1
İşsizlikle Birlikte Büyüyen Yoksul Yardımları: Türkiye’de Muhafazakâr
Liberalizm ve Paternalizm
Giriş
Beraberinde getirdikleri bir dizi olguyla birlikte işsizlik ve yoksulluk1, varlık gösterdikleri dönemlerin başından itibaren etkili bir çözüm bekleyen sorunlar arasında
yerlerini almaktadırlar. Bu sorunlara çözüm getirmek pek kolay değildir çünkü diğer birçok toplumsal olgu gibi işsizlik olgusu da bir dizi karmaşık ilişki barındırmaktadır.
Karmaşık ilişiler ağı içinde konu, bölüşüm sorunsalından, sosyal politika anlayışı ve sosyal hak mücadelesine, üretim ve çalışma ilişkilerinin örgütlenme biçimlerinden,
devletin rolü ve müdahale alanına kadar uzanan taraflarıyla tartışılagelmektedir.
Böylelikle işsizlik, iktisadi, sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla birlikte gündelik hayat ve politik süreçlerde olduğu gibi, bilimsel araştırmalarda da yerini alır.
İşsizlik günümüz toplumsal yaşamı içinde bir şekilde “olağan” karşılanagelen bir olgu halini almıştır. Ne var ki sözü geçen olağanlık, paradoksal şekilde işsiz kitlenin
varlığına bağlı sorunların ya da istenmeyen sonuçların olağan bulunmasını genellikle
içermez. Kamu otoritesi, mutabık kalınmış bir “ortak iyi” üzerinden, toplumsal yansıması oldukça yüksek bu türden sorunlara eğilme iradesine sahiptir. Burada kritik
olan nokta, politika yapan/yürüten otorite tarafından işsizliğin nasıl tanımlandığı ve nasıl ele alındığıdır. Zira konuyu ele alış şekli, sorunla mücadele sürecine yön verecek
stratejinin özünü de oluşturacaktır.
İşsizliğin toplumsal sonuçlarıyla mücadelenin en eski yöntemlerinden birisi,
“yoksul yardımı”dır. Yoksul yardımının, kamu kurumları ya da diğer sosyal kurumlar
tarafından finanse edilmesi mümkündür. Ne var ki yoksulların varlığı ve varlıklarına bağlı sonuçlar toplumsaldır; bu yanıyla sorunların çözümü de her zaman kamu
sorumluluğu/katkısı gerektirir. Dolayısıyla finansman kamu kaynaklarından karşılansın ya da karşılanmasın, devlet sürecin yönetiminde her zaman belirleyici rol oynar. Bu
anlamda yoksul yardımı, dönemlerin hâkim anlayışları üzerinden düşünülmesi gereken,
bundan ötürü farklı niteliklere bürünebilen, yine de mutlaka kamu otoritesi tarafından biçimlendirilecek olan bir müdahale aracı olarak karşımızda durur.
Bu çalışmada yoksul yardımının hangi koşullar altında ortaya çıktığı, toplum yaşamında zamanla farklılaşan niteliğiyle hangi alanlara denk düştüğü soruları
sorulmaktadır. Kurulacak bir tartışma üzerinden bu sorulara cevap aramak, işsizliğin ne
olduğunu kavramaya çalışmakla başlayacaktır. İşsizlik olgusunu tanımlamak üzere, konuya tarihselliği içinde bir perspektifle yaklaşmak isabetli olacaktır. Yardım
olgusunun iktisadi ve toplumsal ilişkiler bütünü içinde nereye denk düştüğünü anlama çabasında ise bu tanım temel alınacaktır.
İçerik bakımından yoksul yardımı, işsizliğin olumsuz sonuçlarına müdahale niteliği taşır ancak, uygulandığı farklı dönem toplumlarında öngörülen ve bazı
öngörülemeyen sonuçlar doğurmuştur. Doğurduğu olgulardan birisini temsil eden ve
güncelliğini bir türlü yitirmeyen bir soru kaçınılmaz şekilde her dönemde karşımıza
Bu çalışma, Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü’nün 2-3 Aralık 2010’da düzenlediği “Küresel Kriz ve İşsizlik” Sempozyumu’nda sunulan bildirinin geliştirilip, güncellenmiş halidir. 1 Bu çalışma içinde yoksulluk denildiğinde kıtlık, savaş, doğal afetler gibi sebeplerle darlıkların yaşandığı
dönemde ortaya çıkan yoksulluk değil, işsizlik olgusuyla birlikte varlık gösteren yoksulluk kastedilmektedir. Bu yoksulluk tipi ilkinin aksine, genellikle toplumda zenginlik ve mal bolluğuyla eş zamanlı olarak var olmaktadır.
2
çıkar: “Yoksul yardımı insanları tembelleştiriyor mu?” sorusu, ilk kez sorulduğu yılların
üzerinden yaklaşık 400 yıl geçmiş olmasına rağmen “yardım” edilen toplumların gündeminden düşmemiştir. Ne var ki, soru aynı kalırken, ilginç bir şekilde dönemsel
gerekliliklerle biçimlenen farklı cevaplar ortaya çıkmıştır. Yoksul yardımına tabi tutulmuş toplumlarda doğabilen çeşitli durumları anlama kaygısıyla yapılan bu
çalışmada, bahsi geçen sorunun farklı dönemlerde neden farklı cevaplarla karşılandığı
da şüphesiz anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu çalışma içinde yoksul yardımının özellikle dikkate alınacak bir diğer önemli sonucu ise, süreç içinde yardım olgusunun neredeyse
işsizliğin varlığı kadar kanıksanır hale gelmesidir. Bu çok önemli bir sonuçtur; çünkü yoksul yardımının kanıksanması işsizliğin olağanlığını beslemekle kalmaz, gündelik
yaşamın her alanına nüfuz ederek toplumsal ilişkileri şekillendiren bir üretim
sisteminin, kapitalizmin, işsizliği yaratma özelliğinin sorgu dışı kalmasına hizmet eder.
Yapılacak tespitlerden hareketle bu çalışma içinde sosyal yardımın tarihsel
geçmişi ana hatlarıyla ele alınacak, baskın gelen anlayışlarla -bu çalışma için paternalizm, liberalizm, sosyal devlet anlayışları- sosyal yardımın dönemsel olarak nasıl
biçimlendiği anlaşılmaya çalışılacaktır. Kapitalist toplumlarda geçirilen deneyimin bütünselliği ile de bağlantılı şekilde Türkiye’de sosyal yardımın tarihi kısaca ele
alınacaktır. Burada kurulan argüman üzerinden istihdam, işsizlik ve yoksul yardımı
olguları arasındaki ilişkinin kamu otoritesi/iktidar, toplumsal sınıflar, sınıflar arası mücadele açısından neler ifade edebileceğine dair bir yaklaşım geliştirmek mümkün
olabilecektir.
İşsizliği Tanımlamak Üzere:
- “Doğal” olarak istihdam eksikliği üreten bir toplumsal sistem: Kapitalizm
Bir toplumda çalışmak isteyen, yaşamsal varoluşu için olsun ya da olmasın belirli bir amaca yönelik eylemlilik durumunda olmayı isteyen bireyler nasıl olup da bu
eylemlilik durumundan yoksun kalabilmektedirler? İşsizliği verili bir gerçeklik olarak kabul etmeden önce, bu soruyu cevaplamaya çalışmak gerekmektedir.
Çalışmak isteyen bireylerin “işsiz” olabilmeleri için ya kendi yetenekleri
doğrultusunda seçtikleri “iş”i (zanaat, sanat, küçük üretim vs.) sürdürmelerini ya da “istihdam edilmelerini”2 engelleyen koşulları mümkün kılacak bir toplumsal mekanizma
gerekmektedir. Zira işsizlik her türlü toplumsal örgütlenme biçimi içinde doğal olarak varlık gösterebilen bir olgu değildir; özellikle geniş ve yaygın anlamda istihdam
edilememe durumuna karşılık gelecek anlamdaki kitlesel iş yoksunluğu, ancak belirli
koşullar altında ortaya çıkabilecek bir toplumsal olgudur. Bu bağlamda “istihdam”, bireylerin çalışma etkinliklerinin belirli toplumsal/tarihsel koşullara atıfla anlaşılabilecek
bir biçimini ifade eder. İşsizliğin bulunmadığı bir toplumsal yapıdan işsizlik ve onun bir
2İstihdam teriminin kökeni (employment (İng.), beschäftigung (Alm.), emploi (Fra.)) Arapça hıdmet kelimesine dayanmaktadır. Türkçe’de hıdmete güncel anlamda karşılık gelen kelime ise hizmet’tir. İstihdam etmek – ki bu terime karşılık gelen herhangi bir Latince ifadeye bu çalışma içinde ulaşılamamıştır-, to employ (İng.), beschäftigen (Alm.), employer (Fra.) “çalıştırmak”, “hizmette kullanmak”, “hizmet etmesini istemek” anlamlarını taşır. İktisat terminolojisinde ve günlük dilde istihdama karşıt olan durumu ifade etmek üzere kullanılan işsizlik terimi ise, Almanca’da boş durma anlamına gelen (arbeitslosigkeit) kelimesi ile ifade edilmektedir. Latince’de ise (cessitio) kelimesi işsizlik olarak düşünülebilir ki, yine bu kelime, boş durmaya benzer olacak şekilde aylaklık anlamına gelmektedir. İngilizce’de özellikle iktisat terminolojisinde kullanılan (unemployment) terimi ise “istihdam edilmeme” durumunu açıklar niteliktedir (Bayrak(2000), Kabaağaç ve Alova (1995), Latin & English Dictionary (1995)). Ne var ki işsizlik ifadesinin Latince ve Almanca’da olduğu gibi Türkçe’de “istihdam edilmeme durumunu” yeterince karşılayamadığı çok açıktır. Sözü geçen dillerde olduğu gibi Türkçe’de de işsizlik terimi, kişinin aylak/tembel olması ya da boş durmayı tercih etmesi gibi bir çağrışım yapmaktadır ki, bu çağrışım bireysel eksiklik/kusurları işaret eden yönüyle tartışılagelen birçok güncel sorunun anlaşılması bakımından göz ardı edilmeyecek derecede önemlidir.
3
uzantısı olarak yoksulluğun varlık gösterdiği bir yapıya geçişi temsil etmesi bakımından
kapitalizmin tarihi kritik önem taşır.
Emek ya da çalışma için değil ancak istihdam için öncelikli olarak, işçinin emek-
gücü serbest bir emek piyasasında bir meta halinde bulunmalıdır; yani istihdam edilmek için bekleyenlerle, onları istihdam etmek zorunda olanların karşılaşması
gerekir. Marx’ın da ifade ettiği gibi öncelikle “..birbirinden çok farklı türden iki meta
sahibinin, yüzyüze ve temas haline gelmesi gerekir”; temas haline geçen kesimlerden ilki, başkalarına ait emek-gücünü satın alarak ellerindeki değerler toplamını artırmak
isteyen üretim aracı sahipleri, diğeri ise kendi emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçilerdir (Marx, 2007: 678). Bu durumda, piyasada satın alınan/talep
edilen ile satılan/arz edilen emek gücü arasındaki fark, o toplumdaki istihdam
edilmeyen kişi miktarına tekabül eder.
Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde3 tarımsal nüfus,
kapitalizmin ilkel birikim aşamasının gerektirdiği biçimde topraksızlaştırmanın da bir sonucu olarak proleterleşmiş, serbest emek gücü haline gelmiştir. İlkel birikim
sürecinin4 temel özelliklerinden birisi “emek pazarına serbest bir proleterya yığınının sürülmüş” olmasıdır (Marx, 2007: 682). Toplumsal yapının çözülmesi ve üretim
örgütlenmesinde değişimin başlamasıyla birlikte, gitgide daha fazla işçiye ihtiyaç
doğmuş, süreç içinde, Karl Polanyi (Polányi Károly)’nin ifadesiyle (2005: 119), “ampirik meta tanımına göre meta olmayan”5 emek, meta haline gelmiştir. Yaşanılan sürecin
ürettiği dinamiklerle toplumsal yapı hızla dönüşmüş; köyler “ülkenin savunma mekanizmalarını tehdit eden, nüfusu azaltan, toprağını yıpratıp toza çeviren,
insanlarını bizar eden, onları namuslu çiftçilerden dilenci ve haydut çetelerine
dönüştüren devrimin acımasızlığına” tanıklık etmişlerdir (Polanyi, 2005: 75).
Oldukça geniş bir sürece yayılacak biçimde köylüler topraktan ayrılıp
proleterleşmiş, lonca üyeleri ve serbest işçiler mülksüzleştirilerek şehirlerde çalışmaya hazır hale gelmişlerdir. Kapitalist üretim tarzının ihtiyaç duyduğu işçileşme süreci
böylelikle “hane halkının ücretli emeğe giderek daha fazla bağımlı hale gelmesini ve/veya üretim araçları üzerindeki denetimini yitirmesini” içermiştir (Tilly, 2005: 36).
Mülksüzleşen, üretim araçları ellerinden alınan ya da serflik durumundan çıkan
insanların kitlesel düzeyde serbestleşmeleri, üretici güçlerin o günkü ihtiyaçlarıyla doğrudan ilgilidir.
Toplulukların kitlesel şekilde mülksüzleştirilmesi ve işçileştirilmesi kapitalist üretim tarzının temelini oluşturan unsurlardan birisidir. Ne var ki, kapitalist üretimin
ihtiyaç duyduğu anlamda bir işçi sınıfının oluşması, ilkel birikim döneminin
mülksüzleştirmesinden ibaret değildir. Bu bağlamda emek piyasası ve artı-değer üretimi arasındaki ilişkiye değinmek yerinde olacaktır.
Kapitalist üretim, artık-değer üretimi ve elde edilen artı-değerin yeniden sermayeye dönüşmesi hedefi doğrultusunda örgütlenen bir üretim modelidir. Kapitalist
sermaye birikimi açısından kâr ise, sürekli olarak mutlak ve/veya göreli artı-değeri
3 Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecinde, toplumsal yapının çözülmesi, dönüşüm ile ilgili olarak geniş bir literatür ve çeşitli tartışmalar bulunmaktadır. Konunun Marksist perspektif içinde ele alınışıyla ilgili olarak, Bknz. Marx (2007: 584-738), Dobb (1992), Hill (1997), Hobsbawm (2005), Huberman (1968), Thompson (2007). Çeşitli yöntem ve farklı perspektifler üzerinden ele alışlar için, Bknz. Febvre (1995), Braudel (2004a; 2004b), Polanyi (2005), Sombart (1998) Pirenne (2007), Tilly (2001; 2005), Weber (1997). Geçiş süreci ve günümüz dünyasında devletlerarası ilişkiler üzerinden sürdürülen tartışmalarla ilgili olarak Bknz. Dobb, Sweezy ve Diğerleri (2000), Frank ve Gills (2003). 4 Marx (2007:679), ilkel birikimi şöyle tanımlamaktadır; “..kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, ..üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü, sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih-öncesi aşamasını oluşturur”. 5 Polanyi’e göre (2005), emek dışında ampirik meta tanımına uygun olmayan iki diğer toplumsal öğe, toprak ve paradır.
4
büyütmeye dayanır. Bu bağlamda emek piyasası, emek gücü satın alan kapitalist
sınıfın üretim sürecinde el konulacak olan artı-değeri en yüksek düzeyde tutma eğilimine uygun ücret düzeyine ulaşmasına imkân verecek kadar gelişmiş ve işlevsellik
kazanmış olmalıdır. Böylelikle kapitalist üretim sürecinin tam olarak örgütlenmesinde serbest bir emek piyasasının varlığı kadar, emek gücünü arz eden kitlenin büyüklüğü
ve sürekliliği de belirleyici faktörler arasında yerlerini alırlar. Büyüklük burada,
kapitalist üretimin bir gereği olarak emek gücünü arz eden kitlenin, emek gücü talebinden daha fazla olması anlamına gelir. Süreklilik ise, mekanizmanın emek-gücü
fazlasını devamlı olarak yeniden üretmesi olarak tarif edilebilir.
Marx’ın da ifade ettiği gibi,
Kapitalist üretim süreci, bir kez örgütlenmesini tamamladı
mı, bütün direnmeleri kırar. Devamlı bir nispi artı-nüfus yaratılması, emek gücüne olan arz ve talebi ve dolayısıyla
ücretleri her zaman sermayenin gereksinmelerine uygun bir düzeyde tutar….Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri
“düzenlemek”, yani bunu artı-değer yapımına uygun sınırlar içinde tutmak, işgününü uzatmak ve emekçinin kendisini
normal bir bağımlılık durumuna sokmak için, devletin gücünü
her zaman kullanır (Marx, 2007:701).
Kapitalist birikimin sürekliliği bakımından istihdam edilemeyen fazla nüfusun varlığı vazgeçilmez bir rol oynamaktadır; Marx bu kitleyi “emekçi artı-nüfus” ya da
“yedek sanayi ordusu” olarak tanımlar (Marx, 2007: 599-610). Marx’a göre emekçi
artı-nüfus, kapitalist birikimin ve bu temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olmasının yanında, tersine olarak da “kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu
üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır.…(B)üyük sanayinin bütün hareket şekli, emekçi nüfusun bir kısmını, sürekli olarak işsiz ya da yarı-işsiz insanlar haline
getirmeye” dayanmaktadır (Marx, 2007: 602-604).
Bir toplumda ortaya çıkan herhangi bir olgu (örneğin işsizlik), belirli bir üretim
sisteminin mümkün kılması ile ortaya çıkıyor, diğer taraftan hem onun varlık koşulu
hem de amacı haline geliyor ise, bu toplumsal olgunun “doğal” olduğu ileri sürülebilir mi? Şüphesiz bu sorunun yanıtı “doğal” ifadesinden ne anladığımızla ilgili olacaktır.
“Doğal” olduğu ileri sürülenden, belirli bir sürecin içinde “olağan” biçimde karşımıza çıkan, yaşamımıza içkin hale gelmesi ile kanıksadığımız bir olguyu kastediyorsak, hiç
şüphesiz işsizlik “doğal”dır. Diğer bir ifade ile kitlesel iş yoksunluğu kapitalizmin doğal
bir sonucu ve geçen zaman içinde birçok bakımdan olağanlaşmış bir toplumsal olgudur.
Eğer doğallık insanın toplumsal/biyolojik sürekliği ile o olgunun varlığı arasında evrensellik düşüncesini içeren bir ilişki üzerinden anlaşılmakta ise, işsizlik olgusu için
bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu söylemek mümkün hale gelir. İşsizlik doğal
bir olgu değildir; biyolojik ve sosyal anlamda insan ya da toplum varoluşuna içkin değildir. Kapitalizme doğru yol alan toplumlardan önce tarihin farklı kesitlerinde
yaşamış birçok topluluk ve toplumda kitlesel düzeyde işsizliğe rastlanılmamıştır. Bu tespite özdeş olacak anlamda, serbest bir emek piyasasını içeren kapitalist yapılarda
işsizlik olgusunun ortadan tümüyle kalktığı bir döneme en azından henüz rastlanmamış olduğunu söylemek mümkündür. Savaş, doğal afet vb. faktörlerin nüfus üzerinde sert
bir etki yapması durumunda ise, istihdam eksikliği istisnai olarak ve sadece geçici
nitelikte karşımıza çıkabilir. Bu tip durumlarda yapılacak müdahale, emek hareketi (mobilitesi) üzerindeki engellemeleri ortadan kaldırma yoluyla emek arz kıtlığını
azaltma yönünde olacaktır. Kapitalist üretim örgütlenmesinin bir sonucu olarak yedek sanayi ordusu nicelik ve nitelik bakımından farklılık göstermiş olsa bile kaçınılmaz bir
5
şekilde ortaya çıkar. Yukarıda yer alan tespit, varoluşsal anlamda toplumsal yapı,
tarihsel anlamda kapitalist toplum içindeki yeri üzerinden işsizlik olgusunu tanımlamanın birinci adımıdır.
- İşsizlik Nedir ve Ne Değildir?
Bilindiği üzere sorun, birçok boyutuyla her dönemde iktisat biliminin konusu
olmuştur. Dolayısıyla sadece sorunu tanımlamak için değil, onunla mücadelenin doğru
yöntemlerini bulmak için de iktisadi analizler devreye girmiştir. “Doğal” bir olgu olamayacağını iddia edeceğimiz işsizliğin, farklı paradigmalar içinde yer almasına
rağmen çeşitli tür ve miktarlarıyla her zaman olağan bulunarak incelendiği geniş bir iktisat literatürü karşımıza çıkmaktadır.
Klasik ve Neoklasik istihdam teorisinde6 ekonominin kendiliğinden tam istihdam7
düzeyinde dengeye geleceği ileri sürülür. Tam istihdam denge düzeyinde “cari ücret düzeyinden çalışmayı kabul eden” bütün emek sahipleri iş bulabilmektedirler. Ekonomi
bu durumdayken çalışmayan kişiler iki grupta toplanmaktadırlar. Birincisi, o esnada iş arayanlar; ikincisi ise, cari ücret düzeyinde çalışmak istemeyenlerdir. J. Maynard
Keynes “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” (The General Theory of Employment, Interest and Money) isimli önemli eserinin daha ilk sayfalarında (1983 [1936]: 4-6),
Klasik istihdam teorisinin8 temel önermelerini sıralarken eleştirisinin zeminini
hazırlamakta ve yukarıda belirtilen işsizlik tiplerini kavramsallaştırmaktadır.9
Daha sonraki yıllarda Monetarist iktisadın önemli temsilcisi Milton Friedman
(1968) “doğal işsizlik” kavramını ortaya atmıştır. Doğal işsizlik, yapısal işsizlik10 ile geçici işsizliğin toplamından oluşmaktadır. Bu görüşe göre eğer işçiler, iş arayıp
bulamadıkları ya da değişen teknolojinin gereklerine cevap veremedikleri için istihdam
edilemiyorlarsa, bu “doğal” bir durumdur. Doğal ifadesinin kendisini de hedef alacak anlamda 1980’lerden sonra Yeni Keynesyen iktisatçılar tarafından NAIRU
(Nonaccelerating Inflation Rate of Unemployment) ileri sürülmüştür. Bu görüşe göre ise eğer bir ekonomide işsizlik enflasyonu hızlandırmıyorsa, olağandır ve bu durumda
tam istihdam dengesi sağlanabilecektir.
