Militan Demokrasinin Eleştirisi

15
MİLİTAN DEMOKRASİNİN ELEŞTİRİSİ Ali ALTINTAŞ 1.Kavramın Tarihsel Kökenleri J.J. Rousseau’nun felsefi tezleri ile kılıcın ittifakını gerçekleştiren ve ‘istibdada karşı hürriyetin despotizmi’ni savunan Fransız Jakoben lideri Robespierre’in yoldaşı Saint Just’a atfedilen bir vecizedir; Pas de liberte pour les enemies de la liberte’(özgürlüğün düşmanlarına özgürlük tanınmaz). Jakobenlerin siyasi amaçlarıyla hiçbir ortaklık taşımamakla birlikte liberal demokrasilerin kendilerini ortadan kaldırma girişimlerine karşı bu söylemsel prensibe geri dönüş yapmaları söz konusudur.Çünkü, özgürlük hem bir nihai hedef, hem de bu hedefe ulaşılması gerekirken daima gözetilmesi gereken bir araç olma niteliği taşır. 1918’de monarşisinin çöküşünden bir yıl sonra Almanya’da parlementer demokrasinin temellerini atan Weimar Anayasası yürürlüğe girmiştir. Dönemin ceza kanunlarında devlet düzeninin daha çok bireysel eylemlerle tehlikeye düşürülebileceği öngörülmüştür. Hatta rejime tehdit, klasik anti-partizan görüşlere dayanılarak açıktan açığa propaganda yapan yasal siyasi yapılarda değil, yeraltı örgütlerinde aramaktaydı. Yani sisteme dahil ve aleni olmak, propaganda faaliyetlerini en geniş biçimde kullanarak toplumla çok daha geniş bir etkileşim kurmak zararsız görülüyordu. Ayrıca anti-demokratik fikirlerin ifadesi özgürlüğü ve örgütlenmesi özgürlüğü –dolayısıyla siyasi parti teşkil etmeleri- ayrımı ve ikincisinin liberal demokrasinin korunması amacıyla kısıtlanması, Weimar Anayasası’nın 48.maddesinde Cumhuriyet’i koruyucu nitelikte bir hüküm bulunmasına rağmen henüz yeterince gündemde değildir. Klasik liberalizmin siyasi yapıları toplumsal çerçeveden soyutlayarak koyduğu şablonlara göre yorumlaması da bir etken olarak belirir. Almanya özelinde totaliter devlet fikrine dayanan nasyonal sosyalizmin yeşermesinin siyasi koşullarına da değinmek gerekir. 1871’de Alman Birliği’nin Prusya Devleti çatısı altında sağlanmasından evvel Alman monarşisi farklı mezheplere mensup devletler federasyonundan oluşmaktaydı. Bismarck’ın şahsında güçlü merkeziyetçiliğe evrilen bu siyasi yapı, Versailles Antlaşması’yla sonlanan 1.Dünya Savaşı neticesinde Almanya’nın, Katolikler, Protestanlar, liberaller, sosyalistler, cumhuriyetçiler, demokratlar şeklinde bölünmesi ve yönetilemez bir parlementer yapıya bürünmesi anlamına gelmiştir. Weimar Cumhuriyeti’nin kendisine karşı çıkanlara alan açma çabasını egemenlik teorisi açısından sakıncalı bulan Carl Schmitt’e göre bu, parlementer demokrasinin otoritenin üzerinde uygulanan kişiden kaynaklanması gerektiğine ve kontrol işlemi tam da kontrol edilmesi gereken kişilere emanet edilirse herşeyin yolunda olacağına inanan sendikalizm düşüncesiyle bir bakıma örtüşmesi demektir ve H.Berthelemy’nin sendikalizm için vurguladığı gibi teorik olarak ciddiye alınamazdır. Atilla Yayla’ya göre Schmitt’in yaklaşımları da göstermektedir ki; Almanya’nın Nazizm’in pençesine düşmesini yalnızca anayasal tedbirlerin eksikliği ile yorumlamak mümkün değildir. Hukuk ve siyaset felsefesinin gelişim yörüngesine bakıldığında, Almanya gücü sınırlayan değil gücün aracı olan, gücü kontrol eden değil meşruiyetini güçten alan, hukukun gücüne değil gücün hukukuna

Transcript of Militan Demokrasinin Eleştirisi

MİLİTAN DEMOKRASİNİN ELEŞTİRİSİ

Ali ALTINTAŞ

1.Kavramın Tarihsel Kökenleri

J.J. Rousseau’nun felsefi tezleri ile kılıcın ittifakını gerçekleştiren ve ‘istibdada karşı hürriyetin

despotizmi’ni savunan Fransız Jakoben lideri Robespierre’in yoldaşı Saint Just’a atfedilen bir vecizedir;

‘Pas de liberte pour les enemies de la liberte’(özgürlüğün düşmanlarına özgürlük tanınmaz).

Jakobenlerin siyasi amaçlarıyla hiçbir ortaklık taşımamakla birlikte liberal demokrasilerin kendilerini

ortadan kaldırma girişimlerine karşı bu söylemsel prensibe geri dönüş yapmaları söz

konusudur.Çünkü, özgürlük hem bir nihai hedef, hem de bu hedefe ulaşılması gerekirken daima

gözetilmesi gereken bir araç olma niteliği taşır.

1918’de monarşisinin çöküşünden bir yıl sonra Almanya’da parlementer demokrasinin

temellerini atan Weimar Anayasası yürürlüğe girmiştir. Dönemin ceza kanunlarında devlet düzeninin

daha çok bireysel eylemlerle tehlikeye düşürülebileceği öngörülmüştür. Hatta rejime tehdit, klasik

anti-partizan görüşlere dayanılarak açıktan açığa propaganda yapan yasal siyasi yapılarda değil,

yeraltı örgütlerinde aramaktaydı. Yani sisteme dahil ve aleni olmak, propaganda faaliyetlerini en

geniş biçimde kullanarak toplumla çok daha geniş bir etkileşim kurmak zararsız görülüyordu. Ayrıca

anti-demokratik fikirlerin ifadesi özgürlüğü ve örgütlenmesi özgürlüğü –dolayısıyla siyasi parti teşkil

etmeleri- ayrımı ve ikincisinin liberal demokrasinin korunması amacıyla kısıtlanması, Weimar

Anayasası’nın 48.maddesinde Cumhuriyet’i koruyucu nitelikte bir hüküm bulunmasına rağmen henüz

yeterince gündemde değildir. Klasik liberalizmin siyasi yapıları toplumsal çerçeveden soyutlayarak

koyduğu şablonlara göre yorumlaması da bir etken olarak belirir.

Almanya özelinde totaliter devlet fikrine dayanan nasyonal sosyalizmin yeşermesinin siyasi

koşullarına da değinmek gerekir. 1871’de Alman Birliği’nin Prusya Devleti çatısı altında

sağlanmasından evvel Alman monarşisi farklı mezheplere mensup devletler federasyonundan

oluşmaktaydı. Bismarck’ın şahsında güçlü merkeziyetçiliğe evrilen bu siyasi yapı, Versailles

Antlaşması’yla sonlanan 1.Dünya Savaşı neticesinde Almanya’nın, Katolikler, Protestanlar, liberaller,

sosyalistler, cumhuriyetçiler, demokratlar şeklinde bölünmesi ve yönetilemez bir parlementer yapıya

bürünmesi anlamına gelmiştir.

Weimar Cumhuriyeti’nin kendisine karşı çıkanlara alan açma çabasını egemenlik teorisi

açısından sakıncalı bulan Carl Schmitt’e göre bu, parlementer demokrasinin otoritenin üzerinde

uygulanan kişiden kaynaklanması gerektiğine ve kontrol işlemi tam da kontrol edilmesi gereken

kişilere emanet edilirse herşeyin yolunda olacağına inanan sendikalizm düşüncesiyle bir bakıma

örtüşmesi demektir ve H.Berthelemy’nin sendikalizm için vurguladığı gibi teorik olarak ciddiye

alınamazdır. Atilla Yayla’ya göre Schmitt’in yaklaşımları da göstermektedir ki; Almanya’nın Nazizm’in

pençesine düşmesini yalnızca anayasal tedbirlerin eksikliği ile yorumlamak mümkün değildir. Hukuk

ve siyaset felsefesinin gelişim yörüngesine bakıldığında, Almanya gücü sınırlayan değil gücün aracı

olan, gücü kontrol eden değil meşruiyetini güçten alan, hukukun gücüne değil gücün hukukuna

inanan bir hukuk felsefesinin, yani Kant’ın fikirlerinden Schmitt’in fikirlerinin hakimiyetine geçen bir

düşünsel atmosfer içerisindedir. Alman entelektüelleri ülkenin kendi koşullarına uygun bir

demokratik rejimin imkanına inanmaya başlamışlardır.

