MİLİTAN DEMOKRASİNİN ELEŞTİRİSİ
Ali ALTINTAŞ
1.Kavramın Tarihsel Kökenleri
J.J. Rousseau’nun felsefi tezleri ile kılıcın ittifakını gerçekleştiren ve ‘istibdada karşı hürriyetin
despotizmi’ni savunan Fransız Jakoben lideri Robespierre’in yoldaşı Saint Just’a atfedilen bir vecizedir;
‘Pas de liberte pour les enemies de la liberte’(özgürlüğün düşmanlarına özgürlük tanınmaz).
Jakobenlerin siyasi amaçlarıyla hiçbir ortaklık taşımamakla birlikte liberal demokrasilerin kendilerini
ortadan kaldırma girişimlerine karşı bu söylemsel prensibe geri dönüş yapmaları söz
konusudur.Çünkü, özgürlük hem bir nihai hedef, hem de bu hedefe ulaşılması gerekirken daima
gözetilmesi gereken bir araç olma niteliği taşır.
1918’de monarşisinin çöküşünden bir yıl sonra Almanya’da parlementer demokrasinin
temellerini atan Weimar Anayasası yürürlüğe girmiştir. Dönemin ceza kanunlarında devlet düzeninin
daha çok bireysel eylemlerle tehlikeye düşürülebileceği öngörülmüştür. Hatta rejime tehdit, klasik
anti-partizan görüşlere dayanılarak açıktan açığa propaganda yapan yasal siyasi yapılarda değil,
yeraltı örgütlerinde aramaktaydı. Yani sisteme dahil ve aleni olmak, propaganda faaliyetlerini en
geniş biçimde kullanarak toplumla çok daha geniş bir etkileşim kurmak zararsız görülüyordu. Ayrıca
anti-demokratik fikirlerin ifadesi özgürlüğü ve örgütlenmesi özgürlüğü –dolayısıyla siyasi parti teşkil
etmeleri- ayrımı ve ikincisinin liberal demokrasinin korunması amacıyla kısıtlanması, Weimar
Anayasası’nın 48.maddesinde Cumhuriyet’i koruyucu nitelikte bir hüküm bulunmasına rağmen henüz
yeterince gündemde değildir. Klasik liberalizmin siyasi yapıları toplumsal çerçeveden soyutlayarak
koyduğu şablonlara göre yorumlaması da bir etken olarak belirir.
Almanya özelinde totaliter devlet fikrine dayanan nasyonal sosyalizmin yeşermesinin siyasi
koşullarına da değinmek gerekir. 1871’de Alman Birliği’nin Prusya Devleti çatısı altında
sağlanmasından evvel Alman monarşisi farklı mezheplere mensup devletler federasyonundan
oluşmaktaydı. Bismarck’ın şahsında güçlü merkeziyetçiliğe evrilen bu siyasi yapı, Versailles
Antlaşması’yla sonlanan 1.Dünya Savaşı neticesinde Almanya’nın, Katolikler, Protestanlar, liberaller,
sosyalistler, cumhuriyetçiler, demokratlar şeklinde bölünmesi ve yönetilemez bir parlementer yapıya
bürünmesi anlamına gelmiştir.
Weimar Cumhuriyeti’nin kendisine karşı çıkanlara alan açma çabasını egemenlik teorisi
açısından sakıncalı bulan Carl Schmitt’e göre bu, parlementer demokrasinin otoritenin üzerinde
uygulanan kişiden kaynaklanması gerektiğine ve kontrol işlemi tam da kontrol edilmesi gereken
kişilere emanet edilirse herşeyin yolunda olacağına inanan sendikalizm düşüncesiyle bir bakıma
örtüşmesi demektir ve H.Berthelemy’nin sendikalizm için vurguladığı gibi teorik olarak ciddiye
alınamazdır. Atilla Yayla’ya göre Schmitt’in yaklaşımları da göstermektedir ki; Almanya’nın Nazizm’in
pençesine düşmesini yalnızca anayasal tedbirlerin eksikliği ile yorumlamak mümkün değildir. Hukuk
ve siyaset felsefesinin gelişim yörüngesine bakıldığında, Almanya gücü sınırlayan değil gücün aracı
olan, gücü kontrol eden değil meşruiyetini güçten alan, hukukun gücüne değil gücün hukukuna
inanan bir hukuk felsefesinin, yani Kant’ın fikirlerinden Schmitt’in fikirlerinin hakimiyetine geçen bir
düşünsel atmosfer içerisindedir. Alman entelektüelleri ülkenin kendi koşullarına uygun bir
demokratik rejimin imkanına inanmaya başlamışlardır.
Siyasi kutuplaşmanın yanı sıra, genç Alman kapitalizminin savaştan büyük yara alması ve bu
koşulların tetiklemesiyle oluşan toplumsal histeri faşizm için mümbit bir zemin oluşturmuştur. Faşist
örgütlenmeler Avrupa’nın bir çok ülkesinde 1929 Ekonomik Buhranı’nın da etkisiyle yükselen
‘komünist tehlike’ye karşı konumlandırmaktaydılar. Bu nedenle, 1930’larda bazı ülkelerde
komünizme karşı alınan tedbirler(örn; İsviçre) faşizme karşı kısmi bir körlüğü beraberinde getirmiştir.
Almanya ve İtalya’da zaferini ilan eden faşizm propagandası, bir kere tesis edilmiş liberal
demokrasinin sürekli aşamalar atlayarak ilerleyeceği ve sonuçta dünya çapında zafer ilan etmesinin
kaçınılmaz, buna direnmenin faydasız olduğu varsayımlarını alt üst etmiştir. Üstelik, Loewenstein
açısından İspanya’daki cumhuriyetçiler göstermiştir ki, liberal özgürlükler için savaşanların devri
kapanıp sosyal projeler için savaşanların devri açılmıştır.Bu sebeplerle liberal demokrasi romantik
tezlere değil kurumlaştırıcı ve ‘ateşe ateşle mukabele eden’ tezlere dayanmalıdır.Klasik liberalizmin
mantıktan çok retoriği, özgürlük savunusunun karşılaştığı güncel problemleri çözmeye çalışmak
yerine sloganları öncelemesi doğru bir tavır değildir. Bu hal ve şeraitte çözüm, otoriter ve disipline
edici tedbirleri barındıracak ‘militan demokrasi’dir ya da Alman dilindeki kavramsal karşılığı olarak
‘streitbare -mücadeleci- demokratie’. Böylece, Toplum Sözleşmesi’nde dile getirilen ‘seçim
sonucunda halkın tamamının oyunu alan, devamında demokrasiyi ilga ederek yeni bir sistem getirirse
ne olacak?’ paradoksuna uzun bir seçimler tecrübesinden sonra yanıt verilmiş oldu.
Federal Almanya’da 1949 Bonn Anayasası’na militan demokrasi anlayışının eklenmesinin
teorik çerçevesini oluşturanlar da III.Reich tarafından ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılan Alman
sosyal bilimciler olmuştur. Frankfurt okulunun temsilcilerinden olan Adorno, Horkheimer ve yine
Mannheim farklı açılardan bu düşünceyi temellendirmeye çalışmışlardır. Horkheimer, 1941’de anti-
semitik düşüncelere karşı kampanya yürüten ‘Council for Democracy’ organizasyonunun bir sorusunu
yanıtlarken antisemitizmle mücadele için öncelikle faşizmle militan politikalarla mücadele edilmesi
gerektiğini, Fransa’nın Almanya karşısındaki kolay yenilgisinin sebeplerinden birinin kamu
kurumlarında ve özellikle orduda faşizmin yayılmasını ve basında, toplumsal hayatta bu tür fikirlerin
güç kazanmasını engelleyemediği için gerçekleştiğini savunmuştur. Daha da ileri giderek toplumu
faşizme karşı savaşta antidemokratik metodların kullanılması gerektiğine ikna etmenin önemini
vurgulayarak güvenlikçi bir yaklaşım benimsemiştir. Meselenin bu yönüyle yasal ve askeri tedbirlerin
alanına sıkışması değil, toplumsal dinamikleri de gözeten bir tartışmaya evrilmesi söz konusudur.
