mümkünsüzdür ve onları
yalnız “tavil” etmek – yani ezoterik yorumla şerh etmek olur. Hatta bazi sufilerin
aşırılı sözleri mantıksız olmuş, mühaliflerin eline küfür nişaneleri aramak için
behane vermiştir. Ayni zamanda Hallacla ilgili bu konu farklı olmuş, o, hatta ayık
halda olurken şathiye söylemiştir. Cüneyd ve Şibli onu vecd ve keşf halında sükut
etmeğe uyarsalar da o, “şathiyelerini” devam ettirmiştir. Dikkati bir noktaya
çekmek gerekir ki, kaynaklarda Hallac‟ın macera dolu hayatı ile iligili bilgilerin
hepisini gerçek olarak kabul etmek doğru olmaz, bunlara bazen rivayet ve
efsaneler ilave etmişler. Bu ihtimalı onun sözlerine ve deyimlerine de ait etmek
mümkündür. Her halde Hallac‟ın hayat yolu ve düşünceleri İslam kültür ve
tasavvuf tarihinde dikkatçekici ve etkili olmuştur. İslam düşünce çevresinde onun
fikirleri üzerinde tartışmalar uzun seneler devam etmiştir: bazıları onu reddetmiş
(Mes, Biruni onu hokkabaz (şöbedebaz) adlandırmış, İbn Nedim de onun iddiasını
tasdik etmiştir), bazıları ona ikili yönden yanaşmış, bir çokları onu haklı bilerek
hayat tarzı ve düşüncelerinden etkilenmiş, hatta Abdulkahir Bağdadi onu kahraman
hesap etmiş, bir çokları ise onun adını ve “Ene‟l-Hak” deyimini örnek ve sembol
olarak kabul etmişler. Şimdi Hallac‟ın “Ene‟l-Hak” deyimi ile sonuçlanan
düşüncülerini incelemeye ve bu konuya aydınlık getimeye çalışak:
1. Lahut, Nasut ve ittihad. Nasut – insan ve ya beşere ait olan sıfatlar, Lahut
Allahın sıfatı, ittihad ise birlik ve vahdet demekdir. Hallac‟a göre Tanrının ruhu
arifin pak kalbine enir (nuzul edir) ve kendini hemen aynada müşahide edir.
Cüneyd insanı ciddi maddi perhizkarlıqla kendi fiziki “ben” ini unutarak Hakk‟a
yakınlaşmağa davet edirdise, Bayezid Bistami sekr-mestlik yolu ile beşer ile Hak
arasında ileşitimin (ünsiyyetin) mümkünlüyüni söylüyordu. Lakin Hallac‟a göre
beşerin pak ruhu ile Hakk‟ın visalı onu sıkışdırıb yok etmiyor, aksine mükemmel
hale getirip kalbini işıklandırıyor. Hazreti Muhammed‟in (s) meracı bu bakımdan
örnek sayılabilir. Manevi kamillik ve batini işiklanma bulan Muhammed (yani-
beşer) Tanrı ile ruhani ünsiyyet kurabilir. Mansur sanki Hakk ile bu tavr manevi
kovuşma isteyini aşırılı mistik bir vecd ile ifade etmiştir. Onun “ittihad al-Lahut
3
bi-n-Nasut” (Lahutun Nasutla birliyi) konusunda düşüncesi fakihler tarafından
üluhiyet ve rübubiyet iddiası kibi tefsir olundu (Tadayyun.s.209). Buna benzer
fikir başka bir tarzda Şibli‟nin bakışlarında yer almiş, fakat o, düşüncesini yumşak
tarzda ifade etmekle fakihlerin takibinden yaka kurtarabilmiştir.
2. “Ene‟l-Hak” ve fena. “Ene” (ben) ve enaniyet (benlik) insan için kendini
istemek, her şeyi kendine bağlamaktır. Hakikatte Allah‟ın benliği vardır, kulun
benliği yoktur ve salik ile Mevla‟sı arsında en büyük engel benlik perdesidir. Aşık
maşukda fani olurken “ben” ve “sen” aradan götürülür, yalnız Hakk kalır; “ben
sen‟im ve sen ben‟sin!” konusu ortaya gelir (Bakli. s.615).
İnsan maddi bakımdan Şehadet, ruh bakımından ise Melekut – ruhlar
alemine aittir, onun yüceliği Kuran-i Kerim‟in takid ettiği gibi Allah‟dandır: “Onu
düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen
ona secdeye kapanın!” (Hicr:29, Sad:72).
Mansur diyor: “Ben‟im ruhum sen‟in ruhunla kovuşdu. Yakın ve uzakta ben
sen‟im, sen ben‟sin”. Fena halında kendi “ben” yok olur ve ruhlar aleminde,
“ben” ve “sen”mefhumlarlı silinir: “Ben ve sen mefhumundan teecüb ederim.
Beni kendine fena ettin, yakın etdin, güman etdim ki, ben sen‟im ve sen de ben.”
(Tadayyun.s. 229-230). Aşık fena halında kendini bir taraftan yok, bir yönden ise
var sanıyor: “Kendimden mahv oldum ve Hakk ile var oldum. Hakk‟a erişince her
şey yok oldu. Sanki hep vardım, hep yokdum, hep yokdum ve hep vardım.
Kendinden geç ki Hakkı bulasın, Hakk‟a fani ol ki beka bulasın (Tadayyun.s.358).
3. Elest ve misak. Tasavvufta dikkati çeken başka bir konu Kur‟an‟dan
kaynaklanan Elest anlamıdır: “Rabb‟in, Adem oğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini almış ve: “Ben sizin Rabb‟iniz değil miyim?” diye onları kendilerine
şahit tutmuştu. “Evet, (buna) şahidiz!” dediler, Kiyamet günü “Biz bundan
habersizdik” demeyesiniz” (A‟raf:172). Bu ayetin çeşitli tefsirleri vardır ve
tasavvufta hemen hitab temsil yolu ile vahdet ve tevhidi ikrar etmek anlamına
gelir. Henuz yaratılıştan (hilkattan) önce Ezelde kullar ile Allah arasında dostluk
ahdi bağlansa da, Adem oğullari onu unutur ve masiva ile meşğul olurlar. O
sebebden Allah şu ahdi onlara hatırlatır. “Evet” kelimesi kulu manevi ve ruhi
bakımdan Allahla bağlayan semboldür ve Cüneyd bu “misak”ı ilahi „aşk
adlandırmıştır (Zerrinkub.s.120). Hafiz şu manevi ahdi ezeli ve ebedi anlam olarak
degerlendirir (Zunnur.s.468):
از دم صبخ ازل جا آخر ضام ابذ
دسحی هر بر یک عذ هیثاق بد
(Subhun deminden şam-i ebedin sonuna dek
Dostluk ve mehr bir ahd ve peyman üzere idi)
Fuzuli aynı manayı böyle ifade ediyor (Fuzuli.1.s.365):
Candadır subh-i ezelden mehr-i ruhsarın senin
Nola ta şam-i ebed olsam talebkarın senin
Hemen düşünce tarzina göre, her şey “Elest” hitabına “evet” diyerek
ademden(yokluk) Şehadet alemine gelmiş, bütün işlerin son dönüşü de Ona
doğrudur: “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah‟ındır. Bütün işler Allah‟a
4
döndürülür” (Al-i İmran:109). Hallac keşf, şühud, vecd, işrak yolu seçmiş arif
olarak “Ene‟l-Hak” deyimini “Elest” ahdine uyğun Hakk‟dan kalbine gelen aşk ve
marifet nuru bilmiştir . Hallac mühakimesinde kendi suçunu böyle ifade etmiştir:
“üç noktasız ve iki noktalı herf – yani arap elifbasıyla “tevhid” kelimesi.
