Erol Kurubaş, “Davutoğlu Dönemi Türk Dış
Politikasının Geleneksel Dış Politika İlkeleri Açısından
Analizi”, 2. Uluslararası Davraz Kongresi, Isparta,
Süleyman Demirel Üni, 29-31 Mayıs, 2014, ss. 1416-
1433.
DAVUTOĞLU DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASININ
GELENEKSEL DIŞ POLİTİKA İLKELERİ AÇISINDAN
ANALİZİ
Prof. Dr. Erol KURUBAŞ
ÖZET
Bu çalışma Davutoğlu dönemi Türk dış politikasında
son dönemde görülen savrulmanın, dış politikanın geleneksel
ilkelerinden olan dengecilik ve meşruluk ilkelerinden sapmayla
ve Batıcılık ve statükoculuk ilkelerinin yerine -onların kimi
olumsuzluklarını aşma adına- benzer sonuçlar doğuracak
yenilerinin aldığı görüntüsü oluşturan eylem ve söylemlerle ilgili
olduğunu iddia etmektedir. Bu çerçevede çalışmada önce dış
politikada ilkelerin önemi ve işlevine değinilerek, Türk dış
politikasına yön veren geleneksel ilkeler ve bunların sonuçları
değerlendirilecektir. Daha sonra dış politikada Davutoğlu’yla
birlikte yaşanan değişim ve bu değişimin dayandığı ilkeler ve
uygulamalardan hareketle bunların geleneksel ilkelere olan etkisi
tartışılacak, son olarak bu etkilerin de bir sonucu olarak ortaya
çıkan “ilkeli duruş” anlayışı ve bunun yol açtığı riskler
incelenecektir.
GİRİŞ
2003 sonrası Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel
pozisyonu açısından iki zıt durum göze çarpmaktadır: 2003-2010
arası dönemde dünyada Türkiye’ye yönelik genellikle olumlu bir
algı söz konusudur. Bu dönemde ilişkiler gerçekten de çok yönlü
ve çok boyutlu bir nitelik taşımış, Türkiye sürekli kriz üreten
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu bölgesinde “arabulucu ve sorun
çözücü” tutumuyla devlet-altı, devlet düzeyi ve bölgesel düzeyde
tüm aktörlerle konuşabilen, aktif, tarafsız, etkin ve cazip, hatta
model bir aktör olmuştur. Türkiye dış politika araçları açısından
da, yumuşak güç unsurlarını yani sivil, ekonomik, sosyokültürel
araçları kullanmış, bu eksende proaktif ve ritmik diplomasiye
Kırıkkale Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
1416
dayalı bir anlayış benimsemiştir. Sonuçta bu dönemde Türkiye,
özellikle Ortadoğu’nun dengeleyici ve barışçı yollarla
“dönüştürücü gücü” ve hatta lider ülkesi gibi görünmeye
başlamış, bu nedenle de kendi adına da muazzam bir etkinlik ve
“jeopolitik genişleme” elde etmiştir.
Fakat 2010 sonrası bu durum tersine dönmüştür.
İsrail’le yaşanan krizlerle birlikte ama esasen Arap Baharı
sürecinde, özellikle de Mısır’da Temmuz 2013’te yaşanan askeri
darbe ve Suriye’de yaşanan tıkanıklığın aşılamaması sonucu
Türkiye’nin dengesi, hesapları ve pozisyonu sarsılmıştır. Türkiye
bu gelişmelere, gücüyle ve konumuyla hiç de orantılı olmayan
bir biçimde fazlasıyla angaje olmuştur. Bu aşırı angajman sonucu
Türkiye dengesini kaybetmeye, dengesini kaybettikçe de
savrulmaya başlamıştır. Bu denge kaybı ve savrulmayla birlikte
Türkiye gelişmeler karşısında kesin, sert ve taraflı bir tutum ve
söylem geliştirmiş, bu ise özellikle Ortadoğu’da kutuplaştırıcı bir
etki doğurmuştur. Bu nedenle de kısa zaman içinde Türk dış
politikasında ve özellikle Ortadoğu’daki pozisyonunda muazzam
bir savrulma yaşanmıştır. Yani Türkiye aynı dönem içinde
kontrolsüz biçimde zıt tutumlar benimsemesi ve zıt pozisyonlara
sürüklenmiştir. Böylece Türkiye bölgesindeki dengeleyici ve
dönüştürücü özelliğini yitirmiş, sert güç temelinde hareket eden
taraflı ama etkisiz ve cazibesini kaybetmiş bir aktör olmaya
başlamıştır.
Sonuçta, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’ya yönelik
“iddialı dış politika”sı itidalini kaybederek “ihtiraslı bir dış
politika”ya; dengeleyici ve arabulucu gücü, kutuplaştırıcı ve
arabozucu güce; dönüştürücü gücü, adeta yıkıcı güce dönüşmeye
başlamıştır. Türkiye artık bölgede herkesçe gıptayla bakılan
model ülke olmaktan da çıkmıştır. Bunun Türkiye açısından
sonucu ise etkisini yitirme ve “jeopolitik daralma” yaşaması
olmuştur.
Bu sorunlu durum, aslında dış politikanın
rasyonalitesini ve pragmatik niteliğini oluşturan ve bir bakıma
sigorta işlevi gören noktalarda, kısaca, “güç-çıkar-değer-söylem”
arasındaki dengelerin sağlanamamasıyla ilgilidir. Yani Türkiye
2003’ün nispeten istikrarlı koşullar altında “güç-çıkar-değersöylem”
ekseninde yeni bir denge kurmuş ve kendine bu şartlarda
uygulanabilir hedefler çizmişken, şartlarda köklü değişim
yaşanınca yani krizle karşı karşıya kalınca bu dengeler alt üst
1417
olmuştur. Türkiye yeni koşullar altında “çıkar ile kapasite”,
“değer ile çıkar” ve “söylem ile eylem” arasındaki dengeleri ve
tüm bunların da bir sonucu olarak jeopolitik kimliğine uygun bir
Doğu-Batı dengesi kuramamıştır. Özellikle son üç-dört yıldır
genelde Arap Baharı özelde Mısır ve Suriye ekseninde yaşanan
gelişmeler, Türk dış politikasında “kapasiteyle çıkarlar”,
“çıkarlarla değerler” ve nihayet “söylemlerle eylemler”
arasındaki çatışmayı açık bir biçimde göstermiştir. Bu da sonuçta
Türkiye’nin dış politika tutumlarında, ikili ilişkilerinde ve
bölgesel ve uluslararası konumunda savrulmalar yaşanmasına,
hatta “eksen kayması” ve “Ortadoğululaşma” eleştirilerinin
güçlenmesine yol açmıştır.
