SPİNOZA’DA SONSUZLUK KAVRAMI VE BU KAVRAMIN BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ İLE...

26
Burcu İnci No: 92140002210 SPİNOZA’DA SONSUZLUK KAVRAMI VE BU KAVRAMIN BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ İLE İLİŞKİSİ Spinoza, Mayer’e yazdığı mektupta (12.mektup) sonsuz üzerine düşüncelerini belirtir. Öncelikle, kendi doğası ya da tanımı gereği sonsuz olan ile özü değil de, nedeni gereği sınırsız olan arasında ayrım yapar. Bunun yanında, sınırsız olmasından ötürü sonsuz addedilen ile maksimim veya minimum değerini bilmemize rağmen, parçaları sayı cinsinden ifade edilemeyen yahut açıklanamayan arasında da ayrım yapılması gerektiğini vurgular (Spinoza 2014, s. 102). Bunlardan birincisi, yani doğası ya da tanımı gereği sonsuz olan şey Spinoza için Töz veya Tanrı’dır. Tanrı biricik Tözdür. Spinoza Ethica’da Töz’ün tanımını, kendinde olan ve kendisi aracılığı ile kavranabilen şey olarak yapar. Yani Töz, kavramı başka bir şeyin kavramından oluşturulması gerekmeyen şeydir (Spinoza 2011, s. 33). Spinoza için varoluş, Tözün özü gereğidir; yani sadece özünden ve tanımından hareketle Tözün varolduğu ortaya çıkar. Böylece Töz birden fazla olamaz; tersine aynı doğaya sahip bir tek Töz vardır ve Töz sonsuz olmak dışında anlaşılamaz (Spinoza 2014, s. 102). Spinoza bir şeyin kendisiyle aynı doğadan başka bir şeyle sınırlanması durumunda, o şeye kendi cinsinde sonlu deneceğini belirtir. Töz

Transcript of SPİNOZA’DA SONSUZLUK KAVRAMI VE BU KAVRAMIN BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ İLE...

Burcu İnci

No: 92140002210

SPİNOZA’DA SONSUZLUK KAVRAMI VE BU KAVRAMIN

BİREYİN ÖZGÜRLÜĞÜ İLE İLİŞKİSİ

Spinoza, Mayer’e yazdığı mektupta (12.mektup) sonsuz üzerine

düşüncelerini belirtir. Öncelikle, kendi doğası ya da tanımı

gereği sonsuz olan ile özü değil de, nedeni gereği sınırsız

olan arasında ayrım yapar. Bunun yanında, sınırsız olmasından

ötürü sonsuz addedilen ile maksimim veya minimum değerini

bilmemize rağmen, parçaları sayı cinsinden ifade edilemeyen

yahut açıklanamayan arasında da ayrım yapılması gerektiğini

vurgular (Spinoza 2014, s. 102).

Bunlardan birincisi, yani doğası ya da tanımı gereği sonsuz

olan şey Spinoza için Töz veya Tanrı’dır. Tanrı biricik Tözdür.

Spinoza Ethica’da Töz’ün tanımını, kendinde olan ve kendisi

aracılığı ile kavranabilen şey olarak yapar. Yani Töz, kavramı

başka bir şeyin kavramından oluşturulması gerekmeyen şeydir

(Spinoza 2011, s. 33). Spinoza için varoluş, Tözün özü

gereğidir; yani sadece özünden ve tanımından hareketle Tözün

varolduğu ortaya çıkar. Böylece Töz birden fazla olamaz;

tersine aynı doğaya sahip bir tek Töz vardır ve Töz sonsuz

olmak dışında anlaşılamaz (Spinoza 2014, s. 102). Spinoza bir

şeyin kendisiyle aynı doğadan başka bir şeyle sınırlanması

durumunda, o şeye kendi cinsinde sonlu deneceğini belirtir. Töz

sonlu olarak varolamaz çünkü böyle bir durumda onun gibi

zorunlu olarak varolan ve onunla aynı doğaya sahip başka bir

Töz tarafından sınırlanması gerekirdi. Oysa Töz birden fazla

olamaz (Spinoza 2011, s. 43).

Töz veya Tanrı kendi kendisinin nedenidir. Ve O’nun varoluşu

bir başka şeyle açıklanamaz. O halde varolması ve nedeni

kendisinde olan Tözün daha üstünde bir kavram yoktur. Ve onun

dışındaki tüm varolanlar ve kavrananlar, ancak ve ancak O’nun

altında kavranabilir, O’nun sayesinde kavranabilir. O

bölünemezdir, sınırlanamaz ve sonsuz varlıktır. O’nun özü

varolmasını içerir. Hiçbir şey kendini var olmaktan alıkoyamaz

(Zelyüt 2011, s. 28-29). Tanrı mutlak sonsuzdur. Kendi

varlığının zorunlu sonucu olmak Tanrıya özgüdür, bu kendi

varlığının içkin nedeni olduğunu söylemektir. Böyle bir iç

neden sonsuzdan başka bir şey değildir. Kendisinin dışındaki

hiçbir şey tarafından belirlenmiş ya da sınırlanmış değildir.

Bununla birlikte doğası ya da tanımı gereği sonsuz olan şey

Spinoza için aynı zamanda sıfatlar ya da attributumlardır.

Sıfat, aklımızın Tözün özünü kurduğu şeydir (Spinoza 2011, s.

33). Spinoza’ya göre mutlak biçimde sonsuz olan Tanrı’nın

sıfatları, hem nicelik hem nitelik bakımından sonsuzdur. Fakat

nicelik bakımından biz onlardan ikisini bilebiliriz. Bunlarda

Düşünce ve Yer Kaplama (yayılım) sıfatlarıdır. Tözün düşünme

yüklemine sahip olduğunu söylemek, onun düşünen bir şey

olduğunu söylemektir; yayılım yüklemine sahip olduğunu söylemek

ise yayılan veya yayılımlı bir şey olduğunu söylemektir.

Aslında Tanrı’nın özünün düşünce olarak anlaşılmasının yanında

O’nun özünün yayılım olarak da anlaşılması bir skandala sebep

olur. Çünkü Spinoza yayılım sıfatı aracılığı ile tüm şeylerin

varolmak için ve anlaşılmak için kendisine muhtaç olduğu şeyi,

yani biricik Tözü yani Tanrı’yı Tanrı veya Doğa şeklinde ifade

etmektedir (Zelyüt 2011, s. 28-29).

Tanrı zorunlu olarak varolan Tözdür yani varoluşu O’nun doğası

gereğidir böylece varoluşu kendi doğasının tanımından çıkar. Bu

yüzden sonsuz, sınırsız, ezeli ve ebedidir. Tanrı’nın sıfatları

dendiğinde ise Tanrısal Tözün özünü ifade eden, başka bir

deyişle Töze ait olan bir şeyi anlamak gerekir yani sıfatların

kendilerinde de olması gereken şeyi. Töze ait olan şeyse sonsuz

ve ezeli ebedidir. Öyleyse her sıfat da sonsuz ve ezeli ebedi

olmalıdır (Spinoza 2011, s. 91).