4. Hakk‟ın tecellisi. Mansur‟a göre, Pak ve Kutsal Hakk ezelde kendi-
kendine tek idi. Onunla yanaşı hiçbir şey yokdu. Bütün sıfatlar Onun zatındaydı ve
aşk sıfatı bütün manaları ihtiva etmekle Hakk‟ın ezeli sıfatı sayılır. O, kendi
sıfatlarını daha mükemmel şekilde tecelli etdirmekçin bir suret (kalıp) düzenledi,
bu insanın kalıbı oldu. O, Hakk‟ın insan kalbinde tecellisini Allah‟ın ad ve sıfatları
(atributlar) bakımından mümkün bilirdi. Onun nazarinda, Subhan Allah Nasutu
(insanı) zahir etdi (yaratdı). Lahut (ilahi) aleminin sırlarını ona verdi. Allah yer
üzerinde kendine halife yaratdı, onu Adem suretinde tecelli etdirdi. Ademin kalbini
ilahi nurun tecellisi için mesken etdi.
Bunlar hepsi Mansur‟un “Ene‟l-Hak” deyimi için zemin olmuştur:
“Tasavvufun evveli ben‟im sıfatım, sonu ise Hakk‟ın sıfatıdır. O, idrakdan yücedir,
yani evveli ben‟im için fena, sonu Hakk için bekadır. (Tadayyun.s.143). “Onun
yüzü(zat)ından başka her şey helak olacaktır” (Kasas:88). O, yine böyle söylemiş:
“Hamı aleme bakıb kaldı, bense kendime bakıb kendimden çıkdım ve bir dehi
kendime dönmedim. Nefs Hakdandır, heva ve hevesden vaz geçerken ruh gönülde
yer alır. Hemen ruh insan kalbine Hakk tarafindan üflenmiştir. Benim ruhumda
ezel nuru tezahür etmiştir. Onun nazarinda bu hulul değil, Hakk‟a yakınlıkdır.
Mansur‟un vecd halında söylediyi şathiyeler şi‟r parçalarına benzer ve
onların derin katlarında olan gizli manaların sembolik yorumları vardır. O, Bayezid
Bistami‟ye vurulan ittihamı kabul etmir, onun “Subhani” deyimini Hakk‟ın
dilinden gelen bir söz olarak kabul edir.
5. Hallac tasavvufde „aşk felsefesini vecd ve şevk ile dile getiren ve
kendinden sonra hemen mektebin teşekkül ve tekamülüne derinden tesir eden
ariflerdendir. Hallac‟a göre, „aşk ezeli bir anlam olarak Hak terefinden ve Ruhlar
aleminden insan kalbine inmiştir ve „aşıkların mehrabı dar ağacının başındadır; bu
kutsal mehraba o kesler yol bulabilir ki, kendi kanı ile destemaz almış olsunlar.
„Aşk namazı yalnız kanla olur. “‟Aşk nedir?” sorusuna bu cavabı vermiş: “Bu gün
görürsün, yarın görürsün, o biri gün görürsün”. Bu gün öldürdüler, ertesi gün
yandırdılar, o birisi gün külünü yele verdiler – yani aşkın sonu fenadır
(Tadayyun.s.70).
Aslinda Hallac‟ın bakışlarında vahdet-i vücudun unsurlarını ve köklerini bula
biliriz. Onun zat, sıfat, tecelli, vahdet-kesret konusunda düşünceleri buna delalet
ediyor. Tabii ki, İbn Arabi hemen telimin teorik bakımdan biçimlenmesinde
evvelki kaynaklardan, o sıradan Hallac‟dan behrelenmiştir. Hallac çoklukdan
(kesretden) vahdete doğru yöneldigini ve tevhid deryasında kark olduğunu söyler.
Onun son sözünde vahdete davet sesleniyordu: “Ben parça-parça idim, vahid (bir)
oldum, kısmet beni bir etdi ve tevhid beni uddu.” Onun amacı çoklukdan
kurtulmak idi, o, “ben” ve “sen” kelimelerini ikilik – yani kesret nişanesi hesab
ediyordu: “Ben‟im, yoksa sen? Haşa ikiligin elinden! Senin hüviyyetin varken biz
yokuz. “Benlik” bizim aramızda ayrılıq savaşı salıb, bu “benligi” aradan götür”
5
(Tadayyun. s.189). Fuzuli “Leyli ve Mecnun” mesnevisinde “ben” - “sen”
karşılaşmasını şöyle beyan eder (Fuzuli.2.s.208):
Ger ben ben isem, nesin sen ey yar,
Ver sen sen isin, neyim ben-i zar?
Buna ilaven, insana ilahi hilafet ve ahlak nahiyesinden bakırken onun akli ve
manevi degeri öne gelir, demek ki, hakikat bakımından bütün insanlar ve
mezhebler birdir (Yunus.s.76):
Yitmiş iki millete birligile bakmayan
Şer‟ile evliyasa hakıkatda „asıdür
Mevlana şu acıdan bütün ihtilafların kökünü hayvani nefsde görüyor
(Mesnevi. 2/188):
جفرل در رح دیای بد
مس ادذ رح اسای بد
(Tafrika hayvanı ruhda olar,
Vahid nefs insani ruhdur)
Hilafet ve mühalifler Hallac‟ı batiniler ve karmetilerle ilişkide itiham etmiş,
onu düşüncelerinde İslam‟a ve özellikle tevhide zıt olan unsurlerin yer vermesi
dolayısı ile suçlamışlar. Hallacın fikirlerinde Mani, Gnostisizm, Ateşperestlik,
Hrıstiyanlık ve Hind mistik mekteblerinde karşılaşdığımız bazi benzer ünsürler
bulmak olur. Fakat bunlar onun düşüncesinin hemen ünsürlürin katışığından ibaret
olduğu anlamına gelmez. Dünyada mevcut olan ekseriya mistik cereyanlarda rast
gele bildigimiz yakın ve ortak bakışlar tipoloji hal olarak degerlendirile bilir.
