Levent Bayraktar, "Felsefe ile Bakmak", Bizim Külliye, sayı 57, 2013, s. 54-55

96
57 ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ Sayı: 57 Yıl : 14/2013 İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM İdari Sorumluluk ÖMER KAZAZOĞLU Yazı İşleri KEMAL BATMAZ Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Danışma Kurulu Prof. Dr. Sadık K. TURAL Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç.Dr. Mustafa YAĞBASAN Dr. M. Naci ONUR Uzm.Necati KANTER A. Faruk GÜLER Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 70 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) [email protected] www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500 2 3 6 7 14 19 25 27 28 29 37 40 42 46 48 53 54 56 58 61 64 65 66 77 78 80 83 84 85 88 91 93 95 Bizim Külliye’den Nazım Payam Beş Şehir'in sırrı Seval Koçoğlu Şairin/şiirin gayriresmi tarihi Levent Bayraktar Felsefe ile bakmak D. Mehmet Doğan Şehir, medeniyet ve kitap Beyhan Kanter Fethedilmeyen İstanbul: Pera Uygun Ahmet Eker Baksı'da müze Leyla ve Nekre İki ayrı Rıdvan Canım Mevlânâ'nın aşkı Şems'in yurdu: Tebriz Yusuf Dursun Zamanı geldi Bekir Oğuz Başaran Mustafa Miyasoğlu'nun ardından Şemsettin Ünlü röp. A. Faruk Güler M. Naci Onur Şehrimizde yeni kitaplar Orhan Koloğlu Harput Mahir Adıbeş Bizim şehir Ahmet Uludağ Eylül ve yaz Gıyasettin Dağ Harput'a adanmış bir ömür... Naim Özdamar 21. Hazar şiir akşamlarının ardından Yeliz Öztürk Kitap-vitrin Pervin (Azerbaycan) çev. İmdat Avşar Turbo Tima Nurettin Durman Mevsimin ışıltıları İhsan Fazlıoğlu röp. Vefa Taşdelen A. Vahap Akbaş röp. Kemal Batmaz M. Kayahan Özgül Kitabın alın yazısı Köksal Alver İsim-şehir Ömer Kazazoğlu Sabah sözleri Kalender Yıldız Keşif Vefa Taşdelen Kitap ve hikmet üzerine Cengiz Aydoğdu Gökler bile dışımızda değil Nâmık Açıkgöz Şehirler, kütüphaneler ve müzeler Mehmet Kurtoğlu Şehir kütüphaneleri Nurullah Alkaç Kütüphane Taner Tatar Şehirde tükenen kelimeler

Transcript of Levent Bayraktar, "Felsefe ile Bakmak", Bizim Külliye, sayı 57, 2013, s. 54-55

57ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ Sayı: 57 Yıl : 14/2013

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

NİHAT ERİŞ

Genel Yayın YönetmeniNAZIM PAYAM

İdari SorumlulukÖMER KAZAZOĞLU

Yazı İşleriKEMAL BATMAZ

Tashih MAHMUT BAHAR

RöportajTANER NAMLI

Dizgi-Tasarım-Kapak-WebAYDIN KARABULUT

Hukuk DanışmanıAv. Şuay ALPAY

Danışma KuruluProf. Dr. Sadık K. TURALYavuz Bülent BAKİLERProf. Dr. Ahmet BURAN

Doç.Dr. Mustafa YAĞBASANDr. M. Naci ONUR

Uzm.Necati KANTERA. Faruk GÜLER

Abone ve ReklamYurt İçi: MUSTAFA YAVUZ

Posta Çeki Hesap No:1285029

Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI

EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ

Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114)Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65

BaskıTDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi

Tel. 0312 354 91 31Yenimahalle / ANKARA

Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL Yurt Dışı: 40 Avro

Yıllık Kurum Abone: 70 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.

Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu

yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz.

e-posta (e-mail) [email protected]

ISSN:1302-3500

236714192527282937404246485354

56586164656677788083848588919395

Bizim Külliye’den

Nazım PayamBeş Şehir'in sırrı

Seval KoçoğluŞairin/şiirin gayriresmi tarihi

Levent BayraktarFelsefe ile bakmak

D. Mehmet DoğanŞehir, medeniyet ve kitap

Beyhan KanterFethedilmeyen İstanbul: Pera

Uygun Ahmet EkerBaksı'da müze

Leyla ve Nekreİki ayrı

Rıdvan CanımMevlânâ'nın aşkı Şems'in yurdu: Tebriz

Yusuf DursunZamanı geldi

Bekir Oğuz BaşaranMustafa Miyasoğlu'nun ardından

Şemsettin Ünlüröp. A. Faruk Güler

M. Naci OnurŞehrimizde yeni kitaplar

Orhan KoloğluHarput

Mahir AdıbeşBizim şehir

Ahmet UludağEylül ve yaz

Gıyasettin DağHarput'a adanmış bir ömür...

Naim Özdamar21. Hazar şiir akşamlarının ardından

Yeliz ÖztürkKitap-vitrin

Pervin (Azerbaycan)çev. İmdat AvşarTurbo Tima

Nurettin DurmanMevsimin ışıltıları

İhsan Fazlıoğluröp. Vefa Taşdelen

A. Vahap Akbaşröp. Kemal Batmaz

M. Kayahan ÖzgülKitabın alın yazısı

Köksal Alverİsim-şehir

Ömer KazazoğluSabah sözleri

Kalender YıldızKeşif

Vefa TaşdelenKitap ve hikmet üzerine

Cengiz AydoğduGökler bile dışımızda değil

Nâmık AçıkgözŞehirler, kütüphaneler ve müzelerMehmet KurtoğluŞehir kütüphaneleri

Nurullah AlkaçKütüphane

Taner TatarŞehirde tükenen kelimeler

Muhterem Okurlar,

Okuru da yazarı da bulunduğu atmosferin dışında bambaşka şeylerle meşgul olmayı tercih ettiklerinden yaz dönemine tesadüf eden dosya konuları dergi mut-fağındakileri hep sıkıntıya sokmuştur. Mutfağındakiler yine de durumu muhataplara sezdirmeden yetersiz güçle kulaç atmayı sürdürürler. Fakat dosya konumu-zu “Şehir ve Kitap” seçmemizden midir, yazarlarımızın, şairlerimizin dirayetinden midir, bu kez öyle olmadı. İs-tenilenden âlâ bir sayı ile sizlere ulaştık.

Şehir, bir kitabın yazılışına nasıl tesir eder, kütüp-hanenin bir şehre katkısı nedir, kitapların niceliği mi, niteliği mi önemlidir, yazı medeniyeti, mevcut mede-niyetleri nasıl yönlendirmiştir? İhsan Fazlıoğlu “Kitap, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeni-yetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalış-mışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüpha-neler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyor” dedikten sonra neden “Kitabı bırak, okumaya bak!” deme gereği duymuştur? Bütün bu soruların ce-vaplarını “Şehir ve Kitap” dosyamızda bulabileceğinize inanıyoruz.

Gelecek sayımızın dosya konusu : “Edebiyat ve Değişim”

Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz.

Bizim Külliye

Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur. Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuş bir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerek ağlamaktır. Yaraya göre değişmek ve yüreği beş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyle olur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancak böyle doğar.

Beş Şehir'in sırrı

NAZIM PAYAM

Anadolu’nun ka-dim şehirleri, Beş Şehir ara-

sında olmayışın ıstırabını niçin duyarlar? Kimlikli şehirlerimizin yazıyla müşerref evladı, yazdığını neden onun bir devamı

olarak gösterir hemşerilerine? İmrenilen tarih mi, kültür mü, mazisi yazılan şehirler mi? Ya insan hâllerini görmezden gelen es-erlerin bıraktığı bıkkınlık? Sahi, Beş Şehir’le şerefyap olmuş Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un ortak yanları nelerdir? Yazıya geçirilmeleri bir tesadüf mü yoksa? Her neyse; Beş Şehir’in dünden bugüne taşımaya durduğu asalet uyumunu da yadsıyamayız. Belki de başat olan; yazarın metinlerinde hüznü bir örtü gibi kullanması; dili, üslubu... Düzyazının notası ancak böyle olur dedirten zarifliğin o muntazam iç disiplini.

Bilemiyorum şimdi? Sorular cevapları da

3ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

içerse, hâlâ sırrını çözmüş değilim. Beş Şehir’i ‘70’li yıllarda okumuştum. Bildiğim; hangi ruh püskürmesiyle yazılmış ise, okurunu da o renk ve tona çarçabuk sahiplendirmesiydi.

Şehrin yansıttığı şey, insandır. Şehirde büyük yapılar, sanat eserleri, doğal hayat, olaylar, ol-gular insanla yenilenir. Zaman, yeni nesillere ihtiyaç duyan şehre ne yaparsa bir benzerini de şehirliye yapar. Şehir ve insan ilişkisi anne-çocuk ilişkisidir. Bazı edipler bunu umursamıyor, yer-linin şehir muhabbetini, mazi muhabbetini bugünün mücadelesinde anmak istemiyorlar. Hurdacı dükkânı gibi algılıyorlar maziyi. Ken-dileri nasıl besleniyorsa herkesin öyle, ayaküstü beslendiğini zannediyorlar. Modernliği, yeri yurdu belirsiz gezginde umuyor, her tarafa yay-van kıvraklığı döşüyorlar. Kalıcı huzurun izini sürmek, Huzur’un romanını yazmak nedense akıllarına gelmiyor.

Bazı edipler ise hayata, bir ölünün mesafesin-den bakıyor, telaşın, koşuşturmanın bütün yollarını kapatıp şehirliyi sürü olarak dondur-maya çalışıyorlar. Bunlarda insan, korkulanla var. Yazdıkları, okuru kendilerine bağımlı kılma iksiridir. Okur, bunlar tarafından histeri nöbetiyle takip edilir. Yanılgının, yanlışın çığlığını kim duyurursa onu, ‘günah çocuğu’ olarak tanımlamakta sakınmıyorlar. Toplumun ihtiyaçla hayalinden; taleple reddinden salgın bir hastalıkmış gibi kaçınıyor, acıyı, yokluğu, ezikliği insan gerçeğiyle çözmeye yanaşmıyorlar. Sinelerine çekip sevgi bahşettikleri ise yalnızca kendilerine teslim olanlar.

Şehirde ağlayana elbet bir taş duvar bulunur. Oysa şehir, insanına yakışan tecrübeden doğmuş

bir sanat mucizesine, bir kitaba gömülerek ağlamaktır. Yaraya göre değişmek ve yüreği beş duyusuyla sızıya yönlendirmek ancak böyle olur; milletin güzeli, kişiye güzel kader ancak böyle doğar.

Doğan, ölecekten doğarBizde edebî birikim vardı. Klasik şiirimiz

kalıbını bulmuş ve medeniyetini ifade etme kemalindeydi. Hele mesnevilerimiz: Âlemi sığdırırdı içine. Mesela XVI. asırda İstanbul’un görünüşünden vecde gelen şair Nüvîsî, koca şehri şeker-şerbet içecek sanırsınız:“Bi-hamdi’ llâh şükür minnet Hudâya / Bu nazmoldı müyesser ben gedâya…” Fakat ne yazık ki ıstırabımızı derinleştiren, zevklerimizi değiştiren yeni oluşumlar eski edebi türlerimizle uyuşmazlık içindeydiler. Tedavülden kalkması gereken-lerse yerine, “bizim” diyebileceğimiz pek bir şey koydurmadı. Dışarıdan devşirdiğimiz tiyatroymuş, eleştiriymiş, anıymış, romanmış, denemeymiş; nice emek, kılığına girdiği yeni edebî tür yüzünden saman alevine karıştı. Sa-mimiyetimizi, coşkumuzu, öfkemizi kıvamında yansıtamadık. Tanzimat sonrası şu kadar yıl, aşk ve nefret aşısını aynı enjektörden aldık. Yatağını bulamayan düşüncemiz, havanda su dövdü.

Sayıları az da olsa yeni ile uzlaşmayı başaran nadir edebiyat adamlarıydı tesellimiz.

Evet! Yazarımız, şiirden düzyazı çıkaran nadirlerden biriydi: Sanatına temkinliydi. Dağarcığını yivleyen kelimeyi kökboyasıyla sınardı. Geceler, alevle tütsülediği cüml-eye sarılır, sabah, tütsülediğinin nakşına bürünürdü. Yazacağının yolunu kalıcı terci-

4ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

hler, nasırlaşmış sorunlar belirlerdi. İçinde konaklayacağı yeni mülke talepleri olan bir canlı mesafesinden bakardı. Kaderin iyisine de kötüsüne de kendisini dahil ederdi. Ömrünün eseriyle nikâhlanacağına emindi. İbadetini gelinlik kızların dokuduğu seccade üzerinde yapar, sırrını seccade üzerinde açardı. Bu mera-simdendir ki o, çınarın yamasız gövdesinden yontulmuş masasına eğildiğinde, kaleme aldığı her paragraf ya bitmiş bir hayatın özeti ya da bir şehre giriş olurdu.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, kendisine bir mazi, bir şehir ve bir kalem arayan sakinine fotoğrafını fevkalade başarıyla göstermesi bundandır. Ve yine bundandır ki günümüz ok-uru, şehrengizlerin konusuna, temasına, diline hâlâ yazarımızın becerisinden, yazarımızın kül-tür mihenginden bakıyor, Beş Şehir’in damakta bıraktığı tadı arıyor.

Tabii, yazar için bu, bir niyet ve nasip işi. Tanpınar’a nasip bir başka güzellik de ‘oluş

çağlarında Yahya Kemal’in balı ile beslenen-ler arasında’ bulunmasıydı. ‘Mesut bir tesadüf ’ ona yeteneğinin ustası ve zevkinin kılavuzunu göstermişti. Artık Tanpınar’a düşen hocasıyla yetinmeyip rastladığı yüzlerde hocasının hatlarını, hocasının bakışını yakalamak, hocasının maksadı üzere kendisiyle yüzleşmek, sancılı mizacını yazarak sakinleştirmekti. Öyle de yaptı.

Beş Şehir yazılmasaydı ne feci ihmal olurdu! Şu an onun yokluğunu akla getirmek yahut varlığını hafife almak bile ürpertiyle dolduruyor içimizi!

Eğer Beş Şehir yazılmasaydı cetlerimizin “Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve iman”dan habersiz kalacaktık. Akabinde mazi ve manzara yaralı ruhlardan sızan irinle sıvanacak, taş ve toprak arasında insanı çıldırtan

berbat kokuyla yoğrulmuş rotasız bir yığın ol-maktan kurtulamayacaktık. Daha da kötüsü; “Ruhumuzun en sanatkâr tarafı muhakkak ki sizin hülyanızla” beslenmemiş olacaktı.

Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk. Tam o saatlerde idi; Yahya Kemal konferanslarına, gazete ve dergi sayfalarına serdiği “Aziz İstanbul”uyla çağımız şehrengizler yolunu açtı.

Ardında, Tanpınar ve Beş Şehir…Yahya Kemal, ‘beş yüz seneden beri

İstanbul’u ve Boğaziçi’ni beşeriyetin hayaline nakşeden’ Türklüğü kazımak isteyenlere bunu başaramayacaklarının işareti olarak nasıl tarihi ve sanat eserlerimizi gösteriyorsa Tanpınar da Beş Şehir’i ile, nice kalemşorun yana yakıla kabul-lenmeye durduğu “fukaralık nizamı”nı boz-mak, “sükût suikastı”nı jurnallemek, şehrinin imarı, inancı ve tarihi olmuş insanımıza özle-nen “şehir mefhumunu” yeniden kalıba dök-türmekte direniyordu.

Beş Şehir bu terkibe göre düzenlendi. Hayat tecrübemize kimlik veren Bizans’ı, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, çiçeği burnunda dev-leti bir kilim deseni gibi yekpare ördü. Şehrini arayana, şehriyle bütünleşemeyen mahrumlara içinde bulunduğu, içinde sarsılacağı musikiyi sundu. Hafıza mızrabı, mazide bırakılanların teline dokundukça gün, ay, yıl arasında sahip-sizlikten göçene, unutulana, adsıza hayıf landı. Sarayda, konakta, han odalarında kaybolanın türküsünü söyledi. Bahçesinde hâlâ güller parıldayan harabelerin talihine yandı. Fakat zihinlerde yeni arzular uyandırmayı asla ih-mal etmedi.■

Kanallar değişiyordu. Su kesilmişti. Mutfağa, kilere, sandığa siyah perde çekilmişti. Açtık; bilmeye, bilinmeye muhtaçtık! Yeniden doğuşun ‘kültür devrimi’ kargaşasıydı yaşanan. Koparılan, yasaklanan, saklanılan değerlerimizi hatırlatan ‘üzüntü’ye şükreder olmuştuk.

5ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Kalbim biraz gayret etsenSes verecek karşı yamacın Mahzun bakışlı menekşeleriKederin dolaştığı yerlerdeMahcup tebessümlerleKarşılasınlar seni hiç olmazsaBöyle bir yüzle dolaştığında Bilemezler mi diyorsun sırrınınDerininde yuvalanmış yüzünü.

Kalbim biraz kendine dokunKederim ol kaderime dokunBilemedim mesela ne gibiGüzelleşecek belki sonunda Merhabayla geçtim yanından Kendine kalabalık olurken birDedim bu kıyılarda telaşsızBu kaldırımlarda bir hevesGüzelleşsin diye herkes.

Geçtim geldim içime bir hayliHavasını sevdiğim gecenin de Başka yüzü varmış biliyor musun?

NURETTİN DURMAN

MEVSİMİN IŞILTILARI

6ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

İhsan Fazlıoğlu, Prof. Dr., İMÜ, Edebiyat Fakül-tesi, Felsefe Bölümü

1966 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Üni-versitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi (1989). Ürdün Üniversitesi’nde (Amman) ve Arap Bilim Tarihi Enstitüsü’nde (Halep) bilim ve matematik tarihi üze-rinde araştırmalar yaptı (1990-1992). Yüksek lisans çalışmasını İ.Ü. Bilim Tarihi Bölümü’nde (1993); doktorasını, İ.Ü. Felsefe Bölümü’nde tamamladı (1998). Oklahoma Üniversitesi’nde (ABD) sahasıyla ilgili araştırmalar yaptı (2001-2002). 2005 yılında do-çent oldu. Mc Gill Üniversitesi, İslam Araştırmaları Enstitüsü’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu, proje danışmanlığı yaptı ve kıdemli araştırmacı ola-rak çalıştı (2008-2011). Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir.

Fazlıoğlu, felsefe-bilim tarihi ile matematik tarihi ve felsefesi üzerine yoğunlaşmakta, özellikle bu yapı-ların İslam-Anadolu Selçuklu-Osmanlı-Türk medeni-yet tarihi içerisindeki gelişmelerini yazma kaynaklara dayanarak incelemekte ve yayınlar yapmaktadır.

İ H S A N F A Z L I O Ğ L Uile şehir ve kitap üzerine

Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler ve rasathanelerde dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle,

medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.

VEFA TAŞDELEN

Uzun süredir, doğu ve batı kültürünün klasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma se-rüveniniz esnasında, kitapların ve kütüpha-nelerin oluşumu ile kültür ve medeniyetlerin oluşumu arasında nasıl bir ilişkiyle karşılaş-tınız? Medeniyetin oluşumunda kitabın ve kütüphanenin nasıl bir yeri var?

Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret etti-ği üzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bu nedenle, soru, yazının icadına değin geri gider. Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmin gelip geçtiği Mezopotamya’da, çivi yazısıyla ya-zılmış tabletler için ‘kütüphaneler’ kurulmuştu. Benzer durum, Mısır papirüs kütüphaneleri için de geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüs örnektir; her türlü malzemeye yazılan ‘kitaplar’ için depolar bulunmaktaydı. Elbette, ‘kütüpha-ne’ sözcüğünün mefhumu farklıydı; ancak, bir çekirdek misali ileride olacağı şeyi kuvve hâlinde içeriyordu.

İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarak belirlenir. Yazının ve yazılı malzemelerin amacı

Kitabı bırak, okumaya bak! (İ.F)

7ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

“Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir.

neydi? Mevcut bilgi üretimini kayda geçirmek, istiflemek, korumak ve aktarmak. Öyleyse yazılı malzeme, kültürler için bireysel belleği (hâfıza) aşan ve bireyin ölümüne bağlı olmayan bir dış-bellek oluşturdu; ve sürekli başvuruldu. Koru-ma, öncelikle dinî konularda ortaya çıktı ama en etkili kâtip ve hâsib sınıfının gereksinimiydi. En genel anlamıyla, devletlerin gereksinimleri için üretilen bilgi, muhafaza edildi ve aktarıldı. Baş-ka bir etmen öğretimdir; muhafaza edilen bil-ginin, nesiller arası aktarımı için oldukça fazla yazılı metin üretildi.

Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi, kayda geçirilmesi ve aktarımı, ehliyet ve ni-yet konularında her zaman tartışma yarattı. Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum, Eski Mısır’a kadar geri gider... Astrolog, simyacı vb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kaleme aldılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklı gerekçelerle sürdü; sonuç itibariyle, belirli alan-lardaki bilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda ge-çirildiler.

Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıyla kütüphaneye işaret etmezler; çünkü mefhum olarak ortada henüz kitâb yoktur. Kaynaklar-da, “İskenderiye Kütüphanesi’nde 400 bin cilt kitap mevcuttu” denilişi, bir şehir efsanesidir; burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet ve diğer yazı malzemeleridir ve demek istenilen, 400 bin parça malzemedir. Daha sonra, bu deyiş, bir ve-cize hâlinde gelmiş, bir kütüphanede fazla kitap bulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt ki-tabı var” denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâm Medeniyeti’nde yaygınlaşmıştır ve esas itibariy-le, İskenderiye örneğinde, kendinden önceki kültürlere bir meydan okumadır.

Kitap, yazma biçimiyle, İslâm temeddünü-nün bir icadıdır; ve medeniyet ile felsefe-bilim

tarihinde bir kırılma noktasıdır. Çin’in ipeğe dayalı kâğıt üretimini ucuz malzemelerle yapan Uygur ustalarının, Abbasî yöneticileri tarafından istihdamı ile yeterli kâğıt (ki, Çince’dir) üretimi gerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’daki Beytu’l-Hikme’de, bildiğimiz çeviri hareketi ger-çekleştirilebilmiştir. Bu nedenle, kitâb, tarihte, bilgisayar ile mukayese edilebilir. Artık bilgi daha güvenilir ve taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuş-tur; böylece, tarihteki yatay ve dikey yolculuğu daha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.

Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitap, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalış-mışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kü-tüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutul-ması anlamına geliyordu. Kitap, bir tür fetihti; bilginin fethi... Dolayısıyla, bizatihi kitabın ken-disi değil, muhafaza ettiği bilgi, medeniyetlerin oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için olmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasında saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır kılınması, özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesafe kat etmesi demekti.

Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarat-tı. Kâğıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat, süsleme sanatları ve öteki çok çeşitli unsurlar. Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler ve rasathanelerde dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kur-du; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü... denilebilir.

Kadim şehirler, felsefenin, düşüncenin, kültür ve medeniyetin filizlenme noktaları... Atina, İskenderiye, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler,

8ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

yazı kültürünün geliştiği, okunduğu, okun-makla kalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu açı-dan bakıldığında, kitap ve şehir arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir ve maddî ile manevî güvenliğin olduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortaya çıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasının da şehirde mütedavil olması oldukça olağan bir durum. Medine-i Münevvere, “Aydınlanmış Şe-hir” demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatının ilâhî olması, bilginin değerini yükseltir; mahi-yetini değiştirmez. Bu nedenle, yazı ve ona iliş-kin her şey, son derece önem kazanmıştır İslâm şehrinde. Nübüvvet’ten sonraki makam ilim’dir; ilmin bu kadar değerli olduğu yerde, onun hâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması kaçı-nılmazdı. Dikkatinizi çekerim, önemli olan kita-bın bizatihi sureti değil, vazifesi, dolayısıyla ama-cı... Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini “İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Alî’yi işaret etmiştir. Bu nedenle, köyde, dağda, bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yer şehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer, orada çoğaltılır; orada müfredata girerdi.

İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değer olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Mehmed Fenârî, Bursa’da, XIV. yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtını kurmaya başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayı-sını çoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma gününün yanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi, çoğaltması için de Salı gününü tatil etti. Daha sonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil, ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan Yıldı-rım Bâyezid’in siyasî idealine uygun olarak, Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksek derecede temsil edecek bir seviyeye gelmesi... Kitap, klasik dönemde, iddianızın göstergesiydi; özellikle siyasi teklifinizin ciddiyeti, ülkenizde bulunan âlim, kütüphane ve kitap sayısıyla ölçü-lürdü... Sizde yoksa başkasına ne verebilirdiniz ki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yal-nızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”. Çar-şı-pazarın kitap kaynaması, bir ülkenin siyasi gücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukuk

bilmeyen insan için “Kitapsız adam denir” ya; aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı şe-hir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”. Kitap, Müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, öteki-lerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap üzerinden dillen-dirmek son derece dikkat çekicidir.

İnsanlık tarihindeki trajik olaylardan biri de, kütüphanelerin yakılmasıdır. Kütüphanelerin yakılması, nasıl bir ruh halinin eseri olabilir?

Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eylemin bilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemde belirli bir kastı olmaz; Moğollar gibi... Camiyi, saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın ve kütüphanenin ne olduğunu bilmesini bek-leyemeyiz. Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi, doğru ve yanlışı, idraki oranında tahkik edebilir; bu nedenle, tenkitte, kast dışında, kişinin idrak oranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı ge-çelim...

İkinci tür kitap yakma nedir? Herhalde, ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, o kitapların içerdiği ve temsil ettiği anlam-değer dünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizati-hi kitap değil koruduğu bellektir; sahip olduğu iddialardır. Bu, gayet doğaldır. Çatışan iki fark-lı anlam-değer dünyası, birbirine ait olan her şeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki, klasik dönemde bilgi, mahallî yapılarla, anlam-değer dünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda, ilk kültür emperyalizmi denilebilecek eylemi, Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini ele geçirince, etrafında bulunan bilginler -ki, biri, hocası Aristoteles’in yeğeniydi-, önemli bulduk-ları bilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yok etmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özel-likle Kutbuddin Şirâzî, Şerh hikmet el-işrâk adlı eserinde, bu vakıayı, felsefe tarihi açısından in-celer.

Şimdiye değin verdiğimiz bilgiler birer tespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyle olacaktır! ABD’nin soğuk savaş döneminde, Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklı kitaplara yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kü-

9ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

tüphanelere yapılanlar bilinmektedir. Türkiye’de de farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır. El-bette, insanlık tarihinin şu merhalesinde her şey inceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleri de incelmiştir. Tarihte, insanın doğasından kaynaklanan olgu ve olaylara bakılmalıdır; ahvâle değil. İnsan, kendi dünyasını korumak için başka dünyaları yakar, yıkar; bu, başka dünyanın tecessüm ettiği şey kitap, bilgisayar, bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı, insan kendini trajik bir varlık kabul ettiği sürece, bu tür trajik eylemler de yapacaktır...

Bağdat Kütüphanesi (“kütüphane”yi aynı zamanda birikim anlamında da kullanıyo-rum), İslâm kültürü açısından büyük bir olu-şumdu. Yok olmasının, İslâm kültüründeki bu oluşum sürecine ciddi boyutlarda zarar verdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlan-gıcı olarak görülebilir mi? Bu kütüphâne, ne kadar özgün bir kütüphanedir? Yoksa Ernest Renan’ın dediği gibi, İslâm kültürü için-deki İslâm dışı unsurların oluşturduğu bir kütüphâne midir?

Öncelikle bir tashih... Kendimize ait konula-rı, Batılıların dediklerini dikkate alarak tartışma-malıyız. Hele hele, XIX. yüzyıl oryantalistlerinin ‘kültürel terörüne’ azamî dikkat etmeliyiz. Ağzı olan konuşmuş... Bir deli, kuyuya taş atıyor; biz de çıkarmaya çalışıyoruz. Bir tabip, kocakarı teş-hisini tahlil etmeye uğraşmaz; kendi muayene-sini yapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacak vaktimiz olmamalı.

İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavram çiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olayların pek çok değişkeni bulunmaktadır; indirgemeci olmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yal-nızca Bağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollar geldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme de yoktu ve Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir de-yişle, Bağdâd, İslâm temeddününün sıklet mer-kezi değildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, her şey bitti” düşünüşü bırakılmalıdır.

Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonra kurulan Merağa matematik-astronomi okulu-nun kütüphanesine bakıldığında -ki, yukarıda işaret ettiğimiz vecizeyi kullanarak 400 bin cilt-lik bir kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğru

değildir-, ciddi bir yekûnla karşılaşılır. Sonuç itibariyle, yalnızca Bağdat’ın düşüşü değil, tüm Moğol istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu –ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-, sarsmış ve sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır. Öte yandan, Moğol istilâsı, İslâm dünyasında, farklı ilmî-fikrî terkiplerin de ortaya çıkması-na vesile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsıl olur..., olmuştur da...

Biraz da, Endülüs kütüphanelerinden bahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin, külliyatın, Batı’ya aktarımı konusu da dik-kate alındığında, neler söylenilebilir? Bağ-dat kütüphanesi ile Batı medeniyetinden alı-nan katkı, Endülüs kütüphanesi ile yeniden Batı’ya mı aktarılmıştır?

Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan bir şey almamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi ka-dim kültür havzaları yanısıra, Hint ve İran ile Eski Yunan ve Helenistik kültürünü tevarüs ve temellük etmiştir. Temellük önemlidir, çünkü İslâm Medeniyeti’nde, hâlâ her şeyi tercüme hareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, bir şey başlatmamıştır; tersine tercümelere, zaten başlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır. İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şey yoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, man-tık biliminin ilkelerini göz önünde bulundura-rak, Çin ve Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu; İslâm ve Akdeniz kültür havzasını, Batı diye kabul ederler. Modern ve Çağdaş kavramlarla, tarihî olgu ve olayları incelememeliyiz. Bu tür alma ve verme olguları, modern ulus devlet kav-ramlarıyla okunuyor. İslâm bilginleri için nazarî ilim, insanlığın ortak malıdır. Taşköprülüzâde ne diyor: Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz...

Evet! Kadim miras tevarüs ve temellük edildi; çevrildi ve her şeyden önce kadim birikim, ‘kitap’ haline getirildi. Bu nokta, son derece önemlidir; Müslümanlar tespit ettikleri tüm kadim mirası kitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir. “İslâm Medeniyeti, bir yazma/yazı medeniyetidir” der-ken, kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâm öncesi, örnek olarak, astronomi eserleri kaç ta-nedir; hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz. Ama İslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı ast-ronomi kitapları için birkaç oda gerek. Niçin?

10ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’nde icat edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle Büyük Selçuklu ve Osmanlı döneminde öğretim ku-rumlarıyla, toplumsallaştırdı.

Süreç içinde ve pek çok değişik nedenlerle, Avrupa, İslâm birikimini uzun bir zaman dili-minde, kendi ölçütleri içinde, çevirdi. Hemen söyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirli bir bilinç eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başla-madı; tersine bu çevirileri olanaklı kıldı. Akta-rım da, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bunun yanısıra, Sicilya, Trabzon ve İstanbul da birer merkezdiler. Seyyahların ve Avrupalı bilginlerin özel girişimlerini hiç saymıyorum.

Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıt-sız kalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kala-na acımaz. Kadim dönemde, bilginin büyük bir bölümü de, ‘haricî hâfıza’da yani kitaptadır. İslâm’ın da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarına paralel olarak, bu birikimi temellük etmektir.

Bugün, İslâm kültür geleneği içinde, öz-gün bir kütüphane oluşumundan, özgün bir külliyât oluşumundan söz edebilir miyiz?

Bu tür sorulara, benzetmeyle verdiğim bir yanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgi-si (gramer) yazılır. Bizim zihin yapımızı, daha çok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı, tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlaya-mıyoruz; bu nedenle, medeniyet yerine, usul-i dîn ve usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’ kavramını tercih ediyorum. Ne demek bu? İslâm Hayat Görüşü’nü, hareket, dolayısıyla değişim içre mo-dellemek ve idrak etmek... Bu çerçevede, İslâm temeddünü ölü değildir; hareket halindedir ve her konuda üretimi devam etmektedir. Üretimin özgünlüğü zamansaldır ve gereksinimlere bağlı-dır; önemli olan, pek çok farklı, hatta birbirle-riyle çelişik fikrin geliştirilmiş olmasıdır. Kişisel kanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünü devam ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bu bir ırmağa benzer; kaynağı sürekli olduğu süre-ce, bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; ama kurumadığı sürece çoğalma olanağı her zaman vardır.

Aynı soruyu Batı kültürü açısından sora-yım: Orada durum nedir?

Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî tabanlı Doğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmü-yor. Nereden başlar, nerede biterler; ne zaman başladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ile Bâtıl’ın sabit coğrafyası olmaz; Doğu’da da ola-bilir, Batı’da da... Zihnimizi, bu tür kavramlarla kayıtlamamalıyız. Sorunuzdaki külliyatı ve kü-tüphaneyi, bilgi birikimi olarak anlarsak eğer, elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahip oldukları iddia ve olanaklara paralel olarak üre-timlerini sürdürmektedirler. Tersi durumda, ta-rihten düşerler.

“Sözlü kültür” ve “yazılı kültür” diye bir ayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrım yapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kül-tür” sınıflandırmasında değerlendirebilir miyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe ge-leneğinin oluşmamasına, ama daha farklı bir tefekkür biçiminin ortaya çıkmasına neden olduğu söylenilebilir mi?

Bu sorunuzdaki Doğu ve Batı kavramları için de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. Eğer Doğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm kültürü, sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsa-nesidir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâm Medeniyeti, bir yazma, bir yazı medeniyetidir” ve kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mi-rası temellük ederek kitaba dökmüştür, kitap-laştırmıştır. Biraz önce de işaret etmiştim: İslâm Medeniyeti’nde üretilen eserlerin miktarı, ken-dinden öncekilerle mukayese bile edilmez. El-bette bu durumun pek çok nedeni vardır; kâğıt, öğretim vs...

Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini id-rak için gereğinden fazla konuşmamıza gerek yoktur. Çünkü yazı, bizde, Varlık’ın tecellilerin-den biri olarak kabul görmüştür: el-vucûd el-hattî/kitâbî... Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/Yazı’yı, Varlık’ın bir tecellisi olarak gören bir me-deniyeti anlamak için yalnızca sözlü kültür için-de boşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunma-lı! Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı, İbn Haldûn’un el-Mukaddime’si... belki de Taşköprülüzâde’nin Miftâl el-saâde ve misbâh el-siyâde’nin birinci cildi... Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim dal-ları, içerikleri ve kaleme alınan eserler kısmını okumak konu için iyi bir başlangıç olabilir.

11ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

İkinci olarak, sözlü ve yazılı kültür, birbiri yerine ikame edilecek iki ayrı sözcük değildir; birlikte varolan sözcüklerdir. Miktarı artabilir ya da eksilebilir ama her yerde birlikte vardırlar. Olmaları da gerekir... Çünkü her yazılı kültür, belirli oranlarda sözlü kültüre dökülür; tersi de doğrudur; sözlü kültür de yazıyla kayıt altına alı-nır; böylece birbirini besleyerek birbirlerini var-kılarlar ve zenginleştirirler.

Sorunuzun ikinci bölümündeki, “Batı’lı anlamda felsefe geleneği” teriminden ne anla-malıyız? Ve ayrıca, bizdeki “farklı bir tefekkür biçimi” nedir? Bunlar, benim bildiğim konular değil açıkçası... Felsefe-Bilim’in tarihi ve prob-lematiği ile ilgilenen biri olarak, Mezopotam-ya - Mısır - Anadolu - Eski Yunan - Helenistik Dönem - İslâm - Ortaçağ Avrupa - Modern Avrupa ve Çağdaş Dünya... sürekliliği içinde olup bitenler, üç aşağı, beş yukarı aynı kümede tanımlanabilirler. Kasıt eğer, XVII. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa’da gelişen, özellikle de Immanuel Kant’tan sonraki bilişsel (kognitif ) yapının tahlili anlamındaki felsefe ise, bu felse-fenin/tefekkürün bizatihi kendi değil belirli bir zaman ve zemindeki tecellisi ile ilgilidir. Bizde, her zaman bir felsefe/tefekkür/düşünce geleneği olmuştur; hiç bir zaman kesintiye uğramadı ve halen de devam etmektedir. Ancak, bunun gö-rünümleri farklı olabilir. Çoğunlukla söylediğim bir şey vardır: Bilgi, esas itibariyle, iç-mahsusun (tecrübiyât) ya da dış mahsusun (vicdâniyat), makul hâle getirilmesidir. Bu nedenle, modern dönemde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan, özellikle önce dış, sonra iç-mahsusa ilişkin çeşitli âlet ve teorilerle, elimizdeki verilerin farklılaşması ve başkalaşmasıdır; bu da doğal olarak makulleştir-me sürecini dönüştürmüştür. Başka bir deyişle, malumat değişince, marifet ve dahi bunun da üzerine yükselen ilim/bilgi de başkalaşmıştır.

Kitap ve zihin arasında nasıl bir iliş-ki kurulabilir? Nietzsche, “beslenme biçimleri”nden, “beslenme kaynakları”ndan söz eder bir kitabında. Kitap, bir beslenme kültürü müdür gerçekten, bir mutfak mıdır? Bizim için uygun olan, bünyemiz için iyi olan mutfak ve beslenme biçimi nasıl olmalı? Ken-dimize özgü bir zihin mutfağından söz edebi-

lir miyiz?Daha önce de dile getirildiği gibi, in-

san eylemlerinde, niyet ve amaç önemlidir. Taşköprülüzâde’nin ifade ettiği üzere, “bilgi ak-lın kulluğu” ise, amaç bilgi edinmektir, bilgilen-mektir. Bu nedenle, insan aklı bilgiyle beslenir... Kitap, bilginin muhafaza edildiği bir araçtır; ondan önce tabletti, papirüstü, parşömendi vb. Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok diye düşünüyorum. Ancak, Nietzsche’nin kastı “okumak” ise evet, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktır. Kişisel olarak, aklın beslenmesini, beş türlü eyleme ilişkin gö-rüyorum: Birincisi Doğa, –ki, o da bir okuma türüdür; ikincisi, Tekhne yani insanın yapıp et-tikleri; üçüncüsü, yazılı metin; dördüncüsü ise anlatım ki, eğitimden başlar, sohbete kadar sü-rer... Ve belki, son olarak, insanın nefis muha-sebesi... Hepsi de, aklın beslenme kaynaklarıdır kanaatime göre...

Son olarak, genel anlamda İslâm ülkelerin-deki, özel anlamda, Türkiye’deki kitap okuma ve kitap üretme tutumunu nasıl buluyorsu-nuz? Entelektüel bir olgunluktan/yeterlilikten söz edebilir miyiz?

Her şeyden önce, tekrar anımsatalım: Âletler –ki, kitap da bir âlettir- insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere icat edilirler. Yazı-lı malzeme, bilginin muhafazası ve aktarımı için-dir. Elbette, her âlet kendi çevresini, uzayını da yaratır ve kendine ilişkin binlerce insanî değer ortaya çıkarır; bu değerler, kültürden, ilmî, siyasî ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder. Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur...

Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çı-kan basılı kitap, ticari kapitalizmin arzularıyla birleşince, ortaya müthiş bir ticarî meta çıkmış-tır; yazma eser de, daha önceleri böyle idi; an-cak, büyük oranda gereksinimlere bağlıydı. Ör-nek olarak, kendi kitabını istinsah edebilirdin; ancak, kendi kitabını basamazdın, çünkü tek bir kitap basılmazdı. Bu durum, üniversitelerin yükselmesi, akademik kariyerlerin netleşmesi, dergilerin yayımlanması, muhtelif kurumların basılı metnin gücünden yararlanmaya çalışması gibi etkenlerle dev bir iktisadi sektör halini aldı. Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarı-

12ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

mını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari bir meta oldu... Hatta XX. yüzyılda, psikolojik bir meta haline geldi bile denilebilir. İbn Haldûn, Mukaddime’sinde “Bir alanda, fazla kitap bu-lunmasının zararları” diye bir başlık açar ki, o dönemde kitap ne kadardır?... Ancak, dediği şudur İbn Haldûn’un, belirli bir konudaki ki-taplar, büyük oranda kendilerini tekrar ederler; bu nedenle, hepsini okumaya kalkmak vakit alı-cıdır. Bu nedenle, söz konusu olumsuz durum-dan kurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikle öğretim hayatı için her açıdan sıkı ders metinleri yazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadan kalkmıştır. Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Ta-rihi sahasında, ya da ‘bir’ alanda ‘bin’ eseri oku-mak gibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik gelenek şöyle düşünüyor, en azından başlangıç aşamasında, felsefe tarihine ilişkin temel bilgileri almak için ‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha doğrudur.

Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kita-bın kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı kitap, dijital ve internet yayıncılığı, hızla, basılı kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma kütüphaneleri varsa, yakın bir gelecekte de, bas-ma kütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üze-re değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere kullandığı kütüphaneler şeklinde... Elbette dire-nilecek, basılı kitabın erdemlerinden bahsedile-cek, iktisadi çıkarları zedelenenler itiraz edecek vs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek... Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında, neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden yayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayarda okumak benim için zor; ama çocuklarım için kolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlar kitap diye bir şey vardı”ya dönüşecek...

Bunları dikkate alarak şöyle ifade edelim: Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevazı bir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüp-hane ile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphane var mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri’nde? Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı siz yapabilirsiniz. Kafanızı malumat vererek şişir-mek istemem.

Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir öyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüvvet’ten sonra ilmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazla kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyaset

ya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar ma-lumat -füruş olmak daha cazibeli. Bilgi’ye değer verirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, ge-rekli cehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhafaza eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna inanmıyorum: İstanbul’da öyle bir kütüphane kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bu-lunsun. Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır; başka hiç bir şey olmaz.

Üniversite yıllarımdan anımsıyorum: Okuduğum Üniversite’nin genel kütüphanesine gitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim; memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım. Ne oldu? Fırça ve tahkir... Hemen oradan çık-tım ve profesör oluncaya değin hizmet verdiğim o üniversitenin genel kütüphanesine bir daha hiç uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım? “Öyle şahsî bir kütüphane kuracağım ki, ala-nım çerçevesinde bir daha bu tür kütüphanelere gereksinim duymayacağım” diye karar aldım. Öyle de yaptım. Ama bu, çözüm değil! Kütüp-hanelerimiz az; içlerindeki kitaplar da az; üstelik okuyucuyu onlara ulaştırmamak için tüm “ted-birler” de alınmış durumda. Raf sistemi yok. 1990’da, Ammân’daki Ürdün Üniversitesi’ne gittiğimde, ilk raf sistemli kütüphaneyle karşı-laşmıştım da bir hafta, alanımla ilgili kitapları incelemiştim. İSAM’ın kütüphanesi bu açıdan büyük bir boşluğu doldurmuştu; ancak yeni kitaplarla sürekli takviye edilmediğinden, tarihî bir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çok üniversite, internet üzerinden kitaplara erişimi sağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır.

Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bu kafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca mal-zemeye sahip olmak değil; bir amaca sahip ol-mak; bu amacın gerektirdiği malzeme, gerek-sinim doğrultusunda edinilirse, hem süreklilik ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden geldiğince verimli inşa edilebilir; gerisi boş bir hikâye.

Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımca şudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olma sorunu... Şu deyişi unutmamalıyız: Malumat olmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilim olmadan irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdi-miz ne bizim? Kişi olarak, millet olarak?■

13ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

A. VAHAP AKBAŞ

1954’te Batman’da doğdu. Batman Lisesi’ni (1971) ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü (1977) bitirdi. Çorlu’da 1977-1985 yılları arasında öğretmen, 1985-1993 yılları arasında da Milli Eğitim Şube Mü-dürü olarak görev yaptı. Çorlu Mehmet Akif Ersoy Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik yaparken 2001 yılında emekli oldu. Özel öğretim kurumlarında çalıştı.

İlk yazısı Hisar dergisinde (1978) ya-yımlandı. Şiir ve yazıları başta Mavera, Hisar, Düş Çınarı, Bizim Külliye, Ay vakti olmak üzere çeşitli dergilerle Yeni Devir, Zaman ve Türkiye gazetelerinde yer aldı. 1984-1985 yıllarında Yeni Devir gazetesi-nin Kültür-Sanat sayfasını yönetti, belirti-len yıllarda aynı gazetede günlük yazılar yazdı. Çorlu’da Nisan Bulutu dergisini çı-karıp yönetti (1993-1994).

1982’de “Efgan” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği’nce “yılın şairi” seçildi. “Alevler ve Güller” ile Sedat Yenigün Ro-man Armağanını (1984) aldı.

A . V A H A P A K B A Şile şehir ve kitap üzerine

"...günümüz edebiyatının baskın mekânı şehir, baskın konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca

en çok romanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin kendisini en çok romanda bulduğunu, ona meyyal olduğunu düşünüyorum."

KEMAL BATMAZ

Şiirlerinizde daha çok “dağ” unsurunu kullanmışsınız. Oysa biz sizi “şehir ve şiir” üzerine konuşturmak istiyoruz. ‘Dağ’dan mı yola çıkalım şehre… Neden bu kadar “dağ” kullanıyorsunuz şiirlerinizde?

Bu soru daha önce de sorulduğu için, bütün şiir-lerimde kaç defa “dağ” kelimesini kullandığımı merak etmiş, üşenmemiş saymıştım. Doksan-yüz arasında bir sayı çıkmıştı yanılmıyorsam. Bu kullanımların hepsin-de dağ, şiirin temel unsuru olmasa, hatta çoğunlukla benzetme, büyüklük, çokluk ifade etmek gibi amaçlar-la kullanılmış olsa bile dağın şiirimde önemli bir yer tuttuğu kesin. Ve sorulmasa belki bunu fark etmeye-cektim. Yine sorularda, yazı ve yorumlarda şiirlerimde-ki baskın temanın hüzün olduğu ifade edilmişti. Bun-lar, şairin dönüp eserine bu dikkatler ışığında yeniden bakmasına sebep oluyor.