İktisat kuramının liberal kanadında gelişen analizlerin birçoğunda, sadece eksik
istihdam durumunda değil tam istihdam olarak ifade edilen durumda dahi işsizlik
olağan biçimde yer alır. Niteliği ve niceliği bakımından gruplara ayrılan işsizlik, ekonomik akışın içinde diğer faktörlerle ilişkilerini de içeren farklı bakış açılarıyla ele
alınmaktadır. Ortak noktalarını vurgulamak istediğimizde, bu yaklaşımların işsizliğin varlığını verili bir gerçeklik olarak kabul ettiklerini, politika önerilerinin ise genellikle
6 Klasik ve Neoklasik paradigmayı birbirinden ayıran çok temel özellikler bulunmaktadır. Liberal iktisat düşüncesinde, emek piyasasında da diğer piyasalarda olduğu gibi kendiliğinden dengeye ulaşılacak olması temel varsayımı üzerinden, burada klasik istihdam teorisi her iki paradigmanın yaklaşımını bütünleştirecek şekilde kabul edilmektedir. 7 İstihdam iktisat literatüründe dar anlamda emek girdisinin, geniş anlamda tüm üretim girdilerinin üretim sürecinde kullanılması anlamına gelmektedir. Tam istihdam üretim düzeyi, bir ekonomide o anda mevcut olan tüm kaynakların istihdam edildiği denge durumunu ifade eder. 8 Keynes’in buradaki temel eleştirisi Neoklasik emek piyasası analizine yöneliktir. Eserde ortaya konulan analizde ekonominin tam istihdam düzeyinde dengeye gelemeyebileceği, bunun yerine eksik istihdam durumunda dengenin nasıl sağlanabileceği detaylı bir şekilde incelenmektedir. Eksik istihdamın kaynağı efektif talebin yetersizliğidir; Keynes ekonomideki talep yetersizliğinin aşılma yöntemlerini detaylı biçimde ortaya koymak suretiyle teorisini geliştirmiştir. 9 Keynes, ilk grubu geçici (frictional) işsizlik (1983: 6,15-16), diğerini ise gönüllü (voluntary) işsizlik olarak tanımlar (1983: 6,8). Ne var ki, Klasik iktisat düşüncesinin olanak tanımadığı bir diğer işsizlik türü vardır ki bu işsizlik türü Keynes’e göre (1983: 6, 22), iradi yani gönüllü olmayan (involuntary) işsizliktir. Keynes’e göre ise ekonomideki talep yetersizliği, depresyona neden olabilecek nitelikte, iradi olmayan işsizliği de içererek eksik istihdam durumunu ortaya çıkarabilir. Keynes, Klasiklerin öngörememesi anlamında beklenilenin üstünde, “olağandışı” bir işsizliğin (gönüllü olmayan) mümkün olduğunu belirtmiştir. Ekonomi bu durumdayken bile dengeyi (eksik istihdam dengesi) sağlamanın mümkün olduğu görüşü, Keynesyen iktisadı, Klasik iktisattan farklılaştıran bir diğer boyuttur. 10 Yapısal işsizlik, işgücünün teknolojik gelişmeye uyum sağlayamaması ile ilgilidir. İşgücünün coğrafik ve niteliksel bileşimlerinin talepteki ve teknolojideki değişimlere anında uyum sağlayamaması sonucunda işçilerin bir kısmının işlerini kaybetmelerinden kaynaklanan işsizlik, olarak tanımlanmaktadır (Ünsal, 2009: 92).
6
işsizlik oranının azaltılması amacına dönük olduğunu söylemek mümkündür. 2001’de
Nobel Ekonomi ödülü almış Yeni Keynesyen iktisatçı George A. Akerlof, Robert Schiller ile birlikte kaleme aldığı Hayvansal Güdüler isimli eserde, işsizliğin sebebini yüksek
ücretlere bağlamaktadır (2010: 127-136). Akerlof ve Schiller, “etkin ücret teorisinin”11 popüler bir versiyonu olarak Schapiro ve Stiglitz tarafından sunulan yaklaşımın altını
çizerek, işgücü arz ve talebinin üzerinde belirlenen ücretin “ekstra ücret” olacağını
ifade etmektedir. Yazarlara göre, “Eğer tüm şirketler, denge durumunda olduğu gibi, ekstra ücret verirse, işsizlik baş gösterecektir” (Akerlof ve Schiller, 2010: 134). Burada
işsizlikle baş etmenin bir yolu olarak ücretlerin “daha düşük düzeyde” tutulması önerilmektedir. Kaldı ki Akerlof ve Schiller’e göre (2010: 136, vurgu bana ait), işgücü
piyasasıyla ilgili bu yaklaşım, “işsizlikle ilgili hedefi vuracağı anlaşılan bir
açıklamadır. Basit ve realisttir, aynı zamanda gerçeklere uygundur… Eğer insanlar iş bulmaya gerçekten önem veriyorsa, o zaman bir makroekonomi teorisi, daimi iş alan
kıtlığının nedenini açıklayarak işe başlamalıdır. Bu teori bize tam olarak bunu sağlamaktadır”. Hiç şüphesiz iş bulmaya gerçekten önem verilmektedir. Ne var ki, bu
teorilerin bizi bu hedefe ulaştırıp ulaştırmayacağı son derece şüphelidir.
Temel problem, iktisat kuramının emek talebini reel ücretin bir fonksiyonu
olarak ele alma geleneğine dayanır. Burada iktisat terminolojisi ve düşünce sistemi üzerinden çok basit ve kısa bir soru akla gelmektedir: emek talebi, gerçekten reel
ücretin bir fonksiyonu mudur? XVIII. yy.dan beri üzerinde tartışmaların sürdüğü bu soruya, çalışmanın kapsamı içinde yanıt aramak mümkün görünmese de, konuya
ilişkin birkaç tespit yapmak mümkündür.
Teknolojinin sürekli olarak kapitalizmin hizmetine sunulduğu ve emek girdisinin daha donanımlı üretim araçları üretiminde kullanıldığı bir üretim düzeni içinde yer
aldığımız aşikârdır. Kapitalist üretimin kaçınılmaz hedefi olan artı-değer üretimi, emek zamanını, yoğunluğunu ya da verimini artırmaya dayalıdır. Böylelikle süreç içinde
sermayenin organik bileşimi12 artma eğilimi gösterecektir. Teknolojik değişim, emek verimindeki artış ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminin artması, mutlak biçimde
işsizliğin varlık göstereceği bir süreç doğurmaktadır. Bu yanıyla işsizlik kapitalist
üretimin olağan bir sonucudur. Konuya bu çerçeve içinden kabaca baktığımızda bile emek girdisi fiyatının düşmesinin, emek talebini artıracağını ileri sürmenin, sorunsalı
böyle bir sistem temelinde biçimlenmiş dünyadan önemli ölçüde soyutlamak anlamına geleceğini görmek mümkündür.
Daha önceki bölümde bahsedildiği üzere kitlesel iş yoksunluğu kapitalizmle
mümkün hale gelmiştir. Yani kapitalist sistemin özgül özellikleri ile hareket yasaları, işsizliği sürekli olarak yeniden yaratan bir süreç doğurmaktadır. Süreç, işçi sınıfının bir
kesimini aşırı çalışmaya, diğer kısmını ise zorunlu bir işsizliğe mahkûm ederken, bireysel kapitalistleri zenginleştirmenin bir aracı halini alarak “yedek sanayi ordusu
üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır” (Marx,
2005: 606-607). Bir önceki vurguyla da bağlantılı şekilde düşündüğümüzde, artık-
11Etkin ücret teorisi (efficiency wage models) firmaların, yetişmiş nitelikli işgücüne marjinal ürün gelirlerinden daha yüksek ücret ödemeleri durumunda, işçilerin daha verimli çalışacaklarını, böylelikle işverenlerin de daha kârlı çıkacaklarını ileri süren teoridir. Eksik istihdamın sebeplerinden birisi de budur. 12 Sermayenin organik bileşimi, kısaca, verili bir emek üretkenliği durumunda, değişen sermayenin (v), değişmeyen sermaye (c) oranı olarak tanımlanabilir. Değişen sermaye, malların üretiminde dolaysız olarak kullanılan toplam işgücünün değeri ya da ücretin satın aldığı malların içerdiği işgücü zamanıdır. Değişmeyen sermaye ise, malların üretiminde kullanılan tüm üretim araçlarının içerdiği işgücü miktarıdır (yani değişmeyen sermaye, sabit ve dolaşan sermayenin toplamına eşittir). Organik bileşim, dolaylı işgücü miktarının işgücünün değerine oranı olduğundan, herhangi bir sektörde kişi başına düşen üretim aracı miktarındaki artış, o kesimde sermayenin organik bileşimini diğer kesimlere oranla arttığını gösterir (Akyüz, 1980: 28-37). Marksist teoride sermayenin organik bileşimi ve teknik bileşimi hakkında bknz. Marx (2007: 585-602).
7
değer üretiminin, sermayenin organik bileşiminde emek girdisi aleyhine (emek talebini
azaltacak şekilde) bir süreç doğurduğu anlaşılır.
Üretim araçları, büyüklük ve etki güçleri bakımından
artarken, daha az emekçi çalıştırma araçları haline geldikleri gibi, bu durum, bir de, emeğin üretkenliğindeki
artış oranında, sermayenin emek arzını, emekçi talebinden
daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçekliğiyle değişikliğe uğratılır. Bir yandan işçi sınıfının çalışan kesiminin aşırı
çalışması yedek ordunun saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek ordunun rekabet yoluyla çalışanlar üzerindeki artan
baskısı, bunları, aşırı-çalışmaya boyun eğmek ve sermayenin
diktası altına girmek zorunda bırakır (Marx, 2005: 606, vurgular bana ait).
İşsizlik, kapitalist birikimin sürekliliği adına emekçi artı-nüfusun yeniden
üretimidir. İşsizlik, hem istihdam edilenler hem de istihdam edilmeyenlere, piyasada rekabet dolayımından etki edecek biçimde ücretleri aşağıya doğru baskılar. Böylelikle
artık-değer üretimine en elverişli ücret seviyesi, işçinin sadece kendi yeniden üretimini
sağlayacak geçimlik düzeye kadar inebilecektir. Bu bakımdan işsizlik, cari ücret düzeyinde çalışmayı kabul etmeyen bireylerin toplamını gösteren bir olgu değil, aksine
giderek daha nitelikli hale gelerek verimi artan işgücünün, daha düşük ücretlere razı olmasını sağlayan, buna rağmen tamamıyla ortadan kalkması mümkün olmayacak bir
olgudur.
İşsizlik, mülksüzleşen, üretim araçları elinden alınan insan topluluklarının istihdam edilmeye mahkûm olması, ancak onlara istihdam olanaklarının
sunulmamasıdır; bir meta olarak satılmak zorunda olan emek-gücünün satılamamasıdır. İstihdam edilmeye mahkûmiyetin en önemli ve yaygın sonuçlarından
birisi, emeğine ve ürettiği ürüne yabancılaşan insan çoğunluğudur. Kaldı ki üretim ilişkileri ile işbölümünün bugün ulaştığı koşulları göz önüne alıp konuya yabancılaşma
olgusunu da içerecek şekilde bakarsak, işten yoksun kalış sadece işsizleri değil,
çalışanların da büyük çoğunluğunu içermektedir.