Hallac‟ın Lahut-Nasut konusundakı fikirlerini hırıstianlığın etgisi olarak şerh
etmeye ceht etmişler. Güya, o, Allah‟ın hazreti İsada hulul etmesi (inkarnasiya)
ideyasını başka şekilde ifade edib. Fransız alimi Masinyon, Hallac‟ın sufi
bakışlarının Kur‟an ve islamdan kaynaklandığını söylese de, onun şahsiyetini
Hazreti İsa ile beraber tutmak istemiştir. Halbuki onun vahdet bareside düşünce
tarzı ktistianlıkda olan inkarnasiya mefhumundan uzak bir konudur.
Şimdi, Burhaneddin Hazratleri ve başka şahsiyetlerin Hallac‟ın tartışma
doğuran “Ehel-Hak” deyimi ve mistik düşünceleri ile ilgili bakışlarını ve
yorumlarını kısaca açıklamağa çalışalım:
1. Burhaneddin Hazretleri ve Mevlana:
“Enei-Hak” deyiminin manası Seyyid Burhaneddinin Muhakkik Tirmidinin
“Maarif” adlı toplusunda fakr makamı ile ilişgili olarak açıklanır ve o Hazret şu
deyimi incelerken daha uygun bir metottan – bir-birine zıt olan dual
karşılaştırmadan (Firon ve Mansur) yararlanıyor. Tasavvüfta fakr makamı kaideten
fena ile yan-yana gelerek biri birini tamamluyor.
Zenginlik Allah‟ın, fakr ise kulun sifatıdır, zira Allah‟ın hiç neye ehtiyacı
olmaz, ama kul Ona muhtacdır: “Ey insanlar, siz Allah‟a muhtacsınız, Allah ise,
işte zengin ve hamde layik olan O‟dur” (Fatir:15). Bütün dünya kulun ihtiyarında
olsa da, o yene fakir sayılır, Allah‟a muhtacdır. Demek ki, tasavvufde fakr sadece
yoksulluk anlamına gelmez, salikin dünya malına rağbet göstermemesi manası
taşıyor. Gerçək arif için dünya malı varsa da, yoksa da fark etmez. Fuzuli
demişken ( Fuzuli.1.s.353 ):
6
Ne mülk u mal bana çarh verse memnunem,
Ne mülk u maldan kılsa avare mahzunem.
O, nefsinden ve benlik iddiasından keçmekle Hakka yakın olabilir. Yani fakr
fenafillaha aparan bir makamdır. Hakiki fakr odur ki, birisinin hiç neyi yokdur ve
o, bundan asla sıkıntı çekmez. Dünya malından azad olduğuna hatir iftihar edir ki,
Hz. Peygamber buna “fakqr-i fahri” demiştir. Hakiki fakr odur ki, salik gönülde
bundan rahat olur, hatta bununla iftihar edir. Demek ki, fakr “benlikden” vaz
geçmek ve fenafillah makamıdır; şu anlamda Mansur‟un “Ene‟l-Hak” deyimi
Firon‟un “Ene” iddiasının tam eksinedir. Seyyid Burhaeddin konuyu “fakqr-i
fahri” anlamı ile ilgili olarak açıklıyor ve böyle söyler: “Fakr odur ki, lanetlik
Firon “Ene Rabbikum” söyledi, “Ene”dedi, lanetullah oldu. Mansur “Ene‟l-Hak”
söyledi, “Ene” dedi ve rehmetullah oldu” (Maarif.s.26). Seyyid Burhaneddinin
kitabını yayıma hazırlayan Foruzanfer bu konuyu şerh ederken onun “Mesnevi”de
aynen yer aldığını dikkata çekiyor (Maarif.s. 125-126). Seyyid Burhaneddin‟den
terbiye alan ve onun düşüncelerinden etkilenen Mevlana onun sözlerini
“Mesnevi”nin ikinci defterinde bu şekilde ifade etmiştir (Mesnevi. 2/2523-2524):
آى اا بی لث گفحي لعث اسث
آى اا در لث گفحي ردوث اسث
آى اا هصر ردوث ضذ یمیي
آى اا فرعى لعث ضذ ببیي
(Bu “Ene” zamansız lanetdir,
Bu “Ene” zamanında rehmetdir.
Bu Mansurun “Ene”si rehmet oldu yakın
Bu Fironun “Ene”si lanet oldu, bak.)
Mevlana “Mesnevi”nin ikinci defterinde de hemen konuya işaret etmiştir
(Mesnevi. 5/2035-2036):
گفث فرعی اا الذك گطث پسث
گفث هصری اا الذك برسث
آى اا را لعة هللا در عمب
ایي اا را ردوة هللا ای هذب
(Firon “Ene‟l-Hak” dedi, alcaldı,
Mansur “Ene‟l-Hak” dedi, kurtuldu
O “ben”in sonucu lanetullahdır,
Bu “ben” rehmetullahdır ey seven (mühibb)).
Burada başka bir nokta – emanet anlamı dikkatı çekmekdedir. Kur‟an-i
Kerim‟de deyiliyoryor: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk, on(un
sorumluluğun) dan korktular; onu insan yüklendi; (bununle beraber onun hakkını
tam yerine getirmedi) doğrusu o, çok zalim, çok cahildir (Ahzab:72). Emanet akıl,
aşk ve marifetdir ki. bunu yalnız insan çeke bilir (Nasafi.s.252,299). Ne Gök ehli
(melekler) ne de Yer ehli ve dağlar emanet yükünü çekmegi kabul etmediler, fakat
7
insan kabul etdi, zira onda her iki alemin – Melekutun ve Şehadetin sıfatları
cemlenmiştir (Necmeddin.s.41). Mevlana emanetin zorluluğun doğum acısı ile
kiyaslıyor, bunun sonucu olarak dünyaya çocuk gelir, fakat başka acıdan yalnız
manasız ezab geler. Buna mütevazi olarak, “Ene” sülukun başlanğıcında Firon‟un
dilinden lanete (küfre ve şirke), onun sonunda ise Mansur‟un dilinden rehmete
(vahdete ve tevhide) neden olur.
