1
GEORG SİMMEL’İN “TARİH FELSEFESİ’NİN PROBLEMLERİ” BAĞLAMINDA
TARİH, TARİHÇİLİK ve TARİH YAZIMI
Sedat GENCER
GİRİŞ
Bu makale Georg Simmel1(1858-1918) gibi birikimi, ilgi alanları ve günümüz
problemlerini kavrayışındaki derinliği ile insanı afallatan2 bir entelektüelin tarih felsefesine
yönelik fikirleri3 üzerine odaklanacaktır. İlgi alanı bu kadar geniş bir entelektüeli tarih
felsefesi bağlamında ve sınırında ele almanın önemli iki sebebi bulunmaktadır. Birincisi,
Simmel’in tarih felsefesine yönelik geliştirdiği fikirlerini ana hatlarıyla ortaya koyup,
tartışmaya açmayı içerir. İkincisi ve daha önemlisi Simmel’in metninin, tarih disiplinin somut
problemleri ile bağlantı kurulabilmesindeki potansiyelini araştırmaktır. Makalenin kurgusu
Tarih Felsefesinin Problemleri’nin kendi kurgusunu takip ederek (Tarih Araştırmasının
Psikolojik Koşulları Üzerine, Tarih Yasaları Üzerine, Tarihin Manası Üzerine) ortaya
konacaktır. Simmel’in fikriyatını belirli bir sistematik içinde ifade etmeyi tercih etmemiş
olduğu dikkate alındığında böylesi bir tercihin yanlış olduğu ileri sürülebilir; ama
düşüncesinin zor takip edilebilirliği bilindiğinde ise bunun elzem olduğu kendiliğinden
anlaşılır. Makalenin çıkış noktası Türk tarihçiliği bağlamında ve Simmel vesilesiyle tarih
yazım-yapım pratiği sorunları üzerine düşünebilmenin yollarını açmaktır. Bu açıdan ileri
sürülen fikirlerin algılanıp, tartışmaya açılmasında makale yazarı Simmel’in vurguladığı
kendi “tarihsel anlama”sıyla sınırlıdır.
Bilindiği gibi tarih felsefesi yaşanmış geçmişin felsefesi olarak ya da tarih biliminin
felsefesi olarak iki şekilde anlaşılabilir. Birincisinde ondan beklenen insanlık tarihi hakkında
kapsayıcı bir yorum-anlatı ortaya koymasıdır. İkincisinde ise “tarih biliminin ve tarihçinin
bilgi elde etme etkinliğini sorgulayan, tarih biliminin dayandığı ilke ve yöntemleri eleştiren ve
giderek “tarihsel bilgi”nin nitelik, hatta olabilirliğini çözümleyen bir tarihsel bilgi
eleştirisidir.”4 İkinci anlamında tarih felsefenin kurumsallaşması 19. yy’ın ikinci yarısından
Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edb. Fak. Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi. 1 Simmel’in hayatı ve fikirleri bağlamında bütünlüklü bir anlatım için bkz. Werner Jung, Georg Simmel.
Yaşamı/Sosyolojisi/Felsefesi, Doğan Özlem (Çev.), Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2001. Ayrıca Simmel’e
yönelik yayınlarda bir artış vardır. 2011 yılında Simmel’i Türk okuyucusuna daha yakından tanıtmayı
hedefleyen kapsamlı bir makale derlemesi yayınlanmıştır: Georg Simmel, Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata
Dirlikyapan (ed.), Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011. Son olarak David Frisby’nin Modernlik Fragmanları
çevrilmiştir. David Frisby, Modernlik Fragmanları, Akın Terzi (çev.) Metis Yayınları, İstanbul, 2012. 2 Kurt H. Wolff (translated, edited, and with an introduction by), The Sociology of Georg Simmel, The Free
Press, Glencoe, Illinois, 1950, xvii. 3 Kitap dilimize Gürsel Aytaç tarafından çevrilmiştir. Yazar ya da yayınevi Simmel ve metni ile ilgili herhangi
bir açıklayıcı giriş ve önsöze yer vermeyi tercih etmemiştir. Ayrıca metnin hangi baskısından çevrildiğine dair de
bir bilgi yoktur. Georg Simmel, Tarih Felsefesinin Problemleri, Gürsel Aytaç (çev.), Doğu Batı Yayınları,
İstanbul, 2008. 4 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir, 1998, s.13; Kubilay Aysevener, E. Müge
Barutca, Tarih Felsefesi, Cem Yayınevi, İstanbul, 2003, s.9.
2
sonra Herder ile başlayıp W.Dilthey ile devam etmiştir ki Simmel’de bir bakıma “tarih
biliminin felsefesine” katkıda bulunarak bu zincire eklenmiştir.5
19. yüzyıl egemen pozitivist anlayışına karşı oluşan Alman sosyoloji geleneği,
Wilhelm Windelband öğrencisi Heinrich Rickert ve sonrasında Wilhelm Dilthey gibi
isimlerin sosyal bilimler ile kültür bilimlerinde epistemolojik sorunlara ve metodolojik
tartışmalara odaklanmasıyla ortaya çıkmıştır.6 Comtecu anlayış, insan eylem ve kültürünü
yasa süreçleriyle kavrayabildiği bir epistemolojiye sıkıştırmıştı. Burada kavrayış doğa
yasalarına öykünen yasalarla toplumun belirlendiği yönünde şekillenmişti. Özerkliği içinde
insanın ve eylemlerinin sorunsallaştırılması ihmal edilmişti. Alman geleneği ise toplumsal-
tarihsel alanın insanlık eliyle yaratılmış olduğu için ancak onun bireyselliğiyle
anlaşılabileceği savunusuyla farklılaşıyordu.7 Simmel de bu geleneği miras alarak tarih
felsefesi bağlamında geliştirmişti.
Simmel tarih felsefesine yönelik eserini onun kronolojisinde8 “erken” sayılabilecek bir
dönemde yazmıştır. Kendisinin de ifade ettiği gibi o, tarihe bilgi kuramı ve Kant felsefesi
öğreniminden gelerek tedricen yönelmiştir. Simmel Tarih Felsefesinin Problemleri’nin
tematik ve sorunsalını şöyle belirtir. “Tarih doğrudan ve ancak yaşanmış olaylara bilimsel
düşüncenin a priorilerine uygun şekilde form verme anlamına geliyordu; tıpkı ‘doğa’nın,
duyusal yoldan verili olan içeriğe zihin kategorileri aracılığıyla form verilmiş bir şey olmak
anlamına geldiği gibi”9 Simmel tarihsel oluşumdaki form ve içerik ayrımını sosyolojinin
epistemolojisine uygulamıştır. Onun amacı yeni ontoloji ve epistemoloji arayışında sosyal
bilimlerin pozitivist temelini sorgulayarak, sosyolojiyi tarih gibi disiplinlerin veri ve
yöntemlerinden yararlanan eklektik bir disiplin olmaktan kurtarmaktır.10
Onun yaklaşımında
belirleyici olan sosyolojiyi yeniden yapılandırmak, disiplinin konusu olan toplumsal
gerçekliğin algı ve kavranmasındaki bilgi temelini sorgulamaktı: “ Sosyolojinin problemi,
tam olarak bir dil oluşturmak, bilginin düzenine sahip olan realitenin –hem olgular hem de
toplumsal deneyimler- kategorilerini yaratmaktır. Bu bakımdan bilgi, daima ikinci sırada bir
yapılandırmadır- realizmin daima iddia etmiş olduğu gibi, gerçeğin bir aynası ya da karbon
kopyası değildir. Böylece sosyoloji, tüm bilgi alanları konularını organize etmek için
gereksinim duyduğu, a priori araçları kopya etmelidir; çünkü açık ki, ‘son kertede, herhangi
bir bilimin içeriği basit nesnel olgulara dayanmaz, fakat daima bu olguları, - bilimin ilgili
5 Jung, Simmel’in Diltheycı programa bağlı kaldığını belirtmesine rağmen, anlama sorunundaki psikolojizmini
biraz da Henri Bergson’un “sezgi”siyle aşmaya çalıştığını düşünür, Jung, a.g.e., ss.90-94. Ayrıca Herder ve
Kant’tan den Hegel’e kadar Simmel’i de besleyen isimlerin tarih felsefesine katkılarını özetleyen bir yazı için
bkz. Güçlü Ateşoğlu, “Giriş” Tarih Felsefesi I Seçme Metinler, Güçlü Ateşoğlu (yay.haz.) Doğu Batı Yayınları,
Ankara, 2006, ss.9-22. 6 Simmel üzerindeki Dilthey etkisi göz önünde bulundurulursa pozitivist-evrenselci felsefesi düşünüşle,
tarihselci hermeneutik arasında Dilthey’ın yeri şu makaleden özet olarak takip edilebilir. Doğan Özlem, “Felsefi
Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik”, Doğan Özlem, Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, İnkılap Kitabevi,
İstanbul, 1999, ss.53-83. Dilthey için ayrıntılı bilgi ve çözümlemeler için Bkz. Doğan Özlem, Metinlerle
Hermeneutik (Yorumbilgisi Dersleri), Cilt I-II, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1996. 7 Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Osman Akınhay (çev.), Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 1998, s.159-160. 8 Jung, Simmel’in düşünsel gelişimini, pragmatizmin ( Spencer) ve evrim kuramının (Darwin) etkisi altında
olduğu ilk dönem; 1900’de yayınlanan Paranın Felsefesi ile Kant’a dayanan ve sosyolojik problematiğin baskın
olduğu orta dönem; yaşam felsefesine ve yeni bir metafiziğe yöneldiği geç dönem ayrımı yaparak ele alır., Jung,
a.g.e., s.25. Benzer bir şematik dönemlendirme için bkz. Lewis A. Coser, Sosyolojik Düşüncenin Ustaları
Tarihsel ve Toplumsal Bağlamlarında Fikirler, Himmet Hülür vd. (çev.), De Ki Basım Yayım, Ankara, 2008,
s.186. 9 Jung, a.g.e., s.25-26; David Frisby, “Sosyolojinin Temeli”, Jale Özata Dirlikyapan(çev.) Georg Simmel,
Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan (ed.)Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011, s.22. 10
Frisby, a.g.m., s.18.