Siyasi kutuplaşmanın yanı sıra, genç Alman kapitalizminin savaştan büyük yara alması ve bu

koşulların tetiklemesiyle oluşan toplumsal histeri faşizm için mümbit bir zemin oluşturmuştur. Faşist

örgütlenmeler Avrupa’nın bir çok ülkesinde 1929 Ekonomik Buhranı’nın da etkisiyle yükselen

‘komünist tehlike’ye karşı konumlandırmaktaydılar. Bu nedenle, 1930’larda bazı ülkelerde

komünizme karşı alınan tedbirler(örn; İsviçre) faşizme karşı kısmi bir körlüğü beraberinde getirmiştir.

Almanya ve İtalya’da zaferini ilan eden faşizm propagandası, bir kere tesis edilmiş liberal

demokrasinin sürekli aşamalar atlayarak ilerleyeceği ve sonuçta dünya çapında zafer ilan etmesinin

kaçınılmaz, buna direnmenin faydasız olduğu varsayımlarını alt üst etmiştir. Üstelik, Loewenstein

açısından İspanya’daki cumhuriyetçiler göstermiştir ki, liberal özgürlükler için savaşanların devri

kapanıp sosyal projeler için savaşanların devri açılmıştır.Bu sebeplerle liberal demokrasi romantik

tezlere değil kurumlaştırıcı ve ‘ateşe ateşle mukabele eden’ tezlere dayanmalıdır.Klasik liberalizmin

mantıktan çok retoriği, özgürlük savunusunun karşılaştığı güncel problemleri çözmeye çalışmak

yerine sloganları öncelemesi doğru bir tavır değildir. Bu hal ve şeraitte çözüm, otoriter ve disipline

edici tedbirleri barındıracak ‘militan demokrasi’dir ya da Alman dilindeki kavramsal karşılığı olarak

‘streitbare -mücadeleci- demokratie’. Böylece, Toplum Sözleşmesi’nde dile getirilen ‘seçim

sonucunda halkın tamamının oyunu alan, devamında demokrasiyi ilga ederek yeni bir sistem getirirse

ne olacak?’ paradoksuna uzun bir seçimler tecrübesinden sonra yanıt verilmiş oldu.

Federal Almanya’da 1949 Bonn Anayasası’na militan demokrasi anlayışının eklenmesinin

teorik çerçevesini oluşturanlar da III.Reich tarafından ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılan Alman

sosyal bilimciler olmuştur. Frankfurt okulunun temsilcilerinden olan Adorno, Horkheimer ve yine

Mannheim farklı açılardan bu düşünceyi temellendirmeye çalışmışlardır. Horkheimer, 1941’de anti-

semitik düşüncelere karşı kampanya yürüten ‘Council for Democracy’ organizasyonunun bir sorusunu

yanıtlarken antisemitizmle mücadele için öncelikle faşizmle militan politikalarla mücadele edilmesi

gerektiğini, Fransa’nın Almanya karşısındaki kolay yenilgisinin sebeplerinden birinin kamu

kurumlarında ve özellikle orduda faşizmin yayılmasını ve basında, toplumsal hayatta bu tür fikirlerin

güç kazanmasını engelleyemediği için gerçekleştiğini savunmuştur. Daha da ileri giderek toplumu

faşizme karşı savaşta antidemokratik metodların kullanılması gerektiğine ikna etmenin önemini

vurgulayarak güvenlikçi bir yaklaşım benimsemiştir. Meselenin bu yönüyle yasal ve askeri tedbirlerin

alanına sıkışması değil, toplumsal dinamikleri de gözeten bir tartışmaya evrilmesi söz konusudur.

Loewenstein’a göre, demokratik geleceği tehdit eden unsurlarla savaşmak için demokratik bir

devletin baskıcı yöntemler kullanması paradoksal bir durumdur.Walzer’in ‘Hoşgörü Üzerine’ adlı

eserinde bu paradoksal durum şöyle makul hale getirilmeye çalışılır; “Alternatif hareket ve partiler,

tıpkı bir basket maçında sayı kaydetmeye ve eğer becerebilirlerse kazanmaya hakkı olan rakip

takımların oyuncuları gibi emsal katılımcılardır; onlar olmaksızın basket oyunu imkansızdır. Sorun

ancak aslında oyunu bozmak ve durdurmak isteyen ama bir yandan da oyuncuların haklarından ,

oyunun kurallarından dem vuran insanlar varsa çıkacaktır. Programı bakımından antidemokratik bir

partinin demokratik seçimlere katılmasını yasaklamak da farklılığa hoşgörüsüzlük değildir, bunun adı

olsa olsa temkinliliktir.” Almanya özelinde demokratik köktencilik ve liberal körlük, teknik harikalar ve

duygusal kitleler çağının çocuğu olan faşizmin bir trojan atı gibi şehre girmesini sağlamıştır. Oyunun

kurallarını benimsemeyen siyasi oluşumların oyuna dahil edilmesi beklenemez. Demokrasi yeniden

tanımlanmalıdır; daha geçerli bir sosyal düzenleme ilkesi ortaya konulana kadar liberal akılla disipline

edilmiş bir otoriteler ittifakı, uluslararası faşist ittifak ağına karşı insan onuru ve özgürlük için harekete

geçmelidir. Böylelikle klasik liberal demokrasinin tevekkülünü reddeden bir dönüş gerçekleştirilmiştir.

Kapani’ye göre nasıl ki liberalizmin piyasa açısından öngördüğü ‘laissez faire’ ilkesi toplumun

ekonomik faaliyetlerinin devamlılığı ve düzeni için yumuşatılarak sosyal bir karaktere

büründürülmüşse, siyasi ‘laissez faire’in de demokratik düzenin devamlılığı için sınırlandırılması

makuldur. Mutlak ekonomik özgürlüğün, zenginlerin yoksulları ekonomik özgürlükten mahrum

bırakması söz konusu olduğu gibi, mutlak siyasi özgürlüğün de anti-demokratik akımların

demokratları siyasi özgürlükten mahrum bırakması söz konusudur.

Bu bakış açısının beraberinde getirebileceği yargısal aktivizmin siyasallaşması sorunlarını ve

uygulamada oyunun kurallarının tartışmaya açılamamasıyla sonuçlanan değerler merkeziyetçiliğini ve

hegamonyasını 4.bölümde tartışmaya çalışacağız. Genel bir tanım yapmak gerekirse, militan

demokrasi liberal demokrasilerdeki ifade, örgütlenme, siyasi parti kurma ve bu özgürlüklerin

gerçekleştirilmesi için bağlı oldukları diğer özgürlükleri liberal demokrasiyi yıkmak amacıyla

kullananların hukuki, siyasi ve toplumsal tedbirlerle mevzubahis özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve bu

sayede anayasal sistemin devamlılığını öngören bir tezdir, bir bakıma klasik liberal demokrasinin

1930’larda yaşanan tecrübelerden edindiği yeni bir yorumdur.

2. Kavramın Felsefi Arkaplanı: Hoşgörünün Sınırları

Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinde Platon’un Önderlik İlkesi’ni

yorumlarken liberalizmin, demokrasinin ve çoğunluğun belirleyiciliği ilkesine karşı Platon’un öne

sürdüğü özgürlük paradoksunu hatırlatır ve soruyu yineler; ‘Halk iradesi yönetim için kendini değil de

bir tiranı tercih ederse ne olacak?’ Üstelik tarihi tecrübe toplumun bir kesiminin bir önderin peşinden,

kendi iradesini yok sayarak gidişinin sayısız örneğiyle doludur. Demokratlar için üstesinden gelmeleri

gereken bir çelişki belirir; tirana karşı koymalıdırlar ama aynı zamanda çoğunluğun kararına saygı

duymalıdırlar. Popper temele egemenlik teorisininin yerine tiranlıktan kaçınmanın endişesini koyarak

bunun üstesinden gelmeye çalışır ve J.S.Mill’in yasaların iyilere göre değil, kötülere göre ayarlanması

gerektiği tezine katılır.

Popper, özgürlük ve demokrasi paradokslarına değinmekle birlikte bir de hoşgörü

paradoksunu ortaya atar. Hoşgörüsüz olanlara sınırsız hoşgörü göstermenin hoşgörülülerin ve

hoşgörünün ortadan kalkmasına neden olacağını ve hoşgörüsüz siyasi akımları mümkün mertebe

akılcı kanıtlarla kamuoyu önünde mağlup etmenin, bunun yetmediği durumlarda baskıyla sindirmeye

de hazır olmanın gerekliliğini savunur. Çünkü, bu akımların akılcı kanıtları reddetmeleri, takipçilerine

bunu salık vermeleri ve hatta kanıtlara karşı şiddete başvurmaları yönünde cesaretlendirmeleri

mümkündür. Hoşgörüsüzlüğü savunan akımların öldürmek, rehin almak ve hatta köle ticareti yapmak

kadar yasadışı olduğunu iddia etmiştir.Elbette, bu bakış açısının öznelliğin ve göreceliğin etkilerine

maruz kalmaması mümkün değildir. Hoşgörülü-höşgörüsüz tavır arasındaki ayrımın toplumsal olarak

yaşamını idame ettiren bireyler için nereden çizilmesi gerektiği de ayrı bir tartışmalı alan olarak

belirir.