Loewenstein’a göre, demokratik geleceği tehdit eden unsurlarla savaşmak için demokratik bir
devletin baskıcı yöntemler kullanması paradoksal bir durumdur.Walzer’in ‘Hoşgörü Üzerine’ adlı
eserinde bu paradoksal durum şöyle makul hale getirilmeye çalışılır; “Alternatif hareket ve partiler,
tıpkı bir basket maçında sayı kaydetmeye ve eğer becerebilirlerse kazanmaya hakkı olan rakip
takımların oyuncuları gibi emsal katılımcılardır; onlar olmaksızın basket oyunu imkansızdır. Sorun
ancak aslında oyunu bozmak ve durdurmak isteyen ama bir yandan da oyuncuların haklarından ,
oyunun kurallarından dem vuran insanlar varsa çıkacaktır. Programı bakımından antidemokratik bir
partinin demokratik seçimlere katılmasını yasaklamak da farklılığa hoşgörüsüzlük değildir, bunun adı
olsa olsa temkinliliktir.” Almanya özelinde demokratik köktencilik ve liberal körlük, teknik harikalar ve
duygusal kitleler çağının çocuğu olan faşizmin bir trojan atı gibi şehre girmesini sağlamıştır. Oyunun
kurallarını benimsemeyen siyasi oluşumların oyuna dahil edilmesi beklenemez. Demokrasi yeniden
tanımlanmalıdır; daha geçerli bir sosyal düzenleme ilkesi ortaya konulana kadar liberal akılla disipline
edilmiş bir otoriteler ittifakı, uluslararası faşist ittifak ağına karşı insan onuru ve özgürlük için harekete
geçmelidir. Böylelikle klasik liberal demokrasinin tevekkülünü reddeden bir dönüş gerçekleştirilmiştir.
Kapani’ye göre nasıl ki liberalizmin piyasa açısından öngördüğü ‘laissez faire’ ilkesi toplumun
ekonomik faaliyetlerinin devamlılığı ve düzeni için yumuşatılarak sosyal bir karaktere
büründürülmüşse, siyasi ‘laissez faire’in de demokratik düzenin devamlılığı için sınırlandırılması
makuldur. Mutlak ekonomik özgürlüğün, zenginlerin yoksulları ekonomik özgürlükten mahrum
bırakması söz konusu olduğu gibi, mutlak siyasi özgürlüğün de anti-demokratik akımların
demokratları siyasi özgürlükten mahrum bırakması söz konusudur.
Bu bakış açısının beraberinde getirebileceği yargısal aktivizmin siyasallaşması sorunlarını ve
uygulamada oyunun kurallarının tartışmaya açılamamasıyla sonuçlanan değerler merkeziyetçiliğini ve
hegamonyasını 4.bölümde tartışmaya çalışacağız. Genel bir tanım yapmak gerekirse, militan
demokrasi liberal demokrasilerdeki ifade, örgütlenme, siyasi parti kurma ve bu özgürlüklerin
gerçekleştirilmesi için bağlı oldukları diğer özgürlükleri liberal demokrasiyi yıkmak amacıyla
kullananların hukuki, siyasi ve toplumsal tedbirlerle mevzubahis özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve bu
sayede anayasal sistemin devamlılığını öngören bir tezdir, bir bakıma klasik liberal demokrasinin
1930’larda yaşanan tecrübelerden edindiği yeni bir yorumdur.
2. Kavramın Felsefi Arkaplanı: Hoşgörünün Sınırları
Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinde Platon’un Önderlik İlkesi’ni
yorumlarken liberalizmin, demokrasinin ve çoğunluğun belirleyiciliği ilkesine karşı Platon’un öne
sürdüğü özgürlük paradoksunu hatırlatır ve soruyu yineler; ‘Halk iradesi yönetim için kendini değil de
bir tiranı tercih ederse ne olacak?’ Üstelik tarihi tecrübe toplumun bir kesiminin bir önderin peşinden,
kendi iradesini yok sayarak gidişinin sayısız örneğiyle doludur. Demokratlar için üstesinden gelmeleri
gereken bir çelişki belirir; tirana karşı koymalıdırlar ama aynı zamanda çoğunluğun kararına saygı
duymalıdırlar. Popper temele egemenlik teorisininin yerine tiranlıktan kaçınmanın endişesini koyarak
bunun üstesinden gelmeye çalışır ve J.S.Mill’in yasaların iyilere göre değil, kötülere göre ayarlanması
gerektiği tezine katılır.
Popper, özgürlük ve demokrasi paradokslarına değinmekle birlikte bir de hoşgörü
paradoksunu ortaya atar. Hoşgörüsüz olanlara sınırsız hoşgörü göstermenin hoşgörülülerin ve
hoşgörünün ortadan kalkmasına neden olacağını ve hoşgörüsüz siyasi akımları mümkün mertebe
akılcı kanıtlarla kamuoyu önünde mağlup etmenin, bunun yetmediği durumlarda baskıyla sindirmeye
de hazır olmanın gerekliliğini savunur. Çünkü, bu akımların akılcı kanıtları reddetmeleri, takipçilerine
bunu salık vermeleri ve hatta kanıtlara karşı şiddete başvurmaları yönünde cesaretlendirmeleri
mümkündür. Hoşgörüsüzlüğü savunan akımların öldürmek, rehin almak ve hatta köle ticareti yapmak
kadar yasadışı olduğunu iddia etmiştir.Elbette, bu bakış açısının öznelliğin ve göreceliğin etkilerine
maruz kalmaması mümkün değildir. Hoşgörülü-höşgörüsüz tavır arasındaki ayrımın toplumsal olarak
yaşamını idame ettiren bireyler için nereden çizilmesi gerektiği de ayrı bir tartışmalı alan olarak
belirir.
Başka bir açıdan, hoşgörüsüzlere mutlak hoşgörüsüzlükle yaklaşmanın aslında bu tutuma
sahip olanları da hoşgörüsüz yapabileceği varsayılmıştır. Ancak bu durumda dahi hoşgörü sahibi
olmayan gruplar eğer özgür değerleri savunan kurumlara ve kendi güvenliklerine bir tehdit haline
gelirlerse sınırlandırılmalıdır. Daha geniş bir sınır çizilmekle beraber bu görüşte de tehdit algısının
bittiği ve başladığı yer belirsizdir. Bu iki görüşün militan demokrasinin sınırları açısından yapılan
tartışmalarla benzer bir sınır problemini paylaştığı görülmektedir. Bu sınır, hoşgörüsüz akım ve
grupların devlet gücünü eline almaları ve daha da genişletilerek iktidar için seçimlerde yarışmalarını
engellemek yönünde siyasal partiler düzleminde mi belirecektir, yoksa Herbert Marcuse’un öne
sürdüğü gibi; “Hoşgörünün iş yapmanın önünden, sözcüklerle, yazı ve resimle iletişim sahnesine
çekilmesi” anlamında yalnızca ifade özgürlüğünü dışarda bırakarak bütün politik faaliyetleri mi
kapsayacaktır? Militan demokrasiyle ilgili pratik mülahazalarda ifade ve eylem/örgütlenme özgürlüğü
arasında bir ayrıma gidilmekte ve ifade özgürlüğüne sınır koyulamayacağı ancak eylem/örgütlenme
özgürlüğüne yıkıcı nitelikler taşıması ölçüsünde tedbirler alınabileceği savunulmaktadır. Ancak, ifade
özgürlüğünün her kullanımı eylem özgürlüğüne açılan bir kapıdır ve bu ayrım pratik kullanımından
teorik düzleme aktarıldığında anlamsızlaşır. Felsefi düzlemde ortaya koyulmaya çalışılan sınırın da
güncel siyasi alanın gereklilikleriyle kopmaz bir bağı vardır.
3. İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Kadar Militan Demokrasi Uygulamaları ve Pratik Sonuçları
Amerikalı yargıç Louis Brandeis’in belirttiği gibi modern demokrasilerde yargısal açıdan sorun,
‘insanların cadıdan korkup kadın yakmasına izin verilmemesi’ üzerinden tartışılır. Militan demokrasi
uygulamalarındaki hassas dengenin sağlanamaması sonucunda tek sesli bir sistemin oluşması uzak bir
ihtimal değildir ve sınırın nereden çizilmesi gerektiğine odaklanılır. Liberalizmle demokrasi arasındaki
gerginliğin, fiiliyatta özgürlükler ve toplumsal otorite arasındaki gerginliği, kurumsal olarak ise
ideolojiler, siyasi örgütlenmeler ve anayasa yargısı arasındaki gerginliği içerdiğinden söz edilebilir.
Demokrasi, eğemenliğin kimde olduğu ve kanunların nasıl yapıldığıyla ilgiliyken, liberalizm
egemenliğin nasıl kullanıldığı ve kanunların içerdikleriyle ilgilidir.
Uluslararası anlaşmalar düzeyinde hakların kullanımına dair istisnaların çerçevesi 1948 BM
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 30. Maddesinde, 1950 Avrupa İnsan Haklar Sözleimesi
17.maddesinde ve 1966 BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 5.maddesinde çizilmiştir.