3
olduğu a priori – kategoriler ve kurallara göre bir yorumlamayı (Deutung) ve
biçimlendirmeyi (Formung) içerir.”11
Bu noktada Simmel’in tarih ile kurmak istediği ilişki biçiminin de netleştirilmesi
gerekir. O tarihsel bir sosyoloji veya tarih felsefesi oluşturma çabası içinde değildir
tümevarımcı bir perspektif kurup bireyden yol çıkarak toplumlaşma biçimlerini somutlaştırma
amacında kendi mikro-sosyolojisini inşa etmeye çalışmıştır. Frisby’nin ifadesiyle onun için
tarih, “sayesinde gerçekliğin bütününün gözlemlenebileceği ama hiçbir zaman tam olarak
kavranamayacağı perspektiflerden biridir.”12
Tarihi ihmal etmeyen; ama ona sosyolojisinde
sınırlı bir yer veren Simmel, Weber’le yapılan bir karşılaştırmada tarihsel bilinç açısından
neredeyse paradoksal bir biçimde sınıfta kalır: “ancak Simmel sonsuz çokluktan biraraya
getirilen bir “dünya”, bir bütünlük, bir biçim ile ilgilendi. Bu bütünlüğün talep ettiği şey
tarihsel gerçeklik pahasına evrensellikti; açıkçası Simmel’in modern kültürü tarihsel bilince
sahip değildi.”13
Simmel’in tarihçilik ve tarih yazımsal açıdan kullanışlı olabilecek tarafı
izinden gittiği Kant’ın evrensel tarih arayışında felsefi tarihçilik ile ampirik tarihçilik arasında
ayrım yapmadan her tarihçinin “felsefi bir kafaya” sahip olması gerektiğini söylemesinde
yatar.14
Simmel’in, eserini tarihsel realizmin gerçeklik algısını çürütmeye adadığı ileri
sürülebilir15
. Bu da pozitivist tarih yazımsal epistemolojinin sorgulanması anlamına
gelmektedir. Bu açıdan, felsefesiz tarih yapma ve yazmanın kökleştiği Türkiye örneğindeki
“akademik profesyonelizmi” sorgulamak için Simmel iyi bir başlangıç noktasıdır.
Iggers’ın belirttiği gibi 19.yy. tarih yazımı ve bilimsel tarih söylemi Thukydides’den
E.Gibbon ve Leopold von Ranke’ye uzanan bir çizgide geleneksel edebi tarzın sürekliliğiyle
hayat buluyor ve “Tarih”in kendini bir anlatı formunda ortaya koyduğu kabul ediliyordu. Bu
gelenek, olgunun gerçekle birebir örtüştüğü, tarihi yapan aktör-bireylerin niyetlerinin
kavranmasının gerekliliği ve olayların birbirini doğuracak bir nedensellikle sıralandığı tek
boyutlu bir zaman algısı varsayımına dayanıyordu: “Bu gerçeklik, kasıtlılık ve silsile
varsayımları, Herodot ve Thukydides’den Ranke’ye, Ranke’den de 20. Yüzyılın epeyi ileri
yıllarına değin tarih yazmanın yapısını belirledi. Son yılların tarihsel düşüncesinde yavaş
yavaş sorgulanmaya başlayan da işte bu varsayımlardır.”16
Üç unsurun dışına taşan bir
eleştirelliğe sahip olsa da Simmel bu sorgulamada önemli duraklardan birisini oluşturur. Tarih
felsefesinin varlığı, tarihçileri kendi alanlarına eleştirel bakmaya itse de bunun uygulama ve
sonuçlarını hemen görmek-almak imkânsızdır. Başka bir ifadeyle bu eleştirilerin tarih
yazımına yansımasının yavaşlığını göz önünde bulundurmak gerekir.
Türkiye pratiğinde bu süreç daha da yavaş işler; tarih, tarihçilik ve tarih yazımı
“doğal” olanın-alanın uzantısında kavranan bir pozitivistlikle maluldür “doğanın karşısında
insan ve onun yarattığı kültürün ne olduğu ve anlamı üzerinde”17
pek durulmamaktadır.
11
Patrick Walter, “Georg Simmel”, Lülüfer Körükmez (çev.), Sosyolojik Düşüncede İz Bırakanlar, Rob Stones
(yay.haz.), Bağlam Yayınları, İstanbul, 2008, s.105. 12
Frisby, a.g.m., s.29. 13
Lawrence A. Scaff, “Weber, Simmel ve Kültür Sosyolojisi”, Eylem Yenisoy (çev.), Jale Özata Dirlikyapan
(çev.), Georg Simmel, Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan (ed.), Doğu Batı Yayınları, Ankara,
2011, s.71. 14
Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s.118. 15
Guy Oakes, “Introduction: Simmel’s Problematic”, Georg Simmel, The Problems of The Philosophy of
History an Epistemological Essay, Guy Oakes (translated and edited), The Free Pres, New York, 1977, s.6 16
Georg G. Iggers, Bilimsel Nedensellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, Gül Çağalı Güven
(çev.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s.2-3. 17
Aysevener-Barutca, a.g.e s.7. Jose Ortega Y Gasset’ye göre de insanoğlunun doğası yoktur; onun tarihi vardır:
“…Olanaklarının bir doğadan yoksun olanlara özgü sınırsızlığı bağlamında, Önceden belirlenmiş bir veri
olarak bizi yöneltebilecek bir tek değişmez çizgi vardır: O da geçmişidir. Edindiği yaşam deneyimleri insanın
geleceğini daraltır. İlerde ne olacağını bilmesek de, ne olmayacağını biliriz. Geçmişimizi göz önüne alarak
4
Tarih, bir yorum değil belge fetişizmi olarak kavranmaktadır.18
Simmel’den yaklaşık yirmi yıl
sonra, Türkiye bağlamında yöntem ve epistemolojik sorunları dile getiren, tartışan Fuat
Köprülü, istisnalar olmakla birlikte Türk tarihçiliği için hala aşılamamış bir isim
durumundadır.19
Bu durumu ağırlaştıran nedenlerin başında yıllarca süren savaşlarla harabeye
dönmüş bir imparatorluğun batıya eklemlenme sürecinde pragmatik bir düşünce alışkanlığı
edinmiş olmasıdır.20
İmparatorluğu tasfiye edip ulusal bir devlet kurma sürecinde, inkılabın
en devrimci anlamında bu yakın geçmişe yapılmış olması geçmişle sağlıklı bir ilişki
kurulmasını engellemiştir. Düşüncenin ikinci planda kalması felsefi spekülasyonu dışlamış;
imparatorluk içinde başlayan kendi geçmişine yabancılaşma cumhuriyet döneminde de devam
ederek, tarihi bir süreklilik içinde algılama ve kurgulama imkânlarını oldukça zorlaştırmıştır.
1 - SİMMEL: PARÇA TESİRLİ BİR ENTELEKTÜEL
Georg Simmel kendi ifadesiyle “hedefi olmayan yolları ve yolu olmayan hedefleri”21
sevmektedir. Simmel bir sosyolog, filozof ve düşünür veya bunların hepsi olarak fikir, imkân
ve hedeflerin dışında gerçekliğin karmaşıklığına kavramaya dair açık uçları göstermek
amacındadır: “Simmel her bilimin gerçekleri eleyerek sonuçta bir soyutlama yarattığını
belirtir. Gerçekliği tümüyle kapsayan hiçbir bilim yoktur, sadece yarattıkları özel soyutlama
tipleriyle birbirinden ayrılmış, özelleşmiş disiplinler vardır. Biçim ve içeriğin deneysel olarak
ayrılamayacağı fikrini belki de ilk destekleyen kişi Simmel’dir; bu bir kez kabul edildikten
sonra, bireyi eyleme iten güdülerin içeriğini çözümlemek, psikolojinin, bu içeriğin biçim ve
anlam kazandığı toplumsal biçimleri çözümlemek de sosyolojinin işi olacaktır.”22
Bilindiği üzere Simmel’in ilgi alanları ve bunun sonucunda ortaya koyduğu verim bir
hayli geniştir. Onunla ilgili bu minvaldeki en temel gerçeklerden birini Bauman şöyle
özetlemiştir: “Simmel’in sosyolojisi ölümünden sonra da bir zaman reddedildi. Akademi
sosyologlarının, Simmel’i akademi geleneğine dâhil etmeleri yıllar aldı. Simmel’in,
sosyolojinin “kurucu babaları” arasına alınması ise birkaç on yıl sonra oldu. Simmel’in,
modernliğin en güçlü analistlerinden biri (belki de en güçlüsü ve kavrayışlısı) olarak
tanınması yeni yeni oluyor. Ölümünden çok sonraları sosyolojik aklın sağduyusu olacak şeyi,
zamanın geçerli anlayışlarından sapma yoluyla dillendiren yazar; bugünün deneyimiyle, aynı
frekansı ta o zamandan tutturan bir düşünür; en yetkin ve anlatmaya çalıştığı toplumsal
gerçeklik türüne en fazla uyan bir sosyoloji tarzının yaratıcısı olarak tanınan bir kişiydi.
Döneminde mesleğin kıyılarına hapsedilen Simmel sosyolojisi, bugün artık yavaş yavaş,
yaşarız biz… Doğa ile nesnelerin arasında ne ilişki varsa –gerçekleştirilmiş işler olarak- tarih ile insan arasında
aynısı vardır.” Jose Ortega Y Gasset, Sistem Olarak Tarih, Neyyire Gül Işık (çev.), Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2010, s.38-39. 18
Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.99. 19
Makale 1923 yılında yayınlanmıştır. Fuat Köprülü, “Türk Edebiyat Tarihinde Usul”, Edebiyat Araştırmaları,
Ankara, TTK, 1999, ss.3-47. Durumun pek değişmediği en güncel şu makaleden de takip edilebilir: A.Teyfur
Erdoğdu, “2000’den Sonra Türkiye’de Tarihçilik”, Mehmet Fuat Köprülü, Kolektif, T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Geleneksel El Sanatları / Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, Ankara, 2012, s.286 vd. 20
Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895 – 1908), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s.11, s.14-15;
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 2005, s.15. 21
Georg Simmel, Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri Felsefi Minyatürler, Alican Taşpınar
(çev.) Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s.106. 22
Julien Freund, “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, T.Bottomore, R.Nisbet, Sosyolojik Çözümlemenin
Tarihi, M.Tunçay-A.Uğur (yay.haz.), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2010, s.185.