Nesnel gerçekliğe bakıldığında işten yoksun kalmanın en önemli sonucunun
geçinme olanağının daralması yani kaba tanımı üzerinden yoksullaşma olduğunu söylemek mümkündür. Yoksullaşma, her dönemde bir şekilde “yardım” olgusunu
gündeme getirmiştir. Eğer işsizlik yukarıda tarif edilen türde bir olgu ise, “işsizlere
yardım” toplumsal yaşam içinde nasıl bir alana denk düşmektedir? Şüphesiz ki bu sorunun yanıtı için, yardımın ne olduğu ya da onun bir sosyal politika aracı olup
olmadığı tartışmasına girecek şekilde, yoksul yardımlarının tarihine dönmek gerekmektedir.
Sosyal Yardım İşsizler İçin Neden Gereklidir?
Sosyal yardımın tarihi, XVI. yüzyıldan XX. yüzyıl refah devleti uygulamalarına kadar, ana hatlarıyla “çalışma hayatını örgütleme çabası” olarak tanımlanabilir (Fox-
Piven ve Cloward’dan aktaran Buğra, 2008: 46). Bu aşamaya kadar getirilen tartışmada hali hazırda kabul edilmiş olan bu tanımı, çalışmanın içeriğine uygun bir
düzeye ulaşana kadar açmak gerekecektir.
Son derece geniş bir zaman diliminde ve farklı toplumlarda izlenilen sosyal yardım ve hibe uygulamalarına bakıldığında, dönemsel karakteristiği belirleyen farklı
8
anlayışlar göze çarpar. Bu anlayışları ise üç başlık altında toplamak mümkündür:
Paternalizm, laissez faire ve refah devleti. Bu anlayışlar ile sosyal yardım olgusunun karşılıklı etkileşimi ve aralarındaki ilişkiselliğin tarihi, şüphesiz tartışmaya açılımlar
getirecek, böylelikle sosyal yardımın toplum yaşamındaki farklı boyutlarını görünür kılmak da mümkün olabilecektir.
- Paternalizm: Sahte Sevgiye Dayalı Otorite13
Batı Avrupa’da özellikle İngiltere’de yoksul yasalarının tarihi XVI. yy.’a14 kadar uzanır. Tudor Dönemi İngiltere’sinde Eski Yoksul Yasaları olarak adlandırılan yasalar
1576, 1589 ve 1601 tarihlerinde yürürlüğe girdiler. Bu yasalara göre işsiz ve iş göremez yetişkinler Eski Yoksul Yasaları kapsamında, çalışanlar ise Zanaatkârlar
Yönetmeliği kapsamında değerlendiriliyorlardı. Yoksul yardımları yerel düzeyde
örgütleniyordu, yani imparatorluk ölçeğinde genel bir standart yoktu.
1662’de yoksulların bir parish’ten15 diğerine göçünü önlemek amacıyla Yerleşim Yasası çıkarıldı. İlerleyen dönemlerde sanayinin ihtiyaçlarının zorlamasıyla da birleşince, yoksul göçünü önlemek amacıyla çıkartılan Yerleşim Yasası 1795’de
gevşetildi ve parish’lere bağlı serflik ortadan kaldırıldı. Böylelikle “ulusal” nitelikte bir emek piyasasının oluşması yönünde önemli bir adım atılmış oldu.
Proleterleşmenin önemli ölçekte yaşandığı bu dönemde mülksüzleşen kitleler,
(işçiler ve işsizler), paternalist devlet anlayışına göre kurgulanan yasalar kapsamında yönetilmişlerdi. Uygulamalar bu açıdan aristokrasi ile burjuvazinin çatışması ekseninde
belirlenen gereklilikleri de yansıtmaktaydı. Dönem, Sanayi Devrimi’nin en canlı yıllarıydı. Laissez-faire anlayışı siyasi bağlamından hareketle iktisadi yaşamın birçok
alanına nüfuz eder olmuştu. XVIII. yy.’ın sonlarına doğru liberal anlayış nihayet iktisadi
korumacılık ve himayecilik karşısında yükselişe geçti.
Yapılanmasını sürdüren emek piyasası çeşitli kesimlere önemli yararlar
sağlamaya devam ediyor ancak ortaya çıkan sosyal yıkımın ölçeği de bir taraftan büyüyordu. Bu koşullar altında İngiltere’de yerini Laissez Faire’e bırakmadan önce
paternalist anlayış, 1795’te Speenhamland Yasası’nın16 yürürlüğe girmesiyle kendisini tekrar gösterdi. Yasayla, yoksullara kazançlarından bağımsız belirli bir asgari gelir
sağlanmasına, tahıl fiyatlarına göre belirlenen bir ölçüt üzerinden gelirlerin
desteklenmesine karar verilmişti (Polanyi, 2005: 125,126). Bu yasayla birlikte “aile” yardımın temel birimi haline geldi. Diğer taraftan Eski Yoksul Yasaları’nın aksine
yasanın kapsamına hem işçiler, hem de işsizler alınmıştı.
Kapitalist üretimin genişlemesiyle XVIII.yy.’ın sonlarına doğru “İngiliz toplumu,
gerek hâkim sınıfların kendi aralarında ve gerekse de emekçilerle hâkim sınıflar
13 “Paternalizm: Sahte Sevgiye Dayalı Otorite” ifadesi Richard Sennett’in Otorite isimli kitabının 2. Bölüm başlığıdır (2011: 59). Pater” kelimesi latince “baba” anlamına gelmektedir. Paternalizm siyasal iktidarın yapılanışında korumacı-himayeci anlayışın egemenliğini ifade eder. Sennett’e göre (2011: 66), “paternalizm sözleşmesiz erkek egemenliğidir”. Sennett eserde, Patriyarşi, Patrimonyalizm ve Paternalizme dayalı otorite anlayışlarının özellikleri ve farklılıklarını ortaya koymaktadır. Ayrıca Polanyi eserinde (2005: 152), Speenhamland sistemine atıfla paternalizm için “ne idüğü belirsiz insancıllık örneği” ifadesini kullanır. 14 XVI. yy. artık feodal yapının çözülmekte olduğu, güçsüzleşmeye başlayan aristokrasi ile birlikte ticaret burjuvazisinin geliştiği, serflerin topraklarından ayrıldığı ve işçileşmeye başladıkları döneme denk düşer. Bu süreç içinde hem kırsal hem kentlerde sürdürülen üretim ve üretimin örgütlenme biçimi de dönüşmeye başlamıştır. Coğrafi keşiflerin gerçekleşmiş, uluslararası ticaretin nitelik ve ölçek bakımından değişim göstermiş olduğu bu dönemde, tüm bu değişimlerin bir sonucu olarak Batı Avrupa’da iktisadi yaşama genel olarak Merkantilist anlayış egemen olmuştur. 15 Parish, feodal toplumsal yapılarda kiliselerin yönetiminde bulunan arazi. 16 Speenhamland Yasası, iş göremez yoksulların yanında, kötü çalışma koşullarında, düşük ücretler karşılığında çalışan işçilerin yaşamayı sürdürebilecekleri geliri onlara sağlamaktaydı. Bu yasa yürürlükteyken işverenler ücretleri istedikleri gibi düşürebiliyorlar, işçiler ise tembel de olsalar çalışkan da olsalar aç kalmayacaklarını biliyorlardı (Polanyi, 2005: 126-131). Hiç kimsenin aç kalmaktan korkması gerekmiyordu çünkü ne kadar az kazanırsa kazansın parish onlara bakmakla yükümlüydü (Güngör ve Özuğurlu, 1997: 5). Böylelikle 1795-1834 yılları arasında “rekabetçi” bir emek piyasası Speenhamland Yasası ile engellenmiş oldu (Polanyi, 2005: 125).
9
arasında derinleşen çelişki ve mücadelelerle” sarsılmaktaydı (Güngör ve Özuğurlu,
1997: 3). Tüm bu sınıfsal mücadeleler arasında ortaya çıkan sosyal yıkımın sonuçlarıyla baş etmek üzere devletin, işçiler ve işsizleri birlikte kapsayan emek
piyasası müdahalesi, sorunu ortadan kaldırmak şöyle dursun, onu derinleştirmiş ve hatta dönüştürmüştü. Peki bu süreç nasıl işledi?
Bir önceki bölümde kurulan argümana dönecek olursak, paternalist
düzenlemeler ve Speenhamland Yasası’ndan beklenilmeyen bir olgu doğduğunu söylemek mümkündür: Speenhamland Yasası işsizliği artırmıştır. Bu durum iki açıdan
son derece çelişkili gibi görünebilir: İlk çelişki uygulanan politikanın başarısızlığı ile ilgilidir; işsizliğin sonuçlarıyla mücadele stratejisi nasıl olup da işsizliği artıran bir rol
oynamıştır? Diğeri ise işsizlik ve yedek ordu arasındaki doğrusal ilişkiye dairdir:
işsizliğin artmasına neden olan bir yasa, neden beklenilenin aksine yedek ordunun zayıflamasına yol açmıştır?
Bu durumun kendine özgülüğünü ön plana çıkaracak şekilde aynı açıklama her iki soruyu da yanıtlamaktadır: Dönemin koşullarında, yasayla birlikte işsizler artmış
ama yedek ordu güçlenmemiştir çünkü yasa son derece tuhaf bir şekilde “çalışmak istemeyen işsizler” ve “az çalışmayı tercih eden işçiler” ortaya çıkarmıştır. Bu tuhaflığın
tek bir kaynağı yoktur: kapitalist bir toplumda, emeğine ve ürettiğine yabancılaşmış
insanlar için çalışmanın temel sebebi, geçinme/yaşama zorunluluğudur. Yasa ile birlikte -bir ölçüde de olsa- yaşamak için çalışma zorunluluğu ortadan kalkmıştır.
Böylelikle üretken kapitalistler karşısında belirli bir ücret düzeyinden istihdam edilmeye hazır olması beklenen kitle daralmıştır; yani yasayla emek piyasasının “rekabetçi”
olması engellenmiştir. Bu koşullar altında istihdam edilmeye gönüllü kişilerin sayısını
artırmak, ücretlerin yükseltilmesi ile gerçekleştirilebilecektir. Yasanın oluşturduğu karmaşık ekonomi şaşırtıcı sonuçlar ortaya çıkarmış, “ücret desteklemelerinin, adeta
mucizevî bir biçimde herkese, hatta yardım alanlara bile zararı dokunduğuna göre, uygulamanın özünde zararlı olduğu” sonucu ortaya çıkmıştır (Polanyi, 2005: 131).
Bir diğer taraftan bu gelişmeler birikimin hızı ve artık-değerin büyüklüğüne keskin biçimde olumsuz etki etmiştir. Geçirilen sürecin özgünlükleri, bu türden sonuçlar
ortaya çıkaran bir yasanın kaldırılması gereğini açıkça gözler önüne serer. Polanyi’nin
de ifade ettiği gibi (2005: 303, vurgu bana ait), “muhtaç durumdakilere insaniyet namına yardım edilmesi gerekirken, işsizlere sanayi namına yardım edilmemesi”
gerekmiştir. Yaşanılan bu gelişmeler, liberallerin sorunun piyasa mekanizması yoluyla aşılması gerektiği yönündeki argümanlarına toplumsal meşruiyet kazandırmış, bu
açıdan laissez-faire anlayışının yükselmesine de hizmet etmiştir.