Batılı liberal demokrasilerde tehdit algısı, 1917 Bolşevik Devrimi ve daha sonra 1933
Almanya’da Nazilerin iktidara gelişi üzerinden şekillenmiş, tedbirler daha çok faşist ve komünist
örgütlenmelere yönelmiştir. Bir bakıma ‘sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyen’ Federal
Almanya’nın 1949 Bonn Temel Kanunu’nda ve Alman eyaletleri(Länder) yasalarında militan
demokrasiyi kurumsal hale getirme gayreti açıklıkla göze çarpar. 1948-49 yılları arasında Federal
Almanya meclisinde ve Temel Kanun’un hazırlanmasında görev almış Carlo Schmid’in 8 Eylül 1948
tarihinde gerçekleştirdiği, manifesto niteliğindeki meclis konuşması da bunu desteklemektedir. 1952
yılında Sosyalist Reich Partisi, Alman Anayasa Mahkemesi tarafından ‘Führerci’ bir yapılanma girişimi
olduğu ve 1956’de Alman Komünist Partisi demokratik düzeni yıkmak ve proleterya diktatörlüğünü
kurmak amacına sahip olduğu değerlendirmelerine tabi tutularak kapatılmıştır.
İtalya örneğinde ise yalnızca Musollini’nin Faşist Parti’sinin tekrar kurulmasına engel getiren
esnek bir uygulama söz konusudur. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Neo-faşist olduğu bilinen İtalyan
Sosyal Hareketi 1995’e kadar yasal varlığını devam ettirmiş, aynı yıl bir kısım Hristiyan Demokratın
katılımıyla Ulusal İttifak adını almıştır.
Güvenlikçi yaklaşımın ağır bastığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın politik atmosferinde,
ABD’de dış politikaya uygun düşmeyen politik söylemler, Smith Kanunu’na da dayanılarak komünizm
propagandası sayılan ifadeler ve hatta felsefi ve teorik düzeyde ortaya konulan fikirler savaşılması
gereken tehditler olarak görülmüş, bu fikirlerin anlatılması, öğretilmesi dahi bir tahrik unsuru olarak
değerlendirilip mahkum edilmeye çalışılmıştır..1925 yılında bildiri dağıtmak suçundan yargılanan ve
düzeni yıkıcı faaliyetten ötürü mahkum edilen Gitlow davasında görev alan Yargıç Holmes karşı oy
yazısında tutumunu şöyle gerekçelendirmektedir; ‘Her fikir bir tahriktir. Her fikir kendisini kabul
ettirmek için ortaya çıkar ve benimsendiği takdirde başka bir fikir tarafından yenilgiye uğratılmadıkça
veya yeterli düzeyde enerjik olmadığından fikrin ortaya çıkması anında hareket edemez hale
gelmedikçe kendisini ortaya çıkarır ve takdim eder.’
Militan demokrasinin etkinliğini sağlamak açısından hukuki tedbirler kadar konjonktüre uygun
siyasi ve toplumsal tedbirlere de vurgu yapılmaktadır. Bir yönüyle, liberal demokrasiyi ortadan
kaldırmaya yönelen akımlara karşılık verirken savaşılması gereken zararlı akımları tanıyıp taktiklerini
anlamak gerektiği savunulmuştur. Uygulama biçimlerinin ülkeden ülkeye değişebileceği, demokratik
rejimin kendisine güveni ölçüsünde düşmanlarına hoşgörü gösterebileceği, demokrasinin
içselleştirildiği ülkelerde totaliter düşüncelere karşı hoşgörü alanının geniş, demokratik kültürün
oluşmadığı ülkelerde dar tutulmasının olağan olduğu, her koşulda geçerli kabul edilen bir ortodoks
liberalizmin böyle ülkelerde demokrasinin sonunu getirebileceği öne sürülmüştür.
Wisconsin senatörü McCharty’nin adıyla anılan dönemde Anti-Amerikan Faaliyetleri İzleme
Komitesi çok aktif bir konum teşkil eder hale gelmiş, komünist fikirlere sahip olmak Sovyetler Birliği
ajanı olmakla itham edilmenin gerekçesi haline getirilmiştir. Bu dönemde Amerikan kamuoyunda
muhalif kişilikleriyle bilinen şöhretli isimler ipe sapa gelmez iddialarla ifade vermeye, ‘zehirli’
fikirlerinden arınmaya ve tanıdığı kişilerden bazılarını ‘komünistlikle’ itham etmeye zorlanmışlardır.
Hatta kütüphanelerden komünizm içerikli yayınların dahi kaldırılması gündeme gelmiştir. İlginç olan,
bu sürecin demokratik kaygılarla değil, Mccharty’nin komünistlerin Amerikan ordusuna da sızdığını
iddia etmesi ve Ordu Bakanı Robert Stevens’ı da suçlaması sonucu devlet birimlerinin ve kamuoyunun
büyük reaksiyon göstermesi sonucu sonlandırılmış olmasıdır. Bu örnek, bazen demokrasiyi savunmak
niyetiyle hareket ettiklerini söyleyenlerin, demokrasi düşmanı kabul ettikleri kimseler kadar ve hatta
daha daha fazla anti-demokratik uygulamalara imza atabildiklerini göstermektedir. Ancak, şüphesiz
Mcchartyizm’in demokratik rejimin kendisine güveni ölçüsünde düşmanlarına tolerans
gösterebileceği yorumundan hareket ettiği de iddia edilebilir.
Bu uygulamaların muhtemel bıçak sırtı sonuçlarından birisi kendilerini yasal yoldan ifade
edemeyen yahut ciddi kısıtlamalara maruz kalan fikirlerin ve örgütlenmelerin illegal faaliyetlere ve
yeraltına itilmesi tehlikesidir. Bu tür faaliyetlerin hem kontrolü zordur, hem de siyasi zeminde yer
alamadığı için şiddete yönelmesi daha olanaklıdır. Avrupa’da ve dahi Türkiye’de aşırı milliyetçi
politikaları savunan partilerin yer altına inmemesi için seçimlere girişine mümkün mertebe müsaade
edilmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir görüşe göre ise birçok insanın düşüncelerini ifade etme
şevkini kırmadan bir fikri cezalandırmak mümkün olmadığı gibi, devrimci fikirler politik ve ekonomik
süreçler için yok edilmesi göze alınamayacak faydalı eleştiriler getirebilirler, eğer bu tür görüşlerin
ifade edilmesi engellenirse hem toplumun bu tarz fikirlerin varlığından haberdar olması hem de fikir
sahibinin ikna edilerek demokratik süreçlere dahil edilmesi zorlaşır.
Almanya, İtalya, Fransa, Polonya, Bulgaristan, İspanya, Macaristan ve Ukrayna gibi birçok
Avrupa ülkesinin anayasalarında ırkçılık, faşizm, sağcılık, solculuk ve nasyonel terör şiddeti gibi
konulara yönelik militan demokrasi formları bulunmaktadır. Ayrıca 1990’ların başında komünist tek
parti yönetiminden demokrasiye geçen Doğu Avrupa ülkelerinin anayasalarında da bu tür
düzenlemeler yer almaktadır. Avrupa Konseyi’nin hukuki konulardaki danışma kurulu olan ve Doğu
Avrupa ülkelerinin anayasalarının yapımında önemli rol oynamış Venedik Komisyonu, 10 Ocak 2000
tarihinde bir rapor yayınlayarak literatüre ‘Venedik Kriterleri’ olarak geçen siyasi partilerin
kapatılması ve kısıtlanmasına yönelik genel ilkeleri belirlemiştir. Bir ülkede siyasi parti kapatılmasına
karar verilirken koşulların gözetilmesi gerektiğine ve göreceliliğe dair vurgunun yapılması dikkat
çekicidir;
“Hükümetler ya da devletin diğer organları yetkili yargı organından bir partinin
yasaklanmasını ya da kapatılmasını istemeden önce, ülkenin durumunu dikkate alarak, söz konusu
partinin özgür ve demokratik siyasal düzen için veya kişi hak ve özgürlükleri için gerçek bir tehlike
oluşturup oluşturmadığını, bu tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip engellenemeyeceğini
değerlendirmelidir.”