Ortaya çıkan bu durum pek çok açıdan
değerlendirilebilir. Buradaki temel sorunsalımız ise savrulma
olarak nitelenen bu durumun dış politikaya yol gösteren ilkelerle
ilişkili olup olmadığıdır. Burada çalışmaya temel oluşturan soru
şudur: Acaba Türk dış politikasında son yıllarda ortaya çıkan
savrulmanın nedeni geleneksel ilkelere uyulmamasıyla ya da terk
edilmesiyle ya da başka ilkelerle yer değiştirilmesiyle bir ilgisi
var mıdır?
Bu çalışma dış politikada son dönemde yaşanan
savrulmanın, dış politikanın geleneksel ilkelerinden olan
dengecilik ve meşruluk ilkelerinden sapmayla ve Batıcılık ve
statükoculuk ilkelerinin yerine -onların kimi olumsuzluklarını
aşma adına- benzer sonuçlar doğuracak yenilerinin ikame
edilmesi biçiminde algılanabilecek eylem ve söylemlerle ilgili
olduğunu iddia etmektedir.
Bu çerçevede çalışmada önce dış politikada ilkelerin
önemi ve işlevine değinilerek, Türk dış politikasına yön veren
geleneksel ilkeler ve bunların sonuçları anlatılacaktır. Daha sonra
dış politikada Davutoğlu’yla birlikte yaşanan değişim ve bu
değişimin dayandığı ilkeler ve uygulamalardan hareketle
bunların geleneksel ilkelere olan etkisi tartışılacak, son olarak bu
etkinin bir sonucu ortaya çıkan “ilkeli duruş” söylemi ve bunun
yol açtığı riskler ele alınacaktır.
DIŞ POLİTİKADA İLKELER: ÖNEMİ, İŞLEVİ
1418
Her ülke “uluslararası yapı” temelinde, “coğrafya-tarihkültür”
ünü dikkate alarak “güç-çıkar-değer/kimlik-hedefsöylem”
bağlamında, dış politikasında referans olacak birtakım
ilkelere dayanır. Bu açıdan dış politika ilkeleri bir yandan o
ülkenin tarihinin, coğrafyasının, kuruluş felsefesinin, siyasal
sisteminin, siyasi kültürünün ve toplumsal yapısının ürettiği
nispeten sabit değer, tercih ve/ya zorunlulukların, öte yandan
güç/kapasite, çıkar, değer, hedef gibi değişkenlerin ürünüdür.
Bu haliyle ilkeler o ülkenin dış politikasının genel
eğilimini, yönelimini, amaçlarını ve hepsinden önemlisi onun
bölgesel ve uluslararası kimliğini ve konumunu belirler. Ayrıca
nispeten süreklilik arz eden bu ilkeler, bir yandan dış politika
uygulamalarını meşrulaştırırken, öte yandan dış politikayı
savrulmalardan alıkoyan bir sigorta işlevi görür.
Bu halde diyebiliriz ki, dış politikanın genel ilkeleri
“güç/kapasite, çıkar, değer, hedef ve söylem” unsurlarına dayanır
ve onlar arasında kurulan korelasyonun bir sonucudur. Eğer bu
unsurlar arasında bir tenakuz ortaya çıkarsa ya da koşullar bu
ilkeleri işlevsizleştirirse ilkeler ya yeniden yorumlanır ya da
değiştirilir, ama asla ihmal edilmezler. Çünkü bunlar dış
politikanın rasyonalitesinin bir yansımasıdır. Bu yüzden bu
ilkelerin ihmali dış politikanın rasyonelliğini kaybetmesine,
rasyonelliğini kaybeden bir dış politika ise varoluşsal sorunlara
yol açabilir.
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ GELENEKSEL İLKELERİ
VE SONUÇLARI
Türk dış politikasında cumhuriyetin kuruluşundan bu
yana geleneksel olarak benimsenmiş ve onun dış politikasını,
uluslararası konumunu ve kimliğini belirlemiş olan birtakım
ilkeler vardır. Bir kısmı ideolojik/stratejik, bir kısmı da
pragmatik/taktiksel olan ve bu haliyle birbirinin tamamlayıcısı
olan bu ilkeler, Batılılaşma temelindeki “değerler”, bu değerlere
dayalı “kimlik”, bu değerler ve kimlikle sınırlanmış “çıkarlar” ve
bu eksende belirlenmiş, ama daha çok korumacı ve savunmacı
nitelikteki “hedefler” çerçevesinde türetilmiştir. Burada
Batılılaşmanın, ideolojik/stratejik önemi nedeniyle dış politika
ilkelerine hem değerler hem çıkarlar hem de hedefler açısından
kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz.
1419
Bu eksende Türk dış politikanın geleneksel olarak
benimsenmiş dört ilkesi bulunmaktadır (Oran, 2002 :46-53):
Batıcılık, statükoculuk, dengecilik ve meşruluk. “Batıcılık”, dış
politikada Batı’yı eksen alma, Batı’nın içinde ve/ya Batı’yla
birlikte hareket etme anlamına gelirken, “statükoculuk”, mevcut
sınırları ve mevcut güç dengelerini bozmamak ve dış politikada
mevcut durumu veri alarak hareket etmek demektir. Dengecilik,
bir yandan Batı ile karşısındakiler (Doğu) arasında ve Batı’yı
oluşturan farklı ülkeler arasında denge kurma ve bunları
birbiriyle dengeleme, diğer yandan gücüyle orantılı eylemde
bulunma anlamına gelirken; meşruluk, dış politikada meşru
amaçlara meşru araçlarla ulaşmak yani uluslararası hukuka
uygun hareket etmek ve uluslararası hukukun sağladığı zeminde
hakkını aramak demektir.
