ulusal soruna marx ve engels

39
Ulusal Soruna Marx ve Engels'in Tarihsel Yaklaşımı GİRİŞ Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik rejimlerin çöküşünün artık yavaş yavaş gerilerde kaldığı, ancak etkilerini birçok siyasal oluşumun daha yeni yeni hissetmeye başladığı bir dönemden geçiyoruz. Gerek dünya çapında gerekse üzerinde yaşadığımız topraklarda, sol hareketin içinden çıkmayı başaramadığı ve dahası henüz çıkma belirtisini bile gösteremediği bir dağınıklık duruma egemen. Muazzam bir kafa karışıklığının, teorik kifayetsizliğin, ideolojik bunalımın ve örgütsel çöküşün genelleşmiş olması bir tarafa, yıllar boyu kendisini resmi komünizmin (Stalinizm) o ya da bu ölçüde dışında tutmuş hareketlerin de bu süreçten payını alması, döneme damgasını vuran tamamlayıcı bir yön oluşturuyor. Şimdilik olumsuz görünen bu süreç, aslında ileriye yönelik olumlulukları da bir potansiyel olarak içinde barındırıyor. Böylesi dönemlerde ideolojik mevzileri savunma çabası ve teorik mücadele büyük önem taşıyor. Ancak teorik mücadele dendiğinde, bazen de bireysel bir teorik çalışma anlaşılıyor ne yazık ki. Gerek kendiliğindenci ekonomist ve popülist hareketler, gerekse Marksizmin akademik yorumcuları, teorik mücadeleden, gerçek mücadele sürecinden yalıtık bir çalışmayı anlıyorlar. Birinciler bunu akademisyenlik olarak küçümseyip teorik mücadeleye dudak bükerlerken, ikinciler onu çarpıtıp kendi bireysel egolarını tatmin aracı haline getiriyorlar. Oysa teorik mücadelenin Marksist kavranışı bu yaklaşımların ikisinden de çok farklıdır. Ve o asıl olarak, sınıf mücadelesinde proletaryanın yolunu

Transcript of ulusal soruna marx ve engels

Ulusal Soruna Marx ve Engels'in Tarihsel Yaklaşımı

GİRİŞSovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratikrejimlerin çöküşünün artık yavaş yavaş gerilerde kaldığı,ancak etkilerini birçok siyasal oluşumun daha yeni yenihissetmeye başladığı bir dönemden geçiyoruz. Gerek dünyaçapında gerekse üzerinde yaşadığımız topraklarda, solhareketin içinden çıkmayı başaramadığı ve dahası henüzçıkma belirtisini bile gösteremediği bir dağınıklık durumaegemen. Muazzam bir kafa karışıklığının, teorikkifayetsizliğin, ideolojik bunalımın ve örgütsel çöküşüngenelleşmiş olması bir tarafa, yıllar boyu kendisini resmikomünizmin (Stalinizm) o ya da bu ölçüde dışında tutmuşhareketlerin de bu süreçten payını alması, dönemedamgasını vuran tamamlayıcı bir yön oluşturuyor.Şimdilik olumsuz görünen bu süreç, aslında ileriye yönelikolumlulukları da bir potansiyel olarak içindebarındırıyor. Böylesi dönemlerde ideolojik mevzilerisavunma çabası ve teorik mücadele büyük önem taşıyor.Ancak teorik mücadele dendiğinde, bazen de bireysel birteorik çalışma anlaşılıyor ne yazık ki. Gerekkendiliğindenci ekonomist ve popülist hareketler, gerekseMarksizmin akademik yorumcuları, teorik mücadeleden,gerçek mücadele sürecinden yalıtık bir çalışmayıanlıyorlar. Birinciler bunu akademisyenlik olarakküçümseyip teorik mücadeleye dudak bükerlerken, ikincileronu çarpıtıp kendi bireysel egolarını tatmin aracı halinegetiriyorlar.Oysa teorik mücadelenin Marksist kavranışı buyaklaşımların ikisinden de çok farklıdır. Ve o asılolarak, sınıf mücadelesinde proletaryanın yolunu

aydınlatacak ışığı sağlar. Varolan kafa karışıklığını dahada derinleştirerek politik kadrolara da yaygınlaştırmaçabası içindeki sözümona politik akademisyenlerlehesaplaşmak ise bu mücadelenin önemli bir parçasınıoluşturur.

* * *Marksizmin kurucularından tüm toplumsal sorunlar konusundatamamlanmış, sınırları çizilmiş ve kesin yanıtlarbekleyen, onlarda bunun işaretlerini arayanakademisyenler, metin analizinin ötesine geçmiyor ve kendikurguları doğrultusunda seçtikleri çeşitli pasajlarıeklektik bir tarzda bir araya getirerek bunu Marksistteorinin bütün bir toplamı olarak sunuyorlar. Ve ardından,kimileri üstü örtük olarak kimileri ise Marksizmi açıkçayadsımanın bir bahanesi olarak “Marksizmin toplum vetarihi kavramakta yetersiz olduğu” iddiasını ortayaatıyorlar.Ne var ki bu akademisyenler, Marksizmden hangi konudaolursa olsun genel geçer ve kesin bir ifade beklemeninbizzat yöntemsel olarak yanlış olduğunu anlayamıyorlar yada anlamak istemiyorlar. Dinamik bir sürecin kendisi,statik önermelerle ifade edilemez, edildiği ölçüde sınırlıbir yaklaşım olmaya mahkûmdur. Demek ki, çeşitlifenomenler hakkında edindiğimiz izlenimler ve onlarıkavramaya dönük olarak ortaya koyduğumuz önermeler ancakbelirli koşullarda geçerliliğe sahip olabilirler ve bunundışına taşırılamazlar.Marksizmin bu ayırt edici yöntemsel ilkesini unutan veunutturmaya çalışan akademisyenler, üniversitelerininsosyoloji, ekonomi, felsefe vb. kürsülerinde edinmişoldukları bir alışkanlığa dört elle sarılmış durumdalar.Bu, sosyal bilimlerde burjuva yöntemleri kullanmaalışkanlığı, yani kurgusal ve analitik bir yöntem kullanmaalışkanlığıdır. Bu anti-diyalektik tutumu benimseyen“bilim adamları”, Marksizmden de aynı yollu yorumlarbekliyor, dahası onu bu yöntemlerle parçalara ayırıpsınıflandırmaya çalışıyorlar.

Soğuk Savaş dönemiyle birlikte Batı proletaryasının,kapitalizmin yaşadığı boom nedeniyle içine sürüklendiğisessizlik, işçi sınıfının çeşitli örgütlenmeleriningerileyişiyle sonuçlandı. Sosyal bilimlerdeki analitizmeğiliminin baharını yaşadığı dönem de tam bu dönem oldu.Marksizme lafzen bağlı olanlarla ona doğrudan cephealanlar, sınıf hareketinin gerilediği bir ortamdaaralarındaki mücadeleyi akademik alanda sürdürürken, bualanın kendi kurallarına da boyun eğdiler. Sınıfhareketinin gerileyişi, bazılarının gözünde Marksizminitibarını düşürürken, bunun en önemli sonucu, onunhakkında ileri sürülen argümanların daha pervasızlaşıp,fütursuzlaşması oldu.

* * *Bu yazının konusunu oluşturan ve ulusal sorun üzerine kimikavramların değerlendirilmesi hakkında bazı “ünlü”akademisyenlerin ileri sürdükleri tezler tam anlamıylasözünü ettiğimiz bu eğilimle örtüşmektedir.Bu yazıda yapmak istediğimiz şey, ulusal sorunun, dünyatarihinin önemli dönemeçlerinden biri olan 1848 Devrimindekendisini nasıl ve hangi bağlamda ortaya koyduğuna kısacabakmaktır. Buna paralel olarak, 1848 Devrimindeki Slavhareketinin Marx-Engels ve Lenin tarafından nasıldeğerlendirildiğine dayanarak, çarpıtılan bazı hususlarınetleştirmektir.Olayın bu yönü, üzerinde yaşadığımız topraklardaki solgruplar arasında (peşinen kabul edilerek ya dagörmezlikten gelinerek) pek tartışılmamakla birlikte,özellikle Marx ve Engels’in kimi açılımları Batı’nınakademik dünyasında hayli kağıt ve mürekkep israfına yolaçmışa benzer.Slav hareketleri bağlamında Engels’in kullandığı“tarihsizlik” terimi üzerinde fırtınalar kopartılıyor.Sorun salt akademik alanla sınırlı kalsa idi, şüphesizbizim açımızdan üzerine dikkatle eğilinmesini gerektirenbir sorun olmazdı. Ancak bazı yorumlar, uzun yıllardırkendisini Troçki’nin mirasıyla özdeşleştiren kimi grup ve

bireylerin metinlerinde de yer bulmaya başladığından kafabulandırıcı oluyor.Örneğin, kendisini Troçkist olarak tanımlayan Löwy’den,Marx ve Engels’den günümüze ulusal sorun konusundasahiplenilebilecek hemen hiçbir şey kalmadığını, dahasıMarksizmin meğerse Avrupa-merkezcilik yağına bulanmış birekonomizm ve evrimcilikle lekelenmiş olduğunu öğreniyoruz!Ulusal sorunla ilgili olarak son birkaç yıldır TürkiyeMarksist yazınında çıkan bazı yazılara da bakıldığında,Marx-Engels-Lenin çizgisi sanki demodeymişçesine,Nimni’den H. B. Davis’e kadar uzanan okuma listeleriylekarşılaşıyoruz. H. B. Davis’in ulusal sorun konusunda Marxve Engels’i ırkçılıkla suçladığı ve Nimni’nin de ondandaha temkinli olarak Alman şovenizmi suçlamasınıyönelttiği düşünülürse, bu okuma listeleriyle devrilençamların boyutları daha kolay kavranabilir sanırız.Akademik alanda debelenen yazarları ciddiye alıp onlarlabu temelde bir polemiğe girmek, hele hele bu yazarlarınçoğunluğunun Marksizmi karalamak dışında onunla birilişkileri olmadığı göz önüne alınırsa, amaçlarımızıntamamıyla dışında kalır. Bu nedenle yazımızda M. Löwy’ninbazı tezlerini ele alacağız. Gerek Löwy’nin Marksistler veUlusal Sorun adlı makalesinde ortaya koyduğu görüşlerin,gerekse de Löwy ve Traverso’nun Nimni’ye karşı yaptıklarıeleştirinin (Ulusal Soruna Marksist Yaklaşım: Nimni’nin YorumununEleştirisi) bir eleştirisini yapmaya çalışacağız.Nimni’ye karşı giriştiği her polemikte Löwy, onun Marksizmkarşıtı argümanlarına teslim olmakla kalmıyor, temelyöntem hataları da işliyor. Löwy, polemiğinin sonunda,çıkış noktası olarak gördüğü garip bir çağrıya sarılıyor:Marx ve Engels ulusal sorun konusunda yanlış ve belirsizşeyler savunmuş olsalar da lütfen Nimni bu noktadankalkarak Marksizmi reddetmesin! Gelsin hep beraberemperyalizme karşı mücadele edelim! Marksist olduğuiddiasındaki birinin teoriyi ayaklar altına almasınınbundan daha güzel bir kanıtı olabilir mi?

Aslında, tıpkı diğer akademisyenler gibi Marksizmdensınırları kesin olarak bellitanımlamaları bekleyen ve doğalolarak bunları bulamayan Löwy’ye göre, Marx ve Engels’inulusal sorun üzerine takındıkları tavırlar “tamanlamıyla netleşmemiştir”, yazıları “yetersiz ve sınırlı”dır.Marksizmde ulus kavramının “somut bir tanımı” yapılmamıştır,“sistemli bir teori” getirilmemiştir, dahası getirildiğiölçüde ekonomisttir!Bu iddiaların doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, bukusursuzluk, tamamlanmışlık, kesin belirlenmişlik arama vebulma kaygısı nereden geliyor? Bu arayış, Löwy’ninmeslektaşları gibi analitik bir yöntem seçmesindenkaynaklanır. Löwy, tarihsel deneyimden Marx-Engels’inçıkardığı sonuçları bir çırpıda kendi bağlamından koparıp,tarih üstü kimi ifadeler haline getirir. Marksizmeyöneltilmiş bu tür eleştirilerin yoğunlaştığı noktalarda,Marx ve Engels’in tutumlarının oluştuğu tarihsel şartlarıve olayları ortaya koymak, onların görüşlerine gerçekdeğerlerini vermek açısından bir kaçınılmazlığı ifadeediyor.