Almanya’nın militan demokrasiyi en yüksek düzeyde kurumsallaştırma çabalarına ve nispeten
demokratik kültürün yerleşikliğine rağmen 1990’lardan sonra neo-faşizmin yükselen bir realite haline
gelmesi yasal tedbirlerin tek başına yeterli olmadığını, göçmenlerin can ve mal güvenliğine yönelen
kundaklama vakıaları ve cinayetlerin önünün alınamadığını söylemek mümkündür. Üstelik
Almanya’da 1950 yılında antidemokratik unsurlarla mücadelenin gerekleri gözetilerek kurulmuş
Bundesamt für Verfassungsschutz(BfV-Anayasayı Koruma Dairesi) adında özerk ve geniş yetkilere
sahip bir yapı mevcuttur ve görev alanını genel olarak aşırı sağ, aşırı sol, radikal islamcı
örgütlenmelere karşı tanımlamıştır.1964 yılından beri faaliyetini sürdüren Alman Milli Demokratik
Parti’nin(NPD) kapatılması için 2003 yılında Alman anayasa mahkemesine başvurulmuş, mahkeme
BfV ajanlarının partiye sızarak kapatma davasında delil olabilecek söz ve eylemlerde bulundukları için
usulen talebin reddine karar vermiştir.Yani, devletin bir birimi militan demokrasinin uç bir noktası
olarak NPD’nin kapatılması için delil üretme faaliyetinde bulunmuştur. Alman anayasa mahkemesinin
kararıyla devletin imkanlarını kullanarak kendi hukukunu dayatması önlenmiş görünmektedir. Ayrıca,
2000-2006 yılları arasında 8 Türk, 1 Yunan kökenli Alman vatandaşının ölümüyle sonuçlanan olaylarda
BfV’nin de dahli yahut ihmali olduğu iddiaları, sol görüşlü siyasetçilerin dinlendiği gibi iddialar
kurumun varlığını ve yetkilerini sorgulamaya açmıştır.
Avusturya örneğinde ise, Avusturya Özgürlük Partisi’nin(FPÖ) öncülüğünde yükselen aşırı sağa
karşı Loewenstein’ın aslen 1930’ların küresel faşizminin koordinasyon kanallarına karşı önerdiği
küresel mücadele Avrupa Birliği ölçeğinde Avusturya’daki gelişmelere yönelik olarak uygulamaya
geçirildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkedeki siyasi denge Muhafazakar Halk Partisi ve Sosyalist
Parti arasındaki geniş çaplı mutabakat(Proporz) sonucu kurulmuştu. 1986 yılından itibaren Jörg
Haider’in liderliğinde bu kamusal ve toplumsal tabana yayılan koalisyonun oluşturduğu hoşnutsuzluk
FPÖ tarafından ırkçı, göçmen karşıtı, Avrupa Birliği karşıtı bir çizgideki siyasetin dinamiği haline
getirildi ve Kasım 1999 yılındaki seçimlerde FPÖ %27 oy alarak 2.Dünya Savaşı’ndan beri aşırı sağ
partilerin erişemediği bir sonuca ulaştı, hükümet ortağı oldu. Bu sonuç ülkenin Nazi geçmişiyle
hesaplaşmamış olduğu veya liberal kuramcılar tarafından FPÖ’nün eğitimsiz, alt sınıf kitlelerin desteği
nedeniyle başarı kazandığı gibi yorumların yapılmasına neden oldu. Ancak Belçika, Danimarka, İsviçre,
Hollanda, Norveç, İtalya ve Fransa gibi ülkelerdeki aşırı sağın yükselişi ve bu partilerin seçmen
kitlesinin bir çok kesimi kapsadığını gösteren sosyolojik incelemeler bu tezleri hükümsüz kılıyordu.
Burada Avusturya’nın 1938’de tamamen gönüllü bir biçimde kendisini Nazi Almanyası’na teslim
etmesine rağmen(Anschluss) 1955 yılında müttefiklerle imzalanan Belvedere anlaşmasında ülkenin
‘Nazizmin ilk kurbanı’ olarak betimlenmesinin gerçekleri örtücü ve geçmişle hesaplaşmayı önleyici bir
etkisi olduğu, Haider’in başarısında bu yadsımanın nispeten etkisi olduğundan bahsedilebilir.
AB, Dünya Ticaret Örgütü vb. kurumlar militan demokrasinin uluslararası yüzü olarak ortaya
çıkmakta ve demokratik düzenlerin kapsayıcılığı ve dışlayıcılığı hakkında etkili kararlar almaktadırlar.
Avrupa Birliği, Avusturya hükümetine üç siyasi başlıkta toplanabilecek diplomatik müeyyideler
uygulamaya karar verdi. 1)14 AB ülkesi Avusturya hükümetiyle ikili ilişkileri askıya almış,
2)Uluslararası kuruluşlarda çalışmak için aday olan hiçbir Avusturya vatandaşlarına hiçbir destek
sağlanmayacağı beyan edilmiş, 3)Bu ülkelerde bulunan Avusturya elçilikleri ile yalnızca teknik
düzeyde temas kurulacağı vurgulanmıştır. Yani, AB Avusturya hükümetini diplomatik düzlemde meşru
görmediğinin altını çizmiş oluyordu. Bir bakıma bu ülkeler, Avrupa değerlerinin korunması ve ırkçılık,
göçmen düşmanlığıyla mücadele etmek için bu konularda fiiliyata geçmemiş ancak potansiyel tehdit
olarak görülen bir siyasi partinin de ortağı olduğu hükümete karşı diplomatik izolasyon uygulamak
yönünde birleşmiş oldular. Ancak yeni bir Avrupalı kötülük kaynağı ‘şeytan’ bulmanın sevincini
yaşayan basının da Avrupa kamuoyunu yönlendirmesiyle bütün Avusturyalıları hedef alan ve
Nazizmin ülkedeki etkinliğini kıramamakla itham eden bir kampanyaya dönüşmesi tehlikesi
belirdi.Ayrıca, AB’nin açıkladığı siyasi tedbirlerin 2.maddesinin Avusturya vatandaşlığını cezalandırıcı
bir tutum içerisine girdiği gözden ırak tutulmamalıdır. Bu durum militan demokrasinin siyasi ve
toplumsal tavır alışlara yansımasında denge unsurunun büyük önem arz ettiğini göstermektedir. Daha
önce İtalya’da neo-faşist olduğu düşünülen bir partinin hükümete katılması gerçekleşmiş, ancak bu
parti seçim kampanyası sırasında redd-i mirasını açıkça ifade etmişti.Dolayısıyla, bu tarz tedbirlerin
alınış biçiminde var olan siyasi koşulların ve tehdidin boyutunun değerlendirilmesinin önceliğe sahip
olduğu görülmektedir.
Avrupa ülkelerinin hiçbirinde militan demokrasi uygulamalarında ve siyasi partilere bakışta
laiklik tartışma konusu olmamıştır. Türkiye ve Hindistan özelinde ise militan demokrasi uygulamaları
militan laikliği de içerir bir biçimde tezahür etmiştir. Bir Hint Yüksek Mahkemesi yargıcının beyanına
göre Hindistan’daki yaygın kanaat Hindular’ın laik olmaları ve diğer dini azınlıkların da laik olmaları
için çaba göstermeleri gerektiğidir. Veit Bader’e göre laikliğin oldukça muğlak bir kavram olduğunu,
tanımının çok farklı şekillerde yapılarak siyasi bir mücadele aracına dönüştürülmesi mümkündür,
hatta militan demokrasi uygulaması olarak laikliğin anayasallaştırılması anayasanın özünü yok edecek
tehlikeli bir karışım meydana getirebilir. Bu karışım dini değerlere de dayanan politik topluluklara,
partilere, seçilmiş vekillerine, kurulan hükümetlere engel olabilir.
Demokrasiyi korumak için girişildiği öne sürülen uygulamalarda ülkenin siyasi koşullarına ve
demokratik gelişmesine vurgu yapıldığına değinmiştik. Bu dengenin kurulmasında ‘anayasa
mühendisliği’nin ve güçlü siyasi aktörlerin başarısı kadar, toplumsal ve kültürel koşulların da
öneminin olduğu savunulmuştur. Fransa’nın halen uygulamakta olduğu monolitik laiklik anlayışının
Avrupa’nın çok kültürlü toplumları için ‘dar’ geldiği, Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri için kilise ile devlet
arasına duvarlar örmenin gerekmeyebileceği ancak diğer ülkelerde böyle duvarların yararlı olabileceği
savunulmuştur. Bu görüşe göre İslamcılıkla laik devlet fikri arasında bir savaşın yaşandığı Türkiye gibi
ülkelerde ‘monolitik laiklik’e ihtiyaç duyulabilir. Anglosakson tipi laikliğin Türkiye’ye uygun
düşmeyeceğini savunanlar da aynı bakış açısından hareket etmektedirler. Farklı bir görüş, anayasal
laikliğin liberal yapı ile demokratik yapı arasındaki gerilimi gizlemeye meyilli olduğu ve bu ikisi
arasındaki dengeyi çürütebileceği yönündedir.Andras Sajo’nun anayasal laiklik tanımı, aydınlanmacı
monolitik laiklik anlayışına tastamam bir örnek teşkil etmektedir; “Laiklik çok çeşitli, farklı fakat
birbirine bağlı modernleşme teorilerinden/ideolojilerinden gayet iyi bilinebilecek, lineer ve gelişimci
ilerleme, mantık, aklın üstünlüğü, bilim, insanlık, eşitlik ve demokrasi ideallerine bir basamak teşkil
etmektedir ki bu aynı zamanda liberal demokratik anayasalcılığın sosyal, siyasi ve aynı zamanda
epistemolojik normatif önkoşullarını içerir.”