Benimsenen bu ilkeler doğrultusunda dış politika, iç ve
dış güvenliğin sağlanmasına, yani içeride rejimin, dışarıda
Batı’daki yerinin ve Batılı kimliğinin korunmasına hizmet eden
bir alan olmuştur. Bu korumacı ve edilgen anlayış Türkiye’yi dış
politikada hep tehdit odaklı ve savunmacı bir refleksle hareket
etmeye ve dünyayı hep Batı prizmasından görmeye mahkûm
etmiştir. Bu ise, içe dönük ve tek kulvara mahkûm bir dış politika
anlamına gelmektedir.
Bu nedenle Türkiye Batıcılık ve statükoculuk ilkelerini
sürdürme pahasına nispeten yüksek maliyetlere katlanmak
zorunda kalmıştır. Şöyle ki: Batıcılık ilkesi, Türkiye’yi Batı’ya
mahkûm ederek adeta platonik bir âşık gibi davranmasına,
Batı’nın çıkar ve değer dünyasıyla kendisini mutlak biçimde
özdeşleştirme uğruna kendi değerlerini, ihtiyaç ve çıkarlarını geri
plana atmasına, bulunduğu coğrafyanın ve tarihinin gereklerini
göz ardı etmesine, kendine ve kendi hinterlandına
yabancılaşmasına yol açmıştır (Oğuzlu, 2008:59-105). Yani
Türkiye bu ilke nedeniyle kendini adeta “jeopolitik daralma”ya
mahkum etmiştir. Statükoculuk ise, dış politikanın ve çıkarların
dinamik dünyasında Türkiye’yi dışarıda fırsat
kollayan/kovalayan, çıkarlarını maksimize eden ve refahını
artıran bir aktör yerine, değişime kapalı, olayların arkasından
sürüklenen, vizyonsuz ve edilgen bir aktör haline getirmiştir.
Fakat diğer iki ilke, bu iki ideolojik/stratejik ilkeyi hem
hayata geçirmeye hem de telafi etmeye dönük pragmatik işlevler
görmüştür. Dengecilik ilkesi, Batı ile ilişkilerde ortaya
1420
çıkabilecek olumsuzlukları Batı içindeki ya da Batı’ya karşıt
aktörlerle dengeleyerek, Batı’ya duyulan platonik aşkın ulusal
çıkarları zedelemesine karşı adeta sigorta işlevi görmüştür. Bu
haliyle aslında dengecilik, Batıcılığın her zaman önkoşulu olmuş,
ideolojik saplantının çıkarları zedelemesi bu şekilde
engellenmeye çalışılmıştır. Meşruluk ilkesi ise, dışarıdaki
mevcut durumda ulusal çıkarları koruyabilmek için uluslararası
hukukun tanıdığı sınırlar çerçevesinde hak arama imkânı ve
hareket alanı oluşturarak statükoculuk ilkesinin hem bir önkoşulu
hem de sigortası olmuştur. Hatay, Boğazlar, Kıbrıs gibi sorunlar
karşısında Türkiye ancak bu ilke temelinde çıkarlarını
koruyabilmiştir.
Yani bu son iki ilke, genellikle Türk dış politikasını
kısmen edilgenlikten kurtararak diğer iki ilkenin zararlarını telafi
edici işlevler görmüştür. Bu haliyle çok genel olarak söylemek
gerekirse Batıcılık ve statükoculuk, genellikle dış politikada
Türkiye’nin imkân ve yeteneklerini daraltarak çıkarlarını
zedeleme ihtimaline yol açıcı etkiler doğururken; dengecilik ve
meşruluk, Türkiye’nin imkân ve yeteneklerini genişleterek
çıkarlarını koruyucu etkiler doğurmuştur.
Ama sonuçta Türkiye ideolojik/stratejik ilkelerin
ağırlığı nedeniyle “değer odaklılığı” temel aldığı için, dış
politikası statik bir güç, çıkar ve denge anlayışına dayalı, edilgen,
risk almayan, durağan bir güvenlik ve yüksek politika alanı
olagelmiştir. Bu anlayış da Türkiye’yi fırsatları kollama,
nüfuzunu artırma ve yayma, refahını artırma, kendi değerler
dünyasını oluşturma gibi başka dış politika hedeflerine
yönelmesinden alıkoymuş, gözünü Batı’ya dikmiş, içine
kapanmış, güvenlik anlayışının bitmek tükenmek bilmez “algısal
tehditleri”ne mahkûm, adeta “engelli bir aktör”ü yapmıştır.
Dolayısıyla bu olumsuzlukların bir biçimde giderilmesi için
ilkelerde birtakım düzeltmelere gidilmesi yine dış politikanın
rasyonalitesinin bir gereğiydi.
YENİ DIŞ POLİTİKA VE İLKELERDE DEĞİŞİM
Yukarıda sözü edilen gerekliliğin de bir sonucu olarak
Davutoğlu ile birlikte dış politikada önemli bir değişim
yaşanmıştır. Bu, amaçlar, araçlar ve bu eksende ilkeler ve ilkelere
yön veren değerlerde ciddi, köklü ve radikal bir değişimdir. Dış
1421
politikadaki bu değişim kendini en çok “tek yönlü, statik,
savunmacı anlayış”ın yerini “çok yönlü, dinamik ve proaktif
anlayış”ın almasıyla göstermiştir. Artık uluslararası alanda nesne
değil, özne olmaya, başka eksenlerin peşinden koşmak yerine
kendi eksenini oluşturmaya çalışan, tek yönlü ve tek boyutlu bir
anlayış yerine çok yönlü ve çok boyutlu ilişkiler kurmak isteyen,
bunun için tüm imkân ve yeteneklerini seferber etme çabasında
bir dış politika ve buna hizmet edecek yeni amaçsal ve araçsal
ilkeler benimsenmiş bir Türkiye bulunmaktadır.