Töz ve sıfatlar tek ve aynı şeydir; çünkü Töz gibi sıfatların

her biri de sonsuzdur, sıfatlarda sonsuz sayıdadır. Sonsuzların

gerçek bolluk kaynağı, Tanrı diye adlandırılan Tözün sıfatlarla

ilişkisi, sonsuzca sonsuz bir gerçekliğin kendileri de sonsuz

olan varlıklarla ilişkisidir. Gerçekte, sıfatlar, mecburen

varolan Tözün sonsuz özünün varoluşunu ifade ederler (Rızk

2012, s. 60). Sıfatın Töze dair bir yargı değil, Tözsel bir

varlık türünün açılıp gelişmesi olduğu düşünülürse, sıfatların

sonsuzluğundan oluşan bir Töz, tam anlamıyla var olabilir ve

ister istemez var olur. Gerçekten de her sıfat, sonsuz bir

gerçeklik, Düşünce ya da Yer Kaplama gibi, belli türde

belirlenen bir var olma kudreti ifade eder (Rızk 2012, s. 67).

Burada belirtmek gerekir ki bilgi açısından, öz diye kabul

edilen sıfatlar karşısında Tözsel varoluş olan Tanrı’nın hiçbir

aşkınlığı yoktur; her sıfat, Tözün özü olarak, belli bir varlık

türü biçiminde, bu Tözün kudretinin ifadesi olarak var olur

(Rızk 2012, s. 76).

Spinoza, düşünen varlık olan Tanrı’nın Düşünce sıfatının sonsuz

olduğunun anlaşıldığını ama Yer Kaplama sıfatının sonsuz

oluşunun, yani bu maddi Tözün bölünemez ve sonsuz bir sıfat

oluşunun anlaşılamadığını söyler. Çünkü sıfatlar denince,

Tanrı’nın bir insan gibi beden ve ruhtan ibaret olduğunu

düşünen insanlar vardır. Bu kişiler Spinoza’ya göre, Tözün

maddi olanı da içeriyor olmasını (her ne kadar Tözün kendisi

cisimli olmaktan ibaret olmasa da) kabul etmezler; onlara göre

cisimli herşey kendinden küçük parçalara bölünebildiği için,

kendi bütünlüğü de sonsuz-kalıcı olamaz. Oysa Spinoza’nın

anlatmaya çalıştığı şey, Tanrı’nın madde olduğu değil, maddenin

düşünceyle birlikte Tanrı’nın sonsuz çeşitli daha pek çok

sıfatından biri olduğudur. Yani Spinoza’nın eleştirdiği bu

kişiler, yayılımı Tanrı’nın sınırsızlığının bir ifadesi olarak

düşünebilselerdi, bu yayılımı, uzamlılığı parçalara

bölündüğünde bütünlüğünü yitirecek sınırlı maddi varlıklarla

karıştırmazlardı. Bu konuda şöyle der Spinoza;

Sonsuz, biricik ve bölünemeyen olarak kavranması gereken maddi

Töz kendilerine karşı çıktığım düşünürlerce sonlu parçalardan

meydana gelmiş, çok katlı ve bölünebilir bir şey olarak tasavvur

ediliyor… Biz niceliği iki şekilde kavrarız; ya soyut olarak yani

yüzeysel olarak başka deyişle hayalimizde canlandırdığımız

şekilde, ya da bir Töz olarak ki bu da sadece aklımızın yapacağı

bir iş. Niceliği hayal gücümüzde canlandırdığımız şekilde ele

alırsak -ki böyle düşünmek kolayımıza geldiğinden genellikle böyle

yaparız- o zaman onun sonlu, bölünebilir ve parçalardan ibaret

olduğunu görürüz. Ama onu aklımızda olduğu şekilde ele alırsak ve

onun bir Töz olduğunu kavrarsak -ki bu zor olduğundan genellikle

öyle yapmayız- o zaman niceliğin sonsuz, tek ve bölünemez olduğunu

kavrarız (Spinoza 2011, s. 73-77).

Spinoza yayılımlı Tözü, yani yayılım sıfatı ile kavranan Tözü,

bölünmez ve ayrılmaz olarak ve buna ilaveten uzam bakımından

sonsuz olarak ve katı olarak düşünür. Bu yüzden Spinoza’nın

felsefesinde boşluğa yer yoktur. Spinoza’ya göre Doğa boşluğu

sevmez, boşluğa katlanamaz. Spinoza’ya bu yüzden materyalist

denmiş olsa da yayılım ona göre atıl kütleden ziyade enerji

alanı olarak görünür (Zelyüt 2011, s. 31). Spinoza, maddenin

bir parçası yok edilecek olsa, bütün yer kaplamanın da aynı

anda ortadan kalkacağını söyler (Spinoza 2014, s. 70).

İkinci olarak nedeni gereği sınırsız ve sonsuz olan ise Spinoza

için tavırlar yani moduslardır. Tanrı veya Doğa dışındaki her

şey kendi kendisinde değil, başka bir şeyde varolan ve ancak o

başka şey yardımıyla kavranabilen şeylerdir, yani tavırlardır,

tarzlar, suretlerdir. Her şey yani varolan ve kavranan her şey

Tanrı veya Doğa içindedir. Spinoza’ya göre, Tanrı Doğa’dır veya

Doğa Tanrı’dır ve her şey Tanrı’da veya Doğa’dadır (Zelyüt

2011, s. 29-30). Doğa, Tanrının yetkinliğinden dolayı, onun

faaliyetlerinin pasif bir yan ürünü olarak görülemez. Çünkü

Doğa, varolan her şeyin bir toplamıdır. Ve kendi kendisini

açıklayan bir yapıdadır. Dolayısıyla Doğa, Tanrı gibi en yetkin

olandır (Magee 2000, s. 98). O halde Tanrı her şeydir, ne

yaratır, ne yardım eder, ne ödüllendirir, ne cezalandırır.

Tanrı Spinoza’ya göre tavırların olduğu her şeydir; ama

tavırları O’nun olduğu her şey değildir; tıpkı bütünün,

parçalarının olduğu her şey olmasına karşın tüm parçaların

bütünün olduğu şey olmaması gibi. Tanrı tüm şeyleri tavırları

yaratmaz; Tanrı hiçbir şeyi yaratmaz, her şey onun özünden

zorunlu olarak çıkar veya türer veya ürer. Tüm şeyler, üçgenin

tanımından ve aksiyomlarından onun iç açılarının toplamının iki

dik açıya eşit olması gibi, Tanrı’dan çıkarlar (Zelyüt 2011, s.

29-30).