ALMANYA’DA DEVRİM ve SLAV HALKLARIUlusal sorunu, sonraları ona yüklenilen kimi misyonlarladeğil de, gerçek anlamıyla, yani bağımsız bir ulus-devletkurma anlamıyla ele aldığımızda karşımıza çıkan ilk şey;bu sorunun tarihinin, bir coğrafyada mevcut toplumsalilişkiler içerisinde burjuvazinin yükselişinin tarihi ileçok yakından bağıntılı olduğudur.Daha açık bir şekilde ifade edersek, ulusal sorun, gerekhedefleri itibarıyla burjuva devrimleri kapsamında olangerekse de insanoğlunun gündemine girdiği dönem açısındanyine bu devrimlerin yükselişi dönemine denk düşen birsorundur.Burjuva demokratik devrimler farklı koşullarda da olsaulus-devlet sorununu çözüme bağladılar. Burjuvazi,kapitalist gelişmenin yaşandığı coğrafyalarda, siyasalmerkezileşmenin doğrudan teorisyeni ve mühendisi olarak

merkezi birliği sağlarken, ulus-devletin kuruluşu sorununuda çözerek ilerliyordu.Fakat Avrupa ve Amerika dışındaki dünyada bu sorunun,kapitalist üretim tarzının farklı gelişmişlik derecelerinebağlı olarak farklı tarihsel kesitlerde çözüldüğü de birgerçektir. Ancak farklı tarihsel kesitlerde gündeme gelmişolmalarına rağmen, ulus-devlet talebinin tüm burjuvadevrimlerin bayrağında yer alması, burjuvazinin ve onuntoplumsal sisteminin gelişimi açısından, merkezi feodaldevlet ile kapitalist ulus-devlet arasındaki farklılığınnerede yattığı sorununu karşımıza çıkartıyor.Bu soruna ışık tutabilmek için, 1848 Alman devriminintemel sorunlarından birincisi olan, bir ulus-devletin vebuna bağlı olarak ulusal pazar birliğinin yaratılmamücadelesine bakalım.

1848 Alman Devrimi: Gümrük Birliği ve Ulus-Devlet Sorunu1848 Devrimini önceleyen ve burjuvazi açısından birmücadeleyi gerektiren bu sorun kendisini Gümrük Birliğiadı altında somutladı. Gümrük Birliği’nin somutlaşmasıöyle görünüyor ki burjuvaziyi en azından belli ölçülerdetatmin etmiş ve onun merkezi feodal devletle uzlaşmasınıntemelini oluşturmuştur. Çünkü 1848 devriminden itibarenAvrupa burjuvazisi, yükselen proleter hareket nedeniyleher şeyini kaybetmektense, kapitalist gelişmeninkendiliğinden temposuna ayak uydurmayı ve monarşiyeyaltaklanmayı tercih etti...Almanya’da hüküm süren feodalite yanı başında kaçınılmazbir bölgecilikle beraber varoluyordu. Bu bölgeler birerprenslik ya da krallık adı altında süre gidiyor ve herbiri kendi bağımsız varlığını ekonomik ve siyasi olarakkoruma güdüsüyle hareket ediyordu. Bu güdünün doğal sonucutüm bu bölgelerdeki yetkili otoritelerin, gümrüktarifelerini, ticaret güzergâhlarını, para-bankasistemlerini, lonca işleyişlerini kendi belirlediklerikurallarla yürütmeleriydi. Bu ise hem çeşitli prenslikler

arasında çatışmalar ve sürtüşmelerin çıkmasını doğuruyorhem de gelişmekte olan burjuvazinin hareket alanınısınırlıyordu.Alman burjuvazisi açısından sermaye birikiminin buçocukluk evresinde hem sermaye ve malların hem deişgücünün serbestçe dolaşabileceği, yeterince büyük,zengin ve piyasa mekanizmaları bakımından türdeş birpazarın oluşması kaçınılmaz bir gereklilikti. Zatensınırlı olan bu imkânların, kimi dönemler monarşinin kendiçıkarları açısından getirdiği daha büyük ölçeklikısıtlamalar nedeniyle daha da daralması, sorununyakıcılığını arttırıyordu.Prusya’nın önderliğinde kurulan gümrük birliği başlangıçtakuşkuyla karşılansa da zamanla prensliklerin çoğunluğununkatılımıyla genişledi. Böylece geniş bir ulusal pazar gitgideyaratıldığı gibi, bu birliğin temsilcisi olan Prusya’nındiğer ülkelerle yaptığı ticari anlaşmalarla, Almansermayesi için dışarıda pazar ve ticari ilişkiler bulmafırsatı da doğmuş oldu. Ticaretin yaygınlaşması vesanayinin gelişimi, beraberinde ulaşım ve postakurumlarının da gelişimini getirdi. Böylece bu kurumlargümrük birliğinin sonuçları ve aynı zamandapekiştiricileri oldular. Bu gümrük birliği Prusya’nınönderliğinde geliştikçe, aynı zamanda Almanya’da tepedenbir burjuva devriminin zeminini ve belli ölçülerde onunbazı görevlerini gerçekleştirmiş oluyordu. BöyleceAlmanya, Bismarck’ın yaptığı gibi zora başvurarak da olsa,Prusya’nın önderliğinde gitgide birleşmekteydi. Buekonomik birleşme, tepeden de olsa bir siyasi kaynaşmayıgetirdi.Fakat, gümrük birliğinin tüm ilericiliğine rağmen,bütünleşme ve ulusal pazarın oluşturulması sürecinin,Prusya ile diğer monarşiler arasındaki ilişki ve rekabetininsafına kalmış olması burjuvazinin uykularınıkaçırıyordu. O, bu birliğin geliştirilmesinde daha fazlasöz sahibi olmak ve kendi gelişimini bizzat kendi ellerinealamasa bile, en azından çıkarlarını monarşiyle ortakolarak garanti altına almak istiyordu. Bu temelde

giriştiği muhalefet, daha fazla söz hakkı, toplantı veörgütlenme özgürlüğü ve bir anayasa gibi reformlartemeline dayanıyordu. Sözün kısası, istediği şey biranayasal monarşi idi. Bir yanda ekonomik parçalanmışlığınyarattığı gerilim ve bu gerilimden kaynaklanan bir iktidararzusu, diğer yanda uykusunu kaçıran bir proletarya veiktidarsızlık. Alman burjuvazisi bu ikisi arasındasalınıyordu. Ve devrim patlak verdiğinde korkaklık eğilimiağır bastı. Burjuvazi, birisi kendisine bin bir rica vegarantiyle vermediği sürece iktidarı alamayacağını, birbaşka deyişle Almanya’da iktidarı devrimci yöntemlerle elegeçiremeyeceğini kanıtladı.Burjuvazinin nesnel ihtiyaçlarının, doğrudan burjuvazininegemen olduğu bir devlet tarafından değil ama, kendivarlığını korumak için finansal açıdan burjuvaziye muhtaçbir monarşinin mülkiyeti altındaki bir devlet tarafındangerçekleştirilmiş olması, Alman devriminde burjuvazininkaypaklığının ve uzlaşmacılığının bir ayağıdır. Öte yandankendisiyle birlikte geliştirdiği Alman proletaryasınınbağımsız eyleminin nüvelerinin ortaya çıkışı ve Fransızişçilerinin iktidar yoluna girmesinin uluslararası birtehdit unsuru haline gelişi, burjuvazinin gericileşmesinindiğer ayağını oluşturur. Marx, Alman burjuvazisinin 1848Mart devriminde oynadığı rolü şu terimlerle ifade ediyor:

“Alman burjuvazisi, o denli korkakça ve yavaşça gelişmiştiki, feodalizm ve mutlakıyeti tehdit eder duruma geldiğianda, kendisinin de proletarya ile, çıkarları ve düşünceleriproletaryanınkine yakın tüm kentli kesimler tarafındantehdit edilmekte olduğunu gördü. Ve yalnızca arkasında birsınıfın değil, önünde de tüm Avrupa’nın düşmancatertiplenmiş olduğunu gördü. Prusya burjuvazisi, 1789Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun, monarşinin vesoyluluğun temsilcileri karşısında moderntoplumun tümünütemsil eden sınıf değildi. Halka olduğu kadarkrallığa da açıkça karşı, her ikisinin de karşısında olmayahevesli, her ikisini de hep ya önünde ya da ardındagördüğünden, tek tek alındıklarında muhaliflerinin her birikarşısında kararsız olan; bizzat zaten eski topluma aitolduğundan, halka ihanet etmeye ve eski toplumun saraylıtemsilcileriyle uzlaşmaya ta baştan eğilimli; eski birtoplumun çıkarlarını değil, eskimiş bir toplum içerisinde

tazelenmiş çıkarları temsil eden; halkı arkasına aldığı içindeğil, halk onu önüne katıp dürtüklediği için devrimindümeninde olan; yeni bir toplumsal çağın girişkenliğinideğil, yalnızca eski bir toplumsal çağın kinini temsilettiği için önde bulunan; yeni devletin üstünde anidenbelirmeyip, bir yer sarsıntısıyla itekleyip gelen eskidevletin bir tabakası olan; kendisine inancı olmaksızın,halka inancı olmaksızın yukarıdakilere homurdanan,aşağıdakilerin önünde titreyen, her iki tarafa karşı çıkarcıve bu çıkarcılığının bilincinde, tutuculara kıyasla devrimcive devrimcilere kıyasla tutucu olan; kendi sloganlarındankuşku duyan; düşünce yerine söz kalıbı olan; dünya fırtınasıkarşısında sinmiş, dünya fırtınasını istismar eden; hiçbirbakımdan enerjisi bulunmayan, her bakımdan aşırmacı olan;özgürlükten yoksun olduğu için sıradan, sıradanlığı içindeözgün olan; girişkenliği olmaksızın, dünya çapında tarihselbir çağrıda bulunmaksızın kendi arzularıyla pazarlık eden;kendisini önderlik etmeye mahkûm gören ve dinç bir halkınilk gençlik dürtülerini –gözleri olmayan, kulakları olmayan,dişleri olmayan, hiç bir şeyi olmayan– kendi yaşlı çıkarlarıuğruna saptıran, –gözsüz, kulaksız, dişsiz, hiç bir şeysiz–süfli bir ihtiyar olan Prusya burjuvazisi, bir tür toplumsalkast düzeyine düşmüştü. Mart Devriminin ardından kendisiniPrusya devletinin başında bulan Prusya burjuvazisi işteböyleydi.”[1]

Almanya’da burjuvazinin oynadığı rol, özellikleemperyalizm döneminde bir çok gelişmekte olan ülkeburjuvazisinin oynadığı rolle ve Alman burjuvazisininiçine düştüğü ikilem, bu geri ülke burjuvazilerinin içinedüştüğüyle üç aşağı beş yukarı benzeşir. Bu deneyimMarksist literatüre daha sonraları Lenin’in de Rusyabağlamında kullanacağı bir kavram kazandırdı: Tepedendevrim ya da Prusya tipi devrim. Burjuva devrimin farklıtarihsel kesitlerde izlediği farklı gelişim yollarını Marxşu şekilde betimler:

“Prusya Mart Devrimi, 1648 İngiliz, ya da 1789 Fransız Devrimi ilekarıştırılmamalıdır.“1648’de, burjuvazi, monarşiye karşı, feodal soyluluğakarşı, ve resmi kiliseye karşı modern soylulukla bağlaşıklıkkurmuştu.“1789’da, burjuvazi, monarşiye, soyluluğa ve resmi kiliseyekarşı halk ile bağlaşıklık kurmuştu...