Davutoğlu’nun çeşitli vesilelerle dile getirdiği bu
ilkeleri şu şekilde özetleyebiliriz: “Güvenlik-özgürlük dengesi”,
“proaktif dış politika”, “çok boyutlu-çok kulvarlı dış politika”,
“yeni diplomatik üslup”, “ritmik diplomasi”, “komşularla sıfır
sorun”, “merkez ülke”, “küresel güçlerle uyumlu ilişkiler”,
“uluslararası düzeyde aktif katılım” Davutoğlu 2008:79-84;
Yeşiltaş ve Balcı, 2011:12-20). Bu ilkelere 2010’da “düzen
kurucu aktör”, 2012’de de “değer odaklı”, “vizyon temelli”,
“özgüvene dayalı” ve “özerk dış politika” eklenmiştir
(Davutoğlu, 2012:5-7). Son dönemde dış politikanın genel
seyrini, yönünü, eğilimini ve Türkiye’nin dünyaya karşı
duruşunu, yani uluslararası sistem içindeki yerini ve kimliğini
belirleyen de genelde bu dış politika ilkeleridir. Ve son dönem
dış politikada yaşanan değişime de, büyük oranda bu ilkeler
kaynaklık etmekte ve yön göstermektedir (Oran, 2013:139-140).
Doğal olarak bu yeni dış politika anlayışı, dış politikaya
yön veren geleneksel ilkeleri de derinden etkilemiş, örneğin
“proaktif dış politika” anlayışı, statükoculuk ilkesini adeta
ortadan kaldırırken, “merkez ülke” ve “çok boyutlu-çok kulvarlı
dış politika” anlayışı Batıcılık ilkesinin yeniden yorumlanarak
sınırlanmasını beraberinde getirmiş; bununla birlikte aynı ilkeler
dengecilik ve meşruluk ilkelerine ise daha güçlü bir işlevsellik
kazandırmıştır.
Bu haliyle bakıldığında geleneksel tutumun
olumsuzluklarının ve ortaya çıkan yeni şartların dış politikada
yeniliklere yol açması ve geleneksel ilkeleri revize etmesinde
herhangi bir sorun yoktu. Bu nedenle dış politikadaki yeni
anlayışın, amaç olarak ve hiç değilse başlarda geleneksel
ilkelerin olumsuzluklarını gideren, yeni şartlara göre dış
politikanın pragmatizmine ve rasyonalitesine uygun bir biçimde
onları yenilemesi, bazen de değiştirmesi doğaldı.
1422
DEĞİŞİMİN UYGULAMAYA YANSIMALARI: TÜRK
DIŞ POLİTİKASINDA İLKELER SORUNU
Bu yeni anlayış doğrultusunda, 2003-2010 arası
dönemde statükoculuk geri plana atılıp, Batıcılık yeniden
yorumlanarak rasyonalize edildiği, dengecilik ve meşruluksa
daha güçlü biçimde işlevselleştirildiği için Türkiye’nin
kapasitesi, imkân ve yetenekleri, dolayısıyla etkisi ve
görünürlüğü artmış, muazzam bir “jeopolitik genişleme”
yaşanmıştır. Artık Türkiye istendiği gibi “tehdit” yerine “fırsat
odaklı” hareket eden, sadece “güvenlik” değil, “nüfuz, refah ve
değer” eksenli hedefler peşinde koşan, etkin ve saygın bir aktöre
dönüşmüştür.
Fakat özellikle 2010 sonrası bu anlayış ve bu anlayışın
dayandığı ilkeler nedeniyle Türk dış politikası ciddi biçimde
eleştirilmeye başlandı (Dalay, 2014). Aslında doğal olarak,
zorluklarla karşılaşıldığı dönemlerde, özellikle de kriz
zamanlarında dış politika ve ona kaynaklık eden ilkeler birtakım
sorunlarla karşı karşıya kalabilir. Nitekim Arap Baharı
olgusunun, örneğin Türkiye’nin “komşularla sıfır sorun”
politikasını çıkmaza sürüklemesi (Oğuzlu, 2012:46-54; Uzgel,
2012), uygulamada birtakım tutarsızlıkları ve bundan kaynaklı
eleştirileri beraberinde getirmiştir. Ama kanaatimizce bu yeni
dönemde dış politikadaki sorun, Türkiye’nin bu yeni dış politika
anlayışı ve ilkeleriyle ilgili değildir. Bize göre sorun, özellikle
son yıllarda benimsenen ilkelerin etkisi altında dış politikanın
geleneksel pragmatik/taktik ilkelerinden sapmayla ve
ideolojik/stratejik ilkelerinin yerine benzer sonuçlar doğuracak
yenilerinin ikame edilmesi biçiminde algılanabilecek eylem ve
söylemlerle ilgilidir.
Bu bağlamda öncelikle Davutoğlu’nun son zamanlarda
dile getirdiği ve Türkiye’yi adeta hiperaktif bir aktöre dönüştüren
ve ihtiraslı eylemlere yönelten yeni bazı ilkelere dikkat çekmek
gerekir. Bunlardan “düzen kurucu aktör”, “vizyon odaklı” ve
“özerk dış politika” ilkeleri adeta revizyonist tutuma yol
açabilecek bir potansiyel taşırken, yine “özerk dış politika” ve
özellikle de “değer odaklı dış politika” ilkesi ucu açık bir
“değerler silsilesine” atıfta bulunarak kimine göre Neo-
Osmanlıcı, kimine göre İslamcı olarak yorumlanan yeni ideolojik
tutumlara kapı aralamaktadır.