- Laissez-Faire: Bırakınız Yoksul Kalsınlar
Bu dönemin rekabetçi emek piyasası tartışmaları, emek gücünün verimi ve
emek arzının düşüşü olgusunun bir sonucu olarak “yardım faaliyetinin toplumu tembelleştirip tembelleştirmediği” gibi ahlaki bir değerlendirmeyi pragmatik düzeyde
içerir. Paternalizim sahte sevgiye dayalı olduğundan buna elbette şaşırmamak gerekir.
Yaklaşık 40 yıl yürürlükte kalan Speenhamland Yasası’ndan sonra kabul edilen 1834 Yeni Yoksul Yasası ile birlikte, önceki dönemlerdeki uygulamalara yön veren
paternalizm anlayışı önemli ölçüde terk edilmiş, Laissez faire ile devlet müdahalesi arasındaki ikiliğe hapsedilerek ele alınan emek piyasası ise böylelikle diğer piyasalar
gibi görünmeyen el’e teslim edilmiştir.
1830’ların başında, toplumu piyasa ekonomisine döndürme görevini üstlenen
İngiliz orta sınıfı amacına fazlasıyla ulaştı (Güngör ve Özuğurlu, 1997: 11). Diğer
taraftan yeni yasa, “yoksul işçi” ile “düşkün”ü birbirinden keskin şekilde ayırmıştı.17 Yasayla birlikte yoksulları barındıran parishler, daha büyük Birlik’ler haline getirildi.
17 Polanyi bu ayrımı (2005: 155), modern anlamda işçi sınıfının doğumu olarak nitelendirmektedir.
10
Birliklere bağlı çalışma evlerinde yaşam koşulları oldukça kötüydü ama böylelikle
yoksul yardımının maliyeti düşmüş oluyordu. Yoksul ailelerin parçalanmasını hızlandıracak şekilde, insanlar yaşa ve cinsiyete göre tasnif ediliyorlar; yedi yaşın
üzerindeki çocuklar ailelerinden ayrılıyorlardı (Güngör ve Özuğurlu, 1997: 11). Friedrich Engels’in (1974: 418), bu yerlerin yoksulların sığınması için değil, adeta
verilen “hizmetten faydalanmadan” yaşama umudu olan herkesin dörtnala kaçması için
yapıldığına ilişkin tespiti anlamlıdır.
Rekabetçi emek piyasasındaki görünmeyen el, hem emek piyasası içinde
kalanlar hem de piyasanın dışarıda bıraktıkları açısından sorunu çözememiştir. Paternalist himayecilikten vazgeçerek, rekabetçi bir emek piyasası adına atılan her
adım, yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda olan işçilerin, üretimden aldıkları
payın giderek daralmasına yani gelirlerin düşmesine sebep olmuştu. Laissez-faire’li yılların sonunda ortaya çıkan tablo korkunçtu: “1901’de yapılan bir araştırmaya göre
nüfusun %28’i fiziksel yaşamını sürdürebilmek için gerekli gelir standartının altında” yaşar duruma gelmişti (Evans’tan aktaran Güngör ve Özuğurlu, 1997: 1). Bununla
birlikte kapitalist üretim büyümüş, ulusal ve uluslararası ticari ilişkiler biçim değiştirmiş, birikim ivme kazanmıştı.
Tüm bu gelişmeler, farklı eğilimlerden beslenen toplumsal muhalefetin
yükselmesine sebep olmuş, örgütlü işçi hareketi ve sendikacılık da dönüşüm geçirmiştir. Yaklaşık bir asır boyunca devlet politikaları üzerindeki egemenliğini
sürdüren laissez-faire, “Büyük Bunalım”ı hazırlayan sorunlarla baş edemeyerek inişe geçmiştir. Diğer taraftan işçi sınıf hareketi ve toplumsal mücadele ile birlikte, sosyal
politikada artık kollektivizmin önem kazanacağı anlayışı gelişmeye başlamıştır.
- Refah Devleti ve Sonrası
Görünmeyen el sayesinde piyasaların kendiliğinden dengeye gelmesi gerektiği,
ancak bunun gerçekleşmeyişinin sarsıcı şekilde deneyimlendiği “Büyük Buhran” sonrası dönemde iktisat anlayışına Keynesyen18 eğilim derin biçimde etki etmeye başladı.
Böylelikle Büyük Buhran ve II. Dünya Savaşını izleyen yıllarda devlet-toplum ilişkisinin yeniden yapılanmasında “refah devleti”19 anlayışı etkin duruma geldi. Keynesyen
paradigmanın yanı sıra Avrupa sosyalist düşüncesinin entelektüel ve politik etkileri,
Sovyet Rusya siyasal-iktisadi yapılanması refah devletinin düşünsel ve toplumsal geri planını hazırlayan faktörler arasında yer aldı. Bu bağlamda dönemin koşullarını
birbiriyle çatışan ama çatışmasına rağmen bir arada bulunan iki zorunluluk açısından değerlendirmek mümkündür.
Erken kapitalistleşen Batı Avrupa ülkelerinde özellikle İngiltere’de güçlenen işçi
sınıfının sendikal mücadelesi bu dönemde hem ücretler, hem sosyal haklar konusunda belirleyici rol oynayacak düzeye ulaşmıştır. Bu anlamda iki kutuplu dünyanın
dinamiklerini dikkate aldığımızda, kapitalist toplumda refah devleti politik açıdan bir zorunluluk olarak da karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan, kapitalist ekonomilerin
sermaye birikiminin önünü tıkayan “eksik tüketim krizini” aşmak gibi bir iktisadi
zorunluluğu vardır. Dolayısıyla talep-yanlı iktisat politikalarının hayata geçirilmesi, aynı zamanda birikimdeki tıkanıklığı açmak için öngörülen bir reçete olarak da düşünülebilir.
Kamu harcamalarının artışı, vergi ve ücret politikaları, emek piyasası müdahaleleri yoluyla tüketim harcamalarının artması, metaların ölüm parendesi (salto mortale) atlamasını sağlayabilecektır. Bu bağlamda kapitalist refah devleti, halkın ve oluşturulan
18 Keynesyen iktisat, öncelikli olarak piyasaların düzenlenmesinde devlet müdahalesini öne çıkartmış, eksik tüketim krizlerinin ortaya çıktığı ekonomilerde kamu harcamalarını artırmayı temel alan iktisat politikaları önermiştir. Kamu harcamalarındaki artış gelirlerin artmasına sebep olacak, gelirlerin artışı, toplam talebi artıracaktır. Artan toplam talep böylelikle öncelikle tüketim ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla yatırımlar ile istihdam düzeyini olumlu yönde etkileyecektir. 19 Refah devleti ve refah devletinin gelişimi, sosyal politika anlayışının toplumsal etkileri konusunda farklı perspektifler olarak bknz. Gough (1979); Offe (1984); Esping-Andersen (2006a, 2006b); Buğra (2008: 65-82); Özuğurlu (2003).
11
politikaların sermayenin değişen ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesidir; diğer taraftan
işçi sınıfının ihtiyaçlarının karşılanması, refah düzeylerinin yükseltilmesi için piyasa güçlerinin uyguladığı baskılardır (Gough, 1979).
En genel ifade ile söylenebilir ki refah devletinde sosyal politika anlayışı, vatandaşlık ve sosyal hak zemini üzerine yerleştirilmiştir.20 İşsizlik sorunsalı özelinde
düşünüldüğünde de “sosyal hak” kavramının, dönemin ruhunu tanımlayan en önemli
kavramlardan birisi olduğunu söylemek mümkündür. Burada önemle vurgulanması gereken nokta, sosyal hak ve vatandaşlık üzerinden tanımlanan modern sosyal politika
kavramının, toplumsal yaşamın birçok boyutunu kuşatan bir niteliği bulunduğudur. Diğer taraftan vatandaşlık statüsü21 vurgusu, bireylerin sınıf konumu içindeki yerine
alternatif olarak sunulması bakımından oldukça önemlidir; zira refah devleti içinde
düzenlenen sosyal politika anlayışı, kapitalizm ve yurttaşlar arasında sağlanacak uzlaşının bir aracıdır da. Bu anlamda refah devletinde yurttaşlık statüsü ve yeni sosyal
politika anlayışının işçi sınıfı, sınıfın politik hareketi ve mücadele alanları üzerindeki etkileri araştırma konusu olmayı sürdürebilecek bir olgu olarak karşımızda
durmaktadır.
Tüm bunların konumuz açısından önemi, birkaç tespitle özetlenebilir. İlki sosyal
yardımın, hak temelli sosyal politika anlayışı içinde tanımlanmaya başlamasıdır. Bu
aşamada hatırlanması gereken, sosyal yardımın, modern anlamda sosyal politika olgusundan daha önce varlık göstermeye başlamış olmasıdır. Sosyal yardımlar ancak
bu dönemle birlikte bir sosyal politika aracı olarak kabul edilir hale gelmiştir. Kaldı ki sosyal yardımın sosyal politika sepeti içinde düşünülmesi, yardım sorunsalının zeminini
de değiştiren bir rol oynar. Bu anlayış, sosyal yardım olgusuna -belirli bir ölçüde de
olsa- hem paternalizmden, hem de laissez-faire’den sıyrılma olanağını da sağlar.
Bir diğer önemli unsur, bu süreçte sosyal harcamaların kamu harcama kalemi
haline gelmiş olmasıdır. Sosyal yardımın toplam değerine gelirler yönünden baktığımızda, kamu yardımlarının da toplam talep bileşenlerinden olarak, tüketime
yöneleceğini söylemek mümkündür. Bu da piyasa güçlerinin ya da işverenlerin refah devleti ve sosyal yardım anlayışından yana bir tavır takınabilecekleri anlamına
gelmektedir ki, konumuz açısından son derece önemli bir detaydır.
1970’li yıllarda ortaya çıkan koşullar, sermayenin değersizleşme problemini aşma yönünde hareketini gündeme taşımıştır. Böylelikle 1980’lerle birlikte sanayileşmiş
Batı ülkelerindeki refah devleti uygulamaları ve kurumlar, Neoliberal anlayış tarafından güçlü bir saldırıya uğramıştır. 1980’lerle birlikte erken ve geç kapitalistleşen ülkeleri de
içerecek şekilde bir dizi pratik hayata geçirilmiştir. Süreç, devletin küçülmesi ve
özelleştirme, eğitim sağlık gibi kamusal hizmetlerde özel sermaye yatırımlarının artışı, uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleşmesi, üretim örgütlenmesinin yeni
koşullar altında yeniden yapılanması gibi önemli değişikliklere sahne olmuştur. Talep yanlı Keynesyen politikalar ve bunları tamamlayan sosyal politika önlemlerinin
sürdürülemez oldukları fikri, neoliberal ideolojinin en önemli unsurlarından biri haline
gelmiştir. Bu durumu “sosyal politikada paradigma dönüşümü” olarak nitelemek mümkündür (Özuğurlu, 2003). Sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik ve çeşitli sosyal
hizmetler alanlarını kapsayan kamu hizmetlerinin bütçe içindeki paylarının ve etkinlik düzeylerinin zayıflaması meyli ortaya çıkmıştır. Ne var ki, en azından Türkiye’de
20 Rasyonel esaslara dayalı korporatist niteliği ile sosyal politika kavramı, dünyada ilk sosyal güvenlik örgütlenmesini gerçekleştiren Bismarck Almanya’sı tarafından literatüre kazandırılmıştır. XIX. yy.’ın son çeyreğindeki Bismarck dönemi Almanya’sında uygulanan sosyal güvenlik anlayışı, modern refah devletinin kurumsal olarak yerleşmesinin geri planında yer alan olgulardan birisidir. Bismarckyan ve İngiltere sosyal güvenlik sistemlerinin tarihsel dönüşümü konusunda bir çalışma için bknz. Akyüz (2008). 21 Yurttaşlığın gelişimi ve sosyal sınıf yurttaşlık konusu için bknz. Marshall (2006). T.H. Marshall’a göre yurttaşlık kurumunun siyasal ve sosyal haklar boyutu kapitalizme potansiyel bir tehdit oluşturur; bu argümana göre sosyal bölüşüm üzerinde bir basınç unsuru olan yurttaşlık kurumu, kapitalizme zıt bir yapı oluşturmaktadır.