Türkiye Anayasa Mahkemesi, 1962 yılındaki kuruluşundan itibaren 5’i laiklik ilkesini ihlal ettiği
gerekçesiyle olmak üzere 24 partinin kapatılması yönünde karar vermiştir. Bu sayı, Avrupa’da
2.Dünya Savaşı sonrası kapatılan siyasi partilerin sayısının sadece 3 olduğu göz önüne alındığında
antidemokratik tehditle mücadelede konulan sınırların yerindeliği açısından düşündürücüdür.Uygun’a
göre Siyasi Partiler Kanunu’nda rejimin korunmasına yönelik olmayan kısıtlama ve yasaklamaların
yoğunluğu, bu kanuna mücadeleci demokrasiden çok mücadeleci devlet anlayışının hakim olduğunu
göstermektedir. Modernleşme sürecini yaşayan toplumlarda güçlü kitle partilerinin yokluğu ve ortaya
çıkışlarının sürekli kesintiye uğratılması şahıslar üzerinden etkinliğini sürdüren ve kurumsallaşmamış
partilerin varlığını doğurur. Böyle bir siyasi atmosfer ise, toplumun etnik ve dini kimliklere göre
saflaşarak siyasi tercihlerini bu çatışmalar üzerinden belirlemesini beraberinde getirir.Türkiye’de
yaşam tarzları üzerinden yürüyen saflaşmaların da bu varsayıma örneklik teşkil ettiği açıktır.
Üstelik, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi laikliği, makul bir sivil yaşam formu olarak
konumlandırılmıştır. 1995 yılında ‘yasaklanan eylemlerin odağı olma’yı somutlaştıran Siyasi Partiler
Kanunu maddesini Refah Partisi’nin kapatma davasını görüşürken, yerine konulan maddeyi Fazilet
Partisi davasını görüşürken iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin kanundaki sınırlamalardan
kurtulup kendi takdir yetkisini genişletmek için büyük bir çaba içine girdiği anlaşılmaktadır. RP’nin
laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak gerekçesiyle kapatılması, RP mensuplarının başvurusu üzerine
AİHM tarafından iki kez incelenmiş 31 Temmuz 2001 ve 13 Şubat 2003 tarihli iki kararla
neticelenmiştir. AİHM ilk kararda RP’nin çok hukuklu sistemi ve şeriat düzenini savunması, ayrıca
şiddeti reddetmemesi nedeniyle kapatılmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı
düşmediğine hükmetmiştir. Ancak mahkemenin 11 Eylül saldırılarından sonra verdiği ikinci kararda
RP’nin demokrasiye ve AİHS değerlerine aykırılığının altını daha keskin çizgilerle çizmiş olması, siyasi
atmosferin hukuki belgelere yansımasını gözlemlemek açısından dikkat çekici bir örnektir. 2005
yılında Fazilet Partisi mensupları, AİHM’e kapatma kararının iptali için yaptıkları başvuruyu geri
çekerken, Avrupa’nın aşırı sağ ve sol partilere daha hoşgörülü davranıp Müslümanlar tarafından
yapılan başvurulara önyargılı yaklaştığını ve çifte standart uyguladığını savunmuştur.
Mcchartyizm, BfV örneği ve militan demokrasinin militan laiklik olarak belirmesi Romalı
Juvenalis’in meşhur sözünü hatıra getirmektedir; ‘quis custodiet ipsos custodes?’(koruyuculardan kim
koruyacak?)
4. Militan Demokrasinin Problemleri
a. Hukuk İçtihadları ve Yargısal Aktivizmin Merkezileşmesi Açısından
Tocqueville demokrasinin gelişimi için en gerekli şeyin hukuki denetim olduğu görüşünü şöyle
ifade eder: “Yürütmenin/yasamanın her şeyi yapmaya hakkı varmış gibi, çoğunluk olmasına
dayanarak canının her istediğini yapmaya hakkı yoktur. Çoğunluğun egemenlik talebinin sınırını hukuk
çizer. Parlamento, çoğunluğun elinde olan yasama organının tiranlığa karşı en etkili güç, bağımsız
yargıçların yaptığı hukuki denetimdir.” Rus avukat Mirkine-Guetzevitch’e göre, anayasa bilimi
hürriyetin tekniğidir.Sistemin korunması, çoğunluk iradesinin bazı durumlarda kendini kabul
ettirememesi hedefinden değil daha temelde tehlikeli olan kararların çoğunluk olarak hiç
alınamaması hedefinden başlar.Mesele ‘Kim yönetmeli?’ sorusundan hareketle değil, ‘siyasl
kurumları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerinden minimum zarar vermeleri
sağlanabilsin?’ hareketle tartışılmalıdır ve tiranlıktan sakınmak için demokrasinin hukukla, kanunla,
anayasayla, yargı kurumlarıyla denetlenmesi elzemdir. Hatta demokratik yöntemlerle iktidara gelmiş
bir hükümetin halkı işaret ederek meşruiyetini tanımlamasının hak hukuk tanımama noktasında en az
otokratik yönetimler kadar tehlikeler barındırdığı savunulmuştur.
Bu bölümün (b) kısmında üzerinde duracağımız Rawls’un kamusal akıl tezi de yargısal
aktivizmin çoğunluğun dinsel fanatizme, azınlıkların sindirilmesine, devletin özel yaşama
müdahalesine common good adına meydan okunmasında kritik bir rolü olduğunu vurgular, Yüksek
Mahkemenin kamusal aklın işlevsel bir örneği olduğunu savunur. Kamusal aklın herkesten çok
yargıçlar için geçerli olduğuna inanır. Liberal demokrasinin işleyişinin ve özellikle temel hakların yargı
yoluyla korunmasının gerekliliğine dair yaygın bir mutabakat bulunmakla birlikte bunun muhtemel
sakıncalarının neler olabileceği konusunda da çeşitli görüşler mevcuttur.
Günümüze kadar gelen insanlığın siyasi tecrübesinin demokratik sistemlerde çoğunluğu
sınırlamak için uygun gördüğü yol, halkın ve temsilcilerinin kamusal kararlarına tabi olmayacak
hususların çerçevesinin anayasalarla çizilmesidir. Ancak liberal anayasacılıkla demokrasi arasındaki
gerilim birinin diğerine baskın gelmesi ve rejimin anayasal demokrasi olmaktan uzaklaşması gibi
muhtemel sonuçları olabilir. Hukuki denetimin dayandığı metinler olan anayasaların da aslında politik
metinler olması anayasa yargısını da politikleştirip, yargı bürokrasisini siyaset belirleme görevine
ortak etmesi mümkündür. Devleti ve anayasayı yine anayasayla korumak için yasal alanın anayasa
ideolojisine göre şekillendirilip aykırı düşen akımlara kapatılması Schmitt’in ‘politik anayasa’ tanımına
uygun düşer.
Tüm anayasalarda pratikte birbiriyle çelişecek haklar ve ilkeler bulunmaktadır. Güvenli
yaşama bireysel özgürlük hakkıyla, bireysel haklar toplumsal haklarla ve ifade özgürlüğü ayrımcılığa
uğramama güvencesi ile uygulamada çelişebilir. Yargı ile siyaset arasındaki mevzubahis çatışmada
olduğu gibi, bu tip durumların çözümü için de bir ahlaki ilkeler hiyerarşiyi oluşturma yoluna
gidilmektedir. Ancak yazılı olandan bağımsız bu tarz bir hiyerarşi oluşturmak çatışmanın kurumsal
açıdan tekrar edilmesi anlamına gelir. Her durumda geçerli olabilecek bir düzenlemeye ulaşılabileceği
düşüncesi tartışmalıdır.