“Her iki devrimde de, hareketin gerçek öncüsünü oluşturansınıf burjuvaziydi...“1648 ve 1789 Devrimleri, İngiliz ve Fransız devrimlerideğillerdi; bunlar Avrupatarzında devrimlerdi. Bunlartoplumun belirli bir sınıfının eski siyasal düzen karşısındakizaferi değillerdi; bunlar yeni Avrupa toplumu için siyasal düzenilanlarıydılar. Burjuvazi, bu devrimlerde galip geldi; amaburjuvazinin bu zaferi, o sıralar, yeni toplum düzeninin zaferi,burjuva mülkiyetinin feodal mülkiyet karşısındaki,milliyetin bölgecilik karşısındaki, rekabetin loncakarşısındaki, miras taksiminin büyük evlât hakkıkarşısındaki, toprak sahibinin toprağın kendi sahibiüzerinde egemenlik kurması karşısındaki, aydınlığın hurafekarşısındaki, ailenin aile adı üzerindeki, sanayiinkahramanca tembellik karşısındaki, medeni yasanın ortaçağayrıcalığı karşısındaki zaferiydi. 1648 Devrimi, 17.yüzyılın16.yüzyıl karşısındaki zaferi, 1789 Devrimi ise, 18.yüzyılın17.yüzyıl karşısındaki zaferiydi. Bu devrimler, içinde yeraldıkları dünya kesiminin, İngiltere’nin ve Fransa’nıngereksinmelerinden çok, o günkü dünyanın gereksinmeleriniifade ediyorlardı.“Prusya’daki Mart Devriminde ise bundan eser bile yoktu.“Şubat devrimi, fiiliyatta anayasal monarşiyi, zihinlerdeise burjuva egemenliğini yıkmıştı. Prusya’daki Mart Devrimi,zihinlerde anayasal monarşiyi, fiiliyatta ise burjuvaegemenliğini kuracaktı. Bir Avrupa Devrimi olmaktan çok uzakbulunan bir devrim, bir Avrupa devriminin geri bir ülkedekicüce kalmış yan etkisinden başka bir şey değildi. Çağınınönünde olacağı yerde, çağının yarım yüzyılgerisindeydi.” [2]

Devrimin sonucu, düzenin hakimiyeti oldu. Sallananmonarşiler kendilerini toparlayıp yeniden egemen durumageldiler. Ancak Marx ve Engels, yukarıdaki analiztemelinde, burjuvaziye bundan böyle devrimci misyonbiçmediler. Burjuvazi kendi devrimine ihanet etmişti veartık Almanya’da devrim, bir burjuva devrimi olarak değil,“köylü savaşının ikinci bir baskısınca desteklenen birproleter devrim” olarak gerçekleşecekti.Bir ulus-devlet inşası temel hedefiyle ve buna bağlıolarak demokratik reform açılımlarıyla yola çıkan devriminyenilgisi, peşine taktığı diğer görece küçük milliyetlerinuluslaşmasının, yani bağımsız bir ulus-devlet kurması

girişiminin de sonu oldu. Çünkü kaderlerini Almandevrimine bağlayan Macarlar ve Polonyalılar gibi devrimdeilerici bir rol oynayan halklar, onun yenilmesiyle bizzatmonarşi ordularınca bastırıldılar.Alman devrimini bastıran monarşi orduları, sadece kaderinidevrimin zaferine bağlayan halkları değil, geleceğini budevrimin yok olması temelinde kurgulayan halkları da ezipgeçecekti. Üstelik bu ikinciler bizzat monarşi ordularınınönemli bir unsuru olmasına rağmen...

“Tarihsiz Uluslar” Kavramı ve Slav Halklarının Mücadelesi1848 devrimini analiz ederken Engels’in kullandığı birkavram, onlarca Marksisti uğraştıran ve bugün de hertürden akademisyenin oynamaktan zevk aldığı bir oyuncakhaline gelen “tarihsiz uluslar” kavramı, üzerinde yapılantüm spekülasyonlar bir tarafa, verili bir tarihsel dönemdesomut bir sorunun analizinde kullanıldığı kadarıyla ilgiçekicidir.Bu kavram, kimilerince bir teori olarak konuluyor. Bunlaragöre tarihsiz uluslar teorisimevcuttur. Üstelik örneğinLöwy’e göre karşı-devrimci bir teoridir bu[3]. Tarihsizuluslar kavramı Löwy gibiler tarafından, uluslarıkendinden menkul bir uluslaşma yeteneğine sahip olanlar veolmayanlar şeklinde iki kesin kategoriye ayıran birteorinin temeli olarak gösteriliyor. Hepsi bu kadar dadeğil. Bu “teori” klâsik Marksist yaklaşımın merkezineyerleştirilip, Marx ve Engels’in muğlâklığının kanıtıolarak sunuluyor. Bu tam bir çarpıtmadır. Marksizm, neböyle sınırları kaskatı, kesin ve değişmez kategorileroluşturur ne de çeşitli ulusal oluşumları o ya da bukategoriye sokuşturur. Böyle bir yaklaşım yöntemsel olarakMarksizme aykırıdır ve bu tip bir yaklaşımı daha çok onukabul eder gözüken ya da reddeden kimi birey ve akımlarsergilerler, Marx ve Engels değil.Marx ve Engels, ulusları geçmişlerine ya da kerametikendinden menkul bir yeteneğe bağlı olarak değil, 1848

devrim sürecinde oynadıkları siyasal role göre devrimci ya dagerici olarak adlandırdılar. Elbette bu durumun kendisi detarihsel bir nitelik taşıyordu. Bu ayrım gayet pratik birayrımdı, ulusları ya da uluslaşma yolundaki milliyetlerine idüğü belirsiz bir yeteneğe göre değil, kendileriniortaya koyuş biçimlerine göre değerlendirdiler. Bugündevrimci olan bir halkın yarın gerici, bugün gerici olanınyarın devrimci olmayacağının hiçbir garantisi yoktu. Buanlamıyla buradan bir teori çıkarılamayacağı gibi, buyaklaşımı karşı devrimci olarak adlandıranlar da herhaldene dediklerinin pek farkında değillerdi.Söz konusu kavramı Engels hangi bağlamda kullanmıştı? New-York Daily Tribunegazetesine yazdığı makalelerde AlmanDevrimini analiz eden Engels, bir dizi makaleden oluşan buyazılarında ilkin Alman devriminin patlak verişininçözümlemesine girişir. Bu analizde, o günkü Alman toplumuher bir görünümünde ortaya konur. Gerek çeşitli sınıflarıngelişimleri ve verili anda içinde bulundukları durum,gerekse bu sınıfların karşılıklı konumlanışı üzerindenyürüyen uzun bir giriş bizi devrim Almanya’sına götürür.Devrimin patlak verişinin ardında yatan tarihsel olaylarve muhalefetin hangi temelde geliştiği, Paris devrimiyleorganik bağları ortaya serildikten sonra, devrim sürecindesınıfların aldığı tavır tek tek gözden geçirilir. Ulaşılansonuç açıktır: Almanya’da devrimin yenilgisinin nedeni,Alman burjuvazisinin sırtında hissettiği proleter soluğunkorkusuyla halka ihanet ederek gericileşmesi ve monarşiyleittifaka girmesidir. Bu tema gerek Engels’in gerekse deMarx’ın tüm yazılarında mevcuttur ve 1848’in gerçekdersini oluşturur.Devrimin yenilgisi sınıfsal temelde kavranır. Ancak bu,anlaşılmaya çalışılan tarihsel olayın karmaşıklığındandolayı, olguyu tüm görünümleriyle bize tanıtmaz. “Devrimindış ilişkileri” de dikkate alınmalıdır. Çünkü bu onunaskeri ezilişinin altında yatan nedenlerden biridir. AncakEngels’in analizinin, devrimin “iç ilişkileri”ni irdeleyiptemel sınıfsal yapıları ve zaafları ortaya koymasındansonra diğer alana geçişi anlamlıdır. Anlamlıdır, çünkü bu

konuda birçok zevzek, yirmi makaleden on sekizi doğrudanbu kavrayışa ayrıldığı halde, Engels’in devriminyenilgisinin sınıfsal temelini kavramadığını iddia eder.

“Bundan önceki makalelerde söylenmiş olanlardan, 1848 Martdevrimini yeni bir devrim izlemedikçe, Almanya’da her şeyin,zorunlu olarak bu olaydan önce bulunduğu noktaya geleceği,daha şimdiden çıkar. Ama üstüne biraz ışık tutmayaçalıştığımız tarihsel olay öylesine karmaşık bir özlükte ki,Alman devriminin dış ilişkileri denebilecek olan şeyi gözönünde tutmadan, daha sonraki olaylar açıkça anlaşılamaz. Vebu dış ilişkiler de, iç sorunlar kadar karışık birnitelikteydiler.” [4]

Engels’in Slavlar konusuna ilk değindiği makale böylebaşlar. Alman devrimi yenilmiştir, yeni bir devrimgereklidir ve nedenleri daha önce anlatılmıştır. Dahasonra ise, Eylül 1848’den sonra gelişen olayların birbileşeni olan Slavlara sıra gelir. Ve onların yapısıirdelenmeye başlanır.Engels tarihsizlik kavramını, o hareketin ya da buhareketi oluşturan kitlenin içsel ve kalıtımsal birniteliği olarak değil, bizzat hareketin ulaşmış olduğuverili durumda kendisini ifşa eden bir görünüm, bir sıfatolarak belirtir. Bu haliyle tarihsizlik kavramı nesnelliğeyakıştırılan ebedi bir etiket değil, nesnelin bağımsız birgeçmişe sahip olmamasının karşılığıdır.Söz konusu kavramla Engels’in anlatmak istediği tek birşey vardır: Bu ulusların kendilerine ait bir tarihleriyoktur. Yani, bu halklar tarih boyunca, kendilerinden dahaüstün bir uygarlığın ya da askeri gücün güdümündeyaşamışlar, onun içinde erimişler ya da bir kalıntı halinegelmişler, ulusal canlılıklarını yitirmişler,bağımsızlıklarını kaybetmişler ya da zaten hiçkazanamamışlardır. Bir halkın tarihinin olmaması yalnızcaEngels’in değil, Marx’ın da örneğin Hindistan’da İngilizEgemenliğinin Gelecekteki Sonuçları adlı makalesinde kullandığıbir kavramdır. Bu şekliyle sorun, bir halkın verilidurumda, neredeyse hiçbir toplumsal ilerlemeden nasibinialmayıp, olduğu yerde çakılı kalması sorunudur. Bu durumdayüzyıllarca kendi donmuşluğunda çakılı kalan bir halk,

şüphesiz ki, modern çağa ait olguları da kendi içindegeliştiremez ve dahası bu geri temeller değişmediği süreceorada ortaya çıkabilecek olan tek şey gericiliktir.Gerçekte, Marksist kalma kaygısındaki yazarlar da bunureddetmiyorlar. Onlara göre de Güney Slavları o dönemdegerici bir rol oynadılar. Ancak ileri sürdükleri şey şu:Engels, onların gericiliklerinin nedenini somut birtemelde değil, idealist bir temelde ele almıştır vegeçmişlerinin geleceklerini de ipotek altına alacağıyargısına ulaşmıştır.Birinci iddia tamamen gerçek dışıdır. İkinci iddia iseyöntemsel bir sorunu ifade eder. Marx ve Engels’in çeşitlisomut olaylara ilişkin kestirimlerini, verili durumiçinde, kendi tarihselliğinin sınırlarını dikkatealmayarak değerlendiren akademisyenlerin yöntemi tamamıylaampiriktir. Buna göre, bir iddia tüm sınırlamalarından veortaya konuluş koşullarından yalıtılarak ele alınır vesonra da boş yere, tarihin bu iddiayı doğrulayıpdoğrulamadığına bakılır.Yukarıda 1848 Devriminin Almanya’da patlak verişininaltında yatan kimi dinamiklere değinmiştik. Şimdi de budevrimde Slavların oynadığı role ve devrimin Almanya’dakigelişimine bir göz atalım. Bir ifadenin kendi tarihselbağlamından tamamen koparılarak “teori” haline getirildiğibir tarihsizleştirme operasyonunun tersine, biz tarihişöyle bir özetlemeyi uygun görüyoruz. Mademki sorun Engelssorunudur, özetleme işini onun üzerinden yürütelim.Engels’in, Polonyalılar, Çekler ve Almanlar arasındakiilişkileri değerlendiren söz konusu ilk yazısı, aynızamanda Slavların bir kolu olan Çekler ve Polonyalılarınyaşam tarzlarını da ele alır. Almanya’nın doğusu binyıllık bir süre boyunca Almanlar tarafından ele geçirilmişve Almanlaştırılmıştı. Buralardaki Slav kolları tamamenasimile edilmişti. Sorun Slavların bu kolu değildi.