1423
Bu yeni ilkelerin de etkisiyle özellikle son yıllarda,
Türkiye için her zaman olumlu sonuçlar doğurmuş olan
“dengecilik” ve “meşruluk” ilkelerinde bazı sapmalar söz
konusudur ve dış politikada yaşanan sorunların bir kısmı bu
sapmayla ilgilidir. Tercihten ziyade gelişmelerin sürüklemesiyle
ortaya çıkan bir durum olsa bile, Ortadoğu eksenli gelişmeler
karşısında dengecilikten uzaklaşarak taraf olunması, hatta bunun
da ötesinde fanatik bir taraftar gibi davranılması ve bugüne kadar
hassasiyetle korunan meşru araçlarla meşru hedeflere yönelme
anlayışını zorlayan tavırlar içine girilmesi, hatta uluslararası
meşruiyet kaynaklarına meydan okunması ve yeni meşruiyet
kaynakları arama tehdidinde bulunulması, bu ilkelerden sapma
olarak yorumlanabilir. Örneğin Irak’ta, Mısır’da ve Suriye’de
ülke içi muhalif aktörlerle kurulan ilişkinin biçimi, niteliği ve
düzeyi, o ülke yönetimlerine açıkça, doğrudan, eylemsel ve
söylemsel düzeyde karşı durulması hatta fiilen meydan okunması
(Sabah, 24.1.2012) , yine BM Güvenlik Konseyi’ne meydan
okunması, alternatiflerden söz 4edilmesi (Erdoğan, 2013),
dengecilik ve meşruluk ilkelerine ciddi anlamda zarar
vermektedir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye’nin Arap-İsrail
dengesini, Sünni-Şii dengesini ve Doğu-Batı dengesini kurmada
zorlandığı ve bölge ülkelerinin içişlerine müdahale ettiği
eleştirilerine maruz kaldığı görülmektedir.
Hâlbuki uluslararası politikada bu tarz tutumlar ancak
diplomasinin incelikleri, güç dengeleri ve güç kapasitesi
nispetinde yapılabilir. Türkiye ise adeta kapasitesini, jeopolitik
kimliğini, güç dengelerini ve hatta diplomasinin inceliklerini bir
kenara bırakarak, kendi imkân ve yeteneklerini zorlayan, riski
yüksek bir dış politika izlemektedir. Fakat Türkiye’nin mevcut
durumu ve şartları (özellikle içeride siyasi sistem tartışmaları,
Kürt sorunu ve demokratikleşme çabaları dikkate alındığında)
böyle yüksek riskli bir dış politika izleyemeye elverişli değildir.
Öte yandan, sorunun bir kısmı da, dış politikanın
Batıcılık ve statükoculuğun yerini alacak yeni ideolojik/stratejik
ilkelere dayandırıldığı algısından kaynaklanmaktadır. Gerçekten
de izlenen dış politika, amaç öyle olmasa bile, dile getirilen
söylemler nedeniyle Türkiye’nin Batı karşıtı değerlerle hareket
eden revizyonist bir aktöre dönüştüğü algısına/iddialarına yol
açmaktadır (Oran, 2013:222-225). Ortaya çıkan görüntü,
Batıcılığın yerini neo-Osmanlıcılık ya da İslamcılık;
1424
statükoculuğun yerini ise revizyonizm ilkelerinin aldığı
şeklindedir. Türkiye’nin uluslararası sistemik yapıya meydan
okuyan tavrı, Ortadoğu’daki iktidar ve rejim değişikliklerindeki
aktif/öncü rolü ve İhvan-Hamas çizgisi temelinde Ortadoğu’daki
gelişmelerde taraf oluşu ve bölgesel liderlik arayışları bu algıyı
beslemektedir.
YENİ İLKELERE DAYALI DIŞ POLİTİKADA “İLKELİ
DURUŞ” SÖYLEMİ
Yeni ilkelerin ve bu eksende izlenen dış politikanın
dayandırıldığı rasyonalitenin en somut ifadesini ise “ilkeli duruş”
olarak nitelenebilecek söylem oluşturmaktadır. Başbakan
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu birçok olay karşısında
Türkiye’nin “ilkeli bir tutum takındığı”nın altını çizmiştir.
Özellikle Davutoğlu son birkaç yıldır eleştirilerin odağı haline
gelen dış politikadaki savrulmaları da, tutum değişikliklerini de
hep bu argümanla açıklamakta, bu minvaldeki eleştirilere de hep
bu ifadeyle cevap vermekte, “olaylara göre değil, ilkelere göre
tavır alındığını” (Altaylı, 2011) belirtmektedir.
Açıklamalardan anladığımız kadarıyla “ilkeli duruş” ya
da tutum, dış politikada belli ilkeler doğrultusunda hareket
ederek özneye, konjonktüre, dengelere, çıkarlara bakılmaksızın
ilke gereği, aynı nitelikteki olaylara her zaman aynı tepkiyi
vermek ve ne pahasına olursa olsun bunu kararlılıkla ve
tutarlılıkla sürdürmek anlamına gelmektedir. Bu durumda dış
politikada Türkiye’nin tutumunu belirleyen, “değişken çıkarlar”
değil, “sabit ilkeler ve değerler” olmaktadır. Bu değer ve ilkelerse
-herkes farklı şeyler anlasa da- evrensel olduğuna inanılan
insanlık onuru, halk iradesi, insan hakları, demokrasi, özgürlük,
adalet, eşitlik gibi sıkça duyduğumuz söylemlerdir. Türkiye bu
ilkeler doğrultusunda, siyasetin bencil, çıkarcı, pragmatik,
değişken doğasına meydan okurcasına, dış politikasında
değişmez ahlaki ve vicdani ilkelere dayalı bir pozisyon
benimsemekte ve Davutoğlu’nun deyişiyle “takınılan ilkeli
tutumla küresel vicdanı da harekete geçirmekte”dir (Hürriyet,
17.4.2013).
Gerçekten de bu duruşu ile Türkiye son yıllara değin,
uluslararası sistemik yapının ürettiği haksızlıklara meydan
okuyarak, ezilen, haksızlığa uğrayan, kimsesiz mazlumların
1425
hamisi ve sözcüsü, ama en önemlisi İslam Dünyasının içine
düştüğü iki yüzyıllık geri kalmışlıktan kurtaracak bir kurtarıcı
gibi görülmektedir.