5
gelecekteki şeylerin nasıl olacağının esrarengiz sezgisi olarak görülmeye başlandı. Simmel’in
geçmişteki günahları erdeme, zayıflıkları da güce dönüştü.” 23
Simmel kendi dönemindeki sosyologlardan beklenildiği gibi hakikati ortaya
çıkarabilecek/kuşatabilecek bütüncül bir açıklama yerine farklı perspektiflerden yola çıkarak
kendi parçalı tespitlerini oluşturmaya çalışmıştır.24
Bauman’a göre Simmel’in fikirleri tikel
üzerinde yoğunlaşır, içsel bağları zayıftır, bilgi parçacıkları ve yaşam kırıntıları olarak
değerlendirilebilir.25
Bauman, “flaneur”26
kavramıyla açıklamak ister Simmel’i,
“flaneur, bir gözlemcidir, katılımcı değildir. Gezdiği yerlerdedir fakat buralara ait
değil. Kalabalık kent yaşamının hiç bitmeyen gösterisini izleyen bir seyircidir. Bu sürekli,
değişen ve bir sonraki yerlerinin ne olacağını bilmeyen aktörlerin oynadığı, senaryosu,
yönetmeni ya da yapımcısı olmayan – ancak karakterin kurnazlığı ve yaratıcılığı sayesinde
ebediyen vizyonda kalmayı garantileyen – bir gösteridir. Flaneur açısından, gösterinin a
priori yazılmış ne başı ne sonu, ne zaman, uzam ya da eylem birliği, ne düğümü ne de sonucu
vardır. Bunun yerine, gösteri sebep ve sonucu olmayan epizotlardan oluşur. Bu gösteri
kendini inşa etmeli; kendine ait parça parça kaynaklarla kendisi yaratmalıdır. Dolayısıyla da
akla gelen ilginç soru (anlamlı tek soru), bunun, nasıl olup da, bir rehber ya da bir senaryo
olmadan yapılabildiği ve tekrar tekrar sergilenebildiğidir. Simmel’in sosyolojisinde
“toplum”a yer yoktu. Simmel, toplumsallığın gizinin peşindeydi. Simmel’in sosyolojisi –
büyük bir ahenk bilincine dayanan mimari tasarımlarla değil – inşa sanatının kendisiyle
ilgiliydi.”27
Bütüncül olandan uzak duran Simmel’i ayrıcalıklı kılan unsurlar ise bireye,
gündelik yaşama ve bu gündelik yaşamın yüzeydeki görüngülerine gösterdiği dikkattir:
“Simmel modernitenin nasıl kurulduğuyla değil, bireysel olarak bu kuruluşun nasıl
yorumlandığıyla bu yorumun gerçek ve gündelik görünümleriyle ilgilidir.”28
Simmel mikro olandan makro olana doğru evrilen bir çalışma biçimini benimsemiştir,
onun analizinin gücü de buradan gelir.29
“Simmel’e her zaman diğer teorisyenler üstünde bir
yer kazandıran, çalışmasının mikro-sosyolojik karakteridir. O, insan etkileşiminin küçük ve
mahrem yanlarını küçümsemez, ne de kurumlar analizinde insanların, somut bireylerin
öncelikliğine bakışını yitirir.”30
Parçadan kalkarak bir bütünün inşa edilebilme imkânları ile ilgilenen Simmel’in
sorduğu sorular sosyal bilimin bilgi üretim aşaması ile ilgilidir. Örneğin “Tarih ve Toplum
Nasıl Mümkün Olabilir?”31
şeklinde formüle ettiği sorularda kapsamlı bir tarih anlatısı ya da
toplum teorisi gibi bir şey gerçekleştirme amacı gütmüyordu. Onun soruları bu anlatıların ya
23
Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, İsmail Türkmen (çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2003, s.238 24
David Frisby, “Georg Simmel – Modernitenin İlk Sosyoloğu”, Modern Kültürde Çatışma, Tanıl Bora vd.
(çev.) İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.18-19. 25
Bauman, a.g.e., s.238. 26
Bauman’ın “flaneur”kavramını tercih etmesi nedensiz değildir. Benjamin, Baudelaire üzerinde denemesinin
ikinci kısmını “flaneur”e ayırmıştır. Burada “flaneur”ün bulvarı ve caddeyi bir iç mekâna, konuta dönüştürdüğü
büyük kent yaşamına özgü tedirginlik ve şaşkınlığı bir Simmel alıntısı ile vurgular. Walter Benjamin, Pasajlar,
Ahmet Cemal (çev.), YKY, İstanbul, 1992, s115-116. 27
Bauman, a.g.e, s.240. 28
Ahmet Çiğdem, Bir İmkân Olarak Modernite Weber ve Habermas, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.112. 29
G. Ritzer, Amerikan sosyolojisindeki kuramsal çalışmalarda Simmel’in önemli etkisi bulunduğunu belirtir ve
ona göre bu etkinin odağında da Simmel’in mikro sosyolojiden kalkarak genel bir sosyolojik yaklaşıma ulaşmış
olması yer alır. Ritzer, Simmel’in mikro sosyolojisinin kültürel ve bireysel düzeylerin karşılıklı münasebet
içinde olduğu daha geniş bir diyalektik teorinin içine gömüldüğünü ifade eder. George Ritzer, Sociological
Theory, The McGraw-Hill Companies, New York, 2011, s.186. 30
Robert Nisbet’ten Aktaran Ritzer, a.g.e., s.159. 31
Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, Tuncay Birkan (çev.), Metis Yayınları, İstanbul, 2009, ss.31-33.
6
da teorilerin nasıl kurgulanabildiği noktasında yoğunlaşmıştı. Simmel epistemoloji alanında
kalsa da somut, ampirik olanın varlığını göz önünde bulunduruyordu. Tarih Felsefesinin
Problemleri’nin 1905 yılında yapılan ikinci baskısına yazdığı önsözde kitabı yazış amacını
tarihsel bilginin ‘a priori’sini ayrıntıda değil temel prensipler düzeyinde oluşturmak” şeklinde
belirlemişti. Simmel’in yanıtlamaya çalıştığı temel soru bir teorik/kurgusal inşa olarak tarihin
deneyimlenmiş, verili gerçeklikten kalkarak nasıl geliştirilebildiğiydi.32
Simmel’e göre verili,
deneyimlenmiş gerçeklik saf bir bilinç(lilik) halinin öngördüğünden daha radikal ve
karmaşıktır. Ayrıca bir bilim olarak tarih, gerçekliği nasıl olmuşsa öyle gösterebilen bir
niteliğe de sahip değildir. Nesnelliği sağladığı düşünülen ‘ben’in nesne üzerindeki gölgesinin
temizlenmesi Simmel için gereksizdir. Hatta bu gölge tarihsel anlama ve açıklamanın bir ön
koşulu sayılır.
2 - “RUH” TUFANI33
“Eğer bilgi kuramı genellikle, bilmenin biçimsel olarak salt bir hayal etmek olduğu,
öznesinin de bir ruh olduğu gerçeğinden yola çıkıyorsa, o zaman tarihsel bilme kuramı da
malzemesinin şahsiyetlerin hayal etmesi, istemesi ve hissetmesiyle ve objelerinin ruhlar
olmasıyla belirlenir. Siyasal ve toplumsal, ekonomik ve dini, hukuki ve teknik bütün dış
olaylar eğer ruhsal hareketlerden kaynaklanmamış ve ruhsal hareketlere sebep olmamış
olsalardı bizim için ne ilginç ne de anlaşılır olurlardı. Tarih eğer bir kukla oyunu
olmayacaksa, ruhsal olayların tarihidir. Anlattığı bütün dışsal olaylar, bir yandan itkilerle
irade eylemleri arasındaki köprülerden, öte yandan o dış olayların sebep olduğu duygu
reflekslerinden başka bir şeydir. Tarih hareketlerini insanların psikolojik ihtiyaçlarından ve
onların coğrafi çevrelerinden çıkarsayan materyalist tarih anlayışı da bunu değiştirmez.”34
Simmel tarihsel olanın-bilginin epistemolojisini nesnellik/öznellik, içsellik/dışsallık ve
kendi kavramlarıyla söylenecek olursa “ruh ve biçim” açısından ele alır. Onun için tarihsel
bilginin oluşum kaynağında ruhsallık yer alır: “Tarihsel olayların bu içsel karakteri,
dışsallığının her tür anlatımı için çıkış noktasını ve hedef noktasını verir; bu karakter,
tarihçiliğin bilgi kuramını ifade edecek bir dizi özel koşul gerektirir.”35
Simmel’in göstermeye çalıştığı şey mutlak olarak kabul edilen zihni/yetinin arkasında
onu da belirleyen ve etkileyen karmaşık süreçler olduğudur.36
Simmel bilme ile zihin arasında
kurulan doğrudan/nesnel bağın varlığına şüpheyle yaklaşır ve tarihe “bilinmiş olanın yanında,
32
Georg Simmel, The Problems of The Philosophy of History an Epistemological Essay, Guy Oakes (translated
and edited) The Free Pres, New York, 1977, s.VII-VIII. 33
Simmel’in dil ile ilişkisi üzerinde ayrıca durulması gerekir, Tuncay Birkan’ın “Bireysellik ve Kültür”
derlemesine yazdığı önsözde de belirttiği gibi Simmel “kendisine açıklamalar, kapsayıcı ve toparlayıcı fikirler
bulma umuduyla başvuran okurunu hüsrana uğratması çok muhtemel bir yazardır.” (Tuncay Birkan, “Sunuş”
Bireysellik ve Kültür, s.19-20) Dilin felsefi ve edebi kullanımı, klasik neden-sonuç-saptama şablonunu aşan
metin dizimi bize bu başlığı koymayı ilham etti. Bu analoji, Simmel analojilerine yatkınlığı olduğu için
açıklayıcı bir cepheye de sahiptir. Ruhun kendisini biçimlerle ortaya koyması onun biçimlere yatkınlığı aslında
var oluşun Simmel’in dilinde bireyselliğin kaynağı ve çekirdeği olması anlamına gelir. Ruh bir biçim olarak
daha doğru bir ifadeyle biçime temayül etme potansiyeli ile hayatı kendi içinde korur. Nuh Tufanı ile analojiyi
ilerletecek bir nokta da gemiye her canlıdan bir çift (erkek-dişi) alınmasıdır ki tarih felsefesini problemleri
özelinde buna karşılık gelecek şey Simmel’in analizinde kavram çiftlerinin yoğun olarak kullanılmasıdır:
içsel/dışsal, özne-nesne, ruh-biçim, zaman-doğa, bunların etkileşimi/çiftleşmesi hayat hakkındaki bilgi ve
tasarımları şekillendirmesini sağlayacaktır. 34
Georg Simmel, Tarih Felsefesinin Problemleri, Gürsel Aytaç (Çev.), Doğu Batı Yayınları, İstanbul, 2008, s.9. 35
A.g.e., s.10. 36
A.g.e., s.10.