Tavırlar, yanılsamalar, görünüşün hayale ve hayalin hayalete

dönüştüğü anlamda göz aldanmaları değildir veya onlar gerçek

dışı değildir, tersine gerçekliğin kendisini ifade ettiği

biricik yoldurlar. Tavırlardan soyulmuş Töz varolamazdı. Ama

yine de onlar, Tözün kısımları değillerdir, onlar hallerdir

veya tarzlar veya usuller veya işlemlerdir, amellerdir. Spinoza

Töz ile tavırlar arasındaki ilişkiyi, yani Tanrı veya Doğa ile

tezahürleri arasındaki ilişkiyi iki çift terim kullanarak

anlatır. Natura Naturans ve Natura Naturata. Tanrı veya Doğa

veya Töz veya sıfatlar Natura Naturans’tır yani doğalaştıran

Doğadır. Tavırlar veya var olan her şey, yani varoluşu kendinde

değil başka bir şeyde olan her şey Natura Naturata’dır yani

doğalaştırılan Doğa. Bu yaratılan ve yaratan doğa olarak

anlaşılmamalıdır. Bu ikisi arasında etkin ve edilgin olmak

dışında Varlık olarak bir fark yoktur. Örneklendirirsek

Spinoza’ya göre, irade ve akıl Natura Naturata’dır. İrade ve

akıl Düşüncenin tavırları oldukları için kendi doğalarının veya

karakterlerinin zorunluluğu ile var olmamışlardır (Zelyüt 2011,

s. 32). Tavırların kendi özleri sıfatlarda anlaşılır. Sıfatlar

da Tözün özünü oluştururlar yoksa tavırların değil, oysaki

tavırlar sıfatları içerir. Spinoza Oldenburg’a yazdığı mektupta

(1. mektup) bir tavır olarak hareketin, bir sıfat olarak Yer

Kaplamayı içerdiğini belirtir ve şöyle der;

Sıfat derken, kendinde ve kendisi aracılığı ile kavrananı

anladığımı göz önünde tutmak gerekiyor. Bu bakımdan sıfatın

kavramı başka herhangi bir şeyin kavramını içermez. Sözgelimi, yer

kaplama kendisi aracılığı ile ve kendinde kavranırken, hareket

için aynı şey geçerli değildir; zira ikincisi başka bir şeyde

kavranır ve kavramı yer kaplamayı içerir (Spinoza 2014, s. 62).

Spinoza’ya göre Tanrı’nın herhangi bir sıfatının mutlak

doğasından çıkan her şey (tavırlar) hep varolmak ve sonsuz

olmak zorundadır. Yani Tanrı’ya ait bir sıfatın mutlak

doğasından çıkan bütün şeyler hem sonsuzdurlar, hem var

kalırlar, ya da ilgili sıfattan dolayı sonsuzdurlar. Örneğin

düşünce sıfatındaki Tanrı fikrini ele alalım ve bu tavrın sonlu

olduğunu kabul edelim. Düşünce, Tanrı’nın bir sıfatı olarak

kabul edildiği sürece, doğası gereği zorunlu olarak sonsuzdur.

Ne var ki, Tanrı fikrine sahip olduğu sürece, sonlu olduğunu

varsayalım. Tanrı fikrinin Düşünce sıfatının bir tavrı olarak

sonlu olabilmesi için kendi doğasından bir şeyle sınırlanması

gerekir. Ama Düşünce, Tanrı fikrine sahip olduğu sürece,

kendisiyle sınırlanamaz; çünkü bundan dolayı sonlu olduğu var

sayılıyor. Öyleyse Tanrı fikrini kurmayan Düşünce ile

sınırlanır, ama böyle bir fikir zorunlu olarak var olmalıdır.

Ama Düşünce sıfatının doğasından, hem Tanrı fikrini kuran hem

de aynı anda kurmayan bir Düşünce çıkamaz. Bu nedenle Tanrı

fikrini sınırlayabilecek kendi doğasından bir şey olamaz.

Böylece bir sıfatın mutlak doğasından çıkan tavırlar sonsuz

olmak zorundadır (Spinoza 2011, s. 95).

Ayrıca Spinoza Tanrı’ya ait bir sıfatın mutlak doğasından

aracısız olarak çıkan, zorunlu olarak varolan ve sonsuz olan

tavırlarla, Tanrı’nın bir sıfatından çıkan ve sonsuz bir

değişikliğe uğrayan yani türeyen ve yine sonsuz olan aracılı

tavırlar arasında ayrım yapar (Spinoza 2011, s. 99). Spinoza

Schuller’e yazdığı mektubunda (64. mektup) bu duruma şöyle

açıklık getirir;

Birinci türden şeylere ilişkin benden istediğin örneğe gelince,

düşünce sıfatı için mutlak olarak sonsuz anlama yetisi tavrını,

yer kaplama içinse, hareket ve durağanlık tavırlarını sayabilirim.

İkinci türden şeylerin bir örneği ise, evrenin bütününün

çehresinin, sonsuz çeşitlilik sergilese de, daima aynı kalmasıdır

(Spinoza 2014, s. 311).

Yani Spinoza, Düşünce sıfatının mutlak doğasından aracısız

çıkan ve öncesiz sonrasız ve sonsuz olan tavrın, anlama yetisi

yani sonsuz zihin olduğunu, Yer Kaplama yani yayılım sıfatının

mutlak doğasından aracısız çıkan ve öncesiz sonrasız ve sonsuz

olan tavırların ise hareket ve durağanlık tavırları olduğunu

söyler. Yine bu sıfatlardan çıkan ve aracılı sonsuz tarzlar

ise, sonsuzca çeşitlenmekte oluşuna karşın daima aynı kalabilen

bütün evrenin yüzüdür. Birinci durumu, Tanrı’nın aynı Tözün

özünü ifade eden “ussallığı ve bedenliliği” olarak, ikinci

durumu ise bu birlikten türeyen doğa yasaları olarak

yorumlayabiliriz. Buna ek olarak bu tek doğa yasası içinde bir

var olup bir kaybolan çiçek, armut, Ağrı Dağı vb. gibi sonlu,

sınırlı ve özü gereği hep var olamayacak sonlu tavırlarda

vardır. Böylece sonlu tavırlar doğrudan Tanrı’nın bir sıfatının

mutlak doğasından çıkmayıp, Tanrı’nın bir sıfatından çıkıp

sonsuz değişikliğe uğrayan aracılı tavırlardan türemiştir. Töz,

zorunlu olarak sonsuzca ürettiği ve sonsuzun sonluda eylemde

bulunduğunu düşündüğümüzde, sonlunun da sonsuz olduğunu kabul

edebiliriz. Böylece sonlu tavırlar da içlerinde bir sonsuzu

taşımaları anlamında aslında sonsuzdur.