12
geçirilen süreçte, aynı temayülün sosyal yardımlar için geçerli olduğunu söylemek pek
mümkün görünmemektedir.
Türkiye’de Sosyal Yardım
Geç kapitalistleşen ülkelerden birisi olarak Türkiye’de toplumsal yapı, kapitalist
üretim örgütlenmesinin bir gereği olarak hızlı bir dönüşüm süreci geçirdi. Kırsal nüfus,
farklı dönemlerin birikim anlayışına uygun biçimlerde, özel ve kamu kurumlarında istihdam edilmek üzere işçileşti. Sanayileşmenin çeşitli dönemlerine özgü ücret ve
istihdam politikaları uygulandı. Kırsal ilişkilerin ve tarımsal üretim tekniklerinin dönüşmesi ile birlikte, köylerden koparak kentlerde biriken kitleler zaman içinde işsizlik
ve dolayısıyla yoksulluk sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Bu sorun, Türkiye
kapitalizminin farklı birikim biçimleri ile yerel ya da küresel düzeyde varlık gösteren ekonomik krizlerin yarattığı koşullar altında, çeşitli uygulamalar yardımıyla giderilmeye
çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal politika anlayışı ve uygulama biçimleri zaman içinde değişim gösterse de, “hayırseverlik” sosyal yardıma her zaman örtük ya da açık
biçimde eşlik etti.
Cumhuriyet tarihinin tek parti dönemi devletçi dönem olarak anılmaktadır.
Sosyal politika açısından anlamlı gibi görünmesine rağmen bu dönemde yoksullukla
mücadele, devletin sorumlulukları arasında yer almamıştı. 19. yüzyılın liberal ortamında ciddi önem kazanan “gönüllü hayırseverlik”, Türkiye’de devletçi dönemin
yoksulluk yaklaşımı içinde gayet belirgin bir nitelik taşımaktaydı (Buğra, 2008: 98). Devletin yoksul yardımı yapması gerektiği fikri, gönüllü hayırseverliği gündeme
getirirken, işin dini boyutu da günümüze kadar çeşitli biçimlerde kendini gösterdi
(Buğra, 2008: 128).
Refah devletinin ortaya çıktığı yıllarda erken kapitalistleşen ülkelerde hayata
geçirilen uygulamaların, Türkiye’ye de çeşitli etkileri olmuştu. 1960’larla birlikte içe yönelik sermaye birikimi doğrultusunda ithal ikameci sanayileşme stratejilerinin
uygulamaya geçişi, üretimin dolayısıyla işgücünün yapılanması üzerinde belirleyici rol oynadı. Bu dönemde sanayi sektörünün gelişmesi, endüstri temelli iş olanaklarının
artması anlamına geliyordu. İş olanaklarındaki artış ve tarım sektörünün yapısal
dönüşümü beraberinde yoğun bir şekilde kırdan kente göç olgusunu getirdi. Köylü yoksulluğu ve kentli yoksulluğu ayrışmasına rağmen aynı dönemlerde farklı
nitelikleriyle bir arada yer aldılar.
İşgücünün, gelişen sektörlerin ihtiyaçları doğrultusunda yapılanması ile birlikte,
Türkiye yedek sanayi ordusunun yönetilmesini kapsayan bir süreç ortaya çıktı. Hızla
değişen bu yapı içinde emekçi kesimlerde örgütlülüğün artışı çalışma hayatının düzenlenmesine elbette etki etmiş, sendikal haklar, sosyal güvenlik, işsizlik sigortası,
asgari ücret politikaları, emeklilik düzenlemeleri, iş kazalarına yönelik önlemler farklı zamanlarda sürdürülen mücadelelerin de etkisiyle iş yaşamına dâhil olmuşlardır.
Bütüncül anlamda değerlendirildiğinde, Türkiye’de kalkınma hedefini gerçekleştirmek
üzere yapılan her hamle, dönemin siyasal ve toplumsal unsurlarıyla etkileşerek, sosyal haklar ve sosyal politikanın biçimlenişinde rol oynamıştır. Böylelikle sosyal politika,
işçiler ve işsizlerin gündelik yaşam pratiklerinden çalışma koşullarına kadar birçok alana etki ederek, bütüncül olarak çalışma hayatının örgütlenmesi içinde önemli bir
faktör olarak yer almıştır.
Neoliberalizm, 1980’lerle birlikte diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de
hâkim iktisadi anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. İhracata dayalı sanayileşme ve
dışa yönelik sermaye birikimini temsil eden bu anlayış, devletin hem piyasada bir aktör olarak hem de piyasaya müdahale gücü bakımından etkinlik alanının daraltılması
anlayışına dayanır. Aynı zamanda bu dönem, sosyal devlet anlayışının eleştirildiği, hatta toplumdaki bireylerin her şeyi devletten beklememeleri yönünde eğilimlerin
13
arttığı bir dönem olmuştur. Bu anlayışın sosyal politikada iki boyutlu bir eğilimi ortaya
çıkardığını söylemek mümkündür. Bu eğilim sosyal sorunları “hayırseverliğe” havale etme eğilimidir. Ne var ki bu eğilim “devletin sosyal yardım konusunda ciddi bir rol
oynaması gerektiğinin farkına varılması” ile birlikte düşünülmelidir (Buğra, 2008). Özellikle 1980’lerden itibaren Türkiye’de yoksullara yardım sürecinin muhafazakâr
liberal anlayış içinde şekillendiği göze çarpmaktadır. Buğra (2008: 195), muhafazakâr
liberalizmin “net bir biçimde İslami renklere bürünmüş olarak ortaya çıkışı ve kurumları ve ideolojisi ile sonuna kadar kapitalist bir düzenin işlerliğine ciddi bir katkı yapmaya
başlaması ise, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde” gerçekleştiğini belirtmektedir. Hayırseverlik ve yardımseverlik sadece işsizlerin değil emekçilerin de gündelik
pratiklerine keskin biçimde etki eder bir nitelik kazanmıştır.
Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte neoliberal politikalar muhafazakâr renklere bürünmüştür. Yine de saklanılması güç bir gerçek tüm çıplaklığı ile karşımızda
durmaktadır. Türkiye ekonomisi açık bir şekilde “istihdam yaratmayan büyüme” ile karşı karşıya kalmıştır. Üretim biçiminin kazandığı yapısal özellikler ve süreç içinde
ortaya çıkmış olan istihdam yaratmayan büyüme, işgücünün yapılandırılma biçimi olarak esnek zamanlı işler, taşeronluk, sözleşmeli işçilik, enformel çalışma gibi
uygulamaların yaygınlaşması ile de son derece ilgilidir. Çalışma olanaklarından yoksun
kalmış insanlar, işsizlik ve yoksulluktan kurtulma arzusu içinde “her türden iş” biçimini kabullenmek zorunda kalacaktır ve böylelikle işgücüne içerilmeyi bekleyen yedek ordu,
gerektiğinde sanayinin ihtiyaçlarını karşılayabilecektir. Mustafa Sönmez’in de vurguladığı gibi (2010: 83), “ucuzlatılmış emek ortamından istediği yatırımı ve üretimi,
ihracatı gerçekleştiren firmaların, hep ellerinin altında devasa büyük, sürekli genişleyen
ve uysallaşan bir işsiz ordusu” birikmektedir ve “istihdam yaratmayan büyüme, bir anlamda yeni sermaye birikiminin güvencesi” olur.
Grafik 1. 2000-2011 Türkiye GSYİH (1998 sabit fiy.ile) Grafik 2. 2000-2011
Türkiye İşsizlik Oranı (%)
Kaynak :TÜİK Verileri
Yukarıdaki grafiklerde ekonomideki büyüme ve üretim artışı ile birlikte işsizliğin de artma eğilimi gösterdiği görülmektedir; işsizlik büyümeyle birlikte artmıştır. Mevcut
verilere göre bunun tek istisnası krizin açığa çıktığı dönemdir. 2008 ortalarında hissedilir hale gelmeye başlayan ekonomik krizinin etkilerinin açıkça ortaya çıktığı 2009
yılında, GSYİH düşme eğilimi göstermiş, bununla birlikte işsizlik oranında ani bir
yükseliş ortaya çıkmıştır. Bu beklenilen bir durumdur çünkü firmaların büyük bir kısmı, krizle birlikte maliyet düşürücü ilk önlem olarak işçi çıkarma yoluna başvurmaktadırlar.
Sonraki dönemde üretimdeki genişleme eğilimi ile birlikte istihdam da artmış, işsizlik
0
20000
40000
60000
80000
100000
120000
140000
20
00
20
01
20
02
20
03
20
04
20
05
20
06
20
07
20
08
20
09
20
10
20
11
GSY
IH (
00
0.0
00
TL)
Yıllar
0
5
10
15
20
00
20
01
20
02
20
03
20
04
20
05
20
06
20
07
20
08
20
09
20
10
20
11
İşsi
zlik
Ora
nı (
%)
Yıllar
14
yaklaşık olarak kriz öncesi düzeye inmiştir. Son iki yılda düşme eğilimi sergilediği için
bizi sevindiren işsizlik oranı, 2011’de 2002 yılı düzeyine inebilmiştir. Diğer taraftan GSYİH 2011 yılında 114.889 milyar TL.’ye ulaşmıştır. Yani ekonomi, 2002 yılına göre
reel olarak yaklaşık % 58 büyümüştür. Ekonomik büyüme ve üretim artışının işsizlik sorununu çözmeye yetmediğini görmek bakımından bu veriler son derece anlamlıdır.
Sonuç itibarı ile karşımızda duran tablo son derece sarsıcıdır: 2011 yılı sonu
itibarı ile Türkiye’deki toplam işsiz insan sayısı 2,615 milyon kişidir. Farklı kriterler üzerinden yapılan araştırmalara bakıldığında bu ülkede yaşayan yoksul insan kitlesinin
10 milyon kişinin üzerinde olduğu görülmektedir. Bu koşullar altında kamu, işsizliğe bağlı olan ya da çalışmayla birlikte varlık gösteren yoksul kesimlere yönelik yardım
mekanizmasını işlevselleştirmek zorunda kalmıştır. Daha önce de ifade edildiği gibi,
yoksul toplulukların yaşamsal koşullarını belirleme süreci, devletin bu yöndeki faaliyetlerini ve yardım olgusunu toplumsal hayırseverliğe dayandırarak yönettiği bir
süreç olmuştur. Çünkü devletin bir kamu politikası olarak bu fonksiyonu tamamıyla üstlenmesi hizmetin “hak temelli” sağlanması anlamına gelir ki, bu alanda faaliyet
gösteren kamu kuruluşlarının sundukları raporlara bakıldığında bunun sakıncalı bulunduğu göze çarpmaktadır.