2. Aynulkuzzat Hemedani Mansur‟u özürlü bilen ve kendisi de ona benzer
deyimlerine hatir kurban olan şahsiyyetlerdendir. O, tasavvufde Hakk‟ın insan pak
kalbinde yer almasını öne çekir: “Her kes gilden olan Ka‟beye gedirse kendini
görer, her kes kalbin Ka‟besine gelirse Hakk‟ı görür” (Hemedani. s.95). O, insan
ile Hakk arasında yakınlıkdan bahs ederken Hz.Musa‟nı misal getirir: “ Gör Allah
Musa Peygamber‟e (s) ne buyurur: “Ona (Musaya) Turun sağ tarafından seslendik
ve onu özel konuşmak için (kendimize) yakınlaştırdık”. Mücahid bu ayenin
tefsirinde deyir ki, Arşın üstünde nur ve zülmetden ibaret 70 hicap vardır. Musa
hemen hicaplar arasında sınav merheleleri keçirmiştir. O, bütün hicapları arkada
burakmış, sonda onunla Hakk arasında bir perde qalmışdı. Musa: “Rabbim! Bana
(kendini) göster, sana bakayım!” - dedi. (Rabbi) buyurdu ki: “Sen beni
göremezsin.; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de beni göreceksin” Rabbi
dağa görününce onu darmadağın etdi ve Musa da baygın düştü” (Araf:143).
Hemedani başka bir aye verir: “Oraya gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ
kıyısında ki ağaçtan kendisine şöyle seslendi: “Ey Musa, muhakkak alemlerin
Rabb‟i Allah benim, ben!” (Kasas:30). Bu ağac Muhammed‟in(s) nuruna işaretdir,
Hakk‟ın sözünü hemen nur vesilesile eşitmek, Onu hemen nurla görmek olur.
(Hemedani.s.104). Demek ki, Mansur‟un deyimi Hakk‟dan onun diline gelmiştir.
O, sonra Mansurla ilgili yazır: “Ey vah, şu yerde Hüseyn Mansur Hallac‟ı
özürlü hesab etmek olar. O böyle demiştir: “Benimle Allah arasında hiç bir fark
yokdur, fakat iki sıfat bakımından farklaniriz. Allah‟ın kendi substansiyası (zatı)
vardır ve bisi de kendi fitretimizle O yaradıb. Bizim yetkinligimiz de Ona
bağlıdır. İnsan ahlakını Allah‟ın ahlakı ile ziynetlendirerse Ona yakınlaşır.
Malesef, şu derece çok yücedir ve her kes ona irişmez ve onu derkedemez”
(Hemedani. s.129-130).
Hemedani aynı zamanda sır konusuna işaret etmekle onu böyle açıklıyor:
“Ey vay, aşıkların serveri ve ariflerin başçısı olan Hüseyn Mansur dara çekilirken
Şibli böyle demiş: Ey Allah, seni sevenleri ne kadar öldüreceksin? Buyurdu: Kan
bahası alana kadar. Sordum: Onların kan bahası nedir? Buyurdu: benim camalımı
görmek onların kan bahasıdır. Biz sırrımızın anahtarını ona verdik, o bizim sırrı
aşkar etdi. Biz onun yoluna böyle bir bela koyduk ki, başkaları bizim sırrı korusun.
Ey dost, düşün, gör ne sırrın var? Öyle bir sırrın var mı ki, o sebebden başını
uduzasan ve o senin sırrın olarak kalsın? Malesef, her kesin böyle bir sırrı yokdur.
Sabah öyle bir gün gelir ki, çok-çok Eynulkuzzat bu nev uğur kazanar, kendi
sırrını feda etmekle yüce makama erişir” (Hemedani. s.235-236).
3. Ruzbihan Bakli bu deyimi Bayezid‟in “Subhani” deyimi ile yan-yana,
tasavvufi yönde, fena ve tevhid ile ilgili şerh edir: “Tecrid kuşu “Allah, Allah”,
Tevhid kuşu “Ene‟l-Hak” dedi, Takdis kuşu “Subhani” söyledi. O Lahut kuşları
8
Lahut sırrını Nasut serayına getirdiler, Lahutun canı ile Nasutun dilinde söz
söylediler. (Bakli. s.22).
Bakli başka müellifler kibi “Ene‟l-Hak” deyiminin Allah tarafindan
Mansur‟un diline koyulduğu kayd ediyor. O, aynı zamanda bunu Elest ile bağlıyor:
“İlahi hitabdan “Elest”eşitdinse, “Ene‟l-Hak söyle” (Bakli. s.78). “Subhani” ve
“Ene‟l-Hak” ittihad gülünün budağından, visal bustanınıdan uçan “Elest” kuşunun
şarkısıdır ve bu kuş Musa‟nın ağacına taraf uçar. Huseyn Hak ağacı idi (Bakli.
s.419-420). Bu deyim önce işare edildiyi kibi, fenafillah makamından doğan
halden kaynaklanıyor: “Aşık „aşkda mahv olarsa, can dünyası (nefs) canın canında
ezel derdinin nevasından “Ene‟l-Hak” deyer (Bakli. s.100). Tevhid hakıkatı odur
ki, ibare, işare ve ikilik sıfatı yok olur. “Onun yüzü(zat)ından başka her şey helak
olacaktır” (Kasas:88) hakıkatı ortaya çıkar” (Bakli. s.120).
Demek ki, “Ene‟l-Hak” tevhid ve vehdetin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır:
“İkilik renginden çıkmakla, Tevhid ve Ahadiyet makamında “Ene‟l-Hak”
söylemek olur” (Bakli. s.200). Ruzbihan fikirlerine şöyle devam ediyor: “Mansur
Vahdet denizine girdi, Hakk‟ın cemalına aşık oldu” (Bakli. s.374).
O, bu deyimi incelerken bir kaç Kur‟an ayesine esaslanarak başka bir noktaya
işaret ediyor: “Oraya gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısında ki ağaçtan
kendisine şöyle seslendi: “Ey Musa, muhakkak alemlerin Rabb‟i Allah benim,
ben!” (Kasas:30); (Musa) o (ateşin yana)na gelince kendisine :”Ey Musa!” diye
seslendi: “Ben, (evet) Ben senin Rebb‟inim!” (Taha: 11-12); “Muhakkak ben,
(evet) ben Allahım, benden başka tanrı yoktur...” (Taha:14). Bu ayelere dayanarak
ve sonuc olarak söylemek ilar ki, Musa peygambere ağactan yetişen “Allah benim,
ben!” nidası Allah‟dan olduğu kibi, Mansur‟un dilinden gelen “Ene‟l-Hak” deyimi
de Hakk‟dandır (Bakli. s.477, 523).