Her bir tekil sonlu tavır, ancak aracılı tavırlar olarak ifade

edilen doğa yasaları uyarınca başka tekil sonlu tavırlar

tarafından meydana getirilir ve eyler; dolayısıyla bu

karşılaşmalar tarafından varlığı ve eylemleri gerektirilmiş

olur. Sonsuz sayıda tavır sonsuz sayıda sıfat içinde

üretilmiştir. Sonsuz nedensellik, her şeyi tekil öz olarak ve

tavırsal varoluş olarak üretir; bu varoluş varolan tavırların

sonsuz dizisiyle, herhangi bir tavrı niteleyen belli bir ilişki

altında karşılaşma yoluyla edimselleştirilmiştir. Tanrı’nın her

tekil özde ifade bulması gibi, birbiriyle etkileşim içinde olan

tekil ve belirli, sonsuz tavır meydana gelir. Her var olma

gücüne yani mevcut güç ya da öze edimselleşmesini sağlayan,

dışsal belirlenimlerin sonsuzluğunu getirebilen şey, tavırların

bu tümel etkileşimidir. Tek ve aynı nedensellik, sonsuzun

nedenselliği söz konusudur. Tanrısal kudret her öze içkindir ve

-her özün edimselleşmesinin diğerlerinin edimselleşmesinin

koşulu olduğu ve aynı zamanda onlar tarafından koşullandığı-

tavırlar arasındaki ilişki, Tözün sonsuz kudretinin tavırsal

ilişki biçimindeki ifadesidir (Rızk 2012, s. 92).

Sonsuz varlığın sonuçlarına içkinliği ve Töz ile tavırları

arasında oluşan ayrım, hem öz düzleminde hem de varoluş

düzleminde tek ve aynı şeyi imler. Tavır, sonsuz varlığın

belirli bir sonucudur ve özel olarak kendisine ait bir öz ve

varoluşla donanmıştır. Böylece tavır, tekil bir farklılık

olduğu ölçüde ”sınırlı” denebilecek sonsuzun bir ifadesidir;

ama tavrın ontolojik olarak gücü tükenen bir gerçeklik olduğu

sonucunu çıkarmak bir yanılgı olur. Spinoza metafiziğinde,

bütün varlığın tek bir sesliliği ya da anlamlılığı söz konusu

olduğundan, Töz ile tavırları hiçbir biçimde birbirlerinden

bağımsız düşünülemez. Başka bir değişle, kendi kendine olan

(Töz) ile başka bir şey ile varolan (tavır) arasında ontolojik

bir kopuştan bahsedilemez. Spinoza Oldenburg’a mektubunda (32.

mektup) şöyle der;

Zira tüm cisimler başka cisimlerle çevrelenmiş durumdadır ve

birbirlerini belli ve belirli bir şekilde varolmaya ve eylemeye

belirlemişlerdir. Öyle ki hepsinde, yani evrenin bütününde aynı

hareket ve durağanlık oranını her zaman korurlar. Buradan çıkan

sonuç da, her cismin, belli bir tarzda varolan değişki olduğu

ölçüde, bütün evrenin hem bütünle hem de diğer parçalarla uyumlu

bir parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğidir (Spinoza 2014,

s. 196).

Tekil bir özü olan her tavır, sıfatın içerisinde bir kudret

derecesiyle oluşmuştur. Tavrın özü, sıfatın bağrında varolan

Tözün bir duygusudur. Dolayısıyla bir cisim gibi bölünebilir,

dıştan gelen bir bölüm değildir. Ayrıca başka tavırlar üzerinde

dışarıdan etkide bulunan bir bölüm de değildir. Kudretin

yoğunlaştırılmış bölümüdür, yani aynı sıfatın bağrında tüm

diğer tavır özleriyle uyum içinde gerçek bir şeydir (Rızk 2012,

s. 90-91).

Spinoza için, insan da dâhil doğadaki bütün varlıklar Tanrının

birer tavrıdır. İşte Spinoza için bireysel varlıkların da aynı

şekilde sonlu, bileşik, genişlemiş olarak, başka parçalarla

sonsuz etkileşime tabi olduğu söylenebilir. Spinoza için

hepimiz, Tanrı ya da Doğa adı verilen bütünün birbirleri ile

etkileşim içinde bulunan parçalarıyız (Cevizci 2002, s. 114).

Spinoza burada bireyi oluşturan parça ve değişikliklerin

oluşturduğu sonsuzluğun toplamını hiçbir şeyin veremeyeceğinden

yola çıkarak da üçüncü bir sonsuz türüne geçiş yapar.

Böylece üçüncü olarak Spinoza için, maksimim veya minimum

değerini bilmemize rağmen, parçaları sayı cinsinden ifade

edilemeyen yahut açıklanamayan edimsel sonsuz kavramı vardır.

Spinoza Mayer’e mektubunda (12. mektup) matematikçilerin,

hiçbir sayıyla ifade edilemeyecek olan birçok şeyle

karşılaşmakla kalmayıp, herhangi bir sayıyla gösterilemediği

gibi, olanaklı her sayıyı aşan birçok duruma rastladıklarını da

belirtir. Spinoza’ya göre buna rağmen matematikçiler, bu gibi

şeylerin, bütün sayıların sınırını aşmasının nedenini,

parçalarının çok olması sonucuna değil, o şeyin doğasının böyle

olmasına bağlarlar (Spinoza 2014, s. 104-105).

Spinoza bu üçüncü olarak tanımladığı sonsuz ile varolan

tavırların hallerinden bahsediyor gözükür. Burada sonsuz

parçadan oluşan ve hiçbir sayıya eşitlenemez olan sonsuz

nicelikten bahseder. Bu nicelik ne sabittir ne de kendine

eşittir. Onu ancak daha büyük ya da daha küçük olarak

kavrayabiliriz. Yani buradaki sonsuz, zorunlu olarak daha büyük

ya da daha küçük olarak kavranan sonsuzdur. Ama bu sonsuz,

sınırsız da değildir. Aynı zamanda bu nicelik, parçalarının

sayısı sayesinde sonsuz olmuş da değildir; tam tersine her

zaman sonsuz olduğu içindir ki, her türlü sayıyı aşan bir

parçalar çokluğuna bölünebilmektedir. İşte bu sonsuz parçası

olan şey Spinoza için, varolan tavırdır; her zaman bir sınır

(bir maksimum ve bir minimum) oluşturan da onun özü ya da

kudret derecesidir. Kendisi de büyük ya da küçük sonsuzluklara

bölünebilen en büyük sonsuzu oluşturansa, sadece eş zamanlı

değil aynı zamanda ardışık olan varolan tavırların bu toplam

kümesidir. Spinoza Mayer’e mektubunda bu durumu açıklamak için

şöyle bir örnek verir;

Örneğin, şekilde ABCD ile ifade edilen iki çember arasındaki

alandaki tüm eşitsizlikler, tıpkı o alanda hareket eden maddenin

hızındaki bütün varyasyonlar gibi her sayının sınırını aşar.