Dağı sevdiğim bir gerçek. Bunun en önemli sebebi de sanırım dağda doğmuş olmamdır. Raman Dağı’nda, Türkiye’deki ilk petrol kuyusunun yakınlarında dünya-ya gelmişim. Dedelerimin yaşadığı, babamın çocukluk gençlik yıllarının geçtiği köy de yüksek dağların ara-sında bir yerdi. Hemen her yaz, tatilimin büyük bir kısmını bu köyde ya da bir yanı Raman Dağı’nın di-

14ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ğer yanı yine dağların, dik kayalıkların sardığı Hasankeyf ’te geçirdim. Çocukluk, ilk gençlik anılarımda dağ, onun için önemli bir yer tu-tar. Çocukluğun, şair ve yazarların tükenmez hazinesi olduğunu hatırlarsak sanırım bu husus daha iyi anlaşılır. Büyük şehirde dağı özlemem, bir şiirimde hülyamı kanatan üç şeyden birinin dağ olduğunu söylemem; başka bir şiirde “aç-mışım gözlerimi dağ, yürümüşüm dağ” deme-min de altında zannederim bu duygu ve tecrü-belerin etkisi vardır.

Dağ sevgisi, dağ özlemi metropollerde bana kendini daha fazla hissettiriyor. Metropol, dağları da yutan bir dev. Dağ heybettir oysa, yüceliktir, güzelliktir, bozulmamışlıktır/ doğal-lıktır, vahiy makamıdır, tecelligâhtır, korku ve esrardır yerine göre. Dağ daha pek çok şeydir! Bunun içindir ki yalnız bu fakirin değil, hemen bütün şairlerimizin en önemli ilham kaynakla-rından biridir.

Peki, “Bir şehir tarif ediniz.” dersek bize neler anlatırsınız? Kendinizi bir şehir içeri-sinde nereye konuşlandırabilirsiniz? Şehirde sanatınızı besleyen unsurlar nelerdir?

Bilindiği gibi medine, şehir demektir. Me-deniyet ve medine kelimeleri de birbiri ile ala-kalıdır. Dolayısıyla benim fikrimdeki ve gön-lümdeki şehrin anahtar kavramları medeniyet ve medenîliktir. Hacı Bayram-ı Veli’den ilhamla söyleyeyim: sürekli oluş ve her yönüyle gelişim içinde olan; oluşup gelişirken yaşayanlarını da olgunlaştıran bir şehir… Sufiler gönlü bir şeh-re benzetirler. Yaratan’ın tecelli ettiği yer olan

gönül gibi şehrin paklığı, güzelliği esas alınmalı değil mi? İnsan ki eşrefü’l mahlûkattır, kurdu-ğu, yaşadığı mekân da ona göre olmamalı mı?

Çağdaş şehirlerimiz ne yazık ki medeniyeti-mizden neşet etmiş şehirler değil. Bin bir emek-le ve özenle kurulmuş şehirlerimiz şimdi yaralı. Bu şehirlerin içinde bize dair unsurlar gittikçe eriyor, onarılıp korunsalar bile yayılan hantal yapının içinde görkemleri fark edilmez oluyor; tarih şuuru uyandırma, devam fikri oluşturma misyonları yok oluyor. Böyle bir şehirde, fik-rinin mayasını Anadolu’da almış, İslâm me-deniyetine gönül vermiş; güzelliğe, doğallığa, insaniliğe, medeniliğe inanmış biri olarak bir yere konuşlanmak çok zor. En baştan itibaren büyük şehirde beni en çok yoklayan şey yaban-cılık ve yalnızlık oldu. Bizim kuşağın büyük bir kısmının bu duyguları yoğun bir şekilde yaşa-dığını düşünüyorum. Büyük şehrin savurduğu, dağıttığı çok insan tanıdım. Yetmişli yılların başından itibaren kaleme alınmış roman ve hikâyelerde bu savrulmuşluğu, şehrin karma-şası içinde kaybolmuşluğu, yabancılık ve yal-nızlığı görmek mümkündür. Esasında bugün, artık hemen hiçbir şehirlinin kolayca kendini bir yere konuşlandıramadığı düşüncesindeyim. Bu, yalnızca şehirlerin yapısıyla alakalı bir şey de değil. Evet, şehirler hızla ve hantal bir şe-kilde büyüyor. Bu, ulaşımdan insan ilişkilerine kadar birçok sorunu beraberinde getiriyor; ama zannımca asıl sorun bunlardan çok dayatılan ri-timdedir. İnsana fıtrî olmayan bir hayat ritmi dayatılmaktadır. Şehrin kalabalık ve hantallı-ğından kaynaklanan sorunlar bir yana, tüketme

Geçmişte şehrin kültürü, tabiat güzellikleri; mimarî, musiki, tarih gibi medeniyet unsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzelleme yazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî güzellikleri resmedilirdi. Bugün ise sanatçıya daha çok şehrin değişen sosyolojik ve mimarî yapısı, bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bunalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara bağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. ilham veriyor.

15ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ihtirası, çok ve çabuk kazanma arzusu, telefon, internet vs. bağımlılığı gibi hususlar insanı ne-redeyse bir otomobil yarışı hızında yaşamaya zorluyor. Bu şüphesiz tefekkürü ve idraki du-mura uğratıyor. Ruhunu çok gerilerde bıraka-rak koşuşturan şehirli, şehrini ve oradaki konu-munu nasıl idrak etsin?

Bütün bunlarla beraber, büyük şehir bana öyle geliyor ki en çok sanatkârları uyarıyor, kışkırtıyor. Geçmişte şehrin kültürü, tabiat gü-zellikleri; mimarî, musiki, tarih gibi medeniyet unsurları şairleri beslerdi. Şehirlere çokça güzel-leme yazılır, şehrin tarihi mekânları, tabiî gü-zellikleri resmedilirdi. Bugün ise sanatçıya daha çok şehrin değişen sosyolojik ve mimarî yapısı, bunların yarattığı karmaşa, sakat ilişkiler, bu-nalımlar, yabancılaşma, yozlaşma; yine bunlara bağlı olarak kaybedilmiş değerlere özlem vs. il-ham veriyor.

Son dönem şiirimize şehirlilik hâkim. Be-nim şiirim de genel yapısıyla şehirli bir şiirdir. Çocukluğa, diğer yaşanmışlıklara, tabiata da hep şehirden baktım. Bu bakış aslında bir ka-çış, bir sığınmadır denebilir. Bu duygu aslında birçok şairde vardır. Necip Fazıl “Şehirlerin Dı-şından” şiirinde bizi, dünyayı “şehirlerin dışın-dan” seyretmeye çağırır. Çünkü “kat kat çıkmış evler, o cam gözlü devler” görülmesi gereken âlemi gizlemektedir. Şehirler insanı köleleştir-mekte, Allah’ı unutturmaktadır. Şiiri, bir hayat görüşünün, bir inancın paralelinde götürmeye çalışınca, şehir, yukarıda da değindiğim gibi, yabancılaşmanın, bozulmanın gerçekleştiği yer oluyor. İnsanın bir bütünden kopup, büyük kalabalıklar içinde insan tekine dönüştüğü, bu-nun doğurduğu yalnızlık ve sarsılmışlığın derin bir şekilde yaşandığı yer… Tanpınar, “Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın ni-zamı kuruldu” diye yakınır. “Şehir, bir terbiye-nin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır” der. Beni, kaybettiğimiz bu terbiye ve müşterek hayat her zaman çok ilgilendirdi.

Bir şair, roman ve hikâye yazarı olarak “ha-yıtını ve üslubunu kaybetmiş” şehrin, yaşadı-ğım ya da tanıklık ettiğim bu hallerine uzak durmam mümkün değildi. Ancak bunlarla kendimi sınırlamamak gerektiğini düşündüm

hep. Sanatçı, bir medeniyet mensubu olduğu-nun, o medeniyeti yaşatma geliştirme misyonu taşıdığının bilincinde olmalıdır. Bu bağlamda yaşadığım şehrin kültür ve medeniyet merkezi olmasının sağladığı imkânlar da şiir ve yazıları-mı büyük ölçüde beslemiştir.

Taşra ve anakent karşılaştırmasına girer-sek sizce hangisi bir sanatçı için daha elve-rişlidir? Günümüz anakentlerinde sanatçılar kendi atmosferini nasıl oluşturuyorlar?

Anakentler, sanatçıların yoğun olarak yaşa-dığı; kurum, kuruluş ve mekânların fazla ol-duğu, sanat etkinliklerinin sıklıkla yapıldığı, entelektüel ilişkilerin daha kolay kurulabildiği; yayıncı, kitapçı, dağıtımcı ve ajansların toplan-dığı yerlerdir. Kültür-sanat endüstrisinin kalbi buralarda atar. Buralardan geniş kitlelere erişe-bilmek daha kolaydır. Bu çerçevede daha birçok imkândan söz edilebilir. Tabii ki bütün bunlar sanatçılar için elverişli bir ortam oluşturur. Bü-yük kültür merkezlerinde oluşmuş bir gelenek-ten, geçmişten gelip sinmiş bir ruhtan da söz edilebilir. Hayatının merkezine sanatı oturtan-lar bunu hissederler. Pasajlara, sahaflara, başka bazı mahfillere sinmiş bir ruh diyeyim buna. Ancak bu her şeyin büyük şehirlerde başlayıp bittiği anlamına gelmez. Hemen her zaman, kabiliyeti, belli bir hedefi olan sanatkârlar ken-dilerini, bu işin adeta borsası durumunda olan büyük şehirlere atmaya çalışmakla beraber taşra denilen yerlerde de yetişmiş büyük sanatkârlar az değildir. Uzak ve küçük de olsa ilim ve irfa-na, sanata yataklık yapmış şehirlerimiz çoktur.

Günümüzde durumun daha farklı olduğu-nu düşünüyorum. Kolaylaşan ulaşım, iletişim, her tarafa yayılan teknolojik imkânlar taşra kavramını coğrafî bir terim olmaktan çıkarı-yor adeta. Artık taşralılığın zihinsel bir kavram olduğunu düşünüyorum. En uzaktaki bir Ana-dolu şehrinden hatta kasabasından, değil Tür-kiye’deki, dünyanın her yerindeki sanatçılarla kolaylıkla ilişki kurulabilir. Yazılar, fotoğraflar, hatta kitaplar en uzak yerlere bir tıklamayla bir-kaç saniyede ulaştırılabiliyor. Artık her yerde kitap, dergi basılabiliyor. Şehirlerin büyük bir kısmı kendilerini kültür sanat vasıtasıyla tanıt-

16ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

mayı hedeflediği için hemen her şehirde artık sanat ve edebiyata daha fazla imkân hazırlanı-yor, daha çok etkinlik yapılıyor. Böyle olunca büyük şehirlerde yaşayan yazarlar “taşra” dergi-lerine; “taşra”da yaşayanlar büyük şehirlerde çı-kan dergilere yazabiliyor. Nerede çıkarsa çıksın bir yayın her yere ulaştırılabiliyor. Bütün me-sele zannımca zihni uyanık, ufku geniş olabil-mektir. Yoksa bir kişi, büyük şehrin göbeğinde yıllarca yaşayıp üretmeye çalışsa da fazla bir şey değişmez.

Atmosfer oluşturma, daha çok mizaçla, dün-ya ve sanat görüşüyle ve imkânlarla ilgilidir. Bi-raz önce büyük şehirlerin kültür ve sanat adına sunduğu imkânlardan bahsettik. Bu imkânlar şüphesiz iletişimi ve bir sanat atmosferi oluş-turmayı da kolaylaştırıyor. Dernekler, vakıflar, sanatçı kuruluşları sanatçıları bir araya getirebi-liyor. Belediyeler sürekli kültür sanat etkinlik-leri gerçekleştiriyor. Bazı yayınevlerinde, kitap-çılarda periyodik sohbetler yapılıyor. Bunlar da sanatçıların bir araya gelmesine vesile oluyor. Hayat ve sanat telakkilerinin uyumu, müşterek-lerin çokluğu, mizaç ve zevkler, ortak hedefler, beklentiler şüphesiz bu ortamların canlı, bere-ketli olmasında etkili oluyor.

Türk edebiyatı dönemlerini ele alacak olursak hangi dönem daha çok şehirliye dö-nüktür? Edebiyatımızda anakent temalı pas-toral şiir gerçekleşebilmiş midir?

Doğrusu Türk edebiyatının dönemlere ay-rılması mevzuu bana hep sorunlu gibi gözük-müştür. Yine de bu bölümlemelerden hareket edersek, “halk edebiyatı” diye adlandırılan ala-nın dışındaki hemen bütün verimlerin şehirliye dönük olduğunu söyleyebilirim. Şifahî eserler ya da âşıklar marifetiyle ortaya konmuş şiirler çoğunlukla büyük şehirlerin dışında, halkın duygu ve düşüncelerinin tezahürü olarak hayat bulmuştur. Bunların dışındakilerin oluştuğu yer ise şehirdir ve muhatabı büyük ekseriyetle okuryazar insandır. Yer yer ve dönem dönem sırf okuryazarlığın da yetersiz kaldığı, seçkin muhatapları hedefleyen bir edebiyatla karşı kar-şıya kalıyoruz. Tabiî ki bu muhatap şehirlidir.

Klasik edebiyatımız, şüphesiz tam bir şehir

edebiyatıdır. Büyük medeniyet merkezlerinde genellikle yönetici zümrelerin etrafında ve hi-mayesinde neşv ü nema bulmuştur. Mensupları iyi öğrenimli, donanımlı kişilerdir. Gelişmiş bir medeniyetin bütün zenginlik ve inceliklerine, haddeden geçmiş diline maliktirler. Oturmuş bir geleneğe yaslanırlar. Bu durumda edebiyat-çı, bu donanım, bu zenginlik ve incelikle, ta-biatıyla yine bu kültüre aşina, bu incelmiş söy-leyişi kavrayabilme kabiliyetine sahip şehirliye seslenecektir.

Tanzimat Dönemi edebiyatı ve Edebiyat-ı Cedide de bütünüyle şehirliye yöneliktir. Men-suplarının çoğu kalem dairelerinde yetişmiş, yabancı lisan öğrenmiş; bir kısmı paşa ya da paşazadedir. Tanzimat döneminin ilk temsilci-leri siyasetle edebiyatı atbaşı sürdürdükleri ve edebiyatı daha çok bir dönüştürme aracı olarak kullandıkları için; sonrakiler ise sanat yapmış olmayı önceledikleri için hep şehri, şehir insa-nını konu edinmiş, şehirliye seslenmeyi yeğle-mişlerdir. Bu dönemlerde şehir dışındaki hayat, bir iki zayıf deneme hariç, bütünüyle edebi-yatın dışındadır. Hatta denebilir ki İstanbul dışındaki bütün hayat edebiyatçının ilgi alanı dışındadır.

Edebiyatçıların İstanbul dışındaki şe-hirlere, kasaba ve köy hayatına yönelmeleri Meşrutiyet’ten sonra mümkün olur. Cumhu-riyetle bu yöneliş ivme kazanır. Ancak büyük şehirlerde yoğunlaşan nüfus zamanla edebiyat-çıyı da bu yoğunluğun içine çekti diye düşü-nüyorum. Anakent temalı bir pastoral şiirden bahsetmek çok zor. Şehir daha çok köy ve kır hayatının, bakir tabiatın muhalif mefhumu oldu denebilir şairler için. Şehir, insanı cüce-leştiren bir yer olarak görülür. Başta da değin-diğimiz gibi, dağ, köy, kır, şehrin kasvetinden kurtulmak, arınmak için kaçılan yerlerdir şair nazarında. Necip Fazıl’ın mısraları bunu en gü-zel şekilde ifade ediyor:

Al eline bir değnek,Tırman dağlara, şöyle!Şehir farksız olsun tek,Mukavvadan bir köyle!

17ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Uzasan, göğe ersen,Cücesin şehirde sen;Bir dev olmak istersen,Dağlarda şarkı söyle!

Şehri anlatan bir edebi tür var mı? Günümüz şehirlisi daha çok hangi türde kendini bulmaya çalışıyor, hangi edebî türe meyyal?

Aklıma hemen şehrengizler geliyor. Kla-sik edebiyatımızdaki şehrengizler, bir şehrin genel durumu hakkında genel bilgilerin veril-diği, güzelliklerinin övüldüğü ve güzellerinin vasfedildiği ilgi çekici bir türdür. 16. Yüzyılda Mesihî ve Zatî tarafından ilk örneklerinin veril-diğini biliyoruz. Sevilen ve çokça örnek verilen bu tür, başka bazı türler gibi zamanla ömrünü tamamladı. O şimdi artık bir edebiyat tarihi malzemesi. Ama biraz şiirselliğinden, biraz da tema benzerliğinden, adı şehirlerle alakalı bazı çağdaş kitaplarda yaşatılıyor. Bu son cümleyi bana Mustafa Armağan’ın Bursa Şehrengizi’nin kurdurttuğunu söylemeliyim.

Şehri anlatan bir edebî tür olarak, son yıl-larda yaygınlaşma eğilimi gösteren “şehir kitapları”ndan da söz etmek gerekir her hal-de. Tanpınar’ın Beş Şehir’i ile başladığını söy-leyebileceğimiz bu kitaplar gittikçe müstakil bir tür olarak anılmaya başlandı. Mitat Enç’in Gaziantep’i anlattığı Uzunçarşı’nın Uluları, Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı Altıncı Şehir ve benzer bazı çalışmaların gördüğü ilgi bu tarz kitapların çoğalmasına yol açtı. Artık yalnız şehir yazıları yazan yazarlar var. Beledi-yeler şehir kültürü dergileri çıkararak yazarları şehirler hakkında yazmaya yönlendiriyor. Bu konuda ilmî toplantılar yapılıyor. Dergiler şehir kitapları dosyaları hazırlıyor. Bazı kurumların şehir kitapları kütüphaneleri var. Şehir kitapları şüphesiz yeni bir edebiyat dalı sayılır. Şimdilik sayıları belki pek fazla değil ama Ahmet Turan Alkan’ın da ifade ettiği gibi gelecek vaad ediyor.

Seyahat kitapları da şehirlerin hafızasını kayda geçirmekte önemlidir. Seyyahların göz-lem ve tespitleri büyük ölçüde şehirlerle ilgili-dir. Bugün şehirler hakkında yazanların vazge-çilmez kaynaklarından biri seyahatnamelerdir.

Bir şehir hakkında eser hazırlayan herkes Evliya Çelebi’ye, İbni Batuta’ya başvurmak zorunda hisseder kendini.

Gelişen mekân algısı, dikkatleri şehirlere yoğunlaştırıyor. Daha önce ifade ettik: günü-müz edebiyatının baskın mekânı şehir, baskın konusu şehir hayatıdır. Bu da kanımca en çok romanda görülüyor. Dolayısıyla şehirlinin ken-disini en çok romanda bulduğunu, ona meyyal olduğunu düşünüyorum. Şimdilerde daha çok roman yazıldığını, çevrildiğini, baskı sayıları-nın yüksek olduğunu gözlemliyoruz. Bu da ona gösterilen alakaya işaret ediyor.

Sizin de dergilerde şehir yazıları yazdığı-nıza tanık oluyoruz. Deneme kitaplarınızda şehre dair çok yazı var. Seyahat izlenimleri-niz de “Seferî Yazılar” başlığıyla kitaplaştı. Bunu şehre ve gezmeye olan ilginizin bir gös-tergesi olarak mı anlamalı?Seferî Yazılar’da hangi şehirler var? Buralara nasıl bakıyorsu-nuz?

Medeniyet ve medenîlik kavramlarıyla şehir arasındaki ilişkiye daha önce değindik. Bu iliş-kiyi önemseyen, edebiyata ve sanata edebiyat bağlamında yaklaşan biri olarak elbette şehri önemsiyorum. Her şair, hikâyeci ya da romancı gibi şehirler hakkında düşünüyor, gözlemler ya-pıyorum. Şehri düşünmek, gözlemek, yazmak ... Bunlar hoşuma gidiyor. Bir hafızayı kayda geçirmenin keyfini yaşatıyor bana. Bir sorum-luluğu yerine getirmenin huzurunu… Seya-hati de seviyorum. Seyahat arzusu fıtrî bir şey gibi geliyor bana. İnsan tabiatında var olan bir duygu. Hoşuma giden bir söz var. Derler ki: “Dünya bir kitaptır, seyahat etmeyenler onun hep aynı sayfasını okurlar.” Gezmek, yeni say-falar okumaktır. Özge diyarlara pervaz vurmak, özge güzellikler temaşa etmektir. Seferî Yazılar bu his ve düşüncelerle kaleme alındı. Ülke dışı-na yaptığım bazı seyahatlerdeki gözlem ve izle-nimleri içeriyor. Şüphesiz bildiğimiz anlamda birer şehir yazısı değil bunlar. Yine de gezdiğim şehirlere bir ayna tutabildiğimi düşünüyorum. Bu şehirlerin bazıları şunlardır: Almatı, Aşka-bad, Merv, Mekke ve Medine, Strasburg, Zü-rih, Köln, Üsküp, Salzburg…■

18ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Kitabın alın yazısı

M. KAYAHAN ÖZGÜL

Yüce Mevlâm kitapları kapılara nasıl da benzer yaratmış. Kitabın çift ka-natlı bir kapıdan ne şekilce ne de ruh-

ça farkı var; açıp girdiğinizde her ikisi de sizi bir başka âleme taşıyıveriyor. Kapılar vardır; ince ince oyulmuş ahşabında, zerrin yaldızında tez-hipli, şemseli bir kitabın müzeyyen nakışlarını bulursunuz. Kapılar vardır; zamanın hoyrat eli delik deşik etmesin diye yağlıboya ile kapatıl-dığında, okkalı bir kitabın lâke cildi gibi pırıl pırıl parladığını düşünürsünüz. Bazen, cümle kapısına ulaşmak için, daha mütevazı bir kapı-dan geçmeniz gerekir. İster soğuktan korunmak için olsun isterse sahibinin mahviyetkâr tavrın-dan, bu çifte kapıda şömiz kitapların korunaklı ve kendini gizleyen ruhunu hissedersiniz. Bazen kara demir kilidi sımsıkı kapalı veya halkalarına koca bir kilit geçirilmiş kapılara tesadüf edersi-niz de aklınıza kilitli kitaplar gelir. Muhtemeldir ki, o battal kalın cildinin iki kanadı kilitle bir-birine kenetlenmiş esrarengiz kitaplardan birini elime alma şansına hiç erişemediğim için, bana böyle kapılar kitaplardan çok, minik ve göster-melik bir kilidi olan hatıra defterlerini hatırla-tır. Bazen bir kapı görürsünüz; kararmış, kağşa-mış, şişmiş, rezelerinden oynamıştır; güç hâl ile kapatılabildiği bellidir. Onda, şirazesi kaymış kitapları andıran bir şeyler yakalarsınız. Hat-

Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasarlanan bu küçük pencerelere takılan rengârenk camlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cümbüşü ile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeye başladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası delinerek ilk yaprağına mini mini bir kapı açılan kitaplarda da aynı hissi yaşadığınız ve kapağı çevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu bir mahfilde öylece kalakaldığınız olur.

19ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ta damı çökmüş, kapısı sökülmüş hazin viranelerde bile, kapağı kopuk bir kitaba duydu-ğunuz merhameti hissettiğiniz olur. Definelerin hep harabelerde yatıyor olması gibi, kapak-sız kitaplarda da kim bilir ne gizli değerlerin saklan-dığını düşünerek kendinizi ve yaralı kitabı teselli edersi-niz. Biliyorum, iyi-

ce garipseyeceksiniz; fakat yeri geldi de söylüyo-rum: İşaret parmağım da kitapları kapılara ben-zetiyor. Garipseyeceğinizi söylemiştim. Apart-man kapılarında, alt alta dizilmiş zillerin yanı başındaki kutucuklarda aşina bir isim ararken, işaret parmağımın da kitaplardaki “içindekiler” yahut “indeks” bölümünden alıştığı hareketleri hatırlayarak gezindiğini fark ediyorum.

Siz hiç yarım kalmış bir kapı gördünüz mü? Ben bir müzayedede gördüm. Çift ka-natlı bir kapıydı. Bir kanadı mükemmel bir kündekârȋ ile ince ince işlenmiş; fakat ikin-ci kanadı ‒kim bilir hangi musibet mâni olmuş da‒ tamamlanamamıştı. Her acıyı tanır zannettiğim kalbimin o yarım kapı karşısında nasıl paramparça olduğunu dilim dönmez ki anlatayım. Müzayede kataloglarını saklamak gibi garip bir âdetim varsa da o günün kataloğunu yok ederek kapının fotoğrafıyla beraber, zihnimdeki görüntüsünü de kovmaya çalıştım; ama ne çare? İşte, üzerinden yıllar geç-mesine rağmen, o malul kapının hayali olanca tazeliğiyle hâlâ karşımda duruyor. Tesadüf bu ya, aynı sene içinde düzenlenen bir başka müza-yedede karşıma hattatı göçüp gittiği için yarıda kalmış bir Kur’an çıktı. Hayatı boyunca edin-diği hiçbir Kur’ân’ı satın almadığı gibi, metaa dönüştürülerek alınıp satılmasına da bir türlü alışamayan ben, o yarım eseri ciddi bir meblâğ karşılığında aldım. Şimdi düşünüyorum da bir kere daha zihnim kapılarla kitapları eşlemiş ve

yarım kapının açtığı yarayı, yarıda kalmış bir Kur’ân ile sağaltmaya çalışmışım. Bu eşleme-de yalnız olmadığımdan eminim. Kitaplara ve kapılara o nihayetsiz tünelleri açan kurtçuk-lar dahi birbirine benzer; damak lezzetleri bile müşterektir.

Şimdi yazarken fark ettim ki, kitaplara ben-zediğini düşündüğüm, zihnimde öylece eşledi-ğim kapıların hiçbiri zamane işi değil... Ruhu-ma yakın bulduğum kitaplar gibi, aynı yakınlığı hissettiğim kapılar da devr-i kadîmden kalmış olanlar... Asri kapılara bir türlü ısınamadım; metalik soğukluğuna, ziline basmaya, otoma-tının sesine, diyafonunun varlığına, gözetleme deliğine, asansörüne, şifresine, kamerasına bir türlü kanım kaynamadı. Sizi içeri/ içine davet etmek istemeyen kitaplar misali... Sanki ha de-yip de girerseniz, olağanüstü bir cevhere ortak çıkacakmışsınız gibi... Oysa bu meymenetsiz kapılar bin naz ile size açıldığında, göreceğiniz manzara hep aynı... Cümlesinde de eşiği geç-tiniz mi kasvetli, hepsi bir örnek “antre”lere kadem basmak zorundasınız. Yakın zamanlara kadar, bir metnin ilk cümlesi onun başarısının anahtarı sayılırdı. Romancılar, o ilk cümlenin sıcak merhabasını, cazibesini, misafirperverliği-ni yakaladıklarında, okuru da ele geçireceklerini bildiklerinden, daktilo karşısında cazip bir baş-langıç cümlesi bulmaya çalışarak ömür çürütür-ler; buruşturup çöpe attıkları kâğıtların çoğunu da o siftah cümlesine kurban ederlerdi. Niha-yette, kitabın kapağını çeviren okur da çaldığı kapıda istiskal edilmeyeceğini bu ilk cümleden anlardı. Çelik kapıların ardında oturan zamane yazarlarının giriş cümleleri ise, antrelerine ben-ziyor; soğukluk ve yavanlıkta çoğu birbirinin eşi...

Bir de eski kapıları düşünün; onları niye sev-diğimi şıpınişi anlayacaksınız. İster tokmağını gümbür gümbür çalın, ister yumruk-tekme giri-şin, eski kapılar hep zarafetle açılır; sizi kucakla-mağa, buyur etmeğe amadedir, bu bir... İkinci-si, açılan her kapının ardında, aydınlık ve güleç bir avlu bulunur ki, hiçbiri diğerine benzemez; tırabzanları bile, taşlığı bile bambaşkadır. Eski zaman kitaplarını da işte bu farklı ve görklü gi-rişleriyle sevmeye başlarsınız. Hanede olduğu gibi, kitapta da en gösterişli yer giriş kapısıdır;

20ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

önceleri hattatlar, sonraları matbaacılar bütün hünerlerini burada göstermeye çalışırlar. Her kitabın avlusuna bu dibace/ mukaddeme kapı-sından geçilir. Adı üstünde... Kitaba kademinizi oradan atacaksınızdır; çünkü o cümle kapısıdır. “Cümle” kapısı hem kelime’nin, cümle’nin ka-pısıdır hem cemile’nin... Söz ve güzellik orada başlar. Eşiği geçtiniz mi bambaşka bir âleme gi-receğiniz peşinen haber verilmekte...

Aslını ararsanız, böyle girift nakışlarla tezyin edilmiş ve açık bir kapıyı andıran başlıklara baş-ka yerlerden de aşinayız. Ceddimiz, öte’ye yol olduğunu düşündüğü her geçidi aynı tarzda kapı nakışlarıyla donatır. Dikkatle ve ibretle baktı-ğınızda, kapı suretindeki süslemelerin sadece kitaplarda değil, seccadelerde ve şâhidelerde de aynen stilize edildiğini fark edeceksiniz. Öteye geçit nerede ise, alâmeti de hep benzer bir tez-yinatta olacaktır. Hayal etmeye çalışın. Bir kita-bın kapağını besmeleyle çevirdiğinizde karşınıza iki kanatlı murassâ bir kapı çıkıyor. “Fettâhü’l-ebvâb”ın açtığı sağdaki kapıdan “Fâtiha”ya gi-rip yedi ayet ilerlediğinizde yol sola kıvrılıyor ve böylece “Bakara”nın kapısına ulaşıyorsunuz (Garip bir biçimde, zihnim bu manzarayı Aya-sofya’daki Sultan I. Mahmud Kütüphanesi’ne ısrarla birleştiriyor. Çift kanatlı kapısı ve “Yâ Fettah” yazılı kapı kulpları sebebiyle olabilir mi?) Seccadenin alınlığına kapanarak veya bir şâhidenin altından yol bularak ulaşmaya çalıştı-ğımız da hep aynı geçit değil mi?

Alınlık deyince söylemeden geçemeyeceğim; ben kapıların en çok alınlıklarını severim. Bir güzelin fesinden sarkıp alnını bezeyen penezler, oyalar, boncuklar gibi, kapıların üstünü süsle-yen de alınlıklardır. Alınlıklardaki nakışlar, oy-malar, küçük heykeller kapıyı bir bayram takına

çevirir ve altından geçenlere izzet kadar, şeref kadar güzellik de saçar. Nasıl ki, insanın kaderi alnında yazılı ise, binaların kaderinin de kapı alınlıklarında gizli olduğunu düşünürüm. Ka-pısının üstünde “Dolmabahçe Sarayı” mı “Adliye Sarayı” mı yoksa “Saray Düğün Evi” mi yazdı-ğı, bir binanın kaderini temelinden değiştirir. Şimdilerde aynı değişikliği kapı plaketlerinden de takip edebilirsiniz. Bir kapı plaketinin sarı metal ışıltısında “Fatma-Mehmet Başeğmez” ya-zısını okuduysanız, Mehmet Bey’in evde eşi-ne munisçe baş eğişini de fark edersiniz. Oysa “Fatoş&Memoş” levhası size evin içyüzüne dair bambaşka şeyler söyleyecektir. “Fatma Ba-şeğmez” plaketi ise, bir kaybın ve eksiklenme-nin hüznünü taşır. Dahası, sökülmüş bir kapı levhasının boş vida yuvaları bile, bir süre önce içeride yaşananlar hakkında üstünkörü bir fikir edinmenizi sağlar.

İsimliğin, evlerinde yaşadıkları hayatın açıklamasını yaptığına inananları hemen fark edersiniz; zira onlar plakete adlarını yazdırırken başına “Yük. Müh.”, “Em. Alb.” gibi açıklamalar ekleyerek içerideki hayat hakkında olumlu bir fikir edinmeniz için uğraşırlar. Bana öyle geli-yor ki, “Prof. Dr.” olduğunu kapısının üzerin-deki levha ile gözünüze sokan biri, kitabının ka-pağında da unvanını mutlaka tekrarlayacaktır. Sebep? Evinin niteliği kadar kitabının değerini de “nâm ü şân-ı vâlâları”nın belirlediğini düşü-nüyor olması... Kapı alınlıklarının asri karşılığı bu sarı plaketler ise, zannımca kitaptaki karşılı-ğı da kapak yazılarıdır. Mademki, plakette bir kapıdan geçince karşılaşacaklarımızın ilk ema-relerini yakalayabiliyoruz, o hâlde içindekilere ve bir yazarlık serencamına dair işaretleri de kitabın daha isminden itibaren okumaya baş-lıyor olabilir miyiz? Bir başka deyişle, başlık da kitaba dâhil değil midir? Alınlığın kapıdan ziyade binaya, başlığın da kapaktan çok kitaba dâhil olduğunu düşünmek mümkün... Kapı ve kapak methalin eşiğini belirlerken, alınlık ve başlık içeriyi/ içeriği haber verir gibidir. Kader ya alındadır ya da alınlıkta... Yaşanacak olan ya baştadır ya da başlıkta...

Belki de altından geçenleri ve içeride olanı belirleyişi sebebiyledir ki, alınlığın bir aydınlat-ma görevi vardır. Batı dillerinde “alınlık” muka-

21ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

bili olarak “illumination” kelimesini kullanışları da bu rolü pekiştiriyor. Kelime, Latincenin “il-luminare” fiilinden doğar ve aydınlatmak ma-nasına gelir. Daha derinlere dalınca, bu fiilin kökünde nûr’u karşılayan “lumen” ve “luminis” kelimelerine de tesadüf edilecektir. Batılı dü-şünce, Delphos’taki Apollon Mâbedi’nin kapı üstündeki “Gnothi sauton” (bil kendini) yazısın-dan beri, alınlıkları bir manevi aydınlanma ve-silesi olarak görür. Altından geçenlerin aklını ve ruhunu şekillendirmekteki etkileri tecrübe ile sabit görülmüş olmalı ki, sonraları Latinler de bu mottoyu tercüme edip korniş üstlerine “Nos-ce te ipsum” yazmaya devam ederler. Ne gariptir; ben ecdadımın hiçbir yapısının alınlığında “men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu” (kendini bilen Rabbını bilir) hadisine tesadüf etmedim. Belki de bu hadis sahih midir gayr-ı sahih mi tartış-malarıyla vakit öldürürken, cümledeki hikmete zihin yormaya ve hayata geçirmeye vakit bula-mamışlardır.

Rivayet ederler ki, Molla Câmî Mevlânâ’yı ziyaret için altı kere Konya’ya gelmiş, ancak huzura girememiştir. Yedinci gelişinde ruhsat verilince, başındaki dolağı meydana doğru fır-latarak,

Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makamHer ki nâkıs âmed incâ şod tamam[1]

deyiverdiği anlatılır. Asırlardır dergâha girenler, önce kapının alınlığındaki bu levhayı okurlar da sonra içeri sağ ayaklarını atarlar.

Böyle bir aydınlanıştan sonra, girdiği gibi çıkmak artık mümkün değildir; içlerinin ışıdı-ğını çıkanların yüzünden bile anlarsınız. Aynı hâli Nurıosmaniye Kütüphanesi’nde de hisse-

1. Süleyman Nazȋf’e atfedilen tercümesi:

Ȃşıkanın Kâbesidir bu makamKim ki nâkıs gelse bund’olur tamam

derim. Binanın hümayun kapısının alınlığında “Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lâhdi” (beşikten mezara kadar ilim talep edin) hadisini okuyup da içeri bezgin, bıkkın girmek ne mümkün? Sırtım dikleşir, adımlarım sıklaşır, koltuğumun altındaki kitaplara daha bir yapışırım ve ilk ay-dınlanmayı kapıdan geçerken yaşarım. O anda benim için, bina ile kitabın olduğu kadar, kapı ile yazının da kaynaştığı bir bilgilenme gerçek-leşmektedir artık.

Evet, “illumination” kelimesi aydınlatma’yı karşılar; kendini bir “voyant” olmaya adayan Arthur Rimbaud’nun Les Illuminations’u ya-hut kabalacı meraklarıyla boğuşan Walter Benjamin’in Illuminations’u gibi majör eser-lerde derinden derine hissedilen de bu mistik aydınlanmadır. Lâkin “illumination” ile kökdaş olan “limunaris”in de pencere demek olduğu göz ardı edilmemeli. Bir kapı alınlığındaki yazıyla aydınlandığımız doğru ise de bazen alınlığın bulunduğu yere bir pencere açılarak mahfelin aydınlatıldığı da olur. Burada artık manevi ay-dınlanmanın yerini, tamamen maddi bir ışıtma alıverir. Büyük kısmı yarım ay biçiminde tasar-lanan bu küçük pencerelere takılan rengârenk camlara gün ışığı vurdu mu, giriş bir renk cüm-büşü ile dolar; gökkuşağının ortasında yüzmeye başladığınızı hissedersiniz. Cildinin ortası deli-nerek ilk yaprağına mini mini bir kapı açılan kitaplarda da aynı hissi yaşadığınız ve kapağı çevirince renk renk kelimelerin uçuştuğu bir mahfilde öylece kalakaldığınız olur.

Unutmayalım, “illumination”un bir manası da süsleme’dir. Hani bazı kapıların alınlığında gözleriniz bir kitabe arar da ağır bir tezyinat-tan başka şey bulamaz ya, işte orada süsün lev-ha gibi okunması gerekir. Sözün gelişi, bir kapı üstünde gözünüze çalınan Osmanlı devlet ar-masında kudret, nizam, adalet, saltanat, şecaat, on iki burç, sultanın tuğrası, kara ve deniz kuv-vetlerinin gücü gibi pek çok değer “okunabilir”. Böyle bir armayı bina kapıları dışında görebi-leceğiniz yerlerin handiyse tamamı yine çeşme gibi, nişantaşı gibi sabit-kadem mekânlar iken, bunun önemli bir istisnası cilt kapaklarıdır. Bi-nayı okumaya alınlığındaki armadan başlamak gibi, kitabı okumaya da cildindeki armadan başlanır. Zamane okumalarının “ex libris”ten

22ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

başlaması gibi...Bazen, alınlık süslemeleri armalar kadar

yüksek sesle konuşmazlar; fısıltılarını çözmek için gayret gerekir. O yüksek kapılara benzemez bir kapı görürsünüz; alnında hiçbir ziynet bula-mayışınızda vakur bir sadelik yakalarsınız. Kimi zaman, alçacık bir alınlıkta sadece küçük bir motife gözünüzün iliştiği olur; ya bir hayat ağa-cı ya kırılmış bir nar ya da bir çark-ı felek... Za-manın soldurduğu taş zeminin üstünde o motif-ler yepyeni dururlar; çünkü içeri her giren eliyle şöyle bir sıvazlamadan altından geçmemektedir. Her dokunuş aslında bir okumadır. Aklınız bir kere daha kitaplara kayar. Hani bazı kitaplar vardır; size muhtevasından bahsederler de boş boş bakarsınız, okumadığınızdan eminsinizdir. Derken biri kitabı kucağınıza bırakır ve siz daha ona dokunur dokunmaz zihniniz aydınlanıve-rir; içinde ne olduğunu hatırlayıp bülbül gibi şakımağa başlarsınız ya... Alınlıktaki motiflere dokunmak da işte aynen öyle bir okumaktır.

Kimi kapılar vardır, yüksek alınlığının altın-dan at üstünde azametle, başınız göklerde ge-çersiniz; kimi kapılar vardır, alçacık oluşu sizi de eğilmeye zorlar. Niye bütün dergâhların, hücre-lerin kapısı hep böyle alçaktır? Çünkü kibrinizi ve azametinizi kapının diğer yanında bırakmayı bilmeden öyle dimdik girmeye çalışırsanız, al-nınızın ortasına öyle bir taştan yumruk yersiniz ki, “alınlık” kelimesinin alınla bir başka ilişkisi daha olduğunu acı acı öğrenirsiniz. Rica edenin boynu bükük gerektir. Müracaat kapısına dim-dik gidildiğinde, alınlık bir “başvuru” mevkiine dönüşür. Necatigil’in deyişiyle,

EğildiğimdendiAlçak kapılardan demin benim geçişim Kitaplar karşısında yaşadığımız hâl de bun-

dan pek farklı değildir. Kitap vardır, pek fiya-kalıdır; kucağınızda bütün cazibesiyle oturur

ama söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Okumaya başladığınızda yavaş yavaş oturuşunuz değişir, sırtınız düzelir, başınız yavaş yavaş doğrulmaya başlar ve sonunda o kadar dikleşirsiniz ki, artık kitap çok aşağılarda kalmıştır ve mağrur başınız satırları göremeyecek kadar yukarılardadır. Kitap vardır; fersude cildine, sararıp eprimiş sahifelerine bakıp da küçümseyerek elinize alır-sınız. Yapraklarını çevirdikçe omuzlarınız düşer, boynunuz bükülür, satırlara burnunuzu daya-yarak okumak ihtiyacını duyarsınız ve öyle bir an gelir ki, aczinizi, hiçliğinizi tâ derununuzda hissedersiniz. Artık yapacağınız tek şey kalmış-tır; kitabı öpüp alnınıza koyarak hem onu tebcil etmek hem de fırsattan istifade alnınızı öptür-mek... İşte “illumination” kelimesinin sonuncu anlamı olan “ilhâm”ın belirdiği yer de tam ola-rak burasıdır.

Doğrudur, alınlık ilham verir. Kimi alınlıklar levhasıyla, tezyinatıyla; kimi alınlıklarsa altında koruduğu kapının sakinleriyle ilham vericidir. Aslında, ziyaret edip de ilham alınmak istenen genellikle alınlık değil, onun altından geçilerek girilen yerdekidir; lâkin içerinin ilhamından ilk ışıklar da alınlığa vurmuştur. Nasıl ki, ziyare-te gelen önce binanın alınlığı altından geçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapak-tan geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin. Evet, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler. Sözün gelişi Nâbî, hac yolun-da uğradığı Konya’da, Sadreddin-i Konevi’nin kütüphanesinde saklanan İbni Arabî hattı Fütûhât-ı Mekkiyye’yi ziyaret eder. Şair, otuz dört ciltlik kitabın saklandığı dolabın önünde hissettiklerini Tuhfetü’l-harameyn’de ifade eder-ken, “Bi-hamdillâhi teâlâ ol nüsah-ı şerîfe(...)nin abîr-i gîsû-yı hûrân-ı behişte râcih olan gubarla-

Nasıl ki, ziyarete gelen önce binanın alınlığı altından geçerse, bir kitabı ziyaret eden de önce dış ve iç kapaktan geçmek zorundadır. Kitap da ziyaret mi edilir, demeyin. Evet, kitaplar “ziyaret yerleri” gibi, aile büyüğümüz gibi, kapı komşumuz gibi ziyaret edilirler.

23ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

rı tûtiyâ-yı çeşm-i iftihar kılındı” diye yazar[2]. Gelibolu’da, Yazıcı-zâde Mehmed’in türbesinde saklanan müellif hattı Muhammediyye’yi ziyaret de âdettendir ve Müverrih Âlî’den Evliyâ Çelebi’ye kadar pek çok ziyaretçiye el öptürmüştür. Ankara’daki Millî Kütüphane’de, Niyazî-i Mısrî’ye ait bir mecmuanın sonuna isimsiz bir el tarafından konan notta, “Şu imzâ-yı şerif hazret-i Mısrî efendimizin mübarek hatt-ı şerifleri olmağla ziyaret oluna” yazıyor[3]. Uzun süren bir unutulmuşluğun ardından, met-nin son ziyaretçisi aziz dostum Mustafa Tatcı oldu[4]. Ali Emîri Efendi de kütüphanesini süs-leyen nadir ve değerli yazmaları meraklısına bin naz ile çıkardığında, “Tedkik edin”, “Gözden ge-çirin” gibi klasik cümleler yerine, “Ziyaret buyu-run efendim” diye uzatırmış. Son zamanlarında, en çok ziyaret edilen kitabının Dîvânü Lûgati’t-Türk olduğu şüphesiz...

Yıllar önce, Beşir Ayvazoğlu’nun Nuri Arlasez’le röportajında okumuştum. Belki de cumhuriyetin son “şeyhü’s-sahhâfîn”i diye anıl-ması gereken Raif Yelkenci, koca bir dünya sığ-dırdığı o küçücük dükkânında Nuri Bey’e yaz-ma bir Kur’an uzatırken yine “Ziyaret buyurun” demiş. Bunca yılımın eski ve nadir kitap kovala-makla geçtiğine değil de bir satıcıdan bile bu hi-tabı duyamadığıma yanarım. Demek ki, o güzel insanlar varaktan kanatları olan o güzel kuşların sırtına binip gideli çok olmuş. Bunca yıldır gıpta sınırları dâhilinde tutayım diye gemlemeye uğ-raştığım hasedimin şahlandığı anlardan biri de işte bu... İtiraf zamanı gelmiştir; Ayvazoğlu’nun pek çok meziyeti yanında, doğru yerde bulunup doğru kişilerle tanışmasını da çekemiyorum.