“Ama tüm eski Polonya sınırı ve üzerinde Çek dilininkonuşulduğu ülkelerde, Bohemya ve Moravya’da durum böyledeğildir. Burada, iki milliyet her bölgede birbirinekarışmış durumdadır: Kentler genellikle az çok Almandır,

oysa Slav öğe, gene de yavaş yavaş dağıldığı ve Almanetkisinin sürekli ilerleyişi ile geriye püskürtülmüşbulunduğu kırda ağır basar.” [5]

Her şeyden önce bu söz konusu “ulus”lar, 1848 yılına değin“tarımsal halklar” idiler. Bununla kastedilen; bu“ulus”ların ağırlıklı olarak tarımsal bir faaliyet içindeolmaları değildi. Onlar neredeyse bütünüyle tarımsal ilişkilerehapsolmuşlardı. Bu hapsoluş o ölçüde yaygındı ki tüm Orta veDoğu Avrupa’da söz konusu Slavlar için sınai ve ticarifaaliyet tamamen yabancı bir öğe idi. Sınai ve entelektüelüretim bütünüyle Alman ve Almanca iken, ticari faaliyet,hatta Slavların tarımsal ürünlerinin Alman kent ve sanayiürünleri ile değişimi bile, Çek, Bohem, Hırvat vb.olmaktan çok Alman olan Yahudilerin ellerindeydi.Engels Güney Slavlarını değerlendirirken bu temayı sürekliişleyecektir. Onların köylü temeli ve bu temelde inatladirenmeleri, bu halkların varlıklarını ancak gericitemelde koruyabilmeleriyle sonuçlanıyordu. Gerilik vegericiliklerinin kaynağı, Slavların kanında olan birbozukluktan değil, geri bir üretim ilişkileri bütününehapsolmalarından kaynaklanmıştı. İşte tarihsizlik kavramı,ancak o dönemde yaşanan tarihsel ilerlemenin dışındakalmak olarak algılanabilir. Engels’in, yaptığı analizingirişinde Güney Slavlarının köylülüğünü ve tarımsallığınıvurgulaması başka hiçbir anlama gelmez. Bu ise Löwygibilerinin iddialarının aksine, Engels’in Slavlarıngericiliğini, soyut ve tarih-dışı bir temelde değil maddibir zeminde ele aldığını ve kavradığını gösterir.Ardından Engels Slavların en güçlü kollarından olanPolonyalılara geçer.

“Son yetmiş yıl, böylece Alman ve Polonya milliyetleriarasındaki ayrım çizgisinin yerini tamamen değiştirmişti.1848 devrimi ile, tüm ezilen uluslar, hemen bağımsız birvarlık ve kendi işlerini kendileri düzenleme hakkıistediklerine göre, Polonyalıların da hemen kendiülkelerinin eski Polonya Cumhuriyetinin 1772’den öncekisınırları içinde yeni baştan kurulmasını istemeleridoğaldı.” [6]

Polonya sorununun çözümü için atılması gereken ilk adımAlman ve Polonyalıların Rusya’ya karşı doğu sınırınıgüvence altına almalarıydı. Polonya’nın kendi kaderini,yükselen Avrupa devriminin ellerine teslim etmesi, onu dabizzat Avrupa devrimi gibi Çarlıkla karşı karşıyagetirdiğinden, Cumhuriyet mücadelesinin zaferinin garantialtına alınması, ancak Avrupa gericiliğinin bu kalesininyerle bir edilmesi ile mümkün olabilirdi. Bununsağlanmasının tek yolu Ruslara karşı bir savaştı ancaksavaşın kendi egemenliğinin altını oyacağını düşünen Almanburjuvazisi, böyle bir savaştan yana olmadı.Komünistlerin bu temelde desteklediği Polonyalılara Almanburjuvazisi tarafından verilen sözler ayaklar altındaçiğnendi. Hükümetin izniyle kurulan Polonya birliklerininüzerine Alman burjuvazisi ve Prusya monarşisini temsilengönderilen ordu, bu birlikleri ezdi ve yok etti. BöylecePolonya halkı karşısında Alman burjuvazisini de bulmuşoldu. Ancak onlar, uğradıkları bu ihanet nedeniyle kutsalittifak monarşilerinden birinin kapısınıçalmadılar, hepsine karşı kendi mücadelelerini yürüttüler.Güney Slavların gericiliğinin nedenlerini Engels’inanlamadığını ileri süren Löwy-Traverso, bu gericiliğin birnedeni olarak Alman, Macar ve Polonyalıların GüneySlavlarını ezdiklerini belirtirler. “Devrim” tarafıkendisini ezdiğine göre karşı devrim tarafına geçmeleri buyazarlara göre anlaşılabilir bir olgudur. Oysa bu iddiatamamıyla yersizdir.Tarihte ulus-devletini kurma hedefiyle yola çıkan herhangibir burjuvazinin, bağımsızlığını kazandıktan sonrasınırları içindeki diğer ulus ya da azınlıklarınözgürlüklerini gönül rızasıyla tanıdığı görülmemiştir.Böyle bir adımı atabilen tek devrim, Ekim devrimidir.Ancak o zaten, ulusal devlet hedefiyle değil, proleterdevlet hedefiyle yola çıkmıştı.1848 devriminde ise proletarya hiçbir yerde iktidarı elealamadığı gibi, henüz böylesi net bir hedefi yoktu veolamazdı da. Bu devrim gecikmiş bir burjuva devrimiydi. Veproletarya, nadiren ve kısmen de olsa gücünü ortaya

koyduğu her yerde ezilen halklara yardım elini uzattı. Amailerici olanlarına; örneğin Macarlara Viyana’nın yardımı.Bir burjuva devrimin görevi, sınırları içindeki halklarabağımsızlıklarını vermek değil, tüm bu halkları tek birçatı, tek bir devlet, tek bir gümrük altında, tek birpazar aracılığıyla toparlamaktır. Böyle bir devrim içinulusal sorun, ezilen uluslara bağımsızlıklarını bahşetmesorunu değil, bizzat egemen burjuvazinin kendi ulus-devletini kurma sorunudur. Söz konusu olan proletaryadevrimi olduğunda ise sorun bambaşkadır. Bir proleterdevrimle burjuva devrimini birbirinden ayıramayacak kadarkörleşen Löwy ve Traverso’nun iddiası ise, burjuvadevrimlerine tarihte hiçbir dönem sahip olmadıkları birmisyonu yükleyen bir gaftan öte bir şey değildir.Gördüğümüz gibi daha devrimin altıncı haftasında devrimPolonya’yı ezdiği halde onlar Çarın kucağına atlamadılar.Dahası Güney Slavlarını yalnızca gelişen burjuvazi ya daburjuva hareketleri ezmediler. Kucağına atladıklarımonarşiler de Slavları, hem de devrim süreci içinde aynıderecede ezip, kandırdılar. Ancak kendisine ihanet edenide düşman hanesine yazarak cepheyi genişletenPolonyalıların tersine, o dönemde benzer durumlakarşılaşan Güney Slavları Çarın piyonluğunu seçmişlerdir.Şimdi gelelim onlara.Bohemya’da durum farklıydı. Çek ve Alman öğe tamamen içiçe geçmiş, nüfusça da birbirini dengeler hale gelmişti.Toplumsal yaşamın tüm alanları, kır hariç, Almanlarınelindeydi. Durum o kadar giriftti ki başkent Prag’da bileiki halk birbirini dengeliyordu. Engels ilginç bir örnekverir: Çek milliyetçiliğinin başı bile, Çek dilini doğrudürüst konuşamayan bir profesördür. Bu milliyetçilik,gıdasını sokaklardaki barikatlardan değil, çalışmaodalarından alır!Bu denli güçsüz olan bir halk kurtuluşu nerede arar? GüneySlavları bu soruya Panslavizm diyerek yanıt verdiler.Bohemya ve Hırvatistan’ın “bağımsız bir ulus olacak kadargüçlü olmamaları” ve daha güçlü uluslar tarafından sürgit

asimilasyon, bu milliyetlerin gözünde bağımsızlığı ancakdiğer Slavlarla kurulacak bir ittifakın sonucu olarakgörme eğilimini doğurdu.

Panslavizm“Uygar Batıyı barbar Doğuya, kenti köye, ticari, sanayi veentelektüel yaşamı, Slav serflerinin ilkel tarımına bağımlıkılmaktan aşağısını kurtarmayan bu saçma ve karşı-tarihselhareket, tarih bilimine meraklı bazı Slavların çalışmaodalarında işte böyle hazırlandı. Ama bu acayip teorininarkasında, korkunç Rus imparatorluğu gerçekliğidikiliyordu... Ve Rus siyasasının, moda haline gelmiş, veamaçlarına türetilebilecek başka her sistemden daha uygundüşen panslavist sistemi, merkezi Avrupa’da hangi düzenlerledesteklediği bilinir. Öyleyse, Bohemyalı ve Hırvatpanslavistler, birileri bile bile, öbürleri bilmeden,Rusya’nın dolaysız çıkarına çalışıyorlardı; en iyiolasılıkla, Rus egemenliği altındaki Polonya milliyetininyazgısını paylaşacak bir milliyet kuruntusu için, devrimdavasına ihanet ediyorlardı.” [7]

Engels, çok önemli bir noktaya değiniyor. O günküşekliyle Panslavizm, Rus gericiliğinin elindeki en verimliaraçtır. Polonyalılar bu tuzağa düşmemişlerdir. Macardevriminin hemen ardından toplanan Slav kongresine katılandelegeler, birbirlerini anlamanın tek aracı olarak nefretettikleri Almancayı kullanmak zorunda kalmışlardı. Dahası,bu kongre, Engels’in sözleriyle gerçek Slavkongresince, şehirde toplanan silahlı Slavların oluşturduklarıbirliklerin müdahalesiyle kentten kovuldu ve dağıtıldı!Polonyalıların ve Macarların bağımsızlık istekleriRusya’ya endekslenmemiş ve onu karşısına almışken, diğerSlavların bu temeldeki Panslavizmi doğrudan Rusgericiliğinin yayılma zeminini oluşturuyordu. Bu iki Slavkolu arasındaki ayrım neredeydi de “aynı” emellerle yolaçıkan halklardan biri devrim yoluna diğeri karşı devrimyoluna girdi? Bu sorunun cevabı ancak Engels’in belirttiğigibi, söz konusu halkların içinde bulundukları ekonomikgelişme düzeyindeki farklılıkla açıklanabilir.1848 Devrimlerinin gündeme getirdiği temel sorun feodalegemenliklerin yıkılması iken, kent yaşamının ve dönemin

ilerici toplumsal ilişkilerinin dışında kalmış Slavhalkları, kendi varoluş koşullarını gelecekte değilgeçmişte buluyorlardı. Yüzyıllardır içinde bulunduklarıdonmuş yapı, onları doğası gereği bu yapının korunmasıyönünde bir çabaya sevk ediyordu. Bu korunacak yapınınbelirleyeni olan üretim tarzının Avrupa çapındakitemsilcisi ise monarşilerdi.Rusya-Prusya-Avusturya monarşilerinden oluşan kutsalittifak bu yapıyı, bu halkları karşı devrimin yedek ordusuolarak kullanmak suretiyle, gayet güzel sömürdü. GüneySlavlarının, içinde bulundukları kırsal ilişkileri korumakve bu ilişkileri kendi adlarına koparacakları bir diziödünle pekiştirme gayretleri, dönüp dolaşıp Panslavizmeyol açıyordu. Kapitalist üretim tarzına uyumsağlayamamaları, bu üretim tarzının onlara getirdiğifelaket ve kapitalistleşen uluslar karşısında şurayaburaya dağılmış verili düzensizlikleri, her yerde kendimilliyetlerinin gelişimi için bir dezavantaj yaratıyordu.Böylece, orada ya da burada kendi ulus-devletini kurmayagirişmiş, tarihsel ilerleyiş açısından daha gelişmişulusların denetimi ve baskısı altına giriyorlardı. Birbağımsızlık mücadelesine girişseler dahi, dönüp dolaşıpkendilerini bulacakları yer Rus monarşisinin yanıolacaktı. Zaten diğerleri ile karşılaştırıldığında az olannüfusları, bir de dağınık bir yerleşim ile birleştiğinde(ki kırsal yerleşimin bu temel belirleyenine ek olarakyaşam bölgelerinde varolan diğer ulusal azınlıklar;Almanlar, İtalyanlar, Türkler vb.) söz konusu düzensizliğiiyiden iyiye arttırıyor ve bölgeye içinden çıkılmazkozmopolit bir görünüm veriyordu.Bu durumda Slav milliyetlerin kendi mevcudiyetlerinikorumalarının iki koşulu vardı: Birincisi, kendimevcudiyetlerini eski feodal üretim temelinde korumaçabası ve ikincisi, birer Slav kolu olarak bağımsız olmakyerine başını Çarın çektiği bir Slav bütünlüğü içerisindekendini ifade etme. Bu politikaya çalışma masalarında birad da konuldu: Panslavizm. Bu akım doğrudan bir şekildekendine bir de garantör, dahası bir lider bulacaktı. Bu

lider bir yandan bir kolu olduğu Slavların en büyükbölümünü oluşturuyordu, diğer yandan da Ortodoksluğunverili merkezi durumunda idi: Feodalizmin gözbebeği,Avrupa demokrasisinin başındaki demokles kılıcı, ÇarlıkRusyası.