Bir yanda halk adına hareket eden temsilcilerin öte yanda anayasayı koruma adına müdahil
olan görevlilerin arasında oluşan gerilim, liberalizmle demokrasi arasındaki gerilimin yargıya
yansımasıdır. İbrenin yargı yönünde harekete geçerek, siyasetin alanını meşru görülenden daha fazla
daraltıcı bir konuma gelmesi ve bu durumun süreklilik arz etmesi Yunanca ‘krito’(hakim) ve
‘arkhe’(hükümet) anlamındaki ‘kritarşi’, yargıçların iktidarı anlamında ‘jüristokrasi’ ya da bu terimle eş
anlamlı olarak kullanılan ‘dikastokrasi’ kavramlarıyla ifade edilmektedir. Hobbes’un Leviathan’da sarf
ettiği ‘yasayı yapan hakikat değil, otoritedir.’ sözünün ve aslında yasaların değil insanların yönettiğine
vurgu yapan bakışının yasayı yorumlama ve uygulama ölçütüne de genişletilip bu fiillerin hakikat ve
adalet arayışı olarak değil, bürokratik otoriteyi sağlamlaştırma isteği olarak belirmesi mümkündür.
Söz konusu sakıncaya dikkat çekmek için ‘seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü’ olgusu vurgulanmıştır.
Özgürlüğü yok etme özgürlüğünün olamayacağı ilkesinin, yargı düzleminde mevcut düzeni
demokratik yollarla değiştirme özgürlüğünün olamayacağı anlayışına tahvil edilmesi bir başka
otoriterlik biçimine açılan kapıdır.
Yargı kararlarını tartışmaya açmanın beyhude bir çaba olduğu üzerine Çağlar’ın Yargılama
Sanatı Üzerine Deneme adlı eserin önsözünden aktardığı şu görüşler yargının merkezileşmesi
tartışmasının bir yönünü vurgulamak açısından pek ilginçtir; “Bir ülkede boş zamanlarını yargıçları ve
kararlarını yargılamakla geçiren iyi niyetli insanlar her zaman olmuştur. Çoğu kimseler yargılama
sanatı için ‘doğal sağduyu’yu gerekli ve yeterli sanırlar. Yasaları bilmeden konuşurlar.” Bu görüşler
yargı için tartışılamaz özel bir alan yaratarak, insanların adaletle ilgili fikirlerinin yargı kararları
karşısında hükümsüz kalması anlayışının –bu anlayışın tarihteki örnekleri de göz önüne alındığında-
dehşet verici bir anlatımıdır. Genelde bütün yargılama usulleri için böyle bir tehlikenin varlığı mevcut
ise de anayasa yargısı için öz konusu olduğunda bu durum, derin siyasi bir çatışma niteliği kazanır.
Anayasa yargısı temellendirmesinde genel olarak yasaların yapılış süreçlerinin ahlaken ve
siyaseten daha yetkin olan yasama erkine bırakılması, çizilen yasal çerçevenin yorumlanarak
somutlaştırılmasının ise yasaların doğru anlamını belirlemede daha yetkin olan yargı erkine
bırakılması görüşü hakimdir. Ancak, yargı denetimini değerlendirirken haklar konusunda bir
toplumda muhtelif görüşlerin varlığı, bu konuda yargının toplumla temasının yasamanın imkanlarına
göre daha az olduğu ve somut durumları değerlendirebilmek için bu iletişimi kurmasının güçlüğü göz
önüne alınmalıdır. Yasama organında aleni ve topluma hesap verici bir tartışmanın oluşması
durumuna karşılık, yargı kararlarında kanunların yorumunu siyasi bir görüş kapsamında yapan yargı
aklının göreceliliğinin kararda etkinlik göstererek kendini –tartışmasız- dayatması söz konusu olabilir.
Nitekim; Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin verdiği kararlardan hareketle yapılan bir yorum,
hakimlerin genel eğiliminin kendi görüşlerini destekleyecek teorileri bulmak, kendilerini kabul
edemeyecekleri görüşlere götürecek teorilerden kaçarak uzaklaşmak yönünde olduğu şeklindedir.
Anayasa Mahkemesi kararlarının uzman hukukçular arasında bile pek tartışmaya açılmadığı göz
önüne alındığında verilen kararın arka planındaki siyasi görüşün mahkeme üyeleri dışındaki herkese
dayatılması, bir siyaset etme biçiminin ya da politikanın bürokratik organ tarafından engellenmesi,
engellenemiyorsa bariz biçimde şekillendirilmesi imkan dahilindedir.
b. Oyunun Kurallarının Tartışılmazlığı ve Liberal Değerler Hegemonyasının Merkezileştirilmesi
Açısından
Liberal demokrasinin ve liberalizmin değerlerinin güvenle yaşatılabilmesi için eninde sonunda
liberal bir topluma ihtiyaç duyulacağı, toplumda liberal eğilimlerin güçlü olmaması durumunda bunu
gerçekleştirecek siyasi kararlılığın tezahür etmesinin gerekliliği liberal düşünce geleneğinde çeşitli
biçimlerde ifade edilmiştir.
John Stuart Mill’e göre temsili demokrasinin yaşayabilmesi için, halkın benimsemek, korumak
ve üzerine düşen görevi yapmak noktasında istekli olması gerekir. George Sabine’e göre Mill,
kendinden önceki liberallerin göremediğini, liberal bir hükümetin ancak liberal bir toplum tarafından
omuzlanabileceğini farketmiştir. Ancak pedagojik bir yaklaşımla halkın kendi bağrından böyle bir
kültürü yeşertmesi ihtimalinden pek umutlu olmadığı için otoriter ancak özgürlüklere saygılı bir
yönetimin ipleri –en azından bir süre- eline almasının gerekliliğinden dem vurur. Mill’in bireysellik
idealinde derinlikli amaçları inceleyen bir düşünce biçimi olarak ahlakilik mevcuttur. Yönetimin
uygulamalarının sonuçlarına bakarak değerlendirme eğiliminde olduğu için demokratik süreçlerle
oluşturulmuş ancak özgürlükleri tehdit eden iktidarların yerine böyle bir yönetimi yeğleyeceği iddia
edilebilir. Çünkü, liberalizme göre hükümetin kendini dayandırdığı ilkeler, hükümetin şeklinin ne
olduğundan daha az önemlidir. T.H.Green ise pozitif özgürlük kavramını tanımlarken siyasi erklerin
özgürlükleri arttırıcı öncül müdahalesinin bireyleri özgürlüklerini kullanabilmeleri için eyleme
muktedir hale getirilmelerinde önemli bir rolü olduğunu vurgular.
Militan demokrasi uygulamalarının bu korumacı ve toplumlara yol gösterici refleksin fiiliyata
dökülmüş hali olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu fiiliyatı etkilemek açısından daha avantajlı
olanların kendi iyi ve doğru anlayışlarını demokrasinin yerine geçirerek merkeze aldıkları değerlerin
ve yaşam tarzlarının militanlığını yapmaları olasıdır. Fakat, söz konusu öznel değerler, liberalizm üst
başlığı altında da savunulabilir.
Walzer’in(1998) basketbol misali üzerinden liberal demokratik sistemin güvenlik anlayışını
resmetmesine değinmiştik. Buradan yola çıkarak denilebilir ki; liberal demokrat teoriler, oyun içindeki
tartışmalara ve farklı oynama biçimlerine izin vermekle birlikte oyunun kuralları ve kuralların
dayandığı ahlaki değerlerin tartışılmasını çizgi dışına çıkmak olarak kabul ederler. Bu nedenle liberal
demokrasi tecrübesi Locke’un özgürlükleri ve sivil toplumu önceleyen görüşleriyle Hobbes’un
özgürlüklerin doğurduğu düzensizliğe karşı devleti önceleyen görüşleri arasındaki hatta salınım
göstermiştir. Demokratik kurumlar da hem sivil toplumun sesini duyurabileceği hem de
denetlenebileceği şekilde düzenlenme eğilimindedir. Liberal demokrasinin kurumsallaştırılmasında
bazı varsayımlardan hareket edilmektedir ancak birçok pratik mülahaza liberal teoride yer bulmasına
rağmen ilkesel tartışmaların yokluğu söz konusudur. Churcill’in öne sürdüğü mantıkla demokrasinin
şimdiye kadar denenmiş yönetim biçimlerinin en iyisi olduğu savunusu bir kurumsallaştırmanın
düşünsel temelini oluşturmak için yetersizdir.
Liberalizmin saçma öğretiler, anlamsız düşünceler, batıl inançlar için hatta topluma açıkça
zararlı sayılan doktrinler ve liberalizmin bizzat savaştığı gruplar için hoşgörü talep ettiği iddia edilir.