Öyleyse bu sonuca ulaşmamızın nedeni, aradaki alanın aşırı büyük

olması değildir; zira bu alanın ne kadar küçük bir bölümünü

alırsak alalım, bu küçük bölümdeki eşitsizlikler gene de her tür

sayısal ifadenin ötesinde olacaktır. Bizi bu sonuca götüren neden,

başka durumlarda olduğu gibi, onların maksimumunu ve minimumunu

bilmiyor oluşumuz da değildir; zira bu örnekte ikisinin bilgisine

de yani maksimumun AB, minimumun da CD olduğu bilgisine sahibiz.

Bizi bu sonuca götüren nedense, sayının eş merkezli olmayan iki

çember arasında kalan alanın doğasına uygulanamaz olmasıdır. İşte

bu yüzden, bu alandaki bütün eşitsizlikleri kesin bir sayı ile

ifade etmeye çalışan kişi, ister istemez, bir çemberin çember

olmak zorunda olması gerektiğini ileri sürmek zorunda kalacaktır

(Spinoza 2014, s. 105).

Spinoza'nın düşüncemizin önüne getirdiği şekil, biri ötekinin

içinde ama aynı merkeze sahip olmayan iki çemberdir. İki çember

arasındaki en uzun ve en kısa mesafeler işaretleniyor ve

böylece elimizde bir eşik, bir sınır var. Hatta iki sınır var:

Dıştaki çember, içteki çember veya aynı anlama gelmek üzere bir

çemberden ötekine en büyük mesafe ve en küçük mesafe. Yani

elimizde bir maksimum değer ve bir minumum değer var. Spinoza

bizden mesafelerdeki eşitsizliklerin toplamını ele almamızı

istiyor. Yani bir çemberden ötekine giden bütün doğru

parçalarını çizmemizi istiyor. Kuşkusuz sonsuz sayıda çizgi

olacaktır. İşte Spinoza, mesafelerin eşitsizliğinin toplamını

almamızı istiyor, yani eşit olmayan mesafelerin, yani bir

çemberden diğerine çizilen çizgilerin toplamını değil,

mesafelerin eşitsizliklerinin toplamını, yani farkların toplamını

almamızı istiyor. Mesafelerin eşitsizliklerinin toplamı sonsuzdur ama

yine de sınırsız değildir bu çok özel türden bir geometrik

sonsuzdur yani sonsuz diyebileceğimiz ama sınırsız olmayan bir

sonsuzdur. Ve gerçekten de iki çember arasında kalan mekân

sınırsız değildir. İki çember arasındaki mekân tam tamına

sınırlanmıştır. Spinoza aynı düşünceyi daha basit bir örneğe

dayalı olarak yapmıyor mesela eşit olmayan mesafelerinin

toplamını almıyor. Farkların toplamını almak istiyor. Deleuze’a

göre Spinoza buna kendisinin özler problemi açısından ihtiyaç

duymaktadır. Özler kudret dereceleridirler. Bir kudret derecesi

bir maksimum ve bir minimum arasındaki farktır. Tam da bu

nedenle karşımızda olan yeğinliğine bir miktardır. Bir kudret

derecesi kendi başına bir fark demektir (Deleuze 2008, s. 77-

78).

Spinoza için birleşik olmayan birey yoktur. Basit bir birey

Spinoza için tümüyle anlamdan yoksun bir kavramdır. Her birey

kendi içinde sonsuz sayıda parçadan oluşmuştur ve bu parçalar,

Spinoza'nın en basit cisimler adını verdiği şeydir. Bunlar

atomlar, yani sonlu cisimler olmadıkları gibi belirlenmemiş

şeyler de değillerdir. Bu noktada 17. yüzyılın en zengin

kavramlarından biri olarak edimsel sonsuz kavramı hesaba

katılmadıkça, bu sonsuz düşüncesi yakalanamaz. Edimsel sonsuz

ne sonludur ne de belirsizdir. Bizim için sonlu kavramında her

şeyden önce durmak zorunda kalacağımız bir an vardır, yani

herhangi bir şey sonluysa, hep durmanız gereken bir an

olacaktır. Bir sınırla karşılaşırız ve bu sınır atomdur.

Belirsiz olan ise şu demektir; istediğimiz kadar uzağa gidelim,

duramayız.

Gerçekten 17. yüzyıl düşüncesinde bu, temel bir noktadır. 17.

yüzyılda felsefeciler gerçek anlamda doğal ve felsefi bakımdan

edimsel sonsuz terimleriyle düşünmekte olan insanlardı. Bu

edimsel sonsuz fikri, yani ne sonlu ne de belirsiz bir edimsel

sonsuz fikrinde son terimler vardır, nihai terimler vardır ve

bu belirsize karşıdır, belirsiz değildir çünkü nihai terimler

vardır, ama bu nihai terimler hep sonsuzdadırlar. Bunlar atom

da değildir. Ne sonludur ne de belirsizdir. Sonsuz; edimseldir,

aktüeldir, sonsuz eylem halindedir. Gerçekten de belirsizlik

bir tür sonsuzdur, ama sanal bir sonsuzdur başka bir deyişle

hep daha ileri gidebiliriz demektir. Burada ise son terimler

vardır, mesela Spinoza için en basit cisimler vardır. Bunlar

gerçekten nihai terimlerdir, artık bölemeyeceğiniz son

terimlerdir. Yalnızca, bu terimler sonsuz küçüktürler. Bu nihai

terimler verilebilir bütün niceliklerden daha küçüktürler.

Basit cisimlerin kendilerine ait ne özleri ne varoluşları

vardır. Özleri ya da içsel doğaları yoktur. Birbirlerinden

dışsal olarak ayrılır birbirleriyle dışsal olarak

ilişkilenirler. Kendilerine özgü varoluşları yoktur, ama

birleşerek varoluşu oluştururlar (Deleuze 2013, s. 208). Her

uzamlı parça için bir öz aramanın gereği yoktur. Sabun

köpüğünün elbette bir özü vardır, ama onu bir ilişki altında

bileşerek oluşturan sonsuz kümenin her bir parçasının özü

yoktur (Deleuze 2013, s. 207). Sonsuzca küçük terimleri teker

teker ele alamayız. Sonsuzca küçük şeyler yalnızca sonsuz

koleksiyonlar halinde, birikme halinde var olabilirler.

Spinoza’nın basit cisimleri birer birer var olmazlar.

Dağılımsal olarak değil, kolektif olarak var olurlar. Sonsuz

toplamlar halinde vardırlar. Ve bu yüzden basit bir cisimcikten

bahsedemeyiz. Yalnızca basit cisimlerin sonsuz toplamlarından

bahsedebiliriz. Bu parçalar daha büyük ya da daha küçük

sonsuzluklarla, çeşitli bağıntılar altında, özü daha büyük ya

da daha küçük dereceden tavırların varoluşlarını oluştururlar.