Başka bir açıdan, hoşgörüsüzlere mutlak hoşgörüsüzlükle yaklaşmanın aslında bu tutuma

sahip olanları da hoşgörüsüz yapabileceği varsayılmıştır. Ancak bu durumda dahi hoşgörü sahibi

olmayan gruplar eğer özgür değerleri savunan kurumlara ve kendi güvenliklerine bir tehdit haline

gelirlerse sınırlandırılmalıdır. Daha geniş bir sınır çizilmekle beraber bu görüşte de tehdit algısının

bittiği ve başladığı yer belirsizdir. Bu iki görüşün militan demokrasinin sınırları açısından yapılan

tartışmalarla benzer bir sınır problemini paylaştığı görülmektedir. Bu sınır, hoşgörüsüz akım ve

grupların devlet gücünü eline almaları ve daha da genişletilerek iktidar için seçimlerde yarışmalarını

engellemek yönünde siyasal partiler düzleminde mi belirecektir, yoksa Herbert Marcuse’un öne

sürdüğü gibi; “Hoşgörünün iş yapmanın önünden, sözcüklerle, yazı ve resimle iletişim sahnesine

çekilmesi” anlamında yalnızca ifade özgürlüğünü dışarda bırakarak bütün politik faaliyetleri mi

kapsayacaktır? Militan demokrasiyle ilgili pratik mülahazalarda ifade ve eylem/örgütlenme özgürlüğü

arasında bir ayrıma gidilmekte ve ifade özgürlüğüne sınır koyulamayacağı ancak eylem/örgütlenme

özgürlüğüne yıkıcı nitelikler taşıması ölçüsünde tedbirler alınabileceği savunulmaktadır. Ancak, ifade

özgürlüğünün her kullanımı eylem özgürlüğüne açılan bir kapıdır ve bu ayrım pratik kullanımından

teorik düzleme aktarıldığında anlamsızlaşır. Felsefi düzlemde ortaya koyulmaya çalışılan sınırın da

güncel siyasi alanın gereklilikleriyle kopmaz bir bağı vardır.

3. İkinci Dünya Savaşı’ndan Günümüze Kadar Militan Demokrasi Uygulamaları ve Pratik Sonuçları

Amerikalı yargıç Louis Brandeis’in belirttiği gibi modern demokrasilerde yargısal açıdan sorun,

‘insanların cadıdan korkup kadın yakmasına izin verilmemesi’ üzerinden tartışılır. Militan demokrasi

uygulamalarındaki hassas dengenin sağlanamaması sonucunda tek sesli bir sistemin oluşması uzak bir

ihtimal değildir ve sınırın nereden çizilmesi gerektiğine odaklanılır. Liberalizmle demokrasi arasındaki

gerginliğin, fiiliyatta özgürlükler ve toplumsal otorite arasındaki gerginliği, kurumsal olarak ise

ideolojiler, siyasi örgütlenmeler ve anayasa yargısı arasındaki gerginliği içerdiğinden söz edilebilir.

Demokrasi, eğemenliğin kimde olduğu ve kanunların nasıl yapıldığıyla ilgiliyken, liberalizm

egemenliğin nasıl kullanıldığı ve kanunların içerdikleriyle ilgilidir.

Uluslararası anlaşmalar düzeyinde hakların kullanımına dair istisnaların çerçevesi 1948 BM

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 30. Maddesinde, 1950 Avrupa İnsan Haklar Sözleimesi

17.maddesinde ve 1966 BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 5.maddesinde çizilmiştir.

Batılı liberal demokrasilerde tehdit algısı, 1917 Bolşevik Devrimi ve daha sonra 1933

Almanya’da Nazilerin iktidara gelişi üzerinden şekillenmiş, tedbirler daha çok faşist ve komünist

örgütlenmelere yönelmiştir. Bir bakıma ‘sütten ağzı yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyen’ Federal

Almanya’nın 1949 Bonn Temel Kanunu’nda ve Alman eyaletleri(Länder) yasalarında militan

demokrasiyi kurumsal hale getirme gayreti açıklıkla göze çarpar. 1948-49 yılları arasında Federal

Almanya meclisinde ve Temel Kanun’un hazırlanmasında görev almış Carlo Schmid’in 8 Eylül 1948

tarihinde gerçekleştirdiği, manifesto niteliğindeki meclis konuşması da bunu desteklemektedir. 1952

yılında Sosyalist Reich Partisi, Alman Anayasa Mahkemesi tarafından ‘Führerci’ bir yapılanma girişimi

olduğu ve 1956’de Alman Komünist Partisi demokratik düzeni yıkmak ve proleterya diktatörlüğünü

kurmak amacına sahip olduğu değerlendirmelerine tabi tutularak kapatılmıştır.

İtalya örneğinde ise yalnızca Musollini’nin Faşist Parti’sinin tekrar kurulmasına engel getiren

esnek bir uygulama söz konusudur. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Neo-faşist olduğu bilinen İtalyan

Sosyal Hareketi 1995’e kadar yasal varlığını devam ettirmiş, aynı yıl bir kısım Hristiyan Demokratın

katılımıyla Ulusal İttifak adını almıştır.

Güvenlikçi yaklaşımın ağır bastığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın politik atmosferinde,

ABD’de dış politikaya uygun düşmeyen politik söylemler, Smith Kanunu’na da dayanılarak komünizm

propagandası sayılan ifadeler ve hatta felsefi ve teorik düzeyde ortaya konulan fikirler savaşılması

gereken tehditler olarak görülmüş, bu fikirlerin anlatılması, öğretilmesi dahi bir tahrik unsuru olarak

değerlendirilip mahkum edilmeye çalışılmıştır..1925 yılında bildiri dağıtmak suçundan yargılanan ve

düzeni yıkıcı faaliyetten ötürü mahkum edilen Gitlow davasında görev alan Yargıç Holmes karşı oy

yazısında tutumunu şöyle gerekçelendirmektedir; ‘Her fikir bir tahriktir. Her fikir kendisini kabul

ettirmek için ortaya çıkar ve benimsendiği takdirde başka bir fikir tarafından yenilgiye uğratılmadıkça

veya yeterli düzeyde enerjik olmadığından fikrin ortaya çıkması anında hareket edemez hale

gelmedikçe kendisini ortaya çıkarır ve takdim eder.’

Militan demokrasinin etkinliğini sağlamak açısından hukuki tedbirler kadar konjonktüre uygun

siyasi ve toplumsal tedbirlere de vurgu yapılmaktadır. Bir yönüyle, liberal demokrasiyi ortadan

kaldırmaya yönelen akımlara karşılık verirken savaşılması gereken zararlı akımları tanıyıp taktiklerini

anlamak gerektiği savunulmuştur. Uygulama biçimlerinin ülkeden ülkeye değişebileceği, demokratik

rejimin kendisine güveni ölçüsünde düşmanlarına hoşgörü gösterebileceği, demokrasinin

içselleştirildiği ülkelerde totaliter düşüncelere karşı hoşgörü alanının geniş, demokratik kültürün

oluşmadığı ülkelerde dar tutulmasının olağan olduğu, her koşulda geçerli kabul edilen bir ortodoks

liberalizmin böyle ülkelerde demokrasinin sonunu getirebileceği öne sürülmüştür.

Wisconsin senatörü McCharty’nin adıyla anılan dönemde Anti-Amerikan Faaliyetleri İzleme

Komitesi çok aktif bir konum teşkil eder hale gelmiş, komünist fikirlere sahip olmak Sovyetler Birliği

ajanı olmakla itham edilmenin gerekçesi haline getirilmiştir. Bu dönemde Amerikan kamuoyunda

muhalif kişilikleriyle bilinen şöhretli isimler ipe sapa gelmez iddialarla ifade vermeye, ‘zehirli’

fikirlerinden arınmaya ve tanıdığı kişilerden bazılarını ‘komünistlikle’ itham etmeye zorlanmışlardır.

Hatta kütüphanelerden komünizm içerikli yayınların dahi kaldırılması gündeme gelmiştir. İlginç olan,

bu sürecin demokratik kaygılarla değil, Mccharty’nin komünistlerin Amerikan ordusuna da sızdığını

iddia etmesi ve Ordu Bakanı Robert Stevens’ı da suçlaması sonucu devlet birimlerinin ve kamuoyunun

büyük reaksiyon göstermesi sonucu sonlandırılmış olmasıdır. Bu örnek, bazen demokrasiyi savunmak

niyetiyle hareket ettiklerini söyleyenlerin, demokrasi düşmanı kabul ettikleri kimseler kadar ve hatta

daha daha fazla anti-demokratik uygulamalara imza atabildiklerini göstermektedir. Ancak, şüphesiz

Mcchartyizm’in demokratik rejimin kendisine güveni ölçüsünde düşmanlarına tolerans

gösterebileceği yorumundan hareket ettiği de iddia edilebilir.