Fakat bunun hangi sınırlarda gerçekleşeceğinin, hoşgörü paradoksunu ele alırken tartıştığımız gibi
ilkesel açıdan değil sosyal barışı sağlamak ve korumak gibi pratik politik gerekçelerle belirlendiği
görülmektedir. Biri ötekilere karşı hoşgörüsüzlüğe cüret ederse, ya da geniş anlamda demokratik
süreçleri antidemokratik amaçlar için kullanmaya başlarsa ona haddinin bildirilmesi gerekir. Makul
olmayan, irrasyonel, hatta ‘deli saçması’ doktrinler ancak toplumsal birliğe ve toplumsal adalete zarar
vermeden varlıklarını sürdürebilirler. Bir toplumda düzenin istikrarının sağlanabilmesi açısından
muhalif bir azınlığın itaate zorlanmak zorunda olduğunu, modern bir toplumun yurttaşların bir kısmını
baskı altında tutmadan siyasi amaçlarını gerçekleştirebileceğini düşünmenin imkansız olduğunu
belirten Laski yeterince açıksözlüdür. Her toplumsal uyum, bu uyumu reddedenlerin bastırılması
pahasına gerçekleşir. Bu anlamda nesnel olduğu iddia edilen her kurallar sistemi bir baskı biçimini de
barındırır.
Bu merkeziyetçi tutumun sakıncalarına dikkat çekmek adına özgürlükçülüğün iki farklı
alternatifi üzerine eğilen bir görüş de mevcuttur. Bir yanda liberal ilkeleri savunmayanlara dahi
müsamaha gösterilmesini öneren ancak toplum ve bireyler açısından liberal ilkelerin benimsenmesini
ve uygulanmasını sağlayamayan Hürriyet Federasyonu ve hürriyetin aslında ne anlama geldiğini
tanımlayan ve idari otorite vasıtasıyla toplumun tüm üyelerinin bu tanımlamanın gereklerine riayet
etmesini öngören Hürriyet Birliği tasnifi ile beliren bu sınıflandırma tartıştığımız konuyu açımlamak
açısından işlevseldir. Kukathas, Birlik savunucularının tek bir hürriyet anlayışının ve bunun
yorumlanmasında idari bir tekelin olmayışının hürriyetin bir toplumda yalnızca sözde kalacağına
neden olacağına düşündüklerini belirtir. Militan demokrasinin bir takım uygulamalarının, temelde
Hürriyet Birliği metodunun toplumun tüm kesimlerinde liberal değerleri hakim kılmayı amaçlayan
içeriği yönünde harekete geçtiği söylenebilir. Bu anlayışın siyasete hakim olması, aslında liberal
değerleri benimsemeyen hiçbir grubun meşru bir politik aktör olarak görülemeyeceği bir siyasi
kültüre yol açabilir. Özgürlükçü bir ortodoksinin de bir ortodoksi olmaktan kurtulamayacağını ve
aslında belirli bir görüşe sahip olanların gücü ele geçirerek kendi hürriyet yorumlarını dayatmasının
mümkün olduğunu vurgulayan Kukathas, haklıdır.
Kantçı yaklaşım bir toplumda farklı düşüncelerin varlığı ve bunlar arasındaki muhtemel
çatışmaların üstesinden ‘aklın yolu bir’ anlayışıyla gelmeye çalışır. Kant’ın felsefi izleğini paylaşan
Rawls siyaset felsefesinin bu kadar iddialı olamayacağını savunsa da ‘havada serbestçe asılı duran’ bir
arabulucuğu üstlenir.Kamusal akıl düşüncesinin mihenk noktası olduğu bir tarafsızlık teorisi kurmaya
çalışır. İtiraz edilemez, ahlaki ve tarafsız bir konsensünün temelini oluşturacak ilkeler ve kurumsal
düzenlemeler listesi oluşturmaya çalışır. Barber’e göre çekişmeli, tutkulu, retorik, duygusal öğeler
kamusal akla dahil olmaz.Ancak temelde makul olan-olmayan taraflar, makul olan- olmayan
doktrinler ölçütüne göre tasavvur edilen bu teorinin makuliyet ve dolayısıyla meşruiyet ölçütü nedir?
Rawls’a göre her kapsamlı doktrinin özgürlüğü ve eşitliği gerçekleştirmek için anayasal
demokrasiyi kabul etmek dışında başka bir yolu olmadığını anlamaları gerekir. Mesela, dinsel bir
doktrin anayasal demokratik rejimi kabul etmek için ‘Tanrı’nın özgürlüğümüze koyduğu sınırlar
bunlardır’ diyerek dini bir referansla hareket edebilir, Marksistler ise başka bir referansla hareket
edebilir, bu temelde bir sorun oluşturmaz.Türkiye’de müslümanların İslam fıkhındaki Şura ilkesi ile
parlementer demokrasiyi temellendirmeye çalışmaları da bu bakış açısının tuhaf sonuçlarından
biridir. Aslında pratikte yalnızca gerekçelerde farklılaşmaya izin vermek, var olan anayasal
demokrasinin temellerini tartışmaya izin vermemek demektir. Liberal demokratik kurumları
rasyonalitenin bir sonucu olarak sunmak bu kurumları maddeleştirir, dönüştürülmelerini olanaksız
kılar. Rawls’ın önerdiği gibi Marksist ile mümin arasında ortaklaşılabilecek bir siyasi kamusal-sosyal
alan ve mutabakat sağlanamayacak bir politik-özel alan ayrımına gitmek de mümkün değildir. Ahlaki,
felsefi ve dini konularla sınırlı olacağı öne sürülen özel alanın politik alana yansımama olanağı yoktur.
Bu ancak tartışılabilir olanla tartışılamaz olan arasında bir sınır çekmenin ifadesi olabilir ve
tartışılamaz olanı tartışmaya çalışanlara karşı bir baskı olarak belirir. Çünkü, kişiler siyasal alanda –
vatandaşlar, yönetenler, yönetilenler, müttefikler, muhalifler- gibi etiketler altında karşı karşıya
gelirler. Siyasal alandan soyutlama yaparak evrensel insanlar arası eşitlik yaratmak söz konusu
olamaz. Liberal demokrasinin siyasal düşmanları düşmanlarından arındırarak ekonomik rakiplere ve
tartışmacılara dönüştürme, yani meseleyi ekonomik ve entelektüel bir düzleme çekme gayreti siyaset
alanında anlamsızdır.
Rawls, demokratik ideal hükümete ait normatif anlayışın çoğunlukta ve egemen olduğunu
varsayarak ve ‘makul olmayan’ doktrinleri yok sayarak hareket ettiğini itiraf eder. Kamusal
kapsayıcılığa haiz bir gerekçelendirme aramanın, herkesi kapsayıncaya kadar genişletilmesinin
mümkün olmadığını ifade eder. Liberal değerler ahlaki makuliyetin ölçütü olduğundan siyasal düzeni
farklı değerlerinin örgütlemesine inananların itirazı geçersizdir. Ona göre demokratik toplumu
desteklemeyen ‘partizan’ doktrinler makul sayılamazlar ve anayasal kurumlara ancak bir modus
vivendi(geçici anlaşma) ölçüsünde tabi olurlar, kamusal aklın işlerliği ve meşru hukuk için tehdittirler.
Kalıcı işbirliğine yanaşmayan, yani liberal değerleri benimsemeyenler makul addedilemezler. Yani,
makul-makul olmayan ayrımının hedefi, liberal görüşü benimseyenlerle benimsemeyenler arasına bir
sınır çizgisi çekmektir.Rawls, yaptığı ayrımı temellendirebilecek bağımsız bir akli veya ahlaki bir
tutumu tanımlamaktan kaçınsa da böyle bir dünya görüşü olmadan ‘makul/makul olmayan’ ayrımı
yapabilmek imkansızdır. Pratikte Popper’in hoşgörü paradoksuna verdiği cevabın bir başka biçimini
yansıtan bu görüşler, ahlaki tarafsızlığı sağlamadığı yönünde eleştiriye açıktır ve dışlayıcı bir yaklaşımı
işaret eder.