4. Şeyh Mahmud Şebüsteri “Gülşen-i raz” eserinde Hallac‟ın “Ene‟l-Hak”
deyimini ilahi sırların keşfi olarak açıklayır (Lahici. s.313):
اا الذك کطف اسرار اسث هطلك - 436
بجس دك کیسث جا گیذ اا الذك؟
Ene‟l-Hak keşfi-asrardır, mutlak
Hakkdan başka kimdir deyen Ene‟l-Hak ?.
O, başka bir beytde Ruzbihanın kayd etdiği gibi, Kur‟an-i Kerimin ayesine
dayanarak (Kasas:30) bu deyimi Musaya ağactan yetişen nida olarak şerh ediyor
(Lahici.s.316-317):
را باضذ اا هللا از درخحی - 444
چرا بد را از یک بخحی
(Ağacdan “Ene‟l-Hak” reva olursa
Neden de olmasın hoşbehden)
Lahici şu beyti şerh ederek gösterir ki, ağactan gelen «enelleh» (ben‟im
Allah) nidasını reva bildikleri halda neden bunu hoşbeht kul olan Mansur‟dan reva
bilmirler? Eger ağac insanla kiyas edilecek seviyyede mükemmel varlık olmadığı
halda, Hakk‟ın tecelli mazheri ola bilirse, neden insan olmasın? (Lahici.s.317-319):
هي ها ج ا سث یک چیس– 448
ک در دذت باضذ یچ جوییس
9
(Ben ve biz ve sen ve o bir şeydir,
Vahdetde hiç faklanma olamaz)
دلل اجذاد ایجا هذال اسث - 451
ک در دذت دیی عیي ضالل اسث
(Burada hulul ve ittihad mümkünsüz,
Vahdetde ikilik aynile şaşkınlıkdır)
Attar “Tezkiretul-evliya”da Kur‟an-i Kerim‟in ayesine [Kasas:30]
dayanarak konuyu ayni tarzda açıklıyor: “Arada ağac yok iken ondan “Ben
Allah‟ım” avazı gelir, neden Hüseyn arada olmazken ondan “Ene‟l-Hak” nidası
gelmesin?!Neden orada hulul ve ittihad yokdur, ama burada vardır?” (Attar. s. 584)
5.“Gülşen-i raz”ın şerhçisi Lahici mesaleyi böyle açıklıyor: “Ene‟l-Hak –
Hakk‟ın kendisidir, Mansur kendi nakis ve ölümlü “ben”ini (ene) Hakk‟ın kamil
ve ebedi varlığı karşısında yok bilir. Hakk ile beşerin ruhani iletişimi ilahi sırdır ve
Mansur bu sırrı açmakla şehid oldu. Dunyanın bütün zerreleri de “Ene‟l-Hak”
söyler, zira bu kelam Hakk‟ın tesbihi ve tehlilidir. Tesbih – Allah‟ın tenzih sıfatıdır
– yani Onun hiç bir ortağı – şeriki yokdur ve O, bütün sıfatlardan pak ve yücedir.
Tevhidin esas manası bundan ibaretdir. Tehlil ise “lailahillallah” deyimidir.
Demek ki, her şey fanidir, yalnız Hak bakidir, Onun zatı bütün varlık alemini
ihtiva eder. “Ene” (ben) ve “huve” (o) – ikiliye işaret eder, Ene‟l-Hak ise “ben‟im”
ve “onun” bir varlıkdan kaynaklandığını ifade ediyor (Lahici..s.213 ).
Bazen yanlış olarak Mansur‟un fena konusundakı fikirlerini buddizmde olan
nirvana ile aynileşdirmeye ceht etmişler. Buddizm‟de sansara maddi hayatın
iztirabı olarak degerlendirilir ve nirvana hemen dünyadan kurtuluşdan döğan
hüzur anlamına gelir. Buddizim‟de nirvana batini sülukun son merhelesidir,
tasavvufda ise seyr u süluk fena ile bitmez, fenafillahdan sonra bekabillah gelir.
6. Şems-i Tebrizi konuya farkli yanaşmıştır. Onun “Makalatında” okuyuruz:
“Mansurun ruhu henuz mükemmel olmamışdı, yoksa nasıl “Ene‟l-Hak” derdi? Hak
hara, “Ene” hara? Bu “Ene” nedir?” (Makalat.c.1.s.280). O yene deyir: “Eger
Hakk‟ın hakikatından haberi olsaydı, “Ehel-Hakk” söylemezdi” (Makalat. c.1.
s.262). Şems‟e göre, Mansur Hallac henuz “temkin” makamına yetmediyinden
böyle söz söylemiştir: “Hergiz Hakk demez ki, “Ene‟l-Hak”. Hergiz Hakk demez:
“Subhani”. Subhani teeccüb sözüdür, Hakk bir şeyden nasıl teeccüblener? Kul eger
“Subhani” derse, teeccübe neden olar?” (Makalat.c.1.s.185-186). Şems Hallac‟ın
sözüne etiraz etse de onu “hulul” ve “ittihad” konusunda suçlamır. Mevlana
“Mesnevi”nin 4-cü defterinde Bayezidin “Subhani” deyiminden söz açsa da,
Şemsin ona etirazından konuşmuyor.
7. İbn Haldun’a göre, bazi mutasavviflar vecd halında, hissi alemden hariç
halde garip (ecayib) ve manası kapalı, bazen ipe sapa gelmeye sembolik sözler
söylüyorlar ki “şathiye” adlanır. Şu sözler veçd halında deyildiği sebebinden
özürlü sayılabilir (İbn Haldun.c.2.s.990). Buna misal olarak Bayezid Bistami‟nin
“Subhani” deyimini getirir ve Mansur‟a gelince böyle devam ediyor: “Fakat Hallac
“Ene‟l-Hak” deyimini ayık halde ve insaların karşısında söylediyinden fakihler
onu kınamışlar. Doğrusunu ise Allah biliyor” (İbn Haldun. c.2.s.991). İbn Haldun
sufilerin mücahide ve makamlar üzere süluk merheleri keçerken aldıkları zevki ve
10
vecdi tabi bilir ve kimsenin bunu redd etmemesi kanaatına gelir (İbn Haldun.c.2.
s.989). Onun fikrince, Hakikatın keşfi akıl ve istidlal esasında değil, ezoterik bilgi
ile mümkündür (İbn Haldun.c.2. s.990).