Ne demiştim; kitaplar, kapısını çalıp arada bir yoklamanızı bekleyen aile büyükleriniz gibi-dir. Okurların kitaba olan ihtiyacı gibi, kitapla-rın da okur tarafından ziyaret edilmeğe ihtiyacı vardır. İhmal ettikleriniz için için söylenirlerken, gözden çıkarıp tamamen unuttuklarınızın sesi de yüksek çıkar; yalnız bırakıldıkları için duydukları öfkeyi de hatırlanışın verdiği mem-

2. Menderes Coşkun, Manzum Ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri Ve Nâbî’nin Tuhfetü’l-harameyn’i, Ank., 2002, s. 173-174.3. Mecmȗa, Yz. A. 853, v. 17.4. Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ: Niyâzî-i Mısrî, İst., 2010, s. 134.

nuniyeti de açıkça ifade ederler. Rahmetli Sü-heyl Ünver Hoca, kütüphaneciliğimizin büyük ismi Adnan Ötüken’den dinlediklerini, her za-manki titizliğiyle kaydetmiş[5]. Ötüken, Ame-rikan kütüphanelerinde incelemeler yapmak üzere Chicago’ya gider. Ziyaret ettiği kütüpha-nelerden birinde, önüne Türkçe bir yazma ko-yarlar. Ötüken, daha cildi açar açmaz, kitabın alınlığında şu beyitle karşılaşır:

Merhabâ hoş geldiniz özlerdi bu can sizleriKıldın ihyâ Hazret-i Îsâ gibi can bizleriYazma, belki de asırlar sonra bir vatandaşını

görmenin heyecanıyla konuşmakta; Ötüken ise, ebedî sürgününü çeken bir büyüğünü ziyaret etmenin keyfiyle utancı iç içe geçmiş, gözyaşları dökmektedir.

Bazen kitabın, aile büyüklerinizden çok daha yakınınız olduğunu hissedersiniz. Evet, biraz garip, biraz hastalıklı bir muhabbetle de olsa, içten içe kitaba sevdalandığınızı itiraf zorunda kalırsınız. Kitabının alınlığına “Esirrü izâ na-zartü ilâ kitabî keennî âşık ve hüve’l-habîb” (ki-tabıma her nazar edişimde, sanki ben âşık o da maşukummuş gibi sevinirim) yazan âşığı ken-dinize yakın bulduğunuzu söylemek o kadar da kolay değildir. Maşukasının kapısından uzak duramayan âşık gibi, siz de kitaplarınızla yaşa-mak istediğinizi söyleyiverseniz, bu çağda garip karşılanacağınızı pek rânâ bilirsiniz. Cüretkâr âşıkların, sevgilisinin kapısına aşkını kazıması gibi, siz de kitaplara olan sevdanızı yine kitap kap(ı)larına, alınlıklara yazmaya kalkışırsınız. Kastamonulu Lâtîfî’nin, göğsünü gere gere tez-kiresinin başına yazdığı gazelde

Ol kişi buldu cihân içinde yâr-i bî-halelEy Lâtîfî her kimin yanında yâridir kitâb[6]

deyişine imrenip de kitaplarınızın alnına bir şeyler karaladığınız hiç olmadı mı? Varsayın ki, Sivas işi çakınızın kemik sapını sıkı sıkıya kavrayarak yârin kapısına bir “Âh mine’l-aşk” kazımışsınız veya püskürtme boyayla grafiti yazmışsınız. Ha kapı ha kitap... Ha o alınlık ha bu alınlık... Ha o aşk ha bu aşk...■

5. Kırkambar, Ank., 1972, s. 87.6. Tezkire-i Lâtȋfȋ, İst., 1314, s. 15.

24ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Şehirler isimlerle dolu. Şehrin her yanında kişiler. Siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, edebiyatçılar, ilim adamları, şehitler,

komutanlar, ustalar, hacılar, hocalar, efendiler, beyler. Sokaklarda, mahallelerde, parklarda, kültür merkezlerinde, kütüphanelerde, okullarda, kampüslerde, amfilerde, salonlarda. Alt ve üst geçitlerde, cadde ve bulvarlarda, meydanlarda, yollarda, stadyumlarda, hava alanlarında, garlarda. Çeşmelerde, hanlarda, hamamlarda, camilerde, medreselerde, aş evlerinde, imaretlerde. Şehirler baştan ayağa isimlerle dolu, isimlerle kuşatılmış, isimlerle anlam bulmuş. Neden şehirler isimlere bu kadar ihtiram göstermekte? Neden şehir bunca ismi alnına yazdırmakta ve baş tacı etmekte? Şehir bir yönüyle insandır da ondan mı? İnsan bir açıdan şehre benzer diye mi? Şehir ve isim iç içe, yan yana, karşı karşıya!

Şehirlerin bunca insanı baş tacı yapmasının değişik sebepleri olabilir. Ancak bunun basit ve sıradan değil anlamlı ve derinlikli bir eylem olduğunu düşünüyorum. Rastgele yahut bilinçli bir şekilde verilmiş olsalar bile! İsimler aynı zamanda birer sembol, imge ve gösterge oldukları için kimin isminin nereye verildiği önem arzeder. Bir isimden kıyametler kopabilir. Bunun değişik örneklerini bulmak mümkündür. Yakın zaman-larda İstanbul Fatih’te Abdülezel Paşa’nın adını

taşıyan caddeye Kadir Has ismini veren belediye, yazarlar ve ilim adamları tarafından eleştirilmişti. İlber Ortaylı bunu ‘vahim bir değişiklik’ şeklinde nitelendirmişti. Buna benzer örnekler hangi şe-hirde yoktur ki? İsimler taşıdıkları anlam ve sem-bolik değerlerle kimi dönemleri açıklamakta birer ipucu olabilmektedir.

Galiba önce şu sorulmalı: şehir mekânlarına isim verme kimin yetkisinde? Bir okulun, cadde-nin, sokağın, meydanın, parkın adına kim karar veriyor? Bu kararı verirken kimlere soruyor yahut hangi hususlara dikkat ediyor? İsim verilirken o kişinin özellikleri, o mekânın konumu, yeri ve özellikleri dikkate alınıyor mu? O kişinin isminin oraya verilmesinin bir anlamı olabiliyor mu? Ve dahası neden isim verme geleneği ve siyaseti var-dır? Hatta neden bu isim verme mühim bir siyasi refleks ve atak olarak görülmektedir? Bütün bun-lar isimlerin boş ve anlamsız olmadığını aksine dolu, manalı ve sembolik kıymete haiz olduğunu belli etmektedir.

İsim vermede etkili olan kurumlar arasında din, kültür, siyaset, sanat, hukuk, bölge özellikleri sayılabilir. İsimlerin anlamları, yan anlamları, ardılları araştırıldığında nasıl bir duygu ve düşünce dünyasının yansımaları oldukları rahatlıkla görülebilir. Siyasi yelpaze, ideolo-ji, kültürel kodlar, kültürel değişme, toplumsal

İsim-şehirKÖKSAL ALVER

25ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

farklılaşma şehirlere verilen isimlerde müthiş bir dalgalanmaya ve çeşitlenmeye neden olmaktadır. Böylece şehirler bir ülkenin bütün renklerini, tonlarını, yüzlerini, tercihlerini sembolize eden isimlerle dolabilmektedir. Birbirinin tam zıddı olan isimler kimi zaman yan yana olabilmektedir. Uçlarda yer alanları, isimlendirme siyaseti, bir yerde toplayabilmektedir.

Kuşku yok ki, isimler, şehirlerin hafızası. Bir hatırlama eylemi isimler. Hafıza ve hatırlamanın insan hayatındaki yeri belli. İnsan yaşadıklarını, düşlerini, ideallerini şehirlere kazıma derdinde. Kendi giderken dahi arkada bıraktıklarını me-rak etmekte. Yahut gidenleri şehirlerde yaşatma derdinde. İsimlerin birer hafıza ve hatırlama iş-levi gördüğü muhakkak. İsimlerin aynı zaman-da birileri için bir yer, zemin, konum, mevki ve muhit işareti olduğu da muhakkak. Dolayısıyla şehirlerin birer isim cennetine dönmesi manidar-dır. O isimlerde kişi kendini aramakta aslında. O isimlerin sembolik haritasında kendi çizgilerini görmekte insan. Bunun için isim verme siyaseti, çok katmanlı, anlamlı ve manidar bir eylem ola-rak öne çıkmaktadır. Siyaset, isim verme eylemi bir hayli önemsemektedir.

İsimlerin şehirlerdeki baskın yeri kimi ilintiler kurmaya vesile olmaktadır. Sokaklara, caddelere, mahallelere, hatta semtlere verilen onca isim. Kiminde bir âlim yahut bir siyasetçi, kiminde bir yazar yahut asker. O sokaktan geçmiş ve bazen o semte uğramamış bir isim orada. O isim ora-ya rastgele mi verilmiştir? Yoksa orası ile o kişi arasında bir bağ mı vardır? Mesela siyasetçi, ede-biyatçı, âlim o sokakta yaşadığı için mi ismi veril-miştir? Yoksa bir siyasi eğilimin göstergesi olsun diye mi? Ne ki, zihin, isimle mekân arasında uy-gunluk olup olmadığını düşünmeden edemiyor.

Şehirler başka dünyaların insanlarına da yer vermekte. Başka dünyaların, inançların, kültürlerin, siyasetlerin figürleri şehirlerde görülmektedir. Şöyle hızlı bir tarama ile sayısız örnek bulmak mümkün olacaktır. Pakistanlı Cin-nah, Ankara’da, Amerikalı Kennedy İstanbul’da, Mısırlı Hasan El-Benna ve Seyyid Kutup ile Pa-kistanlı Ziya ül-Hak Sultanbeyli’de bir caddenin adıdır. Olof Palme ise Kulu’da bir bulvarın adıdır. Kuluların İsveç’te çalışmakta oluşlarının bunda etkisi vardır mutlaka. Sokaklar, parklar, kültür

merkezleri, camiler de buna dâhil edilebilir. Ar-jantin Caddesi, Tunus caddesi, Cezayir caddesi, Kosova mahallesi, Bosna-Hersek mahallesi, Ja-pon pazarı, Aliya İzzetbegoviç parkı gibi sayı-sı ismin şehrin nasıl bir hafızayı barındırdığını belgelemektedir. Gerek kişi isimlerini gerek ülke isimlerini bağrında taşıyan şehirlerimiz, bir yö-nüyle bütün bir dünya haritasının çizgilerini de taşıyabilmektedir. Şehrin hafızasında yer bulan isimler, şehirlinin düşünce dünyasına zenginlikler katabilmektedir. Şehirler, isimlerle bütün bir yer-yüzünü alnında taşımakta. Şehir, isim isim bütün coğrafyaları, o coğrafyaların simalarını ölümsüz kılmakta. Bu yüzden bir şehir bazen bir yeryüzü olabilmektedir.

Şehirler içinde taşıdıkları isimleri ölümsüz-leştirmeyi dener. Genelde topluma mal olmuş, öncüler, edebiyatçılar, siyasetçiler, tüccarlar, sanatkârlar, siyasetçiler, askerler, eğitimciler, spor-cular, gazeteciler ölümlerinden sonra mekânlarda yaşamayı sürdürür. Kendileri bu dünyadan göç-müştür, ancak isimleri kalmıştır. İsimleri şehrin duvarlarına ve taşlarına kazınmıştır.

İsim-şehir üzerine düşünürken zihin ister istemez isimlerin uygunluğunu da sorgulamaktadır. İsim verme siyasetinin daha bilinçli, daha etkili olması gerektiğini düşünmektedir. İsim vermek etkili ve derinlikli bir siyaset olduğu için bunun üzerinde gerektiği gibi düşünmeli. Muhammed İkbal’in isminin verildiği bir park hatırlıyorum. Büyük bir düşünür ve estetikçi olan İkbal’in parkının düzeni ve hele kapısı içler acısıdır. Son derece biçimsiz demir kapı her gördüğümde beni düşündürür. İkbal’in adı ile o kapıyı bir türlü örtüştüremez zihnim. Aynı şey bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu’nun adı-nın bir caddeye verilmesinde de geçerlidir. Cadde kentsel dönüşümle rant kazanan bir bölge olmuş-tur. Geleneksel hayatı çökerten ve yerine yeni ha-yatları ikame eden caddenin isminin bir âlimin ismini taşıması bana açık çelişkileri hatırlatmak-tadır.

Şehir, bir yönüyle isimlerle mücehhezdir. Şehir insandır çünkü. Şehri donatan isimleri tespit etmek, not etmek, onların üzerine düşünmek şehir-insan-siyaset-kültür ilişkisine ilişkin insana farklı şeyler hatırlatabilmektedir. Şehirler bir de isimler üzerinden baksak neler görürüz acaba?■

26ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Gün sona erişmişse sabah hüzün çıkarırKalabalıklar içinden Söz gölge oyunlarında değildirGideni söylemez geleni sözden alırO an yağmur yağar güneş yerine

Gece yalnız kalır bilirsin sorgulamaz Kimliğini sorar bencil aşkların İnce bir eski zaman güzelini yâdına yazar Geçtiği sokaklarda gündüzü çizer taş duvarlaraVe zaman onda tüy gibi kalır Şehir saat olmalı hikâyenin bu yerinde Günlüğünde nihavent bekleyişler bulunmalı Adının bir yerinde birkaç harf eksilmeliŞehnaz sesler vurmalı pencerene Yeniden güvercinler geçmeli kubbelerinden

Aşina güvercinler yağmura gamzeler bırakmalı Gurbeti senden öğrenmeli yanık türküler Ayak seslerinle uyanmalı yol boyu seher kuşları Yağmur ve güneşi şehre sen anlatmalısın

ÖMER KAZAZOĞLU

SABAH SÖZLERİ

27ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

güzel bir dünya buldukayıp kirli adamlargüzeldi yenidünya ama kızıldı tenlerikeskin çelikleri çiçekli battaniyeleriyoktu ateşli silahlarımülkiyet gibi dertleriyeterince medeni değildigöçebe çekik gözleri

bakir topraklara haçdeğerli taşlara renk içinkan gerekliydi biraz akıttı soluk adamlarsonra keşişler geldi yanağını dönmeyenelinde kutsal kitapuzat yanağını diyenkutsal medeni keşişler

sonrası kısa hikâyeköleler efendiler

KALENDER YILDIZ

KEŞİF

28ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Girişİnsanlığın pek çok açıdan sorunla karşılaştığı

günümüzde, “kitap” ve “hikmet” üzerine yeniden ve her zamankinden daha çok düşünmeye ihtiya-cımız var. Kuşkusuz, tarih içinde bu konuda de-ğerli çalışmalar yapılmıştır, önemli görüşler ortaya konulmuştur. “Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur” sözünden hareketle söylersek, hikmet konu-sunda da söylenebilecek sözler söylenmiştir. Ancak biz, ilk defa söylemiş olmak için değil, hatırlamak için de söyleriz, yeniden söylemek için de söyleriz, öğrenmek ve öğretmek için de söyleriz, özümsemek için de söyleriz. Zira herkes varoluşu kendi varlı-ğında yeniden keşfeder, yeniden tecrübe eder, daha öncekilerin söyledikleri sözleri ve davranışları, bu sefer kendisine ait söz ve davranışlar olarak keşfeder, tecrübe eder. Daha önce söylenen sözlerin, bizim de sözlerimiz olabilmesi için, hatırlanması, yaşanma-sı, tecrübe edilmesi ve yeniden söylenmesi gerekir. Hikmet konusundaki durum da böyledir. Hikmet, kişide karşılığı olan bir şeydir. Daha öncekilerin hikmeti onlara aittir. Onlara ait hikmetin benim de hikmetim olabilmesi için, o noktaya benim de ge-lebilmem, onların geçtiği yolu benim de geçmem, onların yaşadığını benim de yaşamam, onların gör-

* Fîhi Mâfih, Çev. Meliha Ülker Tarıkahya, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1985, s. 79.

“İnsan büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılı-dır; fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki

içindeki ilmi okuyabilsin.”Mevlâna,*

Kitap ve hikmet üzerineVEFA TAŞDELEN

Kendin, evren ve dünyan üzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla birlikte kitap sana açık hale gelmeye başlar. Buna göre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar olamadan kitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bile okunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olmayacaktır. Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilere hitap eder öncelikle, onların idraki için açık hale gelir.

29ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

düğünü benim de görmem, ama bütün bunları kendi varoluş koşullarım içinden başarabilmem gerekir. Onların bilmiş olması, benim de bildi-ğim anlamına gelmez. Onların söylemiş olması benim de söylemiş olduğum anlamına gelmez, onların keşfetmiş olması benim de keşfetmiş olduğum anlamına gelmez. Şimdi ve burada yaşayan bir kişi olarak, hikmetle olan ilgim, daha öncelilerin hikmetle ilgili tutum ve görüşlerini bilsem de, hikmetin karşılığını kendimde inşa etmem, kendimi ona duyarlı hale getirmem şek-linde olabilir. Aslında bu felsefe için de böyledir. Başkasının felsefesini bilmem, başkasının felsefe anlayışını anlamam, onu benim felsefem, benim görüşüm haline getirmez. Ben hikmeti ve felsefe-yi, ancak, onların bendeki karşılığını inşa ederek ve inşa ettiğim ölçüde, kendi felsefem ve hikme-tim haline getirebilirim. Bunun için geçmişte söylenenleri hatırlayıp onları kendi bilincimiz-den süzerek, kendi varoluş koşullarımız içinde yeniden keşfederek, kendi varoluşumuzda yeni-den tecrübe ederek, kendi anlama ve yorumlama biçimimizle yeniden söylememiz gerekir.

Hikmetin pek çok boyutu, pek çok açısı, pek çok konturu vardır. Bunlardan en çok öne çıka-nı, kavaramın dini ve felsefi boyutudur. Bu nite-lik, “kitap ve hikmet” şeklinde dini kaynaklarda sıkça tekrarlanan ifade biçiminde ortaya çıkar. Aşağıdaki yazıda hikmet kavramının fesle ilgisi kurulduktan sonra “kitap ve hikmet” konusu ele alınacaktır. Bunu yaparken takip edeceğimiz so-rular şunlardır: Hikmet nedir, felsefe ile ilişkisi nedir, dini literatürde nasıl bir anlamı vardır? “Kitap ve hikmet” ifadesinde geçen “hikmet”, ki-taptan ayrı bir şey midir, kitapla ilgisi nedir? Ki-tap ve hikmet farklı şeyler midir? Hikmet, bir tür bilgi midir, bir tür anlama yöntemi midir? Kitabı anlayabilmek için gerekli olan bir tür “ön-bilgi”, bir tür “ön-anlama” mıdır? Hikmetteki bilginin niteliği nedir? Genel bir bilgi midir, özel bir bilgi midir, elde edilme yöntemi nedir? Deney ve göz-lem bilgisi midir? Yaşantı bilgisi midir? Verilen bir bilgi midir? Sezgi bilgisi midir? Akıl bilgisi midir? İslam kültüründeki bilgi ve felsefe anlayışı açısından ne ifade eder? Hikmete, İslam düşün-cesinin felsefe kültürüne özgün bir katkısı olarak bakılabilir mi? Bir bilme tarzı olarak özellikleri nelerdir? Modern epistemolojiye sunabileceği

özgün bir katkı var mıdır? Aşağıdaki yazı, bu ve benzeri soruların kılavuzladığı bir anlama dene-mesi olacaktır.[1]

Felsefe ve hikmet“Hikmet”, İslam düşüncesinin özgün kav-

ramlarından biridir. Felsefi bir arka plana sahip olması; dini literatür yanında filozofların ve sûfîlerin de kelimeye farklı anlamlar yükleyerek kullanmaları, bu şekilde kendilerine özgü kılma-ları, aynı zamanda gündelik dilde sıkça kullanı-lan bir sözcük olması, anlam alanının daha da genişlemesine, derinleşmesine ve zengin bir yapı-da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu zengin anlam yapısı içinde, hikmet, hem Allaha, hem peygamberlere, hem de insanlara ait bir nitelik olarak görülür. Pek çok ayette Allah’ın “hikmet sahibi” olduğu hususuna dikkat çekilir, peygam-berlere de “kitap ve hikmet” verildiği hususu üzerinde durulur. Bunun yanında, hikmet, bir bağış olarak insanların da sahip olduğu bir şey-dir. Ancak bu farklı hikmet biçimlerinin yine de aynı şey olduğunu, Allah’ın hikmet sahibi olma-sıyla peygamberlerin hikmet sahibi olmasının, peygamberlerin hikmet sahibi olması ile insanla-rın hikmet sahibi olmasının ayını şey olduğunu düşünmemek gerekir. Hatta hikmetin, her bir insanda farklı bir şekilde tecelli ettiğini, her bir insanda o insanın kendi öznelliği içinde ortaya çıktığını söylemek doğru olur.

İlk çağ felsefesinde de hikmet (sophia) kav-ramı vardır. Ancak buradaki hikmet, aşkın bir özellik sunmaz. Kişinin çeşitli şekillerde elde et-tiği teorik bilgiyi ifade eder daha çok. Theoria, aklın bilgisidir. Aristoteles ve diğerlerinde tekil, rastlantısal ve empirik değil, tümel bilgidir, tü-melin bilgisidir. Denilebilirse, varlığın özüne ilişkin kavrayıcı bir bilgidir. İlk nedenler ve var-lığın nihai amaçları üzerine bir bilgidir. Varlığın ve varoluşun anlamı üzerine bir bilgidir. Bu yö-nüyle metafizik bilgidir. Daha sonra gerek Hı-ristiyan ve gerekse İslam düşüncesinde, hikmet kavramı aşkın bir içerim kazanmaya başlamıştır. Bu aşkınlıkla bir tür ilahi bir bilgiye, bir tür ila-hi bir sevgiye, bir tür ilahi bir bağışa dönüşme-

1. Burada, “Hikmet ve Felsefe”, “Kitap ve Hikmet” alt başlıklarından oluşan bu makalenin “Hikmet ve Felsefe” bölümü yayınlanacaktır.

30ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ye başlamıştır. Thomas Aquinas, bu durumu, “bütün hikmet Tanrı’da gelir” sözüyle açıklar ve onu insani bir kazanım değil ilahi bir bağış ola-rak görür.”[2] Bu şekilde, hikmeti ilahi bir bağış olarak gören İslami duyarlıkla birleşir.[3] Dola-yısıyla, semavi dinlerle birlikte hikmet (wisdom) kavramına metafizik, aşkın, semavi bir anlam girmeye başlamıştır. Bununla birlikte, rasyonel bilginin övülmesiyle kavramın Grek felsefesin-deki anlamının korunduğu, felsefi içeriğinin muhafaza edildiği görülür. Bu durumda, insan bilgisi, denilebilirse, semavi bilgi ile sentezlen-miştir. Hikmet bu aşılı bilginin ifadesidir. O, ilk çağdaki teorik bilgiden farklı olarak, semavi bilgi ve duyarlığı da tanımaya başlamış, aşkın, sonsuz ve öte bir evrenin varlığını da kabul et-miş olur. Dolayısıyla, semavi dinlerle birlikte or-taya çıkan hikmette, öte bilinci, dünyayla sınırlı kalmama bilinci vardır. Aşkın olana bağlılık da, merhamet ve şefkat ahlakı, sorumluluk ve ko-ruyuculuk ahlakı olarak ortaya çıkmıştır. Olup bitenler karşısında aşkın bir sorumluluk hisset-mesi, hikmetle olan bir şeydir. İman temelinde ortaya çıkan etik tutum, temelinde hikmet olan bir şeydir. İnsanın kendisiyle, toplumla, canlı ve cansız varlıklarla, evrenle ve nihayet Tanrı ile kurduğu ilişki, hikmetle olan bir ilişkidir. Hik-metin ilkçağdan felsefesinden, hatta mitolojiden beri beri katlanarak gelen bu anlamına daha son-ra, insanın doğa ve tinsel dünya hakkındaki her türlü bilgisi de eklenmiştir. Sözgelimi, kavramın Almancadaki tanımlarından biri olan Wissens-chaft, doğa ve insan bilimlerini kapsayan bilim anlamıyla, hikmetteki bu genişlemeye işaret eder. Hikmetin, “nedenini bilme” anlamı, bu bilimsel yapıyı da içerecek yapıdadır. Bu durumda “ne-deni bilmek”, bir hikmettir. Kişi bunu, isterse yaratılış nedenini bilmek olarak da anlayabilir ve

2. Saint Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, by anton C. Pegis, F. R. S. C., p. 209. Ayrıca bkz. Mehmet Önal, Wisdom (Hİkma) and Philosophy in Islamic Thought (As a Framework For Inquiry), Yayımlanmamış doktora Tezi, University of Wales, Lampeter, 1998., 4.3. Bkz. “O, hikmeti dilediğine verir. Ve kendisine hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir. Gönlünü ve aklını çalıştıranlardan başkası düşünüp anlayamaz.” Bakara, 269 - “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat ” (Şuara 4).

bu şekilde pozitif bilgiye metafizik bir temel de kazandırılmış olur. Peki, bu durumda ne olur? Bir hikmet biçimi olarak anlaşılan pozitif bilgi, insan onuru, değeri ve yararı sınırlanmış olur. Hikmetle metafizik bir içerim kazanan pozitif bilgi hiç bir şekilde insana aykırı kullanılamaz. Muhammet İkbal’in, akılla gönlün, bilimle aşkın ittifakından söz etmesinin anlamlarından biri de bu olabilir.[4]

Sekizinci Yüzyıldan itibaren Bağdat’ta Beytül Hikme ile büyük bir kültür hamlesi başlamıştır. Grekçeden Arapçaya çevirilerde, felsefe, kendi özgün kullanımının yanında “hikmet”le de kar-şılanmıştır. Beytül Hikme, belirli bir mekan ol-maktan ziyade bilginin toplandığı, derlendiği, çevrildiği, yorumlandığı, kritiğinin yapıldığı bir kültür hareketinin adı olmuştur. Başta Yunanca, Farsça ve Sanskritçeden olmak üzere Arapçaya çeviriler yapılmış, bu tercümeler etrafında gide-rek telif bir kültür ortaya çıkmıştır. Beytül Hikme deneyimi, hikmete felsefe, felsefeye de hikmet boyutunu eklemiştir. Bu gelenek içinde, tıp, matematik, geometri, astronomi, kimya, müzik, hitabet, tarih, sosyoloji, şiir ve din bilimlerinde ortaya konulan başarı, “hikmet”e yönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir. İslam zihninin hikmet kavramına olan aşinalığı ve pozitif bakışı, felsefeyi özümseyebilme bakımından bir zemin ve ön-anlama oluşturmuştur. Ancak bu ön anla-ma, temel bir anlamadır da. Zira İslam felsefesi-nin özgünlüğü, yalnız hikmeti anlama şeklinde değil, onu yaşama ve yeniden üretme şeklinde de kendini göstermiştir. Bu nedenle Kindi, Farabi, İbn Sina, Sühreverdi, İbn Rüşt, İbn Haldun, İbn Arabi gibi filozoflar sadece basit bir tekrar içinde olmamışlar, özgün bir tutum da sergileyebilmiş-lerdir.

Peki, bir bilgelik sevgisi ve aklın bir etkinliği olarak ortaya çıkan felsefe ile, yine böyle bir sev-gi ve yaşayışın ürünü olarak ortaya çıkan hikmet arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Öncelikle söylemek gerekir ki, her ikisinde de ilk neden-ler ve nihai amaçlar üzerine bir bakış, insanın yeryüzündeki yeri ve anlamına yönelik bir ilgi

4. Bkz. Muhammed İkbal, Şarktan Haber, çev. Ali Nihat Tarlan, Ahmet Said Matbaası, İstanbul, 1963, s. 55, Esrar-ı Hodi, çev. Ali Nihat Tarlan, Sufi Yayınları, 2010, s. 69.

31ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

söz konusudur. Dil ve gerçeklik sorunu ile ilgi-li, bilgi ve hakikat sorunu ile ilgili bir sorgula-yış söz konusudur. Felsefe, daha başlangıcından beri, bir şeye kendisi olma niteliğini kazandıran özler, ilk nedenler ve nihai amaçlar üzerinde bir etkinlik olarak ortaya çıkmıştır. Bu nitelik onu “basit bilme”den ayırmış, giderek varlığa ve varo-luşa ilişkin kavrayıcı bir bakışa dönüştürmüştür. Hikmette de aynı bütüncül bakış söz konusudur. O da varlığı tek tek nesneler olarak kavramayı değil, “hikmeti dedir” sorusunun kılavuzluğun-da bir ilke etrafından anlaşılır kılmaya çalış-mıştır. Bu durumda felsefedeki “nedir” sorusu, hikmette “hikmeti nedir” şekline dönüşerek var-lığın ve bilginin aşkın ve manevi tözle olan on-tolojik bağını belirgin kılar. Bu bakış, “nereden geldik nere gidiyoruz, bu dünyadaki yerimiz ve anlamımız nedir?” sorusunu cevaplamak açısın-dan da temel teşkil eder. Bu şekilde felsefe ak-lın bir eylemi olarak gözükürken, hikmette aklı da aşan bir yönelim, denilebilirse “metafizik bir bağlanış” söz konusu olur. Bu metafizik bağla-nış, Garaudy’nin 20. Yüzyıl Biyografisi adlı felsefi vasiyetnamesinde naklettiği İbn Sarjur’un felsefe tanımında “Tanrı sevgisi” olarak dile gelir: “Fel-sefe, bilgelik aşkıdır. Fakat gerçek bilgelik Allah’a aittir. O halde Allah aşkı gerçek felsefedir.”

Felsefede “bu nedir” diye sorduğumda, soru-yu başkasına sormam; “bu benim ne işime yarar?” diye sormam, kendim için, bilmek ve kavramak için sorarım. Burada bilmek istediğim konu ile kendi varoluşum arasında bir bağ oluşur. Onu bilmek isteyen benim kendi varlığımdır. Bilme ve kavrama isteği benim varlığımın ürettiği bir şeydir. Merak, hayret, hayranlık, bütün bunlar beni karşı karşıya geldiğim “bu şeyi” tanımaya ve kavramaya yöneltir. Bu nedenle felsefenin kay-nağı nesnede değil, merak eden ve soruyu soran bilinçtedir. Onun nereden baktığı, nasıl baktığı, niçin baktığı önemlidir. Kendi varlığındaki soru-ya cevap bulmak, kendi merakını gidermek için sormaktadır. Soru kimdeyse cevap da ondadır, onun açısından anlamlıdır. Bu nedenle onu bir başkası adına, bir başkasının yerine soramam, kendi adıma sorarım, verdiğim cevap öncelikle benim açımdan anlam taşır. Dolayısıyla felsefe başkası için, başkasına göstermek ve öğretmek için yapılan bir etkinlik değildir. Sorduğum her

soru, içimdeki merakın bir ürünüdür, verdiğim her cevap yalnız benim içimdeki soruyu cevaplar, her bir cevap beni tatmin eder.

Hikmete de, her an kendini yineleyen eşsiz benzersiz yaratılış karşısında sürekli kendini yi-neleyen bir hayret, hayranlık, şaşıp kalma ve bütün bunların bir ifadesi olarak “nedir” sorusu ile yol alma durumu söz konusudur. Şöyle sorar: Bu varlık nedir, bu insan nedir, bu hayat nedir? Bütün bunları algılayan ve hisseden bir bilinç olarak benim anlamım ne, bu varoluşun hikmeti nedir? Nereden geldik nereye gidiyoruz? Neden biz ve neden şimdi ve buradayız? Varolan, var-lıktan pay alan bütün bu şeylerin varoluş nedeni nedir? Bu oluş ve bozuluş nedir? Bu zaman ve fanilik nedir? Hikmet, boşlukta dönüp duran bir oluşa yönelik soru sormaz. O, hep belirli bir zihinselliğin ürünü olarak varlığa yaklaşır. “Hik-meti nedir?” diye sorarken aşkın bilinçteki varlık tasarımına yönelir. Ama felsefenin böyle açık bir koşulu yoktur. Felsefe, “nedir” diye sorarken, ne-deni oluşturan zihinselliği koşul olarak görmez; ancak bu onu büsbütün göz ardı ettiği anlamına da gelmez. Aksine felsefe, “arke” sorunu, “ilk neden” anlayışı, “idea” kavramı gibi yaklaşım-larıyla daha ilk çağdan beri varlıktaki zihinselli-ğe yönelik bir çaba olarak kendini göstermiştir. Bu zihinsellik, Herakleitos’la belirgin hale ge-len logos kavramında daha da açıktır. Varlıktaki zihinsellik, başlangıcından günümüze idealist felsefenin temel yönelimini oluşturur.

Hikmetteki zihinsellik, daha açık, özel ve be-lirleyici bir konumdadır.“Hikmeti nedir?” soru-sunda, aşkın tasarım ve zihinsellik amaçlanır. As-lında hikmete hikmet olma özelliğini kazanırdan da bu bağlılık durumudur. Varlıktaki zihinsellik, hikmette tanımlayıcı bir karakter olarak ortaya çıkar. Anlaşılmak istenen, olup bitenin anlamı, bir başka deyişle niçin o şekilde olup bittiği, aşkın istencin neden o şekilde tecelli ettiğidir. Dolayısıyla hikmet, belirsiz bir yerden değil, var-lıktaki zihinsellikten gelir. Hikmette varlıktaki zihinselliği hissetme, onunla temasa geçme duru-mu söz konusudur. Bu nedenle hikmet dediğim her bir anda, varlığın özünü oluşturan aşkınlığı anlarım. Bu bilginin bana gelme kanalı, verilme biçimi önemlidir. Hikmet sevgisi, burada her an tazelenen eşsiz yaratılışı sevmektir; Varlığı ve

32ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Mutlak İstenci sevmektir. Dolayısıyla, hikmette, “Hkmetini anlamak istiyorum, Mutlak İstencin bana görünüşünü, benim için görünüşünü ve be-nim açımdan kendini sergilemesini anlamak isti-yorum” diyen bir iradenin izharı söz konusudur. Bu yönüyle hikmet, aşkın bir bağlanıştır, böyle bir sıçramayı ifade eder. İdealist filozofların çoğu, eninde sonunda Varlıktaki benliği ve zihinselliği algılamak, oradaki anlamı anlamak ve ona katıl-mak isteyen bir tutum sergilerler.

Hikmette rasyonel bir tutum sergilenebileceği gibi, temelinde sevgi ve hayranlık bulunan este-tik bir tutum da sergilenebilir. Bu nedenle “hik-meti nedir” sorusuna, kimi durumda bir varlık duygusu ve varoluşa tanıklık neşesi de eşlik eder. Yunus’un, her an bir çiçek gibi açan ilahi iradenin izharı karşısında duyduğu varoluş sevincinde,[5] Mevlâna’nın varoluşta bulduğu yenilikte, taze-likte, aşkına olana tanıklıkta bu metafizik hay-ranlık yaşanır.[6] Andaki ilahi iradenin tecellisi, onda sadece bir varoluş bilinci ve aşkın bir bağlı-lık olarak ortaya çıkmaz, estetik bir bilinç olarak da ortaya çıkar. Bu noktada hikmet ile felsefenin ruh halleri de farklılaşmaya başlar. Felsefe, kendi yolu üzerinde ve kendi yöntemiyle, hiç bitmeyen irdeleme arzusunu sürdürürken, hikmet bir sevgi ve hayranlık içinde andaki tecellide dinginleşir. Bu dinginleşme kısmen de olsa felsefede de söz konusudur, ancak o varlığını arayış ve sorgula-ma isteğine borçludur. Önemli ve öncelikli olan belirli bir bakış açısından aklın kavrama etkin-liğini sürdürmesi, bunu kavramsal düzeyde, bir dil ve literatür kullanarak yapmasıdır. Hikmet de bir kişiye görünür, kendisine yüzünü gösterdiği kişinin hikmeti olarak geçer. Onun hikmeti baş-kalarının hikmeti değildir. Onun başkalarının da hikmeti olabilmesi için, hikmete çıkan yollardan oların da geçmesi gerekir; oraya uzun ve basit bir sıçrama ile ulaşamaz. Bu felsefede de böyle-

5. “Bu dünya bir gelindür yeşil kırmızı donanmış / Kişi yeni geline bakubanı toyamaz” (Yunus Emre, Divan, Haz. Faruk Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1972, s. 81.)6. “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş./ Her gün bir yere konmak ne güzel,/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş./ Dün de beraber gitti cancağızım, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. / Ne kadar söz varsa düne ait, / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

dir. Felsefe, belirli bir kişinin felsefesidir. Onun aklının ve bilincinin etkinliğidir. Bir filozofa ait felsefenin bizim de felsefemiz olabilmesi için onu adım adım izlememiz, adım adım kavramamız ve en önemlisi de ona adım adım katılmamız ge-rekir. Dolayısıyla biz hikmetten ve felsefeden, ancak onların bize kendilerinden uygun bir dille söz etmeleriyle haberdar olabiliriz. Hem hikmet, hem de felsefe bu açıdan bakıldığında bireysel bir temelde ortaya çıkar, bireysel bir özle kendini sergiler. Bir kişinin idrakine ve bakış açısına bağlı olarak görünür.

Bu bireysel yönüyle felsefe her zaman bir seç-kinliği gerektirmiştir. O, Antik Yunan’da soylu ve zengin kişilerin bir uğraşı alanıydı daha çok. “Ruhlardaki soyluluğu” öne çıkarıp bu dünya-ya ait işlerden olan efendilik ve köleliği önem-semeyen Sokrates, her ne kadar soylu, seçin ve zengin biri sayılmasa da, Platon ve özellikle de Aristoteles için aynı şey söylenemez. Soylu ve paralı gençleri, peşlerinden koşturan sofistler, verdikleri dersler karşılığında ancak zengin kişi-lerin ödeyebilecekleri türden paralar alıyorlardı. Antik yunanda, sadece felsefe değil, edebiyat, sa-nat, tiyatro, siyaset, retorik gibi entelektüel uğraş gerektiren diğer bütün alanlar da seçkin ve soy-luların elindeydi. Kuşkusuz bu seçkinliğin başın-da “özgür olmak” geliyordu. Platon, köle eğitimi almış olanların felsefe yapamayacaklarına işaret ederken, felsefenin ortaya çıkmasındaki bir ko-şula, bir ruh haline de işaret ediyordu. Roma’da-ki felsefe, edebiyat, hukuk, tiyatro ve hitabet de soyluların, zenginlerin ve yöneticilerin elindeydi; insanlığın ezeli ve ebedi sorunlarıyla ilgilenmek, onların kavrayış ve ilgi alanı içinde görülüyordu. Dolayısıyla, felsefede ve beraberinde diğer ente-lektüel uğraşlarda, sınıfsal bir ayrım söz konu-suydu. Ancak burada, yine de kişide bizzat karşı-lığı olan bir etkinlik söz konusudur. Köle filozof Epiktetos’un, “Felsefe yapıyorum deme, kendimi kurtarıyorum de” uyarısında da gizli olduğu üze-re, kişi felsefe ile uğraşırken, kendisi ile de uğra-şır. Felsefedeki sorulara cevap ararken kendisinde bulunan sorulara da cevap arar. Evreni anlamaya çalışırken kendisini de anlamaya çalışır. Top-lumsal düzen ve adaleti kurgulamaya çalışırken çalışırken, kendisini, içinde yer aldığı toplumsal düzen ve adaleti de düzenlemeye çalışır. Sanatı,

33ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

güzelliği ve düşünceyi anlamaya çalışırken, kendi varlığını oluşturan aklı, gönlü ve ruhu da anla-maya çalışır. Ahlakı ve erdemi anlamaya çalışır-ken, kendi insanlığını da anlamaya çalışır. Bu açıdan bakıldığında, felsefe hiç de pratik ilgiler-den arınmış değildir. Kişi, felsefe ile, bizzat kendi içinde, kendi dünyasında olan bir şeyi anlamaya çalışır. Felsefenin seçkin sınıfa ait görülmesi, as-lında gizli ve açık, hayatın onlara ait görülmesi gibi bir anlama da ifade eder. Sıradan insanlar, ancak onlara hizmet etmede bir anlama ve yere sahip olabilirler. Oyun onların oyunu değildir, hayat onların hayatı değildir, trajedi onların trajedisi değildir. Onlar, kendi hayatlarının bile başrol oyuncusu değillerdir. Efendi ve efendiye hizmet, onların tüm hayatını tanımlar. Her şey bir soyluluk, seçkinlik ve üstünlük anlayışı içinde ortaya çıkar.

İslam literatürü, hikmeti bir bağış, lütuf ve ihsan olarak görür. Kuran’da, hikmetten “verilen” bir şey olarak söz edilir ve “kendisine hikmet ve-rilen kişiye çok şey verilmiştir” denir. Bu verilme, içinde çeşitli yiyeceklerin olduğu bir sepetin bir-den verilmesi gibi bir şey değildir. Ona kavuşmak için bir çabanın, isteğin ve gayretin de olması ge-rekir. Dolayısıyla, kapasite ve potansiyel yanında bu kapasiteyi işler hale getirebilmek, onu besle-mek, beklemek, onun için çabalamak da gerekir. Bu nedenle hikmet herkese aynı şekilde ve aynı ölçüde verilmez. Herkes, diğerlerinden farklı olarak kendi yolundan yürür ve kendi hikmeti-ne kavuşur. Bu veriliş biçiminde kişinin gayre-ti, duyarlığı da etkindir. Öte yandan hikmetin tümüyle verilmesi diye bir şey söz konusu da de-ğildir. Zira onun tamamı hakkında insan bilin-cinin bir kavrayışı ve öngörüsü olamaz. Allahın hikmet sahibi olması, peygamberlerin hikmet sahibi olması, nihayetinde insanların hikmet sa-hibi olması, aynı şey değildir. İnsan, ancak kendi kavrayış gücü oranında ve yine kendine açık olan yönleriyle onu bilebilir. Dilin ve algılama yetisi-nin sınırları içinde bilebilir. Bazı yönler açık ve anlaşılabilir bir niteliktedir. Bu açık alanda, in-san nedenleri anlayabilir, sonuçları kavrayabilir. Bir hadiseyi açıklayabilir. Bilim, daha çok olgusal dünyanın, nedenlere bağlı bir şekilde nasıl oluş-tuğunu açıklarken, kavranılabilir alana yönelir. Ama niçin ve nedir gibi sorular ortaya çıkınca,

işin hikmeti de söz konusu olur. Bu bir bakıma metafiziğin temelinde olan “ilk nedenler” ve “nihai amaçlar” gibi, metafizik sınırlar içinde kalan, insanın nesnel bilmenin kurallarına bağlı olarak bilemeyeceği bir bilme çeşididir. Hikme-tin felsefe ile buluştuğu nokta da burasıdır. Bu nokta tamamen felsefenin de alandır. Nedir ve niçin gibi sorularla, varoluşun anlamına sondaj vurma çabası, öteden beri felsefenin en sık ça-lışma alanlarından biridir. Bunu daha felsefenin kaynağında, “sorgulanmamış bir hayat yaşanma-ya değmez” diyen Sokrates’te görürüz. Felsefenin bir yönüyle İslam kültüründe hikmet olarak ifa-de bulması, felsefe kültürünün İslam kültürüne, İslam kültürünün de felsefe kültürüne uygunlu-ğunu gösterir.

Hikmet, her ne kadar felsefenin karşılığı olarak kullanılmış olsa da, felsefe gibi seçkin ve entelektüel bir sınıfın değil, hemen her sınıftan, her milletten, her meslekten ve her yaştan kişinin kullandığı, kullanabileceği, kendisiyle kendisini ifade edebileceği bir kavramdır. Bu yönüyle sağ-duyunun sesi gibidir. Sağduyu, onun “verilen” bir nitelik olma özelliği ile bağdaşır. Bu durumda, hikmet bir bilgi ve düşünce olmaktan çok, bil-gi ve düşünceyi üretme yetisidir, “fıtrat”tır. Kişi, bu yeti sayesinde duygu, düşünce ve deneyimle-rini ifade edebilir. Bu anlamda felsefi bilgideki “uzmanlaşma” ve “filozofluk durumu”, hikmette yoktur. Ona sahip olmak için seçkin ve soylu bir kişi olmaya gerek yoktur, özgür bir kişi olmaya da gerek yoktur. Ancak belirli tür bir arılığa, saf-laşmaya ve yaşantıya gerek vardır. O daha çok, belirli bir şekilde yaşarken, belli bir duyarlılık so-nucu elde edilen, kişiye “saf yaşantı”nın bir karşı-lığı olarak gelen bir niteliktir. Öncelikli amaç bir varoluş biçimi, bir ahlak ve doğrultu ortaya ko-yabilmektir. Bu saf yaşantının ürünü olarak hik-met gelir, kalbe dolar. Başta İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre gibi sûfîlerin “gönlü arındırma”, “bir ayna gibi parlatma” ve onu “hikmete duyar-lı hale getirme” anlayışı, hikmeti öncelikle bir “duyarlılık” haline getirir. Bu nedenle de “veri-len” bir şeydir. Kişi bu arınmanın ve duyarlılığın bir ürünü olarak hikmete kavuşur. Halis yaşantı, hikmetten gelir ve hikmeti oluşturur.