Bu uygulamaların muhtemel bıçak sırtı sonuçlarından birisi kendilerini yasal yoldan ifade

edemeyen yahut ciddi kısıtlamalara maruz kalan fikirlerin ve örgütlenmelerin illegal faaliyetlere ve

yeraltına itilmesi tehlikesidir. Bu tür faaliyetlerin hem kontrolü zordur, hem de siyasi zeminde yer

alamadığı için şiddete yönelmesi daha olanaklıdır. Avrupa’da ve dahi Türkiye’de aşırı milliyetçi

politikaları savunan partilerin yer altına inmemesi için seçimlere girişine mümkün mertebe müsaade

edilmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Bir görüşe göre ise birçok insanın düşüncelerini ifade etme

şevkini kırmadan bir fikri cezalandırmak mümkün olmadığı gibi, devrimci fikirler politik ve ekonomik

süreçler için yok edilmesi göze alınamayacak faydalı eleştiriler getirebilirler, eğer bu tür görüşlerin

ifade edilmesi engellenirse hem toplumun bu tarz fikirlerin varlığından haberdar olması hem de fikir

sahibinin ikna edilerek demokratik süreçlere dahil edilmesi zorlaşır.

Almanya, İtalya, Fransa, Polonya, Bulgaristan, İspanya, Macaristan ve Ukrayna gibi birçok

Avrupa ülkesinin anayasalarında ırkçılık, faşizm, sağcılık, solculuk ve nasyonel terör şiddeti gibi

konulara yönelik militan demokrasi formları bulunmaktadır. Ayrıca 1990’ların başında komünist tek

parti yönetiminden demokrasiye geçen Doğu Avrupa ülkelerinin anayasalarında da bu tür

düzenlemeler yer almaktadır. Avrupa Konseyi’nin hukuki konulardaki danışma kurulu olan ve Doğu

Avrupa ülkelerinin anayasalarının yapımında önemli rol oynamış Venedik Komisyonu, 10 Ocak 2000

tarihinde bir rapor yayınlayarak literatüre ‘Venedik Kriterleri’ olarak geçen siyasi partilerin

kapatılması ve kısıtlanmasına yönelik genel ilkeleri belirlemiştir. Bir ülkede siyasi parti kapatılmasına

karar verilirken koşulların gözetilmesi gerektiğine ve göreceliliğe dair vurgunun yapılması dikkat

çekicidir;

“Hükümetler ya da devletin diğer organları yetkili yargı organından bir partinin

yasaklanmasını ya da kapatılmasını istemeden önce, ülkenin durumunu dikkate alarak, söz konusu

partinin özgür ve demokratik siyasal düzen için veya kişi hak ve özgürlükleri için gerçek bir tehlike

oluşturup oluşturmadığını, bu tehlikenin daha hafif önlemlerle engellenip engellenemeyeceğini

değerlendirmelidir.”

Almanya’nın militan demokrasiyi en yüksek düzeyde kurumsallaştırma çabalarına ve nispeten

demokratik kültürün yerleşikliğine rağmen 1990’lardan sonra neo-faşizmin yükselen bir realite haline

gelmesi yasal tedbirlerin tek başına yeterli olmadığını, göçmenlerin can ve mal güvenliğine yönelen

kundaklama vakıaları ve cinayetlerin önünün alınamadığını söylemek mümkündür. Üstelik

Almanya’da 1950 yılında antidemokratik unsurlarla mücadelenin gerekleri gözetilerek kurulmuş

Bundesamt für Verfassungsschutz(BfV-Anayasayı Koruma Dairesi) adında özerk ve geniş yetkilere

sahip bir yapı mevcuttur ve görev alanını genel olarak aşırı sağ, aşırı sol, radikal islamcı

örgütlenmelere karşı tanımlamıştır.1964 yılından beri faaliyetini sürdüren Alman Milli Demokratik

Parti’nin(NPD) kapatılması için 2003 yılında Alman anayasa mahkemesine başvurulmuş, mahkeme

BfV ajanlarının partiye sızarak kapatma davasında delil olabilecek söz ve eylemlerde bulundukları için

usulen talebin reddine karar vermiştir.Yani, devletin bir birimi militan demokrasinin uç bir noktası

olarak NPD’nin kapatılması için delil üretme faaliyetinde bulunmuştur. Alman anayasa mahkemesinin

kararıyla devletin imkanlarını kullanarak kendi hukukunu dayatması önlenmiş görünmektedir. Ayrıca,

2000-2006 yılları arasında 8 Türk, 1 Yunan kökenli Alman vatandaşının ölümüyle sonuçlanan olaylarda

BfV’nin de dahli yahut ihmali olduğu iddiaları, sol görüşlü siyasetçilerin dinlendiği gibi iddialar

kurumun varlığını ve yetkilerini sorgulamaya açmıştır.

Avusturya örneğinde ise, Avusturya Özgürlük Partisi’nin(FPÖ) öncülüğünde yükselen aşırı sağa

karşı Loewenstein’ın aslen 1930’ların küresel faşizminin koordinasyon kanallarına karşı önerdiği

küresel mücadele Avrupa Birliği ölçeğinde Avusturya’daki gelişmelere yönelik olarak uygulamaya

geçirildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkedeki siyasi denge Muhafazakar Halk Partisi ve Sosyalist

Parti arasındaki geniş çaplı mutabakat(Proporz) sonucu kurulmuştu. 1986 yılından itibaren Jörg

Haider’in liderliğinde bu kamusal ve toplumsal tabana yayılan koalisyonun oluşturduğu hoşnutsuzluk

FPÖ tarafından ırkçı, göçmen karşıtı, Avrupa Birliği karşıtı bir çizgideki siyasetin dinamiği haline

getirildi ve Kasım 1999 yılındaki seçimlerde FPÖ %27 oy alarak 2.Dünya Savaşı’ndan beri aşırı sağ

partilerin erişemediği bir sonuca ulaştı, hükümet ortağı oldu. Bu sonuç ülkenin Nazi geçmişiyle

hesaplaşmamış olduğu veya liberal kuramcılar tarafından FPÖ’nün eğitimsiz, alt sınıf kitlelerin desteği

nedeniyle başarı kazandığı gibi yorumların yapılmasına neden oldu. Ancak Belçika, Danimarka, İsviçre,

Hollanda, Norveç, İtalya ve Fransa gibi ülkelerdeki aşırı sağın yükselişi ve bu partilerin seçmen

kitlesinin bir çok kesimi kapsadığını gösteren sosyolojik incelemeler bu tezleri hükümsüz kılıyordu.

Burada Avusturya’nın 1938’de tamamen gönüllü bir biçimde kendisini Nazi Almanyası’na teslim

etmesine rağmen(Anschluss) 1955 yılında müttefiklerle imzalanan Belvedere anlaşmasında ülkenin

‘Nazizmin ilk kurbanı’ olarak betimlenmesinin gerçekleri örtücü ve geçmişle hesaplaşmayı önleyici bir

etkisi olduğu, Haider’in başarısında bu yadsımanın nispeten etkisi olduğundan bahsedilebilir.

AB, Dünya Ticaret Örgütü vb. kurumlar militan demokrasinin uluslararası yüzü olarak ortaya

çıkmakta ve demokratik düzenlerin kapsayıcılığı ve dışlayıcılığı hakkında etkili kararlar almaktadırlar.

Avrupa Birliği, Avusturya hükümetine üç siyasi başlıkta toplanabilecek diplomatik müeyyideler

uygulamaya karar verdi. 1)14 AB ülkesi Avusturya hükümetiyle ikili ilişkileri askıya almış,

2)Uluslararası kuruluşlarda çalışmak için aday olan hiçbir Avusturya vatandaşlarına hiçbir destek

sağlanmayacağı beyan edilmiş, 3)Bu ülkelerde bulunan Avusturya elçilikleri ile yalnızca teknik

düzeyde temas kurulacağı vurgulanmıştır. Yani, AB Avusturya hükümetini diplomatik düzlemde meşru

görmediğinin altını çizmiş oluyordu. Bir bakıma bu ülkeler, Avrupa değerlerinin korunması ve ırkçılık,

göçmen düşmanlığıyla mücadele etmek için bu konularda fiiliyata geçmemiş ancak potansiyel tehdit

olarak görülen bir siyasi partinin de ortağı olduğu hükümete karşı diplomatik izolasyon uygulamak

yönünde birleşmiş oldular. Ancak yeni bir Avrupalı kötülük kaynağı ‘şeytan’ bulmanın sevincini

yaşayan basının da Avrupa kamuoyunu yönlendirmesiyle bütün Avusturyalıları hedef alan ve

Nazizmin ülkedeki etkinliğini kıramamakla itham eden bir kampanyaya dönüşmesi tehlikesi

belirdi.Ayrıca, AB’nin açıkladığı siyasi tedbirlerin 2.maddesinin Avusturya vatandaşlığını cezalandırıcı

bir tutum içerisine girdiği gözden ırak tutulmamalıdır. Bu durum militan demokrasinin siyasi ve

toplumsal tavır alışlara yansımasında denge unsurunun büyük önem arz ettiğini göstermektedir. Daha

önce İtalya’da neo-faşist olduğu düşünülen bir partinin hükümete katılması gerçekleşmiş, ancak bu

parti seçim kampanyası sırasında redd-i mirasını açıkça ifade etmişti.Dolayısıyla, bu tarz tedbirlerin

alınış biçiminde var olan siyasi koşulların ve tehdidin boyutunun değerlendirilmesinin önceliğe sahip

olduğu görülmektedir.