8. İmam Gazali‟den “Ene‟l-Hak” ve “Subhani” deyimleri hüsusunda sordular
ve o, cevab verdi ki aşıklar kendinden habersiz halda ve sermest olurken sözlerini
gizli saklamakları gerekir. Arifin kendi halı ve duyduğu alemi vardır. Bunun
manaları çoktur. Onların seyr u süluk iddiasının amacı Hakk‟a yakın olmakdır
(Tadayyun.s.153-154).
9. Nasireddin Tusi “Avsaful-Aşraf” adlı risalesinde Hallac‟ın işletdiği
“ittihad” mefhumuna aydınlık getirerek yazır: “Tevhid Allah‟ın birliğine işaret
ederse, ittihad – yalnız Allah‟ın ebedi kalacağına ve her şeyin mahv olacağına
delalet edir. Şu yönde tevhid ve ittihad farklıdır. Tevhid İsra suresinin 22-ci
ayesinde ifade olunmuştur: “Allahla beraber başka tanrı kabul etme” – yani fakat
bir Allah‟a tapınmak gerekir. Kasas suresinin 88-ci ayesinde ise “Onun
yüzü(zat)ından başka her şeyin helak olacağı ve hamının Allahın hüzuruna
qaytarılacağı” dikkate çatdırılır. Bu anlamda ittihad – yalnız bir varlığın (Hakkın)
kabulu demekdir – yani burada ikiliğe yer yokdur. “Haşa, O, onların dediklerinden
münezzehdir, çok yücedir, uludur” (İsra:43). – Yani hamı fakat Onu görür, Ondan
başka hiç ne görmür. Hallac kendisi ile Hakk arasında olan hicapın Tanrı
feziletinin nuru ile aradan götürüldügünü iddia edir. Bu durumda her kim “Ene‟l-
Hak” söylemişse asla üluhiyyet iddiası etmemiş, eksine kendi benliyini inkar
etmekle yalnızca Hakk‟ın varlığını isbat etmişdir (Tusi.v.160).
10. İbn Arabi: “Söylediklerinin hepsi Allah‟ın kalbine verdiyi ilhama
dayanmaktadır, yazdıklarının hepsi imlayi-ilahiye, bilgilerinin kaynağı feyz-i
ilahidir”- diye metafizik düşüncelerini paylaşan “Büyük Şeyh”in Hallac ve başka
mütesevviflerden etkilendigini kolayca anlamak olur. Onun vahdet-i vücud teorik
modeli tasavvufun genel metafizik düşünce yapısı olarak degerlendirile bilir. Bu
modele göre, gerçek varlık birdir, Hakk‟dan başka hiç bir hakiki varlığın
olmadığını düşünmek olmaz; İbn Arabi‟ye göre, hakiki vücud birdir, onda hiç bir
bakımdan çokluk (kesret) yokdur. Lakin mevcud alem çokluq demekdir. Demek
ki, vücud bir, mövcud olan şeyler ise cokdur. Bizim derk etdigimiz, aklımız ve
hisslerimizle belli olan şeyler Allahın zahiri alemde tecelli eden vücudundandır.
Fakat Allah‟ın substansiya (zat) bakımından eşya ile hiç bir birlgi yokdur. Onun
tecellilerini ise her yerde göre biliriz (İbn Arabi.s.180). Kuran-i Kerim‟de
deyiliyor: “Doğu da, Batı da Allah‟ındır. Nereye dönersiniz Allah‟ın yüzü (zatı)
oradadır. Şüphesiz Allah‟(ın rehmeti ve nimeti) geniştir. O (her şeyi) bilendir
(Bakara:115).
Bir olan Hakk‟ın tavırları, tecelli ve tezahürleri adlar ve Ayan-i sabite (sabit
ayanlar) vesilesile kesret şeklinde aşkar olur. (İbn Arabi. S.170). Demek ki, vücud
hem Hakk‟dır, hem halk, hem zahirdir, hem mazhar, hem vehdetdir, hem kesret.
Vahdet varlığın zat ve hakikatinde, kesret ise onun tezahür ve tecellisindedir. Fakat
bu, Hakk ve halk, zahir ve mazhar, Rabb ve alem arasındakı farkın silinmesi,
“hulul” ve “ittihad”, küfr ve mulhidlik kibi iddiaların ortaya çıkması anlamına
gelmir. Kesret fakat zahirde gerçekleşir, Hakk‟ın substansiyası (zat) asla halk
11
mertebesine enmir, onun ayni olmur. İbn Arabiye göre, Hak Hakk‟dır, insan
insan, Rab Rab‟dir, kul ise kul (İbn Arabi s.200). O, Ruzbihan Bakli kibi Kuran-i
Kerim‟in Kasas suresinin 30-cu ayesine dayanarak Musa‟nın ağactan eşitdigi “Eni
enellah” (Allah benim, ben!” nidasının Hakk‟dan geldiyini ve burada “hülul”
[incarnation] olmadığını bildiriyor ki, bu da mezmunca Hallac‟ın “Ene‟l-Hak”
deyimi ile üst-üste gelir (İbn Arabi.s.288).
İbn Arabi Lahut ve Nasutu bir hakikatın iki yüzü – vechi olarak kabul ediyor,
yani hakikat birdir, onun batini – Lahutdur, zahiri – Nasut. Külli alem böyük
(kebir) adlanır, o, hem de kebir insandır. Insan küçik (sağir) alem ve onun
ruhudur. Alemde ne varsa insanda cemlenmiştir: o, hem halk, hem de Hakk‟dır,
ilahi sıfatlara göre Hakk, kulluk sıfatına göre halkdır; ruhuna göre Hakk, maddi
vücuduna göre halkdır (İbn Arabi.s.314. İlahi adlar ve sıfatların bütün mertebeleri
onda ifade olunmuş, Allah‟ın yir üzürinde halifesi olmakla meleklerden yücedir.
Kainatın yaranmasında esas maksad kamil insandır ve o, Hakk‟ın kamil
mazharidir. İlkin tecelli ve yaratılış (hilkat) külli akıl [First Intellect] ve ya
Muhammed hakikatından ibaretdir, buna ilkin nur da deyiliyor. İlk olarak
hemen nur, sonra ise ondan bütün alem yaranmıştır. Bu nur ise Muhammed‟in
şahsiyeti degil, metafizik bir anlamdır. Kur‟an-i Kerim‟de deyildiği gibi, Allah
Muhammed‟i (s.) alemlere rahmet olarak göndermiştir (Enbiya: 107).