7
yani kuramsal olarak hayal edilmiş olanın yanında istenmiş olanı da, hissedilmiş olanı da”
bilebilmek görevini yükler. İçeriğin salt nedensel bir düzenlemeyle biçimlenmesine karşı
çıkar. Bölümün başındaki alıntıda Hegel ve tarihsel materyalizmin eleştiren Simmel bu
noktada işe Kant’ı da dâhil eder.37
Zihninin gerisindeki a priori “bilinçsiz ve kanıtlanmamış
koşulların etkisi”ne işaret etse de ona göre bu durum Kant’ın belirlediğinin de ötesindedir:
“Ruh (Geist), düşünmekte olduğunun bilincine varmadan önce içinden sonsuz
çoklukta düşünce özleri geçer; dış dünyanın nesnelerini ise kendi içindeki süreçten çok daha
önce gözlemler ve o süreç ne kadar içsel, yani ne kadar ruhsalsa o kadar geç bilinçlenir bu
konuda. Bu bilinç daha ziyade dışsal kıpırdanmalara bağlıdır ve bunlara bağlılığı, değişim
renkliliği, karşıtlıkların keskinliği ruhun farklılık duyarlılığını cezp ettiği ölçüde artırır; oysa
ruhun biçimsel işlevleri sayıca sınırlıdır, en çeşitli özleri hep aynı tarzda sunarlar ve
varlıkları sayesinde eskiden beri yerleşik genelliği sayesinde olduğu gibi, bu konuda bilinci
sanki mutlak sıradan bir konudaymış gibi işleten o alışkanlığı doğururlar. Burada da
Aristoteles’in yoğun gözlemi geçerlidir: yani, nesnelerin rasyonel düzeninde birinci sırada
olanın ne olduğu? Ruhun (geist) bilgi işlevinin bizim nazarımız ve gözlemimiz için sonuncu
mu olduğu [konusunda]. Ama bağlama biçimlerinin gerçekler malzemesi üzerindeki bilinçsiz
egemenliğinin nereye kadar uzandığının Kant, a priori olanı her şeyden önce deneysel
olandan kesin olarak ayırmak yüzünden etraflıca fark etmemiştir.”38
Dışsal olanın kavranıp anlamlandırıldığı nokta içsel/ruhsal olandadır. Simmel’e göre
dışsalın, bilginin oluşumundaki belirleyiciliği fazla değildir aksine dışsalı, ona ruhsallığının
damgasını vurarak tamamlayan içseldir. İçselliğin dolayısıyla öznelliğin damgasını taşıyan bir
bilme süreci her özne/ruhsallık için farklı tarihsel bilgi ve yorumu mümkün kılar.39
Dışsal
olanın belirlenmesinde daha doğru bir ifadeyle yansıtılmasında bir nesnellik söz konusu
değildir, “…daha ziyade tespit edilmeleri ve düzenlenmeleri psikolojik ihtimale bağlıdır. Ama
en kesin durumlarda da devamın anlaşılabilmesini belirleyen şey, “basit gerçek” değildir,
tersine psikolojik büyük önermelerdir ki bunlara o “basit gerçeklik”, bir sonraki olayı
mümkün ve anlaşılır göstermek için alt önerme olarak ortaya çıkar. İnsanların somut
davranışları arasında bu türlü soyut hedef ve duygular düşünülmektedir, bunlar, o eylemleri
anlaşılır bir ilişkiler ağına sokmak içindir. Tarihin gerçekçi kurgulanabilir malzemesinin
dışına çıkmazsak, o zaman herhangi bir gelişimin ortaya konmasında bir tekilliğin bir başka
tekillikten kavranmasında işimiz zordur.”40
Mevcut pozitivist-idealist bilgi kuramı içseli dışsala ağırlık vererek oluşturmak istese
de “psikolojik süreçleri dışsal olaylar arasına itmekle yetiniyoruz… Çünkü içimizdeki
bilinçsiz süreçlerle bilinçlilerin ilişkisi son derece kesin olmayan bir şeydir.”41
Simmel
nedenselliğin deneyimden çıkarılamayacağını özellikle vurgular. Bu duruma yol açan,
biçimsel amaca uygunluğun gözetilmesi yüzünden bilinç içinde bulunan sebeplerle bilginin
mümkün olacağı yanılsamasıdır. Hayatı sürdürmeye yönelik her eylem saf bir bilinçlilik
içinde tasarlanmadığı için yine saf bir bilinçle de kavranamaz. İçgüdülerin ve organik
süreçlerin varlığı Simmel için önemlidir. O, sadece amaca yönelik bir bilme etkinliği
sonucunda bir bilgi oluşturulabileceği yolundaki rasyonel iddiayı sorgulamak ister. İnsani
37
Lash, Kant, Ortodoks Marksçılık ve Durkheim’ın yaklaşımlarındaki kurucu öğeyi dışsal nedensellik olarak
gösterir ve Simmelci dirimselciliği pozitivist nedensellikten ve erekselci büyük anlatılardan ayrı bir yerde
konumlar: Scott Lash, “Lebenssoziologie Bilgi Çağında Georg Simmel”, Doğan Barış Kılınç (çev.), Georg
Simmel, Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan (ed.), Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011, s.331. 38
A.g.e., s.12-13. Ayrıca bkz. Frisby, Sosyolojinin Temeli, ss.26-29; Jung, a.g.e., ss.101-107. 39
A.g.e., s.13. 40
A.g.e., s.18. 41
A.g.e., s.19.
8
etkinlikleri sadece bilinç/li düzeyde kavramak epistemolojik açıdan bir yetersizliği işaret ettiği
gibi gerçeği yalnızca tek bir perspektifte kuşatabilme iddiasını da güçlendirmektedir. Bu
bağlamda Simmel hayati sorular sormaktadır. “İşte her somut hareketin temelinde açık
düşünceler ve bilinçli hedefe yöneliklik görülürse hangi açıklama zorunlu olarak çürük
çıkmaz ki?... Hareketin arkasında acaba genel olarak sözle ifade eden bilinçli bir ruhsal
süreç var mıdır sorusu! Bu sorunun prensip olarak evetle cevaplanması bütün tarih
anlatımının varsayımı mıdır?”42
Simmel’in temel sorusu şöyle formüle edilebilir: Bir bilim olarak tarih de sadece
bilinçli/teleolojik olanı kavramaya yönelik olmalı mıdır? Simmel’e göre hukuk, gelenek, dil,
düşünme tarzı, ibadet ve iletişim biçimi bütün bunlar elbette bireyin bilinçli eylemi sonucunda
meydana gelmiştir; ama birey davranış ve eyleminde doğrudan böyle bir amaca yönelik
olarak düşünmez.43
Simmel buradan asıl düşündüğü konu olan epistemoloji üzerine döner
tarih felsefesinin işlevinin ne olması gerektiğini açık bir şekilde belirtir ki bu aynı zamanda
çalışmasının temel izleğini verir bize “Tarihçi hangi durumlarda, içgüdü ya da düşünme
yoluyla, insanların eylemlerindeki bilinçli amaca uygunluktan soyutlanmıştır? Tarih
felsefesinin araştırması gereken, bizim bir olayın açıklanmasına bilinçli bir istek ve
düşünceyle ne zaman katılmamız gerektiği ve böyle bir şeyin varsayımından ne zaman
vazgeçme alışkanlığında olduğumuzdur… Bilgi teorisinin yapabileceği şey, yalnızca hangi
hallerde birinin, hangi hallerde ötekinin bizim açıklama ihtiyacımıza yeteceğini tespit
etmektir. Tarih tasarımları, nasıl olmaları gerekiyorsa öyle değil, gerçekten nasılsalar öyle,
bilinçsiz de olsa, psikolojik eylemlerin arkasındaki bir bilincin ya da bilinçsizin kabulü için
bilinçsiz olarak karar verirkenki ilkelere göre sorgulamak zorundadır.”44
3 - TARİHÇİNİN “BİR SANATÇI OLARAK PORTRESİ”
“Kişileri harekete geçiren nedenleri, yalnız bölük pörçük parça ifadeleri aktarılmış
varlıkların bütününü ve ayrıntısını bu tür birlikte hissetme; muazzam bir güçler
sisteminin bütün çeşitliliğine kendini bu katış ki bu çeşitliliğin her biri ancak içimize
yansıtılırsa anlaşılır… İşte, tarihçinin bir sanatçı olmasını ve olmak zorunda oluşunu
gerektiren asıl mana budur.”45
İçsel/dışsalın kesişme ve etkileşiminde ortaya çıkan muğlâklığı belirleme görevini
tarih felsefesine veren Simmel tarihçinin de bu süreci nasıl kendi zihninde yeniden üreterek
malzemesini devşireceğini araştırır. Eyleyen kişilerin bilinç ya da bilinçaltı süreçlerini ortaya
çıkarmak, Simmel için nesnellikle, psikolojik süreçler arasında diyalektik bir anlam-a temeli
oluşturmak açısından önemlidir; çünkü Tarih kendini Doğa gibi kendinde nesneler şeklinde
değil tasarım olarak ortaya koyar. Simmel, sevgiyi, nefreti vb. duygulanımları onları
yaşamadan anlamanın zorluğunu vurgular. Empati ve ruhsallık ekseninde “anlamanın anlamı
nedir?” diye soran Simmel için nesnellik kuramsal düzeyde mümkündür. Eserinin girişinde
ifade ettiği gibi bilineni bilmek değil, aynı zamanda istenmiş ve hissedilmiş olanı bilmek
belirleyicidir. “Bu problem ancak herhangi bir psikolojik değiştirme modunda, istenmiş
olanın birlikte istenmesi, hissedilmiş olanın birlikte hissedilmesiyle çözülebilir.”46
42
A.g.e., s.20. 43
A.g.e., s.21. 44
A.g.e., s.22. 45
A.g.e., s.28. 46
A.g.e., s.24.