Avrupa ülkelerinin hiçbirinde militan demokrasi uygulamalarında ve siyasi partilere bakışta

laiklik tartışma konusu olmamıştır. Türkiye ve Hindistan özelinde ise militan demokrasi uygulamaları

militan laikliği de içerir bir biçimde tezahür etmiştir. Bir Hint Yüksek Mahkemesi yargıcının beyanına

göre Hindistan’daki yaygın kanaat Hindular’ın laik olmaları ve diğer dini azınlıkların da laik olmaları

için çaba göstermeleri gerektiğidir. Veit Bader’e göre laikliğin oldukça muğlak bir kavram olduğunu,

tanımının çok farklı şekillerde yapılarak siyasi bir mücadele aracına dönüştürülmesi mümkündür,

hatta militan demokrasi uygulaması olarak laikliğin anayasallaştırılması anayasanın özünü yok edecek

tehlikeli bir karışım meydana getirebilir. Bu karışım dini değerlere de dayanan politik topluluklara,

partilere, seçilmiş vekillerine, kurulan hükümetlere engel olabilir.

Demokrasiyi korumak için girişildiği öne sürülen uygulamalarda ülkenin siyasi koşullarına ve

demokratik gelişmesine vurgu yapıldığına değinmiştik. Bu dengenin kurulmasında ‘anayasa

mühendisliği’nin ve güçlü siyasi aktörlerin başarısı kadar, toplumsal ve kültürel koşulların da

öneminin olduğu savunulmuştur. Fransa’nın halen uygulamakta olduğu monolitik laiklik anlayışının

Avrupa’nın çok kültürlü toplumları için ‘dar’ geldiği, Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri için kilise ile devlet

arasına duvarlar örmenin gerekmeyebileceği ancak diğer ülkelerde böyle duvarların yararlı olabileceği

savunulmuştur. Bu görüşe göre İslamcılıkla laik devlet fikri arasında bir savaşın yaşandığı Türkiye gibi

ülkelerde ‘monolitik laiklik’e ihtiyaç duyulabilir. Anglosakson tipi laikliğin Türkiye’ye uygun

düşmeyeceğini savunanlar da aynı bakış açısından hareket etmektedirler. Farklı bir görüş, anayasal

laikliğin liberal yapı ile demokratik yapı arasındaki gerilimi gizlemeye meyilli olduğu ve bu ikisi

arasındaki dengeyi çürütebileceği yönündedir.Andras Sajo’nun anayasal laiklik tanımı, aydınlanmacı

monolitik laiklik anlayışına tastamam bir örnek teşkil etmektedir; “Laiklik çok çeşitli, farklı fakat

birbirine bağlı modernleşme teorilerinden/ideolojilerinden gayet iyi bilinebilecek, lineer ve gelişimci

ilerleme, mantık, aklın üstünlüğü, bilim, insanlık, eşitlik ve demokrasi ideallerine bir basamak teşkil

etmektedir ki bu aynı zamanda liberal demokratik anayasalcılığın sosyal, siyasi ve aynı zamanda

epistemolojik normatif önkoşullarını içerir.”

Türkiye Anayasa Mahkemesi, 1962 yılındaki kuruluşundan itibaren 5’i laiklik ilkesini ihlal ettiği

gerekçesiyle olmak üzere 24 partinin kapatılması yönünde karar vermiştir. Bu sayı, Avrupa’da

2.Dünya Savaşı sonrası kapatılan siyasi partilerin sayısının sadece 3 olduğu göz önüne alındığında

antidemokratik tehditle mücadelede konulan sınırların yerindeliği açısından düşündürücüdür.Uygun’a

göre Siyasi Partiler Kanunu’nda rejimin korunmasına yönelik olmayan kısıtlama ve yasaklamaların

yoğunluğu, bu kanuna mücadeleci demokrasiden çok mücadeleci devlet anlayışının hakim olduğunu

göstermektedir. Modernleşme sürecini yaşayan toplumlarda güçlü kitle partilerinin yokluğu ve ortaya

çıkışlarının sürekli kesintiye uğratılması şahıslar üzerinden etkinliğini sürdüren ve kurumsallaşmamış

partilerin varlığını doğurur. Böyle bir siyasi atmosfer ise, toplumun etnik ve dini kimliklere göre

saflaşarak siyasi tercihlerini bu çatışmalar üzerinden belirlemesini beraberinde getirir.Türkiye’de

yaşam tarzları üzerinden yürüyen saflaşmaların da bu varsayıma örneklik teşkil ettiği açıktır.

Üstelik, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi laikliği, makul bir sivil yaşam formu olarak

konumlandırılmıştır. 1995 yılında ‘yasaklanan eylemlerin odağı olma’yı somutlaştıran Siyasi Partiler

Kanunu maddesini Refah Partisi’nin kapatma davasını görüşürken, yerine konulan maddeyi Fazilet

Partisi davasını görüşürken iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin kanundaki sınırlamalardan

kurtulup kendi takdir yetkisini genişletmek için büyük bir çaba içine girdiği anlaşılmaktadır. RP’nin

laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak gerekçesiyle kapatılması, RP mensuplarının başvurusu üzerine

AİHM tarafından iki kez incelenmiş 31 Temmuz 2001 ve 13 Şubat 2003 tarihli iki kararla

neticelenmiştir. AİHM ilk kararda RP’nin çok hukuklu sistemi ve şeriat düzenini savunması, ayrıca

şiddeti reddetmemesi nedeniyle kapatılmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı

düşmediğine hükmetmiştir. Ancak mahkemenin 11 Eylül saldırılarından sonra verdiği ikinci kararda

RP’nin demokrasiye ve AİHS değerlerine aykırılığının altını daha keskin çizgilerle çizmiş olması, siyasi

atmosferin hukuki belgelere yansımasını gözlemlemek açısından dikkat çekici bir örnektir. 2005

yılında Fazilet Partisi mensupları, AİHM’e kapatma kararının iptali için yaptıkları başvuruyu geri

çekerken, Avrupa’nın aşırı sağ ve sol partilere daha hoşgörülü davranıp Müslümanlar tarafından

yapılan başvurulara önyargılı yaklaştığını ve çifte standart uyguladığını savunmuştur.

Mcchartyizm, BfV örneği ve militan demokrasinin militan laiklik olarak belirmesi Romalı

Juvenalis’in meşhur sözünü hatıra getirmektedir; ‘quis custodiet ipsos custodes?’(koruyuculardan kim

koruyacak?)

4. Militan Demokrasinin Problemleri

a. Hukuk İçtihadları ve Yargısal Aktivizmin Merkezileşmesi Açısından

Tocqueville demokrasinin gelişimi için en gerekli şeyin hukuki denetim olduğu görüşünü şöyle

ifade eder: “Yürütmenin/yasamanın her şeyi yapmaya hakkı varmış gibi, çoğunluk olmasına

dayanarak canının her istediğini yapmaya hakkı yoktur. Çoğunluğun egemenlik talebinin sınırını hukuk

çizer. Parlamento, çoğunluğun elinde olan yasama organının tiranlığa karşı en etkili güç, bağımsız

yargıçların yaptığı hukuki denetimdir.” Rus avukat Mirkine-Guetzevitch’e göre, anayasa bilimi

hürriyetin tekniğidir.Sistemin korunması, çoğunluk iradesinin bazı durumlarda kendini kabul

ettirememesi hedefinden değil daha temelde tehlikeli olan kararların çoğunluk olarak hiç

alınamaması hedefinden başlar.Mesele ‘Kim yönetmeli?’ sorusundan hareketle değil, ‘siyasl

kurumları nasıl örgütleyelim ki, kötü ya da yeteneksiz yöneticilerinden minimum zarar vermeleri

sağlanabilsin?’ hareketle tartışılmalıdır ve tiranlıktan sakınmak için demokrasinin hukukla, kanunla,

anayasayla, yargı kurumlarıyla denetlenmesi elzemdir. Hatta demokratik yöntemlerle iktidara gelmiş

bir hükümetin halkı işaret ederek meşruiyetini tanımlamasının hak hukuk tanımama noktasında en az

otokratik yönetimler kadar tehlikeler barındırdığı savunulmuştur.

Bu bölümün (b) kısmında üzerinde duracağımız Rawls’un kamusal akıl tezi de yargısal

aktivizmin çoğunluğun dinsel fanatizme, azınlıkların sindirilmesine, devletin özel yaşama

müdahalesine common good adına meydan okunmasında kritik bir rolü olduğunu vurgular, Yüksek

Mahkemenin kamusal aklın işlevsel bir örneği olduğunu savunur. Kamusal aklın herkesten çok

yargıçlar için geçerli olduğuna inanır. Liberal demokrasinin işleyişinin ve özellikle temel hakların yargı

yoluyla korunmasının gerekliliğine dair yaygın bir mutabakat bulunmakla birlikte bunun muhtemel

sakıncalarının neler olabileceği konusunda da çeşitli görüşler mevcuttur.