Hallacla ilgili sır konusuna da dokunmak gerekir. Bazi arifler, o sıradan
Abdurrahman Cami Mansur‟un dara çekilmesini onun ilahi sırrı faş etmesi ile izah
etmiştir ve Hafiz‟in şu beyti hemen nükteye işaret eder (Zunnur.s.311,315):
کس سر دار بلذ گفث آى یار
جرهص ایي بد ک اسرار یذا هی کرد
(O yar dedi: dar ağacının başı ondan (Mansur‟dan) yücelmiş
Sucu bu idi ki sırrı faş etmiştir)
Fuzuli şu beytinde hemen nükteye işaret eder (Fuzuli.1.s.161):
Raz-i „aşkın saklaram elden nihan ey serv-i naz
Getse başım şem‟ tek mümkün degil ifşay-i raz
Sırr – kalbin ilahi aşkı sığıştıran gizli güşesidir ve bu üzden gönül Hakk‟ın
müşahide mahali sayılır. Sır – müşahide mahali, ruh–muhebbet mahali ve kalb –
marifet mahalidir. Sır nefsle degil, ruhla bağlıdır, o sebebden onun makamı
yücedir. Sır kulun kalbi ile Hak arasında ilahi ahd u peymandır ve bu kutsal sırrı
kimse bilmez. Mevlana diyor (Mesnevi. 1/6):
ر کسی از ظي خد ضذ یار هي
از درى هي جسث اسرار هي
(Her kes kendi zanniyle oldu bana yar,
İçimden sormadı nedir bu esrar)
Kalpte Allah‟a olan münacatı dil ile söylemesen de, O bunu bilir. Kur‟an‟da
deyiliyor: “Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de ondan
gizlisi de bilir (Taha:7).
Aynalkuzat Hemedani Kur‟an-i Kerim‟de harflarla verilen sure ve ayelerden
bahs edirken deyir ki, Allah ilahi sırrı namahremler bilmesin diye harflarla gizli
şekilde vermiştir. Akıl bu sırrı açıklamağa acizdir (Hemedani.s.175). Gönül nefsi
12
bulaşıkdan paklanırken Hakk‟dan ona marifet nuru nazil olur ve insan onunla
hisslerden hariçte olan Melakut ve Ceberut aleminin sırlarını bilir.
Sırr kalbe sunulan ilahi emanetdir ve meleklerin Adem‟e secdesi buna hatirdir
ve bu sırrı Allah‟dan başka kimse bilemez (İbn Bezzaz.s.502; Makalat.c.1. s.213).
Demek ki, kalpte ve ruhda gizlenen bu kutsal sırrı tefsir etmek olmaz. Bu konu ile
ilgili Mevlana‟nın beytleri dikkatçekicidir (Mesnevi. 5/2238-2240):
بر لبص لفل اسث بر دل رازا
لب خوش دل پر از آازا
عارفاى ک جام هی ضیذ اذ
رازا داسح پضیذ اذ
ر ک را اسرار کار آهخحذ
هر کردذ داص دخحذ
(Todaq susqun, gönül avazla dolu.
Arifler mey camı içmişler
Sırlar bilerek onu örtmüşler
Her kim sırrın işini bilmişse
Ağzını möhürleyb tikmişler)
Hep böylece, günümüze kadar çeşitli yorumlara uğrayan “Ene‟l-Hak” deyimi
Bayezid‟in “Subhani” deyimi kibi, zaten Hakk‟ın yüceliyine önem vermek
anlamına gelir, yani insanda ne varsa Hakk‟dandır. Bu deyimde ayni zamanda
insanın manevi ve ruhi degeri dıkkati çekmekdedir. Akli ve manevi kamilligi ile
yaratılışın (hilkatın) eşrefi ve Allah‟ın Yer üzerindeki halifesi olan insan kendi
nefsini paklandırmakla Hak ve Hakikati kalb aynasında müşahide edebilir. İnsanın
degeri zaten Allah‟ın ona verdiyi ruh ve akıl nuru ile ölçülür, yoksa onun maddi
vücudunun başka şeylerden farkı yokdur. Mevlana demişken (Mesnevi. 2/277):
ای برادر ج واى اذیط ای
ها بمی ج اسحخاى ریط ای(Ey kardeş, sen hemen düşüncesin,
Kalan, sen kemik ve rişesin)
Sonda kayd etmek gerekir ki, başka tasavvuf sahsiyetleri ile beraber,
Hallac‟ın düşünceleri ve hususen onun “Ene‟l-Hak” deyimi Orta çağlarda Farsça
ve Türkçe yazılan edebiyatda geniş yer almıştır ve bunları bir sempozyum bildirisi
çevresinde incelemek mümkünsüzdür ve şu sebebden sonda konu ile ilgili bir kaç
nükteyi Türk sufi edebiyatının ünlü temsilcisi olan Yunus Emre‟nin dilinden
dinleyelim:
1. Mansur Hallac klassik şiirde öncelikle „aşk ve Hak „aşıkı sembolu olarak
dikkatı çekmektedir (Yunus.s.373, 354):
Bugün Mansur benem „ışkun yolında
Yüriyüp çarh uram şol dare karşu
Mansur‟layın dara beni şöyle „ıyan göster seni
Kurban kılayın bu canı „ışka münkir olmayayın
2. Aşıkların ruhu ezelden, Mansur‟dan önce Kur‟an‟da işaret edilen Elest
zamanından Hakk ile ahd bağlamış ve Ona yakın olmuştur (Yunus.s.344,472):
13
Dem urmazıdı Mansur tevhid-i Ene‟l-Hak‟dan
„Işk darına dost zülfi asmışdı beni „uryan
Ezelden benüm fikrüm Ene‟l Hak‟ıdı zikrüm
Henüz dahı togmadın ol Mansur-ı Bagdadi
3. Aşık için Hakk‟a erişmenin en yakın yolu canını dosta kurban etmekdir ki,
Hallac edebiyatda bu yolun sembolu olarak tanınır (Yunus.s.84,123):
Canını „ışk yoluna virmeyen „aşık mudur
Ceht eyleyip ol dosta irmeyen „aşık mudur
Gördüm anda takılur can boynına zülfeyn-i dost
Bir kıl ile sad-hezaran Mansur‟ı berdar ider
4. Hakk her şeyden önce gönülde ve canda yer alar, Onu kendinden istemek
gerekir (Yunus.s. 107,158):
İstemegil Hak‟ı ırak gönüldedür Hakk‟a turak
Sen senligün elden bırak tenden içerü candadur
Hak cihana toludur kimsene Hakk‟ı bilmez
Anı sen senden iste o senden ayru olmaz
5. Hakk her yerde vardır, Onun tecellisi bütün alemi ehtiva edir, Onu görmek
için basiret gözünü açmak gerekir (s.192,480):
Yunus‟un sözleri Hak cümle didügi saddak
Ne gördüysen kamu Hak cümle vücudda bulduk
Muhammed Hakk‟ı bildi Hakk‟ı kendüde gördi
Cümle yirde Hak hazır göz gerekdür göresi
Sonuc: Hallac tasavvufde vecd ve „aşk mektebinin aşırılı devamçılarından
olmuş, onun bakışları ve hüsusen “Ene‟l-Hak” deyimi Bayzed‟in “Subhani”
kelimesi kibi tartşımalara neden olmuştur. Mansur‟un bu sözünde Hakk‟ın insan
kalbine tecellisi ve salikin fenafillahdan bekabillah makamına yetişmesi yer
almıştır. Bu halda onun vücudunda Hakk‟dan başka hiç neye yer kalmır, Hakk
bütünlükle onun ruhuna hakim olur ve “Ene‟l-Hak” kelimesi Hakk‟dan onun diline
cari olur. Yani benim vücudumda Hakk‟dan başka hiçbir şey yoktur, ne varsa
Hakk‟dandır. Demek ki, bu deyim insandan değil, Hakk‟dan gelmektedir.