9
Simmel insani olanın kavranmasında “bir ben olmayanı tasavvur etmek, önemli olanın
ben olmayan ben olması”nın gerçekleştirilebilmesinde doğa bilimlerinin nesnel yaklaşımının
yetersizliğini ortaya koyar. Simmel insanın doğadan çok kendi hemcinsine
ruhsallığına/içselliğine nüfuz edebileceğini iddia eder. Bu noktada onun sosyal bilim
epistemolojisinde nesnelliğin ‘ben’in ortadan kalkmasıyla mümkün olacağı yönündeki tavrı
netleşir: tarih dışsal/olgusal gözlemin verileriyle yetinmek zorunda değildir. Tarihçi, öznenin
ruhsallığını kendi içinde yeniden üretmek zorundadır. Bu yeniden üretimin sınır ve koşullarını
belirlemek Simmel için daha önemlidir. “Demek ki tarihçi önce, ruhunun başka bir kişinin
ruhsal durumlarını kendi içinde üretebileceği, yani tespit ettiği davranışların kendisininkiyle
uzak da olsa herhangi bir benzetmeye bağlanmaya izin verdiği, bilinç arka planının onda aynı
davranışlara sahip olduğu ya da olabildiği, onlarda da mevcut olduğu varsayımını yapar.
Eğer Ranke, meselelerin aslını görmek için kendi ben’ini söndürmek arzusunu ifade ediyorsa,
o zaman bu arzunun yerine gelmesi, onun tasavvur ettiği başarıyı yok edecektir. Söndürülmüş
‘ben’den sonra ben-olmayanı kavramaya yarayacak bir şey kalmaz ki!...Ama ben’i
söndürmek başlı başına bir çelişkidir; sebep, onun nihayet her tasavvurun taşıyıcı
olmasıdır…”47
Simmel tarihin kendisini doğa bilimlerinden çok farklı olarak sunduğunu ve
dolayısıyla da farklı bir şekilde kavranılması gerektiğini savunur. Simmel, telgraf örneğini
vererek mesajın taşınmasına rağmen iletilip karşı tarafta yeniden üretilebildiğini ifade eder.
“Böyle içimde üretilen süreçler aynı zamanda benimkiler de değildir, ben onları, tarihsel
süreçler olarak, kendim tasavvur ettiğim halde, yani benim tasavvurlarım olduğu halde, bir
başkasınınkiler olarak düşünürüm.”48
Simmel basit bir şekilde şunu da önermez: “Biz bir
başkasını bilmek istiyorsak onun ruhsal süreçlerini içimizde taklit edip kendi kendimize “ama
ben değil o böyle hissediyor!” dememiz de yetmez.”
Simmel bilen ile bilinen arasındaki ayrımın, nesne ile özne arasındaki o mesafenin
anlaşılmaz muğlaklığını belirlemek ister. Bu hissedilmeyen şeyin hissedilişi veya öznelliğin
taklididir ve ne mantık ne psikoloji bu süreci ayrıştırmaya yetmez ki bu aynı zamanda tarihin
çözmek zorunda olduğu bir bilmecedir. Özne ile araştırma nesnesi arasındaki ayrım sonradan
bir ögelerine ayırma işlemidir: “Bu öğelerden o tarihi bilme sürecinin kendisi bir bilinç
göstermez.”49
Simmel’e göre tarihçi psikolojik süreci yorumlar, biçimler ve sıralarken yaptığı iş
edebiliğe yaklaşır, tarihçi ile edebiyatçı arasındaki temel fark, edebiyatçının anlattığını
biçimlerken sahip olduğu özgürlüğün tarihçide kısmen olmamasıdır: “Çünkü yazar bir kere
belli bir karaktere karar verdikten sonra anlattığı bütün şeylerin bu kişiler ve durumlar
hakkındaki psikolojik ortalama deneyimden ancak sınırlı bir uzaklaşma alanı vardır.”50
Malzemesine bu sıkı bağlılık tarihçide araştırmasının başlangıç aşamasında görülebilir,
buradan yola çıkarak o kendi tahayyülünde tarihsel süreci biçimlendirmede özgürdür; bu
bağlamda Simmel şunu iddia eder: Araştırma sürecinde tarihçi işleyişi tersine çevirmiştir o
ilkinde köle ikincisinde özgürdür.
Bu noktada Simmel, Kant’ın tabiatı öğrenme sürecini örnek verir, ona göre düşünmek
ile var olmak aslında birbirlerine uymamaktadır; ama biz onları anladığımız için birbirine
uygunluk içinde kavranabilir. Kişinin anlama gücü (verstand) kendi öğrenme biçimlerini
devreye sokar, kendi tasavvuru haline getirerek ancak anlayabilir; ama bu anlama temelinde
47
A.g.e., s.27. 48
A.g.e., s.25. 49
A.g.e., s.26. 50
A.g.e., s.28.
10
anlamlandıramadığı şeylerle karşılaşırsa da bunları reddetme veya hakikat dışılık etiketi
vurma lüksüne de sahip değildir: “Anlayan kişi, bilgisine daldığı ve ben’inin o anki
tasavvurunda var olduğu, o anda gerçekten var olduğu ruhsal süreci işletmeye başlar… Asıl
mesele onun onlarla benzerliğini, onları anlamak istediği için varsaydığıdır. Çünkü aksi
halde bunu yapamaz.”51
Tarihçi, tarihsel süreci yeniden kurarken içsel ile dışsal olanın kesişmesine dikkat
etmek zorundadır, kendi ruhundaki güçler ve kategoriler empati yapılabilecek bir zihin
durumunu yansıtırlar, bunun karşısında ise gerçek deneyimler yer alırlar: “bunlar bu güçlere
o biçimlere içerik verirler ve ona ruhunun gerçekleştirebileceği hislerden ve düşüncelerden
hangilerinin kendi çevresindeki canlı dünyada gerçekleştirebileceğini gösterirler.”52
Tarihçi,
kendi tarafından gerçekleştirilemeyecek ruhsal süreçleri, olaylar vs. imkânsız diyerek
başından savarken öte yanda gerçekleştirilebilir olanları belli tarzda düzenler: “Şimdi
tarihçilik felsefesi kendi araştırma objelerini, tarihsel imgelerin her iki yandan maruz kaldığı
ve en azından içlerinde ikisinin öznelliğin ortalamasını açtığı etkilerde bulur.”
Simmel tarihsel süreçle ilişki kuran kişinin ruhsallığını ön plana çıkarır ve ona göre
tarihçi malzemesine nesnel olmaktan ziyade bu ruhsallığın içinden süzülen a priori
varsayımlarla yaklaşır. Aslında Simmel için tarihçinin psikolojik süreçleri – yeniden
üretilebilmelerindeki bütün zorluklara rağmen – kendi içselliği/yaşantıları eşliğinde
malzemesine yansıtabilmiş olması daha önemlidir. “Amaçla araç ilişkisi, psikolojik nedenler
altında karakter bütünlüğü ve gelişimi olarak anladığımız şey, bununla iş gören her insan için
soyut değil kişisel bir biçim içinde kendini ortaya koyar ve tarihsel malzemeye mantık
kategorileri şeklinde etki etmez (böylesi ulaşılamaz bilgi ideali olurdu), tersine psikolojik güç
olarak etki eder, yani tüm deneyimleri, içgüdüleri, duygularıyla kişiliğin taşıdığı psikolojik
güç olarak.”53
Simmel, nihayetinde tarihçinin empati kurma, açıklama ve anlama sorununda
fikirlerini daha net bir şekilde ortaya koyar: “Aynı şekilde hiçbir bilgi, bilginin kendisi demek
değildir ve genel a priori düşünce biçimlerinden ibaret değildir. Ve nasıl ki soyut tarzda ve
bütün özel farkları çıkararak genel insan kurgulanabiliyor ama gerçek bir insan elde etmek
için hemen herhangi bir özellik, bireysellik eklenmek zorunda oluyorsa, hatta sadece bu
kılıkta tasavvur edilebiliyorsa, aynı şekilde a prirori düşünce biçimleri ile bunların gerçek
yararı meselesi vardır… Yani her şeye rağmen psikolojik süreçleri başkalarında
kurgulayabiliriz, hem de ne kendimizde ne de başkalarında hiç yaşamadığımız tam bir
doğruluğun güven duygusuyla. Bunu gerçek deneyimlerin salt şekil değiştirmeleri olarak
açıklamak çok yerindedir.”54
Simmel, araştıran ruh ile araştırılan ruh arasında, araştıranı – ki bu bir tarihçidir – deha
mertebesine yükseltir. Simmel’in kitabının ilk bölümünde kanıtlamaya çalıştığı şey psikolojik
süreçleri, tarihin a priori olarak kabul etmesi gerektiğidir. Alışılagelmiş bir tarihsel
araştırmada psikoloji önemli bir belirleyici olarak kabul görmezken Simmel için esas olan
nesnel dünyada elle tutulabileceği tasavvur edilenin aslında ruhla kavranabileceğidir.55
İşin
içine ruhsallık girdiğinde bunun tarih yazımsal problemleriyle başa çıkabilecek kişinin de
sanatçı bir duyarlığa sahip olması gerekmektedir. Daha keskin bir ifadeyle o bir deha olmak
51
A.g.e., s.29. 52
A.g.e., s.30. 53
A.g.e., s.31. 54
A.g.e., s.32. 55
A.g.e., s.36. “Toplumsal psikolojik süreçleri empatiyle kendimize konu yaparken kendi öznelliğimize ve bunun
içsel deneyimlerinin rastlantısallığına bağlı olduğumuzu tasavvur etmeyiz de, doğrudan nesnel bir şeyi tasavvur
ettiğimizi düşünürüz.”
11
zorundadır. “Deha, dahi olmayan insanın yalnızca deneyimle kazanabildiği bilgileri
görünürde kendi içinden yaratıyor… Bu, tarihçi dehanın kendi tümdengelimlerini kendi
yönünde de söz konusu psikolojik süreçleri başka kişilerde de uyarabilecek ve
kolaylaştırabilecek ama bu süreçlerin gerçekleşmesini sonunda onlara bırakacak kelimelerle
ifade ettiği ölçüde daha olası görünmektedir.”56
Dahi, neslin organik ve ruhsal süreçlerle oluşan birikimini yeniden kolay bir şekilde
üretebilendir. Simmel bu noktada Platon’a yönelir: öğrenme bir tür yeniden hatırlamadır.