Günümüze kadar gelen insanlığın siyasi tecrübesinin demokratik sistemlerde çoğunluğu

sınırlamak için uygun gördüğü yol, halkın ve temsilcilerinin kamusal kararlarına tabi olmayacak

hususların çerçevesinin anayasalarla çizilmesidir. Ancak liberal anayasacılıkla demokrasi arasındaki

gerilim birinin diğerine baskın gelmesi ve rejimin anayasal demokrasi olmaktan uzaklaşması gibi

muhtemel sonuçları olabilir. Hukuki denetimin dayandığı metinler olan anayasaların da aslında politik

metinler olması anayasa yargısını da politikleştirip, yargı bürokrasisini siyaset belirleme görevine

ortak etmesi mümkündür. Devleti ve anayasayı yine anayasayla korumak için yasal alanın anayasa

ideolojisine göre şekillendirilip aykırı düşen akımlara kapatılması Schmitt’in ‘politik anayasa’ tanımına

uygun düşer.

Tüm anayasalarda pratikte birbiriyle çelişecek haklar ve ilkeler bulunmaktadır. Güvenli

yaşama bireysel özgürlük hakkıyla, bireysel haklar toplumsal haklarla ve ifade özgürlüğü ayrımcılığa

uğramama güvencesi ile uygulamada çelişebilir. Yargı ile siyaset arasındaki mevzubahis çatışmada

olduğu gibi, bu tip durumların çözümü için de bir ahlaki ilkeler hiyerarşiyi oluşturma yoluna

gidilmektedir. Ancak yazılı olandan bağımsız bu tarz bir hiyerarşi oluşturmak çatışmanın kurumsal

açıdan tekrar edilmesi anlamına gelir. Her durumda geçerli olabilecek bir düzenlemeye ulaşılabileceği

düşüncesi tartışmalıdır.

Bir yanda halk adına hareket eden temsilcilerin öte yanda anayasayı koruma adına müdahil

olan görevlilerin arasında oluşan gerilim, liberalizmle demokrasi arasındaki gerilimin yargıya

yansımasıdır. İbrenin yargı yönünde harekete geçerek, siyasetin alanını meşru görülenden daha fazla

daraltıcı bir konuma gelmesi ve bu durumun süreklilik arz etmesi Yunanca ‘krito’(hakim) ve

‘arkhe’(hükümet) anlamındaki ‘kritarşi’, yargıçların iktidarı anlamında ‘jüristokrasi’ ya da bu terimle eş

anlamlı olarak kullanılan ‘dikastokrasi’ kavramlarıyla ifade edilmektedir. Hobbes’un Leviathan’da sarf

ettiği ‘yasayı yapan hakikat değil, otoritedir.’ sözünün ve aslında yasaların değil insanların yönettiğine

vurgu yapan bakışının yasayı yorumlama ve uygulama ölçütüne de genişletilip bu fiillerin hakikat ve

adalet arayışı olarak değil, bürokratik otoriteyi sağlamlaştırma isteği olarak belirmesi mümkündür.

Söz konusu sakıncaya dikkat çekmek için ‘seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü’ olgusu vurgulanmıştır.

Özgürlüğü yok etme özgürlüğünün olamayacağı ilkesinin, yargı düzleminde mevcut düzeni

demokratik yollarla değiştirme özgürlüğünün olamayacağı anlayışına tahvil edilmesi bir başka

otoriterlik biçimine açılan kapıdır.

Yargı kararlarını tartışmaya açmanın beyhude bir çaba olduğu üzerine Çağlar’ın Yargılama

Sanatı Üzerine Deneme adlı eserin önsözünden aktardığı şu görüşler yargının merkezileşmesi

tartışmasının bir yönünü vurgulamak açısından pek ilginçtir; “Bir ülkede boş zamanlarını yargıçları ve

kararlarını yargılamakla geçiren iyi niyetli insanlar her zaman olmuştur. Çoğu kimseler yargılama

sanatı için ‘doğal sağduyu’yu gerekli ve yeterli sanırlar. Yasaları bilmeden konuşurlar.” Bu görüşler

yargı için tartışılamaz özel bir alan yaratarak, insanların adaletle ilgili fikirlerinin yargı kararları

karşısında hükümsüz kalması anlayışının –bu anlayışın tarihteki örnekleri de göz önüne alındığında-

dehşet verici bir anlatımıdır. Genelde bütün yargılama usulleri için böyle bir tehlikenin varlığı mevcut

ise de anayasa yargısı için öz konusu olduğunda bu durum, derin siyasi bir çatışma niteliği kazanır.

Anayasa yargısı temellendirmesinde genel olarak yasaların yapılış süreçlerinin ahlaken ve

siyaseten daha yetkin olan yasama erkine bırakılması, çizilen yasal çerçevenin yorumlanarak

somutlaştırılmasının ise yasaların doğru anlamını belirlemede daha yetkin olan yargı erkine

bırakılması görüşü hakimdir. Ancak, yargı denetimini değerlendirirken haklar konusunda bir

toplumda muhtelif görüşlerin varlığı, bu konuda yargının toplumla temasının yasamanın imkanlarına

göre daha az olduğu ve somut durumları değerlendirebilmek için bu iletişimi kurmasının güçlüğü göz

önüne alınmalıdır. Yasama organında aleni ve topluma hesap verici bir tartışmanın oluşması

durumuna karşılık, yargı kararlarında kanunların yorumunu siyasi bir görüş kapsamında yapan yargı

aklının göreceliliğinin kararda etkinlik göstererek kendini –tartışmasız- dayatması söz konusu olabilir.

Nitekim; Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin verdiği kararlardan hareketle yapılan bir yorum,

hakimlerin genel eğiliminin kendi görüşlerini destekleyecek teorileri bulmak, kendilerini kabul

edemeyecekleri görüşlere götürecek teorilerden kaçarak uzaklaşmak yönünde olduğu şeklindedir.

Anayasa Mahkemesi kararlarının uzman hukukçular arasında bile pek tartışmaya açılmadığı göz

önüne alındığında verilen kararın arka planındaki siyasi görüşün mahkeme üyeleri dışındaki herkese

dayatılması, bir siyaset etme biçiminin ya da politikanın bürokratik organ tarafından engellenmesi,

engellenemiyorsa bariz biçimde şekillendirilmesi imkan dahilindedir.

b. Oyunun Kurallarının Tartışılmazlığı ve Liberal Değerler Hegemonyasının Merkezileştirilmesi

Açısından

Liberal demokrasinin ve liberalizmin değerlerinin güvenle yaşatılabilmesi için eninde sonunda

liberal bir topluma ihtiyaç duyulacağı, toplumda liberal eğilimlerin güçlü olmaması durumunda bunu

gerçekleştirecek siyasi kararlılığın tezahür etmesinin gerekliliği liberal düşünce geleneğinde çeşitli

biçimlerde ifade edilmiştir.

John Stuart Mill’e göre temsili demokrasinin yaşayabilmesi için, halkın benimsemek, korumak

ve üzerine düşen görevi yapmak noktasında istekli olması gerekir. George Sabine’e göre Mill,

kendinden önceki liberallerin göremediğini, liberal bir hükümetin ancak liberal bir toplum tarafından

omuzlanabileceğini farketmiştir. Ancak pedagojik bir yaklaşımla halkın kendi bağrından böyle bir

kültürü yeşertmesi ihtimalinden pek umutlu olmadığı için otoriter ancak özgürlüklere saygılı bir

yönetimin ipleri –en azından bir süre- eline almasının gerekliliğinden dem vurur. Mill’in bireysellik

idealinde derinlikli amaçları inceleyen bir düşünce biçimi olarak ahlakilik mevcuttur. Yönetimin

uygulamalarının sonuçlarına bakarak değerlendirme eğiliminde olduğu için demokratik süreçlerle

oluşturulmuş ancak özgürlükleri tehdit eden iktidarların yerine böyle bir yönetimi yeğleyeceği iddia

edilebilir. Çünkü, liberalizme göre hükümetin kendini dayandırdığı ilkeler, hükümetin şeklinin ne

olduğundan daha az önemlidir. T.H.Green ise pozitif özgürlük kavramını tanımlarken siyasi erklerin

özgürlükleri arttırıcı öncül müdahalesinin bireyleri özgürlüklerini kullanabilmeleri için eyleme

muktedir hale getirilmelerinde önemli bir rolü olduğunu vurgular.

Militan demokrasi uygulamalarının bu korumacı ve toplumlara yol gösterici refleksin fiiliyata

dökülmüş hali olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu fiiliyatı etkilemek açısından daha avantajlı

olanların kendi iyi ve doğru anlayışlarını demokrasinin yerine geçirerek merkeze aldıkları değerlerin

ve yaşam tarzlarının militanlığını yapmaları olasıdır. Fakat, söz konusu öznel değerler, liberalizm üst

başlığı altında da savunulabilir.