1848 Devrimlerinin Patlak Verişi ve GelişimiŞubatta Paris’te bir işçi ayaklanması olarak patlak verendevrim, Almanya, Avusturya, İtalya, Macaristan vb. gibiülkelerde her biri kendi özgünlükleri ile demokratikdevrimlerin yükselişince izlenmişti. Bu ülkelerde biridiğerinden doğrudan etkilenerek, öteki daha çok kendidinamiğiyle, bu devrimlere giren sınıfların başlangıçtakikutuplaşmasının farklılaşarak mülkiyet zeminindeki birkutuplaşmaya evrildiğini ve giderek devrimin geriçekildiğini gözlüyoruz. Belirleyici anlardan biri ya dabiriciği Haziranda patlak verdiğinde yer Paris’ti veayakta olanlar yine işçilerdi. Paris’teki ayaklanma birproleter damgası taşıdıkça ve bu tüm Avrupa’ya gerçeksavaşımın işçiler ile ona düşman tüm sınıflar arasındageçtiğini gösterdikçe, çarpışmalar eşi benzeri görülmemişbir azgınlığa büründüler. Paris’teki ayaklanma tüm birkıta devriminin kaderiyle birleşmişti. Eğer zafereulaşırsa bu, tüm kıtada yeni bir devrim tufanı ama bu kezişçilerin daha önde oldukları bir tufan anlamına gelecek,eğer yenilirse en azından geçici olarak karşı-devriminzaferi olacaktı.1848 devrimlerinin dönüm noktası olarak kabuledebileceğimiz Haziran Paris ayaklanması, Fransa birtarafa bırakıldığında genel olarak tüm kıtada acilgörevleri vebüyük ölçüde hedefleri açısından da bir burjuvadevrimi olan 1848 kalkışmasını, “tüm kıtayı yeni devrimlerselinin basması” olasılığı ile karşı karşıya bırakıyordu.Devrimin süreklileşme eğiliminin alabildiğine hissedilmeyebaşlandığı bir durumdu bu. Bu his, Cumhuriyetçi Fransa’dan,monarşist Prusya ve Çarcı Rusya’ya kadar egemenlerin kucaklaşmalarınınaltında yatan temel güdüyü oluşturuyordu. Fakat bir devriminsüreklileşme dinamiği taşıması ve hatta bunun açık bir

yönelim olması, hiçbir şekilde bu olasılığın kesin birgerçeklik haline gelmesini zorunlu kılmaz. Keza Paris acıbir şekilde bunu gösterdi. Proleterler ezildiler.Gerçekleşmeyen bir olasılık, gerçeklik haline gelmeonurunu karşı devrime bıraktı. Tüm Avrupa, Parisproleterlerinin yaktığı ateşin anlamını kavramıştutucuların ve karşı-devrimcilerin gericilik sahnesihaline geldi. Sokak savaşlarının ordu tarafındankazanılması yeni bir şeydi ve ordunun güven tazelemesineyol açmıştı.Paris ayaklanmasının yenilmesi, Almanya’daki eski feodalsınıf ve bürokrasinin burjuvaziden kurtulma ve Mart öncesiAlmanya’ya geri dönüş girişimlerinin de başlangıcı oldu.Ordu burjuvazinin malı değildi ve Fransız ordusu neyapılacağını göstermişti.Çeşitli partilerin arasındaki ilişkinin gitgide kızışmasıgüz başlarında Frankfurt’ta bir ayaklanmayla sonuçlandı.Hükümet ve Meclis tüm itibarını kaybetti ve “dört başımamur bir sıfır” durumuna düştü.Paris proleter ayaklanması Fransa için ne kadar önemliyse,Almanya için de o kadar önemli bir başka ayaklanma gündemegeldi: Ekim 1848 Viyana devrimi.Paris Haziran ayaklanmasının Almanya’daki devrimcikarşılığı olan Viyana ayaklanması, Alman devrimi içingerçek bir dönüm noktası oldu. Ve işte Slavların dasahnedeki yerlerini almaları bu noktada gerçekleşti.“Anarşi” tüm toplumda yaygınlaşırken, çökme noktasınagelen ekonomiyi tekrar rayına oturtma, üretim ve ticaretiyeniden canlandırma hevesindeki burjuvazi, devriminbittiğini ve “düzen”i ilân etmek için bir bahane peşindekoşuyordu. Sarayın korkulacak bir düşman olmadığına veonunla uzlaşılabileceğine inanan burjuvazi, aradığını,Temmuzda toplanan Kurucu Meclis’te buldu.Bu sırada Diyet’te, Diyet’in sol kanadını oluşturan Almanve Macar devrimcilerine karşı, Slav temsilciler monarşininyanına geçmişler ve onunla birlikte komplolar

tezgâhlıyorlardı. Henüz ne Macar devrimi ne de diğerayaklanmalar patlak vermişlerdi. Yani daha HırvatCumhuriyetini ilân eden Prag’daki Slav kongresitoplanmadan ve Macarlar bunu bastırmadan önce Slavlarmonarşiyle türlü entrikalara girişmişlerdi.İşsizlere verilen yardımın kesilmesiyle Viyana’da daişçiler ayağa kalktılar. Macar devriminin patlak verişiylebirlikte İmparator Macar Diyeti’ni dağıtarak, “güneySlovenya gericiliğinin başı Hırvat ban Jellachich”iMacaristan askeri ve sivil valisi yapıyordu. Viyana’dakibirlikler Jellachich’i kabul ettirecek orduya katılmaemrini aldılar. İmparatorun anayasal hükümet ilkelerininüstünden atlaması anlamına gelen bu hareket üzerine halk,lejyon ve Ulusal Muhafız ayaklandı. Zafer o an için halkınoldu. İmparator ve saray, yarı-Slav bir bölgeye kaçtılar.Ve orada Slavları etraflarında toplamaya başladılar.Viyana’nın çevresinde toplanan imparatorluk ordusununkomutanı, daha kısa süre önce Slav kongresini dağıtan Pragfatihi Windischgraetz birdenbire Slav ulusal kahramanıoluverdi. Tüm Slavlar onun ordusuna katılıyorlardı, yanikendilerini ezen bir orduya. Bir parantez açalım. Löwy,Güney Slavlarının, Alman devriminin görevlerini yerinegetirmemesinden dolayı gericiliğe itildiklerinibelirtirken, aynı sorunun köylülüğü de devrime yüzçevirmeye götürdüğünü ileri sürer. Löwy bu noktada dehşetbir iddiayla ortaya çıkar: Monarşinin ordularında da buköylüler varmış! İlkin Slavlar zaten köylüydüler, ikincisiViyana’da daha Martta devrim patlak verir vermez imparatorfeodal angaryaları kaldırarak köylülüğü devrimdenyalıtmayı başarmıştı. Bu nedenle köylülerin aktifkatılımı, ilk elde, devrimin yetersizliği nedeniyle değil buakıllıca manevrayla engellendi. Dahası köylülerin birtarihsel kesitte oynadıkları genellikle gerici rolhepimizin malumudur.

“Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkancı, zanaatçı, köylü,bütün bunlar, orta sınıfın parçaları olarak varlıklarını yokolmaktan kurtarmak için burjuvaziye karşı (abç) savaşırlar.Bunlar, şu halde, devrimci değil, tutucudurlar. Hattagericidirler, çünkü tarihin tekerleğini gerisin geriye

döndürmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile,proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü böyledirler;şu halde, o andaki çıkarlarını değil, gelecektekiçıkarlarını korumakta, proletaryanın bakış açısını edinmekiçin kendilerininkini terk etmektedirler.”[8]

Slavların da köylü oldukları hatırlanırsa, sonuç açıkdeğil mi? Köylü kaldıkları sürece gericiliğe meylederler,proleterleştikleri ölçüde de geleceğe bakarlar. Öyle deoldu. Ama bunlar bir yana, Engels’in Slavlara ilişkingetirdiği açılımları çürütmek için bundan daha fuzuli birargüman ortaya atılamaz. Monarşi ordularının gövdesitarihte hangi dönemde köylüler dışında bir sınıftarafından oluşturulmuştur?Geri dönelim.Viyana’da zafer kazanılır kazanılmaz burjuvazideki işçikorkusu yeniden patlak verdi ve iki sınıf yenidenayrıştılar. Lejyon bu ayrımı kavrayacak ve yönetimi elealacak yetenekten yoksundu. İşçiler ise silahsız, örgütsüzve bilinçsizdi ama eline silah geçtiğinde sonuna kadardövüşmeye hazırdı. Viyana’nın dışında “iyi örgütlenmiş veiyi komuta edilmese de, hiç değilse komutanları bulunanaltmış yetmiş bin adam”; içerde ise “karışıklık,sınıfların bölünüşü, örgütsüzlük” yer alıyordu. UlusalMuhafız, dövüşmek istemeyenler, kararsızlar ve hareketehazır olanlar şeklinde bölünmüştü. İşçi sınıfı, sayıcakalabalık, öndersiz, siyasi eğitimden yoksun, öfkeliolduğu kadar korkak, silahsız ama dövüşmeye hazır, yeniörgütlenmiş bir durumdaydı. Mart ve Mayıs olaylarındakidurum tam tersine dönmüştü ve verili durumda yenilgikaçınılmazdı.1 Kasımda Viyana düştü ve ardından Berlin Kurucu Meclisidağıtıldı. Kurucu Meclis, halkın radikal kesimlerindenduyduğu korku nedeniyle sarayla uzlaşma içinde idi; feodalayrıcalıkları tanımış ve canlandırmış böylece de Almanköylülerine ihanet etmişti...Tüm bu gelişmeler Güney Slavları için belirleyiciolmuştur. Kendi elleriyle devrimi ezerek tekrar egemenduruma getirdikleri imparator, düzeni sağlar sağlamaz

Diyet’i kapatıp onun Slav çoğunluğunu silah zoruyladağıtır. Ve artık Engels’in ünlü değerlendirmesi gelir:

“Almanya Slavlarının, bağımsız bir ulusal varlık kazanmagirişimleri, o zaman, ve büyük bir olasılıkla her zamaniçin, böyle bir son buldu. Milliyet ve siyasal canlılıklarıuzun zamandan beri boğulmuş ve bunun sonucu, bin yıla yakınbir süreden beri tıpkı İngiltere’deki Galliler, İspanya’dakiBasklar, Fransa’daki Bretonlar ve Kuzey Amerika’nın işgaledilen bölümlerindeki İspanyol ve Fransız asıllı yerlilergibi, kendilerini fethetmiş bulunan daha güçlü bir ulusunizlerinden gitmiş bir çok ulusun dağınık kalıntıları, oölmekte olan milliyetler, Bohemyalılar, Karitanyalılar,Dalmaçyalılar vb., kutsal 800 yılındaki siyasal statuquo’larını yeniden kurmak için, 1848’in genelkarışıklığından yararlanmaya girişmişlerdi.[9]

Engels tüm bu tarımsal halkları, bu niteliklerinikorudukları sürece yok olmaya mahkûm görüyor. Çünkü bunlarbu nitelikleriyle bağımsız bir harekete girişemiyorlar vedaha büyük güçlerin entrikalarına alet oluyorlar, sonundada bu güç tarafından aldatılıyorlardı. Tarihteki durumlarıbunu gösterdiği gibi devrim içinde oynadıkları rol bunubir kez daha kanıtladı. Bu döngüden kurtulmalarının tekyolu verili üretim tarzından kurtulmaları idi.Birkaç yüz bin kişiden birkaç milyona kadar uzanan biryelpaze içinde bu uluslar geçmişte Almanlaştırmaya karşıkoyamamışlardı. Oysa Macar ve Polonyalılar bu sürecedirenebilmişler ve Almanlaştırma onların sınırınageldiğinde durdurulmuştu. Bunun nedeni Macar vePolonyalıların daha o dönemde bile bağımsız bir ulusoluşturabilme temellerinin olmasıydı.Böylece kimilerince “Engels’in ulusları, tarihli vetarihsiz uluslar olarak kategorileştirdiği”değerlendirmesine yol açan pasaja geliyoruz.