Buradan hareketle söyleyecek olursak, hikme-tin ortaya çıkışı, daha çok bir bağış ve bağlanışla

34ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ilgili olduğu için, sosyal ve sınıfsal bir ayrıcalık gerektirmez. Özgür ve soylu bir kişi hikmet sahi-bi olabileceği gibi, özgür ve soylu olamayan bir kişi de hikmet sahibi olabilir. Burada bireyin sos-yal sınıf ve statüsü değil, hikmete olan duyarlığı ve yatkınlığı dile gelir. Sözgelimi bir kişinin hik-met sahibi olabilmesi için soylu, zengin bir kişi olması gerekmez. Hikmet kişiyi seçer ve bulur. İnsanlar gündelik deneyimlerini, duygu ve dü-şüncelerini “hikmetini anladım”, “her şeyin bir hikmeti vardır” sözlerinde de olduğu gibi hikmet sözcüğü ile ifade ederler. Bu durumda, hikmet, bir yanıyla entelektüel yaşantı ve deneyimi ifade ederken, bir yanıyla da pratik yaşantıdaki zihin-sel aydınlanmayı dile getirir; bu şekilde sadece özsel bilgiyi değil, erdemli yaşantıyı da ifade eder. Bu nedenle hikmet temelli toplumların tefekkür ve düşünce gelenekleri praxis ile kay-naşmış durumdadır. Pratik hayattan kopuk, salt bilmeye yönelik düşünce gelenekleri yoktur. Bu kültür içinde, kişi bilerek yaşar, yaşayarak bilir. Bilgi ve düşünce hayattan çıkar, hayatı besler, yine hayata döner. Varoluş sırrı üzerine tefek-kür, hikmetin beslenme kaynaklarından biridir. Kişi varlığın yaratılış hikmeti üzerine düşünerek, kendisi, içinde yaşadığı evren ve bütün bunların tanrısal irade ile ilgili bağıntıları konusunda de-rin bir kavrayışa erişir. Evreni estetik olarak algı-layan bir bilincin, onu bilgi ve düşünce olarak da kavraması beklenir. Bu anlamda hikmet bir yö-nüyle doğa bilimi, bir yönüyle toplum bilimi, bir yönüyle felsefe, bir yönüyle, sanat, bir yönüyle teknoloji, ama hepsinden önce ahlaktır. Bir du-yarlık, bir sezgi, bir varlık ve varoluş bilincidir. Muhammed İkbal’in aklın ve gönlün, bilimin ve aklın birleştirilmesi görüşü, bu bilinçten gelen bir çağrıdır. Bu kavrayışın, yalnız insanın içinde kalması hikmeti oluşturmaz. Onun söze dökül-mesi, yazıya geçirilmesi, başkalarına ulaştırılması da gerekir. Ancak bu yazılı ve sözlü ifade biçi-minde düşünce berraklaşır, görünür hale gelir. Dolayısıyla, sözün ve düşüncenin gerçek anlam-da hikmet haline gelebilmesi için ifade edilmiş, başkalarına ulaşmış, başkalarının idrakiyle kar-şılamış olması da gerekir. “Kalemle yazmak” da öğretilen bir şey olarak, hikmetin zaman içinde birikmesine, başkasına ulaşmasına ve süreklilik göstermesine aracılık eder. “Okuma” eyleminin

konturlarından biri de kişinin kendisine ulaşan hikmeti okuması, anlaması, kendi benliğinde tecrübe etmesidir. Bu durumda hikmet, bir ki-şinin anladığıdır. Ama aynı zamanda başkalarına ulaşarak oları dönüştüren ve onlarının idrakinde çoğalandır da.

Bu nedenle, hikmet, esas olarak her bir kişiye kendisini açması ve her bir kişinin bizzat görmesi gereken bir şeydir. Toplu olarak gelmez, tümden verilmez. Aşama aşama, peyderpey gelir. Belili bir idrakte, belirli bir bilinçte ortaya çıkar, bel-li bir bilincin ürünüdür, belli bir bilince hitap eder, o bilinç üzerinden insanlığa ulaşır. Bura-da hiç kimse bir başkasının yerine görmez, bir başkasının yerine bilmez, bir başkasının yerine düşünmez. Aynı şekilde bu felsefede de böyledir. Felsefede de herkes kendi sorusunu sınar, ken-di cevabını verir. Hiçbir filozof bir başkası adına cevap vermez, kendi adına cevap verir. Hiç kim-senin cevabı bir başkasının cevabının yerine geç-mez. Soruyu bir kişinin cevaplamış olması, onu diğerleri adına da cevaplanmış kılmaz, soruyu ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla felsefe ve hikmet, her bir anda, her bir yaratılışta, her bir kişinin bakışında kendini tazeleyen, yineleyen bir şey olduğundan, tüketilip ortadan kaldırılamaz. O hep orada, insanı hayrete düşürmeye, sormaya ve soruşturmaya devam eder. İnsan o kadar sorar soruşturur, cevap verir, kitap yazar ama soruyu yine de bitiremez. Bu tüketilmeyen kaynak kar-şısında ancak şunu söyleyebilir: “Hikmetinden sual olunmaz.” Bu ifade sormanın soruşturma-nın yolunu kesen değil, açan niteliktedir. O, bir yandan insan zihni açısından “bilinebilir” olanı sormayı ve soruşturmayı önerirken bir yandan da yaratılıştaki sır unsuruna, gaip olana saygıyı ifade eder; sorunun her bir açılışı, ifşası karşısında du-yulan hayranlığı dile getirir.

“Hikmetinden sual olunmaz” derken, insa-nın bilgi ve bilme yetisinin sınırlarına işaret edi-lir, yaratılışın insan idrakine kapalı “sır” öğesine işaret edilir. Buna göre yaratılış, bütün olarak insanın kavrayabileceği bir nitelik göstermez. Hikmetinden sual olunmaz sözü, bir yandan hikmetin tam ve kesin olarak nihai anlamda bili-nemeyeceğini, onun her bir anda, her bir bakışta varlığın yeniden tazeleneceğini, farklı bir aşama-ya geçeceğini, bu nedenle yeniden keşfedilmesi

35ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

gerektiğini anlatır, hem de hikmetin tam olarak insana kendisini açmayacağını, bitmez tükenmez bir öz olarak sürekli bir şekilde kendini kavramak isteyen gözlerin önünde bulunacağını ifade eder. Ama hiçbir zaman onun sorulmaması gerektiği anlamına gelmez. “Sual olunmaz” demek, sual etme, soru sorma, sorgulama anlamına gelmez. Aksine sual et, sor, sorgula, bilebileceğin kadar bilmeye çalış, gücün yettiği kadar kavramaya çalış, sorabileceğin kadar sormaya, gidebilece-ğin kadar gitmeye çalış, yürüyebileceğin kadar yürümeye çalış anlamlarına gelir. Ama şöyle bir uyarıda da bulunur: “Sonsuzca bilemezsin, son-suzca yürüyemezsin, sonsuzca kavrayamazsın. Bilme ve kavrama gücünün bir sınırı vardır. Bir nokta gelip çatar, işte orada susmaktan başka çı-kar yol bulamazsın. Varoluş hikmetinin yine de nihai bir cevabı olamaz, sonu gelmez. Bu sonu gelmemesinin nedeni, bir yandan yaratılışın her an kendini daha öncekinden farklı bir şekilde tazelemesi, dolayısıyla hikmetin ileri bir boyuta taşınması, hem de ona bakan gözlerin sürekli farklı bir varoluş konturuna geçmesidir. Hikmet varlığı donmuş, olup bitmiş bir şey olarak gör-mez; yaşayan, süren bir varoluş olarak görür. Bu nedenle, nihai bir biliş söz konusu olmayacaktır. Hikmet, yaratılışı hayret ve hayranlık veren bir açılım olarak görecek ve yaşayacaktır. Bu anlam-da hikmet, donmuş, olup birmiş, sabit bir bilgi değil, her an kendini tazeleyen bir diyalog, bir canlılık, bir bakış ve ileri gidiştir.

Hikmetin hazır bilgi olmaması gerekir. Hazır bilgiyi ifade eden sözcük, “kitap”tır. Bilgi, öğre-ti, mesaj, düstur, kitabın içindedir. Bu durumda hikmet, bir “yeti”, bir “kapasite”, bir “potansiyel” olarak ortaya çıkar. Bu haliyle daha çok insanın bilme, anlama, kavrama kapasitesine işaret eder. Kişi bu kapasite ile kitabı anlar, kitabın için-deki hikmeti anlar, ama aynı zamanda kitabın dışındaki kitapları da anlar. Kozmos, bir ünite, bir uyum ve armoni olarak bu kitaplardan biri-dir. Bir diğeri de insanın kendisidir. Buna göre kişi hikmetle, bir yandan evren kitabını okuyup anlarken diğer yandan da kendisini ve kendi dünyasının kapılarını aralamaya çalışır. Bunun en ileri şekli felsefe ve bilimdir. Zira insan, evren, dünya ve kendisi hakkındaki rasyonel, tutarlı ve derinlikli bilgisini, bu kapasite ile elde eder. Bu

açıdan bakıldığında hikmet yalnız felsefe değil, insanın kendisine ve evrene ilişkin elde ettiği bil-gi ve bilimlerdir de. Hikmet yalnız bilme değil, bilgiden düşünceye, düşünceden eyleme, eylem-den yeniden bilgi ve düşünceye geçebilme, teori-yi varoluşun canlı akışı ile bir seviyede tutabilme, onu kendi varoluşu ile ilişkilendirebilme, hayatı, mutluluğu ve sevinci yeniden üretebilme kapa-sitesidir. Bu açıdan bakıldığında en açık şekliyle anlama ve yaşama gücüdür. Kişi onunla kendini anlar, kendi dünyasını anlar, içinde yaşadığı ev-reni anlar. Bütün bunlar, bilimi, felsefeyi, sanatı ve gündelik hayatı oluşturur. Hikmetin en ileri aşaması ise, kitabı anlama gücüdür. Bu durumda şu anlama gelir: biz sana kitabı verdik ama kitabı anlama gücünü de verdik. Biz sana hayatı verdik, ama hayatı anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana evreni verdik, ama evreni, anlayabilme gü-cünü de verdik. Biz sana irade gücü verdik, ama kendini anlayabilme gücünü de verdik. Biz sana yeryüzünü emanet ettik, ama emaneti koruyabil-me gücünü de verdik. Eğer hikmetsiz kalırsan, anlama gücünü etkin hale getirmezsen kendini de anlayamazsın, kitabı da anlayamazsın, dün-yayı da anlayamazsın, kendini de anlayamazsın, evreni de anlayamazsın. Hikmet, en ileri şekilde anlamanın yoludur. Hikmetin yolundan çıkar-san, hayatın yolundan da çıkarsın, kendinden de uzaklaşır. Varlığın yolu, hikmetle aydınlanır, hikmetle açılır. Varlıkla hikmet sayesinde bütün-leşebilirsin, hikmet sayesinde sonsuzlaşabilirsin, hikmet sayesinde özgürleşebilirsin. Hikmetsiz kalırsan, insan olmanın yolundan da uzaklaşır-sın, sonlu ve sınırlı bir varlık olarak özgürlüğünü de yitirirsin. Kendini eğitmen ve olgun bir kişilik haline gelebilmen için hikmet kapasiteni hareke-te geçirmen gerekir. Kendin, evren ve dünyan üzerinde düşünmen gerekir. Ancak bununla bir-likte kitap sana açık hale gelmeye başlar. Buna göre hikmet kitabın anahtarıdır. Bu anahtar ola-madan kitabın sayfaları açılmayacak, okunsa bile okunmuş, ezberlenmiş olsa bile anlaşılmış olma-yacaktır. Dolayısıyla kitap, hikmet sahibi kişilere hitap eder öncelikle, onların idraki için açık hale gelir. Hikmet, kitabın anlaşılma programıdır. O, bu program olmadan aktif hale gelmez, özüm-senmez, çözünmez.■

36ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat adlı eserinde, o tadına doyul-maz Türkçesiyle, Arnavutluk’un baş-

şehri Tiran’a dışişleri mensubu olarak tayin emrini ilk aldığında “düştüğü ruh hâli”ni şöyle anlatır: “...düştüğüm ruh hâli yalnız bir eksiklik kompleksinden ibaretti. Kendi gözümde kendimi birden bire o kadar küçülmüş o kadar şahsiyetsizleşmiş ve kendi mukad-deratımı o kadar başkalarının emrine bağlanmış his-setmiştim ki, az kalsın, “Ben bu işten vazgeçtim” diye haykıracaktım. Öyle ya; ara sıra en yüksek erkânıyla hoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâlet’inde, ad-larını sanlarını bile işitmediğim memurlar, bir araya gelip benim hakkımda bir takım kararlar almışlar, adımı, babamın adını, doğum tarihimi vesaire sicile geçirmişler ve bana bu kayıtlara göre bir derece bir nu-mara vermişlerdi; yarın öbür gün de, Haydi yola çık diye emredeceklerdi.” Müthiş değil mi?

“Memuriyet” hayatını bu kadar etkileyici ve sar-sıcı bir şekilde başka türlü anlatmak herhâlde biraz zordur. Ruhun şad olsun Yakup Kadri...

.......Ben dahi, Yakup Kadri’nin bahsettiği çeşitten

bir “emir”le yola çıkıp memleketin pek çok şehrini dolaşan “muhacir memurîn” taifesinden bir mülki-yeliyim. Yakup Kadri’nin söz ettiği o “memurlar”ın karar verdiği bir müddet için mecburi ikamete me-mur edilmemin başlangıcında o şehir, benim için şehirler içinde herhangi bir şehirdir. Lakin zamanla

bu “herhangi bir şehir” anlayışı değişir, belirli bir şehir hâline gelir. Şimdi size bu değişimin bendeki yankılarını anlatacağım; önce durduğum yeri, sonra gördüğüm şeyi...

...Hayatın esrarlı bir mantığı vardır; önce sadece

yaşanır, sonra tasavvur edilir, daha sonra da hatıra-ların ve hayallerin o müthiş oyunu başlar; işte o za-man, biz o “tayin” edildiğimiz şehri sevip sevmediği-mizi anlarız. Çünkü Dostoyevski’ni dediği gibi, “Bir şehri sevmek, hatıraların ne işe yaradığını bilmektir.”

Atamayla gelen memurlar için herhangi bir şehri sevmek ne ifade eder ki? Ayrıca bu ifadeyi nasıl ve ne zaman anlarız? Belki yeni bir emirle başka bir şehir-de ikamete memur edilince, belki de hiçbir zaman!

...Taşranın bir kuralı olduğu söylenir; kaynaşabi-

lirsin ama asla onlardan biri olamazsın. Tayin emri ile dışardan gelen memurların çilesi, bu hüküm çevresinde döner durur. Zaman zaman bir yanılsa-mayı yaşarız; çevremizde gördüğümüz birkaç dost sayesinde taşradan biri olduğumuzu, oraya ait oldu-ğumuzu düşünürüz. Lakin bir an gelir, anlarız ki oraya ait değiliz. Bir cenaze, şehre ait bir merasim veya geçmişin izi üzerinde yaşanan bir lahza, bir hatırlama, bir şenlik, bir sevinç... Yani hayata dair sıradan bir unsur, bizi şehre ait asıl dairenin dışına atıverir. Fark ederiz ki, biz, bir “başka yerli”yizdir ve bazı şeylerin dışındayızdır.

Gökler bile dışımızda değilCENGİZ AYDOĞDU

37ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Şehri, içinde yaşayanları beyan eden bir şey[1] diye tarif ederler. Eğer bu ifade doğruysa, bir şehrin neyi beyan ettiğini en iyi anlayanlar, en iyi “görenler” herhâlde bir başka şehirden gelen “başka yerli”ler olsa gerek... Yani bizler, şehirleri süsleyen, atamaya tâbi memurlar... İnsanın yaşarken oluşturduğu çev-re, yani “habitus”, deruni bir bahçenin dışa vurul-ması ise, bu bahçenin “farklı” güzelliğini ancak fark-lı olanlar fark edebilirler diye düşünüyorum. Şehrin yerlileri beni bağışlasınlar ama “kanıksama” insana ait bir vasıftır. Yerlinin kanıksadığı şeyi dışardan ge-len fark eder.

...‘Şekil, ruhsuz bir şeydir, her şey fikir ile olur’

diyenlere iştirak edemiyorum; bence şeklin de bir ruhu vardır ve her ruh veya her fikir kendini bir şe-kil ile ifade eder.

Dile getirilemeyen hassasiyetler bizim millî yükümüzdür; bir sır gibi taşırız. Bu sırlarımızı belki bir minare ile göklere doğru haykırır, belki bir kapı pervazı ile insanlara fısıldar, belki diktiğimiz bir ağaç ile toprağa emanet ederiz. Şehirlerimiz, ruhun muhtelif hareketleriyle icra olunan bir ayinin mimari malzemeyle şekillendirilmiş hâli gibidir aslında. Evlerimiz, caddelerimiz, sokaklarımız, meydanlarımız hakikatte ruhun bedestenleridir: Onlarda acılar, hüzünler ve hatıralar vardır.

Bu manada ev sahipliği bir mülkiyet biçimi değil, bir hayat tarzı, bir kültür temellüküdür. Bu açıdan bakınca bir şehrin yerlileri, her zaman biz “muhacirlerden” bir adım önde bulunurlar. Şehrin manzarasını şehirlilerin irfanı yapar çünkü. Ne var ki içimizde olmayan şehri hiçbir yerde bulamayız. Çünkü biz Türkler, 20. yüzyılda başımıza gelen serencam yüzünden, hepimiz -kendi şehrimizde yaşayanlarımız dâhil- bir şehrin sürgünüyüz; eski şehirlerimizden yeni kentlerimize, mahallelerimiz-den semtlerimize, evlerimizden apartmanlarımıza sürgün edilmiş bahtsızlarız.

Aslında hepimiz, “şimdiki zaman”ın sürgünüyüz; belki de şimdiki zamanın mahkûmu; bütün saçma-lığıyla “şimdi”, bizleri kendi dairesinde mahpus tu-tuyor. Şehirler arasında gezen muhacir memurların “faik” farkları, -belki şansları- şehirlerin birbirine benzeyen ve benzemeyen çehrelerini görebilmele-rinden ibarettir.

1. Tabir, Mustafa Armağan’a ait sanki.

Bazen Bütün Mana Bakış Açısında Birikir “Sinema, çıplak göze demir elbise giydirmektir.”

diyor Tanpınar, demir elbise giydirip demirden bir göz yapmak ve o gözün görebildiği, görüp göstere-bildiği kadarıyla hayatı idrake çalışmak; seyirlik ha-yatlar hikâye etmek… Veya hayatı seyirlik hâle ge-tirmek… İçimizden dışımızdan geçip giden her şeyi temaşa etmek ve ettirmek oldukça eğlenceli ve bir o kadar da çetin bir iş. Düşünüyorum da sinemacılar garip insanlar. Bir nevi sihirbaz olan garip insanlar.

Bu demir gözü kullanarak ortaya son derece “soft”, demir katılığından uzak, hayatın şiiriyetine uygun hikâyeler çıkaran büyük Japon yönetmeni Akiro Kurosawa’ya göre kamera kullanmanın sırrı, durmasını bilmekte gizlidir. “Görmek, durduğu-muz yer ile alakalı bir şeydir.” diyen Kurosawa, Shakespeare’in meşhur eseri “Kral Lear”i Japon ta-rihine uyarlayarak çektiği “Ran” ismindeki müthiş filmini “gökyüzünün bakış açısı” ile tasarladığını söylüyor.

Gökyüzünün bakış açısına sahip olabilmek veya olunsa bile o açıdan eşyaya tasarruf edebilmek müm-kün müdür sualine cevap vermenin, hatta bu soruya muhatap olabilmenin dahi müstesna bazı şartları –herhâlde- vardır. Bu şartları bir araya getirip o bakış açısını gözbebeğimize yerleştirseniz dahi, o noktada görmek ve gördüğünü anlatabilmek apayrı bir ef-sanedir ki her fani, o efsaneye mevzu teşkil edecek kıratta yaratılmamıştır. Nice mahiler vardır; derya içredirler, deryayı bilmezler.

Ne zaman ki görmekten bahis açılsa, görme işinin asıl faili, insanın dışına açılan kapıya, yani “göz”e gözümüz takılıverir. Göz ki, söyleyemedik-lerimizi aşikâr eden, hissedemediklerimizi hisseden, anlayamadıklarımızı anlayandır.

Semâya sığmayan esrâr-ı kibriyâ-yı garamNasıl da sığmış senin o sevda-penâh gözlerine[2]

diye methedilen göz, herhâlde, insanların yüzle-rinde taşıdıkları, şu bir çift kafatası çukuru[3] olmasa gerekir. O göz, göz değil gözistan[4] diye tavsif edilen, çok başka âlemlere ve çok başka diyarlara açılan bir göz olsa gerek. Bu muhteşem gözlerin sahiplerinden biri olan Hz. Mevlana, “İnsan gözdür.” buyurmuş-

2. Muhittin Raif Bey3. Atilla İlhan4. Cemal Süreya

38ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

tu. Burada bahsedilen göz, “ilahî hakikatlerin mah-zeni” olan bir göz; her daim özge âlemler temaşa et-meye alışmış bir gözdür. Bu gözün sahipleri öyle boş boş bakmazlar; Bu Niyazi’den de Mevla görünür[5] derler ve Mevla’yı görecek gibi görür gibi bakarlar.

Onlardan Mevla görünür; peki, ya bizden “ne” görünür? O muhteşem insanlar gökyüzünün ba-kış açısını, gökyüzüyle birlikte içlerinde taşıyabilir, onunla da kalmayıp Bende sığar iki cihan / Ben bu cihana sığmazam[6] diyebilirler.

Eğer Kurosawa gökyüzünün bakış açısından bahsedebiliyorsa, şöyle veya böyle bu âlemin kıyısına, en azından kıyıların göründüğü kayalıklara gelebilmiş demektir; o kadarcık bir gönül –herhâlde- taşıyordur.

Gökyüzünün bakış açısı, zannımca yeryüzüne en munis gelen perspektiftir. Yeryüzünün hakkını yemeyelim; onun dahi bir bakış açısı vardır ve her halükârda gökyüzüne müteveccihtir; bu meyane gönderilen insanoğlu ise,

Atılmışım iki la-yefhemin miyânesineZemine anlatamam, asumâne anlatamam[7]

mısralarında ifade edildiği üzere, yerin kabul edebileceği ve göğün içine sığabilecek bir bakış açı-sı bulabilmenin sancısı ile dertli ve ikirciklidir. Bu hâlinden ötürü kendisini yere ve göğe her zaman kabul ettiremeyen insanoğlu, çareyi kendisine uy-gun mekânlar icat etmekte bulmuş, çadırlar kurup evler yapmış, tatmin olmayıp göğe başkaldıran ya-pılar inşa eylemiş, yerden uzaklaştığı gibi göklerden de korkup muhkem çatılar altına gizlenmiş, gizlen-diğini sanmış. Hülasa yerle gök arasına gizlenmenin adını “şehir” koymuş.

Evet, göğe yükselen binalar inşa etmişiz ama, gökyüzüne bakmayı unutmuşuz. Behçet Necatigil’in o meşhur radyo oyununda (Yıldızlara

5. Niyazi Mısrî’den;“Ârife eşyâda esmâ görünür Cümle esmâda müsemmâ görünürBu Niyâzî'den de Mevlâ görünürÂdem isen ‘semme vechullâh'u bulKanda baksan ol güzel Allah'u bul” şeklinde devam eder...6. Nesimî7. Muallim Naci’den ...“Beyan-ı maksat için yâre tercümânım var Belâya bak ki onu tercümâna anlatamam...” diye devam eder...

Bakmak), “göğe bakma durakları” mevkiindeki post-modern şehirlerden bahsetmesi herhâlde böy-le bir hasretin ifadesidir. Belli ki Necatigil de tıpkı Kurosawa gibi göğe bakmasını bilen insanların ruh soyundan... O ruh soyundan gelen insanların yap-tıkları şehirler, yerin ve göğün içinde, içinde yer ve gök bulunan şehirler, ki o şehirlerde insan, yerin ve göğün farkına vararak ve yerle gök tarafından fark edilerek yaşar. Onların yaptıkları şehirlerin kalın-tılarını, harabelerini bir sanat eserini seyreder gibi seyrediyor, şayet bize intikal eden bir şehir köşesi, sürpriz bir peyzaj varsa onu da korumaya alıp önün-de mersiyeler yakıyoruz. Bizler bugün, bu manada şehir fikrini kaybettik.

“Cedlerimiz, inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve iman-ları vardı.” diyor Tanpınar. Biz perişan torunların bir ruhu yok ki, onu maddeye “hakk” etmek gibi endişeleri olsun. Eskiler mabet inşa eder gibi şehir kuruyorlardı. Kendileri bile dahi yapılıyorlardı taş şu toprak arasında[8].

Oysa biz, kendimize bir “mabut” yapar gibi, bizi ezecek ve yönetecek bir “şey” arar gibi şehirler inşa ediyor ve tabii ki arada kaybolup gidiyoruz. Kaybol-mamak için tabiata sığınan piknikçilerimiz de yok değil gerçi ama, onlar dahi açık havalara “hastane”ye gider gibi; kırlara ve bahçelere -eğer kaldıysa- bir açık hava müzesine gider gibi gidiyorlar.

Ne yaparsak yapalım, bugünkü şehirlerimizde tabiatı ve tabiata bağlı olarak deveran eden zamanı kaçırıyoruz. Ne yazımız yaz ne kışımız kış, çoğu za-man “baharı görmeden yaz gelip geçiyor”. Gece ve gündüzü ise hiç saymıyorum, zira gece ve gündüz farkının kalmadığı zamanların sakinleriyiz. ■

8. Hacı Bayram-ı Veli...Şiirini tamamı;“Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresindeBakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde

Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördümBen dahi bile yapıldım taş u toprak âresinde

Şâgirtleri taş yonarlar yonup üstâda sunarlarAllâh’ın adın anarlar ol taşın her pâresinde

Ol şârdan oklar atılır gelir canlara batılırÂrifler sözü satılır ol şârın bâzâresinde

Bu sözü ârifler anlar câhiller bilmeyip tanlarHacı Bayram kendi banlar ol şârın minâresinde”

39ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Medeniyetin üç önemli temeli: şehir, kitap ve müze!... Medeniyet varsa, onun arkasında

mutlaka bir şehir; mutlaka büyük kütüphaneler ve büyük müzeler vardır. Ve mutlaka bu şehirde dünyanın en büyük kütüphanelerinden ve müze-lerinden biri veya bir kaçı yer alır. Her medeniyete merkezlik eden bir veya bir kaç şehir ve bu şehir hakkında yazılmış kitaplar da vardır.

Medeniyetler, insanlık birikiminin sürekliliği-ne dayanırlar. Kendi coğrafyasına sıkışıp kalmış toplumlar, ancak “folklor” veya en iyimser tabirle “kültür” üretebilirler; medeniyet değil. Medeniyet geniş, derin ve sürekli nefes demektir. Medeniyet-lerin hacim genişliğini, sürekliliğini ve derinliğini sağlayan şey ise kitaptır. Yazılı metni veya kitabı ol-mayan insanlık birikimi, medeniyet oluşturamaz; olsa olsa sadece folklor veya kültür oluşturur.

Kitaplar ve kütüphanelerHer ne kadar papirüse ilk yazı yazıldığında Mı-

sır kralı “Bu yaprak kaybolduğunda, bilgilerimiz de kaybolacak.” diyerek sözlü ve insana mâl olmuş bilgiyi savunsa da, kitap toplumların geleceğe uza-nan birikimlerinden en önemlisidir. Kitap yoksa toplumların hafızaları da yoktur.

İlk kitap yazıldığında, kütüphaneci Aristark, kitabı okuyucudan gizlemiş; eleştirmen Zoil de ki-tabı eleştirmiştir ama kitap var olduğu müddetçe, insanlık yeryüzünü daha iyi kullanmayı başarabil-miştir.

Kitap, tek başına unutulma veya kaybolmanın insafına terk edilmiştir. Her kitap yanında kütüp-haneyi de getirir ki o kütüphaneler, medeniyetlerin

ana hâfızalarıdır.

Kitabı yazılan şehirlerŞehir kitaplarını, bir şehri bütün

yaşanmışlıklarıyla anlatan kitapları severim. Tabii ki, söz bu mecraya dökülünce, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini hatırlamamak olmaz.

Tanpınar, Beş Şehir’de İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya’yı anlatırken, kuru turistik bilgiler vermez. Anlatılan her şehirdeki birikim, tarihî yaşanmışlıklarıyla ve insan sıcaklığıyla veri-lir. Zaman zaman anlatılan ayrıntılarda, o şehirle-rin büyüsü, duygusu, hüznü, sevinci gizlidir. Birer medeniyet merkezi olan bu beş şehir, yansıttığı medenî zenginlikleriyle ve müellifin duygularıyla mezc edilerek anlatılır. Bu yüzden, Beş Şehir, Türk edebiyatının en önemli şehir kitabıdır. Fakat ben hâlâ, bu kitapta Edirne’nin niye anlatılmadığına şaşarım. Edirne’nin yanında Manisa ve Kütahya da olsa daha iyi olmaz mıydı?

Beş Şehir, Türk aydınının şehirlere bakışını de-ğiştirmiş bir kitaptır. Şehirlerin, insanlar gibi nefes alıp verdiğini, duygulandığını, hüzünlendiğini, Türk aydınına Beş Şehir öğretmiştir.

1976’da üniversite tahsili için gittiğim Ankara’yı, hep Tanpınar’ın gözüyle görmeye ça-lışmışımdır. Samanpazarı, Kale, Hacı Bayram... Oraları gezerken yanımda hep Tanpınar vardı. (İstanbul’da rehberim sadece Tanpınar değildi elbet... Yahya Kemal, Samiha Ayverdi, Sait Faik, Haldun Taner, Salah Birsel’le gezdim İstanbul’u.)

Türk edebiyatında, Beş Şehir kadar olmasa da, Mitat Enç’in kaleme aldığı Uzun Çarşının Uluları adlı kitap, Gaziantep’i anlatır ve dışarıdan bakıl-

Şehirler, kütüphaneler ve müzeler

NÂMIK AÇIKGÖZ

40ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

dığında sakinliği insanı da sakinleştiren o şehrin, aslında içinde nasıl dinamik bir kimliğe sahip olduğunu; insanlarının ve hikâyelerinin demlen-miş kültürlerinin mülâyemetindeki etkisini dile getirir. Anlatılan insan tipleri, esnaflar, sokaklar, dükkânlar, bu şehrin nasıl nefes alıp verdiğini; o vakur çehrenin arkasında ne derin ve etkili bir biri-kimin olduğunu yansıtır.

Ve Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i... Yani Sivas...

Ahmet Turan Alkan’ı 1978 yılı Kasım ayında çıkarmaya başladığımız Divan dergisinin ilk sa-yısındaki “Şehir” yazısı ile tanımıştım. Şehirlere dair umutsuzluklarımız da umutlarımız da ben-ziyordu birbirine... Ben Altıncı Şehir başlığıyla Elazığ-Harput’u yazmak istiyordum; Alkan erken davrandı aynı adla Sivas’ı anlattı. Mimarisi, sokak-ları, mahalleleri, Çerkez’in kahvesi ve en önemlisi insanıyla anlattı Sivas’ı... O içine sığmayan, o he-men kanatlanıp uçuverecekmiş gibi olan ama bir türlü havalanamayan taşra şehriydi anlattığı. Biraz medeniyet birikimi olan taşra şehirlerinin hepsinin hikâyesiydi belki Sivas.

Ahmet Turan Alkan’ı, Amasya’yı anlattığı Ye-dinci Şehir ile Özkan Yalçın takip etti. Şehzadeler şehri olan Amasya’nın tarihî birikimi, tabiatı ve özellikle, şehrin insan profilini en güzel yansıtan kahvehaneleriyle anlatılan şehir, kitaba kültürel canlılığıyla yansıtılmıştır.

Bu halkaya en son, genç yazarlarımızdan Yücel Bayar’ın, Samsun’u anlattığı Amisus- Mavi Şehrin Öyküsü adlı kitabı eklendi. Yücel Bayar bu kitabın-da, şehrin tarihî dokusundan ziyade, insan doku-suna önem vermiştir. Anlatılan hikâyeler, Samsun insanının geleneksel yapısını vermesi açısından önemlidir. Tabii keşke sadece geçmişe ve folklora dayanılmasaymış ve günümüz insanının (elbette yazarın) olgu karşısındaki durumu ve düşünceleri de işlenseymiş metne.

Türk şehirlerinin nitelikli anlatımlarının yanı sıra, dünya şehirlerini okuduğum kitaplardan biri, Cengiz Çandar’ın Benim Şehirlerim adlı kitabıdır. Selanik, Kudüs, Paris, Roma gibi kadim şehirleri de nevzuhur ama dünya konjonktüründe etkili şehir-leri de Çandar’ın kitabından okudum. Üslubu çok rahat ve hatta zaman zaman savruktu ama bu sav-rukluğu bile kitaba ayrı bir güzellik katıyordu. (Ben o üsluba “hergele üslubu” demiştim. Çandar’ın da böyle dediğimden haberi var.)

Benim Şehirlerim’i okuyuncaya kadar, “koz-mopolit” kelimesini entelektüel bir hakaret olarak

kullanırdım. Fakat bu kitabı okuyunca anladım ki, dünyanın gidişine yön veren şehirler, kozmopolit şehirlerdir. Çünkü aynı şehirde bir arada yaşayan kültürler, birbirlerini doğurganlaştırıyorlar. Çan-dar, gezip gördüğü veya yaşadığı şehirlerdeki bu doğurganlığa da dikkat çekiyor kitabında.

Eski şehirlerin eski kitaplarıŞehir kitapları geleneği bizde yeni değil. Şu

anda, Tanpınar’ın belirlediği format geçerliyse de, eski kültürümüzde de şehir kitapları vardır. Ahmed Fakih’in Kitabu Evsâf-ı Mesâcidi’ş-Şerife (13. yy.)’si; gene 15. yüzyılda başlayan Şehrengizler (Edir-ne, İstanbul ve Bursa şehrengizleri); 16. Yüzyılda Latifi’nin yazdığı Evsâf-ı İstanbul ve Feyzî’nin yaz-dığı Fezâ’il-i Kuds ve 17. yüzyılda Nâbî’nin yazdı-ğı Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eserler, şehir kitapları geleneğinin arka planını oluşturur. Şehrengizler, şehirlerdeki esnaf çıraklarını anlatırlar; şehirle ilgili ayrıntıya pek girmezler. Bunlardan ancak o şehrin esnaf yapısının ipuçları elde edilebilir. Ahmet Fa-kih, Nâbî ve Fevzî’nin eserleri, dinî mekânların anlatıldığı eserlerdir.

Ve müzeler...Kitaplar, düşüncenin kelimeye dökülmüş so-

nuçlarını korurlar; müzeler eşyaya dönüşmüşünü... Büyük medeniyetlerin büyük müzeleri vardır; çün-kü koruyacakları çok şeyleri vardır. Bazen öyle ki, bütün şehir müzedir. Mesela Mardin... Mardin tam bir müze-şehir özelliği gösterir. Ortadoğu’nun bütün birikimleri, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev korunmuş; taşa işlenmiştir Mardin’de. Bu yüzden Mardin yaşayan bir müze-şehir olma özel-liğini devam ettirirken, hafızaya sahip olmanın önemini de hissettirir bizlere.

Medeniyet merkezlerindeki müzeler, o medeni-yetin bütün maddî kültür unsurlarını barındırarak, bir tür hafıza görevi de üstlenirler. Etnografik, ar-keolojik, sanayî, tarımsal, teknolojik müzeler, sade-ce bir toplumun değil, bütün insanlık birikiminin korunduğu kurumlardır.

Ve sonuçKitaplar, kütüphaneler ve müzeler... İnsanlığın

bütün birikimini barındıran eserler ve kurumlar... Bir şehrin kütüphanesi ve müzesi yoksa hafızası da yok demektir.

Dünyanın şanslı şehirleri, medeniyetlere beşik-lik etmiş şehirlerdir ve en şanslı şehirler de hakkın-da kitap yazılan şehirlerdir.■

41ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Bir şehri bir mabet, bir mabedi bir inanç, bir inancı bir kitap doğurur. Çünkü bütün ilahî dinlerin kaynağı

kitaptır. Her resul bir kitap sahibidir, her nebi bir kitabın peşinden gitmiştir. Şehirleri kuran ira-de aynı zamanda medeniyeti kuran iradedir. Bu irade ilhamını kitaplardan ve kütüphanelerden almıştır. Antik dönemlerden modern zamanlara kadar kurulan her şehir bir felsefeye, bir inanca dayanmıştır. Özellikle dünya medeniyetine ışık tutan şehirler; kitap, kütüphane, ilim, irfan ile içiçedir. En görkemli medeniyetler en görkemli fikirlerden, en görkemli fikirler kitap ve kütüpha-nelerden doğmuştur. Yolu kütüphanelerden geç-meyen tek bir ilim ve fikir adamı yoktur. Örne-ğin İskenderiye Kütüphanesi kurulurken yalnızca kitap toplanmamış, etrafa dağılmış, himayesiz âlimler de bu şehre toplanmıştır.

Tarihe mal olmuş medeniyetlerin temeli ki-tap ve kütüphanelerde atılmıştır. Tarihin seyrini değiştiren kitaplar, aynı zamanda medeniyetin de seyrini değiştirmiştir. Her fikir bir diğerine kay-naklık eder, bu yüzden algıları değiştiren bir kita-bın arkasında birçok kitap, daha doğrusu büyük bir kütüphane vardır. Kütüphanelerin doğması, medeniyet tarihi içinde belli bir sürecin geçmesi-ni zorunlu kılmıştır. Bu süreç Antik çağlarda ağaç yaprakları, ağaç kabukları, ağaç levhalar, beyaz-latılmış ağaç levhaları, balmumu kaplı ağaç lev-

halarından sonra kil tablet, ostrakon, taşlar, ma-denler, keten bezi, fildişi, kemik, hayvan kabuk-ları ve organları, diğer bazı maddeler ve papirüs’e kadar değişik maddeler kullanılmıştır. Dünyanın ilk kütüphanesini Asurlular kurmuştur. Bugün Asurluları Ninova tabletlerinden/arşiv /kütüp-hanesinden tanıyoruz. Kâğıt, kitap ve kütüpha-ne hiç kuşkusuz kadim Mısır’ın Papirüs’ünden doğmuştur.[1] Papirüs’ten kitaba, kitaptan kütüp-haneye geçiş sürecinde şehirler ve kütüphaneler medeniyetin inşasında önemli rol oynamışlardır.

Şehirlerin kuruluş felsefesi, bilgi ve birikime dayanır. Bu bilgi ve birikim medrese/okul/ekol/kitap/kütüphanede saklıdır. Zira şehirler kütüp-haneleri, kütüphaneler şehirleri kurarlar. Adları kütüphanelerle özdeşleşmiş, medeniyet tarihine mal olmuş öyle şehirler vardır ki, medeniyet tari-hinde bir şehir olmanın ötesinde bir ekol/bir fikir olarak yer alırlar. Örneğin İskenderiye Kütüpha-nesi, yalnızca bir şehir kütüphanesi olarak değil, buradan doğan Yeni Eflatunculuk düşüncesiyle meşhurdur ve düşünce tarihine yine bir anlayış getirmiştir. İskenderiye Kütüphanesi önemli ve özel kılan yalnızca oradaki kitapların sayısı değil, aynı zamanda o kitapların ortaya çıkardığı bilgi ve birikimdir. Hilmi Ziya Ülken İskenderiye Kü-

1. Bakınız, Prof.Dr. Nuray Yıldız, Eskiçağda Yazı Malzemeleri ve Kitabın Oluşumu, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara, 2000

Şehir kütüphaneleri

MEHMET KURTOĞLU

42ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

tüphanesi için: “Yeni Eflatunculuk diye tanınan büyük felsefe ve ilim hareketinin doğması tarihin en mühim hadiselerinden biridir. Büyük teşkilatçı ve hukukçu olan Romalılar ilim ve sanat sahasında Yunanlılara nazaran barbar sayılabilirdi. Yunan’ın hasbi ve mücerret fikir faaliyeti yerine Roma’da iç-timai gaye için olan ameli ve müşahhas fikir işleri kaim olmuştur. Roma hukuk ve tarih yazmıştır. Fakat ilim ve felsefede Yunanlıların çırağı olmak-tan hiçbir zaman kurtulamadı. Bundan dolayı, eğer Yeni eflatunculuk hareketi ve onu canlandıran İskenderiye Kütüphanesi olmamış olsaydı mücerret fikir faaliyeti, kuvvetini ve sürekli akışını kaybede-cekti” [2] diye yazar. Bu anlamda Antik Roma ve Atina okullarına yalnızca bir üniversite/akademi olarak değil, bir felsefe bir düşünce olarak bak-mak gerekir. Ki bu şehirler akademileriyle ön pla-na çıkarken, arka planda bu akademileri ayakta tutan bilgi yani kitap/kütüphane bulunmaktadır.

Medeniyetler doğudan batıya, batıdan doğu-ya güneşin doğup batması gibi dönüp durur. Bu dönüşüm esnasında kültürlerin çatışmasından bir kıvılcım oluşur. Bir yerde batan medeniyet, böylece başka bir yerde doğar. Tarih boyunca me-deniyetler hep bu minval üzere doğup batmıştır. Mezopotamya medeniyetinden Yunan-Roma, Yunan Roma‘dan İslam, Kurtuba-İslam medeni-yetinden bugünkü Batı medeniyeti doğmuştur. Tarihi Atina, Roma, İskenderiye, Antakya, Urfa, Harran, Nusaybin, Cinduşapur, Bağdat, Kurtuba şehirleri, aynı zamanda medeniyetin dönüşüm ve doğuşuna kaynaklık etmiş ekol/okul şehirlerdir. Bu şehirler, medeniyet tarihine ilim, irfan ve kül-türleriyle damga vurmuşlardır. Birbirine ilim ve kültürle bağlanmış, kitap yüklü kervanlarla ilim ve irfan taşınmıştır.

Bu konuda Farabi; “İslamiyet’in zuhurundan sonra ilim, İskenderiye’den Antakya’ya intikal etti ve orada uzun müddet kaldı. Nihayet orada ba-kiye olarak yalnız bir muallim kalacak kadar faa-liyet azalmıştı. Bu zattan iki adam ders gördü ve onların sayesinde bazı kitaplar vücuda geldi. On-lardan biri Harran’da yerleşti, diğeri Merv’e git-ti. Merv’e giden muallim, iki kişi yetiştirdi. Biri

2. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümelerin Rolü, sh. 23, İş Bankası Kültür Yay. İstanbul, 2009, Bakınız, Roy Macleod, İskenderiye Kütüphanesi, Dost yay. Ankara, 2004

İbrahim el Mervezi, diğeri Yuhanna bin Haylan idi. Harran’a yerleşenden de rahip İsrail ve Ku-veyri (Kuweiri) yetiştiler. Bunlardan her ikisi de Bağdat’a gittiler, İsrail ihtida etti ve orada kaldı. Fakat İbrahim el Mervezi, Bağdat’a gelerek bu şe-hirde yerleşti. Mervezi’den Matta bin Yunan ders gördü. Evvelce Aristo mantığından yalnız Eşkâl-ül Hamliye’nin sonuna kadar öğretiliyordu. Ben bu Yuhanna vasıtasıyla mantığın diğer kısmını da okudum. Ve ‘Bürhan Kitabı’nın sonuna ka-dar olan bahisleri öğrendim”[3] diye yazmaktadır. Farabi’nin hocası olan Yuhanna bin Haylan aynı zamanda Harran okulunda da hocalık yapmıştır. Daha sonra Bağdat’a göç etmiştir.[4] Görüldüğü gibi eskiden şehirler yalnızca ticaret kervanlarıy-la değil, ilim ve kültür kervanlarıyla da birbirine bağlanmıyor, ilim aşkıyla hocalar ve talebeler şe-hirden şehre göç ediyorlardı. Bu göçlerin yoğun-luklu olduğu devirlerde kültürel etkilemiş doruğa çıkıyor ve kültür ve medeniyetin gelişimine katkı sağlıyordu.

Mesela Bağdat’ta Halife Me’mun “Beytül Hik-me” adını verdiği bir tercüme mektebi kurmuş, başka ülke ve şehirlerden toplattığı kitaplarla büyük bir kütüphane oluşturmuştur. Onun oluş-turduğu kütüphane daha sonra İslam âleminde büyük Endülüs Medeniyeti’nin doğmasına ne-den olmuştur. Zira Urfa ve Harran okulları ara-cılığıyla Yunancadan Süryanice ve Arapçaya ter-cüme edilen eserler, buraya taşınmış, buradan da Endülüs’e geçmiştir. Bilindiği gibi İslam medeni-yetinin en görkemli devirlerinden biri Kurtuba’da yaşanmıştır. Kurtuba, Bağdat ve Mısır’da tercüme edilenleri yeniden tashih ve yorumlayarak yeni bir uyanış yaratmış, İslam âlimini büyük filozof ve âlimlerinin çıkmasına vesile olmuştur. Bu oku-lun en büyüğü hiç kuşkusuz İbn Rüşd’tür.

Farabî, “El Medinetü’l Fâzıla” ve “Es Siyâsetü’l Medeniye veya Mebâdi’ül Mevcûdât” adlı eserlerin-de, Faziletli ve Cahil olmak üzere şehirleri ikiye ayırır. Farabi, faziletli/erdemli şehirde bulunması gereken vasıflar ile bir İnsanda/Müslüman’da bu-lunması gereken hasletlerin benzer olması gerek-tiğini savunur.[5] Bir insanda aranan erdem ve gü-

3. H. Z. Ülken, age.sh.514. Mehmet Kurtoğlu, Kültür Şehri Urfa, sh.268, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yay. Ankara, 20065. Farabî, El medinetü’l Fâzıla, Kültür bakanlığı Yay.

43ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

zellikler şehirde de olmalıdır. Farabi’nin öne sür-düğü faziletli/erdemli şehir, gerçekte İslam’ın ön gördüğü, Medine’de Efendimizin yeniden inşa et-tiği, İslam medeniyetinin ilk örneğini teşkil eden şehir tipidir. Nasıl ki, bilgi/hikmet Müslüman’ın yetik malı ise, erdemli şehirlerin de bilgi/hikmet yitik malı olmalı ve onun peşine düşmelidir. Bu arayış ister insan ister şehir olsun sonuç olarak bilgi/kitap/kütüphane ile buluşmak zorundadır.