T.C. Başbakanlık Sosyal Yardım ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nün (SYDGM),
22-23 Temmuz 2008 tarihinde yayınlanan “Sosyal Yardım ve Proje Destek Faaliyetlerinin Etki Analizi Araştırması Çalıştay Raporu”nda şu ifade yer almaktadır:
Yardımların lütuf değil; hak temelli olarak verilmesi gerektiği; öte yandan Devlet kanalıyla yürütülen sosyal yardımın bir
hak olarak verilmesi halinde sosyal yardımların fayda
sahipleri üzerinde bir beklenti oluşturarak vatandaşların kolaycılığa alışmasına neden olabileceğinin de göz
önünde bulundurulması gerektiği konusunda mutabakata varılmıştır (SYDGM, 2008:2, vurgular bana ait).
Rapora göre, sosyal yardım sağlanan birey, vakfa tekrar geldiğinde durumu
değerlendirilmeli, “eğer işe başlama konusunda herhangi bir gelişme yok ise bir
sonraki yardım uygulaması biraz daha aralığı uzatılarak verilmeli, böylelikle yapılan yardımın yardım yapılan kişinin üretim ve istihdamdan uzaklaştırmaması sağlanmaya
çalışılmalıdır”. Ayrıca, birey ya da haneye verilen sosyal yardım miktarları asgari ücretin belirli bir oranıyla sınırlandırılmalıdır (SYDGM, 2008).
SYDGM, 2004 yılında Başbakanlığa bağlı bir Genel Müdürlük olarak kurulmuştur.
Fona aktarılan gelirlerin kaynağı, gelir-kurumlar vergisi, trafik para cezaları, faiz gelirleri, RTÜK gelirleri ve diğer bazı gelir kalemlerinden oluşmaktadır. Fonun
finansmanında, ağırlıklı olarak ücretli kesim tarafından ödenen Gelirler ve Kurumlar Vergisinin payı oldukça büyüktür.
SYDGM’ye bağlı çeşitli vakıflar bulunmaktadır. Bu vakıflar aracılığıyla yardım ve
hibeler belirli ölçütlere dayalı olarak yoksul kitlelere aktarılmaktadır, bu aktarımlar, gıda ve yakıt (kömür) yardımlarını içeren periyodik transferler, vakıflara transferler, sağlık
transferleri, eğitim transferleri, aile destek transferleri gibi başlıklar altında kategorize edilmektedir. Aşağıdaki tablo ve grafikte SYDGM’nin vakıflar ve diğer araçlar yolu ile
uyguladığı yardımlar ve kurum giderlerin yıllık bazda toplam tutarları verilmiştir.
15
Tablo.1 2002-2011 Yılları Arası SYDGM Verileri
YIL
SYDGM TARAFINDAN
YAPILAN
TOPLAM AKTARIMLAR (TL)
FİNANSMAN KAYNAĞI
OLARAK KULLANILAN
VERGİ TUTARI (TL)
VERGİLERİN
YARDIMLARI
KARŞILAMA ORANI (%)
2002 892.195.000,00 750.212.000,00 84,09
2003 651.990.000,00 463.291.000,00 71,06
2004 1.347.846.000,00 626.996.000,00 46,52
2005 1.304.664.099,00 864.790.035,00 66,28
2006 1.389.543.909,00 1.140.041.667,84 82,04
2007 1.413.757.199,63 1.262.054.883,67 89,27
2008 1.797.079.768,00 1.586.636.645,00 88,29
2009 2.379.375.367,00 1.693.062.208,00 71,16
2010 2.292.256.838,89 1.754.937.276,93 76,56
2011 2.276.808.480,59 2.098.296.881,58 92,16
Kaynak : SYDGM Etkinlik Raporlarındaki veriler derlenerek hazırlanmıştır.
Grafik 3. 2002-2011 Yılları Arası SYDGM Tarafından Aktarılan Fonlar ve
Finansmanı
Konuyla ilgili çalışmalar yürüten bir diğer kamu kurumu ASAGEM’dir. Başbakanlığa bağlı olarak 2004’te kurulan Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü
(ASAGEM), 2011’de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulması ile birlikte Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü (ATHGM) ismiyle, bu bakanlığa bağlanmıştır. Sözü
geçen kurum, “Sosyal Yardım Alan Aile Bireylerinin Yardım Algısı ve Yoksulluk Kültürü”
konulu bir rapor yayınlamıştır (ATHGM, 2008). Bu rapordan çıkan sonuçlardan bazıları şöyledir:
Merkezi idarenin tek başına sosyal politikaları, sosyal
yardımları üstlenmek ve sadece kamusal sosyal yardım sistemine dayalı bir sosyal yardım sistemi kurmak
yerine, sosyal politikanın sağlanmasında rol oynayan aile,
akraba ve komşulardan oluşan sivil kesim ve dini kurumlar, özel sektör ve işletmeler, sivil toplum
kuruluşları ile yerel yönetimlerin bu alandaki katkılarını yönlendirmesi, kurumlar arasında koordinasyonu sağlaması
ve sistemi bütünüyle yönetmesi beklenmektedir.
0
500.000.000
1.000.000.000
1.500.000.000
2.000.000.000
2.500.000.000
2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2010 2011
TUTA
R (
TL.)
Yıllar
VAKIF TARAFINDAN YAPILAN TOPLAM AKTARIMLAR (TL)
FİNANSMAN KAYNAĞI OLARAK KULLANILAN VERGİ TUTARI (TL)
16
…birbirleriyle koordinasyon içinde hareket etmeyen kamu
kesimi, özel sektör ve sivil topluma ait aktörlerin varlığı başlı
başına kaynak israfının nedenlerini oluşturmaktadır. Bu çoklu yapı sosyal yardımların miktar ve nitelik olarak yeterli düzeye
ulaştırılmasına imkan vermemekte, gerçek muhtaçların tespit edilememesine, mükerrer yararlanmalara, toplumda
sosyal yardım bağımlısı bir kitlenin oluşmasına ve
sosyal yardım alma alışkanlığının doğmasına yol açmaktadır.
… Ailenin yanı sıra sivil toplum kuruluşlarının,
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve yerel yönetimlerin sosyal yardım alanındaki katılım ve katkısını
artırmaya yönelik önlemler alınmalı, bu kurumların
potansiyelini açığa çıkaracak yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır (ATHGM, 2008, vurgular bana
ait).
Cumhuriyet tarihinin başından itibaren yoksullara yardım yapılmaktadır; ancak yardım mekanizmasının, işsizler ve işçilerin yaşamlarına dair ortaklıklar ve ayrışmaları
düzenleyecek şekilde 2000’li yıllarla birlikte yoğunlaştığı ve sürecin kurumlar kanalıyla
sistematize edildiği görülmektedir. Ayrıca yardım için ayrılan fonun, Grafik 3.’te de görüldüğü üzere her geçen yıl büyüdüğü göze çarpmaktadır. Son 11 yılın verilerine
bakıldığında, GSYİH’nın arttığı, diğer taraftan işsizlik oranının kriz sonrası genişleme dönemi istisnası dışında azalmayıp aksine yoksulluk gibi artış eğilimi sergilediği
görülmektedir. Bununla birlikte kamu yardım tutarı, işsizlik ve yoksulluktaki artış
oranından bile büyük bir oranda katlanarak, her geçen yıl büyümektedir. 2011 yılındaki işsizlik 2002 yılı ile yaklaşık olarak aynı seviyedeyken, sadece SYDGM tarafından
yapılan yardım miktarı 2,5 kat artmıştır.
Çalışma hayatının kendisiyle birlikte yedek ordunun yeniden üretimi de dönemin
gereklilikleri doğrultusunda kamu iradesi tarafından yönetilmekte, günün koşullarına uygun şekilde süreç geçmişte olduğundan daha detaylı ve sistematik yaklaşımlarla ele
alınmaktadır. Nüfus artışı ve işsizlik oranındaki artış dikkate alındığında, milyonlara
karşılık gelen bu kitlenin yönetimi kamu iradesinin karşısında bir zorunluluk olarak durmaktadır. Sistematize ediş sürecinin ardına bir “sosyal devlet söylemi”
yerleştirmeye çalışmak mümkündür elbette; ancak bu söylem sosyal devletin varlığını göstermeye yetmeyecektir. Hiç şüphesiz bu söylemin, iş yaşamın örgütlenişi üzerinde
ve toplumsal yaşamın çeşitli alanlarında kendini ortaya çıkaran somut karşılıkları
olmalıdır. Genel anlamda değerlendirmek gerekirse, Türkiye’de sosyal politika ve özellikle kamu yardım uygulaması, günümüz döneminin eğilimleriyle bütünleşmiş
durumdadır. Paternalizmin sahte sevgisine dayanak oluşturmak adına dinsel unsurlar aktif tutulmaktadır. Paternalizm ise, kapitalist örgütlenmenin neoliberal biçiminin
ürünlerini (ayıplarını) kapama aracı olarak işlev görmektedir. Sonuç itibarı ile bugün
Türkiye, muhafazakâr liberal anlayışın paternalizmle sentezlenebildiği bir coğrafya olma özelliği taşıyan bir ülkedir. Üstelik muhafazakâr liberalizm-paternalizm sentezi
sadece yardım olgusu ile değil, toplumsal yaşamdaki türlü halleriyle kendisini açık/örtük gösterir durumdadır.
17
Değerlendirme
İşsizliğin çeşitli söylemler kanalıyla olağanlaşmış olduğu günümüzde, birçokları için düşkünlük/yoksulluk doğal bir sonuç, bazen “kader”, bazıları için ise kendi
eksikliklerinin bir sonucudur. Kamu iradesiyle işsizlik ölçeğinin gerektiğinde kontrol altına alınması, sonuçlarının ise geliştirilen “doğru” yöntemlerle azaltılabilmesi
birçokları için yeterli görülmektedir. Oysa ki bu türden yaklaşımlar, neden bazılarının
(ölçülebildiği kadarıyla Türkiye’de bugün yaklaşık 2.5 milyon kişi) işsiz kalmak zorunda olduğunu açıklamaya yetmediği gibi, sorunu köklü şekilde çözecek yöntemleri
türetebilme potansiyelinden de yoksundurlar.
Kapitalist toplumlarda yaşam döngüsü, değişim ilişkileri merkezlidir. Üretimin
realizasyon sürecindeki daralma/yavaşlama eğilimi ise kapitalist toplumda her zaman
karşılaşılan bir durumdur. Bu iki unsur harcamaların ekonomik akıştaki önemine işaret eder. Gelirlerin artışıyla genişleyecek satın alma gücü, piyasada erimeyi bekleyen meta
stokuna yöneltilir. Uygulanan istihdam ve ücret politikalarıyla birlikte düşünüldüğünde işsizlere ayrılan fon, toplam talep bileşeni haline gelmektedir. Reel sektörü etkisi altına
alan krizin sermaye birikimine olumsuz etkileri dikkate alındığında, kapitalistlerin kamu yardımları konusundaki muhtemel desteklerini anlamak pek de zor olmayacaktır.