Hallac‟ın “Ene‟l-Hak” deyimi ile sonuclanan bakıılarında tasavvufun genel
konuları – fenafillah ve bekabillah, kesretden vahdete, zahirden batine doğru seyr
u süluk menzilleri, insan ile Hakk arasında Elest, Misak ve Emanetle bağlı manevi
iletişim, Hakk‟ın insan kalbinde tecellisi, insanın ruhi tekamülü ve ilahi ahlaka
sahib olması kibi önemli mezmunlar yer almıştır.
Burhaneddin Hazretleri şu deyimi incelerken bir-birine zıt olan dual
karşılaşdırma metodundan yararlanır ve Mansurla Firon‟u kiyas ediyor: birincisi
fakr ve fena yolu ile kendisinden keçerek Hakk‟ı öne çekir – rehmetullah olur,
14
ikincisi ise kendini öne çekerek lanetullah olur. O Hazretden eğitim gören Mevlana
hemen deyimi aynile yorumlar.
Attar, Aynul-Kuzat Hemedani, Ruzbihan Bakli, Şebüsteri ve Lahici esasen
Kasas suresinin 30-cu ayesine dayanarak “Ene‟l-Hak” deyimini ağactan Musa
peygambere yetişen “Eni enallah” (Allah benim, ben!) nidası ile mukayese edirler.
Hasirettdin Tusi Mansurun deyiminin hulul ve ittihad iddiasından uzak olduğunu
söylemiş, İmam Gazali ve İbn Haldun dolayisi ile vecd halında deyilen sözleri
tabii bilerek Mansur‟u kınamamışlar. Fakat Şems-i Tebrizi onun sözünü itiraz etse
de, onu hululda suçlamamıştır.
İbn Arabi ise vahdet-i vücud düşünce modelinde Mansur‟un düşüncelerinden
bahrelenmişdir. Burada ilahi sır konusu da ortaya gelir ki, bazileri Mansur‟un
hemen sırrı faş etdigine hatir dara çekildiğini söylemişler. Hallac ve onun
düşüncelerinin Fars ve Türkdilli şi‟rde geniş yer alması da yeterince
dikkatçekicidir.
Aynı zamanda tasavvufi düşüncelerin ve degerlerin klassik edebiyatın,
hususen de Divan edebiyatının estetik bakımdan biçimlenmesi ve tekamülündeki
önemini de hatırlamalıyız ve şu sırada Hallac‟ın etkisi özellikle kayd edilebilir.
Kaynaklar:
1. Attar Feriduddin .Tezkitetul-Evliya. Be ehtemam-i Doktor Muhammad
İstilami. Tahran: İntişarat-i Zavvar.1355
2. Bakli Ruzbihan. Serh-i Şathiyyat. Tashih: Hanri Korbin. Tahran. 1374
3. Fuzuli Muhammed. Eserleri. c.1.(Türkçe Divan). Yayına hazırlayan: Hemid Araslı
Azerbaycan İlmler Akademisi. Bakü. 1958
4. Fuzuli Muhammed. Eserleri. c.2. (Leyli ve Mecnun). Yayına hazırlayan: Hemid Araslı
Azerbaycan İlmler Akademisi. Bakü. 1958
5. Hemedani Aynul-Quzat. Tamhidat. Tashih: Afif Asiran. Tahran. 1373
6. İbn Arabi çehre-yi berceste-yi irfan-i islami. Doktor Cahangiri Muhsin. Tahran.1367
7. İbn Bezzaz Tevekküli. Saffetul-safa. Mukaddeme ve tashih: Gulamrza Tabatabai
Muhammed. Tebriz. 1373
8. İbn Haldun. Mukaddeme. Tercüme: Muhammed Pervin Günabadi. Tahran:
İlmi-Ferhengi. 1385
9. Lahici Muhammad Şamsaddin. Mefatihul-icaz fi Şerh-i Gülşen-i raz.
Tashih: Muhammad Rza Berzger Haliki ve İffet Kerbasi. Tahran: Zavvar. 1371
10. Maarif. Mecmu‟e-i meva‟iz ve kelemat-i Seyyid Burhaneddin Muhakkik
Tirmidi. Ba tashihat ve hevaşi-yi Badiuz-zaman Foruzanfer. Tahran. 1339
11.Makalat-i Şems-i Tebrizi. Tashih: Muhammad Ali Muvehhid. Tahran:
İntişarat-i Xarezmi. 1369
12.Mesnevi-yi manevi. Mevlana Celaleddin. R. Nikolson. Tahran. 1373
13.Necmeddin Ebu-bekr ibn Muhammed Razi. Mirsadul-ibad. Be ihtimam-i
Muhammed Emin Riyahi. Tahran. 1371
14.Nasafi Azizaddin. Kitabul-insanul-kamil. Tashih ve mukaddime: Majiran
Müle. Tahran. 1371
15.Tadayyun Ataullah. Hallac ve raz-i Ene‟l-Hak. Tahran. 1373
16.Tehanevi Muhammed b. Ali. Keşşaf-i İstilahatul-funun val-„ulum. Beyrut. 1996
17.Tusi Nasiraddin. Avsaful-Aşraf. Azerbaycan Milli İlmler Akademisi.
Yazmalr Enistusu. M-140 (yazma)
18.Yunus Emre Divanı. Tenkitli metin. Y.Doç.Dr. Mustafa Tatcı. Milli
Top Related