İnsanoğlu bu anlamda kendi neslinin birikimini içinde yeniden üretebilir - bireysel çaba ile
açıklanamayacak süreçler söz konusudur - Bedenin ve zihnin hafızası neslin kazanımlarını
bilinçli de olmasa içinde taşır, onun kendisini yönlendirmesine izin verir. Simmel için bu
birikimin adı türden gelen mirastır. Dahi Tarihçi’nin bu süreci yeniden üretebilme imtiyazı
onun yeteneğinin adını verir: tarihsel anlama. Bu anlama tarzı tarihsel bilgi anlayışından
farklıdır “tarihsel anlama yalnızca çok daha eksik ve ilişkisiz malzeme, daha güvenilmez
işaretler, kurgunun daha büyük bir oyun alanı ve bunların daha geniş bir gerekliliğini
bulur.”57
Tam bu noktada Simmel tarih felsefesinin sorgulaması gerekenleri işaret eder:
“tarihsel imgelerin biçimlenmesinde nesnel psikolojik deneyimin payı ne kadar olur ve en
kolay düşünce imkânında ve bilgi basitleştirmesinde öznel eğilim payı ne kadardır?”Özetle
Simmel psikoloji ile dış gerçeklik arasındaki ilişkilerin akla yatkınlık ekseninde kurulmasında
bilgi teorisinden bir katkı beklemektedir.58
4 - DEİ EX MACHİNA59
: YASA KARŞISINDA TARİH
“Tarih yasaları denen şeylerin aynı şekilde tarihsel olayların pozitif bilgilerinin bir
prolepsi (bir kavramın deneyden önce oluşması) olduğunu sanıyorum, aynı metafiziksel
tasarımların dünya olaylarının bir prolepsi olduğu gibi. Bunlarla tarihsel bilginin zirvesine
ulaşıldığı sanıldığı ölçüde bunlar tarihsel bilgiye ulaşmada çıkış noktası ya da geçiş
noktalarıdır. Tarihsel hayatı oluşturan atomların gerçek ilişkilerini ifade eden yasalar bizce
şimdilik bilinmiyor ve bu nedenle, ruhumuz görüngülerin akşında sağlam görüş açıları
aramak alışkanlığında olduğu için bunların temeline inmeksizin yüzeyindeki belli
sürekliliklere tutunuruz, görüngüleri, aslında hiçbir şey ifade etmeyen ama tarihsel hayat
hakkında yön bulmada yardımcı olan soyut kurallara bağlarız. Ve bunlar, görüngülerin
gittikçe ilerleyen gözlemi ve yavaş yavaşa ayırt edilmesi, analizi yoluyla elementlerin hareket
yasalarına yaklaşmamızı mümkün kılarlar.”60
Simmel, tarih filozoflarının “çok safça” tarihin yasalarından söz etmelerini tuhaf bulur
ve dolayısıyla tarih felsefesinin görevinin de tarih yasalarını keşfetmek olduğundan
56
A.g.e., s.32-33. E.H.Carr’ın Türk tarihçiliği özelinde da en çok zikredilip referans verilen “yazılan tarihten
önce onu yazan tarihçiye bakılması gerektiği” yolundaki uyarısı “tarihçinin öznel katkısı”nı sorunlaştıran bu
geleneğe dayanır. Zaten, Carr da bu uyarıyı, B.Croce-Collingwood fikriyatını takip ederek ortaya koymuştur.
Ona göre tarihçi, geçmişi sevmek ve o geçmişten kendini kurtarmak zorunda değildir; tarihçinin görevi “bugünü
anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır.” Edward Hallet Carr, Tarih Nedir?, Misket
Gizem Ertürk (Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s.32, 36. 57
Simmel, a.g.e., s.34-35. 58
A.g.e., s.40-41. 59
“Sözcük anlamıyla, ‘makineden çıkan – ya da makineden inen – Tanrı’. Antik Yunan Tiyatrosunda içinden
çıkılmaz bir durumu çözmek için ‘Mechane’ denilen bir sahne makinesinin – ya da bir vincin – yardımıyla
sahneye bir “Tanrı” indirilirdi.”, B.Turgut Erim, Derleme Tiyatro Sözlüğü, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul,
2009, s.96-97. 60
A.g.e., s.73.
12
şüphelidir.61
Simmel yasaların varlığını inkâr etmez; ama bilgi edinme sürecindeki işlevini
tartışmak onun için daha önemlidir. Simmel yasanın, kabul edildiği gibi bir açıklama gücüne
sahip olmadığını düşünür. Ona göre yasa açıklamasında bütüncül değil kısmidir ki bu ona
yüklenen işlevin yanlış anlaşılmasına yol açar. Yasa, bir sonraki açıklama basamağını
destekleme sürecinde asıl işlevine kavuşur. Bu anlamda Simmel genel bir yasadan değil tek
tek yasalardan bahseder: “hayat daha ziyade sırf kendileri için doğa yasaları bulunan birincil
süreçlerin bir sonucudur. Bu süreçler için şartlar mevcutsa, o zaman hayat adeta
kendiliğinden oluşur.” der Simmel ve basit bir örnek verir: “Palmiye herhangi bir ağaçtan
farklı biçim alarak büyür hem de belli yasalara göre buna rağmen hiç kimse iddia edemez ki
doğada özel bir palmiye yetişme yasası olsun.”62
Simmel, tarihsel bir olayı mümkün kılan, onu meydana getiren unsurların varlığı ve
niteliğini hepsinden önemlisi bunların süreç içinde diğer unsurlarla etkileşimini belirlemenin
muğlaklığına işaret etmek ister. Tekil hareketlerin yan yanalığı ve görüngü düzeyinde bir
birlik tesis etmiş olabilmeleri düzgün bir fenomenler dizisi teşkil edildiğini gösterir; burada
olan bu diziyi gerçekleştiren güçlerin bütünselliğinin zamansal sıralar içinde anlatılmasıdır:
“tarihsel durumların o genel dönemlerinin art ardalığını (bunların istisnasız
gözlemlenmişliği hali için bile) salt bir gerçek olarak adlandırabilirdik ama sırf ona yönelik
yasanın içeriği sayamazdık… Bu güçlüğün son nedeni işte, dünya’nın hareketlerini gerçekten
oluşturan ve açıklama ihtiyacımızın (haklı ya da haksız) aradığı o kuvvete ulaşamayışımızdır.
Hep gerçek hareketlerde kalıyoruz ve bu basit hareketler bize gerçekten olayın gerçek gücünü
karmaşıklardan daha çok açıklamadan biz yalnızca karmaşıkları basit hareketlere
dayandırabiliyoruz. Karmaşık olay, faktörleri arasındaki bir olaya çözüldüğü ölçüde bize
berrak görünüyor; ama bu sonuncusu için Hume63
düşüncesi geçerli, yani görülebilir gerçek,
olmayı (Erfolgen) değil, yalnızca izlemeyi (Folgen) gösterir.”64
Yasanın soyut/düşünsel karakteri, Simmel’e göre bizi somut gerçekliğe götüremez.
Yasa, eylem gücünde başka bir ifadeyle gerçekliğin kendisini anlatacak yeterlikte değildir.
Yasanın gerçeklikle/somut olanla kurduğu bu zayıf ilişki onu tarihin karşıt kutbuna yerleştirir.
Görüldüğü gibi Simmel epistemoloji ile uğraşırken bile bilginin mümkün hale gelmesinde
ampirik olanın payından şüphe etmez. Yasa, gerçekliği dile getirebilir; ama o gerçekliğin nasıl
oluştuğu hakkında bir fikir veremez: “tarihsel görüngüler gene de bir araya gelmiş pek çok
şartın ürünleridir ve bu nedenle de asla bir doğa yasasıyla anlaşılamaz.”65
Yasa bir tür kesinlik ve nedensellik sağlarken tarih bir bilim olarak gerçeklikle
ilişkisinde doğa yasalarını izler görünür – doğa yasaları ile belirlenebilen bir bilgi içeriğidir
bu – Simmel tarihin bu karakterini, yasayı çok güvenilir yerinden ederek bozar ve onu
kesinlikten kurtararak gerçekliğin kavranmasındaki karmaşıklıkta bulunabilecek imkânlarla
izah etmek ister. Yasa nihayetinde basit gerçekliklerden yola çıkarak bunu bütün karmaşık bir
yapıyı çözümleyecek boyutta tasarlamak ister; ama tasarım somut alandan uzaklaştıkça insani
bilgiyi mümkün olduğunca her cepheden kuşatabilecek yeterlikten de uzaklaşır, gerçekliği
kendi şablonuna uydurmaya çalışır. Bunu besleyen durum Simmel’e göre sebep-sonuç
ilişkisinin bir çıkmaza götürecek şekilde algılanmasıdır. “Oysa şunu mümkün saymak
zorundayız ki bu en basit şey de bir zaman bir bileşik olarak ortaya çıkacaktır ve böylece
61
A.g.e, s.45, 78. 62
A.g.e., s.50. 63
Simmel yasaların nesnelerin gerçekliğiyle kesin olarak ilişkisiz olduğunu belirtir: “ “eğer A varsa, B de olmak
zorundadır”ı A’nın var olup olmadığını belirlemedeki tam bir yetersizlikle öderler.”, a.g.e., s.52. 64
A.g.e, s.48, 49, 51. 65
A.g.e, s.54-55, 65.