Walzer’in(1998) basketbol misali üzerinden liberal demokratik sistemin güvenlik anlayışını

resmetmesine değinmiştik. Buradan yola çıkarak denilebilir ki; liberal demokrat teoriler, oyun içindeki

tartışmalara ve farklı oynama biçimlerine izin vermekle birlikte oyunun kuralları ve kuralların

dayandığı ahlaki değerlerin tartışılmasını çizgi dışına çıkmak olarak kabul ederler. Bu nedenle liberal

demokrasi tecrübesi Locke’un özgürlükleri ve sivil toplumu önceleyen görüşleriyle Hobbes’un

özgürlüklerin doğurduğu düzensizliğe karşı devleti önceleyen görüşleri arasındaki hatta salınım

göstermiştir. Demokratik kurumlar da hem sivil toplumun sesini duyurabileceği hem de

denetlenebileceği şekilde düzenlenme eğilimindedir. Liberal demokrasinin kurumsallaştırılmasında

bazı varsayımlardan hareket edilmektedir ancak birçok pratik mülahaza liberal teoride yer bulmasına

rağmen ilkesel tartışmaların yokluğu söz konusudur. Churcill’in öne sürdüğü mantıkla demokrasinin

şimdiye kadar denenmiş yönetim biçimlerinin en iyisi olduğu savunusu bir kurumsallaştırmanın

düşünsel temelini oluşturmak için yetersizdir.

Liberalizmin saçma öğretiler, anlamsız düşünceler, batıl inançlar için hatta topluma açıkça

zararlı sayılan doktrinler ve liberalizmin bizzat savaştığı gruplar için hoşgörü talep ettiği iddia edilir.

Fakat bunun hangi sınırlarda gerçekleşeceğinin, hoşgörü paradoksunu ele alırken tartıştığımız gibi

ilkesel açıdan değil sosyal barışı sağlamak ve korumak gibi pratik politik gerekçelerle belirlendiği

görülmektedir. Biri ötekilere karşı hoşgörüsüzlüğe cüret ederse, ya da geniş anlamda demokratik

süreçleri antidemokratik amaçlar için kullanmaya başlarsa ona haddinin bildirilmesi gerekir. Makul

olmayan, irrasyonel, hatta ‘deli saçması’ doktrinler ancak toplumsal birliğe ve toplumsal adalete zarar

vermeden varlıklarını sürdürebilirler. Bir toplumda düzenin istikrarının sağlanabilmesi açısından

muhalif bir azınlığın itaate zorlanmak zorunda olduğunu, modern bir toplumun yurttaşların bir kısmını

baskı altında tutmadan siyasi amaçlarını gerçekleştirebileceğini düşünmenin imkansız olduğunu

belirten Laski yeterince açıksözlüdür. Her toplumsal uyum, bu uyumu reddedenlerin bastırılması

pahasına gerçekleşir. Bu anlamda nesnel olduğu iddia edilen her kurallar sistemi bir baskı biçimini de

barındırır.

Bu merkeziyetçi tutumun sakıncalarına dikkat çekmek adına özgürlükçülüğün iki farklı

alternatifi üzerine eğilen bir görüş de mevcuttur. Bir yanda liberal ilkeleri savunmayanlara dahi

müsamaha gösterilmesini öneren ancak toplum ve bireyler açısından liberal ilkelerin benimsenmesini

ve uygulanmasını sağlayamayan Hürriyet Federasyonu ve hürriyetin aslında ne anlama geldiğini

tanımlayan ve idari otorite vasıtasıyla toplumun tüm üyelerinin bu tanımlamanın gereklerine riayet

etmesini öngören Hürriyet Birliği tasnifi ile beliren bu sınıflandırma tartıştığımız konuyu açımlamak

açısından işlevseldir. Kukathas, Birlik savunucularının tek bir hürriyet anlayışının ve bunun

yorumlanmasında idari bir tekelin olmayışının hürriyetin bir toplumda yalnızca sözde kalacağına

neden olacağına düşündüklerini belirtir. Militan demokrasinin bir takım uygulamalarının, temelde

Hürriyet Birliği metodunun toplumun tüm kesimlerinde liberal değerleri hakim kılmayı amaçlayan

içeriği yönünde harekete geçtiği söylenebilir. Bu anlayışın siyasete hakim olması, aslında liberal

değerleri benimsemeyen hiçbir grubun meşru bir politik aktör olarak görülemeyeceği bir siyasi

kültüre yol açabilir. Özgürlükçü bir ortodoksinin de bir ortodoksi olmaktan kurtulamayacağını ve

aslında belirli bir görüşe sahip olanların gücü ele geçirerek kendi hürriyet yorumlarını dayatmasının

mümkün olduğunu vurgulayan Kukathas, haklıdır.

Kantçı yaklaşım bir toplumda farklı düşüncelerin varlığı ve bunlar arasındaki muhtemel

çatışmaların üstesinden ‘aklın yolu bir’ anlayışıyla gelmeye çalışır. Kant’ın felsefi izleğini paylaşan

Rawls siyaset felsefesinin bu kadar iddialı olamayacağını savunsa da ‘havada serbestçe asılı duran’ bir

arabulucuğu üstlenir.Kamusal akıl düşüncesinin mihenk noktası olduğu bir tarafsızlık teorisi kurmaya

çalışır. İtiraz edilemez, ahlaki ve tarafsız bir konsensünün temelini oluşturacak ilkeler ve kurumsal

düzenlemeler listesi oluşturmaya çalışır. Barber’e göre çekişmeli, tutkulu, retorik, duygusal öğeler

kamusal akla dahil olmaz.Ancak temelde makul olan-olmayan taraflar, makul olan- olmayan

doktrinler ölçütüne göre tasavvur edilen bu teorinin makuliyet ve dolayısıyla meşruiyet ölçütü nedir?

Rawls’a göre her kapsamlı doktrinin özgürlüğü ve eşitliği gerçekleştirmek için anayasal

demokrasiyi kabul etmek dışında başka bir yolu olmadığını anlamaları gerekir. Mesela, dinsel bir

doktrin anayasal demokratik rejimi kabul etmek için ‘Tanrı’nın özgürlüğümüze koyduğu sınırlar

bunlardır’ diyerek dini bir referansla hareket edebilir, Marksistler ise başka bir referansla hareket

edebilir, bu temelde bir sorun oluşturmaz.Türkiye’de müslümanların İslam fıkhındaki Şura ilkesi ile

parlementer demokrasiyi temellendirmeye çalışmaları da bu bakış açısının tuhaf sonuçlarından

biridir. Aslında pratikte yalnızca gerekçelerde farklılaşmaya izin vermek, var olan anayasal

demokrasinin temellerini tartışmaya izin vermemek demektir. Liberal demokratik kurumları

rasyonalitenin bir sonucu olarak sunmak bu kurumları maddeleştirir, dönüştürülmelerini olanaksız

kılar. Rawls’ın önerdiği gibi Marksist ile mümin arasında ortaklaşılabilecek bir siyasi kamusal-sosyal

alan ve mutabakat sağlanamayacak bir politik-özel alan ayrımına gitmek de mümkün değildir. Ahlaki,

felsefi ve dini konularla sınırlı olacağı öne sürülen özel alanın politik alana yansımama olanağı yoktur.

Bu ancak tartışılabilir olanla tartışılamaz olan arasında bir sınır çekmenin ifadesi olabilir ve

tartışılamaz olanı tartışmaya çalışanlara karşı bir baskı olarak belirir. Çünkü, kişiler siyasal alanda –

vatandaşlar, yönetenler, yönetilenler, müttefikler, muhalifler- gibi etiketler altında karşı karşıya

gelirler. Siyasal alandan soyutlama yaparak evrensel insanlar arası eşitlik yaratmak söz konusu

olamaz. Liberal demokrasinin siyasal düşmanları düşmanlarından arındırarak ekonomik rakiplere ve

tartışmacılara dönüştürme, yani meseleyi ekonomik ve entelektüel bir düzleme çekme gayreti siyaset

alanında anlamsızdır.

Rawls, demokratik ideal hükümete ait normatif anlayışın çoğunlukta ve egemen olduğunu

varsayarak ve ‘makul olmayan’ doktrinleri yok sayarak hareket ettiğini itiraf eder. Kamusal

kapsayıcılığa haiz bir gerekçelendirme aramanın, herkesi kapsayıncaya kadar genişletilmesinin

mümkün olmadığını ifade eder. Liberal değerler ahlaki makuliyetin ölçütü olduğundan siyasal düzeni

farklı değerlerinin örgütlemesine inananların itirazı geçersizdir. Ona göre demokratik toplumu

desteklemeyen ‘partizan’ doktrinler makul sayılamazlar ve anayasal kurumlara ancak bir modus

vivendi(geçici anlaşma) ölçüsünde tabi olurlar, kamusal aklın işlerliği ve meşru hukuk için tehdittirler.

Kalıcı işbirliğine yanaşmayan, yani liberal değerleri benimsemeyenler makul addedilemezler. Yani,

makul-makul olmayan ayrımının hedefi, liberal görüşü benimseyenlerle benimsemeyenler arasına bir

sınır çizgisi çekmektir.Rawls, yaptığı ayrımı temellendirebilecek bağımsız bir akli veya ahlaki bir

tutumu tanımlamaktan kaçınsa da böyle bir dünya görüşü olmadan ‘makul/makul olmayan’ ayrımı

yapabilmek imkansızdır. Pratikte Popper’in hoşgörü paradoksuna verdiği cevabın bir başka biçimini

yansıtan bu görüşler, ahlaki tarafsızlığı sağlamadığı yönünde eleştiriye açıktır ve dışlayıcı bir yaklaşımı

işaret eder.