Kapitalistlerin kamu yardımından yana olmaları için tek sebep realizasyon
zorunluluğu değildir. Aynı zamanda bu fon, gelirsiz kaldıkları dönemde işsizlerin yeniden üretimini sağlayarak, kitleleri gerektiği zaman üretimde kullanılmak için hazır
durumda tutmaktadır -ki bu durum Grimm Kardeşlerin çok bilinen masalındaki cadının, hapsettiği Hansel’i yemeden önce beslemesini anımsatır-. Bu durumda kapitalistlerin
yoksul yardımlarından şikâyetçi olmalarını sağlayacak sebeplerden en belirgin olanı,
sosyal politika anlayışının ve yoksul yardımının, -Speenhamland Yasası’nda olduğu gibi- işçiler ve işsizlerin çalışma isteğini azaltmasına neden olacak bir içerikle
uygulanması olabilir.
Kamu kaynaklarının yoksul yardımı olarak toplumda belirli kesimlere aktarılması,
bir anlamda işsizlerin yeniden üretim maliyetinin toplumsallaştırılmasıdır. Maliyetin toplumsallaştırılmasının ardında paternalist bir devlet anlayışı, refah devleti, Türkiye’de
son dönemde olduğu gibi paternalist hayırseverliğin liberalizmle sentezi bulunabilir. Bu
durumda konunun kritik noktası, yardımdan faydalanacak kesimlerin yardımları hak temelli aldıklarını ya da bunun kamu yönetimini elinde tutanların/iktidarın bir “lütfu”
olduğunu düşünmeleri arasındaki fark olacaktır.
Bu türden düşünüş biçimleri, onları “kendi kaderleri” ile baş başa bırakmayacak
bir iktidar için kerameti kendinden menkul bir “yüce”liğin yolunu açarak, iktidarı
yeniden üretmenin kanallarından birini besleyecektir. Başarılı ve etkin araçlarla uygulandığında iktidarı yeniden üretmeye hizmet eden bu uygulamalar, asıl olarak
kapitalizmi insani ve toplumsal açıdan da sürdürülebilir kılma işlevini yürütür. Sömürü ilişkisine dayalı bir mekanizmanın açtığı yaraları, bu mekanizmanın sürekliliği adına
tedavi etmeye çalışır. Üstelik finansman, ücretli işçi/emekçi kesimlerin vergileri
aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bölüşüm sorunsalı üzerinden bakıldığında yardımlar, insani olmayan yaşama hapsedilmiş kitlelerin suskunlukları karşılığında toplumsal
artıktan pay almaları olarak da düşünülebilir. Emekçi artı-nüfusun üretilmesi işçiler ile kapitalistler arasında, emekçi artı-nüfusun yönetilmesi ise işsizler ve iktidar arasındaki
bağımlılık ve sadakat ilişkisini sürekli olarak yeniden kurar. Bu mekanizma Marx’ın da ifade ettiği gibi (2007:733), ücretli işçiyi, ücretli işçi olarak yeniden üreten, aynı
zamanda, sermaye birikimiyle orantılı olarak bir nispi ücretli işçi artı-nüfusunu da
üreten, “kapitalist üretimin büyük güzelliği”dir.
Toplumu oluşturan insanların büyük bir çoğunluğu için ücretli işçi/emekçi olma
zorunluluğu, kapitalist toplumların en önemli gerçeklerinden birisidir. Bu toplumlarda istihdam edilmiş olmak öyle büyük bir başarıdır ki, insanların büyük bir çoğunluğu için
18
yetenek ve isteklerinin, istihdam edildikleri işin niteliğiyle sınırlandırılışı ya da istihdam
edilmek dışında pek bir seçeneklerinin olmaması göz ardı edilebilir. Yaşam döngüsünü merkezde tutmanın yolu bir kez keşfedildiğinde, sorunu işçilik ve işsizlik ikiliğine
hapsetmek pek de zor değildir.
Sosyal politika adı altında farklı kesimlerin desteğini alan yoksul yardımı gibi
uygulamalar, sadece bir toplumu oluşturan insanların kendi geçimini sağlayamayışının
anormalliğini gizlemekle kalmaz, insanları kendi geçimini sağlayabilen varlıklar olarak yaşamanın büyük önemine de inandırır. Bu şekilde yapılanmış toplumlarda elbette
insanların “eyleme” gücü, sömürü ilişkisinin bir tarafı olmalarından ötürü halihazırda bulunmaktadır. Kaldı ki tarih bu gücün açığa çıktığı bir dizi olaya sahne olmuştur. Hiç
şüphesiz bu anlamda işçinin kendini sınıf içindeki bir bireye dönüştürmesi hayati önem
taşıyacaktır. Ne var ki hatırlanması gereken nokta, sömürüsüz bir dünya kurma kapasitesinin emekçilerin emeğine içkin olduğu kadar, farkındalıkla açığa çıkacak insan
yaratıcılığı ve dönüştürücülüğüne de muhtaç olduğudur.
KAYNAKÇA
Akerlof, G. A. ve R. J. Schiller (2010) Hayvansal Güdüler, İnsan Psikolojisi Ekonomiyi Nasıl Yönlendirir ve Küresel Kapitalizm İçin Niçin Önemlidir, İstanbul: Scala.
Akyüz, Y. (1980) Sermaye, Bölüşüm, Büyüme, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF.
Akyüz, F. (2008) “Sosyal Yardımdan Sosyal Sigortaya: Bismarckyan ve İngiltere Sosyal Güvenlik Sistemlerinin Tarihsel Dönüşümü”, The Journal of International Social
Research, 1 (5): 58-70.
Bayrak M. F. (ed.) (2000) Almanca-Türkçe, Türkçe-Almanca Sözlük, İstanbul: Alfa.
Braudel, F. (2004a) Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm XV.-XVIII. Yüzyıllar: Gündelik Hayatın Yapıları, çev. M. A. Kılıçbay, Ankara: İmge.
Braudel, F. (2004b) Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm XV.-XVIII. Yüzyıllar, Mübadele Oyunları, çev. M. A. Kılıçbay, Ankara: İmge.
Buğra A. (2008) Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İstanbul: İletişim.
Cevizci, A. (2003) Felsefe Sözlüğü, Ankara: Paradigma.
Dobb, M. (1992) Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine İncelemeler, çev. F. Akar, İstanbul:
Belge.
Dobb, M., P. Sweezy, C. Hill, K. H.Takashi, R. Hilton (2000) Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, çev. Ç. Yetkin, İstanbul: Kaynak.
Engels, F. (1974) İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, çev. O. Emre, İstanbul: Gözlem.
Esping-Andersen G. (2006a) “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, A.Buğra ve Ç.Keyder (der.), Sosyal Politika Yazıları içinde, İstanbul: İletişim.
Esping-Andersen G. (2006b) “Altın Çağ Sonrası? Küresel Bir Ekonomide Refah Devleti İkilemleri”, A.Buğra ve Ç.Keyder (der.), Sosyal Politika Yazıları içinde, İstanbul: İletişim.
Febvre, L. (1995) Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, çev. M. A. Kılıçbay, Ankara: İmge.
19
Frank, A. G. ve B. K. Gills (der.) (2003) Dünya Sistemi, Beş Yüzyıllık mı, Beş Binyıllık mı?, çev. E. Soğancılar, Ankara: İmge.
Friedman, M. (1968) “The Role of Monatary Policy”, American Economic Review, 58:
1-17.
Güngör F. ve M. Özuğurlu (1997) “İngiliz Yoksul Yasaları: Paternalizm, Piyasa ya da Sosyal Devlet”. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Gelişme ve Toplum
Araştırma Merkezi Tartışma Metinleri, (03). http://www.politics.ankara.edu.tr/eski/dosyalar/tm/SBF_WP_03.pdf indirilme
tarihi: 25 Aralık 2011)
Gough, I. (1979) The Political Economy of the Welfare State, London: Mc Millen.
Hill, C. (1997) 1640 İngiliz Devrimi, çev. N. Kalaycıoğlu, İstanbul: Kaynak.
Hobsbawm, E. (2005) Devrim Çağı 1789-1848, çev. B. S. Şener, Ankara: Dost.
Huberman, L. (1968) Man’s Worldly Goods, New York: Monthly Review.
Kabaağaç, S. ve E. Alova (1995) Latince Türkçe Sözlük, İstanbul: Sosyal.
Keynes (1983) The General Theory of Employment, Interest and Money, Cambridge:
Macmillan.
Latin & English Dictionary (1995) The Bantam New College, New York: Bantam.
Marshall, T.H. (2006) “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf”, A.Buğra ve Ç. Keyder (der.), Sosyal
Politika Yazıları içinde, İstanbul: İletişim.
Marx, K. (2005) 1844 El Yazmaları, çev. M. Belge, İstanbul: Birikim.
Marx, K. (2007) Kapital: 1.Cilt, çev. A. Bilgi, Ankara: Sol.
Offe, C. (1984) Contradictions of the Welfare State, London: Hutchinson
Özuğurlu, M. (2003) “Sosyal Politikanın Dönüşümü ya da Sıfatın Suretten Kopuşu”,
Mülkiye Dergisi, XXVII (239): 59-74
Pirenne, H. (2007) Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Çev. U.
Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim.
Polanyi, K. (2005) Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, çev. A.
Buğra, İstanbul: İletişim.
Sennett, R. (2011) Otorite, İstanbul: Ayrıntı.
Sombart, W. (1998) Aşk, Lüks ve Kapitalizm, çev. N. Aça, Ankara: Bilim ve Sanat.
Sönmez, M. (2010) Teğetin Yıkımı, Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek, İstanbul: Yordam.
T.C. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (2008) Sosyal Yardım Alan Aile Bireylerinin Yardım Algısı ve Yoksulluk Kültürü,
http://www.athgm.gov.tr/upload/mce/eskisite/files/kutuphane_59_Sosyal_Yardim_Algisi_ve_Yoksulluk_Kulturu.pdf indirilme tarihi : 1 Nisan 2012.
T.C. Başbakanlık Sosyal Yardım ve Dayanışma Genel Müdürlüğü (2008) Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü’nün Sosyal Yardım ve Proje Destek Faaliyetlerinin Etki Analizi Araştırması Çalıştay Raporu, 22-23 Temmuz 2008,
http://www.sosyalyardimlar.gov.tr/upload/mce/2008-2010/arastirma_raporlari/sydgm_etki_analizi_arastirmasi_calistay_raporu.pdf indirilme tarihi: 10 Haziran 2012.
20
T.C. Başbakanlık Sosyal Yardım ve Dayanışma Genel Müdürlüğü (2009) Stratejik Plan 2009-2013, http://www.sosyalyardimlar.gov.tr/upload/mce/2008-2010/birimler/strateji/plan_programlar/stratejik_plan_2009_2013.pdf indirilme
tarihi :15 Temmuz 2012.
Tilly, C. (2001) Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu 990-1992, Çev.
K.Emiroğlu, Ankara: İmge.
Tilly, C. (2005) Avrupa’da Devrimler 1492-1992, Çev. Ö. Arıkan, İstanbul: Literatür.
Thompson, E. P. (2007) İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, Çev. U. Kocabaşoğlu, İstanbul:
Birikim.
Ünsal E. (2009) Makro İktisat, Ankara: İmaj.
Weber, M. (1997) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Z. Aruoba, İstanbul:
Hill.
Top Related