13
şimdiye kadar sebep olan an olarak görünen şey, daha sonraki görüngülerin açıklamasını
veren güçlerin görüngüsünden başka bir şey değildir.”66
Yasanın kurduğu nedensellikte zaman-mekân boyutunun problemli olması tarihin
yasalar ile ilişkisine de yansır: “Asıl sonucun ve güçlerinin bize kapalı olduğunu ve bizim sırf
gidişatın gözlemine mahkûm olduğumuzu ilkesel olarak bilsek de bilgi amaçlarımız için
nedensel ile sırf zamansal ilişki arasındaki deneysel fark gene de varlığını korur. Her ikisi
arasındaki sınır kaypak olabilir ama ne olursa olsun bu sınır gözlenmiş en karmaşık olayın
öte yanında olmak zorundadır ve işte bu insanlık tarihidir.”67
İnsanlık tarihi ile ilgili noktada Simmel geçmiş ile ilgili bazı klişelerin sınırlarını
zorlar. Milletlerin çocukluk, gençlik, orta yaş ve ihtiyarlığı yaşamaları gerekliliği şeklinde
özetlenebilecek genel bir tarih yasası şablonuna hapsedilmesini eleştirir, itirazı nettir: “bir
halkın gençliği, daha sonra orta yaş olgunluğuna geçiş için hiç de yeterli değildir.”68
Simmel bunu bireysel düzlemde de ele alır ve geçmişe dolayısıyla bu geçmişi
anlamlandırarak bilgi üreten tarih bilimine de kader69
muamelesi yapılmasını eleştirir. Nasıl ki
milletlerin bir organizma şeklinde gelişiminin öngörüldüğü bir yasada, bir önceki dönem
sonraki dönemin mutlak belirleyicisi değilse kişinin kendi geçmişi de gelecekteki veya
‘an’daki davranışının mutlak efendisi değildir. Bir tarihsel olayı veya kişisel bir eylemi
öngürülebilir unsurlar kadar bundan daha fazla hiç hesaba katılmayan ve umulmadık şartlar
da belirleyebilir.70
Simmel bunu “dei ex machina” kavramı ile betimler. Yasanın kavramakta
ve açıklamakta zorlandığı nokta burasıdır: “ne var ki nedenselliğini tarih yasalarının ifade
edegeldiği durumlar, gelişimin gerçek safhaları değildir ve bunlarla gerekli duraklardan
geçercesine istikbalin bütün gerilim güçlerini içinde taşımazlar. Bunlar daha çok, etkileyen
güçlerin yalnızca görüngüleri ve soyutlamalarıdır; o halde gelecekteki durum, onlardan
değil, bu sonunculardan gelişir.”71
Simmel’e göre tarih tasarımlarla kurulan bir nedensellikle iş göremez, sürecin her an
başka unsurlarla başka yönlere evrilebileceği “dei ex machina” durumlara hazırlıklı olmak
zorundadır. Başka bir ifadeyle tarih, doğa bilimlerinin bilgi oluşturma süreçlerinden farklı
prosedürler geliştirmek zorundadır.72
Yasa fikri, Simmel’i tarihin, felsefe ve metafizik ile
kurması gerektiği ilişkiler üzerine düşünmesini gerektirmiştir. Metafizik kendi malzemesini
deney alanından devşirmediği gibi aynı zamanda çok genel gözlem ve tecrübeler sonucu
oluşmuştur. Metafizik, rasyonel tümdengelimlerle işlenmemiş tecrübenin muğlaklığını
66
A.g.e, s.55,56. Ayrıca bkz. R.G. Collingwood, Bir Özyaşam Öyküsü, Ayşe Nihal Akbulut (çev.), YKY,
İstanbul, 1996, ss.74-77. 67
A.g.e, s.55. 68
A.g.e, s.48,66, 67. 69
Simmel’in aforizmalarından biri bunu veciz bir şekilde ifade eder: “İnsanın kaderini fikirleri çerçevesinde,
imkânları dâhilinde yaşayabilecekken öyle yaşamamış olması – bu da kaderini gerçekleştirmesinin bir yolu”,
Simmel, Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında…, s.106. 70
Frisby bu durumu şöyle anlatır: “Modernitenin özelliklerinden biri, toplumsal gerçekliğin dinmeyen bir akış
olarak duyumsanması ise, bu akışkan gerçekliği en iyi şekilde ifade edecek kavramlar, ilişki ifade eden
kavramlar olmalıdır. Etkileşim (wechselwirkung) ile toplumlaşma (vergesellschaftung) Simmel için kilit
kavramlardır; onun asıl ilgilendiği, fenomenler arasındaki ilişkilerdir. Simmel “daha yüksek bir düzeye ait
yapılar”ın varlığını inkâr etmez; ama o daha çok, “akışkan, uçucu bir halde var olmakla birlikte, bireylerin
toplumsal varoluşla aralarında bağ oluşturmak bakımından hiç de aşağı kalmayan diğer yapılar”la ilgilenir.
Burada Simmel, açıkça, toplumsal etkileşimlerin “rastlantısal fragmanlarıyla ilgilenmektedir.” Frisby, Georg
Simmel – Modernitenin İlk Sosyoloğu, s.19. 71
Simmel, Tarih Felsefesi…, ss.58-60. Simmel doğanın alımlanma tarzının karşısına ruhu yerleştirir: “dışsal
tarih olayı, içinde bir görüngünün bir sonrakini doğuran sebep olarak görülebileceği bir dizi oluşturmaz, tersine
bu, birinciyi de doğuran ruhsal sebeplerin devam eden gelişiminden ortaya çıkar.”, a.g.e., s.63. 72
A.g.e., ss.60-64.
14
yansıtır ve görüngülerin yüzeyinde gözlemlenen herhangi bir olay biçimini genel yasa katına
yükseltir. Başka bir ifadeyle bu tarz düşünüş çok kereler tekrarlandığını gördüğü bir
görüngüyü yakalayıp bunu her şeyin ölçüsü yapar; ama bu görüngüleri, çözümleyip
parçalarına ayırmak istemez. Çünkü Simmel’e göre metafiziğin “sürekli ilkelere göre
tamamlanmış bir dünya imasına doğru çabalamak gibi bir biçimsel değeri vardır.”73
Felsefe
de Simmel için entelektüel bir kavrayış olarak gerçek bilginin bir prolepsesidir onun genel
kavramları ve normları bizim görüngüler hakkında yön bulmamıza yardım eden geçici bir
bilimdir.74
Bu noktada, Simmel pozitivist olarak yapılandırılmış bir bilim anlayış ve yönteminin
tarihsel bilgiyi oluşturma sürecindeki yetersizliğini ortaya koyar. Felsefi, metafizik sistemlerle
elde edilen bilgi ve kavrayışların tarihsel bilgiyi oluşturmadaki öncü rolünü kabul eden
Simmel, bunların tarih araştırmasın(a)da geçici evreler olarak hizmet etmesinin gerekliliğini
vurgular. Metafizik ya da felsefi yasa olarak “bir bütüne, özel bir güç atfedildiği her yerde ve
bu güç ona özel olarak ve unsurlarının güç toplamından farklı olarak verildiğinde ve başka
deyişle bu bütünün hareketleri özel ve bütüncül bir güce bağımlı kılındığı yerde, emin
olunabilir ki bilginin yalnızca geçici bir evresinde bulunulmaktadır.”75
Simmel’in tarih bilimi
bağlamında bu geçiciliğin altını çizmesi tarihsel bilginin “dei ex machina” süreçlere açık
olması ve kesinlikten uzak formlarla kavranabilmesiyle yakından ilgilidir.
5 - TARİHİN MANASI YA DA GERÇEKLİĞE KARŞI ZOR KULLANMAK
“Tabiat araştırmasının amaca yönelik manasını tabiata hiç de yansıtmıyoruz, o içinde
değer ya da anlam denebilecek nesnel hiçbir şey bulunmayan mekanik bir faaliyettir. İşte
tarih hakkında da düşünülebilir ki tarih araştırmasında bulduğumuz manayı tarihin kendi
içeriğinde arayamayız.”76
Yukarıda Simmel tarih yasalarının geçiciliğini ve yeni yasaların varlığında
çürütülebilirliğinin imkânını tartışırken bir sonraki bölümde “tarihin manası” probleminin
epistemolojik açıdan çürütülemezliğini gösterme amacındadır. Tarihsel görüngülere, süreç ve
olaylara anlam kazandıran olgunun onların kendilerinde değil, bir araya getirilişlerini
mümkün kılan daha genel ilkelere atfedilebileceğini iddia eder. Simmel bununla bağlantılı
olarak tarihin tanrısal bir ruh tarafından mı yönlendirildiğini yoksa kendi içinde geliştirdiği bir
yörüngeyi mi izlediğini sorgular. Ayrıca o, tarih hareketlerinin kendi başına tatmin edici bir
bütünlük/tamlık sunabildikleri konusuna da şüpheyle yaklaşır. Bu soru ve şüpheleri yaşatan
şey “…en azından kavram olarak görüngüler dizisinin dışında bulunan bir varlığın mümkün
oluşu ya da olmayışıdır.”77
Simmel’in “tarihin manası” bağlamında özenle üstünde durduğu nokta bizim tarihsel
açıklamadan beklediğimizin ona yüklemek istediğimiz amaçla yakından bağlantılı olmasıdır.
Yoksa tarihsel veri ve malzeme bizatihilikleri içinde bu amacı gerçekleştirme iddia ve
potansiyelini taşımazlar.78
Tarih bilimi bu minvalde elindeki araçlarla amacını
gerçekleştirmeye yönelik bir etkinlik olarak tanımlanır. Simmel tarihçinin pozitivist anlamda
73
A.g.e, s.70, 71, 72. 74
A.g.e, s.69, 72. 75
A.g.e., s.77. 76
A.g.e., s.93. 77
A.g.e, s.85, 86. 78
A.g.e, s.88 Simmel tarihin “anlarının hangisini bütün her şeyin varlık amacı olarak vurgularsak vurgulayalım
hep aynı gidişatı ve aynı düzeni sunduğunu” savunur.