Fakat unutulmaması gereken nokta şudur: Aslında tüm
devletler dışarıya dönük pro-aktif ya da müdahaleci bir tutum
içine girdiklerinde, politikalarını hep ahlaki bir temele/gerekçeye
dayandırırlar. Örneğin, ABD’nin, Afganistan ve Irak
müdahalelerine gerekçe oluşturan ilkeler de aslında özgürlük,
adalet gibi evrensel ilkelerdi. Elbette burada bir samimiyet
farkından söz edilebilir ve bu samimiyet özellikle tutarlılık ve
söylemlerle eylemlerin örtüşmesi ekseninde sınanabilir. Bu
bakımdan Türkiye’nin “ilkeli duruş”unda daha samimi olduğuna
dair pek çok delil de bulabiliriz. Örneğin, gerçekten de daha AK
Parti’nin ilk yıllarından itibaren Türkiye Ortadoğu ile ilişkilerini
yeniden güçlendirirken İslam Dünyasına demokrasi ve özgürlük
çağrıları yaparak bu ilkeli duruşun ilk işaretlerini vermiştir. Daha
sonra İsrail’i karşısına alma pahasına Filistinlilere çok güçlü
destek vererek (Yeşilyurt, 2013:429-433, 442-446), ardından
ABD’yi karşısına alma pahasına İran’ı kollayarak (Yeşilyurt,
2013:455-458), tüm büyük devletleri karşısına alma pahasına
BM’deki eşitsiz yapıya karşı çıkarak, yakın çevresindeki tüm
anlaşmazlıklarda arabuluculuk yaparak, tüm komşularına karşı
sorunları çözme politikası izleyerek (Davutoğlu,2013),
Somali’den Myanmar’a kadar gücü yettiği oranda tüm mazlum
ve muhtaçlara yardım seferberliği başlatarak (Sabah, 16.8.2012)
hakkaniyet, adalet, eşitlik, özgürlük ilkeleri için çaba harcamıştır.
Ama bu samimiyetin dışarıdan ve siyasal gözle
bakıldığında bir anlamı yoktur. Çünkü bu bakış açısına
göre, “ilkeli duruş” adıyla yapılan ahlaki vurgular sadece izlenen
dış politikayı meşrulaştıran birer gerekçeden ibarettir. Kaldı ki,
zaman zaman Türkiye’nin bu “ilkeli duruş”unda bazı sapmalar
da söz konusu olmuştur. Örneğin, Arap Baharı öncesi Türkiye
“çıkarları gereği” hiç de demokratik meşruiyete sahip olmayan,
hatta darbe ile iktidara gelmiş Kaddafi’yle ve darbeci babasından
iktidarı devralan Beşşar Esed’le gayet iyi ilişkiler kurabilmişti.
Daha yakın zamanda ise, Türkiye Mısır’daki darbe karşısında
Batılılara gösterdiği sert tepkiyi, darbeyi finanse eden Suudilere
göstermemişti (Cemal, Hasan). Aslında bu tutumlarda dış
politikanın rasyonalitesi açısından bir sorun yoktur. Çünkü dış
politikada “ilkeli duruş”, temelde çıkarlarla ve konjonktürle
1426
sınırlanmış bir tutumdur ve bunların değişkenliği nedeniyle de
sürekli olması mümkün değildir. Esas sorun, her hal ve şart
altında ilkeli duruş sergilemektir.
Öte yandan, Arap Baharı öncesi Türkiye’nin genel
kabul gören ve rasyonel olan bu “ilkeli duruş”unun, belki
konjonktür nedeniyle, belki “dost ve kardeş” ülkelerin ilkesizliği
ve ikiyüzlülüğü nedeniyle duygusal, tepkisel ve savunmacı bir
söyleme dönüşmeye başladığı da görülmüştür. Bir başka deyişle,
uluslararası politikanın pragmatik doğası, kendi ürettiği değer,
ilke ve normları çiğneme pahasına güç ve çıkarı eksen alarak
işlemeye başlayıp da, Türkiye ilkeli duruşunu sürdürmeye devam
edince, yani Davutoğlu’nun deyişiyle, “yanlış yerde
durmaktansa, yalnız ve dimdik durmayı” (Sabah 28.8.2013).
tercih edince, denklemin dışında kalmaya ve etkisizleşmeye
başlamış, buna tepki olarak da, dış politikasında hem eylem hem
de söylem düzeyinde sertleşmeye başlamıştır. Böylece “ilkeli
duruş” nedeniyle, gelişmeler gereği Türkiye artık herkese aynı
mesafede duran, herkesle konuşabilen, buna karşılık saygı gören
bir ülke olmaktan uzaklaşıp, ilke gereği, zalime karşı mazlumun,
haksıza karşı haklının yanında pozisyon aldığı için kimisinin
sevdiği, kimisinin nefret ettiği bir aktöre dönüşmüştür.
Türkiye’nin bu duruşu ahlaken doğru ve takdire şayan
görülebilir. Ama “ilkeli duruş” sergilenecekse, bunun gereği
olarak da dış politikadaki gelişmeleri kendi ilkesel duruşunuza
uydurabilmelisiniz. Bunun için de yeteri kadar gücünüz, etkiniz
ve uygun araçlarınız olmalıdır. Aksi halde “ilkeli duruş”un
getireceği maliyet çok yüksek olabilir. O halde diyebiliriz ki,
“ilkeli duruş” çıkarla olduğu kadar güçle de sınırlanmış bir
tutumdur.