“... Almanların bu emme eğiliminin, geçmişte de, şimdi de,Batı Avrupa uygarlığının, bu kıtanın doğusuna kendisiaracıyla yayıldığı en güçlü araçlardan biri olduğunu; bueğilimin, Almanlaşma süreci, ancak Macarlar ve belli birnoktaya kadar da Polonyalılar gibi,bağımsız bir ulusal varlığayetenekli, büyük, yoğun ve hiçbir saldırıya uğramamış ulusların sınırınaeriştiği zaman durabileceğini; ve sonuç olarak,

kendilerinden daha güçlü komşular tarafından bu eritilme veemilme sürecinin tamamlanmasına boyun eğmenin, bu cançekişmekte olan ulusların doğal ve kaçınılmaz yazgısıolduğunu, bin yıllık tarih onlara göstermeliydi.” [10] (abç)

Buradaki “bir ulusal varlığa yeteneklilik” ifadesi,çeşitli akademisyenler için, soyut ve metafizik bir kavramolarak algılanıyor. Oysa Engels bunu, kendinden menkul biryeteneklilik olarak değil, bir ulusun üzerindeyükseleceği somut bir temel olarak algılar. Bu somut temel,tarih-dışı bir şekilde bir ulusla özdeş tutulamaz. Butemele sahip bir milliyet, değişen koşullarla birlikte,pazarın birleştirici etkileriyle bir ulusa dönüşebilir.Yani bir ulus, toprak-dil-nüfus üçlemesiyle basitçeözdeşleştirilemez. Bu üçlemenin, üzerinde bir ulusunyükselebileceği maddi temeli oluşturduğu doğrudur.[11]Fakat toplumun gelişimi içinde ulaştığıkapitalistleşme düzeyi, bu temelle birlikte bir milliyeti,bir ulus durumuna, yani belirli nitelikteki ilişkiler toplamı durumunagetirir. Bu da kendi soyut varlığının somut ifadesiniulus-devlette bulur. Eğer daha önceki satırların hemenardından gelen pasaj dikkate alınırsa, Engels’ in sorunu,soyut bir ulus olabilme yeteneğinde değil somut birtemelde kavradığı anlaşılır:

“... hemen hemen anımsanmayacak eski zamanlardan beri [1000yıldır –b.n.], tüm kültür yaşamları bakımından, Almancadanbaşka dilleri olmayan; ve kendilerinde, sayı ve parçalanmamış birtoprak gibi, ulusal varlığın en ilkel koşulları eksik; yok olmaktabulunan bazı insan toplulukları...” [12] (abç)

Gördüğümüz gibi kültür, dil, nüfus ve toprak, ulusunkendisi olarak değil, “onun en ilkel koşulları” olarak elealınır. Fakat ulusal bir pazarın ve onun ifadesi olankapitalist üretim ilişkilerinin olmadığı veyayaratılamadığı durumda, söz konusu milliyetler kendivarlıklarını koruma güdüsü içinde kaçınılmaz olarak gericibir işleve sahip olacaklardır. Egemenlik altındaki birmilliyetin içinde gelişmeye başlayan burjuvazinin,kendisini henüz bağımsız bir ulus-devletin siyasi veekonomik temsilcisi olarak ortaya koyacak kadar güçlü

hissetmediği durumlarda, egemen ulus burjuvazisinin birparçası olarak sahneye çıkma eğilimi ağır basar.Bağımsız bir devlet talebiyle ayağa kalktığında burjuvaziayaklarının altında sağlam bir zemin arar. Kapitalizmingelişmekte olduğu ve ulus-devletlerin kurulduğu tarihkesitinde, bu açıdan yeterli koşullara sahip olmayan birmilliyetin ya da milliyet kalıntısının mevcudiyetinikoruma çabasının, kendisini gelecekte değil ancak geçmişteifade edebildiği görülmüştür. Varlığını gelecekte değilgeçmişte arayan her hareket kaçınılmaz olarak kendiönderlerini de geçmişe ait sınıflarda bulur. Örneğin GüneySlavları, özgürlük için dövüştüklerini ifade etmelerinerağmen, gericilik ve despotizmin yanında yer aldılar. Enyetkili ağızlarından Prag’da yükselttikleri slogan “Ruskamçısı, Alman özgürlüğünden iyidir” idi.Diğer bölüme geçmeden önce bir toparlama yapalım.Önce de belirttiğimiz gibi, tarihsiz uluslar konusundayürütülen tartışma anlaşıldığı kadarıyla “geleceği ipotekaltına almak” konusundan başlıyor. Ama yazarlarımız (Löwy,Traverso, Nimni), hızlarını alamayıp giderek tüm biranalizi yok saymaya ve Marksizmdeki “ekonomizm”den,“Avrupa-merkezcilik”ten dem vurmaya kadar uzandıklarındaiş çığırından çıkıyor. Yine de söz konusu hareketnoktasını, yani “tarihsiz uluslar” sorununu elealdığımızda bile söyleyecek birkaç sözümüz olacak.Engels bu halkların geleceğinin olmayacağını belirtirkenbunu bir mutlaklık anlamında ortaya koymaz. Zatendiyalektik yöntemin ilk kuramcılarının birinden bunubeklemek oldukça abes olurdu. Bu durumda, yaptığı şey, sözkonusu halkların içinde bulundukları somut koşullardanhareketle geleceklerine bir projeksiyonda bulunmak olarakanlaşılabilir. Gelecekleri yoktur ifadesini, “verilidurumda kaldıkları sürece” şeklindeki bir önkoşullaalgılamak doğru olur. Kaldı ki, bu “olumsuz” sonucaçıkmadan önce geliştirdiği analiz bu yaklaşımı sağlam birşekilde destekler. Verili durumlarının değişmezliğiölçüsünde gelecekleri yoktur. Tarihsiz halklar bunlardır.

Bu sonuç Lenin için o kadar aşikârdı ki, yorumun kendisinekatılmakla birlikte söz konusu kaderin 1900’lerde artıkgeçerli olmadığını, çünkü verili koşulların değiştiğinibelirtecekti. Lenin, Engels’in analizinde mutlak olan,anti-diyalektik, metafizik ya da karşı devrimci bir öğebulmadı. Bu yargıyı yanlış da bulmadı. Ona göre sorun çoknetti: Bu analiz ve yargılar kendi dönemlerindedoğrudurlar ancak dönem değişmiş ve hem devriminneferlerindeki hem de onun düşmanlarındaki bir değişikliğide beraberinde getirmiştir. Geçmişin sınırlarında, sadecebu sınırlar içinde kavranan ve kavratılmaya çalışılanyargıları günümüze taşımak anlamlı değildir Lenin’e göre.Eğer bu uluslar daha sonra yine bin bir boğazlaşmapahasına bir varlık kazanmış ve yok olmaktankurtulmuşlarsa bunun iki nedeni vardır: Birincisi, sözkonusu ulusların 20.yüzyılın başından itibarenproleterleşme sürecine girmeleri ve içlerinden bu değişimeparalel olarak bağımsız hareketlerin gelişmesidir.İkincisi ise, yine aynı dönemde Avrupa’da artık yerleşikegemen devletler durumuna gelen burjuva devletlerininkendi aralarındaki mücadele ve rekabet nedeniylehiçbirinin bölgede kararlı bir egemenlik kuramamış olması,kurduğu ölçüde de yıkılması ve bölgede bir patlamapotansiyelini kırmak için çeşitli azınlıklar içindemilliyetçiliği bizzat körüklemeleri olmuştur. Bu politikabugün bile sürüyor. Birinci emperyalist savaş, bahanesininasıl Balkanlarda bulduysa; bugün de istisnasız uluslarınher birinin bir ötekinin boğazına sarıldığı, dehşet vericibir vahşetin günlük yaşamın bir parçası haline geldiğiBalkanlar, emperyalistler arasındaki çekişmenin ve baştaAlmanya ile Amerika arasındaki hegemonya mücadelesininsahnesi durumuna dönmüştür. Kuşkusuz Engels dönemiylegünümüz arasında temelden bir farklılık var (bunu dahasonra Lenin’in değerlendirmeleriyle birlikte elealacağız), bu nedenle aynı tarihsizlik olgusunu bugünetaşımaya niyetimiz yok. Ancak Bosna’da birbirinin boğazınasarılan üç ulustan her birinin; Rus, Alman ve Amerikangericiliğinin kendi aralarındaki diplomaside gün be gündeğişen güç ilişkilerine bağlı olarak yine bu güçlerden

biri yada bir kaçı tarafından desteklenmesinden tutun,Makedonya’ya, Kosova Arnavutlarına, Bulgaristan Türklerinekadar irili ufaklı bir çok küçük ulusun pek zahmetharcanmadan gericiliğin suç aleti durumuna gelebilmelerigerçekten de ilginç bir olgudur. Aynı aileden olan Çek veSlovakların bugün aynı evde yaşamaya tahammül edemeyişleride tamamlayıcı bir olgu. Bereket ki, onlar sorunu enazından şimdilik daha barışçıl olarak hallettiler. Buolguların şüphesiz bir açıklaması vardır ancak olgununaçıklanması onun bir olgu olmaktan çıkması anlamınagelmiyor...

MARX ve ENGELS GERİDE BİR ŞEY BIRAKMADILAR MI?Bir “ekonomizm” öcüsü peşimizi bırakmıyor.Konu ulusal sorun olduğunda da Löwy, Traverso vb. gibiakademisyenlere göre değişen bir şey yok: “bir üstyapıkurumu olarak ulus ve ulus-devlet” konusundaki “klâsik”Marksist yaklaşım bu olguları alır ve “ekonomik olan”adayandırır, bu nedenle de o, ekonomisttir, üstyapıkurumlarının görece özerkliğini göz ardı etmektedir vs.vs.Marksist yönteme yaklaşımdaki bu temel çarpıklık, birtakım akademisyenlerin toplumsal-siyasal alanda kendikonumlanışlarını meşrulaştıran çeşitli “teori”lerinin arkaplanını oluşturuyor. Marksizme yöneltilen bu eleştirilerinyine Marksizm adına yapılması, aslında Marksist yönteminve Marksist dünya görüşünün temel tezlerinin revizeedilmesinden başka bir şey değildir.Söz konusu argümanlar dikkatlice incelendiğinde,bilimsellik hariç her şeyi barındırdıkları ve dahaönemlisi hiç de yeni olmadıkları kolayca görülecektir.Marx ve Engels, daha teorilerini ortaya attıkları ilkandan başlayarak benzer eleştirilerle karşılaşmışlar vegereken cevabı vermişlerdi. Keza Lenin de, MarksizminII.Enternasyonal tarafından karikatürize edilişine karşı

giriştiği teorik mücadele boyunca benzer argümanlarlahesaplaşmış ve bu argümanların politik içeriğini deşifreetmişti.Günümüzde aynı argümanlar yeni baştan keşfedilip yenibirer sav olarak ortaya atıldığından, yapmamız gereken ilkşey, bunların hiçbir biçimde yeni olmadığını ortaya koymakolmalıdır. Aksi taktirde bir geleneğin süreklileştirilmesiçabası, yerini temel doğruların yeniden ve yenidenkeşfedilmesi kısır çabasına bırakacaktır.İçinde bulundukları akademik atmosferin etkisiyle kimi“Marksistler”, gerçekte anti-Marksist eleştirmenlerinileri sürdükleri tezleri güya Marksizm adına yanıtlamaçabası içinde, aslında bu eleştirilere prim vermektenbaşka bir sonucu olmayan kimi savunulara girişiyorlar.Akademik anlayışın dışına çıkamayan Löwy, bu konuda da birörnektir.[13]Löwy, Marksistler ve Ulusal Sorun adlı çalışmasında, Marx veEngels’in ulusal soruna ilişkin yönelimlerinibelirsizlikle, yetersizlikle, ekonomizmle vb. itham eder.Ona göre, Marx ve Engels’in bu konudaki“yetersizlikleri”nin, “çelişkili formülasyonlarının” ve“ulusal sorunun öneminin ihmali”nin nedeni, “kapitalistüretim tarzının devrimci işlevinin hayranlık duyularakdeğerlendirilişi” ve “burjuva kozmopolitizmiyle ulusalçatışmaları aşan bir sosyalizmin gelişiyle belirlenen birçağda yaşadıkları inancı”dır (Löwy-Traverso,s.60). Buşaşırtıcı ifadelerin hemen ardından da bir Marksistinağzından duyacağımız son söz gelir: “Marx ve Engels’in buenternasyonalist görüşü ... hümanist umuda dayandırıldı”(vurgu aslında). Marksizmin tüm temel önermelerini etikbir tarzda ele alışın ve dolayısıyla onu materyalistolmaktan çıkarışın işaretidir bu. İnsanlık tarihinde tümgörünümleriyle ilk kez bir dünya tarihi yaratankapitalizmin –komünizmin maddi temelini hazırlayan buüretim tarzının– devrimci yönüne Marx ve Engels’inyaptıkları ayırt edici vurguyu küçümserseniz,enternasyonalizm için şüphesiz hiçbir maddi zemin kalmazve onu etik bir tercihe indirgeyiverirsiniz.