15
nesnel olarak süreçleri gözlemleme etkinliği ile – ki bu süreçleri verili kabul etmekle onlara
değer ve amaç yüklemek arasındaki farkı gözeterek – tarihsel bir bilgiyi oluşturamayacağı
fikrindedir. Nihayetinde nesnel olarak oradan duran süreç ve olaylar onun tarafından
işlendiğinde öznellik/bireysellik devreye girer: “dünya imgemizin bizim nesnel ve öznel
dediğimiz unsurları arasında mutlak bir fark yoktur, aralarına aracı merhaleler girer.”79
Araştırma sürecinde tarihçi ister teleolojik ister değer odaklı bir tarihsel anlatı inşa
etmek istesin malzemesini sorduğu sorulara, atfettiği değerler göre seçmek, tasnif etmek,
biçimlemek ve seçmek zorundadır. Simmel, nesnel olarak kabul edilmiş bir sürecin
işlenmesinde nesnelliği ön plana çıkarmaz aksine bu nesnelliğe müdahale eden
bireyselliğe/ruhsallığa odaklanır. Pozitivist bir tarih etkinliği ile anlam problemi çözülmüş
görünse de aslında anlamı mümkün kılan tarihsel süreci değerlendirmedeki bireysel
farklardır.80
Simmel için objektifliğin aranması gereken evre herhangi bir konu ve nesnenin
tarihin esas meselesi ve asıl manası olarak kabul edildikten sonrasıdır. Bu anlamı ortaya
çıkarabilecek objektiflik doğrultusunda süreci ve olayları ayıklamak böylece mümkün
olabilir. “ama o değerlendirmenin olması ve başkasına değil bu belli içeriğe rastlaması, işte
bu tarih gerçekliğine öznel ya da metafizik bir eklemedir.”81
Simmel, tarih yazımsal seçeneklerin zuhurunda da bu noktayı gözetir. Ona göre
tarihçinin belge ağırlıklı veya yorum ağırlıklı bir anlatı kurmayı seçmesi ve bir
kesitten/fragmandan veya bir bütünden yola çıkması sadece biçim, yöntem, araç sorunu
değildir. Elbette bütün bunlar tarih gerçeklerinin niteliği ve anlamı hakkında belli düşünce ve
varsayımları benimsemiş olsalar da o gerçeklerin maddi içeriğini şekillendirmemişlerdir.82
Simmel’e göre “…tarihin bütününün arkasına görüngüsünden doğrudan
okunamayacak bir mana yerleştirilir; bu görüngü rahatça antromorf83
diye adlandırılabilecek
bir biçim alır ama tarihin öz olarak değiştirilmemiş malzemesini ancak manalı bir bilimin
objesi yapar.”84
79
A.g.e, s.89. 80
A.g.e, s.93. 81
A.g.e., s.96. 82
A.g.e, s.97. 83
Antropomorfizm: “İnsani, doğal ve doğaüstü alanlar arasında birlik varsayan birçok kozmoloji sisteminde
tanrılar, hayvanlar ve doğal olgulara insani nitelikler yükleme”, K.Emiroğlu-S.Aydın, Antropoloji Sözlüğü,
Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003, s.59. 84
A.g.e, s.102. insanın evrensel uzam ve zamana müdahalesini Michel de Certeau da şöyle belirtir: “Gerçekten
de tarih, sabahtan akşama hiç durmadan anlatılır. Tarih, yolunda gitmeyen her şeyi ayrıcalıklı hale getirir
(çünkü olay her şeyden önce bir kaza, bir talihsizlik ya da bir bunalımdır), çünkü anlamın dilini kullanarak
bütün bu yırtılmaları öncelikler ve acilen dikmek gerekir.” Michel de Certeau, Tarih ve Psikanaliz, Ayşegül
Sönmezay (çev.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.8.
16
SONUÇ
Simmel, tarih felsefesinin iki görevle karşı karşıya olduğunu belirtir. İlkinde felsefe
yapılandırılmış bir anlatının sunduğu bilgiyi inceler, bu aşamada tarih felsefesinin dikkati
tarih araştırmasında tasarımların varlığı üzerinde yoğunlaşır; amacı bu tasarımları ortaya
koyabilmektir. İkincisinde ise doğrudan metafiziksel tasarımları tarih felsefesinden
temizlemektir.85
Simmel’in bu görevleri tarih felsefesine yüklerken sorduğu temel soru şudur:
“gerçek olaydan bizim tarih dediğimiz bilimsel oluşum nasıl çıkıyor?”86
Simmel’in tarih
felsefesinden beklediği temel görev tarihsel bir anlatının inşa edileceği malzemeyle ilgili olası
epistemolojik kör noktaları aydınlatmasıdır. Bu bağlamda eseri boyunca nesnel ile öznel
olanın iç içe geçmiş muğlaklığını, bu muğlaklığın işlenen veri üzerindeki yansıma ve
etkilerini, dünyayı tarihsel formda kavramının biçimlerini ve son olarak tarihin bir anlama
sahip olmasının ne gibi imkânları olduğunu araştırmıştır.
Daha özelde tarihçilik, tarih yazımsal süreç ve pratiklerin doğasına ilişkin Iggers’ın
belirttiği üç noktanın aşındırıldığını görmekteyiz. Simmel tarihsel bir anlatıda veya
açıklamada yer alan olguların nesnel olarak mutlak bir gerçekliğe tekabül etmediğini
vurgular; aksine bu olgular ve daha doğru ifadeyle bu olguların seçiminin, gerçekliği o
anlatıyı inşa eden tarihçinin görebildiği şekilde yansıttığını kabul eder. Diğer bir nokta
tarihçinin işini yaparken düşünüldüğü kadar elinin kolunun bağlı olmadığı vurgusudur. Belge-
yorum ekseninde tarihçi malzemesinin/geçmişin verili olarak kendisini dayattığını iddia
edemez. Simmel’e göre tarihsel süreç ve anlamı inşa eden tarihçinin belge ya da yorum
ağırlıklı benimsediği perspektif aslında geçmiş gerçekliğin maddi içeriğini
şekillendirmemiştir. Bu bağlamda tarihçinin pozitivist değil daha tarihsel bir tahayyül ve
anlama gücü içinde kendi bireyselliğinin de farkına varması gerekir. Bu bireysellik ona hem
malzemesini işlemekte daha özgür olduğunu hem geçmişte görmek ve bulmak istediği
anlamın, geçmişe kendisi tarafından empoze edildiğini gösterecektir.
Son olarak, Simmel bireyin gündelik yaşamını idame ettirirken pek farkında olmadan
kendi kaderini belirlediğini ifade etmiştir. Simmel düşüncesinde akışkanlık, etkileşim ve
bireyselliğe yapılan vurgu, “kader” ve “tarih”in, (insanın yaşarken bütün istek ve
beklentilerini, saf bir bilinçlilik içinde gerçekleştirebileceği) teleolojik süreçler olarak
kavranmasının önünde engeldir. “Tarih”inde anlam ve değer yüklenerek bir şekilde kadere
eşitlenmek istenmesi Simmel için kabul edilebilir değildir. Zihinsel tasarımların yarattığı
beklentiler nesnel olanda karşılık bulmasa da bu insanın yaşamasının, kaderini
gerçekleştirmesinin önünde bir engel teşkil etmez. Gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olana
odaklanmak şimdinin dolayısıyla ruhun yaşamsallığını, gündelik olanı anlamlandırmadaki
gücünü ıskalamak demektir.
Simmel, 19. yüzyılda yapılandırılmaya çalışılan tarih disiplinin araç ve yöntemlerinin
nesnellik, nedensellik ve ereksellik örtüsü altındaki kurgusal oyunlarını ifşa etmiştir. Ona göre
bütün bunların farkında olan bir tarih yazım ve tarihçilik pratiği geliştirmek tarihsel süreci
anlama ve anlamlandırmanın koşullarını zenginleştirecektir.
85
Simmel, Tarih Felsefesi…, s.118-119. 86
A.g.e., s.125.
17
KAYNAKÇA
AYSEVENER, Kubilay, E. Müge Barutca, Tarih Felsefesi, Cem Yayınevi, İstanbul, 2003.
BAUMAN, Zygmunt, Modernlik ve Müphemlik, İsmail Türkmen (çev.), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 2003.
CARR, Edward Hallet, Tarih Nedir?, Misket Gizem Ertürk (çev.), İletişim Yayınları,
İstanbul, 1996.
CERTEAU, Michel de, Tarih ve Psikanaliz, Ayşegül Sönmezay (çev.), Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.
COLLINGWOOD, R.G., Bir Özyaşam Öyküsü, Ayşe Nihal Akbulut (çev.), YKY, İstanbul,
1996.
COSER, Lewis A., Sosyolojik Düşüncenin Ustaları Tarihsel ve Toplumsal Bağlamlarında
Fikirler, Himmet Hülür vd. (çev.), De Ki Basım Yayım, Ankara, 2008.
ÇİĞDEM, Ahmet, Bir İmkân Olarak Modernite Weber ve Habermas, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1997.
EMİROĞLU, K. -S.Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2003.
ERDOĞDU, A.Teyfur, “2000’den Sonra Türkiye’de Tarihçilik”, Mehmet Fuat Köprülü,
Kolektif, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Geleneksel El Sanatları / Anma ve Armağan
Kitapları Dizisi, Ankara, 2012.
ERİM, B.Turgut, Derleme Tiyatro Sözlüğü, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2009.
FREUND, Julien, “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, T.Bottomore, R.Nisbet,
Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, M.Tunçay-A.Uğur (yay. haz.) Kırmızı Yayınları, İstanbul,
2010.
FRISBY, David, “Georg Simmel – Modernitenin İlk Sosyoloğu”, Modern Kültürde Çatışma,
Tanıl Bora vd.(çev.) İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
FRİSBY, David “Sosyolojinin Temeli”, Jale Özata Dirlikyapan (çev.) Georg Simmel,
Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan (Ed.)Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011.
IGGERS, Georg G., Bilimsel Nedensellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı,
Gül Çağalı Güven (çev.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000.
JUNG, Werner, Georg Simmel Yaşamı/Sosyolojisi/Felsefesi, Doğan Özlem (çev.), Anahtar
Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 2001.
KAYALI, Kurtuluş, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
LASH, Scott, “Lebenssoziologie Bilgi Çağında Georg Simmel”, Doğan Barış Kılınç (çev.),
Georg Simmel, Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan (ed.), Doğu Batı Yayınları,
Ankara, 2011.
18
MARDİN, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895 – 1908), İletişim Yayınları, İstanbul,
2001.
ÖZLEM, Doğan, Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1999.
ÖZLEM, Doğan, Tarih Felsefesi, Dokuz Eylül Yayınları, İzmir, 1998.
RİTZER, George, Sociological Theory, The McGraw-Hill Companies, New York, 2011.
SCAFF, Lawrence A, “Weber, Simmel ve Kültür Sosyolojisi”, Eylem Yenisoy (çev.), Jale
Özata Dirlikyapan(çev.), Georg Simmel, Sosyolog Sanatçı Düşünür, Jale Özata Dirlikyapan
(ed.), Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2011.
SIMMEL, Georg, The Problems Of The Philosophy Of History An Epistemological Essay,
Guy Oakes (Translated and Edited) The Free Pres, New York, 1977.
______,Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri Felsefi Minyatürler, Alican
Taşpınar (çev.) Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000.
______, Tarih Felsefesinin Problemleri, Gürsel Aytaç (çev.), Doğu Batı Yayınları, İstanbul,
2008.
______, Bireysellik ve Kültür, Tuncay Birkan (çev.), Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
SWINGEWOOD, Alan, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Osman Akınhay ( çev.), Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 1998.
TİMUR, Taner, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, İstanbul, 2011.
ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 2005.
WALTER, Patrick, “Georg Simmel”, Lülüfer Körükmez (çev.), Sosyolojik Düşüncede İz
Bırakanlar, Rob Stones (yay.haz.), Bağlam Yayınları, İstanbul, 2008.
WOLFF, Kurt H. (translated, edited, and with an introduction by), The Sociology of Georg
Simmel, The Free Press, Glencoe, Illinois, 1950.
Top Related