Liberallerin ‘pratik aklın özgür kullanımı’na dayanarak uyguladıkları dışlama pratiği, ‘basit ve
makul çoğunluk’ ayrımına gidilerek rasyonel süreçlerin işletilmesiyle iktidar ilişkilerinden bağışık bir
meşruiyet kazandırmaya çalıştıkları görülür. Liberal bir demokrasi, demokratikliğine halel getirmeden
toplumun bir kısmını dışlayabilir, dışladığı toplumu çeşitli şekillerde tasnif edebilir; barbar, uygarlık
düşmanı, karşı devrimci, özgürlük karşıtı ya da makul olmayan. Schmitt’e göre liberal bireycilik, çeşitli
propaganda yöntemleriyle ahlaki birpathosun siyasi emellere alet edilmesi potansiyelini içinde
barındırır. 16.yüzyılda teolojinin yerine metafiziği, 18 yüzyılda metafiziğin yerine hümanizmi,
19.yüzyılda temele mülkiyetin paylaşılmasını koyan ve bu temellendirmelerle çatışmaları sona
erdireceğine düşünen denemeler söz konusudur. Farklı bir aşamaya geçilmiştir ama çatışmaların
politik niteliğinin meşruiyetinin reddedilerek ‘nötralize ve depolitize edilmeleri’ istemi liberal
demokratik değerlerin rasyonalist şemaları vasıtasıyla devam etmektedir.
Schmitt’e göre politik kendilik, doğası gereği insanlığın tümünü kucaklayan bir evrensellik
taşıyamaz. Siyasi alanda çatışmaların reddedilmesi, dışlamanın fiiliyatta uygulanıp dışlamanın
reddedilmesi aslında liberal değerlerin ahlaki bir referans olarak kendini ortaya koyması anlamına
gelir. Çatışan görüşlerin keskinliğinin geçici olduğuna ve er geç bir potada eritileceğine karşı çıkmayı
antidemokratik olmakla itham etmeyi de beraberinde getirir. Çıkar ve değer çatışmalarını uzlaştırmak
için ortaya atıldığı belirtilen teoriler, aslında yanlı bir bakışı yansıtır ve gerçek bir seçme şansının
olmadığı, birbiriyle uyuşması mümkün olmayan tercihlerin kendilerini ifade etme kanallarını tıkayan
bir seçeneksizliğe yol açar. Ayrıca çatışma ahlaki bir alana aktarıldığında muhalif artık bütün imkanları
seferber ederek mücadele edilmesi gereken bir düşmandır. Hegemonyanın ötesinde kurulacağı
söylenen kozmopolit demokrasi söyleminin, insanlığın çıkarlarıyla kendi çıkarlarını özdeş kılarak
kendini perde arkasına gizleyen ekonomik ve entelektüel iktidarın yayılma ve küreselleşme kaygısını
yansıttığı öne sürülebilir.Derrida’nın ‘kurucu dışsal’ kavramının çağrıştırdığı biçimde her toplumsal
nesnelliğin iktidar eylemi aracılığıyla inşa edildiği ve dışlamanın izlerini de içinde barındırdığı
söylenebilir.İktidar ve gücün ötesinde bir norm dizisi oluşturmaya çalışmak, evrenselliğe başvuruyla
hegemonik iktidarı arıtmak, maskeleyerek genişletmek için biçilmiş kaftandır. Modern çoğulcu
demokrasilerin de nihayetinde güç ilişkilerine dayandığının inkarı, her tür meydan okumayı
gayrımeşru hale getirir. Hasımları ortadan kaldırmanın anahtarı olur.
Küreselleşmenin yürürlükte olan neoliberal biçimin alternatifi olmadığına ve bu olgunun
kabul edilmesi gerektiğine dair hakim söylem, Avrupa’da aşırı sağcı demagogların kitlelerin hislerine
tercüman olmasını beraberinde getirmiştir. Her anti-demokratik görülen ve makul sayılmayan akım
gibi, bu akımlara karşı da aslında basbayağı liberal demokratik değerlerden yana siyasal bir dışlama
izlenmesine rağmen bunun ahlaki bir hareket olduğu savunulmuştur. Militan demokrasinin, tehdit
algısıyla siyasi örgütlenmeleri ve partileri ‘karantina’ya alınması gereken hareketler olarak
tanımlasının gerisinde de aynı ahlaki öncülü görmekteyiz. Ahlaki evrenseli tanımlama arayışının,
totalitarizmin eleştiriye tabi tutulan bazı yönlerini tekrarlaması mümkündür.
İnsanlığın tek gerçeğinin liberal değerler olarak tanımlanmasının uluslararası alanda oldukça
belirgin yansımaları olmuştur. Modern savaşlarda kendilerini insanlık, özgürlük, demokrasi, barış gibi
değerlerle özdeşleştiren siyasi aktörlerin bu kavramlara tasallut ederek hareket ettikleri görülmüştür.
İlkesel meşruiyet temelinde odaklanan bu çatışmalar, yalnızca gücün değil bu değerleri tasarrufu
altına alma yeteneği göstermenin de bir arenası haline dönüşmüştür.Schmitt’e göre dost ve düşman
arasındaki ayrımın böyle çizilmesi kendi düzenini dayatma hakkını ve ödevini insan hakları
bağlamında sahiplenen liberal evrenselciliğin bir sonucudur. İtirazların iletilebileceği meşru kanalların
olmadığı, oyunun kurallarının tartışılamazlığının vurgulandığı bir uluslararası sistemde terörist
faaliyetlerin artışı şaşırtıcı değildir.
Liberal demokrasinin rasyonel bireyler tarafından tercih edilebilecek tek adil ve meşru model
olduğunun vurgulanması ve karşı çıkışların antidemokratik niteliği vurgulanarak militan demokrasi
uygulamalarıyla savuşturulması gerektiğinin savunulması eninde sonunda tek odaklı bir bakışın
hükümranlığının kapısını açar. Temelleri sorgulayan bütün muhalefet biçimleri ‘iletişimsel
rasyonalite’nin sınırlarını aşındırdığı için irrasyonellikle ya da geri kalmışlıkla suçlanır. Bir ülkedeki
gruplar ya da farklı ülkelerin toplumları liberal vizyonla değerlendirilerek bu misyonun gerekliliklerini
getirmesinin sadece zaman meselesi olduğu ve dünyanın sonuçta küresel bir mutabakata varacağı
yanılgısı tekrarlanır. Liberallerin tarafsız bir yerden konuştuklarını iddia ederek, muhalifleri
çerçevesini çizdikleri rasyonalitenin dışına atmaları Aydınlanma’nın ikiyüzlülüğünü çağrıştırır. Oysa var
olan değerler, kurumlar ve yaşam biçimleri, olası siyasal düzen ihtimalleri arasından birinin
gerçekleşmiş halidir ve bir inkar edilse de bir ‘dışsal kurucu’ mantığa dayanmak zorundadır ve
çekirdek bir ahlak yaratma girişimidir. Demokrasiye sadakat ve kurumların değerine inanç
Wittgenstein’ın ifadesiyle ‘bir referans sistemine tutkulu bağlılık’ olarak belirir.
Yasaları kimin yorumladığının önemi olduğu gibi, Schmitt’e göre rasyonalitenin ölçütlerini ve
makuliyeti kimin yorumladığı, tanımladığı, kullandığı da kritik önemdedir. Gerçek iktidara-özelde
entelektüel iktidara- sahip olanın kelimelerin anlamlarını da verdiği –Sezar’ın dilbilgisinin de hakimi
olduğu- kabul edildiğinde bu daha iyi anlaşılır.Wittgenstein’a göre terimin anlamında mutabakat dahi
yeterli değildir, pratik kullamında da mutabakat gerekir.Bu tarz ayrımlar siyasi çatışmaların
ifadesidirler ve dil oyunlarına, dil oyunlarının inşa ettiği sağduyuya bağlıdırlar. Aslında makuliyet
olarak tanımlanan, söylemler ve pratikler topluluğunun kalıcılaşarak, istikrarlı hale gelerek bir grup
insan tarafından –bir bakıma liberal demokratlar tarafından- içselleştirilmesinden başka birşey
değildir. Meşru olan ile olmayan arasında konulmaya çalışılan sınır politiktir ve tartışmayı bitirmek
yerine küllendirme potansiyeli taşır.
Liberalizmin kendini hegemonik bir meşruiyetle dayatmasına getirilen eleştiriler çoğaltılabilir.
Ancak, liberal demokrasiye egemenlik teorisinin savunusu adına karşı çıkan Schmitt’in ve radikal
demokrasi adına karşı çıkan Mouffe’nin ağırlıklı tezlerinden yola çıkarak militan demokrasinin her
siyasi alanı daraltma girişiminin, liberal demokrasinin dışlama pratiğine uyumun pratik bir gereği
olduğunu söyleyebiliriz. Tartışılmaz alanlara radikal bir biçimde karşı çıkarken, yeni tartışılmaz alanlar
oluşturduğunu öne sürebiliriz.
Top Related