Türkiye açısından bakıldığında, Türkiye’nin “ilkeli
duruş”unu ve bu bağlamda geliştirilen söylem ve politikalarını
destekleyecek düzeyde ne bir gücü ne uygun araçları ne de diğer
aktörler üzerinde güçlü bir etkisi bulunmaktadır. O nedenle bunu
yapacak yeteneklere sahip olunmadığı takdirde, ahlaken doğru
olan bu tutum siyaseten yanlış olacaktır. Siyaseten yanlış olan,
ama ahlaken doğru olan tutumu sürdürmek bireysel açıdan
bakıldığında bir erdemdir ve kişiler bunu kendi adına
sürdürebilirler, ama kamu adına bunu sürdürmek siyasetin
doğasına aykırı olur. Çünkü bireyin kendi adına fedakârlıkta
bulunması ile halk adına fedakârlık yapması aynı şey değildir.
1427
Halk adına hükümet edenlerin bireysel değer ve tercihleri ile
kamusal çıkar ve gereklilikleri birbirine karıştırmaması gerekir.
Genel olarak siyasette olduğu gibi, dış politikada da temel amaç,
adına hareket edilen toplumun ortak olduğuna inanılan
“çıkar”larını korumak, geliştirmek ve maksimize
etmektir. İlkeler buna hizmet eden araçlardır ve “ilkeli duruş” da
ancak buna hizmet ettiği oranda ve biçimde benimsenmesi
gereken bir tutumdur.
Tüm bunlarla birlikte, kanaatimizce Türk dış
politikasında sorun, bizzat “ilkeli duruş”tan değil, bunun
uygulanma ve dile getirilme biçiminden
kaynaklanmaktadır. Diplomasi sanatının inceliklerini ve dilini
kullanarak da ilkeli duruşu sürdürmek pekâlâ mümkünken,
Türkiye sert, suçlayıcı ve yüksek profilli bir eylem ve söylem
biçimi benimsemektedir. Bu şekilde “ilkeli duruş”, diplomasi
sanatının inceliklerine çok da uymayan bir tarzda ifade edilince,
Türkiye’nin manevra yeteneğinin kaybolmasına ve tek bir
pozisyona mahkûm olmasına yol açmaktadır. Eleştirilmesi
gereken esas husus da bu olmalıdır.
Kısacası, “ilkeli duruş”u sorunlu hale getiren dış
politikanın rasyonalitesini oluşturan “güç -çıkar-değer-söylem”
dengesini (Oğuzlu, 2012:8-17) “değerler” lehine bozmasıdır. Bu
söylem, insani açıdan değerli ve takdire şayan bir tutum olsa da,
önemli olan bunların reel politikaya ne kadar yön verebildiği ve
gereğinin ne kadar yapılabildiğidir. Bir kere daha vurgulamak
gerekirse, değer ve ilkeler sabit olduğu için katı bir tutum, sürekli
bir tutarlılık ve onu hayata geçirebilecek bir güç ister. Hâlbuki
çıkarlar esnektir ve konjonktüre bağlı olarak değişir. Ancak
değer ve ilkelerin her zaman arkasında durulabilecekse, bunların
her zaman çıkarlara uygun olduğu düşünülüyorsa ya da çıkarlar
her zaman bu değerlere uydurabilecekse bunlar sürekli
vurgulanabilir. Aksi halde, adeta bir vicdan gibi bunları
fısıldamaktan başka çare yoktur. O nedenle dış politikada
geliştirilen “değerler söylemi”, hakikati rencide etmeyecek
düzeyde “doğru”, ama aynı zamanda beklentileri karşılayacak
düzeyde “gerçekçi” olmak zorundadır.
SONUÇ
1428
Son yıllarda Türkiye’nin, dış politikasının
rasyonalitesini oluşturan geleneksel ilkelerine çok da uygun
hareket ettiği söylenemez. Hatta zaman zaman dış politikanın
rasyonalitesinden uzaklaşıp, bu ilkelere aykırı eylem ve
söylemler geliştirdiği bile söylenebilir. Bu bağlamda özellikle
Türkiye’nin gereğini yapamayacağı sözler vermesi ve çeşitli
meydan okumalara kalkışması, bölgesinde ve dünyada herkesi
kuşkulandırarak etkisini ve cazibesini kaybetmesine yol
açmaktadır.
Türkiye elbette bölgesinde yaşanan tarihsel değişimin
yanında yer almalıdır. Ama bu ahlaki duruşun gereğini yapmanın
daha rasyonel ve diplomatik yolları varken, Türkiye’nin hiç de
diplomatik görünmeyen, esneklikten yoksun, kapasitesini
dikkate almayan bir yol izlemesi doğru değildir. Bu bağlamda
karar alıcıların dış politikanın rasyonalitesini göz ardı ederek dış
politikadaki savrulmaların ve tartışmalı durumların “ilkeli
duruş”tan kaynaklandığını söylemeleri de doğru bir yaklaşım
değildir. Çünkü son yıllarda dış politikada görünen sorun, esasen
Türkiye’nin “ilkeli duruş”undan değil, bu ahlaki ilkelerini
geleneksel dış politika ilkeleri çerçevesinde dile
getiremeyişinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye’nin şartlara göre dış politikasının dayandığı
“güç-çıkar-değer-söylem” arasında kurulan rasyonaliteyi revize
etmesi ve bu açıdan geleneksel dış politika ilkelerinin
olumsuzluklarını giderecek değişikliklere gitmesi, özellikle
Batıcılık ve statükoculuk ilkelerinin Türkiye’ye maliyetlerine
karşı önlemler alması elbette gerekli ve kaçınılmazdır. Fakat
buradaki sorun, bu ilkelerdeki rasyonel değişim değil, bu
ilkelerin yerini alacak aynı nitelikte başka ilkelere savrulma
ihtimalidir.Bir başka deyişle Türkiye için statükoculuğun
maliyetini aşmanın yolu, maliyetine asla katlanamayacağı
revizyonizm değildir. Batıcılığın maliyetlerini aşmanın yolu da,
yeni bir ideolojik ilke benimsemek değildir.