Yine aynı yerde Löwy, ulusal sorun konusundaki tartışmayı,“Marx ile Engels’in yazılarında tam anlamıyla netleşmemiştavırlardan”[14] kaynaklanan bir tartışma olarakdeğerlendirir. Böylece, Marx ve Engels’in bu sorunailişkin tutumları bir çırpıda sanki çelişik bir lafyığınına indirgeniverir.Marx ve Engels’e bir kez çelişik formülasyonlaratfedildiğinde, eleştiri mantıksal sonuçlarına kadargidecektir ve Löwy bağlamında olan şey de budur. Löwy,açık açık ulusal sorun konusunda Marx ve Engels’in hiçbirmiras bırakmadığını, hatta konu hakkındaki yorumlarınMarksizmin yumuşak karnını oluşturduğunu belirtir:

“Marx «ulus» kavramının somut bir tanımını yaparak ulusalsorun konusunda sistemli bir teori getirmediği gibi, proletarya içinbu alanda genel bir politik strateji de çizmedi.”[15]“Çoğu tarihçi (Marksist olsun ya da olmasın) Marx veEngels’in ulusal sorun konusundaki yazılarınınyetersizliğini ve sınırlı oluşunu vurgular... Genelde,Marksist tarihçiler ulusal sorunu Marx ve Engels’in teorikincelemelerindeki başta gelen eksikliklerden biri olarakdüşünmeye eğilim gösterirler. Özelde ise, «tarihsel olmayanhalklar» kategorisini Marksizmin öncülleriyle temeldençelişkili olarak çözümlediler.” [16]

Löwy’deki şu “sistem” saplantısını bir tarafa bırakalım.“Ulusal sorun konusunda sistemli bir teori” ifadesi bile,kendisinin sorunu zerre kadar anlamadığını gösterir. Marxve Engels’in ulusal sorun konusunda bir teoriye sahipolmadıkları safsatasına en iyi yanıt, onların bu konuyailişkin yaklaşımlarıdır. Onlar, ulusal sorunu tarihselgelişmeden soyutlanmış teorik bir sorun olarak değil,materyalist tarih anlayışının çerçevesi içinde verilitarihsel-toplumsal koşullarda kavranması gereken bir sorunolarak ele almışlardır.Marksizmin ABC’sini de hasır altı eden bu pasajdan geriyekalan tek şey, son derece cüretkâr bir iddiadır. Ancak buoldukça cüretkâr iddianın kendisi bile yeni değildir.Tıpatıp aynı yorumları geçmişin Polonyalı komünistlerindede bulmak mümkündür. Onlar da, “1848-1871 yılları boyunca Marx’ıntutumuna atıfta bulunmanın «hiçbir değer

taşımadığı»”[17] görüşündeydiler. Löwy’nin, ulusal sorunkonusundaki tutumunu doğru bularak göklere çıkardığıLenin, bakalım bu yoruma ne cevap veriyor:

“Eğer bu iddia, bu kadar sertlikle ifade edilmişse, bu, sonderece yanlış olmasından ötürüdür... Polonyalı yoldaşlarınistedikleri ama hiç de uygulayamadıkları «somut» tahlil bizeMarx’ın ayrı ayrı somut «ulusal» hareketler karşısındakifarklı tutumunun bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğupdoğmadığını araştırma görevini yüklemektedir.”[18]

Löwy ve benzerlerinin tersine, Lenin gördüğümüz gibi Marx-Engels’de “muğlaklık”, “çelişki”, “farklı formülasyonlar”,“ekonomizm”, “evrimcilik”, “Avrupa-merkezcilik”,“yetersizlik”, “ulusal sorunun öneminin ihmali” vb.değil, bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğan ve her somut ulusalhareketin somut tahliline dayanan bir tutumbuluyor.Löwy’nin yazısının arka plandaki temel argümanına, yaniMarx ve Engels’in sorun hakkında sağlıklı bir tutumlarıolmadığı değerlendirmesine Lenin’in bakışı işte kısacaböyledir.Lenin’in konu üzerindeki görüşlerini benimsediğini ifadeeden bir yazarın, tutup Lenin’in aynı konuda şiddetleeleştirdiği iddiaları yinelemesi açık bir çelişkidir. Buçelişkinin kaynağı ise yazarlarımızın eklektikyaklaşımından başka bir yerde aranamaz.

Tarihsiz Uluslara ve Küçük Uluslara Yaklaşımda LeninMilliyetçi ideoloji ya da ulus bilinci, kapitalisttoplumda insanlar arasındaki yegâne bağlantının sağlandığıalanın ilişkilerinin, yani pazar ilişkilerinin belliölçülerdekendiliğinden insan bilincinde oluşmuş biryansımasıdır. Baş aşağı duran bu yansıma, pazarın özünün,yani onu var eden ilişkilerin değil, onun biçimselbütünlüğünün zihinlerdeki bir izdüşümüdür. Ulus veulusallık ya da milliyetçiliğin tarihinin kapitalizmtarihiyle örtüşmüş olmasının anlamı tam da budur. Tüm buolgular modern olgulardır, tarihin her dönemini işgal eden

olgular değil. Kapitalizmin tarihi bir tarafabırakıldığında ulusun tarihi yazılamaz.Demek ki, bir topluluğun uluslaşmasının nesnel koşullarınıbizzat toplumun maddi varlık koşullarının üretimindearamak gerekir. Marksist yöntemden bihaber birçokaraştırmacının ulus kavramını tanımlama konusundagiriştikleri çaba sonucunda hayal kırıklığına uğrayıp onuntanımlanamayacağını itiraf etmeleri ilginçtir. Gerçekteise, bazı tanımlar olguları statikleştireceği için ulusgibi dinamik ve tarihsel bir olgunun tanımınınyapılamaması gayet anlaşılabilir bir şeydir. Bu durumdaulus hakkında diyebileceğimiz şey ancak şu olabilir: Ulus,gelişimlerinin belli bir aşamasında insanların metailişkileri temelinde aralarında kurdukları ilişkiler bütünününortak bir paydası; kendisiyle değil bir başkasıylatanımlanabilen ve ancak bir başkasıyla birliktevarolabilen, bu anlamıyla diğerlerinden farklı çıkarlarasahipmiş gibi görünen bir topluluğun varoluş biçimidir.1848 Devriminde ulusal sorunun Engels tarafından yapılansomut siyasal analizinin sonuçlarını reddetme gayretiiçinde, bu analizin dayandığı temelin kof olduğunukanıtlamaya çalışan Löwy, dönüp dolaşıp lâfı ekonomizmkonusuna getirir.Löwy, Markistler ve Ulusal Sorun adlı yazısının başlangıcındaMarx ve Engels’in erken dönemlerine atfettiği ekonomizmeğilimiyle okuyucuyu ekonomik analize karşı soğutan birpsikoloji oluşturduktan sonra, Lenin’in sorunu siyasalolarak kavradığını belirtir. Bu yaklaşımın uyandırmayaçalıştığı çağrışım bellidir: Marx ve Engels sorunaekonomik açıdan yaklaşıp, çeşitli ulusal hareketleri butemelde analiz ediyorlardı, tarihsiz uluslar teorisi de buyaklaşımın bir sonucuydu (Löwy’nin Traverso ile birlikteyazdığı makalede bu tez açık bir biçimde ortaya konur).Oysa Lenin soruna siyasal açıdan yaklaşmıştı. Kısacası,Lenin konuyu siyasal olarak kavradığından Marx ve Engelsgibi yanlışlar yapmadı denilmek istenmektedir.

Oysa, Lenin’in konuyu siyasal bir sorun olarak ele alması,hiçbir şekilde onun soruna ekonomik ve tarihsel bir analiztemelinde yaklaşmadığını göstermez. Lenin’in konuylailgili tüm yazılarında bu somut tahlil vurgusu vardır.Lenin yazılarında hem çeşitli ulusal hareketlerin ortayaçıkışının tarihselliğini hem de bunların kapitalistekonominin gelişiminin zorunlulukları ve gereksinimleriyleaçıklanabileceğini vurgulamıştır. Bu konudaki tümfikirleri Marx’ın “ekonomizmi”yle bire bir örtüşür!Dahası var: Lenin, Engels’in Slavlara ilişkindeğerlendirmelerini olduğu gibi ele alır, onları anlamayaçalışır ve sonra benimser. Lenin, bu analizlerin kenditarihselliği içinde doğru olduğunu ve belli bir gerçekliğiyansıttığını belirtir. Ancak ona göre bu analizlerdenküçük ulusların bağımsızlığının hayal olduğu sonucunuçıkarmak yanlıştır. Çünkü dönem değişmiştir. Bu analizleritarihselliğinin dışında ele alan Polonyalı komünistler debir başka uca savrulup, küçük ulusların bağımsızlığınıreddediyorlardı. Aynı metafizik yöntemin birbirine karşıtiki sonucu! Lenin ise bu yöntemi eleştirir. Bir olgununneden geçmişte doğru olabilirken bugün yanlış olabileceğikonusundaki temel yaklaşımı, gerek geçmişin Polonyalıkomünistlerine gerek bugünün safdil akademisyenlerine iyibir diyalektik dersidir. Olguları dönemlerinin dışında elealarak evrensel doğrular bulma peşinde koşan analitikçiakademisyenlerin bu çözümlemeden öğrenecekleri çok şeyvar. Lenin bu analizleri kendi dönemleri içindebenimsemekle kalmaz, onların neyi ifade ettiğini çok güzelbir şekilde açıklar ve buradan çok anlamlı derslerçıkarır.Bu derslere ve değerlendirmelere geçmeden önce, Lenin’inkonuyu 1914’de nasıl değerlendirdiğine bakalım.Löwy, Marx ve Engels’in Polonya hareketinidesteklerlerken, Slav hareketine karşı çıkışlarının,ulusal sorunda takındıkları tavırdaki bir “belirsizliğe”işaret ettiğini belirtir. Çünkü Löwy’e göre genel birsorunda iki farklı tutum olamaz. Bir şey ya desteklenir yada desteklenmez. Benzer (?) şeylerden birini desteklerken

diğerini eleştirmek tutarsızlıktır! Oysa Lenin bu ikiyaklaşımı, ulusal soruna bakışının temel kavramlarıylagayet güzel bir araya getirir: Ulusal hareketler, sontahlilde burjuva hareketlerdir ve onların yükselişdönemine denk düşerler.

“Rusya’daki ve Slav ülkelerinin çoğundaki halk yığınlarıhenüz uykudayken, bu ülkelerdeki yığınları kucaklayanbağımsız demokratik hareketler yokken,Polonya’nınaristokratik kurtuluş hareketi, sadece Rusyabakımından değil, sadece Slavlık bakımından değil, bir tümolarak Avrupa demokrasisi bakımından da pek büyük bir önemtaşıyordu.” [19]

Burada dikkatimizi çekmesi gereken iki öğe mevcut:Birincisi, Lenin’e göre, söz konusu dönemde Rusya dahilSlav ülkelerinin çoğunda halk yığınları henüz uykudadır,yani bu ülkelerde yığınsal burjuva demokratik hareketlerhenüz yoktur ve ikincisi Polonya hareketinin tek değeriAvrupa demokrasisi bağlamındadır. Polonya’da o veya butemellerde bir ulusal hareketin mevcut olması o dönemdePolonya hareketinin desteklenmesi için yeterli bir verisunmuyordu. Ulusal hareketlerin kendinden menkul birdeğeri yoktu. Peki anlamları neydi? Bu hareketler, demokrasisavaşımının bir parçası oldukları sürece, gericiliğe karşı savaştıkları süreceilericiydiler. Onlarda desteklenmesi gereken ilerici öz buydu.Oysa Slavlar tam bir uyku halindeydiler. Ortaya çıkanmilliyetçi talepler, gelişen ve yığınları kucaklayanburjuva demokratik hareketlerin değil, yerli pre-kapitalist egemenlerin kendi sınıfsal ayrıcalıklarınınpekiştirilmesi ve Çarlık gericiliğinin çıkarlarınınkorunmasına hizmet ediyordu. Bu nedenle Polonya hareketitarih sahnesinde ilerici bir rol oynarken, Slav hareketigerici idi.Lenin’in kapitalizmin gelişimini iki evrede ele aldığınıbiliyoruz. O, kapitalizmin iki evresini baskıneğilimlerine göre birbirinden ayırıp, birinci evrede halkyığınlarının uluslaşma ve ulus-devlet kurma yönündekiseferberliğini dile getirir. Marx ve Engels’le bu konudada aynı düşünen Lenin, böyle bir seferberliğin olmadığıhareketlerle, olduğu devrimci hareketleri gerçekten de

birbirinden ayırır. Lenin’e göre UKKTH ancak bir ulusalhareket varsa söz konusu edilebilir. Bir ulusal hareketlekastedilen şey çok nettir:Bağımsız bir ulus-devlet kurmahareketi.Görüldüğü gibi Löwy’nin iddiasının tersine, Marx ve Engelsgibi Lenin de soruna ne saf Slavlık açısından ne deyalnızca Çarlık Rusyası’na duyulan nefretten bakar. Dahasonraki yazılarında da aynı tezleri inceleyecektir.1916’da Özet’te yazdığı görüşlere girmeden önce, bukonudaki görüşünü tekrar belirttiği Tezler’e bakalım.