Demek ki basit bir cisim olmayan bir birey, ne olursa olsun ne

kadar küçük olursa olsun, içinde basit cisimlerin bir

sonsuzluğunu barındırır. Bir birey sonsuzca küçük cisimlerin

sonsuz bir birikimidir. Sonsuzca küçük bir şeyin ne şekli ne

büyüklüğü olur. Şekli ve büyüklüğü olan şey bir koleksiyon,

sonsuzca küçük şeylerin sonsuz bir kolektivitesidir. Spinoza

için her bireye çok basit cisimlerin sonsuz bir koleksiyonu

tekabül eder, her birey sonsuz sayıda çok basit cisimlerden

oluşmuştur. O zaman bir bireye tekabül eden sonsuzca küçük

cisimler koleksiyonunu başka bir bireyinkinden ayırt edebilme

yoluna sahip olmamız gerekir (Deleuze 2008, s. 149-152).

Hangi bağıntı altında sonsuzca küçük şeyler sonlu bir bireye

ait olabilirler? Spinoza'nın cevabı şudur; hareket ve

durağanlığın belli bir bağıntısı içinde, belli bir oranı

içinde. Bireyi tanımlayan şey demek ki bir hareket ve

durağanlık oranıdır (Deleuze 2008, s. 154). Peki sonsuzca küçük

olduğu varsayılan terimler arasında hangi tipten bağıntılar

mümkün olabilir? Sonsuzca küçük terimler arasında, 17. yüzyılda

sonsuzca küçüğün ne anlama geldiğini anlıyorsak tek bir tipten

bağıntı olabilir; diferansiyel bağıntılar (Deleuze 2008, s.

157).

Genel olarak 17. yüzyılda matematikte, üç tip bağıntının

varlığı biliniyor. Birinci olarak çok uzun zamandan beri

bilinen kesir bağıntıları var; ikinci olarak çok önceden

sezilmiş olan ama 16. ve 17. yüzyıllarda özellikle de 17.

yüzyılda Descartes'in ellerinde çok sağlamlaştırılan cebirsel

bağıntılar var ve son olarak Spinoza ve Leibniz döneminde çağın

matematiğinin en büyük sorusu haline gelen diferansiyel

bağıntılar var. Kesir bağıntısına örnek olarak 2/3 gibi bir

bağıntıyı, cebirsel bağıntıya örnek olarak ise ax + by =c gibi

bir bağıntıyı verebiliriz ki ax + by = c bağıntısında x/y’yi a

ve b cinsinden bulma olanağına sahibiz. Diferansiyel bağıntının

örneği ise; dy/dx= z şeklindeki bağıntılardır (Deleuze 2008, s.

157-158).

Diferansiyel bağıntıda yeni olan şey, sanki üçüncü bir adımın

atılmasıdır Çünkü dy/dx=z ifadesinde, dy, y'ye oranla sıfıra

eşittir; bu sonsuz küçük bir niceliktir; x'e göreyse dx sıfıra

eşittir; öyleyse bunu şu biçimde yazabiliriz; dy/dx = 0/0. Ama

0/0 bağıntısı sıfıra eşit değildir. Başka bir deyişle, terimler

yitip gittiklerinde bağıntı hâlâ devam etmektedir (Deleuze

2008, s. 159-160). "z" hakkında onun diferansiyel bağıntının

limiti olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, diferansiyel

bağıntı bir limite yönelir. Bağıntının terimleri olan x ile y

yitip giderek dx ve dy olduklarında, bağıntı hâlâ sürmektedir,

çünkü bir sınıra, z’ye doğru yönelmektedirler. Bağıntı, sonsuz

küçük terimler arasında kurulduğunda, terimleri yok olduğu

zaman kendisi de kaybolmaz, bir limite yönelir. Bu, 17.

yüzyılda anlaşıldığı ve yorumlandığı şekliyle diferansiyel

hesabın temelidir (Deleuze 2008, s. 160).

Örneğin; sonsuz küçük kilüs parçacıkları bölü sonsuz küçük lenf

parçacıkları sonucu bir limite yönelir; kan. Yani denilebilir

ki, kilüs ve lenf, diferansiyel bağıntı altında kanı

oluştururlar. Bu kez dy/dx bağıntısı şöyledir; sonsuz küçük

kilüs cisimcikleri bölü sonsuz küçük lenf cisimcikleri bir

limite yönelir ve kan oluşur (Spinoza 2014, s. 195).

Sonsuz toplamlar, diferansiyel bağıntı altında sonsuz diye

tanımlanırlar. Başka terimler arasında diferansiyel bağıntılar

sonsuz bir toplamın kudreti olarak ele alınabilirler. Böylece

sonsuz bir toplam başka bir sonsuz toplamdan daha yüksek bir

kudrete sahipmiş gibi ele alınabilir. Bu, daha fazla sayıda

parçası olduğu anlamına gelmez. Bu, altında sonsuz parçalar

toplamının, yani sonsuzluğun kendisine ait olduğu diferansiyel

bağıntının, sonsuz bir toplamın başka bir bireye ait olduğu

bağıntıya oranla daha yüksek bir kudrete sahip olduğu anlamına

gelir (Deleuze 2008, s. 162-163). Bu da bir bireyi diğer

bireyden ayıran özellikleri belirler. Spinoza Tschirnhaus’a

mektubunda (81. mektup) bu durumu şöyle açıklar;

Sonsuz üzerine mektubumda, parçaların sonsuzluğuna parçaların

çokluğundan varılamayacağı yollu beyanım, şu husus göz önünde

tutulduğunda açıkça anlaşılıyor: Parçaların sonsuzluğu parçaların

çokluğundan çıkarsanıyor olsaydı, parçaların daha büyük bir

çokluğunu kavrayamazdık; bunun yerine, parçaların çokluğu herhangi

verili bir sayıdan daha fazla olmak durumunda kalırdı. Ama bu

doğru değildir, çünkü eş merkezli olmayan iki çember arasında

kalan alanın bütününde, o alanın yarısında olduğundan iki katı

daha fala parça kavrarız. Bununla birlikte, bu alanın gerek

yarısındaki gerekse tamamındaki parçaların sayısı saptanabilir bir

sayıdan fazladır (Spinoza 2014, s. 356).