Liberallerin ‘pratik aklın özgür kullanımı’na dayanarak uyguladıkları dışlama pratiği, ‘basit ve

makul çoğunluk’ ayrımına gidilerek rasyonel süreçlerin işletilmesiyle iktidar ilişkilerinden bağışık bir

meşruiyet kazandırmaya çalıştıkları görülür. Liberal bir demokrasi, demokratikliğine halel getirmeden

toplumun bir kısmını dışlayabilir, dışladığı toplumu çeşitli şekillerde tasnif edebilir; barbar, uygarlık

düşmanı, karşı devrimci, özgürlük karşıtı ya da makul olmayan. Schmitt’e göre liberal bireycilik, çeşitli

propaganda yöntemleriyle ahlaki birpathosun siyasi emellere alet edilmesi potansiyelini içinde

barındırır. 16.yüzyılda teolojinin yerine metafiziği, 18 yüzyılda metafiziğin yerine hümanizmi,

19.yüzyılda temele mülkiyetin paylaşılmasını koyan ve bu temellendirmelerle çatışmaları sona

erdireceğine düşünen denemeler söz konusudur. Farklı bir aşamaya geçilmiştir ama çatışmaların

politik niteliğinin meşruiyetinin reddedilerek ‘nötralize ve depolitize edilmeleri’ istemi liberal

demokratik değerlerin rasyonalist şemaları vasıtasıyla devam etmektedir.

Schmitt’e göre politik kendilik, doğası gereği insanlığın tümünü kucaklayan bir evrensellik

taşıyamaz. Siyasi alanda çatışmaların reddedilmesi, dışlamanın fiiliyatta uygulanıp dışlamanın

reddedilmesi aslında liberal değerlerin ahlaki bir referans olarak kendini ortaya koyması anlamına

gelir. Çatışan görüşlerin keskinliğinin geçici olduğuna ve er geç bir potada eritileceğine karşı çıkmayı

antidemokratik olmakla itham etmeyi de beraberinde getirir. Çıkar ve değer çatışmalarını uzlaştırmak

için ortaya atıldığı belirtilen teoriler, aslında yanlı bir bakışı yansıtır ve gerçek bir seçme şansının

olmadığı, birbiriyle uyuşması mümkün olmayan tercihlerin kendilerini ifade etme kanallarını tıkayan

bir seçeneksizliğe yol açar. Ayrıca çatışma ahlaki bir alana aktarıldığında muhalif artık bütün imkanları

seferber ederek mücadele edilmesi gereken bir düşmandır. Hegemonyanın ötesinde kurulacağı

söylenen kozmopolit demokrasi söyleminin, insanlığın çıkarlarıyla kendi çıkarlarını özdeş kılarak

kendini perde arkasına gizleyen ekonomik ve entelektüel iktidarın yayılma ve küreselleşme kaygısını

yansıttığı öne sürülebilir.Derrida’nın ‘kurucu dışsal’ kavramının çağrıştırdığı biçimde her toplumsal

nesnelliğin iktidar eylemi aracılığıyla inşa edildiği ve dışlamanın izlerini de içinde barındırdığı

söylenebilir.İktidar ve gücün ötesinde bir norm dizisi oluşturmaya çalışmak, evrenselliğe başvuruyla

hegemonik iktidarı arıtmak, maskeleyerek genişletmek için biçilmiş kaftandır. Modern çoğulcu

demokrasilerin de nihayetinde güç ilişkilerine dayandığının inkarı, her tür meydan okumayı

gayrımeşru hale getirir. Hasımları ortadan kaldırmanın anahtarı olur.

Küreselleşmenin yürürlükte olan neoliberal biçimin alternatifi olmadığına ve bu olgunun

kabul edilmesi gerektiğine dair hakim söylem, Avrupa’da aşırı sağcı demagogların kitlelerin hislerine

tercüman olmasını beraberinde getirmiştir. Her anti-demokratik görülen ve makul sayılmayan akım

gibi, bu akımlara karşı da aslında basbayağı liberal demokratik değerlerden yana siyasal bir dışlama

izlenmesine rağmen bunun ahlaki bir hareket olduğu savunulmuştur. Militan demokrasinin, tehdit

algısıyla siyasi örgütlenmeleri ve partileri ‘karantina’ya alınması gereken hareketler olarak

tanımlasının gerisinde de aynı ahlaki öncülü görmekteyiz. Ahlaki evrenseli tanımlama arayışının,

totalitarizmin eleştiriye tabi tutulan bazı yönlerini tekrarlaması mümkündür.

İnsanlığın tek gerçeğinin liberal değerler olarak tanımlanmasının uluslararası alanda oldukça

belirgin yansımaları olmuştur. Modern savaşlarda kendilerini insanlık, özgürlük, demokrasi, barış gibi

değerlerle özdeşleştiren siyasi aktörlerin bu kavramlara tasallut ederek hareket ettikleri görülmüştür.

İlkesel meşruiyet temelinde odaklanan bu çatışmalar, yalnızca gücün değil bu değerleri tasarrufu

altına alma yeteneği göstermenin de bir arenası haline dönüşmüştür.Schmitt’e göre dost ve düşman

arasındaki ayrımın böyle çizilmesi kendi düzenini dayatma hakkını ve ödevini insan hakları

bağlamında sahiplenen liberal evrenselciliğin bir sonucudur. İtirazların iletilebileceği meşru kanalların

olmadığı, oyunun kurallarının tartışılamazlığının vurgulandığı bir uluslararası sistemde terörist

faaliyetlerin artışı şaşırtıcı değildir.

Liberal demokrasinin rasyonel bireyler tarafından tercih edilebilecek tek adil ve meşru model

olduğunun vurgulanması ve karşı çıkışların antidemokratik niteliği vurgulanarak militan demokrasi

uygulamalarıyla savuşturulması gerektiğinin savunulması eninde sonunda tek odaklı bir bakışın

hükümranlığının kapısını açar. Temelleri sorgulayan bütün muhalefet biçimleri ‘iletişimsel

rasyonalite’nin sınırlarını aşındırdığı için irrasyonellikle ya da geri kalmışlıkla suçlanır. Bir ülkedeki

gruplar ya da farklı ülkelerin toplumları liberal vizyonla değerlendirilerek bu misyonun gerekliliklerini

getirmesinin sadece zaman meselesi olduğu ve dünyanın sonuçta küresel bir mutabakata varacağı

yanılgısı tekrarlanır. Liberallerin tarafsız bir yerden konuştuklarını iddia ederek, muhalifleri

çerçevesini çizdikleri rasyonalitenin dışına atmaları Aydınlanma’nın ikiyüzlülüğünü çağrıştırır. Oysa var

olan değerler, kurumlar ve yaşam biçimleri, olası siyasal düzen ihtimalleri arasından birinin

gerçekleşmiş halidir ve bir inkar edilse de bir ‘dışsal kurucu’ mantığa dayanmak zorundadır ve

çekirdek bir ahlak yaratma girişimidir. Demokrasiye sadakat ve kurumların değerine inanç

Wittgenstein’ın ifadesiyle ‘bir referans sistemine tutkulu bağlılık’ olarak belirir.

Yasaları kimin yorumladığının önemi olduğu gibi, Schmitt’e göre rasyonalitenin ölçütlerini ve

makuliyeti kimin yorumladığı, tanımladığı, kullandığı da kritik önemdedir. Gerçek iktidara-özelde

entelektüel iktidara- sahip olanın kelimelerin anlamlarını da verdiği –Sezar’ın dilbilgisinin de hakimi

olduğu- kabul edildiğinde bu daha iyi anlaşılır.Wittgenstein’a göre terimin anlamında mutabakat dahi

yeterli değildir, pratik kullamında da mutabakat gerekir.Bu tarz ayrımlar siyasi çatışmaların

ifadesidirler ve dil oyunlarına, dil oyunlarının inşa ettiği sağduyuya bağlıdırlar. Aslında makuliyet

olarak tanımlanan, söylemler ve pratikler topluluğunun kalıcılaşarak, istikrarlı hale gelerek bir grup

insan tarafından –bir bakıma liberal demokratlar tarafından- içselleştirilmesinden başka birşey

değildir. Meşru olan ile olmayan arasında konulmaya çalışılan sınır politiktir ve tartışmayı bitirmek

yerine küllendirme potansiyeli taşır.

Liberalizmin kendini hegemonik bir meşruiyetle dayatmasına getirilen eleştiriler çoğaltılabilir.

Ancak, liberal demokrasiye egemenlik teorisinin savunusu adına karşı çıkan Schmitt’in ve radikal

demokrasi adına karşı çıkan Mouffe’nin ağırlıklı tezlerinden yola çıkarak militan demokrasinin her

siyasi alanı daraltma girişiminin, liberal demokrasinin dışlama pratiğine uyumun pratik bir gereği

olduğunu söyleyebiliriz. Tartışılmaz alanlara radikal bir biçimde karşı çıkarken, yeni tartışılmaz alanlar

oluşturduğunu öne sürebiliriz.