Kaynaklar İslam dünyasında üç büyük kü-tüphanenin olduğunu belirtir ve bunların; Bağ-dat’taki Abbasi Kütüphanesi, Kahire’deki Fatımi Kütüphanesi ve Kurtuba’daki Endülüs Emevileri Kütüphanesi olduğunu söyler. Bağdat Kütüpha-nesi yalnızca el Me’mun’un desteklemesiyle sınırlı kalmamış, “ilim Çin’de bile olsa onu alınız” diyen Peygamberimizin hadisi şerifi uyarınca başkaları tarafından da desteklenmiştir. Me’mun’dan sonra Mu’tazıd’ın Bağdat’ta yeni bir saray yaptırırken, ilim ve edebiyatçıların çalışabileceği bir binayı sa-raya ilave ettiği, ayrıca bunların çalışmaları için ihtiyaç duyulan bir kütüphane yaptığı söylen-mektedir.[6]

İslam âleminde nerede bir medrese/okul varsa orada mutlaka bir kütüphane vardır. İslam mede-niyetin en ihtişamlı sahifelerinde şehirlerle birlik-te kütüphaneler de zikredilmektedir. Emevi dev-letinin kurcusu Muaviye, Şam’da bir kütüphane kurmuş, daha sonra torunu Halid bin Yezid bunu genişletmiştir. Yine Mansur’un sarayında zengin bir kütüphane meydana getirdiğini kaynaklardan okumaktayız.[7] Özellikle de 794 yılında Harun Reşit, kâğıt fabrikası kurmuş, telif, kitap ticareti ve kütüphanelerin gelişmesine vesile olmuştur. Onun döneminde şehirlerden şehirlere kitap taşı-yan deve kervanlarından bahsedilmektedir. Yine en göz alıcı olduğu söylenen Kahire’deki Fatımi kütüphanesinde yalnızca kadim ilimler, yani He-lenistik tabiat bilimi ve felsefesi üzerine on sekiz bin kitap olduğu belirtilmektedir. 756 yılında imparatorluğun en batısındaki topraklarda dev-letlerini kuran Endülüs Emevileri, en büyük ge-lişimini II. Hakem döneminde kaydeden bir kü-

Ankara, 1990, Farabi, Es Siyâsetü’l Medeniye veya Mebâdi’ül Mevcûdât, Büyüyen Ay Yay, İstanbul, 20126. Johannes Pedersen, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, sh.126, Klasik Yay. İstanbul, 20127. Bakınız, Yrd. Doç.Dr. Mevlüt Koyuncu, Beyan Yay. İstanbul, 1997

tüphane inşa etmişlerdir. Halife âlimleri etrafında toplarken, Kurtuba’nın en büyük mescidi bir ilim merkezi haline gelmiştir.[8]

İslam dünyasında yalnızca halife veya sultan-lar kitap ve kütüphaneler kurmamıştır, ayrıca ilim ehli büyük âlimler, sultana yakın ve varlıklı kişiler de kitaplık ve kütüphaneler oluşturmuşlar-dır. Bu anlamda İslam âleminde vakıf kütüpha-neleri oldukça dikkat çekmektedir. Özellikle Ab-basiler döneminde iktidara yakın kişilerin, zengin kişilerin de kütüphane kurdukları, bazılarının kitaplarını vakfettiklerini bilinmektedir. Örne-ğin Büveyhi ailesinden Adudüddevle, Şiraz’da bir kütüphane kurmuştur. “985 yılında kütüphaneyi bizzat ziyaret eden Makdisî, orayı bahçeler, göl-ler ve su yollarıyla çevrili bir binalar kompleksi şeklinde tasvir etmiştir. İki kattan oluşan tepesi kubbeli binalarda, yöneticisinin ifadesine göre, toplam üç yüz altmış oda bulunmaktadır. Yeni kitapların olduğu raflar, hemen bitişiklerinde depoların bulunduğu geniş kemerli odalarda tu-tuluyordu. Odaların hepsi, insan boyundaki do-laplar ve süslü kapılarla donatılmıştı. Dolapların içinde, o zamana kadar yazılmış hiçbir şeyin eksik olmadığı kitaplar vardı. Her bölümün katalogu ayrı ayrı bir rafın üzerine konmuştu.”[9]

İslam âleminde kahramanlıklarıyla tanıdığı-mız komutanlar, hiçbir zaman ilmi ihmal etme-miş, bir yandan savaş meydanlarında çarpışırken, diğer yanda medrese, kitap ve kütüphanelerle iç içe olmuşlardır. Hatta İslam’ın kılıcı olarak anı-lan Selahaddin Eyyubi ve Zengi gibi komutanla-rın medrese kurmaya azami gayret gösterdiklerini görüyoruz. Ayrıca İslam âlemindeki büyük ca-milerin mutlaka birer kütüphanesi olduğu bilin-mektedir. “Moğol istilasından önce Merv’de üç yıl kalan ve yazacağı eserleri için malzeme toplayan yakut, bu şehirde kendi zamanında bazıları cami, medrese ve hankahlarda bazıları da müstakil bi-nalarda olmak üzere on kütüphane bulunduğunu söyler. Yakut’a göre kütüphanelerden genellikle rehin vermeden ödünç kitap alınabiliyordu ve kendisi de 1219 yılında Moğol tehdidi yüzünden bu şehirden ayrılıncaya kadar bundan oldukça faydalanmıştır.”[10] Bugün dahi Kahire’de Ezher

8. J. Pedersen, age.sh.1309. J. Pedersen, age.sh.13310. İsmail E. Erünsal, Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri,

44ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Cami, Mekke, Medine, Tunus’taki Zeytune, Ce-zayir’deki Tilimsan ve Fas’taki Rabat camilerinde kütüphane ve çok sayıda el yazma eserler vardır.

İslam dünyasında hemen hemen her şehirde kitap kütüphane yanında şahıslar tarafından ku-rulan ve vakfedilen kitaplıklar ve kütüphaneler olduğu bilinmektedir. İhtişamlı şehir kütüpha-nelerinin haricinde taşra şehirlerinde bu anlam-da binlerce kitap vakfına rastlanmaktadır. Özel olarak üzerinde durulması gereken kitap vakıfla-rının, Hicri ilk asırda Mekke-i Mükerreme’de bir kütüphane kuran Abdülhakem el Cumehi ile baş-lamış olduğu söylenmektedir.[11] “Müslümanların ilim ve ilim adamlarına olan sevgileri ve İslam’ın eğitime teşvik etmesini; fıkıh âlimlerinin, kitap gibi gayrimenkul mal veya mülkün vakfedileceği esasına dayandırmış olduğu söylenmektedir. Bu-nun ilk şartı da vakfın gayrimenkul gibi ebedi ol-ması değildir. Örfe dayanan ve istihsan’dan oldu-ğu kabul edilen kitap vakfı, bu fıkıh âlimlerinin verdiği cevazla birlikte, insanlara yararlı olması ve hayırlı bir iş yapmanın verdiği sevinçle baş-lar. Müslümanlardan hayır ve ihsan sahibi kişi-lerin kitap vakfı geleneği böylelikle oluşmaya başlamıştır.”[12]

Kültür ve medeniyete önem veren Osmanlı, fethettiği şehirlerin yalnızca mimarisini değil, kültür ve irfanına da önem vermiş, medreseler, kütüphaneler kurmuştur. Örneğin İstanbul’u fetheden Sultan II. Mehmed, imparatorluğu-nun başkenti olarak tasarladığı İstanbul’u aynı zamanda bir kültür merkezine dönüştürmüş, imar faaliyetini büyük cihad olarak adlandırmış ve fetihten sonra ilk olarak şehirdeki mabetleri cami ve medreseye dönüştürmüştür. Kaynak-ların yazdığına göre “fethi müteakip ilk yapılan binalardan biri Beyazıd’daki Eski Saray’dır. II. Mehmed’in Manisa’dan Edirne sarayına götürdü-ğü kitapların Eski Saray’ın tamamlanmasından sonra İstanbul’da ilk kurulan kütüphane olan bu saray kütüphanesi daha sonra Yeni Saray’a taşın-mıştır. Osmanlı Padişahlarının ilme düşkünlüğü, İmparatorluğun birçok yerinde kütüphanelerin

sh.61, Türk Tarih Kurumu Yay. Ankara 200811. Prof.Dr. Yahya Mahmut Cüneyd, İslam Âleminde Vakıf Kütüphaneciliği, sh. 33, Kent Işıkları yay. İstanbul, 200912. Yahya Mahmut Cüneyd, age. sh.33

açılmasına vesile olmuştur. Örneğin I. Selim’in Mısır seferi sırasında kitap toplamaya çalıştığı ve bu arada kendi kütüphanesine ait kitabı da yol-da kaybettiğini kaynaklardan öğrenmekteyiz.”[13] Ayrıca büyük şair Fuzulî’nin kütüphane’de me-mur olarak çalıştığı sırada keşfedilerek İstanbul’a getirildiği bilinmektedir. Osmanlı döneminde Eyüp Külliyesi Kütüphanesi, Nuru Osmaniye kütüphanesi, Ayasofya Medresesi Kütüphanesi, Çandarlızâde İbrahim Paşa’nın Edirne’deki imare-tinde kurulan kütüphane, Amasya Medresesi’nde kurulan kütüphane ve daha birçok şehirdeki kü-tüphaneler, hem Osmanlının kitap ve kütüphane sevgisini ortaya koymakta hem de şehir kütüpha-ne ilişkisinde kütüphanelerin olmazsa olmaz ola-rak karşımıza çıktığını göstermektedir. Cumhuri-yet döneminde ise yüz yirmi yedi kütüphaneden toplanan kitaplarla Süleymaniye Kütüphanesi meydana getirilmiştir.

Şehir kütüphane ilişkisini salt kuru bilgiler ışı-ğında değerlendirmek doğru değildir. Şehirlerin kuruluş felsefesini oluşturan derin ve köklü bir kültürel arka plan vardır ve bu arka planı kitap/kütüphane ve ilim adamları beslemektedir. Şehir kütüphanelerini sahip oldukları kitap ve kütüp-hane sayısıyla değerlendirmek bize belki somut bilgiler vermesi bağlamasında bir ipucu verebilir; ama gerçekte bu kütüphanelerin şehrin oluşu-munda ve ilim hayatında gördüğü işleve bakmak gerekir. Farabi’nin Faziletli/Erdemli ve Cahil Şe-hirler diye tasnif ettiği ayrım üzerinden gidersek, erdemli şehirlerin gerçekte bilgiyi içselleştirmiş, cahil şehirler gibi zorunluluğun ve zorbalığın bir araya getirdiği toplumlardan değil, ilmin ve irfanın bir araya getirdiği toplumun inkişaf etti-ği şehirler olarak algılamalıyız. Zira erdemli şe-hir; ancak bu kitap/kütüphane/bilgi ve irfan ile buluştuğunda Faziletli/Erdemli olabilir. Ve bir şehrin buna ulaşabilmesi için mutlaka kitap ve kütüphaneye sahip olması, insanlarının yolu ise kütüphanelerden geçmesi gerekmektedir…■

13. İsmail E. Erünsal, age.sh. 92,

45ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

İlk örnekleri, Mezopotamya ve Mısır’da kil tabletlerden oluşan kütüphaneler, daha sonra uygarlığın diğer unsurlarıyla

birlikte, Antik Çağ Yunan ve Roma dünyasına geçmiştir. Bu gelenek daha sonraki yüzyıllarda Batı dünyasında kütüphanelerin kurulmasına ze-min hazırlamıştır. Böylece en eski kütüphaneler-deki kil tabletlerden, Antik Çağ kütüphanelerin-deki papirüs ve parşömen rulolarından, günümü-zün bilgisayarlarla donatılmış kütüphanelerine kadar uzanan kütüphanelerin gelişme zincirinin halkaları tamamlanmış oluyordu.

Eski Doğu’da hem kütüphane hem de arşiv özel veya saray ve tapınak gibi resmî bir kuruma bağlı olabiliyordu. Dicle, Fırat ve Nil nehirlerinin sağladığı uygun koşullar sonucu yerleşik hayata geçilmesi ve kentleşme, iletişim ihtiyacını doğur-muş ve piktografik yazıya doğru adım atılmıştır. M.Ö. 3000-2500 yıllarında Mezopotamya’da çivi ve Mısır’da hiyeroglif yazıları, piktografik yazının gelişmesi ile biçimlenmiş, gelişmiş ve yazılı bel-gelerin gittikçe artmasına imkân tanımıştır. Bu yazılı belgeler, artan ekonomik ve kültürel ilişki-lerin sonucu olarak çoğalınca, onların korunup saklanmalarını gerektiren arşiv ve kütüphanelerin ortaya çıkması zorunlu olmuştur. Bu ilk belgeler devletler arasındaki antlaşmalar, kanun ve buy-ruklar, yönetmelikler, yabancılara ilişkin kayıtlar, rahipler ve hukukla ilgili listelerdir[1].

1. Nuray Yıldız, ‘‘Kalıntılar ve Edebî Kaynaklar Işığında

Kütüphane

NURULLAH ALKAÇ*

Asurlarda taş ve sıradan kil tabletlerine kazıtıl-mış yazıtların yanında; kil silindirler, kil prizma-lar, kil kaplar, değerli madenler ve taşlar üzerine yazılmış hükümdar yazıtları bulunuyordu. Kral Asurbanipal’ın toprak altından çıkartılan kütüp-hanesi de bunlardan oluşuyordu[2]. 30.000 kadar tabletten oluşan bu kütüphanede az sayıda resmî belgelerin yanında daha çok bilimsel ve diğer ko-nular yer alıyordu.

Hz. Peygamber’den (s.a.v.) önce Araplarda ya-zılı edebî gelenek hemen hemen hiç yoktu. Ancak İslam dininin etkisiyle yazılı kaynaklar gelişti ve Araplarda 300 yıl içerisinde İslam Kütüphaneleri, İspanya’dan Hindistan’a, bir zamanlar Roma, Bi-zans ve Pers İmparatorluklarının sınırları içinde yer alan topraklara yayıldı. İlk Arap kitapları papirüs, parşömen ya da kavak kabukları üzerine yazılmıştı. 751 yılında ise, kâğıt yapım sanatı Çin’den Semerkant’a ulaştığında, kısa zamanda tüm İslam dünyasına yayıldı. 794 yılına gelin-diğinde de Bağdat’ta bir kâğıt fabrikası iş görü-yordu. Aynı şekilde Semerkant, Şam, Suriye, Trablus, Filistin, Tiberya ve Endülüs’te Valansiya civarında Fativa’da da kâğıt fabrikaları yer alıyor-du. Ama kâğıt endüstrisinin en fazla yayıldığı yer,

Antikçağ Kütüphaneleri (Mimarileri, İç Düzenleri, Çalışma Sistemleri, Kitapların Yazımı ve Çoğaltılması’’, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, Mart-2003, s.8.2. Eva Cancik-Kirschbaum, ‘‘Asurlular (Tarih-Toplum-Kültür)’’, çev. Aslı Yarbaş, İLYA Yayınları, 1. Baskı: İzmir-2004.

46ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ham maddesi olan ketenin bulunduğu Mısır’dı. Sonuçta İslam dünyasında görülen kâğıt bollu-ğu, kitap fiyatlarının düşmesine imkân sağlamış ve hemen her Arap şehrinde kitap dükkânları ve pazarlarının ortaya çıkmasına imkân tanımış-tır. Kitap ticareti sadece kitap satıcılarına değil, aynı zamanda kopyacıları, düzelticileri ve metin toplayıcılarını da etkileyen, kazançlı bir iş hâline gelmişti. Halkın her sınıfından insanlar kitapları seviyordu. Büyük devlet adamından kömürcü-ye varıncaya kadar her şahıs, kitapçının devamlı müşterisiydi. Bugünkü insanın iktisadi, sosyal ve fikri seviyesi nasıl, otomobil ve televizyonunla öl-çülüyorsa, bir Arap’ın bu yönlerden seviyesi de 9. ve 13. asır arasında sahip bulunduğu kitapla ölçülüyordu. Hatta nadir ve değerli kitaplardan müteşekkil bir koleksiyona sahip bulunmayan bir kimseyi zengin saymak yakışık almazdı.

Halife Harun-ür-Reşid’in vezirinin teşvikiy-le Bağdat’ta kurduğu ‘‘Beyt-ül- Hikme (Hikmet Evi)’’ den sonra İslam dünyasında kütüphaneler, topraktan fışkıran mantarlar gibi birdenbire ge-lişir ve çoğalırlar. Bir seyyah, 891 yılında Dicle kenarındaki başşehirde yüzden fazla umumi kütüphane sayar. Irak’ın Necef gibi küçücük bir kasabası 40.000 ciltlik bir kütüphaneye sahip-ti. Rey şehir kütüphanesinin mevcudunu tespit etmek için on büyük kataloğa ihtiyaç duyu-luyordu. Kahire’deki Halife El-Aziz’in ‘Fatimi Kütüphanesi’nde 1.600.000 cilt kitap yer alıyor-du[3].

Sabur ibn Ardasir tarafından 996 senesine Bağdat’ta kurulan, mermer ve kireç taşından ya-pılmış bir binada, ağırlıklı olarak din kitapları olsa da, filoloji, tıp, felsefe, astronomi, jeoloji vb. alanlardan oluşan 10.400 cilt yer alıyordu.

Emevilerin başkenti Cordoba, Müslü-man fetihleriyle, Avrupa’nın en kültürlü ve Konstantinapol’den sonra kıtanın ikinci büyük şehri olmuştu. Burada kitap pazarı ve Endü-lüs’teki 70 kütüphane, İslam dünyasından gelen bilginlerin yanında, Hristiyan Avrupa ülkelerin-den de gezginlerin ziyaret ettiği yerlerdi. Krallık Kütüphanesi, büyük ölçüde Halife II. Hâkim döneminde (961-976) genişleme imkânı bul-muş ve maaşlı yaklaşık 5 yüz çalışanıyla 400.000

3. Dr. Sigrid Hunke, ‘‘Kitaplara Karşı Büyük Alaka’’, Aktaran: Dursun Gürlek, ‘‘Çınaraltı Kitap Sohbetleri’’, Timaş Yayınları, 8. Baskı: İstanbul, Haziran-2013, s.237-244.

cildi kendi bünyesinde barındırıyordu. Bunla-rın yalnızca listelenebilmesi için 44 büyük ki-tap ve kütüphanenin yeni bir mekâna taşınabil-mesi için de 6 ay gerekiyordu. Ancak 1031’de İspanya’da Emevi Hanedanı son bulduğunda ve Halifelik küçük krallıklar arasında paylaştırıldı-ğında Saray Kütüphanesi de dağılmıştı. Kraliçe Isabella da, 1499 yılında Granada’daki Plaza de Bibarrambla’da 80.000 kitabın yakılmasına ne-den olmuştu. Bu yakımda ancak 2 binden az ki-tap kurtulmuş ve Escorial Sarayı’na konulmuştu. İslam dünyasındaki bu kitap/kütüphane yakım ve yıkım faaliyetleri, Haçlıların 12. yüzyılda Suriye ve Filistin’e yaptıkları saldırılarda da görüldü. Hristiyanların kitap yakma faaliyetlerinin yanında Müslümanların mezhep farklılıklarından dolayı kendi aralarında ortaya çıkardıkları çatışmalarda da örnekleri görüldü. Nitekim Mutezililer ve İsmaiililerin kurmuş oldukları kütüphaneler 12. yüzyıldan sonra Sünnilerin egemenliğine girme-siyle saldırıların hedefi olmuştu. Bunlara bir de 13. yüzyılda Moğolların, 1258’de Bağdat’ı işgal ettiklerinde, bir hafta içerisinde bu şehirdeki 36 halk kütüphanesini yerle bir edilmiş, resimli el yazmalar ve kaligrafinin mükemmel örnekleri yakacak olarak yakılmış, süslemeli deri ciltler de Moğol istilacılarının ayaklarına ayakkabı olarak kullanılmıştı. Ancak ilginç bir durum ise, Moğol Hakanı Hülagü’nün, Azerbaycan’daki Urumiye Gölü yakınlarındaki Maraga’da inşa ettirdiği göz-lemevinin yanında kurduğu kütüphanede, Suri-ye, Mezopotamya ve İran fetihlerinde elde edilen 400,00 bin ciltlik bir koleksiyonun yer almasıydı. Bu kitap tahribatları, İslam dünyasının gelişimi üzerinde günümüze kadar gelen derin tahribat-lara yol açtı[4].

Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki, şehir-kitap-kütüphane kavramları kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak birbirle-riyle bağlantılı olan kavramlardır. Şehirlerin ku-rulması, kültürün daha da kalıcı olmasına imkân sağlamıştır. Şüphesiz bu kalıcılığın en önemli unsurlarından biri de kitaplar, yani kütüphaneler olmuştur. Burada değinilmeyen Osmanlı döne-minde yabancılara satılan kitapların hikâyesi de bir başka yazıda anlatılabilir. ■

4. Fred Lerner, ‘‘Yazının İcadından Bilgisayar Çağına Kütüphanelerin Hikâyesi’’, çev. Dilek Çenkciler, Bileşim Yayınları, İstanbul, Ekim-2007, s.95-114.

47ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Şehir kaç tepe? Yedi, üç, bir, her biri bedesten. Kapıda karşılayan doymak bilmez bezirgân. Pazarda satılan ise

bizatihi insan… Çeşitli renklerle donanmış tenlerdir sergilenen. Nesneler tükendi, ürün-ler kalmadı; şimdi raflarda ümitler, tezgâhta hayaller, kasada sevgiler, bezirgânın dilinde kelimeler!

Yusuf ’u kaybettim Kenan ilindeYusuf bulunur, Kenan bulunmaz Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz Bu ne yaredir ki çare bulunmaz 

Aşkın pazarında canlar satılır Satarım canımı alan bulunmaz Yunus öldü deyu sela verirler Ölen beden imiş, âşıklar ölmez

Her şeyi tüketen insan, ömrünü bitiriyor, ömre bedel kelimeleri de tüketiyor. Hüsnü ta-birler, artık küskün tabirler. Geçicilik, hayatın tamamına sirayet etmekte, her şey kullanılıp atılan bir nesne hâline dönüşmekte. Kullanılıp atılan ürünler, madde ile insan arasındaki duy-

Şehirde tükenen kelimelerTANER TATAR

Öbür dünyaya ilişkin ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dışında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bulan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi, ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı tercih etmesiyle tersine dönüyor.

48ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

gu dolu bağı koparıp insanı da maddeler dünya-sında soğuk bir demir hâline getiriyor:

Kullan-at pet şişeyi yaptı, Şişede karalar köpürtülerek aklandı, Hayatın tadı diye, baloncuklar yutturuldu, Çağ onu yuttu, hayattan hatıra kalmaz.

Kınalı eller yoğurdu, Ocakta yanan ateş pişirdi, Yâr için açılan goncalar, Yârdan evvel onun dudaklarıyla buluştu. Lâkin kırıldı testi, Döküldü ab-ı hayat, Çatlayan toprakta kökler salmaz.

İnsan, gönlü gibi suları da kirletti, Dargın ırmaklar dara çekildi, Kırıldı çağlayan yataklar, Denizi seraba çevirdi. Suyun olmadığı yerde testinin manası kalmaz.

“Susuzam bir kez bu sahrâda menüm’çün ara su” sesi,

Su bulunsa şimdi, Gönül suya kansa bil ki, Kendisi gibi topraktan olma testi, Fuzuli olmaz.

Kültürün her sahasına yönelik olarak ortaya çıkan tüketicilik, kendisini sanatta da göstermek-tedir. Sanat hemen her dalı ile tüketime dayalı olarak ortaya çıkmaktadır. Ruhun gıdası olarak tarif edilen müzik, tüketicilikten payını almakta, yeni çıkan şarkılar, henüz bebeklik aşamasında iken öldürülmektedir. Bazıları doğuştan özürlü bulunan parçalar ise, özrü ile parlamakta, para kazandırmakta ama yok olmaktan kurtulama-maktadır. Geleneğin gücü ve birikimi ile oluşmuş

olan parçalar ise yıllara değil yüzyıllara damgasını vurmaktadır. Nitekim Karacaoğlan’ın zülfü peri-şanı, hâlâ melul melul kalmaktadır. Bunu dinle-yenler ise asırlardır onu, kerem edip hatırından çıkarmamışlardır.

Tüketime yönelik olarak bir şeyler yapma ça-basında, aranan ya da oluşturulmaya çalışılan bir pazar söz konusudur. Bu pazarda yer kapma yarışı oldukça şiddetli cereyan ettiğinden, yer sahipleri kısa sürelerde mevkilerini başkalarına terk etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Dolayısıyla hızlı bir dönüşüm gözlenir. Bu dönüşüme katılan her yeni, bir diğerinin yok olmasına sebep olur. Ya da bizatihi onu yok ederek koltuğuna oturur. Do-layısıyla, bu süreçte yapıcılıktan ziyade gözlenen yıkıcılıktır.

Tüketime yönelik çabada pazar bulma kadar önemli olan husus “pazarlama”dır. Pazar-lama faaliyeti de büyük bir nispette geçicilik içe-risindedir. Yine çoğunlukla göz boyama ve kısa dönemde geçici dahi olsa vurgun yapma gayesi taşınmaktadır. Akabinde ise kovulmaya ramak kala, pürtelaş bir kaçış vardır. Ölümü müteakip cesedin solgun yüzü yeniden boyanacak, ölüm kokusunu giderici kokular sürülecek ve canlıların canını alacaktır.

Eskiden beri dünya “üç günlük” ise de bu insa-nın sonu değildi. İnsan sonu gelmeyecek dördün-cü güne hazırlık yapıyordu. Öbür dünyaya ilişkin ebedilik hissiyatı da yok olunca ya da en azından azalınca bütün bağlardan kopuk “şimdi”nin dı-şında her şey anlamsızlaşıyor. “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” sözünde ifadesini bu-lan, ayrılığın tahammül mülkünü yıkıcı etkisi, ölümden kaçan insanın sanal âlemde ayrılığı ter-cih etmesiyle tersine dönüyor. “Her bir dertten ala yaman ayrılığı”, “benzetmek azdır ölüme” ve “ayrılık ateşten bir ok”tur. Lakin birlikteliğin ol-madığı yerde ayrılık da olmuyor. Selvi boylu yar-

Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esasında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi.

49ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

dan ayrılan âşığın gönlü gamla, yasla dolarken, unutkanlıkla hayat sürenler için bir anlam ifade etmiyor:

Ne üzülür ne sıkılırSadece birazcık düşünürHemen yeni bir âşık bulunurYerin çok çabuk doldurulur Sevgilimi koluma takarımBebekte üç beş tur atarımOlmadı bi(r) de sinema yaparımGördüğün gibi çok unutkanım

Kalıcılığı dolayısıyla, içerisinde hatıraların gizli olduğu eşyalar kalıcılığını yitirdiğinden beri insan, hatırasını kaybediyor. Gelinliğin kiraya düşmesi, o mutlu günün tekrar yaşanmasını or-tadan kaldırıyor. Büyük annelerimiz, hâlâ çeyiz sandıklarından çıkardıkları gelinlikle, o mutlu günü hüzünlü ya da buruk bir gülümseme ile anarken, yeni nesil bu duygudan mahrum kal-makta. Bir zamanlar oyalı mendillerin oynamış olduğu rol, kullanılıp atılan kâğıt mendiller dola-yısıyla bugün sahipsiz kalmış. Madde bir zaman-lar insanı maziye bağlarken, şimdi esiri hâline getirdiği insanın elini kolunu bağlıyor. Önceleri madde insanı takip ederken, şimdi insan madde-yi takip eder hâle gelmiş, sürükleniyor. Aşk, ten kafesinde seyirlik nesneye dönüşüyor. Bir yanda bedende aşkı yok edenler, öte yanda aşkta yok olanlar, hayâ perdesini yırtmadan, Fuzuli misali sırları inletenler:

Ol zahm eseri görindi mendeBiz bir ruhuz iki bedende

Bizde ikilik nişanı yohdurHer bir tenin özge cânı yohdur

Sagınma ki oldur menem menBir cân ile zindedür iki ten…Mende olan âşikâr sensenMen hod yohem ol ki var sensen

Dâim sana mendedür tecelliMen gayrden olmuşum teselli

Ger men men isem nesen sen ey yârV’er sen sen isen neyem men-i zâr.

Davetin ancak birbirinden ayrı olanlar için mümkün, sevenlerin ise zaten bir olduğu anlayı-şıyla, kendisini yârinde yok edenlere karşı; daveti, ruha değil bedene yaparken, onuru yatakta ateşe verenler, çılgınca feryat ederler:

Bak yüreğime bakAteşimi gör, içimi hissetHadi hazırım yeter kiOnursuz olmasın aşk

Gel sokağıma gelPenceremi aç yatağıma gelHadi hazırım yeter kiOnursuz olmasın aşk

Her şeyin nesneleştiği ve maddi hâle geldiği bir dünyada, en derin hislerin anlatılmaz efsunu olan aşk yeniden tanımlanırken, gönülden gönle gizli olan yol, aşikâr kılınmak istenir. Artık gö-nül dağının yağmuru diner, ne kirpiğin oku ne sinedeki yara kalır; önemli olan dokunmak ve okşanmaktır:

Aşk dokunmak ister gülüm Sevilmek, okşanmak ister Aşk sevdiğini yanında ister

Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrılık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sevgilidir. Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır;

50ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Kimi zaman dile gelip aşk Dudaktan kalbe akmak ister

Madde âleminde yaşanan yok edicilik, ma-nevi sahanın tamamında gözleniyor. İnsanın en kıymetli hazineleri, mirasyedi nesil tarafından pervasızca tüketilmekte, basitleştirilmekte ya da geçiciliğe mahkûm edilmektedir. Ölümüne sev-dalar ve ülküler, gündelik ve bazen de anlık de-ğişimlerin akıbetine uğramakta, kullanılıp atılan bir mendil gibi, bir kenara def edilmekte:

Bu sene iyi geçmedi söylemem lazımKader beni seçmedi ama görmemem lazımBelki birden bire yeniden başlamam gerekEskiden taptığımı bugün taşlamam gerek

Yeni bir aşk yeni bir işYine gülecek bir neden lazımYeni bir haber yeni bir kaderBunlar için bana şans lazım

Yeni bir duruş yeni dokunuşTek tek keşfetmem lazımYeni bir hayat gerisi bayatKendime yeni bir ben lazım

Günler güzel geçmedi unutmam lazımAsıp yüzümü kalmışım azcık kırıtmam lazımHep içime atmışım anlatmam gerekHepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam ge-

rek

Dostluk kavramı içerisinde baki olmayı ba-rındırırken, yenilik peşinde koşan insan, eskinin her şeyinden sıkıldığı için dostluğu da eskimişliğe mahkûm ederek yeni arkadaşlıklar arama sevda-sıyla büyük bir güvensizlik ortamında, anlık iliş-kiler kuruyor. Küçük meselelerde, kullanıp atma-ya alıştığı bütün diğer şeyler gibi, arkadaşını da atabiliyor. Zamanın icaplarına uyayım endişesiy-le asırlık çınarları devirmekten bir lahza çekinme-yip yerine iklimi belli olmayan körpecik fidanlar dikiyor, lakin onun da gelişip serpilmesine sab-redemeden kökünden söküp atıyor. Reklamlarda ifadesini bulan şekliyle hâlâ annesinin margarini-ni kullanmaktan utanıyor, her seferinde -aslında çok eski bir kelime olmasına rağmen- başına yeni

bir “yeni” eklenen ürünlere yöneliyor. Mümkün olsa sadece annenin margarini değil bizatihi an-nenin kendisi de değiştirilecek. Öyle ya siz hâlâ eski annenizi mi kucaklıyorsunuz! Ve çocukluk yıllarımda duyduğum o ses: “Eskimiş çorapları-nızı atın, Jil geliyor!”.

Şimdi radyodan bir ses geliyor kulağıma “at gitsin at gitsin, eskimişse at gitsin”. Bu atılan kim diye merak ediyorum ve anlıyorum ki atılan güya sevilen, âşık olunan kişi. Yine anlıyorum ki, esa-sında atılan kişi değil, bizatihi sevginin kendisi. Sevgi âdeta eskicinin seyyar arabasına düşüyor. Yakında dışarıdan şöyle bir ses gelirse hayret et-memek gerekir: “Sevgiler alırım, sevgiler satarım, hayda eskici geldi, eskiciii!”.

Önemli olan ne derdiyle yaşamak ne de ona derman aramaktır. “Lokman Hekim gelse yaram azdırır.” diyen sanatçı ona yabancıdır. Zira unut-mayı yol edinmiş bireyin “Nazlı yârin hayali kar-şımda durur.” sözüyle yüklenebileceği hiçbir an-lam yoktur. Onun için önemli olan boş vermek ve unutmaktır:

Her gece her gece dağıtıyorumAşkları acıları dertleri tasalarıBoş verdim önüme bakıyorumÇıkarıp üzerimdeki sıkıntılarıBir bir kirliye atıyorum.

Özel bir ifadeyle:şehrin insanı, şehrin insanı, şehrinbozuk paraların insanı, sivilcelerin.

Bir de dedemin anlattığı hikâye geliyor aklıma ve derin bir ah çekiyorum. Yoksa güle âşık olan bülbülün figanı da mı eskidi? Artık güle nağme dizecek bülbüller de mi kalmayacak? İşte gül aş-kının kanlı hikâyesi: Hocası talebesinden bir sarı gül ister. Talebe gül bahçesine gider, lakin bakar ki hiç sarı gül yok. Güllerin hepsi beyaz. Oracı-ğa oturup, kara kara ne yapacağını düşünürken, bir bülbül gelir ve derdini sorar. Derdi dinleyen bülbül, çocuğa arkasını dönmesini söyler. “Ben susunca gülünü al git.” der ve ötmeye başlar. Bir müddet sonra bülbül susar. Çocuk döner bakar ki gül sararmıştır. Gülü alır götürür hocasına. Ho-cası memnun olur, lakin bir de pembe gül ister. Talebesi yine bahçeye gider, yine bülbül gelir ve

51ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

derdi dinleyen bülbül, yine arkanı dön der. Uzun uzun öter. Ak gül pembeleşir, talebe pembe gülü alır, hocasına götürür. Hocası, “Pembe gülü geti-ren kırmızıyı da getirir.” der. Çocuk yine bahçeye gider, bülbüle derdini söyler. Bülbül derin bir ah çeker. Çocuk yine arkasını döner. Bülbül öyle bir figana başlar ki, çocuğun gözleri yaşa boğulur. Bülbülün feryadı bitmez de bitmez. En nihayet ses kesilir. Çocuk döner, bakar ki gül kan gibidir. Ancak bülbül yerdedir. Görür ki bülbül tırnağını bağrına takmış, bağrını yarıp güle kanını akıtmış-tır. Yoksa şimdi bu gök kubbede bu sedayı ara-mak bir hayal midir?

Ağlayan biz miyiz, yoksa bülbüller mi? Ma-tem gözyaşları, Âkif ’in kaleminden damlar tek tek! Feryat Âkif ’in mi bizim mi?

“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki bek-lerdin;

Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?

0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;

Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun”

Ötme bülbül ötme şen değil bağım.

Sevgili mi, en sevgili mi? Yoksa zaten sevgili en sevgili mi? Dile düşen sevgili, dildedir; göze düşen, gözde; gönle düşen, gönülde. Dile düşen dilden düşer: sözdedir; göze düşen gözden düşer: gözdedir; gönle düşen, gönül tahtının sahibidir, gönüldedir. Gönlü o yapar, gönül ondan gelir, gönül onun ateşi ve ışığıdır. Beşerî güzelliklerin abideleri elbette dile düşer, uslanmaz deli gönlün hakikati aramasının çığlığı olur, dinmek bilmez feryadı olur, ta ki gönül “ol”sun. “Ol” emrine mazhar olan gönül hakikatin dilsiz, hâl lisanı-dır. Lisan-ı hâlden anlayanlar hemhâl olanlardır. Sevgiliyi diline dolayan onun hamalı, sevgilisini gönlüne saran onun hemhâli; hamallar sevgilinin mahkûmu, hemhâller ise yegâne sevgilinin mef-tunu.

Ol emrinin muhatabı Mevlana, bir meftun; nasihati, hemhâller için:

“Oraya gitme demedim mi sana, Seni yalnız ben tanırım demedim mi? Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi

ben’im? Bir gün kızsan bana,Alsan başını, Yüz bin yıllık yere gitsen, Dönüp kavuşacağın yer ben’im demedim mi?

Âşık, kalpten seslenir sevgiliye; kalpteki ayrı-lık ateşi, kelimelerden müteşekkil nadide zarflarla ulaşır sevgiliye. En güzel kelimeler, en güzel için seçilir, en güzel sıralama ile sunulur, sevilen; sev-gilidir. Onun olmadığı ülke sürgünler mekânıdır; sürgünden kurtuluş için Sezai Karakoç’un keli-meleri sevgilinin ayaklarına kapanır:

“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün

bir süreği Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların

dışında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim… Sevgili En sevgili Ey sevgili”

Neredesin ey güzel,Güzele benzeyen değil,Kendisi güzel.O güzele, Âşık Sefil Selimî için bütün gidişler güzel:

“Yâr senin yoluna mayın dizseler,Üstüne, aşkımla basar gelirim.Parçalayıp yüzüm yüzüm yüzseler,Derimi duvara asar gelirim.”

Ey şehri bedestene çevirip, beden pullayan bezirgânbaşı,

Her dem yeniden doğarızBizden kim usanası

Gülü gül ile tartıp,Gülümse ey medeniyet. Bülbülüm allar seni.■

52ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Kafası karışık mitolojik tanrılarGelip geçtiler onların da öyle bir devirdi işte.Kocaa dağlar, kan kırmızı nehirler, kapkara gökKorkudan öldük gittik…

Sonra yazı çıkageldi:Unutmak sarhoşluğunu vaat ederken ne alımlıydı.Rasyonalizmin beşiğini tıngır mıngır sallarken bileAsmadı ya suratını mihnetimiz ondan.Herkes payına düşeni aldı:Kralsa kral, savaşsa savaş, kuraklıksa kuraklıkTarihin çuvalında hepsiYüreğinin aklından zoru olanlarınsaBelledikleri harfler bir iç kanama artık: Şiir.

Yankısız bir soruya evirilen şiirŞairini dürter, parmağının ucuyla “Sevgili sen nesin allaasen?”“Dünya çalışırken ne tüketir, insan mı?”“Şair kendine inanır mı?” diyeSorar. Sorar.

ŞAİRİN/ ŞİİRİN GAYRİRESMİ TARİHİ

SEVAL KOÇOĞLU

Şiirin müritlerine (hepimize)…

53ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Felsefe özel bir insan başarısı ve etkin-liğidir. Temelde felsefe de diğer bilgi dalları ve türleri gibi bir bilgi türü ve

bir etkinliktir. Bu bakımdan felsefe de tıpkı bi-lim ve sanat gibi insanı varlıkla karşılaştırır ve onu tanımayı sağlar. Burada felsefi bakışı bilim-den ayıran husus; felsefe etkinliğinde nesnel ve olgularla denetlenebilir bir bilginin olmayışıdır.

Felsefe ile bakmak sadece felsefenin konu-suna yönelişi esnasında, olan ve olması gereken bir şey değildir. Felsefe ile bakmak veya felsefi bakış, bir mesleğe veya branşa ait olarak mutla-ka kazandırılması gereken bir bakıştır. Neden? Niçin? Nasıl? Bu soruların sorulması gerek-mektedir.

Felsefe ile bakmak her toplum kesimine ama özellikle de eğitimcilere ve siyasetçilere lazım olan bir bakıştır. Çünkü bu mesleklerin malze-mesi insandır. Eğitim işi, doğrudan, insanın in-sana yönelimi, onu değiştirmesi, geliştirmesi ve

Siyasete felsefe ile bakıldığında bütün kurumlarımıza çekidüzen vermek ve olan durumla olması gereken durumu kıyaslamak mecburiyeti doğacaktır. Olması gerekenler çoğunlukla mevcut durumlar ile örtüşmeyecek ve hatta yer yer olan ile olması gereken arasında bir çelişki tespit edilecektir.

Felsefe ile bakmakLEVENT BAYRAKTAR*

*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü.

54ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

dönüştürmesi hadisesidir. Hatta eğitim, iyi bir rehberlik süreci eşliğinde, kişinin kendi potan-siyellerini fark etmesi, açığa çıkarması ve ürüne dönüştürmesi süreci olarak da tanımlanabilir. Burada felsefi bakıştan beklenen, insanlardaki farklı kabiliyet ve becerilerin fark edilmesi ve doğru yöne yönlendirilmeleriyle kendilerini gerçekleştirmelerinin sağlanmasıdır.

Eğitim gibi siyaset de doğrudan doğruya etkisi hissedilen diğer bir kurumdur. Siyaset, doğru veya yanlış karar ve uygulamalarıyla bir toplumun veya bütün bir milletin mukadderatı üzerinde olumlu ya da olumsuz etkileri olan te-mel bir kurum durumundadır.

Siyasette felsefi bakışın hakim kılınmasının bütün toplumsal katmanlara ve kurumlara et-kisi kaçınılmazdır. Burada felsefi bakışın ka-zandıracağı birçok olumlu yön bulunmaktadır. Bu bağlamda, ilkin, milli varlığın, maddi ve manevi kaynakların bir envanterinin çıkarıl-ması ve tarih içerisinde millet olarak nereden gelip nereye gidildiğinin ve kim olduğumuzun bilincinde olunması gerekmektedir. Biz kimiz sorusuna cevap verildikten sonra ister fert ola-rak ister toplum olarak, öyleyse şimdi neyi ger-çekleştirmeliyiz sorusunu sorabiliriz.

Siyasete felsefe ile bakıldığında bütün ku-rumlarımıza çekidüzen vermek ve olan durum-la olması gereken durumu kıyaslamak mecburi-yeti doğacaktır. Olması gerekenler çoğunlukla mevcut durumlar ile örtüşmeyecek ve hatta yer yer olan ile olması gereken arasında bir çelişki tespit edilecektir. Bundan yılmamak ve kork-mamak gerekir. Zira bu çelişkinin farkında ol-mak, onu aşmak için ilk hareket noktası ve ilk itici güçtür.

Böylece siyaset kurumuna felsefece bakmak; siyasetin güdümünde olan bütün kurumlara da bu pencereden bakmayı beraberinde getirecek-tir.

Felsefe içerisine girildiğinde ve şifreleri çö-zülerek, dili anlaşılmaya başlandığında sihirli

bir dünya sunar. Bu dünyada kavramlar, öner-meler, çıkarımlar, akıl yürütmeler ve düşünce sistemleri vardır.

Felsefe ile bakmak, bu bağlamda sadece, olan ile olması gereken yani olgular ve idealler arasındaki ilişkiyi ve çelişkiyi okumayı ve bunu dönüştürmeyi öğretmez. Aynı zamanda birlik-ten çokluğa, çokluktan birliğe gitmeyi, birlik-te çokluğu çoklukta birliği görmeyi; parçadan bütüne bütünden parçaya geçmeyi; görünüş ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi çözümlemeyi ve an-lamlandırmayı da öğretmeye çalışır.

Bu düşünme biçimleri ve alıştırmaları insa-noğlunu pasif halden aktif hale geçirmek için-dir. Çünkü felsefe bireysel olarak yürünebile-cek bir yolda gerçekleşmektedir. Bu yolda bir rehber ya da yol arkadaşınız varsa, yol, daha da şendir.

Bu bakımdan filozofla seyyah benzeşirler: Bir seyyahın yeni yerler keşfetmek, yeni insan-lar tanımak ve yeni tecrübelere açık olmak gibi özellikleri filozof için de anlamlı ve değerlidir. Filozof Jaspers de bu durumu “felsefe yolda ol-maktır” cümlesiyle ifade eder. Dolayısıyla fel-sefe ile bakmak, insana yolda olmaklık bilinci verir. Böylece insan hiçbir yolu ve menzili hor görmez. Çünkü her yol, bir yeri bir yere bağla-maktadır ve yolcu bu yol sayesinde bir yerden gelip bir yere varmaktadır. Bu bilinç içerisinde felsefe, insanı yürüdüğü, kat ettiği yolla birlikte ele alır, tanımak ister.

İnsan ölümlü bir hayata doğmuştur. Önün-de alternatif pek çok yollar bulunmaktadır. Bu sınırlı insan ömrü içerisinde bütün yolları yürümek ve seyahat etmek imkânı bulunmadı-ğının bilinci içerisinde, hiç vakit kaybetmeden insanoğlunun kendi yolunu bulmak ve bir an evvel yola koyulmak gibi bir mecburiyeti bu-lunmaktadır.

Felsefe ile bakmak, bu yolu bulmakta bir nebze olsun önümüzü aydınlatabilirse maksat hâsıl olmuş demektir. ■

55ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Şehirden konuşmak, bir anlamda tarihten konuşmaktır. İki kelime eş anlamlı gibidir âdeta. Tarihten konuşan şehirden konuş-

mak zorundadır. Şehirden söz eden de tarihten bah-setmeye mecburdur.

Bu içiçelik burada kalmaz. Şehirden konuşan medeniyetten konuşur, kültürden konuşur. İnsan-dan konuşur, dünyadan konuşuyor, kâinattan ko-nuşur.

Bütün insanlık maceramızı bu tılsımlı kelime ile ifade edebiliriz.

İnsanoğlu şehirler kurdu ve dünyayı böylece şe-killendirdi… Şehir insan olarak varlığımızın, dün-yada var oluşumuzun remzi, sembolü.

“Şehir”le “medeniyet” kelimesi arasında bir ya-kınlık, bir müşabehet, bir içiçelik var.

Farsça şehir yerine Arapça medineyi koyarsak bu yakınlık için şahit, delil, ispat aramaya gerek kalmaz. Medeniyet “medine”de yani şehirde teşekkül eder.

Kent ne “şehir”in yerini tutar, ne “medine”nin. Sanıldığı gibi Türkçe de değildir. Sogdcadır; farsça üzerinden dilimize geçmiştir. Üstelik Azeri lehçesin-de hâlâ “köy” karşılığı olarak kullanılır.

Medeniyetler şehirlerde teşekkül etti. Medeni-yetler şehirlerle anıldı. Tarih boyunca medeniyet merkezi olan şehirlerden her birinin adı anıldığın-da, tarihin, insanlık maceramızın muhtelif safhaları hatırlanmış olur.

Bağdat, Şam, Kudüs… Atina, Roma, Kartaca…

Şehir, medeniyet ve kitapD. MEHMET DOĞAN

Kütüphanemi yeniden tanzim ederken, uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 ciltlik bir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “Türkiye Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlanmıştı. İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadar geliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ile Demokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti.

56ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Her bir kelime, her bir isim tarihin derinliklerin-den bugüne nice remizler taşır. Nice efsaneler, nice hakikatler anlatır. Her medeniyet merkezi şehir, geçmişten geleceğe akan bir nehirdir, yani değişen sürekliliktir.

Bu akış dünya var oldukça hiç bir şeyin durağan olamayacağını anlatır. İnsanoğlu bu akış içinde olup biteni anlamağa ve bu dünyada varoluşunu anlam-landırmağa çalışır. Bunun için onun en esaslı yar-dımcısı kitaplardır.

Kütüphanemi yeniden tanzim ederken, uzun süredir kitap yığınları altında kalmış 6 cilt-lik bir ansiklopedi ile karşılaşmıştım. “Türkiye Ansiklopedisi’nin ilk ciltleri 1956 yılında yayımlan-mıştı. İçindeki bilgiler ise en fazla 1955 yılına kadar geliyordu. Fotoğrafları tek parti devrinin sonu ile Demokrat Parti iktidarının ilk dönemine aitti.

Şehirlerimizin altmış yıl öncesine bakmak doğ-rusu hiç de iç açıcı değil! Bizler ilk mektep kitap-larında Cumhuriyet’in tek parti döneminin eşi menendi bulunmaz imar hamleleri ile anıldığını bi-liriz. Bu kitaplar, çok partili demokrasi döneminde okumaya başladığımız halde, hâlâ tek parti mantığı ile yazılıyorlardı. Bu mantık biraz keskinleştirilerek şöyle ifade edilebilir: Tek parti yönetimi Türkiye’yi yoktan var etmiştir! Dikkate değer ne varsa onundur! Durum şu anda çocuklarımıza okutulan kitaplar da pek farklı değil aslında.

Bizim mektep kitaplarımızda yer alan bilgiler resimlerle de desteklenmişti. Cumhuriyet idaresi memlekete neler yapmamıştı ki! Buğday siloları, okul binaları, köprüler, yollar ve Çubuk barajı... Evet, Ankara’ya içme suyu sağlamak üzere yapılmış olan “Çubuk Barajı”nın o kitaplarda mutena bir yeri vardı!

Kitaplarımızda resimleri bulunan ve övünülen silolardan daha büyüklerinin şimdilerde ve gerekti-ğinde küçük kasabalarda bile kolaylıkla yapılıverdi-ğini, okul binası yapımının artık övünülemeyecek nispette olağanlaştığını, o zamanın köprü ve yolları-nın şimdilerde şehirler arasından köyler arasına kay-dığını ve resimlerinin hiçbir kitapta yer almasının düşünülmediğini, Çubuk barajından daha kapasi-teli göletlerin (120.000 M3 hacme sahip) köy işleri teşkilatı tarafından bir çok yere kolaylıkla yapılıver-diğini bu kitaplar asla yazmayacaklardı.

Yarım asırlık ansiklopedide şehir yazıları fark-lı kâğıtlara basılmış bir kısmı renkli fotoğraflarla

desteklenmişti. Bu resimler 1910'ların resimleri ile kıyaslandığında, şehirlerin fiziki çehrelerinin ge-çen zaman içinde ciddi bir değişikliğe uğramadığı görülüyordu. Elbette yüzlerce yıl içinde oluşmuş şehir çehreleri kolay kolay değişmez. Fakat çağdaş-lık-modernlik-ilerleme vurgusu çok aşırı yapılan Türkiye'nin 1950'ye devreden çehresi ve yaşama şartları konusunda aynı şeyleri söylemek mümkün değildi.

Bırakın köyleri, kasabaları, anlı şanlı vilayet mer-kezlerinin çoğunda elektrik sadece geceleri vardı. İçme suyu alt yapısı ciddi bir gelişme kaydetmemiş-ti. Kanalizasyon vs. de aynı durumdaydı. Nüfusu yüz binin üzerinde olan (beşinci büyük şehir) Bursa şehir merkezindeki asfalt yol miktarı bugün küçük kasabalarındakinden çok daha azdır.

Son elli yıl içinde nüfusu yerinde sayan şehir yok. Bir kısmı çok büyümüş, bir kısmı ise az. Mesela Bursa, iki milyonu geçmiş. Çankırı ise elli binlerde... Türkiye şehirlerinin gerçek değişim hamlelerinin en erken 1950’lerde başladığını, 1960’larda ivme ka-zandığını, 80 sonrasında ve bilhassa 1990'dan sonra önceki yapılanların katlandığını söyleyebiliriz.

1950'ye devreden şehirlerde tek parti yönetimi-nin yaptıklarını bir kaç cümle ile özetlemek istiyo-ruz:

Tek parti yönetimi şehirlere mutlaka heykel yapmıştır. Halkevi yapmış veya başka bir binayı “halkevi”ne çevirmiştir. Bunların dışında yapılan şeyler şehirlere göre farklılık gösterir. Fakat bu ya-pım faaliyetleri şehirlerin çehresini görünür şekilde değiştirmemiştir. Aksine bazı yıkım faaliyetleri ile şehir çehreleri değiştirilmiştir. Yıkılanlar genellikle eski vakıf yapılarıdır. Önemli bir kısmı medrese ve camilerdir. Kayseri gibi, Mimar Sinan yapısı ha-mamların yıkıldığı şehirler de olmuştur. Yıkım ka-rarlarını ise ne yazık ki, o şehirlerin aynı zamanda belediye başkanı konumunda olan valiler vermiştir!

Bir seyahat dolayısıyla Erzurum valisini zi-yaretimiz sırasında Vali Bey, değil Erzurum’un, Türkiye’nin ve hatta dünyanın sayılı mimarî eserle-rinden Çifte Minareli Medrese’nin 1930’larda Şehir Meclisi tarafından, çökme tehlikesi olduğu gerek-çesiyle, yıkılmasının kararlaştırıldığı bilgisini verdi. Neyse ki bu tarihe geçecek faciadan dönülmüş! 2011’de Erzurum’da yapılacak üniversiteler arası kış oyunları için sembol aranırken, ilk akla gelen onun silueti olmuş!■

57ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Beyoğlu, kozmopolit yapısı, insan kadrosu ve mekânsal özellikleriyle Osmanlı’dan beri Avrupai yaşam şekillerinin

benimsediği modern bir semt olma özelliği gösterir. Bu yönüyle hem şiirlerde hem de diğer edebi türlerde, mekânsal ayrışmanın ve modern yaşam görüntülerinin merkezi olarak yer edinir. Zira geleneksel yapının ötelendiği bir “referans mekânı” olarak Pera, aynı zamanda Tanzimat’ın da modern belleğidir. İlhan Berk’in “fethedilmeyen İstanbul” şeklinde tanımladığı Pera’nın/Beyoğlu’nun kozmo-polit yapısı, Pera’ya yüklenen anlamları ve buraya ilişkin algıları da farklılaştırır. İlhan Berk, Pera ki-tabında ‘gezgin şair’ kimliğiyle Pera’nın geçmişini ve kendi deneyimlediği zamanını, mekân-insan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Tarık Özcan’a göre, İlhan Berk Pera’da İstanbul’un ve insanlarının mi-tolojisini kurmak ister. (Özcan 2009:135). Ahmet Oktay da Berk’in Pera’yı tarihsel değil mitik açıdan kavradığını ve anlattığını vurgulamaktadır. (Oktay 2002:213). İlhan Berk’in Pera’ya ilişkin bu tavrı, özellikle sokaklara ve insanlara ilişkin metaforik be-timlemelerinde açıkça görülmektedir.

İlhan Berk, Pera kitabında topografyasını çıkar-dığı Pera’yı hem fizyonomisi, hem kültürel kimliği hem de sosyal dokusuyla anlatırken geçmişi ken-di yaşadığı an’la buluşturur. Berk’in Pera’yı anla-tırken kendi zamanıyla geçmişi buluşturması da mekânlara yüklediği çoğul anlamlar ve “zamansal sürekliliği” deşifre etmesi sayesinde açığa çıkar. Pera’nın kültürel belleğini buraya iz bırakan/değen paşalar, büyük elçiler, şairler, ressamlar, sıradan kü-çük insanlar, esnaflar ve azınlıklar aracılığıyla deşifre eden İlhan Berk, ruh evrenine sirayet eden Pera’yı

Fethedilmeyen İstanbul: PeraBEYHAN KANTER

fragmanlar halinde görüntülediği gibi özellikle Le-vantenlerin konumlandıkları bu semti Tanzimat’ın ve Cumhuriyet’in birincil tanıklarından birisi ola-rak resmeder. Pera’yı bütün sokakları, bu sokaklarda yaşayan sıradan insanları ve mekânlara ilişkin yaşam pratikleri ile adeta görselliğiyle ön plana çıkan bir belgesel niteliğinde kitabına taşır. Bununla birlikte Pera, sadece gözlemlenen sıradan bir mekân ol-maktan çıkarılıp “varsıl ve yoksul” sokaklarıyla, ta-rih yükü ve şimdiki zamanının modern görüntü-leriyle ruhsal özellikleri de bünyesinde barındıran “fetiş bir mekân”a dönüştürülür. Bu bağlamda “Pera günün birinde yıkılırsa benim kitabıma göre yeniden kurulabilsin” (Berk 2005:116) diyen İlhan Berk, metaforik anlamlar yüklediği Pera’yı geniş bir zaman dilimindeki görüntüleriyle en ince ay-rıntılarına kadar kitabında adeta resmeder. Zira “Pera’nın farklı kültürel yapıları barındıran sosyo-lojik potansiyeli, kenarda/azınlıkta kalanlar, yoksul-lar, ezilenler, yersiz yurtsuzlar ve tüketim kültürünü benimseyenler, İlhan Berk’in Pera kitabında bütün teferruatıyla yansıtılmaktadır” (Kanter 2013:103). Bununla birlikte Pera kitabında iş ilanlarından ta-belalara, duvar yazılarından, gazete kupürlerinden otellerin mönü listelerine kadar pek çok ayrıntı yer alır.

Pera kitabına/yolculuğuna bir taşbaskısının uyandırdığı izlenimleri deşifre ederek başlayan Berk, “alt alta üst üste çizgiler, oyuklar, çıkmalar, taşmalar” (Pera s.9) arasından Pera’nın topograf-yasını çıkarır, geometrinin/çizgilerin dilini çöz-meye uğraşır ve metaforik anlamlar yüklediği mekânların şifrelerini çözerek yolunu bulmaya ça-lışır. Bu yolculukta, “son yüzyılın kalıntıları olan

58ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

kent nesneleri de, unutulmuş geçmişe uzanmak için hiyeroglif ipuçları” (Morss 2010:57) sunarlar. Pera’nın “başına buyruk bütün küçük arka sokakla-rı” sosyal dokularıyla birlikte görüntülenirken bir girdaba dönüşen sokakların yazgıları da insanların sokaklarla kurdukları aidiyet çerçevesinde betimle-nir. Bir harita-resmin şifresini kitabının merkezine alan İlhan Berk, konakları, otelleri, kahveleri, mey-haneleri, pasajları da sokakların ruhunu/belleğini yansıtan ‘referans mekânlar’ olarak betimlerken bu mekânlardaki toplumsallığa ve insan manzaralarına sadece gözlemlerine yönelik vurgularla değil aynı zamanda tarihselliğe ilişkin ayrıntılar aracılığıyla da işaret eder. Nitekim Lambo’nun meyhanesini anlattığı satırlarda, buranın müdavimlerinden olan Sait Faik’i, Cahit Sıtkı’yı, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Abidin Dino’yu, Orhan Veli’yi, Melih Cevdet’i ve Oktay Rıfat’ı hatırlatarak mekâna tarihsel bir anlam yüklerken kendi deyimiyle “mühürlenmiş zamanla-rın” kapılarını aralar.

Pera’nın fizyonomisini özellikle Taksim üzerin-den deşifre eden İlhan Berk, bir atardamar, bir ileri karakol olarak nitelendirdiği Taksim’in Cumhuri-yet atlaslarındaki görüntüsünü kültürel bellek ve ta-rihle bütünleştirirken adeta geçmişin izleri arasında düşsel bir yolculuğa çıkar, Pera’nın geçmişine ve “ta-rih yükü”ne dokunur. Taksim’i Cumhuriyet’le bir-likte görüntüleyen Berk, Cumhuriyet büyüklerini de Taksim’le kurdukları aidiyet üzerinden hatırlatır.

“Bir iffet düşkünü imparatoriçe” olarak ta-nımladığı Pera’nın lokantalarını da özellikle Tokatlıyan’ı Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’le; Park Pastanesi’ni, burada “bütün bir geçmiş zamanı yaşayan” Abdülhak Şinasi Hisar’ın deneyimledik-leriyle/anılarıyla, Nisuaz’ı Çallı İbrahim, Abidin Dino, Fikret Adil’le bütünleştirir. Yahya Kemal’i “eprimiş, soluk” bir fotoğrafta gördüğü Park Otel’le aynileştiren Berk, mekânın Yahya Kemal’e ve Falih Rıfkı’ya ilişkin belleğini de böylelikle deşifre eder. Berk, sadece ünlü müşterileriyle değil aynı zaman-da ruhuyla da resmetmeye çalıştığı Park Otel’in ye-mek listesini de fiyat listesiyle birlikte duyurarak bu oteli, bir bütün olarak kitabına aldığı gibi otel ve ev arasındaki farklılıkları da otelin sunduğu yaşam biçimleri aracılığıyla hatırlatır.

Taksim’i sokaklarına sinen yaşanmışlıklarla görüntüleyen Berk, “Taksim’in yeni yetme halkını”

saydığı gibi kadim ailelerini isimleriyle birlikte sı-ralar. Özellikle “yedek parça cumhuriyetinin tabe-lalar caddesi” olarak vurguladığı Abdülhak Hamit Caddesi’nin ilk sakinlerini, “Bizans huysuzları, fay-tonlar, Yahudiler, Servet-i Fünun, şairler”; bugünkü sakinlerini ise trafik, tamirciler, kornalar, kamyon-lar, yedek parçacılar, bay gürültü ve Cumhuriyet aracılığıyla tasnif eder. Bu tasnif, Taksim halkını bütünüyle ve mekâna iz bırakan yaşanmışlıklar ara-cılığıyla resmetme arzusunun bir yansımasıdır. Bu bağlamda Berk’in Taksim’e yüklediği değer, sadece fiziksel görüntüyle ilintili değildir. Taksim’in kültü-rel belleği, toplumsal yaşam görüntülerinden veri-len örneklerle okura duyurulur.

Pera sokaklarını, tabelalar, levhalar, ilanlar ve insan manzaralarıyla bütünleyen Berk, bir gözlem kulesine benzettiği Eftalikus Kahvesi’ni de tarih ve anılar merkezi olarak vurgular. Nitekim Berk’e göre, Abidin Dino, Sait Faik, Asaf Halet Çelebi bu-raya bunun için gelir. İlhan Berk’e göre Eftalikus Kahvesi, en çok da yalnızlığın tadını burada çıkaran Sait Faik’in yurdudur. Zira Pera’nın “tarihte, insan-da eşyada bir suretini çıkarmak” (Berk 1994:125) isteyen Berk, özellikle bir devre damgasını vuran edebiyatçıları da mekânla kurdukları ilişkiler ve mekâna sinen anıları çerçevesinde hatırlatır.

İlhan Berk, en ince ayrıntısına, en küçük so-kağından en kenarda kalmış oteline kadar kitabına sığdırmaya çalıştığı, uzak ve yakın geçmişine odak-landığı Pera’nın sokaklarına insani vasıflar yükle-yerek sokakların ruhunu sadece “geometri dili”yle değil aynı zamanda burada yaşayanların mekâna etkisi aracılığıyla da dillendirir. Nitekim şair, düş-sel yolculuğunda sokakların sesini dinler, geçmiş-lerini çözmeye çalışır. Berk, Tarlabaşı sokaklarını da Pera’nın pek çok sokağı gibi tarihle yıkanmış olarak betimlediği gibi şifrelerini çözmeye çalıştığı sokakları kişileştirir. Sakızağacı Sokağı’nı “peçeli bir güzele” benzeten Berk, Sakızağacı Sokağı’nın insan-lara kucak açtığına vurgu yapar. Pera’nın sokakları-nı dinsel kodlara göre de sınıflandıran İlhan Berk, yoksul Keldanilerin sokağı olarak nitelendirdiği Sakızağacı’nı ayrıntılarıyla anlattığı Keldani ayiniy-le bütünler, Süryani Kadim Meryemana Kilisesi’ni de aynı göndergeler aracılığıyla betimler. Bu betim-leyiş sırasında sokakların dinlerle kurduğu aidiyet, sadece mabetler üzerinden değil aynı zamanda bu-rada yaşayan insanların dinlerine ilişkin yaşamsal

59ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

pratikleri aracılığıyla da yansıtılır. Bununla birlik-te İlhan Berk, Pera’nın ruhunu, dilini ve belleğini kitabında resmederken özellikle Bizans kokusunu, ‘Levanten ruhunu’ ve azınlıkların yaşamsal izlerini duyumsar. Nitekim özellikle kiliseleri betimleyen Berk, Hıristiyan Bizans dokusu sinen sokakları da silik birer anı şeklinde hatırlanan sakinleriyle birlik-te kitabına alır.

Pera’nın sokaklarını, caddelerini yaşayanlarıyla birlikte resmeden İlhan Berk, sokaklar ve insanlar arasındaki irtibatı da yaşanmışlıklar çerçevesinde dile getirirken şair refleksiyle bütünleştirdiği sine-matografik üsluptan ve gözlem gücünden istifade eder. Nitekim Berk’in “büyük, küçük Ziba sokak-larından boşanan sarhoşlar, serseriler, çulsuzlar, yer-denbitmeler, çapulcular, uçkursuzlar, bücürler, şizof-renler, bobstiller, haytalar bu sokaklara uyku dirlik tanımazlar” (Pera s.50) şeklindeki betimlemesi, sokaklardaki yaşam pratiklerini ve Pera’nın insan tipolojilerini ve kültürel kodlarını kitabına alma ar-zusunun bir göstergesidir.

Kitabında uzun uzadıya anlattığı Tarlabaşı so-kaklarını bir labirente benzeten İlhan Berk’e göre, Tarlabaşı sokaklarının sakinlerinin gözüne uyku girmez. Zira Pera’yı bir kâşif edasıyla adımlayan Berk’e göre, sokaklar insanlarını, insanlar da sokak-larını düşünmeden edemez. Bu, sokak ve insan ara-sındaki değişmez yazgıdır. Sokaklara insani vasıflar yükleyen Berk, Tarlabaşı’ndaki “kurt, it, kopuk yata-ğı” olarak nitelendirdiği Kalyoncukulluğu Sokağı’nı bencillikle itham ederken Tarlabaşı’nı sadece yitilen bir yer olarak tanımlar. Pera’nın temsil ettiği ha-yatları, sokaklara kazandırılan kimliklerle birlikte duyuran İlhan Berk, bu sokakların öykülerini ir-deler, yaşam manzaralarını görüntüler, “çizgi dışı topografyası”na odaklanır ve geçmişlerine karışır.

Modern yaşamın simge mekânlarından olan pasajlar da İlhan Berk’in Pera atlasından nasiplerini alırlar. Nitekim Berk, renkleri, kokuları, sesleriyle vurguladığı pasajları da metaforik bir düzlemde betimlerken kitabının bir bölümünde “Pasajlar ya da Gizemli Dünyalar Onun Üzerinedir” başlığıyla “Levanten ruhun kapalı kutuları” (Pera s.90) olarak tanımladığı pasajların geçmiş atmosferine ve bu-rada yaşamış olan Levantenlerin anılarına odakla-nır. Özellikle Hristaki (Çiçek) Pasajı, Berk’in düş evreninde sadece fiziksel görünüşüyle değil aynı zamanda azınlık ruhuyla da betimlenir. Hristaki

Pasajı’nın belleğini ve bu pasajın geçmişte kalan sakinlerinin söylemlerini, şiirsel form içinde erite-rek dile getiren Berk, adeta pasajın ve anılar bel-leğinde yer edinen pasaj sakinlerinin sözcülüğünü üstlenir. Bununla birlikte Berk’e göre, Levanten ruhun türlü kılıklara girip dolaştığı Aynalı Pasaj da bugünkü dünyadan kendini yalıtarak pasajların yapısına uygun olarak kapalı kutu olma özelliğini sürdürmüştür. “Bizans ruhunun son durağı olan” (Pera s.92) Krepen Pasajı’nı, “anıların dev belle-ği” (Pera s.93) olan Rumeli Pasajı’nı, “üç kollu üç ağızlı bir labirente” benzeyen Alyon Pasajı’nı Berk, Pera’nın ruhunu oluşturan mekânlar olarak resme-der. Bununla birlikte Berk, Hacopulo Pasajı’nın azınlıklardan oluşan sakinlerini de şiirsel bir form-da kitabına alırken pasajların Levanten dünyasına odaklanır.

İlhan Berk, Pera kitabında, Pera’nın fizyonomi-sini, sosyal dokusunu, belleğini geçmiş ve bugün arasında kurduğu bağ aracılığıyla dile getirirken mekân insan arasındaki ilişkiye de yaşanmışlıklar ve toplumun mekânın yazgısına sirayet eden etkileri bağlamında odaklanır. Pera’yı sokaklarından, insan-larına, evlerinden otellerine, kahvelerinden lokan-talarına, meyhanelerinden pasajlarına, kiliselerin-den havralarına kadar bütün teferruatıyla kitabına sığdıran Berk, düşsel bir yolculuğu fragmanlar ha-linde okura duyumsatır. Pera’nın yazgısını, buraya iz bırakanları hatırlatarak yansıtan Berk, geçmişin mekânlarını kitabı aracılığıyla adeta yeniden inşa eder ve geçmişin bugünle birlikteliğini “anılar belle-ği” aracılığıyla kurar. Bu inşa ediş arzusuyla geçmişe uzanma, geçmişin mekânları ve “anılar belleği” ara-cılığıyla kurgulanan zamansal bir birlikteliğe işaret eder.■

KaynaklarBerk, İlhan (1990) Pera, Adam Yayınları, İstanbulBerk, İlhan (1994) İnferno, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.Kanter, Beyhan (2013) Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırla-

ra İkinci Yeni Şairlerinin Mekan Algısı, Okurakademi Yayınları, İstanbul.

Morss Susan Buck (2010) Görmenin Diyalektiği, (Çev. Ferit Burak Aydar) Metis Yayınları, İstanbul.

Oktay, Ahmet (2002) Metropol ve İmgelem, İş Bankası Kül-tür Yayınları, İstanbul.

Özcan, Tarık (2009) Aykırı ve Şair İlhan Berk, Popüler Yayınları, İstanbul.

60ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Samir de bir araba sevdalısı... Eh, sadece Samir mi? Nerde çalışırlarsa çalışsınlar, ne iş yaparlarsa yapsınlar hiç önemli değil; nerdeyse bütün gençler, bu demir parçasına fanatizmle bağlı. Birbirine kaynakla iliştirilen bir yığın demir ve o demirler içine yer-

leştirilen elektronik sistemlerden ibaret olan bu metal yığınının etiketindeki sıfırları görünce insanın başı dönüyor. Buna rağmen Samir ile arkadaşlarına, bir araya geldiklerinde, arabadan başka bir mevzu konuşmadıkları için kızıyorum. Bilgisayar başında oturup ciddi ciddi ilmi araştırmalarla meşgul olduğumda, yan odadaki ateşli tartışmalar arasından sızarak, duvarları geçip kulağıma ulaşan “Opel”, “Nissan”, “dört çarpı dört”, “beygir gücü”, “silindir hacmi” ve buna benzer sözleri işitmekten, iyiden iyiye yoruluyorum…

Bir gün dayanamayıp, Samir ve arkadaşlarının ateşli konuşmalarına müdahale ettim: – Bu anlamsız sohbetlerden sıkılmadınız mı? Bu araba meselesini daha ne kadar tartışacak-

sınız?– Ne yapalım? Araba almaya gücümüz yetmiyor, biz de arabalardan bahsediyoruz, yasak mı?– Arabanın yedek parçalarına kadar saymak yerine, araba almaya çalışmak daha iyi olmaz

mı?– Eh! Senin romantizmin de bizi öldürecek! Sen bu ülkede alın teriyle helâl kazanç sağlayan

ve para biriktirip de araba alan bir adam gördün mü? – Hımmm...– Ne hımmm? Elbette görmedin. Hiç kimse de görmemiştir. Ne yapalım yani, bu isteğimize

kavuşmak için, biz de rüşvetçi mi olalım? Baş mı keselim? İnsanları mı aldatalım? – Tamam Samir... Yine başlama. Çalışmak istemiyorsunuz, suçu bütün ülkenin sırtına yük-

lüyorsunuz. En iyisi sen, bu “derin” mevzunuz hakkında bana da biraz bilgi ver... ...Samir arkadaşlarıyla birleşip araba motorlarının silindir hacminden, beygir gücün-

den, turbo hızlandırıcı özelliklerinden, hidrolik multi direksiyonlarından daha ne bileyim, be-nim kavramakta zorlandığım pek çok şeyden bahsetti ve o kadar çok konuştu ki, doğrusu bu “araba hastalığı” bana da sirayet etti. Acaba, insanlara da, bu noktainazardan yaklaşmak; yani insanları da içten yanmalı motorlar gibi hacmine, gücüne göre kategorilere ayırmak mümkün müdür, diye düşündüm.

Bu sorular zihnimi meşgul etmeye başlayınca, çalıştığım kurumdaki insanları düşünmeye ve onları bu bakımdan tasnif ederek, gruplamaya başladım. Mesela, muhasebe bölümünde çalışan

Turbo Tima

PERVİN (AZERBAYCAN)çev. İmdat AVŞAR

61ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Ceylan... O, herhangi bir işi çok geç kavradığın-dan, dizel motorları anımsatıyor. Kapıcı Elhan dayı da her zaman istiap haddi beş ton olan kam-yon motoru gibi büyük bir gürültüyle çalışıyor. Hele Dilara? Ne kadar acele ettirirlerse ettirsinler umurunda değil, onun motoru da hatchback gibi sessiz çalışıyor. Ve nihayet O… Bizim kurumda, turbo jet sistemli yarış arabalarının motoruna sa-hip yegâne adam... Yeni Teymur. Onun adının Teymur olduğunu çok sonradan öğrendim. Çün-kü herkes ona Tima diyordu. Bu konudaki dü-şüncelerimi arkadaşlarla paylaşınca, kızların biri: Bundan sonra ona “Turbo Tima” diyelim diye çok güzel bir öneride bulundu... Gerçekten de, bu lakap tam da onun boyuna biçilmiş kaftandı. Çünkü onu bir yerde, sakince dururken görmek müşkül meseleydi. Birkaç saniye önce ikinci kat-taki plan ve maliye şubesinin önünde ateşli ateşli konuşan Tima’yı, iki dakika sonra yedinci kattaki istatistik şubesinde çalışan kızlarla çay içerken gö-renler, bu duruma hiç şaşırmıyorlardı. Yahut da büfede ucu bucağı görünmeyen kakao kuyruğun-da sıra bekleyen Tima’yı, üç dakika sonra muha-sebe bölümünün kaprisli hanımlarına naneli sor-muk şekeri ikram ederken görmek mümkündü. Bizim kurumda çalışanlar için, Turbo Tima’nın bu hızda hareket etmesinde şaşılacak bir şey yok-tu. Aksine, birisi onu sakince yerinde oturuyor görseydi, belki hastalanmış yahut motoru arıza vermiş, diye endişelenirdi. Bizim kurumun bah-çesindeki bankomatın yanına konmuş olan bank ise, Turbo Tima için hem bir “durak” hem de yakıt ikmali yaptığı bir istasyondu. Her ayın on beşinde, yani çalışanların maaşlarını aldığı gün ise, onun “turbo motoru” biraz daha hızlı ve hatta rölantisi yüksek olarak çalışırdı...

– Tamilla Hanım, maaşlar bankaya yatmış ha! Seriye Hala, sen yorulma, kartını ver, maaşını çe-kip getireyim...

– Allah sana dert vermesin, ay Teymur. Ayak-larımın ağrısından inip çıkamıyorum. Bu lanet olası asansöre binince de kalbim sıkışıyor...

– Ay kız, bu nedir böyle? İki yevmiyeni yaz-mamışlar mı? Git yevmiye defterini tutan kızın saçlarından asıl, bir bak, niye doğru yazmamış...

– Doğru söylüyorsun. O benim arkamdan, çoktandır entrika çeviriyor. Allah canını almasın,

yazıktır! – Bereketli olsun, Dürdane Hanııım! Biliyo-

ruuuum! Kulağıma çalındı, kızına çeyiz parası biriktiriyorsun... Allah mutlu, bahtiyar eylesin.

– Sağ ol, oğlum. O günler gelsin, seni de ev-lendirelim, inşallah. Bu kadar güzel, gökçek kız var burada, birini seçip de hoş baht etmiyorsun, ben sana ne diyeyim şimdi...

– Eeeehhh! Bana kim gelir...– Kızlar, öğle yemeğine gitmiyor musunuz?

Vaktiniz varsa, Zernure Hanımın maaşına bir ba-kın. Doğru hesaplanmış mı?

– Timurcuk, bu kadınların maaşındaki eksik kuruşları hesaplamaktan sen de yoruldun. So-nunda seni başmuhasip yapacaklar, belki o za-man sakinleşirsin...

– Bekle! Yeşil ışık yansın, öyle geç. Ne ka-dar sabırsızsın! Niye acele ediyorsun, bankomatı tepiklemeyeceksin ki... Şimdi kartını tak. Bekle, paralar hazırlanıyor. Evet. Şimdi paranı al. Allah bereket versin...

– Çok sağ olun. Buyurun bu da sizin! – Yoook! Vallahi, almam. 107 manat dediğin

ne ki, o paradan bana da birkaç kuruş veresin! Ben size bunun için yardım etmedim ki. Sen daha yenisin burada, beni tanımıyorsun...

– Aman Allah! Yoruldum. Ayaklarım beni ta-şımayı reddediyor... Araba olsam, kesin motorum hararet yapardı ama ben, canımı dişime takıp da-yanıyorum... Ha ha ha!

***Turbo Tima’yı her gördüğümde, “İnsan ve

Cemiyet” adlı kitabı hatırlıyordum. Daha doğ-rusu o kitaptan aklımda kalan tek cümleyi: “İn-sanı emek şekillendirir.” Çünkü ona dikkatle baktığımda, onun zahiri görünüşünün de sırf bu gerilimli faaliyeti neticesinde şekillendiğini sanıyorum. Parmakları uzamış, incelmiş, merdi-venleri inip çıkmaktan bacak kasları şişmiş. Elin-den çok para gelip geçtiği için avucunun derisi aşınmış. Paralara çok bakmaktansa gözleri fırıl fırıl dönüyor. Birçokları, Turbo Tima’nın sağa sola koşuştururken de bankomattan çalışanların maaşlarını çekerken de kendi kendine konuştu-ğunu söylüyorlardı. Bir gün, tesadüfen asansöre birlikte bindik. Bankomata para yüklemek için gelen zırhlı araba, bizim kurumun bahçesine gel-

62ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

diği için Turbo Tima çok heyecanlı görünüyordu. Galiba benim de asansörde olduğumun farkında değildi. Külüstür asansör yavaş yavaş dokuzuncu kata çıkana kadar Turbo Tima’nın diliyle dişi ara-sındaki konuşmalarını dinlemek zorunda kaldım:

– Mesai bitimine az kaldı... Vagıf Beye de söz... Acaba yerinde mi? Eeehh... Çok geciktim... Parayı da getirip bankomata yüklemediler ki... Ufff... Sıkıldım... Geç kalıyorum... Aşağıda çok oyalandım...

Dokuzuncu katta, asansörden indiğimde, san-ki kulaklıkları kulağımdan çıkardılar, rahatladım.

***Geçen hafta garip bir hâdise meydana geldi.

Bütün gün gergin ve ara vermeden çalıştığım için çok yorulmuştum. Akşam işten çıktığımda, he-sabımdaki bakiyeyi yoklamak ve bir miktar para çekmek istedim ama birdenbire olduğum yer-de donup kaldım. Hiçbir şey anlayamıyordum. Çünkü ne zaman kartımı bankomata soksam, parmaklarım nerdeyse beynimden evvel düşü-nüp dört rakamlı şifreyi giriyordu. Ya şimdi? Ne olmuştu? Evet, şaşılacak bir şey yoktu. Garip de olsa, şifremi unutmuştum.

Kafamdaki düşünceleri eleyip bu kargaşanın içinden bana gerekli olan dört rakamı ayırmaya çalışsam da, olmuyordu. Zihnimi var gücümle yoklasam da, hafızamın derinliklerinden, o dört rakamlı şifreyi bulup çıkaramıyordum…

Birden, elimi nezaketle kenara çeken biri şifremi yazıp kenara çekildi. Hayretten donup kalmış bakışlarım arasında, şifre kabul olundu. Bana lazım olan parayı çekip yanımda duran Turbo Tima’ya doğru döndüğümde hayretim bir kat daha arttı. Turbo Tima, âdeta jet motorunu çalıştırmış, bahçenin hayli uzağındaki yaşlı bir kadının koluna girmiş, onu bankomata doğru getiriyordu.

Bir kenara çekilip hiç acele etmeden banko-mata doğru gelen Turbo Tima ve yaşlı kadını seyrettim. Hafızamın derinliklerinden, onunla il-gili görüntüler bir bir gözlerimin önünden geçti: Bankomat etrafındaki kalabalık, herkese yardım eden jet motorlu Turbo Tima, insanların ona gü-veni, sevgisi… O anda, Turbo Tima’nın, sadece benim değil, bu bankomattan para çeken herke-sin şifresini ezbere bildiğini düşündüm... Neden olmasın ki? Herkes, ona güveniyor, banka kartını

da, şifresini de veriyordu.O gece Turbo Tima’yı rüyamda gördüm: Ağır

bankomatı sırtlamış, yukarı çıkarıyordu. Sırtında bankomat ile tüm bölümleri geziyor, kartları bir bir alıp bankomata takıyor ve çalışanların maaş-larını, oturdukları odada ellerine sayıyordu. Eski Türk filmlerinde, sırtlarında güğümlerle su satan adamlara benziyordu. Hatta bankomat asansöre sığmadığından, yukarı katlara da sırtında çıkarı-yor, hiç yorulmuyor, usanmıyor, bıkmıyordu... Birden, birisi onun cılız bedenine yüklediği bu ağır yükü almak istiyor, Turbo Tima ise ona ba-ğırıyordu ki, ben uyandım. Rüya ile gerçeklik arasında kalmıştım. Yatağımın içinde, yastığımı kucaklayıp bir hayli düşündüm. Ama bu uykulu düşüncelerimin çoğunu unuttum. Bu rüyayı ise sabahleyin hayra yorarım diye, yeniden daldım…

Ertesi gün, muhasebe bölümündeki kızlarla çay içerken onlardan biri acı haberi verdi:

– Bizim kurum ile maaşlarımızı aldığımız banka arasında, bir anlaşmazlık olmuş. Sözleşme iptal edilmiş, maaşlarımız için yeni bir banka ile anlaşılıncaya kadar, maaşlarımız kurum veznesin-den, nakit olarak ödenecekmiş...

Ertesi gün akşamüzeri, bizim kurumun bah-çesindeki bankomatı söküp götürdüler.

Eve döndüğümde, düşüncelerim karmaka-rışıktı. Turbo Tima’yı düşünüyordum. Sabah işe geldiğinde bankomatı yerinde görmeyince, acaba ne yapacaktı? Şüphesiz deliye dönecek, sinirlenecek, hemen muhasebe bölümüne çıkacak ve bundan sonra maaşları, veznedar Koca Latife Hanımın ödeyeceğini öğrenecekti… Rüyamdaki sahneler, yani onun bankomatı sırtına atıp çingene kadınların çocuğunu taşıdığı gibi taşıması; ama çingene kadınlardan farklı olarak, onun çalışanlara para dağıtma sahnesi gözlerimin önüne geliyordu... Lanet sana, kör şeytan! Tur-bo Tima bundan sonra ne yapacaktı? Bankomat bizim bahçeden kaldırıldığına göre o, doksan ki-loluk Latife Hanımı sırtına alarak bölümleri tek tek gezdirip çalışanların maaşlarını mı dağıtacak-tı? Ne olursa olsun, bu yeni senaryoya göre, onun işi evvelkinden daha rahat olacaktı. Çünkü Lati-fe Hanım ne kadar kilolu olsa da bankomattan daha hafifti… Tam bu sırada, beni deli bir gülme tuttu. Ama sabahleyin, en sevdiği varlığı kaybet-miş Turbo Tima’yı görünce kederleneceğimi çok

63ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

iyi biliyordum... Sabahleyin işe geldiğimde, bankomatın boş

kalan yerinde, iki tane gül gördüm. Bu gülleri ya Turbo Tima kendisi koymuştu ya da bizim kuru-mun veledizinaları, ona sataşmak için böyle bir şey yapmışlardı. O anda, Turbo Tima’yı bulup ona baş sağlığı dilemek ve zavallıyı teskin etmek istedim. Fakat ne kadar arasam da, bulamadım. İlginç olan şuydu ki, çalışanların hepsi onu ta-nısa da hiç kimse onun hangi bölümde çalıştığı-nı bilmiyordu. İki gün sonra kapıcı Elhan dayı, akşam işten çıktığında, Turbo Tima’yı postane-nin önündeki bankomatın çevresinde dolaşırken gördüğünü ve polisin onu kaba bir dille oradan kovduğunu söyledi...

***Bir gün, bazı belgeleri bakanlığa göndermek

için haberleşme ve iletişim şubesine gittim. Boş bilgisayarlardan birinin başına geçip iletişim ad-resimi açtığımda, arka tarafımdan, sanki tanıdık bir ses eşittim: “Ufff... Sıkıldım... Çok sıcak... Geriye dönüp baktığımda gözlerime inanama-dım. Evet, Turbo Tima’ydı... Odanın yukarı ta-rafında, sırtı bana dönük şekilde, bir bilgisayarın

başında idi. Dalgın olduğumdan, odaya ilk girdi-ğimde onu fark etmemiştim. Gayriihtiyari ayağa kalkıp ayaklarımın ucuna basarak sessizce ona yaklaştım. Bilgisayarda bir siteye girmiş, etkile-şimli bir strateji oyunu oynuyordu. Ekrana dik-katle bakınca, hangi oyunu oynadığını anladım. “Otel” denen bu oyunu Samir ve arkadaşları da oynuyorlardı. Turbo Tima o an, bilgisayar orta-mında, büyük bir otelin yöneticisiydi... Gözle-rim onun bileklerine ilişti. Bilekleri kalınlaşmış, kolları adale bağlamıştı. Hiç kimseye aldırmadan kendi kendine konuşuyordu yine:

“Hemen yukarı kata çıkmam lazım, 408 nu-maralı odanın suyu akmıyor... Gidip bir baka-yım... Usta çağırmak gerekecek galiba... Vayyy... Şimdi turistler de gelecek... Boş yere oyalandım... Geç kalıyorum... Öfff! Bu sıcaklar da bir yan-dan... Eurovision Şarkı Yarışmasına kadar bu oteli yedi yıldızlı bir otele çevirmeliyim... Evet... Otele gelen turistler de memnun kalmalılar... Otel girişini yeniden düzenletmeliyim... Bankaya da telefon edeyim ki, otelin girişine acilen ulusla-rarası işlem yapılabilen bir bankomat koysunlar... Evet, bankomat...■

Baksı'da bir anıt eser var şimdiVe bir insan özü hasbilik kokanGörünse de eser taştan kurşuniSanatkâr ruh katmış ona ruhundan Heyula şehirden bıkan insanlarHuzuru bazan da dağlarda ararTefekkürle sırra kapı aralarCana can katandır her zaman vatan Sürmeli, bu eller kadim yerleşikSahip çıkılmayan yurt delik deşikAdı müze ama sevgiye eşikÇok asır anılır eser bırakan

BAKSI'DA MÜZE

UYGUN AHMET EKER

64ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Nasıl mı diyorsun? Yüreğini dağlara vura vura Belki her gün ölüyorsun Ve bilinmez hayallerin kuytusunda Bir tutam umut beklerken Fark edersin tükendiğini bu yolda Her şeye rağmen yüreğimin sesiysen Uzat ellerini sana muhtacım Nasılları, niçinleri düşünmeden Yitirilmiş yıllara aldırmadan Gözlerimde sevgi, dudaklarımda sevgi, ellerimde sevgi Süpürür mü yılların isini? Yener mi sevgi her şeyi? Senin dudaklarından sızar ancak Masum neşe kelebeklerim, Dün olmadı, bugün olmaz Desen ki yarın da olmayacak Açar kollarımı seni sonsuzda beklerim.

LEYLA ve NEKRE

İKİ AYRI

65ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Tebriz’le ilk buluşmamız geceye rast-lar. Tebriz’e gündüz girmeyi çok isterdim oysa. Her şeyde bir hayır

mı aramalıyız! Öyle olsun. Bir dostun tavsiyesi üzerine şehrin merkezindeki “Sina Hotel”e zor zahmet atıyoruz kendimizi. Bu sıcak temmuz akşamında sıcak bir karşılama! Sabah ola hay-rola.

İran’ın dördüncü büyük kenti Tebriz. Ve Doğu Azerbaycan eyaletinin de başkenti. Bu başkentliğin pratik karşılığını Tebriz’de bulun-duğum süre içinde pek anlayamadım ya neyse. Kuzeyde Eynalı Dağı ile güneyindeki volkanik Sehent Dağı arasında, Kömür veya Mehran Çayı ile Acı Çay’ın birleştiği dağlar arasındaki Tebriz ovasında kurulmuş Tebriz şehri. Nüfusu 1 milyon 600 bin civarında. Hazar’a yaklaşık 70 km. uzaklıkta ama aradaki dağlar Tebriz’de karasal iklimi hâkim kılmış hep. Tıpkı Bakü gibi, Erzurum gibi rüzgârlı bir şehir Tebriz. Deprem kuşağı üzerinde kurulmuş, tıpkı Erzu-rum gibi. Havasıydı, suyuydu, hatta insanıydı derken çevresindeki çok sayıda kaplıca ile biraz daha benziyor Erzurum’a. Aslında insanlar şe-

Mevlânâ'nın aşkı Şems'in yurdu: TebrizRIDVAN CANIM

Derk edebilmirem feleğin işinSu kesmiş yolunu sönmez ateşinİkiye bölünmüş bir ürek düşün

Gözleri yollarda galmışam TebrizYene bulut kimi dolmuşam Tebriz

Afig Agdamî

hirlerinde ılıca, kaplıca, her neyse, olduğuna niye sevinirler bilmem ki! Bir yerde bunlar varsa orada fay kırıkları var demek değil midir bu. Fay hatları da depremin izlediği yol değil midir? Demek ki o kadar da ince düşünmeye gerek yokmuş! Teb-riz ismi ile ilgili bir sürü söylenti var. Hangisinin doğru olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini Tebrizliler bile pek bilmiyor. Farsça bir kelime olan ve “ateş” anlamına gelen “teb” kelimesi ile yine “akmak, akıtmak, dökmek” anlamlarına ge-len “riz” sözcüklerinin yan yana gelişi ile Tebriz adı oluşmuş. Hâlâ ne alâkası var diyorsanız, bu biraz önce anlattığım “kaplıca” hikâyesini de iyi dinlemediğiniz anlamına gelebilir!

Aher, Bostanabad, Benab, Serab, Şebuster, Keliber, Meraga, Merend, Miyane, Heris ve Heştrud, bölgenin en önemli şehirleri arasında sayılabilir. Eyaletin merkezi olan Tebriz, asırlardır Orta Asya’dan gelip Ön Asya’ya, güneyden gelip kuzeye giden yolların kavşağında kurulmuş bir tarih, ticaret ve kültür şehri.

Birkaç yıl önce gittiğim Azerbaycan’ın baş-kenti Bakü ile ilgili izlenimlerimi yazarken; “Ey Bakü, ikiz kardeşin Tebriz’le buluşmamız ne za-

66ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

man olur bilemiyorum.” diyerek bitirmiştim söz-lerimi. Şimdi burada önce onu hatırladım. De-mek ki nasip bugüne imiş. Tebriz için bazıları; ‘Batı Azerbaycan’ın, bazıları “Şarkî” yani ‘Doğu Azerbaycan’ın başkenti diyor. Enteresandır ben de “Güney Azerbaycan” olarak biliyordum bugü-ne kadar! Henüz anlayabilmiş de değilim doğru-su. Ama gerçek olan bir şey var ki Tebriz katıksız bir Türk şehri. Azerî Türkçesinin en hasını konu-şuyor Tebrizliler.

Tebriz’in Tahran’a uzaklığı yaklaşık 620, Türkiye’ye uzaklığı ise 320 km. Arkeolojik ka-zılar, bu şehrin 5000 yıllık bir geçmişinin bu-lunduğunu söylüyor. Tebriz’in Müslümanlar tarafından fethi ise hicri 642 yılında gerçekleş-miş. Neredeyse bütün doğu dünyasının mamur şehirlerini yerle bir eden Moğol işgalinin yıkma-dığı birkaç şehirden biri olarak da bilinir Tebriz. Tebriz’i kimler korudu, bir zamanların önüne ge-çilemez bu belâsından Tebriz canını nasıl kurtar-dı, bilemiyoruz. Moğol işgalinden sonra Safeviler devrinde Tebriz’in bir süre için İran’ın başkenti olduğunu da hatırlatalım. Burayı Safevilerin baş-kenti yapan da yabancı değil! Bizim Şah İsmail! Tabiri caizse çocuk denilecek yaşta Tebriz’den dünyayı sallamış bu çocuk şah. Ta Yavuz’la olan şu meşhur Çaldıran karşılaşmasına kadar!