Bizi oluşturan, yani bize ait olan bağıntıları gerçekleştiren

sonsuz toplamların içine girdiği karakteristik bağıntılar,

bizim tekil, biricik olan özümüzü ifade ederler. Yani, hareket

ve dinginlik bağıntıları, tekil bir özü ifade etmekten başka

bir şey yapmazlar. Bu hiçbirimizin, aynı bağıntılara sahip

olmadığımız anlamına gelir, yani birey tekil biricik özdür ve

bu tekil öz, diferansiyel tipten bağıntılar olarak

karakteristik bağıntılarda kendisini ifade etmektedir ve sonsuz

küçüklüklerin sonsuz koleksiyonlarının oluşturduğu bu

diferansiyel bağıntılar altında bireye aittirler (Deleuze 2008,

s. 164-165). Böylece Spinoza için var olmak demek, bize belli

bir bağıntı altında ait olan sonsuz dışsal parçalardan oluşmak

demektir. Gerçek anlamıyla bize, belli bir bağıntı altında ait

olan, sonsuzca küçük genişleyebilir parça bize aitse var olmak

söz konusudur (Deleuze 2008, s. 165). Yalnız burada

belirtilmesi gereken önemli nokta, bir tavrın varoluşa

geçmesinin özü sayesinde olmadığıdır. Sonsuz uzamlı parçayı,

içinde özünün kendini ifade ettiği belirli bir ilişki altına

girmeye belirleyen mekanik yasalardır. Tavırlar özlerine dışsal

olan yasalar sayesinde varoluşa geçerler ve bu yasalar gereği

varolmaktan çıkarlar. İçinde kendini ifade ettiği bağıntının

işletilmesini belirleyen öz değildir. Bağıntılar kendilerine

özgü yasalar uyarınca birleşir ve dağılırlar (Deleuze 2013, s.

210-211).

Öldüğümüzde ise bizi var eden bağıntıların gerçekleşmeyi

bıraktıkları söylenebilir. Bizi gerçekleştiren parçalar artık

yokturlar. Çünkü parçalar artık başka bağıntıları

gerçekleştirmeye başlamışlardır. Ama ilk olarak, bağıntının

ebedi bir hakikati vardır, başka bir deyişle edimsel parçalar

tarafından gerçekleştirilmediği zaman bile bağıntının bir

tutarlılığı vardır yani bağıntının, gerçekleşmeyi bıraktığı

zaman bile bir edimselliği vardır. Ölümle kaybolan şey

bağıntının gerçekleşmesidir, bağıntının kendisi değil. Yani

tekil öz ile bu özün kendini ifade ettiği karakteristik

bağıntılar ebedidirler; oysa geçici olan şey yalnızca sonsuz

küçük parçaların bize ait oldukları yani bağıntıyı

gerçekleştirdikleri zaman süresidir. O zaman biz artık var

olmasak bile özümüzün varolmayı sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

Başka bir deyişle tekil özün, bireyin varoluşuyla birbirine

karışmayan bir varoluşu vardır (Deleuze 2008, s. 165-167).

Spinoza Ethica’nın ikinci bölümünün sekizinci önermesinde bu

durumu şöyle belirtir;

Varolmayan tekil şeylerin ya da tavırların fikirlerinin Tanrı’nın

sonsuz fikrinde bulunduğu, tıpkı tekil şeylerin ya da tavırların

biçimsel özlerinin Tanrı’nın sıfatlarında bulunduğunu idrak eder

gibi idrak etmeliyiz (Spinoza 2011, s. 175).

Böylece Spinoza için bir tavrın özü, özü olduğu tavır edimsel

olarak varolmasa bile varolmaktadır, gerçektir ve edimseldir.

Varolmayan tavır hiçbir şekilde olanaklı şey değildir, bu

tavrın özü, nasıl zorunlu olarak bir sıfatta içeriliyorsa,

fikri de zorunlu olarak Tanrı fikrinde kapsanan bir nesnedir.

Bir şey hakkında fikrimizin oluşması için, o şeyin muhakkak var

olması gerekmez. Var olmayan şeyler dahi Tanrısal düşüncede

mevcuttur. Spinoza bu fikri açıklamak için geometrik bir örnek

verir; dairenin öyle bir doğası vardır ki, bunun içinde kesişen

tüm düz çizgilerin kesmelerinin oluşturduğu dikdörtgenler

birbirine eşittir. Dolayısı ile bir dairenin içinde birbirine

eşit sonsuz sayıda dikdörtgen mevcuttur. Bu dikdörtgenleri,

dairenin içinde fiilen çizmedikçe, var olmazlar ama daire

fikrinde varoldukları için bizde fikirleri oluşabilir (Spinoza

2011, s. 177).

Yani Spinoza için örneğin bir kişinin özü, o kişi öldükten

sonra fiziksel bir gerçeklik olarak kalır. O, gerçek bir

varlıktır. Demek ki iki gerçek varlık olarak, bir kişinin

varoluşunun varlığı ile o kişinin özünün varlığı arasında bir

ayrım yapmak gerekir. Dahası bir kişinin varoluşuyla o kişinin

özünün varoluşu diye iki varoluş arasında ayrım yapmak gerekir.

Bir kişinin özünün varoluşu ebedidir, o kişinin varoluşuysa

geçicidir, ölümlüdür (Deleuze 2008, s. 168).

Deleuze’a göre Spinoza, insanın doğasına ait hiçbir şeyin

olmadığını düşünmektedir. Başka bir tabirle, o Aristoteles’in

yaptığı gibi, insanı “konuşan hayvan” olarak tanımlamamaktadır.

Spinoza, her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur.

Ona göre, özgür ve akıllı doğulmuyor. Bu tümüyle

karşılaşmaların keyfiyetine, yani çözülüp dağılmaların

nasıllığına kalmış bir şeydir. Doğamız itibariyle özgür

olduğumuzu düşünen yazarlar belli bir doğa fikrine sahip

olanlardır. Bunlar bir anlamda kendilerini bağımsız bir Töz

olarak düşünüyorlar. Eğer kendimizi bir Töz olarak değil de,

bağıntılar toplamı olarak görüyorsak özgür olduğumuzu iddia

etmek zordur (Deleuze 2008, s. 79).

Spinoza’ya göre, özgürlük ancak kişinin kendi potentiasını yani

kudretini ve diferansiyel bağıntılarını bilmesi ile mümkün

olur. O “potentia” kavramını “kudret” manasında kullanmaktadır.

Ona göre her varlığın kudreti vardır. Denizin, ırmağın, kuşun

bir kudreti bulunmaktadır. Şüphesiz insan da kudret sahibidir.

Bu yüzden kişi bu kudreti ortaya koymalıdır. Spinoza potansiyel

kudret ile ilgilenmez. Kişi ya kendini gerçekleştirir, ya da

gerçekleştirmez. Ama her varlığın kendisini içgüdüsel olarak

gerçekleştirmeye çalışacağını ileri sürmektedir. Kişinin

kendisini ortaya koyması, yani kudretini kullanması için

sınırlarını çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü kişinin kendisini

gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel sınırlarının

(maksimum ve minimumunun) nerede başlayıp nerede bittiğini

bilmemesidir. Dolayısıyla kişinin özgürlüğünün yolu bilgiden

geçmektedir. Bu yüzden Spinoza’ya göre insan, bulanık

fikirlerden, açık seçik bilgiye, oradan tüm varlığa dair

sezgisel bir bilgiye ulaşmaya çalışmalıdır. Böylelikle düşünen

varlık olarak evrendeki yerini anlamaya başlar. Böylece

Spinoza’ya göre, elimizden geldiği kadar, potentia, yani

kudretimizi kullanmaya, yine mümkün olduğu kadar bizi oluşturan

bağıntıların açık seçik bilgisine sahip olmaya gayret etmek

gerekir.