Sonuç olarak, Türkiye’ye lazım olan “ilkeli” olduğu
kadar “basiretli ve ferasetli” bir dış politikadır. Basiretli ve
ferasetli bir dış politika ise ilkelerle çıkar ve güç arasında
konjonktüre uygun bir denge kurulmasını ve bu denge durumuna
uygun söylem ve eylem geliştirilmesini gerektirir. Ayrıca
Türkiye’nin, duruşu nasıl olursa olsun, dış politikasının
rasyonalitesi gereği asla dengecilikten ve meşruluktan ayrılmaması ve
dış politikasını ideolojinin cenderesine mahkûm
etmemesi gerekmektedir.
1429
KAYNAKÇA
ALTAYLI Fatih (2011). “İlkeli mi, müdebbir ve basiretli mi?”,
Habertürk, 27 Eylül 2011.
“Başbakan Erdoğan- BM'de Reform Şart”, www.youtube.com/
watch?v=CcdzTa__7do;
“Başbakan Erdoğan'dan BM eleştirisi”, Sabah, 23 Eylül 2009,
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/09/23/basbakanerdogan-
konusuyor;
CEMAL Hasan , “Erdoğan'dan 'Eeyy Suudi Arabistan' sesi hâlâ
çıkmadı, bekliyoruz!” http://t24.com.tr/yazarlar/hasancemal/
erdogandan-eeyy-suudi-arabistan-sesi-hala-cikmadibekliyoruz,
7255
DALAY Galip (2014). “Türkiye Dış Politikada Kaybeden mi,
Kazanan mı?”, 20 Ocak 2014, http://setav.org/tr/turkiye-dispolitikada-
kaybeden-mi-kazanan-mi/yorum/14366
DAVUTOĞLU, A., (2008), “Turkey’s Foreign Policy Vision: An
Assessment of 2007”, Insight Turkey, Vol. 10, No. 1 (Winter 2008).
------------------, Türk Dış Politikasının İlkeleri ve Bölgesel
Siyasal Yapılanma, Ankara, SAM Vision Paper, Ağustos 2012.
------------------, “Turkey’s Mediation: Critical Reflections From
the Field”, Middle East Policy Council, Vol. XX, No. 1 (Spring
2013), http://www.mepc.org/journal/middle-east-policyarchives/
turkeys-mediation-critical-reflections-field
“Dünya 'beş'ten büyüktür”, Milliyet, 23 Ekim 2013,
http://siyaset.milliyet.com.tr/dunya-bes-tenbuyuktur/
siyaset/detay/1767594/default.htm.
“Erdoğan: BM Güvenlik Konseyi felç”, Radikal, 2 Ekim 2013.
http://www.radikal.com.tr/politika/erdogan_bm_guvenlik_kons
eyi_felc-1153602;
“Gül: Esad gitmeli, cumhurbaşkanlığı adaylığı için bir yıl daha
var”, http://www.hurriyet.com.tr/planet/24774267.asp
http://siyaset.milliyet.com.tr/dunya-bes-tenbuyuktur/
siyaset/detay/1767594/default.htm
http://www.aljazeera.com.tr/haber/turkiyeden-myanmarainsani-
yardim
1431
http://www.byegm.gov.tr/turkce/haber/erdogan-esadgitmeli/
51483
http://www4.cnnturk.com/2012/turkiye/04/21/erdogandan.malik
iye.cok.sert.yanit/658154.0/index.html
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/08/20120804-
11.htm
http://www.sabah.com.tr/dunya/2014/01/22/ahmet-davutogluesad-
rejimi-bitmistir
http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/08/18/ha-besar-ha-
sisibirbirinden-
farki-yok
“Irak'tan Davutoğlu'na sert tepki”, Hürriyet, 3 Ağustos 2012,
http://www.hurriyet.com.tr/planet/21131035.asp
“Küresel vicdanı harekete geçirdik”, Hürriyet, 17 Temmuz
2013, http://www.hurriyet.com.tr/planet/23742650.asp
“Myanmar'a kardeş eli”, Sabah, 10 Ağustos 2012,
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/08/10/myanmarakardes-
eli.
OĞUZLU Tarık (2008). “Türk Dış Politikasının Batılılaşma
Sürecinde Yaşanan Krizler”, Demokrasi Platformu, C. 4, S. 13
(Kış 2008), ss. 59-105.
------------------, “Arap Baharı ve Türk Dış Politikasında Çıkarlar-
Değerler İlişkisi”, Ortadoğu Analiz, C. 4, S. 38 (Şubat 2012), ss.
8-17.
------------------, “Komşularla Sıfır Sorun Politikası ve Arap
Baharı: Tıkanmışlık Durumunun Bir Analizi”, Ortadoğu Analiz,
C 4, S. 42 (Haziran 2012), ss. 46-54.
ORAN Baskın (2002). “Türk Dış Politikasının Teori ve
Pratiği”, Türk Dış Politikası, C.I (1919-1980), Ed. B.
Oran, İstanbul, İletişim, 2002.
------------------, “Dönemin Bilançosu”, Türk Dış Politikası, C.3
(2001-2012), Ed. B. Oran, İstanbul, İletişim, 2013.
“Uyuşmazlıkların Çözümü Ve Arabuluculuk”
http://www.mfa.gov.tr/uyusmazliklarin-cozumu-vearabuluculuk.
tr.mfa
1432
UZGEL, İlhan (2012). “Sıfır sorunun çöküşü” Radikal 2, 1
Temmuz 2012.
“Yanlış yerde durmaktansa yalnız ve dimdik dururuz”, Sabah, 28
Ağustos 2013,
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/08/28/yanlis-
yerdedurmaktansa-
yalniz-ve-dimdik-dururuz
YEŞİLTAŞ, Murat ve Ali BALCI (2011). “AK Parti Dönemi
Türk Dış Politika Sözlüğü, Kavramsal Bir Harita”, Bilgi, S. 23
(Kış 2011)
http://www.bilgidergi.com/uploads/AKPvedispolitika.pdf
YEŞİLYURT Nuri (2013). “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Türk Dış
Politikası C.3 (2001-2012), Ed. B. Oran, İstanbul, İletişim, 2013.
1433
Top Related