“Marx’ın, bazı halkların (örneğin 1848’de Çeklerin) ulusalhareketlerine karşı çıkmış olmasının, ulusların kendikaderlerini tayin hakkının Marksist açıdan tanınmasıgerektiği iddiasını çürüttüğü sık sık ileri sürülmektedir(örneğin son zamanlarda Alman şovenisti Lensch...). Fakat buyanlıştır, çünkü 1848’de ulusları «gerici» ve demokratikdevrimci olarak birbirinden ayırmak için tarihi ve siyasinedenler vardı. Marx gericilere karşı çıkarken ve demokratikulusların yanında yer alırken haklı idi. Uluslarınkaderlerini tayin hakkı, demokrasinin istemlerinden biridirve elbette ki onun genel çıkarlarına, demokrasinin genelçıkarlarına bağlı olmalıdır. 1848’de ve izleyen yıllarda dademokrasinin genel çıkarları her şeyden önce Çarlığa karşımücadeleden ibaretti.”[20]

Lenin bu makaleyi kaleme aldığı dönemde, söz konusu gericihalklar değerlendirmelerini Engels’in yazdığındanhabersizdi ve onların Marx’ın kaleminden çıktığı şeklindebir bilgisi vardı.Löwy’nin “karşı devrimci bir teori” olarak reddettiğideğerlendirme Lenin tarafından kabul edilmektedir. ÇünküLenin de Marx ve Engels gibi, sorunu soyut ve hukuki-demokratik bir temelde değil, belli tarihsel koşullardasınıfların konumlanışı açısından, verili anda bir toplumunilerici ve gerici öğelerinin karşılıklı konumlanışlarıaçısından ele almaktadır.1848 devrimleri, tüm Avrupa uluslarını, kendi içlerindedevrim ve karşı devrim kampları olarak saflaştırmışken,henüz kapitalist bir canlanışa tanık olmamış, yüzyıllarsüren bir uykunun son demlerinde olan, yığınsal

hareketlerin kıyısından bile geçmediği bazı halklar bucepheleşmede farklı bir biçimde yer aldılar. Bunlar,Fransız burjuvazisi ile Fransız proletaryası arasındakisaflaşma ya da Prusya ve Avusturya burjuvazisi ile Almanhalkı arasındaki saflaşma gibi bir iç parçalanmayaşamadılar. Ancak bir bütün olarak hem Prusya veAvusturya burjuvazisinin hem de Alman halkının karşısında,monarşik karşı devrimin askeri gücü olarak yer aldılar.Söz konusu karşı devrim ordusu, Çarlık orduları idi.Aralarındaki derin tarihi ilişkiler ve yeşerenpanslavizmin etkisiyle Slavlar da onların peşinetakılmışlardı. Ve böylece büyük halk yığınları açısındanbakıldığında, Avrupa’da gerçekten devrime barikatların ikifarklı yanında katılan halkları görürüz. Bir yanda Fransızproletaryası ve Alman, Polonya, Macar ve İtalyan halkları,diğer yanda Slavların babası Çarın etrafında toplanan Slavhalkları. Böylece Çarlık ve onun müttefikleri (Kutsalİttifak’ın diğer iki üyesi olan Prusya ve Avusturyamonarşileri gibi düşmanları bir tarafa bırakacak olursak,o dönemde Slavlar ve daha sonraları Fransa) Avrupadevriminin baş düşmanları durumuna gelmişlerdi. Ulusaltalepleri kendinde bir talep olarak değil, burjuvadevriminin bir talebi olarak ele alan Marx ve Engels’in,bu temelde, genel demokrasi ve devrim çıkarlarına tersdüşen talepleri desteklememeleri Lenin’e ve bize görehiçbir muğlaklık ve çelişki arz etmez.Lenin, Özet’te de aynı yaklaşımı sürdürür.Avrupa demokrasisinin çıkarları açısından Marx’ın Polonya’nınbağımsızlığından yana olduğunu belirten Lenin, bu politiktavrın 1849 Macar ulusal devriminin feodal Rus ordularıtarafından ezilmesiyle parlak bir şekilde doğrulandığını,ve o andan sonra 1890’lara değin Marx ve Engels’in Çarlığakarşı yürütülecek bir savaşımdan yana olduğunu ortayakoyar.

“Marx’ın ve Engels’in Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusalhareketine karşı oluşları sadece bundan ötürüdür. Marksizm ile,onu çürütmek için değil de başka nedenlerle ilgilenenlerin (abç), o dönemdeMarx ve Engels’in açık ve kesin bir biçimde Avrupa’da«Rusya’nın ileri karakolu» görevini yerine getiren «tümüyle

gerici halklar» ile «devrimci halkları» (Almanları,Polonyalıları, Macarları) karşıt şeylerolarak kıyasladığınakendilerini inandırmak için, Marx veEngels’in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını okumaları yeter.Bu bir gerçektir ve bu gerçek o dönemde tartışma götürmezdi:1848’de devrimci halklar özgürlük için savaşıyorlardı veonların baş düşmanı Çarlıktı, Çekler vb. ise gericihalklardı, Çarlığın ileri karakollarıydı.” [21]

Lenin buradan çok önemli iki sonuç çıkarır. Bu sonuçlaronun konuya bakışının köşe taşlarını oluşturur: 1. Birkaçbüyük ve çok büyük halkın devrimci çıkarları, gericiliğinhizmetindeki bazı küçük ulusların hareketindenüstündür, 2. Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil,demokrasinin çeşitli istemleri kendi başına mutlak biranlam ifade etmezler. Marx ve Engels’in Slavlara karşıaldıkları tutumu, (Löwy’nin belirttiği gibi soyut,idealist ve metafizik karşı devrimci bir tutum olarakdeğil) somut bir olayın somut değerlendirmesinin en güzelörneklerinden biri olarak ele alan Lenin, “onların somuttahlillerinden gelecek için paha biçilmez derslerçıkarmalıyız” diye ekler:

“Onun için, Marx’ın taktiğinin örneklerini reddetmek şöyledursun, ki bu, Marksizmi sözde kabul edip eylemde ondankopmak olurdu, biz, onların somut tahlillerinden, gelecekiçin paha biçilmez dersler çıkarmalıyız. Uluslarınkaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitliistemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratikhareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümününbir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütünü ileçelişkiye düşmesi mümkündür; o zaman parça atılır. Birülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkeninentrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, maliçevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somuthareketi desteklememeklegörevliyiz ama bu bahane ileuluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyetsloganını silmek gülünç olur.” [22]

Yeterince açık.Dahası var. Lenin, Ryazanov’un yayınladığı Engels’e aitbir makaledeki görüşleri olumlayarak şunları söylüyor:

“Engels, Avrupa’nın büyük, belli başlı uluslarının politikbağımsızlığını ve «kendi kaderini tayin hakkı»nı («kendi

kendilerini yönetme hakkı»nı) proletaryanın tanımasıgerektiğini belirtmekte, ve «milliyetçilik ilkesi»nin(özellikle bonapartçı uygulaması anlamında), yaniherhangibir küçük ulusun büyük uluslarla aynı düzeyde tutulmasınınsaçmalığına (abç) işaret etmektedir. «Ve Rusya’ya gelince»diyor Engels, «ancak kıyamet günü zorla elinden alınabilecekolan geniş bir çalınmış mülk [yani ezilen uluslar] yığınınınalıkoyucusu olarak belirtilebilir.» Hem bonapartçılık ve hemçarlık, Avrupa demokrasisine karşı küçük ulus hareketlerinikendi çıkarları uğruna kullanıyorlar.” [23]

Lenin, Marx ve Engels’in söz konusu tutumlarınıinceledikten sonra, 1900’lerde artık durumun değiştiğinive kapitalizmin emperyalist aşamaya yükseldiğini belirtir.Geçmişte uluslar büyük ve küçük uluslar halinde ikiyebölünüp birinciler demokrasi savaşımında yer alırken,ikinciler gericilerin anti-demokratik entrika vegirişimlerinin piyonları durumuna geliyordu diyor Lenin.Ona göre, bu olgu o dönemde tartışılmazdı ve dolayısıylaMarx ve Engels’in tutumu doğruydu. Ancak, durum artıkdeğişmiştir.Artık söz konusu olan, demokrasiden ya da gericilikten yanauluslar değil, emperyalist büyük devletler ve onların emperyalist politikalarınakarşı takınılacak tutumdur. Bu durumda günün temelsorunu, birleşmiş emperyalist devletler cephesine karşısavaşmak ve tüm ulusal hareketleri sosyalist devrimyararına kullanmaktır.

“... eskiden asıl sorun «çarlığa karşı» (ve çarlığındemokratik olmayan amaçlarla kullandığı küçük-ulushareketlerine karşı) ve Batının büyük devrimci halklarındanyana savaşmaktı; bugün asıl sorun, artık birleşmiş olanemperyalist devletlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal-emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak, ve emperyalizmekarşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararınakullanmaktır.” [24]

Lenin de tıpkı Marx ve Engels gibi, toplumsal olguları,varoluş koşulları içinde, bizzat tarihin vetarihselliğinin içinde inceler. Oysa Löwy ya da Nimniörneklerinde olduğu gibi, toplumsal olguları bütünlüğündenkopararak, bunları tarihsizleştirerek inceleyenyaklaşımlar, tarihin akışına küçük burjuvaca hümanistduygularla bir şeyler dayatmaya çabalamaktadırlar. Lenin’egöre artık günün temel sorunu, ulusların farklı siyasal

tercihlere göre bölünmesi değil, emperyalist politikalarkarşısında proletaryanın iki kampa bölünmesiydi.Emperyalist kamp sınırları içinde kalan proletaryanıniçinde yeşeren şovenizm ve oportünizm, ancak ilhaklarakarşı ve ulusların kaderlerini tayin hakkından yana birmücadele ile kırılabilir ve böylece bu bölünmüşlük ortadankaldırılabilirdi.Her ne kadar Löwy, ulusal soruna yaklaşımda Marx veEngels’i “ekonomizm”le suçlayıp, soruna siyasal açıdanyaklaştığı için Lenin’i kutluyorsa da, gördüğümüz gibiLenin hiçbir zaman bir hareketin ekonomik ve tarihselkökenlerinin analizini küçümsemedi. Ancak o, bunu,bütünlüğü içinde yani politik sonuçlarını da dikkatealarak değerlendirdi. Lenin’in analizi ne yalnızcaiktisadi ve tarihsel ne de yalnızca siyasaldır. O, birolgunun kendi tarihselliği ve özgünlüğü içinde tümyönleriyle incelenmesi gerektiğini gayet iyi kavramıştı.Lenin’in Marx’tan devraldığı yöntemle giriştiği analiz, nesaf bir ekonomik analiz ne de ayakları havada bir siyasaldeğerlendirmedir. Bu analiz tamamıyla devrime kilitlenmişbütünsel bir analizdir, yani kelimenin gerçek anlamıylaMarksist bir analizdir. Löwy’nin, onun politikanınözerkliğini kavradığı şeklindeki yorumu, bir veri olarakLenin’in daha baştan olguları analitik olarak ele aldığınıkabul eder. Böyle bir yaklaşım, Löwy’nin kendiyöntemlerini Lenin’e yansıtarak meşrulaştırma girişimindenbaşka bir şey değildir. Politika toplumsal bütündenyalıtık ve özerk değildir, onun kopmaz bir parçasıdır.Lenin’in ona verdiği değer ancak bu bütünsel yaklaşımınıniçinde anlam kazandı. Onun reddettiği şey, ekonomikanalizin zorunluluğu ve olguların ancak bu temeldeaçıklanabileceği şeklindeki temel önerme değil, buanalizle yetinilmesi ve mücadelenin bununla sınırlanması,yani ekonomizmdi. Tüm olguları ekonomiye indirgemek ileekonomik bir tahlilin yapılmasının gerekliliği arasındakifarkı Löwy’nin yöntemini benimseyenlerin artık öğrenmesigerekiyor.