Spinoza’ya göre zihnin ulaşabileceği en üstün bilgi, Tanrı

bilgisidir. Tanrı, düşünülebilen her şeyin “altındaki” tek

ortak Tözdür ve hiçbir şey O’nsuz düşünülemez. Spinoza’ya göre

bu bilgi ile bütün bildiklerimizden haz duyarız. Bu haz fikri

de sahip olduğumuz Doğa veya Tanrısal düzeni anlamış olmaktan

kaynaklanır. Böylece Spinoza gerçek özgürlüğün ancak bu tür bir

bilgiyle elde edileceğini söylemektedir Yani insan kendi

potentiasını, kudretini yani kendini oluşturan sonsuz parçanın

hangi diferansiyel bağıntılar altında var olduğunu bilip onu

gerçekleştirmesini ve kendi kudretini aşan şeyleri kabul

etmesini bilmelidir. Öz varlığı bakımından Tanrı ile bağlantılı

olan insan, doğasına uymalı ve Tanrısal bağlama girmelidir.

Çünkü özgürlüğün alanı bu Tanrısal bağlamdır (Erdemli 1990,

s.152). Spinoza’ya göre, insan tüm güçlerine Tanrı’dan dolayı

sahiptir ve insanın Tanrı’dan dolayı sahip olduğu en büyük

gücü, insanı tüm diğer bireylerden ayırdedebileceğimiz yanı,

kozmik düzeni düşünme ve bilme gücüdür. İnsan işte bu gücü

sayesinde en yüksek iyiyi kazanabilir. Çünkü insan için en

yüksek iyi, Tanrı’nın bilgisidir (Zelyüt 2011, s. 66).

Spinoza’nın özgürlük anlayışı Tanrı veya Doğa anlayışı ile

oldukça ilişkilidir. Nitekim Spinoza’da her biricik olanın ve

her insanın temelinde Tanrı yada Doğa vardır. Buna göre, gücü

oranında kendinde derinleşen insan, gücü oranında Doğaya yada

Tanrısal sonsuzluğa açılmaktadır (Erdemli 1990, s. 142). Bu

noktada, her biri kendine özgü olan bütünün tek tek unsurları,

bir araya gelirler ve karşılıklı etkileşime girerler. Bu

birlikteliğin sonucunda da bir uyum tablosu ortaya çıkar.

Spinoza’nın Mayer’e mektubundaki geometrik örneği, yani iki

daire arasındaki uzaklık eşitsizliklerinin toplamı böylece

birey dâhil, varolan tüm tavırların halini betimler ki bu

tavırların parçaları daha büyük ya da daha küçük sonsuzlar

oluşturarak, tüm bu sonsuzların oluşturduğu kümeyi Evrenin

Şeklini bütünler. Bu şekil ya da bu toplam, aynı yayılım sıfatı

içinde tüm kudret derecelerini ya da tüm tavır özlerini

kapsadığı ölçüde Tanrı’nın her şeye gücü yeterliğine denk

gelir.

Böylece Spinoza’da insan, bulanık düşüncelerden ya da imgeleme

dayalı kavrayıştan gerçek nedenlere ilişkin bilimsel bilgiye ve

evrenin bütününe dair sezgisel bir kavrayışa yükseldikçe,

düşünen bir varlık olarak evrendeki yerini anlama durumuna

gelir. Eğer insan bunu anlamazsa, onun için özgürlük ve

mutluluktan bahsedilemez (Cevizci 2002, s. 116). Özgür insan,

aklın emirlerine göre yaşayan insandır. İnsan akla uymakla

özgürlüğünü elde edebilmektedir. Ancak bu özgürlük, insanın

kendi sınırlarını bilmesinden ibaret görünmektedir.

Spinoza açısından, ancak bilgili ve akıllı bir insan özgür

olabilir. İnsan varlığı, Doğanın bütününe ilişkin gerçek

bilgiye, kendi eylemleri ve tepkilerine ilişkin psikolojik ve

fizyolojik bilgiye sahip olduğu ölçüde, eylemlerinin belirli

nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kavrar. Ayrıca insan,

bilgisi arttığı ve Doğanın bütününe dair sezgisel kavrayışa

ulaştığı oranda, bütün eylemlerinin sonsuz nedenler

zincirindeki zorunlu bir halka olduğunun bilincine ulaşır

(Cevizci 2002, s. 116). Böylece Spinoza için özgürlük, herhangi

bir nedeni olmayan bir davranışta bulunma yetisi değildir.

Özgürlük, bir belirlenmişlik durumudur (Arslan 1999, s. 126).

Başka bir deyişle, özgürlük Doğa’da egemen olan zorunluluğun

kavranmasıdır. Herşey Doğa’nın evrensel yasaları ile anlaşılmak

zorundadır; çünkü Doğa her yerde ve her zaman bir ve aynıdır

(Zelyüt 2011, s. 66).

Sonuç olarak, kendi doğası ya da tanımı gereği sonsuz olan

Tanrı, Töz ve sıfatlar yani attributumlar ile özü değil de,

nedeni gereği sonsuz olan tavırlar yani moduslar; sonsuz

edimsel parçadan oluşan bireyin, kendisini oluşturan

diferansiyel bağıntılara ve Tanrısal sonsuzluğa dair bilgisi

sonucu özgürleşmesi ile birlikte, sonsuzluğun hiç bitmeyen

döngüsü içinde en büyük sonsuzluk olan Tanrısal sonsuzluk

içinde buluşmaktadır.

KAYNAKÇA

1. Arslan, A. (1999) Felsefeye Giriş, Ankara: Vadi Yayınları.

2. Cevizci, A. (2002) Etiğe Giriş, İstanbul: Paradigma Yayınları.

3. Deleuze, G. (2008) Spinoza Üzerine Onbir Ders, çev. Ulus Baker,

İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

4. Deleuze, G. (2013) Spinoza ve İfade Problemi, çev. Alber Nahum,

İstanbul: Norgunk Yayıncılık.

5. Erdemli, A. (1990) “Spinoza’nın Ahlak Anlayışı”, Felsefe Arkivi,

sayı: 27, s. 115-157

6. Magee, B. (2000) Büyük Filozoflar, çev. Ahmet Cevizci, İstanbul:

Paradigma Yayınları.

7. Rızk, H. (2012) Spinoza’yı Anlamak, çev. Işık Ergüden, İstanbul:

İletişim Yayınları.

8. Spinoza, B. (2014) Mektuplar, çev. Emine Ayhan, Ankara: Dost

Kitabevi.

9. Spinoza, B.(2011) Ethica, çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul:

Kabalcı Yayınevi.

10. Zelyüt, S. (2011) Spinoza, Ankara: Dost Yayınevi.