Biraz önce de söyledim. Tebriz tarih boyun-ca büyük depremler yaşamış bir felâketler şehri aslında. Dolayısıyla zaman içinde birçok tarihî eser, şehirde yaşanan sarsıntılar sonucunda yı-kılmış ve de kaybolup gitmiş öylece. Safeviler döneminden sonra gelen Kaçarlar döneminde de yine başşehir olmuş Tebriz. Bu yüzden de söz

konusu yıllar içinde sık sık Osmanlı ve Rus or-dularının akınlarına maruz kalmış bir acılar şehri diyebiliriz Tebriz’e.

Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama ben Tebriz’i diğer İran şehirlerine nispetle biraz “ay-kırı” buldum. Bunu, İran’ın diğer şehirlerini ge-zip dolaşıp yeniden Tebriz’e döndüğümde daha bariz olarak bir kez daha fark ettim. Açayım bu sözümü: Bir babanın birkaç oğlu olur da bun-lardan bir tanesi öbür kardeşlerine hiç benzemez ya. Hırçın olur, huysuz olur, lâf dinlemez, söz anlamaz yani kısacası sürüp giden aile düzeni-ne “uyumsuz” veya “aykırı” bir “tip” olur ya, işte Tebriz de bana öyle geldi biraz. Daha doğrusu ben bunu hissettim. Tebriz, öyle kolay kolay ken-dini ele verecek, kendini teslim edecek cinsten bir şehir değil anlayacağınız. Alttan alta “isyankâr” bir ruhu var. Onun için olsa gerek ki İran’da Tebriz’e “ilklerin şehri” adını vermişler. Bir kere sahip olduğu coğrafi konumu dolayısıyla, asır-lardır İran’ın Batı’ya açılan kapısı olmuş Tebriz. Bu yüzden de birçok modern yapı bu şehirde inşa edilmiş, Batılı anlamda birçok etkinlik de yine önce Tebriz’de görülmüş. Çoğu Tebrizli, bu yüzden İran’ın modernleşmesinin öncüsü olarak görür şehirlerini. Tebriz neden “ilkler şehri”dir bir bakalım:

İran’da ilk matbaa 1811 yılında Tebriz’de ku-rulmuş. İran’ın modern anlamda eğitim veren ilkokulu 1888 yılında Tebriz’de, kurucusu Hasan Roşdiye adıyla açılmış. Şu anda Millî Kütüpha-ne olarak görev yapıyormuş. İran’ın ilk “İşitme Engelliler Okulu”, Cabbar Bahçıvan tarafından 1924 yılında Tebriz’de kurulmuş. Yine İran’ın ilk

67ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Hoy şehrinde yapılan Şems-i Tebrizî anma töreninden

“Özel Dâhi Çocuklar Okulu” 1926 yılında Al-manlar tarafından Tebriz’de eğitim-öğretime baş-lamış. İran’da ilk “Ana Okulu” 1923 yılında bu şehirde, ilk belediye teşkilatı, şehir meclisi ve be-lediye sarayı da yine Tebriz’de kurulmuş. İran’ın yine modern anlamda ilk polis teşkilatı Tebriz’de kurulurken, İran’ın ilk “Ticaret odası”, ilk “Ma-deni Para Darphanesi”, ilk “Genel Kütüphane”si, ilk “Sinema Salonu (1900 yılında)” da Tebriz’de kurulmuş, ayrıca 1921 yılında Tahran’ın da ilk sinema salonunu bir Tebrizli açmış.

İran’ın ilk “tiyatro”su ve “tiyatro grubu” da yine Tebriz’de sahne almış. İran’ın ilk modern fabrikası Tebriz’de açılırken, 1900'lü yıllardaki te-lefon sistemine kavuşan ilk İran şehri yine Tebriz olmuş. İran’da ilk “Öğrenci Yurdu” Tebriz’de açıl-mış ve de İran’ın ilk “Kadın Derneği” Tebriz’de kurulmuş. Sakın başka var mı demeyin, insaf derim. Hangimizin yaşadığı şehir, bulunduğu ül-kenin bu kadar “ilk”ine sahip… İşte Tebriz bunu için “farklı” bir şehir olma hakkını elde etmiyor mu sizce de.

Tebriz’in son yüz yıllık siyasi tarihi de İran’ın geleceği açısından önemli “çıkış”lara sahne ol-muş. Büyük Tebriz Terminali yakınlarındaki “Meşrutiyet Parkı”na yolunuz düşerse veya yolu-nuzu Tebriz’in bu şehre en hâkim tepesine özel-likle düşürürseniz, işte o tepede şahlanmış atının üzerinde Tebrizli bir kahramanın heykelini göre-ceksiniz. Anıtın üzerinde şu yazılar var: “Serdâr-ı Millî Settar Han”… Tebriz, 1906 yılındaki ana-yasal hareketlenmede siyasî hareketin merkezi durumunda olurken, 1950’li yıllarda İran pet-rollerinin millîleştirilmesi sırasında ve son olarak 1978 yılından itibaren yaşanan İslam Devrimi sürecinde de hep önemli hep ön planda bir şehir

olmuş.Yıllardır üniversitede Osmanlı Edebiyatı

dersleri okutuyorum. Sayısız İranlı şair tanı-dım. Şirazlı Hâfız’ı ve Sa’dî’yi, Nişaburlu Ömer Hayyam’ı, Feridüddin Attar’ı tanıdım. Meselâ bir Şems-i Tebrizî’yi tanıdım. Mevlânâ’nın aşk derecesinde bağlandığı yüce şahsiyet. Bundan büyük mutluluk olabilir mi? İşte şimdi onun yurdunda, asırlar önce onun dolaştığı Tebriz çar-şılarındayım. Ondan biraz sonra bahsedeceğim tabii. Hemen şuracıkta, meşhur Hoy şehrinde doğmuş Şems.

Şems... Şems... Tebrizli Şems…

“Beden bakımından ondan uzağız amma;  cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;

İster O’nu gör, ister beni...Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”

Mevlânâ Celâleddin Rûmî

Hicretin 642. senesinde bir cumartesi günü. Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin yüzündeki nur bakanların gözlerini kamaştırmakta. Etrafını sa-ran talebeleri arasında atının üzerinde olduğu hâlde ilerlemektedir. Birdenbire önüne kalen-deri kıyafetinde bir derviş çıkar. İleri atılarak Mevlânâ’nın atını durdurur. Dervişin gözleri alev alev parlamaktadır. Şunu sorar: “Ey madde ve mânâ altınlarının sarrafı! Muhammed Musta-fa mı büyüktür, Bayezid-i Bistâmî mi?” Mevlânâ bu soruyla irkilir ve “Bu nasıl sualdir, elbette Muhammed Mustafa, bütün enbiya ve evliyanın serveridir.” der. Derviş; “Evet ama Hz. Muham-med; “Yâ Rabbi, seni tenzih ederim, biz seni lâyıkı ile bilemedik.” buyurdu. Bayezid ise; “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbemin için-de Hak’tan gayrı varlık yok.” dedi. Mevlânâ şöyle cevap verdi: “Bayezid bir Hak tecellisine mazhar olunca kabının darlığından taştı. Hz. Muham-med hangi mertebeye varsa evvelki makamlardan istiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce ve idrakimizden mukaddes olan Allah, biz seni layık ile bilemedik.” diyordu.

Yabancı derviş bir çığlık attı, Mevlânâ atın-dan aşağıya indi. Ortalığı bir telaş ve uğultu kapladı. Birbirlerine bir anda büyük bir cezbeyle bağlanan bu iki zat beraberce Gevhertaş Mahalle-

68ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

si’ndeki medreseye geldiler. Bir hücreye girdiler. Bir rivayete göre kırk gün, bir rivayete göre de üç ay boyunca kimseyi içeri almadılar.

İşte o derviş, Tebrizli Şems’ten başkası değildi. Mevlânâ bir zaman önce Şems’i Şam çarşısında görmüş ama yüzü kapalı olduğu için bir görüp bir kaybetmişti. Mevlânâ ile Şems’in Konya’da buluştukları yere; “iki denizin kavuştuğu yer” an-lamında “Merace’l-Bahreyn” derler.

Bugün Konya’da, eski adıyla Güllük mevki-inde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçi-lerle dolup taşan Mevlânâ Türbesi’ne yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı  bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır. Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakika-tin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizî’dir bu...

Ariflerden olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı birinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde, biraz önce de söyledim, Tebriz yakınlarındaki Hoy’da dünyaya gelmiş.

Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile akranlarından çok farklı olduğunu göstermiş, anne babasını, yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştu. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir hatırasını şöyle anlatır: “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: “Oğlum”,  dedi “Ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?” Ben de ona şu cevabı verdim: “Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına  ta-vuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koyar-lar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civ-civ hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak, der. Çırpınma-ya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”

Asla sıradan bir derviş değildi Şems. Tıpkı Mevlânâ gibi zahir ve bâtın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, üstün vasıflarla bezenmiş, gün

olmuş müderrislik yapmış, gün gelmiş Mevlânâ gibi seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mana âleminin pencerelerini açmış. Tebriz’de kendisi-ne manevi kemalinden dolayı “Kâmil-i Tebrizî”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için de, “Uçan Şemseddin” anlamına gelen “Şemseddin-i Perende” derlermiş.

Şems, tasavvuf yolundaki arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Aynı rüya üst üste iki gece tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde, yani Anadolu’da olduğu söylenir. Yüreğini bir ateş sar-mıştır. Bir an evvel O’nu aramak üzere yollara düşmek ister,  fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlere bağlı olduğu bildirilir.” Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam manasıyla is-tiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek  niyaz eder ve sabırsızlanır, üzerindeki o yoğun hâlleri dağıtmak için başka işlerle oyalanır, hatta parasız pulsuz inşaat işlerinde bile çalışırmış. Ni-hayet bir gün; “Mademki ısrar ve arzu ediyorsun, o hâlde şükrana olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir. O da; “Başımı!” cevabını verir. Bu cevaba karşılık olarak; “Bütün kâinatta Mevlânâ-yı Rûmî Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.

Artık yolculuk zamanı gelip çatmıştır. Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yo-lunda başını feda etmek üzere yola çıkar. Uzun bir yolculuğun ardından Şems, hicri 642, miladi 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Zama-nın tüccarları gibi kaldığı han odasının anahtarı-nı boynuna asıp çarşıda dolaşmaya başlar. Aşk ve ilmin tüccarı olduğunu ima edercesine!

Şems’in Mevlânâ ile olan karşılaşmalarını yazımızın girişinde aktarmıştık. İşte o medrese hücresinde iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlânâ, bunca zaman kitapların  arasında aradığı ve aslında   Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş, o andan itibaren de bütün hayatı de-ğişmiştir.

Geçen zaman içinde Mevlânâ ve Şemsi Tebrizî’ye gönül verenler onların sohbetlerinden

69ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

almaları gerekeni fazlasıyla alırken, bu sofradan mahrum kalanlar, aradıklarını Şems’te bulamadıklarını öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumları ekmeye başlarlar. Esasen Şems bunların farkındadır. Derin üzüntülerin içi-ne düşmekten başka yapacak bir şeyi yoktur ne yazık ki. Derken bir gece aniden Konya’yı terk ederek  kayıplara karışır. On altı ay boyunca Şems’den hiçbir haber alınamaz. Bu ayrılık süre-since Mevlânâ, tekrar eski hâline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle gö-rüşmez, konuşmaz, medresesini büsbütün bıra-kır, büyük bir hüzün içinde yalnızlığa çekilir ve nihayet hasta düşer. Ama bir gün Şam’dan gelen mektupla yeniden can bulur sanki. Şems ikinci kez Konya’ya gelmiştir. Birkaç ay süren sohbet-ler, görüşmeler neticesinde yine fitneler, yine düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...

Mevlânâ için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe hâlinde aylarca gözyaşı döker, ga-zeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru ha-beri verene canını teslim edeceğini söyleyerek... Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlânâ’yı kendilerine döndüremeyecekle-rini anlamışlardır. Bazıları da Şems’in kıymetini anlayarak pişmanlık içinde özür dilerler. Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlânâ, hâlini anlatan mektuplar gön-derir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mek-tuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.

Bunun üzerine Mevlânâ, oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderip Şems’in yeniden Konya’ya dön-mesini sağlayacaktır. Şems ve Sultan Veled, uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zincirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlânâ bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginler-den, her kim gelirse, onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir.

Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Selahaddin Zerkub ve Sultan Veled’den başkası yanlarına giremez.

Mevlânâ’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmez. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlânâ’yı daha da olgunlaştır-mış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamış-tır. Önceleri Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer  özür dilerler. Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel bir kız Şems’e nikâh edilir. Ancak bu sefer de müritler arasında kıskançlık baş gösterir. Mevlânâ’nın di-ğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık  dolu hareketlere yö-nelirler. Şems ve Mevlânâ, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken on-lar da dışarıda kaynamaya, taşkınlık etmeye baş-larlar. Artık Mevlânâ, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşat vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince “başını feda etme” zamanı da gelmiştir. Bu arada Şems’in hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat et-miştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun Konya’dan uzaklaş-tırmak ve Mevlânâ’yı ondan ayırmak isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.

1247 yılının  Aralık ayında, aralarında Mevlânâ’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen  bu yedi kişi medresenin avlusun-da pusuya yatarlar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal ye-rinden kalkıp çıkarken Mevlânâ’ya: “Görüyor musun, beni dönüşü olmayan bir davetle dışarı-ya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşır ve çıkar. Son-ra, bir “Allah!” feryadı yankılanır gecede... Kapı açıldığında ise ortalıkta kimseler yoktur. Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde... Başka da bir iz bulunamaz. Bu son ayrılıktır. Şu mısralar kalır geriye Mevlânâ’dan.

Kulağını ver, dinle, bak asesbaşı ne diyor: bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu,

diyor, derken ansızın biri yolda izini buldu, diyor. Belirtilerini görün işte, diyor.

70ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Ne zamandır onu aradık, yandık yakıldık. Ne zamandır onu arayanlar her yanda dövün-

düler. Ne üst kodular, ne baş.

Âşıkların kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor. Âşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor. Hep öyle taze, öyle sıcak.

Bu eski bir kan davasıdır deme sakın Atma kulağının arkasına sen şu lafı : Kan bir kere eskidi mi kararır, kurur ama, aşıkların kanı durmayacak, gönüllerinden bi-

teviye akacak.

Bu bucağa sığınan senin bakışındır. O büyük sağnağı sunan senin nergis gözlerin. Sarhoşa gelen de onlar, gönüller çalan da onlar, adamı canevinden vuran da onlar

O’nun ardından aylarca süren bir bekleyişin içine düşer Mevlânâ. Diyar diyar gezip Tebrizli Şems’i aramaya başlar. Ama O’nu maddi anlam-da olmasa da manevi olarak kendisinde buldu-ğunu; “Beden bakımından ondan uzağız amma;  cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster O’nu gör, ister beni... Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben” mısralarıyla dile getirecektir. Bu Leyla ile Mec-nun aşkının hazin sonuna benzer!...

Doğu şiirinin büyük ustalarından kemâl hocendî tebriz’de yatıyor.

Tebriz benim canım gibidir. Onun zikri her zaman benim dilimdedir.

Cerendab ve Kecil’in suyunu içmedikçe kanlı gözyaşları (Surhâb) benim gözümden akacaktır.

Rubai / Kemal Hocendî

Hucend ya da Hocend nere, Tebriz nere de-meyin efendim, hayat yolculuğunda hangi istas-yonda ne kadar kalacağını kim bilebilir ki! Ne-cip Fazıl da “Büyük Randevu” adlı şiirinde öyle demiyor muydu; “Büyük randevu bilsem nere-de, saat kaçta / Tabutumun tahtası bilsem han-gi ağaçta”. İşte Kemal Hocendî için de bu böyle olmuş. Hocend, Maveraünnehir bölgesinde, bugün Kırgızistan sınırları içinde kalmış bir ka-saba. Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği

Hocend’e dair şu malumatı hayli dikkat çekici. Diyor ki Babür, “Hatırat”ında, “Andican’dan gar-ba doğru yirmi beş yıgaç mesafede bir kasabadır. Hocend ile Semerkand’in arası da yirmi beş yı-gaçtır. Eski şehirlerdendir. Şeyh Muslihiddin ve Hoca Kemal Hocendlidirler. Meyvası fevkalade güzel olur. Narı meşhurdur.” Babür, uzunca anla-tır Hocend’i ama biz kısa keselim. İşte Hocendî burada doğmuş. Tam adı Kemaleddin Mesud Hocendî. Rivayetlere bakılırsa genç yaşta Hac yolculuğuna çıkmış, bu kutlu görevini yerine getirip vatanına dönerken yolu Tebriz’e düşmüş. Böylece yolun son durağı olmuş Tebriz onun için. Vefatı 1401 yılındadır. Sufi şairler arasında olduğu biliniyor, hatta şeyh olduğu söyleniyor, ama hangi tarikatın bağlısı ya da halifesiydi, orası meçhul.

Bugün yatmakta olduğu Tebriz’in Ferahbahş Mahallesi’ndeki kabrini ziyarete gittiğimizde çevrede hummalı bir restorasyon çalışmasına şahit olduk. Gelecekte kazanacağı görünümün çok çok iyi olacağı muhakkak, ama şu hâliyle Ke-mal Hocendî ve çevresinin hâl-i pür melâli bizi biraz rahatsız etmedi değil yani. İran’da bu tür mekânların âdeta bir gülistana dönüştürülmüş olmasına alıştığımız için bu dağınıklık bizi tedir-gin etmiş olmalı. İyi olur inşallah.

Burada Kemal Hocendi’nin hemen yanı ba-şında yatmakta olan bir büyük şahsiyet daha var. Bir nakkaş. Doğunun o çağlarda yetiştirdiği en büyük minyatür sanatkârlarından birisi bu. Hocendî’nin adaşı, Kemaleddin Bihzad Heratî. Evet, Kemal Hocendî’den yaklaşık bir asır sonra yaşamış olan meşhur Bihzad. Osmanlı şairlerinin şiirlerine kadar ulaşmış olan Bihzad. Ya da biz-deki imlasıyla Behzat. İşte size bir örnek, hem de Bahayi Muhammed Efendi’den.

“Güzel tasvir edersin hal ü hatt-ı dilberi ammaFüsun u fitneye geldikde ey Bihzad neylersin ?”

Evet, şimdi biri Heratlı, biri Hucendli bu iki büyük zat, iki Kemaleddin bu dergâhın hazire-sinde yan yana yatmaktalar. Mevlam kabirlerini nurlandırsın ikisinin de.

Babür Şah’ın hatıraları arasında yer verdiği Hocendî’den Orta Asya şuara tezkiresi yazarla-rından Devletşah da uzun uzadıya bahseder. Ve

71ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

der ki Babür: “Herkesin mercii, zamanın büyük adamlarının en ileri geleni, makbulü bir adam-dır. Şiir söylediğinden ismi şairler arasında zikro-lunur. Yoksa velilerden ve mürşitlerdendir. Şairlik onun en aşağı mertebesidir. Yahut şairlik merte-besi onunla yükselir. Şeyhin doğduğu ve yetiştiği yer Hocend’dir.

Kendisi o diyarın büyüklerindendir. Suver-i Ekâlim adlı eserde Hocend’e “dünyanın gelini” demişlerdir. Gönül açıcı bir vilayettir. Bu memle-kette yetişen meyveleri hediye olarak başka mem-leketlere götürürler. Şeyh, hacca gitmek üzere Hocend’den çıkmış, Beytullah’ı ziyaretten sonra Azerbaycan’a gelmiş, havası, suyu hoşuna gitti-ğinden burada kalmıştır. Celayir Sultanları zama-nında şeyhin büyük bir şöhreti vardı. Bu mem-leketin büyüklerinin pek çoğu kendisine mürit olmuşlardı. Meclisi fazılların mercii idi. Tokta-mış Han Tebriz’i fethettikten sonra şeyhi, Han’ın zevcesinin emriyle Deşt-i Kıpçak’ta Saray şehri-ne götürdüler. Şeyh dört yıl kadar burada kaldı. Sonra çıkıp Tebriz’e gitti. Sultan Hüseyin bin Sultan Üveys-i Celâyir, Şeyh için çok güzel bir yurt temin etti ve onun için vakıflar yaptı. Şeyh, Hâce Hâfız hakkında büyük bir hürmet besler-di ve yüzünü görmediği halde Hâce Hâfız’ın da Şeyh’e karşı samimi bir muhabbet ve itikadı var-dı. Gazellerini okumaktan haz duyardı.

Hikâye ederler ki Miranşah bin Emir Timur’un devleti zamanında tekkesini işletmesi ve dervişlere ziyafet çekmesi yüzünden borçlan-mıştı. Bir gün Miranşah, Şeyh’i görmeye gitti. Oturdukları vakit padişahın köleleri şeyhin bah-çesinde koşup oynamaya ve erik, şeftali ağaçlarını yağma etmeye başladılar. Şeyh gülerek çocuklara; “Ey Moğollar, bahçede yağmacılık yapmayın, bi-çare Kemal borç içindedir. Bu bağın meyveleri-nin kıymetini borçlarına karşılık göstermiştir. Sakın bostanı yağma etmeyin, sonra biçare Ke-mal borçlularının elinden canını kurtaramaz.” dedi. Miranşah bunu işitince, “Şeyhin borcu mu var?” diye sordu. Şeyh de “Evet, on bin dinar…” cevabını verdi. Miranşah hemen emretti, on bin dinar getirip Şeyh’e verdiler. Şeyh de bununla borçlarını ödedi. Şeyh’in sultan ve hâkimlerin yanında çok itibarı vardı. Onun latifeleri pek çok ve meşhurdur. Şeyh yedi yüz doksan ikide Tebriz’de ölmüştür. Mezarı büyük ve küçüğün

ziyaretgâhıdır.” Evet, Devletşah da bunları söylü-yor Tebriz’in bu Hocendli misafiri için.

Klasik İran şiirinin zirve şahsiyetlerinden biri-si Kemal Hocendî. Ve her şeyden önce bir gazel şairi. İran şiirinin unutulmazlarından olan Sa’di-i Şirazî ve Hümam Tebrizî’nin izinde olduğu söy-lenir. Ünlü şair Hâfız-ı Şirazî’nin de çağdaşıdır. Anadolu şairlerinin de model isimlerindendir ayrıca. Divan’ı yaklaşık sekiz bin beyit civarında.

Nasip olur da bir daha gelebilirsek eğer, onu bu kez gül bahçeleri içinde bulabilmek hayaliyle vedalaşıyoruz Hocendî ile. Hoşça kalın Tebriz’in aziz misafirleri. Evet, Tebriz’in eteklerine kurul-duğu Eynal ve Zeynal dağların zirvesinde, İlhanlı mimari üslubuyla yapılmış iki türbede rivayete göre Hz. Ali’nin iki oğlu yatarmış. Uzaktan selam ve dualarımızı göndermekle yetiniyoruz. Doğru-sunu söylemek gerekirse o zirveye bu sıcakta ve hele de bu zaman kıtlığında çıkmayı gözümüze kestiremiyoruz. İnşallah bir başka zamana.  

Şehriyâr, makbere-i şu’arâ’da yatıyor

Heydar Baba ildırımlar çakandaSeller sular şakkıldayıp akanda

Kızlar ona saf bağlayıp bakandaSelam olsun şevketüze ilüze

Menim de bir adım gelsün dilüzeŞehriyâr

Tebriz bir şairler şehri. Tebriz şiirin ana vatanı. Dünyada Tebriz’den başka yetiştirdiği şairler için özel bir “Şairler Mezarlığı”na sahip başka bir şehir var mıdır acaba? Tebriz´i çevreleyen tepelerin en yükseğinde, şehrin her yanından görülebilen bir anıt dikkati çekiyor. Tebriz’in yetiştirdiği şairler adına yapılmış bu anıt. Tepeye de “Şuara Tepesi» denilmiş. Makbere-i Şu’arâ. Hemen hepsinin kabri de orada. Kimler yok ki. Hümam Tebrizî, Hakanî-i Şirvanî, Zülfikar Şirvanî, Mücidüddin Bilikânî, Katran-ı Tebrizî, Magribî Tebrizî, Ah-med Esedî Tûsî, Şapur-ı Nişaburî, Şemseddin Şecasî, Mevlânâ Lisanî Şirazî, Mevlânâ Şekibî-i Tebrizî, Mevlânâ Mânî Şirazî ve Zahireddin Faryabî. Buraya en son defnedilen şair ise Azeri Türkçesinin büyük ustası «Şehriyâr» olmuş. De-nilir ki, Şehname’nin büyük şairi Firdevsî Fars-çanın; Türkçenin büyük şairi Şehriyâr ise Azeri

72ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

dilinin gelişip zenginleşmesinin ve o zenginlikle yaşıyor olması-nın güvencesi olmuşlar bu topraklarda.

Şehriyâr’ı tanır mısınız, mutlaka tanırsınız da nasıl bilirsiniz Şehriyâr’ı, ne kadar tanırsınız? Şairin tam kün-yesi şöyle; Seyyid Ebulkâsım Muhammed Hüseyin Behzat Tebrizî.

“Şehriyâr bir Tebriz ev-ladıdır. O; «Gül açdıgca solan dünyaya; “Beli oğul! Bizler hamı hemderdik / Güller ekdik amma ti-kanlar derdik” mısralarını yazdıran hayata, şahlık rejimine; “Çengizlerin, fir'onların gesrine, söy-le meğer az gonupsan, uçupsan / Göre göre zalımlığın âhırın, sen de onlar geden yolu tutup-san.» sözlerini söyleten hayata, yirmi iki yıl aynı elbiseyi giydiren, siyasî usulsüzlükler toprağında kendisini bîkes bırakan, hiç tükenmeyen umudunun yeniden filizlendiği demlerde ise «Gül ekmede goca bağban! Bükülse bel ne gemin? / Dalınca rehmet ohurlar bu gülleri ekene.” sesini yükselten hayata, Tebriz’de gözlerini açmıştır...

Evet, İran’daki meşrutiyet hareketi devrine rastlayan çocukluk yılları, belki ülkedeki karga-şa atmosferinden ziyan görmemek için Tebriz’in meşhur vekillerinden olan babası Hacı Mir Ağa Hoşgenabi’nin arzusuyla ata toprağı Hoşgenab Köyü’nde ve Haydarbaba manzarasında geç-mişse de orta öğrenimi yine Tebriz'de devam etmiştir. Tahran'da Tıp Fakültesinde okurken ve bitirmesine çok kısa bir zaman kalmışken yaşadığı talihsiz bir gönül hikâyesi, «küçük si-neklerin takılıp kaldığı, büyük sineklerin delip geçtiği» hukuk sisteminin kördüğümcülerinden bir büyüğün -ki, polis teşkilatının yüksek me-murlarından bir Pehlevî olan bu zat, daha sonra bu gönül hikâyesinin kahramanı Süreyya ile ev-lenmiştir- Şehriyâr'ı Nişabur'a sürgün etmesiyle son bulmuş, Şehriyâr'ın gönlünde ise Tahran acı hatıraların mekanı olmuştur.

Babasını kaybetmesi Şehriyâr'ın hayatının dönüm noktalarından biri olur. Buhran ve bu-

nalım dolu günlerin başlangıcı anlamına gelir bu hâdise. Neredeyse bütün sev-diklerinden ve dostlarından uzaklaşır. Tasavvufa meyleder. Üstüne üstlük bu acılı yıllarda annesi Kövkeb Hanım’ı da toprağa verir. 1953 yılı ortalarında vatanı Tebriz’e döner. Şehriyâr Tebriz'e yerleştikten sonra

akrabalarından, ilkokul öğretmeni ve kendisinden 35 yaş küçük

Azize adlı bir hanımla evle-nir. Şairin bu evliliğinden dört çocuğu olmuştur.

Artık iyice Tebriz’e yerleşen ve sonraları

Tahran’a gitme konusun-da bir türlü ikna edilemeyen

Şehriyâr, ancak 1970 yılın-da çok değer verdiği dostu Rüstem

Aliyev'in Bakü'den Tahran'a ge-lip; «Şehriyâr'ı görüp öleyim” temennisini ilettiklerinde Tahran'a gitmeyi kabul edecektir. Tahran misafirliği Şehriyâr'ın hayatında yeni bir acının adıdır: Eşi Azize Hanım burada vefat et-miş ve oraya defnedilmiştir.”

Şehriyâr, ömrünün son yıllarında yaşlılığın verdiği zaafiyetle sık sık hastalanmış ve 18 Eylül 1988’de vefat ettiğinde, Tebriz’in ünlü şairler mezarlığında, Makberetü'ş-Şuara'da toprağa ve-rilmiştir.

“Heyder baba, yolum senden kec oldu,Ömrüm keçdi, gelemmedim, gec oldu,Heç bilmedim, gözellerin nec'oldu,Bilmez idim döngeler var, dönüm var,İtginlik var, ayrılıg var, ölüm var...»

Öldüğü gün Şehriyâr'ın hatırasına hürmeten Tebriz'de hiçbir dükkân açılmaz. Bütün Tebriz halkı matem alâmeti olarak karalar giyer. İran edebiyatındaki yeri dolayısıyla devlet tarafından birinci dereceli “Maarif Nişanı” ile taltif edilir, Tebriz Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin en büyük amfisine ve Tebriz’deki okullardan birine onun adı verilir. Ayrıca daha sağlığında 16 Mart günü “Şehriyâr Günü” olarak kabul edilmiş, ölü-münden sonra da evi müze hâline getirilmiştir. Şairin ölüm günü, O'nun anısına, İran'da “Millî

73ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Şiir Günü” olarak kutlanmaktadır.

“Heyder Baba dünya yalan dünyadıSüleyman’dan, Nuh’dan kalan dünyadıOğul doğup derde salan dünyadı

Her kimseye her ne verip alıpdıEflâtun’dan bir kuru ad kalıpdı”

dizelerinin büyük şairi Şehriyâr, 1929 yılında ön sözünü dönemin ünlü şairlerinden Bahtiyar, Nafisî ve Muhammed Tagrî Bahar'ın yazdığı ilk şiir kitabını neşreder.

Onu “Şehriyâr” olarak asıl şöhrete kavuş-turan şiiri ise bildiğiniz gibi “Heyder Baba’ya Selâm” adını taşır. Bütün Türk dünyasının dilinden düşürmediği ve 76 dile çevrilen meşhur bir manzumedir bu. Merak edenler için yeri gelmişken söyleyelim ki “Heyder Baba”, Şehriyâr’ın köyünün üstünde kurulu olduğu dağın ismidir.

Şehriyâr, anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsça ve Arapça, iyi derecede Fransızca bilirdi. Gençliğinden beri musiki ile yakından il-

gilenmiştir. Çok güzel tar çalan Şehriyâr'a İran'ın meşhur musikişinaslarından Ebulhasan Seba, Dervişan’dan kalma kıymetli bir tar hediye etmiş-ti. Şehriyâr, İran'ın ünlü hanende ve sazendelerin-den Ebulhasan Han İkbal, Kamer, Kerimağa Safi ile dost olmuş, Ebulhasan Seba dâhil birçoğuna ölümleri vesilesiyle Farsça ve Türkçe mersiyeler yazmıştır. Şehriyâr'ın en büyük zevklerinden bi-risinin de güzel hattıyla yazdığı Kur’an ayetlerini dostlarına hediye etmek olduğu söylenir.

Tebriz’de, merhum Şehriyâr’ın bugün ede-biyat müzesi hâline getirilmiş evine de uğradık. Ömrünü geçirdiği evinin bütün odalarında on-dan hatıralar var. Yazı takımlarından tutun da gündelik olarak bir evde kullanılacak ne varsa. Salonda camekânlar içinde geride kalan göz nuru eserleri, basılmış kitapları. Gazetelerde ve dergi-lerde yıllar boyu kendisiyle ilgili olarak yapılan haberler, fotoğraflar, hakkında yazılan yazılar. Duvarları süsleyen kişisel eşyaları, hatıraları. Hâliyle tarihe mal olmuş bir büyük edebî şah-siyetin bir ömür haşır neşir olduğu eşyalarıyla, kitaplarıyla sıcağı sıcağına karşılaşmak, birlikte olmak beni fazlasıyla duygulandırıyor. Tebriz’e gelenlerin görmeden geçemeyecekleri yerlerden

74ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

biri olmalı burası.Evet, “Şehriyâr bir Tebriz evladıdır. Tebriz ka-

dar «güngörmüş», Tebriz kadar sebatkâr, Tebriz kadar Müslümandır...” Acılar içinde bir ömür geçiren bu aziz ruhun kabrinde rahat ve huzur içinde olması için dualarımızı bırakıp ayrılıyoruz hatıralarından. Hoşça kal Türkçenin bu toprak-larda öldükten sonra bile yükselen sesi. Hoş kal Tebriz’in derviş yürekli şairi.

O anda, bir başka Tebriz evlâdı, büyük şair, Hümam Tebrizî’nin Makbere-i Şu’arâ’daki kabri başına nakşedilmiş şu mısraları geliyor dilimin ucuna:

Hâne-i imrûz behiştest ki Rıdvân încâstVakt perverden-i cânest ki cânân încâst

Nîst mârâ ser-be-sitân u reyâhîn imrûzNergis mest ü gül ü serv-i hırâmân încâst

çarşı -pazar tebriz

“İnsan bir yere varmak için değil, seyahat etmek için seyahat eder.”

GoetheErzurum’a yolu düşenler bilirler, şehrin en

önemli yerlerinden biridir Tebriz Kapı. Şim-dilerde sadece adı kalmış bu kapının karşılığını aradım Tebriz’de. Erzurum Kapı yok ama başka kapıları var Tebriz’in. İstanbul Kapı, Gecil Kapı, Bâgmîşe Kapısı… Surhâb Kapısı en tanınmış olanı. Bizim “Nargile” dediğimiz şeye Tebrizliler “Kalyan” diyor. Surhâb Kapı’da bir kalyan kahve-sine giriyoruz. Kalyan çekemiyoruz ama büyük bardaklarla içtiğimiz çayın sayısını unutuyoruz. Bu kahvelerde sigara içmek yasak. Çok sıkı bir yasak olmasa da sigara içeni pek görmedik.

Aslında dikkati çeken bir şey var burada: So-kaklarda sigara içen hemen hemen yok gibi. Bir zamanların Tebriz’ini daha yakından görmek ve hatta yaşamak isterseniz Makbere-i Şu’ara ziyare-tinden sonra yolunuzu buraya, kadim Tebriz’in kalbine düşürmelisiniz. Eski Tebriz’in eski insan-larını da tanıma fırsatı bulmanız mümkün bura-lardaki köhne dükkânlarda. Kalyan çeken genç-lere diyorum ki: “Gençler bize müsaade, gece olmadan görmemiz gereken çok şey var Tebriz’de. Onun için bize Tebriz’in gündüzleri lâzım. Birisi

hemen atılıyor, Ağa, bize de İstanbul’un geceleri lâzım!... Kahvede bir kahkaha tufanı kopuyor. Bu zekice ve de içinde muzırca manalar barındıran hazır cevap karşısında gülmeyip ne yaparsınız!?

İmam Humeyni Caddesi, Tebriz’i doğudan batıya iki parçaya bölen bir ana cadde. Bu cad-denin bir ucunda Tahran’a giden ana yol, diğer ucunda ise Tebriz’in meşhur demiryolu istasyonu bulunuyor. 1960’lardan itibaren Tebriz, İran’ın büyük endüstri merkezlerinden biri hâline gel-meye başlamış. Özellikle “Ak Devrim”le birlikte şehirde yeni imar faaliyetlerine girişilmiş, yeni ve geniş bulvarlar açılmış, yine yalnız İran’ın değil aynı zamanda Orta Doğu’nun en büyük ve en donanımlı istasyon binası Tebriz’de inşa edilmiş, böylece bir yandan yeni yapılan demir yollarıyla Türkiye üzerinden Avrupa’ya, diğer taraftan da Orta Doğu’nun diğer ülkelerine bağlantı sağlan-mış. Son yıllarda giderek büyük binalar, gökde-lenler, iş merkezleri yapılmış ve yapılmaya hızla devam ediliyor Tebriz’de.

Hemen her binanın çatısında bir çanak anten göze çarpıyor. Hemen hemen her Tebrizli Türk televizyonlarını seyrediyor. Bazılarının söylediği gibi Türkiye’den yapılan televizyon yayınlarına getirilmiş bir yasaklamayı ben görmedim. Hatta gençlerin bu yayınlara olan ilgisi tahminlerin öte-sinde denilebilir. Türkiye’de olduğu gibi İran’da da bilhassa gençler arasında cep telefonu salgını had safhada.

Tebriz şehri “nahiye” adı verilen altı yönetim bölgesine ayrılmış. Meselâ bunlardan 1.bölge Tebriz Üniversitesi’ne ayrılmış olup bütün fakül-teleriyle bir kampüs oluşturulmuş. Ayrıca askeri garnizon, sular idaresi, radyo ve televizyon tesisle-ri de bu bölge içinde. Tebriz’in kuzey ve güney ta-raflarını içine alan 2, 3 ve 5. bölgeler, daha ziyade orta ve düşük gelirli halkın oturduğu mahalleler.

Uluslararası Tebriz hava alanını da içine alan 4.bölge, şehrin batısında istasyon binasına doğru oldukça geniş bir alana yayılmış.. 6.bölge merkez. Valilikle beraber çok sayıda devlet dairesini, tica-ret merkezlerini ve bu arada büyük Tebriz kapalı çarşısını da içine alan bir bölge burası.

Tebriz’e çok uzak olmayan meşhur Meraga ve Merend şehirleri, Tebriz’in sebze ve meyve ihtiyacını karşılayan önemli merkezler arasında. Tebriz’in, eskiden beri el sanatlarında ve bilhassa

75ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

halıcılıkta büyük şöhret kazanmış bir şehir ol-duğunu söylemiştim. Halıcılığın yanı sıra kilim, seccade, iğne işleri gibi küçük sanat dalları da ge-lişmiş burada. Tarih boyunca Tebriz’in bir kültür ve sanat şehri olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?

İran’a gidersek ne yer ne içeriz diye merak-lanmaya gerek yok. Yemekleriyle damak tadı-mız uyuşuyor aslında... En meşhur yemekleri cilo veya celo kebap. Tebriz köftesini de ihmal etmeyin bence. Yanında mutlaka yağsız pirinçle yapılmış tepeleme bir tabak dolusu pirinç pilavı ile beraber. Üzerinde safran ve tereyağı mutlaka bulunmalı.

Fakat hepsini bitirmeniz mümkün değil!... Ama illâ ki Abguş!... Canınız çorba isterse eğer “sub” demeniz gerekir garsonlara. Sub, şu İngi-lizcedeki “Soup”un İran’daki kardeşi. Çorba, etin suyuna diyorlar. Tebriz’in kızıl alabalığı, balı ve kaymağı da meşhur. İran’da somun ekmek yok. Yemeklerde lavaş veya sengek -fırında çakıl taşları üzerinde pişirilmiş lavaşa benzer ekmek- veriliyor.

İran’da en güzel yemeklerin de Tebriz’de pi-şirildiğini üzerine basa basa söylüyor Tebrizliler. Açıktan alkol satışı yok İran’da. Çayı da Erzu-rumlular gibi “kıtlama” içiyor Tebrizliler.

Tabirimi hoş görün. Tebrizliler de bunu olumsuz manada anlamasınlar lütfen, Tebriz bir tarih mezarlığı aslında.. Tarih müzesi mi demek lazım, bilmiyorum. Şehir merkezinde, bugün bir toprak yığınından ibaret “Rub’-ı Reşîdî Kalesi” ve yine Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın yaptırdı-ğı, ancak bugün ortada adından başka bir şey kal-mayan Hasan Padişah Mescidi’ni ise üstad Evliya Çelebi anlata anlata bitiremiyor.

Tebriz’deki tarihî yapıların en önemlilerinden biri de Sultan Celâyir tarafından yaptırılmış olan 20.000 odalı muhteşem saraymış, ne yazık ki bu muhteşem eserden de günümüze ancak “Devlet-hane” veya “Hane-i ikbal” diye bilinen bir kıs-mı ulaşabilmiş. Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!... Kimler gelip kimler geçmemiş -ya da geçememiş- ki bu kadim şehirden. Meselâ meş-hur hükümdar Gazan Han, Tebriz’de, eski ismiy-le Şam şimdiki adıyla Kara Malik Mahallesinde yatıyor Tebrizî. Ama ondan da bir eser kalmamış ne yazık ki.

Yine Tebriz’in o meşhur eski kapılarından

birinde efsanevî kumandan Efrasyab’ın kesik ba-şının bulunduğu ve bu nedenle de bu kapının “Dervâze-i Sar” adını aldığı söyleniyor. Harzem-şahların son hükümdarı, büyük kumandan Cela-leddin Harzemşah da Tebriz’in fatihlerinden biri. Tebriz’in bir başka fatihi meşhur Safevî Hüküm-darı Şah İsmail. Annesi Alemşah Begüm’ü, hak-sız cinayetlerine karşı çıktığı için bu şehirde cel-latlarına boğdurmuş. Kabri Erdebil’de Şeyh Safî türbesinde… Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasp bu şehirde doğmuş. Yine meşhur Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Tebriz’de oğlu Sultan Yakup ile birlikte kendi yaptırdığı Nasrıyye Med-resesi haziresinde metfun. Karakoyunlu Hüküm-darı, aslen Mardinli olan ve “Hakîkî” mahlasıy-la şiirler yazan meşhur Cihanşah’ın da Tebriz’de metfun olduğunu bilir miydiniz? Yavuz Sultan Selim de Çaldıran zaferinden sonra Tebriz’e ge-lenler arasında bildiğiniz gibi.

Efendim, Tebriz’de daha daha nereleri gezip görelim derseniz Antik Kırk Kız Köprüsü’ne, Üs-tad ve Şakird Mescidi’ne, Kızıl Kümbed’e, Şeyh Şehabeddin Türbesi’ne, Gülşen-i Râz adlı eserin meşhur yazarı, büyük sûfîlerden Şeyh Muham-med Şebüsterî’nin türbesine gidebilirsiniz. Eğer hâlâ; Tebriz’de gezecek başka yer kalmadı, ama zamanımız da var diyorsanız, şehre yaklaşık 40-50 km. uzaklıkta, Sehend Dağı’nın eteklerinde kurulmuş bulunan Kendovan kasabasına gidebi-lirsiniz. Burası tabiri caizse İran’ın Kapadokya’sı. Mağara evleri ve balıyla meşhur, dünya kültür mirası listesi içinde yer alan Kendovan’ı -vaktiniz varsa- mutlaka görün, derim.

Tebriz’e yeniden dönmek üzere ayrılıyoruz. Niyetimiz akşam uçağıyla Şiraz’a uçmak ama dü-şündüğümüz olmuyor. Çünkü fiyatlarının ucuz oluşu nedeniyle burada çok önceden bilet almak gerektiğini çok geç öğreniyoruz. Türkiye’den de seferlerin bulunduğu uluslararası bir havaalanı var Tebriz’in. Ülkenin bütün şehirlerine otobüs bulabilirsiniz buradan. Trenle başkent Tahran’a geçmek de mümkün. Otobüsler ve trenlerin de İran’da son derece temiz ve rahat olduğunu bi-lesiniz. Ve de Türkiye’ye nispetle çok çok ucuz olduğunu da belirtmiş olayım. İran’a gelir gelmez cep telefonlarınız için İran-Cell’den bir hazır kart telefon hattı alırsanız Türkiye ile haberleşme sı-kıntınız da olmayacaktır.■

76ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Gönlümde yeşeren gonca güllere,Elveda demenin zamanı geldi.Elimden kuş gibi uçan yıllara,Elveda demenin zamanı geldi.

Dikenli bir yoldu önümde hayat,Ruhum incinse de etmedim feryat.Bir kerecik olsun demeden “heyhat”,Elveda demenin zamanı geldi.

Daim çiçek açtı dilimde şükür,Hırsımı hor gördüm, nefsimi hakir.Canımla can olan dostlara bir bir,Elveda demenin zamanı geldi.

Yaş döktü gözlerim hep için için,Hoş gördüm âlemi Yaradan için.Kalbinizde dostlar bana yer açın,Elveda demenin zamanı geldi.

Ey kara kışlarım, ey ilkbaharım,Ey sıcak gülüşüm, ey âh ü zârım,Ey canımın içi hatıralarım,Elveda demenin zamanı geldi.

Acıları bal eyledim dilime,Kemlik göstermedim nazlı gülüme,Son biletim verilince elime,Elveda demenin zamanı geldi.

YUSUF DURSUN

ZAMANI GELDİ

77ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Edebiyatımızın renkli şahsiyetlerin-den birini daha ebediyete uğurla-dık. Altı-yedi aydan beri asrın men-

hus hastalığına yakalandığı anlaşılan Mustafa Miyasoğlu, İstanbul Bağcılar’daki Metropol Hastanesi’nde bir Ağustos Perşembe günü öğle vakti, saat 13.00 sularında emaneti sahibine teslim etti. Son demlerinde oğullarından biri yanında idi. Çok rahat bir ölüm olduğunu söylüyorlar. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı, makamı cennet olsun.

Merhum Miyasoğlu, bendenizin elli beş yıllık dostu, arkadaşı, gönüldaşı idi. Kayseri-liydi. Aynı memleketin evladı idik… Doğum tarihini önceleri 1947 diye yazardı, daha sonra 1946 diye yazmaya başlamıştı. Kendisine bu-nun sebebini sormamıştım. Yaşıttık, taydaştık, akrandık. Vefat ettiğinde 67 yaşında bulunu-yordu. Belki uzun değil ama dolu dolu bir hayat yaşamıştı. Ardında otuzdan fazla eser,

Mustafa Miyasoğlu'nun ardındanBEKİR OĞUZBAŞARAN

Miyasoğlu ailesini Tanzimat Devrinin meşhur hâce-i evveli (İlk öğretmeni), yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi ailesine benzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan, dağıtan; ilme, irfana, İslâm ve medeniyete, insanlığa ömür boyu hizmet eden bir aileymiş.

78ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

hayrülhalef üç tane aslan gibi erkek evlat bı-raktı. Mehmet, Emre ve Eren, babalarına son derece itaatkâr ve bağlıydılar. Tabiî annelerine de. Babalarının manevî vârisi olacaklarından da eminim. Üçü de ehl-i kalem ve ehl-i kelâm gençlerdir. Nilüfer Yenge de öyle. Hepsine cân ü gönülden baş sağlığı diliyorum. Allah ken-dilerine sabr-ı cemil, hayırlı ve uzun ömürler versin.

Bendeniz, Miyasoğlu ailesini Tanzimat Devrinin meşhur hâce-i evveli (İlk öğretme-ni), yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi aile-sine benzetirim. Onlar da yazan, yayınlayan, dağıtan; ilme, irfana, İslâm ve medeniyete, in-sanlığa ömür boyu hizmet eden bir aileymiş. Edebiyat tarihleri ve biyografi kitapları böyle yazıyor. Miyasoğlu ailesinin de -mâlum- Ko-nak Yayınları var.

Okuyucularımız mazur görsünler, acımız çok taze, o bakımdan söze nereden başlayaca-ğımı, nasıl sürdüreceğimi, nasıl sona erdirece-ğimi ben de bilmiyorum. Bugün Ağustos’un on dördü. İki haftadır, hangi mekânda olur-sam olayım, kimlerle beraber bulunursam bu-lunayım, bir manevî sancı içinde kıvranıyor, elime kalemi bir türlü alamıyorum. Nihayet bugün kendimi toparlayarak şu naçiz satırları dökmeye başladım.

Takdir edersiniz ki, hiç de kolay değil, bir insanın elli beş yıllık arkadaşını kaybetmesi. On iki yaşından beri tanışır, bilişir, konuşur, hâlleşirdik rahmetliyle.

İkimiz de Kayseriliydik. İkimiz de fakir aile çocuğu idik. İkimiz de Kayseri Askerî Ana-tamir Fabrikası Çırak Okulu’nda okumuş, oradan mezun olmuştuk. Adı geçen okulu bitirenlerden biri de merhum tiyatrocu, şair, yazar, gençlik kitapları müellifi, eski sendikacı Hasan Nail Canat’tı.

Ben, Çırak Okulu’na 1957’de on iki yaşın-da ikinci dönem öğrencisi olarak girmiştim. Miyasoğlu ve Canat benden bir sınıf arkadan geldiler. Bu okulların amacı, askerî fabrikala-ra kalifiye işçi, eleman yetiştirmekti. Bu okula ellişer kişiden beş dönem öğrenci alındı. Daha sonra Kara Kuvvetleri, Genel Kurmay, sanırım maksat hâsıl olduğu için kapattı. Kayseri’de

sanayinin gelişmesinde bu ve benzeri okul me-zunlarının önemli bir rolü olmuştur. Kayseri’de Tayyare Fabrikası’nın ve Devlet Demir Yolları İşletmesi’nin de birer çırak okulu vardı. Mus-tafa ve ben motorcu idik. Hemen hemen aynı atölyelerde, aynı servislerde çalıştık. Üç yıllık okulun üç yıl da mecburi hizmeti vardı. Onla-rın hepsini tamamladık. Okulda öğleye kadar ders görür, öğleden sonra tulum giyip fabrika-da çalışırdık. İkimiz de uzun yıllar beden işçisi olarak çalıştıktan sonra fikir işçisi olarak yolu-muza deva ettik.

Bakanlık, okulumuzun denkliğini kabul etmediği için, orada sanki üç yıl ortaokul oku-mamış, endüstri meslek liselerinin orta kısmı-na denk hatta daha üstün bir eğitim ve öğre-tim görmemişiz gibi, Millî Eğitim’in, sonraları kısmen düzelteceği, yanlış bir kararı yüzünden dışarıdan ortaokulu bitirme sınavlarına girmek ve bütün derslerini vermek zorunda kaldık. Peşinden Kayseri Akşam Lisesi’ne kaydolmuş-tuk. Üç yıllık lise müfredatı akşam liselerinde dört yıla yayılmıştı. Dört yıl boyunca gündüz fabrikada işçi olarak çalışıp akşam okulda ders görerek orayı da bitirdik.

Bendeniz 1965’te İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Bir yıl okuduktan sonra Edebiyat Fakültesi Türkoloji Gece Bölümü’ne geçtim. 1966’da orada Mustafa’yla beraber okumaya başladık. Mustafa 1973’te okulu bitirip Şehremini Lisesi Edebiyat Öğretmenliği’ne atandı. Ben biraz daha oyala-nıp 1975’te mezun oldum. Develi İmam-Ha-tip Lisesi’ne tayinim çıktı. Miyasoğlu, İzmit İmam-Hatip Lisesi’nde de yıllarca Edebiyat öğretmenliği yaptı.

Uzun yıllar Mimarsinan Üniversitesi’nde Türk Dili Okutmanlığı’nda bulundu. Beş yıl kadar Pakistan’da Türkçe ve Türk Edebiyatı okuttu. Zügüdar adlı özgün gezi kitabı o yılla-rın mahsulü ve hatırasıdır.

Miyasoğlu, anlatmakla bitirilecek bir adam değildir. Yukarıda özetin özeti olarak verdiğim resmî hayat ının dışında sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: “Altmış yedi yıllık bir romandır Mus-tafa Miyasoğlu.”

Yattığı yer, “Cennet bahçelerinden bir bahçe” olsun. Hepimizin başı sağ olsun… ■

79ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Ş E M S E T T İ N Ü N L Üile Yukarışehir üzerine

Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna cevabım roman yazarının tarihi değiştirme gibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hakkı söz konusu değil.

A. FARUK GÜLER

Bu toprakların yetiştirdiği önemli bir yazarsınız. Eserlerinizde Elazığ’ın izlerini görmekteyiz. Özellikle Yukarışehir romanında Harput’u dolayısıyla Elazığ’ı okumaktayız. Bu tür eserler hem edebiyatımız hem de şehrimiz için nadide eserler.

Yukarışehir romanından bahsetmek benim de severek yaptığım bir şey. Bu kitapla ilgili sorular ge-nellikle “Neden kitabın adı Yukarışehir.”şeklinde. Bizim zamanımızda kimse Harput demezdi, herkes Yukarışehir olarak adını ifade ederdi. Orası Yukarışehir’di, Bugünkü Elazığ’a Mezre derlerdi. Ben de romanı yazarken adı ne olsun diye hiç düşünmedim. Romana ad vermek önemlidir, dü-şünürsünüz günlerce fakat bu eserimde ben hiç düşünmedim hemen Yukarışehir adını koydum. Hem Doğu’da hem Batı’da Yukarışehir’de yaşa-nanlar az yaşanmış bir olaydır. Başka şehirlerde bir örneği daha var mı bilemiyorum. Diğer şehirlerde daha çok depremler var, işgaller var.

Yukarışehir romanını kaleme alma sebebi-niz nedir?

İlkokul birinci sınıfı ben Harput’ta okudum. Harput’un girişinde şu an restore edilmiş olan bina bizim konaktı. Harput’u o dönemde yaşa-dım. O zamanlar Harput’ta hayat henüz ölü de-ğildi. Çarşıda dükkânlar vardı, iki fırın vardı, iki hamam vardı, hamamlardan birisi hiç yanmaz oldu, öteki arada bir yanmaya başladı. Sarahatun

Camii’nin arkasında büyük çarşının ara sokakla-rında yemeniciler çarşısı, saraçlar çarşısı, bakırcılar çarşısı vardı. Bunların izlerini gördüm ve yaşadım. Daha sonra bunlar da indiler aşağı mezreye, aşa-ğıda da bu çarşılar kuruldu, neticede bir iniş baş-layınca gerisi kendiliğinden geliyor. Maalesef bu iniş sonrasında evlerden geriye kalanları, ağaçları hep kireç ocaklarında yaktılar. Günlerce sürdü, yaklaşık iki yıl sürdü sanırım. Bir kısım aileler de evlerinin kapılarını, kıyamadıklarını aşağıdaki ev-lerine taşıdılar. Bu süreçte bir de baktık ki Harput yok olmuş. Bağlarda kalanlar bir tek kaldılar, bir de merkezde birkaç ev. Bende şiir bir tutkudur. İlk dönemlerimden beri şiir yazarım. Tüm bunları yaşamak beraberinde bunun romanını da yazmayı getirdi.

Yazdığınız roman var olduğu sürece Harput’u yaşatacaktır. Bu noktadan hareketle bir sanat eserinin insana faydası ne olmalıdır?

Bunu duymak beni mutlu ediyor, teşekkür ediyorum. Harput, canlı olduğu zamanlarda mü-ziğiyle, dokumasıyla, ipekçiliğiyle, dericiliğiyle öne çıkmış bir merkez. Cıvıl cıvıl bir şehir. “Har-put neden böyle oldu?” sorusunu çok sık duyuyo-rum. Elbette bunun birçok sebebi var. Bir tanesi, tehcir kanunu nedeniyle göç eden Ermeni aileler. Birçok sanatkâr, usta, malumunuz Ermeni aileler içerisinde yer almakta. Tehcir kanunu neticesinde

80ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

göç eden ailelerle ilgili bu sözlerim yanlış anlaşıl-masın Harput’ta hiçbir zaman ermeni soykırımı olmamıştır. Giden yaklaşık yüz elli kişi vardır fa-kat hiçbir şekilde soykırım söz konusu değildir. Dedemden, babamdan hiçbir şekilde duymamı-şımdır.

Roman yayınlandığı dönemde eserle ilgili size ulaşan eleştiriler neler oldu?

Bu eser hakkında yazılan yazıları toplasam mutlulukla söyleyeyim hacimli bir kitap olur. Eleştirmenlerin çok güzel yazıları oldu. Semih Gümüş, Mehmet Erdoğan, Pertev Naili Boratav gibi isimler eser hakkında oldukça güzel sözler söylediler. Boratav o zaman Fransa’da yaşıyordu, bana bir mektup göndermişti. Kendi el yazısıyla yazdığı mektubu benim için aldığım ödüllerden daha kıymetlidir. Mektubunda diyordu ki: “Bili-yorum bu romanın arkasından yeni eserlerin ge-leceğini ve bekliyorum.” diye güzel şeyler yazmış-tı. Gerek dergilerde yer alan yazılar gerekse bana söylenen ifadeler, hep olumlu yönde oldu. Daha sonra Toprak Kurşun Geçirmez adlı eserim yayın-landı ki o daha çok geniş Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında geçiyor.

Harput’u, Elazığ’ı tekrar yazmak isteseniz bugün anlatacağınız şeyler neler olabilir?

Bir kuşak içerisinde şehir adeta on beş kat bü-yür mü? Var mı böyle bir olay? Hızlı bir değişim söz konusu. Belirli bir kültüre sahip olan bu şe-hir üstelik bir de o kültürü korumaya çalışmakta. Siz de dergi olarak gerçek anlamıyla bu değişimin içerisinde çok zor ve bir o kadar güzel işler yap-maktasınız. Bunlar göz ardı edilemez elbette. Bu

değişime dikkat edilebilir sanırım.

Elazığ’da geçmişten bugüne kültürel bir ge-lişme görüyor musunuz? Yani saygı ve sevgi git-gide zayıflıyor. Onun yerini sanat doldurabilir mi? Dayanışma sağlayabilir mi?

Elazığ’a çok sık gelemiyorum ancak Ankara’da Elazığ derneğinin toplantılarına katılıyorum. O toplantılarda böyle bir zayıflama göremiyorum. Çok değerli insanlar var gerek il dışında gerekse Elazığ’a geldiğimde tanıştıklarım arasında. Sizler bu kültürün örneğisiniz. Sevginin, saygının, bağlı olduğunuz kültürün özelliklerini taşıdığınızı gö-rüyorum. Ancak aynı zamanda bir deformasyon da söz konusu. Bütün toplumda görülen bozul-manın yansımalarını Elazığ’da da görmek müm-kün. Bir kargaşa, itiş kakış, saygı noksanlığı insan-ların ortaklaşa kullandıkları mekânlarda maalesef yaygın. Tek tek insanlarla karşı karşıya geldiğiniz-de eski kültürün izlerini taşıdıklarını, o kültürü korumuş olduklarını görüyorsunuz. Ancak toplu mekânlarda bunu görebilmek mümkün değil.

Eserlerinizi nasıl kaleme alıyorsunuz yahut bu süreç nasıl işliyor?

1980 yılında bir boşluk oluştu hayatımda, emekli de olunca tabi, işte o boşluk içerisindey-ken günde 6-7 saat çalışarak romanımı hazırla-dım. Yukarışehir romanımın yazılıp bitmesi aşağı yukarı beş yıl sürdü. Ben kolay yazan bir insan da değilimdir. Güç yazarım, değiştiririm. Bu şekilde uzun soluklu bir çalışmanın ürünü oldu eserle-rim. Yukarışehir ile bitmedi tabii. Yukarışehir’in yok olma nedenlerinden biri de 93 Harbi idi. 93 Harbi’nin de yazılması gerektiğini düşündüm.

Soldan sağa: Mustafa Yalçın, Ömer Kazazoğlu, Necati Kanter, Şemsettin Ünlü, Nazım Payam

81ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Bu harbe babamın dedesi 200 gönüllüyle birlikte katılmış. Sunguroğlu’nun kitabında bu bilgi yer almaktadır. Onların öyküsü ne olabilir sorusu da zihnimde yer alıyordu. O 200 kişiden geriye 34’ü dönmüş. Bu da büyük bir dramdır. 93 Harbi tam anlamıyla Osmanlının sonu olmuş, sonunu hazırlamıştır. Bu savaş Anadolu insanının bilin-cine işlemiştir. O dönemlerde konuştuklarında 93 Harbi’nden önce doğdu yahut sonra dünyaya geldi gibi söylemler bulunmakta ve bu da insanı-mızın bilinç dünyasına nasıl yerleştiğinin bir gös-tergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Halk bu sa-vaşla, çöküşün gerçekleştiğinin de farkına varıyor.

Tarihimize baktığımızda anlatılacak o ka-dar çok hikâye var ki… Bunları kaleme alma-lı, filmini çekmeliyiz diye düşünüyorum. Sizin yaptığınız da bu aslında.

Haklısınız, ben de bu durumdan oldukça şikâyetçiyim. Tarih ile roman ilişkisi nasıl olmalı-dır sorusuna cevabım roman yazarının tarihi de-ğiştirme gibi bir hakkı söz konusu olamaz. Yani tarih ne diyorsa ben onu yazıya aktarmalıyım. Çünkü o yaşayanların kendilerini savunma hak-kı söz konusu değil. Halkın ilgisini çekmek için, roman okunsun diye değiştirir de ilginç hale getir-meye kalkarsan bu haksızlık olur. Yapılmaması ge-rekir. Benim roman anlayışım budur. Eğer tarihi konu ediniyorsam gerçeği ele almalıyım.

Günümüzde yazarların büyük çoğunluğu İstanbul’da. Doğumlarıyla, eğitimleriyle İstanbul-lu değiller. İstanbul’a yerleşmişler, yazarlığı orada yapıyorlar. Daha sonra ikinci bölge Adana, sırasıy-la İzmir, Trabzon ve Diyarbakır gelmekte. Hâlbuki Doğu Anadolu bu vatanın en çok anlatılması gereken bir parçasıdır. Orada yaşananlar çok daha romantik diyelim. Kemal Bilbaşar’ın Kemal Tahir’in bu bölgeyi anlatan eserleri var. Kemal Ta-hir, tarihi doğru yorumlamıyor bence. Büyük ve iyi bir romancı ancak tarihi kendi bildiğiyle tahrif ediyor, bu da doğru bir davranış değil tabii.

Günümüz insanı Kurtuluş Savaşı müca-delesini batılı yazarların bakış açısıyla, batılı askerlerin tutmuş oldukları günlüklerle öğren-mekte. Kendisine yabancılaşan bireyin yine kendi tarihini bir başkasından dinleme sevdası da söz konusu. Televizyon kültürü de bunda hayli etkili. Yanlı, değiştirilmiş, tahrif edilmiş tarihimizi televizyonlarda batılı gözle seyredi-yoruz.

Belki de bu bir süreçtir. Her toplumun yaşa-

ması gereken bir süreç. Tabiki tarihi tahrif etmek hiç de hoş değil. Mutlaka gerçeği yazmak lazım diye düşünüyorum. Turgut Özakman var örne-ğin. Şu Çılgın Türkler’i yazdı. Ancak sadece ola-yın bir yönünü yazmak olmaz. Çılgınca bir savaş-tır Kurtuluş Savaşı, o yönüyle anlatmak hakkıdır ama bu çılgınlıklar içerisinde nice trajediler ya-şanmıştır. Aynı dönemlerde ben de İsmet Paşa’nın Ağır Topları adlı eserimi yazmıştım. Ancak benim eserimde her ayrıntısı işlenmiştir. Tasavvur edin, Kurtuluş Savaşı yapılırken 26 iç isyan vardır. Eser-de onları anlatmak gerekli çünkü orda da bir tra-jedi bulunmakta. Türk toplumuna zarar vermez bu durum, ancak sanatın amacı eserde o acıların da anlatılmasıdır.

Sizin gibi güçlü kalemlerin yeni eserlerini merakla bekliyoruz. İlerleyen süreçte herhangi bir çalışmanız söz konusu mu?

Az önce de söylediğim gibi roman yazmak be-nim için hayli meşgul edici bir çalışma temposu getiriyor. Bilemiyorum ne olur… İsterseniz şu an iki kitaptan bahsedeyim. İlki Bin Beyaz Karanfil. Ben roman yazmaya başladıktan sonra şiir yayın-lamadım. Yazdığım şiirleri hep sakladım. Daha sonra onları dönüştürüp tekrar tekrar onardım. 2012’ye kadar olan şiirlerimi bir kitapta topladım. Şiir kitabıma bir önsöz yazdım, önemlidir benim için. Yaklaşık 45 şiir oldu, Bin Beyaz Karanfil adıyla Manas Yayınları’ndan çıktı. Bir de Kurbağa Avcıları adıyla bir öykü kitabım var, dokuz öykü-den oluşmakta. Şimdiye kadar dergilerde hiç öykü yayınlamadım. Şiirlerimde yayınlanmış olanlar var fakat öykülerim daha önce hiç yayınlanmadı. Öyküde güzel bir yan var, sanal öğeler katabili-yorsunuz anlatıya. Romanda yapılamayacak bir özelliği öyküde yapabiliyorsunuz ve öyküye çok yakışıyor.

Bir konuşmanız esnasında dediniz ki: “ben bu dili annemden öğrendim”. Bu cümlenizden hareketle anadil veya son iki yüz yılda Türkçe roman dilini yakalayabilmiş midir?

Annelerimizin bize ilk öğrettiği şey, dilimiz. Şunu belirteyim, tereddütsüz bizim annelerimiz, Harput’un anaları, bize öyle güzel bir dil öğretti-ler ki, öyle kıvrak bir dil ki, hiç kuşku yok büyük bir yetkinliğe sahip. Bu dil, roman dili olarak çok uygun bir dil. Roman dünyasında bir kadını ko-nuşturacaksanız bunu ben kendi annemde kolay-ca bulabiliyorum ve romanın akışı içerisinde hiç yadırganmıyor. ■

82ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Geçmişten bugüne kadar kitap, insan hayatında çok önemli bir iz bırak-mış ve yer işgal etmiştir. İnsanın

duygu, düşünce ve hayal birikimlerini sözle ifa-de ettikten sonra, bunları nesillere intikal ettir-mek maksadıyla kalıcı hâle getirmek gerektiğin-de kitaplaştırma amaçlanır. Bu bakımdan kitap-lar, insanların bilgi hazineleridir. Birer banka gibidirler. Manevi ihtiyaçlarımızı tatmin etmek istediğimizde, bu bankalara müracaat ederiz. Kitaplar; sadece roman, şiir, hikâye gibi edebî kıymeti haiz eserler değillerdir. Günümüzde; güzel sanatların her dalında, resim, heykel, ka-rikatür, sinema, müzik, kültürel veriler, antika eşyaların fotoğrafları, çeşitli fotoğraflar, minya-türler vs. ortaya konan çalışmaların toplandığı değerli eserler de kitaplaştırılmıştır.

Matbaanın olmadığı dönemlerde çeşitli bil-giler; elle, harfler marifetiyle divit, kalem ve mürekkeple kâğıtlara aktarılır, bu kâğıtlar bir araya getirilerek ciltlenirdi. Hatta Kur’an da elle yazılır ve çoğaltılırdı. Bu işlemin adına kopyala-ma, eski deyimle ‘istinsah etme’ denilmektedir. O zamanlar bu işi yapan kişiler, yani hattatlar,

geçimlerini bu yolla temin etmekteydiler. Zira matbaa yoktu.

Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu so-nucu çıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygu-landığı gibi, yazar ve çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeği bu sonucu verebilir.

Şehrimizde de kültürel faaliyetlerin yoğun-luğu yanında, bu faaliyetlerin hemen hepsi-nin içinde yer alan yazar ve şairlerimizin iki mekânda toplandıklarını görüyoruz. En yoğu-nu ve faaliyetlerin organizasyonunu yapan ve sekizinci yılını dolduran Manas Yayıncılıktır. Diğeri ise Elazığ’da üç ayda bir yayınlanan, İstanbul’da yayınlanan dergilerden farksız ve on dördüncü yılını idrak eden Bizim Külliye dergi-sidir. Her iki kurumda toplanan kültür insanla-rı, çok güzel ve kalıcı faaliyetlere imza atarken, çoğu buralara mensup bu sanatkâr kişiler, 2013 yılında yeni kitaplarını da yayınladılar. Sadece 9 eseri Manas Yayıncılık yayınladı.

Bunlar Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divaneleri, Dr. M. Naci Onur’un Harput-

Şehrimizde yeni kitaplar

M. NACİ ONUR

83ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

lu Divan Şairleri, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Şenel’in Elazığ İli Yer Adları, Doç.Dr. Tarık Özcan’ın Kördüğüm, Şemsettin Ünlü’nün Bin Beyaz Karanfil, Süleyman Kaan Yalçın’ın Azerbaycan Fuzuli Araştırmacılığı, Doç. Dr. Zülfi Güler’in Harput Ağzı, Yrd. Doç. Dr. Abdulkadir Kıyak’ın Elazığ İli Zi-yaret Yerleri’dir.

Bu eserlerin yanı sıra gerek Elazığ’da gerekse dışındaki hemşerilerimizin de yine 2013 yılında yayınladıkları kitaplar oldu. Şerif Akdemir’in Çiçekten Harman Olmaz, Nurettin Uytun’un Keyfiyet Berkemal, Nev-zat Ülger’in Osmanlı’nın İktisat Mantığı, Ziya Çarsancaklı’nın Gülşen-i Şuara, Le-vent Genç’in Tam Bir Fıkra Öğrencilerim, Lütfi Parlak’ın Su’dan Gelen Hz.Musa, Or-han Gökçe’nin Yaşam İzleri isimli eserleri. Ayrıca Bizim Külliye dergisinin genel yayın yönetmeni Nazım Payam da Ses ve Yaz’ı aynı yıl Ötüken yayınları arasında neşretti.

Kültür şehri Elazığ’da edip ve şairlerin çokluğu dikkat çekiyor. Yılın ilk altı ayın-da 17 adet kitabın yayınlanması ve Ma-nas Yayıncılık kurumunun bu miktarın 9 adedini üstlenmesi, bunun da mimarının yayıncılığın koordinatörü Şener Bulut ol-ması oldukça önemlidir. Bu nev’i kitap neşriyatının şehrimizde olmasının temelini Harput’un kadim ilim ve irfan ocaklarının geçmişte var oluşuna dayandırabiliriz. Her geçen yıl basılan kitapların daha fazla olu-şu, bu tezimizi doğruluyor.

Gelecek yıllarda şehrimizde basılacak kitapların sayısının giderek artacağını ve okuyucu bulacağını temenni ediyoruz.■

Bir istatistik yapılmış olsa, ülkemizde en fazla kitabın basıldığı yerin İstanbul olduğu sonucu çıkar diye düşünüyorum. Zira ülkemizde teknoloji en iyi tarzda, ilk defa bu şehirde uygulandığı gibi, yazar ve çizerlerin yoğunluğunun da burada olduğu gerçeği bu sonucu verebilir.

Gölgesine sığınanıTepmeyen tek şehir oyduSeven, içten olmayanıYapmayan tek şehir oydu

Konmuş aşkın kulesineSevginin bileşkesineKendisinden başkasınaBakmayan tek şehir oydu

Mozaik içli duygudanArınmış her tür kaygıdanSevgiden, aşktan, saygıdanSapmayan tek şehir oydu

Bağrında ovalı, dağlıZengin, fakir, soylu, köylüSımsıkı hayata bağlıKopmayan tek şehir oydu

ORHAN KOLOĞLU

HARPUT

84ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

Bizim şehir türlü türlüdür!... İnsanlar var çeşit, çeşit…Çoluğu-çocuğu, yaşlısı-genci, memuru-işçi-

si, akıllısı-delisi, hırlısı-hırsızı, yollusu- yolsu-zu, serserisi diye uzatabiliriz... Köpekler var tip tip… Sokak köpekleri-evcil köpekler, kangal-tazı-zağar-fino-kaniş… Kedilerimiz var, evle-rimizi paylaştığımız. Vazgeçemediğimiz atla-rımız var; yağız-al-kır-doru, saf kan, beygir, binek, küheylan... Eşekler var; yük taşımaktan sırtları yara olmuş. Tavuk, horoz, kuş derken uzar gider bizim şehirde yaşayanları sayması. Çoğu zaman şehirde bu kadar canlıyla beraber yaşadığımızı fark bile etmeyiz, tıpkı aramızda yaşayan, bizden biri olup ama bizim gibi dü-şünüp tepki vermeyen, kural tanımayan in-sanların farkına varmadığımız gibi. Bunlara topyekûn “deli” deriz. Görmemezliğe gelip ya da bazen şaka olsun diye alay ederek, onları

Bizim şehir*MAHİR ADIBEŞ

* Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı için.

"... insanların akıl, davranış geçişleri arasında, biz her ne kadar tek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde ve altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısım bizimle farklılık yaşadığı gibi kendi aralarında da çok uyumlu gözükmüyor."

85ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

kızdırıp gülüp geçeriz… Kim kimi idare ediyor bilinmez, onlar mı

bizi yoksa biz mi onları…Necati Kanter Hocam bizim dostları yaz-

mış, beni unutmuş, üzgün!... “O kitapta bir ek-sik var, seni yazmayı unuttum,” dedi, üç gün-dür gülüyorum. Teselli etmek için, “Canın sağ olsun bir dahaki sefer…” dedim. O da gülmeye başladı. Bu gün (18 Haziran 2013) kitap pos-tadan çıkıp geldi. Şöyle bir bakıp gülümsedim, beni yazmayı unutmayı bırak her sayfada beni yazmış!…

Necati Kanter’in Bizim Şehrin Divanele-ri” adlı hikâye kitabını inceden inceye oku-dum. Bu hikâyeler daha önce Bizim Külliye Dergisi’nde neşredildiğinden çoğunu biliyo-rum. Yalnız burada benim “inceden inceye” sözüm laf olsun diye değil. Bu kitap hakkında söylenecek sözüm olsun diye böyle okuyorum. Elbette Hoca kendi üslubuyla ve hassasiyetiyle hikâyeyi yazıyor! Bu konuda hem gözlemleri-ni hem de hayalini belli oranlarda kullanıyor. Düşünüyor, araştırıyor, unuttuğum bir şey kal-masın derken asıldan da uzaklaşmamak için dimağını dinç ve taze tutmak zorunda olma-nın sorumluluğunu taşıyor.

Hikâye olarak yazılanlar; yaşayan, var olan bir canlı, sokağımızda bizden biri…

İşte bu tip belgesel hikâyeler yazma malzeme, konu, kurgu olarak avantajlı olsa da merkezde kalma, hayal, yaratıcılık açısından zordur. Yani hikâye soyut sanata benzemez. Yapılabilir mi yapılır ama sonuçta yazdığınız (o) olmayabilir. Eğer “O”na bağlı kalacaksanız ve bu hikâye olacaksa çevreyi yani “Bizim Şeh-ri” unutamaz, göz ardı edemezsiniz. Onun için diyorum ki bu zaman diliminde dimağınızı sürekli taze tutmak zorundasınız. Burada ya-zarın hayalleri, yaratılıcılığı yaşanmış hayatın önüne geçemez. Çünkü ortada herkesin bildiği bir hayat var ama anlatılan o hayat değil, yaza-rın zihin süzgecinde yoğurduğu var olan fakat başkasının ve yaşayanın yaşadığı sürece farkın-da olmadığı hayat.

Şahane bir hikâye kitabı, “Bizim Şehrin Divaneleri”. Türk edebiyatında benzerini hatırlamıyorum. Dünya edebiyatında, “Bir

Delinin Hatıra Defteri” Gogol’un sahneye de uyarlanan hikâyesini hatırlıyorum. “Buzlar Çözülmeden” (Deli Çavuş; “Ama bütün memle-ket bana deli diyor.” Kaymakam; “Ona bakarsan bir sürü zırdeliye akıllı diyen milyonlarca insan yaşıyor bu dünyada.) Bu cümlelerin sahibi Ce-vat Fehmi Başkut’un beyaz perdeye de Kemal Sunal tarafından aktarılan tiyatrosu; tamamen kurgu.

Mutlaka bu konuda yazılmış başka edebiyat eserleri de vardır fakat “Bizim Şehrin Divane-leri” isimden de anlaşılacağı gibi bu şehirde herkesle yaşayan insanlar bunlar; ister “deli” deyin ister “divane”. İsterseniz bizim şehri böy-le kabul edin. “Kılık kıyafetlerinin düşkün olu-şu, bakışlarındaki tedirginlikleri ve olağan dışı davranışları ile şehrimizin en sevimli insanlarıy-dı onlar.” Sokağın bu insanlarındaki o “bakış-larındaki tedirginlikleri” kaç kişi görebildi, kaç kişinin dikkatini çekti düşünen var mı hiç?...

Necati Kanter’in “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabı “manas” yayınları arasında çıkmış. Mükemmel bir kültür hizmeti... Bu kitaptaki “Bizim Şehir” belli, Elazığ! Yalnız bu kitapta bir özellik var divaneleri kitaptan çıkardığınız zaman bütünüyle Elazığ kültürü (Gazi Caddesi, Kapalı Çarşı, türküleri, gazelle-ri, kasketi, şalvarı, yiyecekleri, yardımlaşması, insan ilişkileri, konuşması, yaşantısı gibi.) bu kitapta yer alıyor. Yani bu kitap Elazığ’ı esaslı bir şekilde kültür bütünlüğü içerisinde ele al-mış. Eğer bu oyunda her bölümü ayrı bir kişi (!) değil de bütün bölümlerde hep beraber yer alsalardı bu eser bir roman olarak karşımıza çı-kabilirdi.

Necati Kanter, bu şehrin sakinlerini zaten yadırgamıyor, “Onlar bulunduğu mekânın ço-cuğudur.” diyerek yaklaşıyor. “Delilik, velilik ya da dâhilik arasında ince bir bağ olduğunu söyleyenler vardır.” Sözleriyle de bu ayrımın kolay yapılamayacağını daha doğrusu böyle bir ayrımın yapılmayacağını anlatıyor. Bunu, “Delilerle veliler arasında bir ruh akrabalığı ol-duğu söylenir.” sözleriyle de pekiştiriyor. Yani yazar burada iki tane giriş yazarak bizi akraba-larımıza yakınlaştırdıktan sonra hikâyelerine başlamış. Bu iki girişle de ileride bu konuya

86ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

eğilecek olanlara ışık tutsun diye olmalı bence de iyi bir yaklaşım. Yazar aslında çok önemli bir konuya da dikkat çekmiş bu kitapla. Türk Edebiyatı’nda delilere, divanelere bu kadar yer verilmesine rağmen bu konuda yeterince ayrı-calıklı yazılmamışlardır.

Necati Kanter, her davranışı bir bütünün parçaları gibi algılamış. Hikâyelerinde o ka-dar merhametli, hoşgörülü, duygusal, sevecen yaklaşmış ki bu farklı düşünüp, davranan in-sanlarla iletişim kurmak sanırsınız ki bu kadar kolay! Tabi, onları anlamaya ya da kendinize benzetmeye çalışırsanız iş zor, yok eğer oldu-ğu gibi kabullenirseniz mesele daha anlaşılır ve kolay…

Bu kitaptan anlıyoruz ki; insanların akıl, davranış geçişleri arasında, biz her ne kadar tek tip (mertebe) görsek de aklın üstünde ve altında olmak üzere iki kısmı var. Bu iki kısım bizimle farklılık yaşadığı gibi kendi araların-da da çok uyumlu gözükmüyor. Hatta bu üç mertebe bir kişide zaman zaman görülebilir. Şehbenderzade Ahmet Hilmi bu konuda gö-rüşünü şiirle ortaya şöyle koyuyor: “Erenlerin çoktur yolu/Cümlesine dedik deli/Ko desinler bize deli/Usludan yeğdir delimiz.” Edebiyatta bunlar daha çok mantık ölçüsünde değerlendirildiği gibi şiir, mani, türkü, hikâye, aşk söylemlerin-de (delikanlı, delioğlan, deli âşık, deli divane, kitap delisi gibi) benzetme açısından da kulla-nılmıştır.

Deli Musto, Nüzhet Dede, Fehmi Baba, Rüviyeti Baba, Mehti Metin, Şavaklı Hacı Veli, Apbo Molla, Cevdet Baba, Recep Gakgo, Dono, Yusuf Efendi, Aliye Bacı, Küçük Ha-nım, Fethiye Sultan, Münir Baba ve diğerle-ri... Şimdi isimleri burada geçince bir an durup düşünelim! Birçoğu tanıdık. Şehrimizde bir dönem bunlar da vardı. Kimine deli dedik ki-mine ermiş, içinde şair, müzisyen olan bile var-dı. Aralarında Alevi, Sünni, Hıristiyan olduğu gibi inanmayanlar da vardı. Bizim şehir bun-ları hiç ayrı tutmadı. Dono, Ermeni asıllı bir vatandaşımız, “Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide…” derken bu deli bizim akıl tutsakları-na ne güzel tasavvuf dersi vermiş. Nüzhet Dede şiirleriyle edebiyatın içinde:

“Bu mülkün sahibi kimdir düşünmez mi ah-

maklarÇekil artık yeter ey kahbeler, kancıklar, al-

çaklar”“Bizim Şehrin Divaneleri”, yazıldığı yerin

kültürüyle haşir neşir olup Türkçeyi Elazığ ağzıyla çok güzel kullanan bir kitap. Kitap müzikal seslere sahip hikâyeleri içeriyor. Hele Türkçeye kazandırmaya çalıştığı yörenin ağ-zında var olan kelimeleri zenginliğimiz değil de nedir? “Tuman (don), üsküre (bakır tas), teşt (büyük bakır leğen), çedene (yabani fıstık), gı-dık (çenenin altı), seko (palto), dib (pancar), çağa (çocuk), fistan (entari), hırik (eski ayakkabı), poto (kısa boylu), gıldırlanmak (yuvarlanmak), fosso (içi boş), süyünk (toprak damın saçağı).” Bu ke-limeler anlatıma bir değer ve zenginlik katıyor.

Buradaki kişiler yaklaşımla, bütün şehirler-de olsa da ilk defa Necati Kanter’in uzun bir gözlem ve özverili çalışmasıyla ortaya çıktı. “Bizim Şehrin Divaneleri” Türk edebiyatında ilk ve sanırım şehir kültürü açısından “divane-ler” irdelendiğinde de dünya edebiyatında tek örnek sayılabilir. Belki deliler hakkında çok eser yazılmış olsa bile bu kadar şahane şehir kültürüne katkısı olan bir esere bir daha rast-lamak zor. Yazar çok kişinin aklına gelmeyen bir yönü ele almış. Belki nesneleri yazmak, bu ruhu, bedeni, şekli olan adamları yazmaktan daha kolay olsa gerek. Elazığ halk kültürünün renkli simaları haline gelen bu insanları Necati Kanter, “Bizim Şehrin Divaneleri” adlı hikâye kitabında ölümsüzleştirmiş. Şimdi şehrimizin sesini daha doğru işitip ve daha doğru okuyup anlayabiliriz. Şehrimizin rengârenk desenleri, güzellikleri, hüznü, acıları, kahkahaları, koku-ları varmışta biz farkında değilmişiz. Bu şehir, sizin gibi düşünüp davranmayan canlılarla be-raber yaşadığınız şehir!...

Necati Kanter, Münir Baba hikâyesini Ze-keriya Bican’a ait iki beyitle bitirmiş dilerseniz biz de onunla son verelim.

“Aslında ne hısımdı ne akrabaydı toplumda onlar

Bir yerde hısımdan, akrabadan daha yakın-dılar

Aliye Bacılar, Deli Cevdetler, Münir BabalarŞimdi bu güzel şehrin tablosunda donup

kaldılar”■

87ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

“Sen de insanlık âleminin gelmiş geçmiş zincirinde bir halkasın.”

Dünyanın bugün geldiği nok-tayı düşününce insanın aklı, havsalası almıyor. 1900 yılında 2 milyar bile değilken 2000 yılın-da 6 milyar, 2010 yılında 7 milyar… Sonrası için senaryolar muhtelif, rakamlar da… Dünya bu sıkleti çeker mi, çekmez mi, bilinmez. Lâkin çevre ile ilgili meseleler hiç de iç açıcı değil. Ya hars/kültür? “Globalleşme” dedikleri tüketime ayarlı anlayışın sonucunda ortaya çıkan hare-ketlilik başımızı döndürüyor. Dünyaya hâkim olan medeniyet anlayışının kültürü de hepimi-zi sarıp sarmalıyor. Her şey birbirine benziyor gitgide. Dünyanın küçüldüğü manasına gelen “globalleşme” kelimesini, ben “yuvarlaklaşma” olarak algılıyorum yani şekilsizleşme, omurga-sını kaybetme… Harsımız, harslarımız yok ar-tık, hepimiz yuvarlaklaşmanın birer parçasıyız, karşı çıkarken bile…

Eski fotoğraflar, eski filmler ayrı bir tat verir oldu. Farklılığımızı, ağız tadımızı gö-

Eylül ve yazAHMET ULUDAĞ

Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam, yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına varmaktadır, ama yine de gönlünde o Eylül tarafının ona verdiği hazlar yer almakta. Ben böyle okudum, kitabı/kitapları…

88ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

rebiliyoruz. Bir de o günleri hiç yaşamamış-lar var ki, onlara ne bırakacağız? “Tower”ler, “residence”ler, “SUV”lar… Makineler, ekran-lar, telefonlar… Yeşili olmayan, tabiattan uzak, gri sokaklı şehirler… Dünyada ilk defa şehirde yaşayanların sayısı, köyde yaşayanları aştı, bir süre önce. Hızla, köyler kasabalara, kasabalar şehirlere, şehirler büyükşehirlere, büyükşehir-ler birleşik şehirlere, yerleşim koridorlarına dönüşüyor, insanlar da bu akımın içerisinde yuvarlanıp gidiyor. Böyle bir ortamda, daha dün olmadan, dünde kalan şehirlerin güzünü, yazını; baharını, kışını yaşayanların not ettikle-rini gün yüzüne çıkarmalarını dört gözle bekler oldum. Bu bekleyişe bu yıl Nazım Payam yeni kitabı, “Ses ve Yaz” ile ara vermeme sebep oldu (Ötüken Yayınları, 160 sayfa).

Mahalle bakkalına, kitapçı dükkânına mef-tun ben (ara sıra, daha doğrusu sık sık şeytana uyup onları atlayıp alışveriş yapsam da), bir kitapçıya sipariş vererek İzmir’de kitaba sahip oldum. Böyle anlatıyorum, çünkü Iğdır’da bu meseleyi çözememiştim, belki de ben bece-rememiştim. Benim kitabevi meftunluğum, maalesef, kitap seçilecek ve alınacak sürenin ötesine hiç geçmemiştir, diyebilirim. Oysa Nazım Payam için kitabevleri “insana şehirli olma zevkini aşılayan, yaşadığı şehre yakışan” mekânlardan biridir. Kitabevi sohbetlerinde doldurmuştur dağarcığını biraz da… Belki de çokça… Ama kesinlikle (ve hatta başka “okur yeteneklerle” beraber) yazarlık serüvenine adım attığı, “Fırat/Hazar Şiir Akşamları” ve “Bizim Külliye” gibi iki kültür hazinesinin temellen-diği yerdir. Bahsettiğim “Şehir ve Kitapevleri” başlıklı yazının yanı sıra kitabın tamamında yazarın okuma, düşünme, yazma serüvenine ait doğrudan ve dolaylı anlatımlara rastlamak, çıkarımlar yapmak mümkün. Bunlar arasında kitabın ilk yazısı, doğrudan yazarlığa adım atı-şını anlatan bir yazıdır.

Okurken, kendi çocukluğumu, ergenliği-mi birçok yerinde bulduğum bu yazılarla ilgili yazarken, konuyu dağıtmamaya çalışıyorum. Nasıl unuturum, Muhittin Amcayı ve onun ödünç kitap merkezini, “Kitap Bank” (sevgim beni, bu Türkçeye uymayan isimlendirmeyi hoş görmeye yönlendiriyor), “al götür oku ge-

tir”; mahalledeki çocuk kütüphanesini, Çukur Çarşıdaki resimli roman ağırlıklı kitap pazarı-nı… Bak, yine dağıldım… Okuma zevkini aşı-layan mekânların benzerliği Anadolu şehirleri-nin, insanının benzerliğinin de resmidir. Bu ilk yazıda şöyle diyor Nazım Bey: “… tezkirelerin uzantısı biyografi ve otobiyografilere düşkün-lüğüm “Mukaddime” (Dede Korkut’un Mu-kaddimesi) ile başladı”.

Ses ve Yaz’ı hem yazarın hem de Elazığ’ın otobiyografisi sınıfına sokabiliriz. Yukarıdaki cümleme dönersem, Anadolu’nun otobiyogra-fisi… Bir yazının, kitabın türünün ne olduğu, edebiyat uzmanları için ehemmiyeti haizdir; ama bir okur, bir aydın için çok da önem taşı-mayabilir (Bu konuda Emin Ma’luf ’un (Amin Maloof ) hatıralarının Türkçe tercümesinde roman olarak lânse edilmesine itirazımı saklı tutuyorum). Benim için de “Ses ve Yaz”ın türü hiç mühim değil. Denemeler deyin, hatırat de-yin, otobiyografi deyin… Hepsinden bir parça, hepsinden bir tat var. Parça parça yazılarda bir bütünlük var.

Okurken ben de kitapları çizerim, yazarım sayfa kenarlarına, tıpkı Nazım Hoca gibi… Kitapta çizdiğim işaretlediğim yerleri paylaş-mak isterdim. Bütün dikkatime rağmen fazlaca çizmişim. Esasen bu kitabın her sayfasında altı çizilecek, hak verdiğim veya beni başka ufuk-lara götüren birkaç cümle var. Meselâ, şehir ve çevre üzerine yazdıkları. İyi okumak lâzım. Şehirler inşa ediyoruz ama şehirli gibi yaşama-yı öğrendiğimiz tartışılır. Şehrin ince zevkinin farkında mıyız, şehrin Eylül tarafında olmasak bile… Şehirler ile çevre ile okurluk mukaye-sesi bir de “tabiat” kelimesiyle taçlandırılsaydı, bütün bir Türk dünyası o yazıyı kavrayabilirdi diye düşünüyorum.

Gelenekler, mekânlar ve isimler… Şiirler, türküler, mâzi olmuş âdetler, sokaklar… Ki-taplar, sadece bir cümle ile bahsedilen ama bunu da okumam lâzımmış diye düşündüren. Çoğunlukla da mütefekkirler, şairler ve yazar-lar… Süleyman Bektaş özel yeri olan özel bir isim. Süleyman Bektaş’la ilgili yazıyı okuyunca içim burkuldu. Bu nasıl bir dünya ki, dedim… Ama biliyoruz hayat düz ve eşit değil, hepimiz için. Zeki, ince zevkli, nevi şahsına münhasır

89ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

insanların anlaşıldığı kanaatinde değilim. Na-zım Hocanın alıntıladığı Bektaş şiirini okuyun mutlaka. Onun yazarlık ve şairlik yolculuğun-da bir köşe taşı… S. Bektaş’ı da yâd etmeliyim, dualarımda yeri olmalı… Sadece şahsından dolayı değil, onun gibi nice adsız, bilinmeyen, kaybolmuş münevver ve mütefekkir adına… “Bunda benim ne menfaatim olur değil haki-kat nedir” diyebilenler adına… Ya da Nazım Bey gibi “Zevki hakikatte arayacağımıza “ta-raf ” olduğumuzu” idrak edebilenler adına…

Sanat ve sanatkâr kitapta sık sık anlatılmış. Bazen nasıl olması gerektiği, bazen de olmama-sı gereken şekliyle… “Bütün renkler koyu kır-mızı libasa büründürüldü.” “Köyler, ilkin köy romancılarıyla ıssızlaştırıldı. Köylüler, ilkin köy romancılarıyla ötekileştirildi.” “Sanatçıyı korkutan günübirlik politik güdülere, biçim-sizliğe karışmaktır.” Eleştiri üzerine olan yazı ise kelimenin tam manasıyla, etrafını câmi, ağ-yarını mâni… Tarlasındaki andızı yakarken tu-tuşan Hasan Emminin söndürüldükten sonra kırıklar içinde götürüldüğü doktora söylediği şu söz ne güzel açıklar eleştiride olması gere-ken çizgiyi: “beni kürekle söndürdüler.” Aynı yazıdaki şu paragraf birçoğumuzun fikirlerinin tercümanı değil midir? “Vardığımız muhaliflik kavşağında Süleymaniye dilencilerinin tak-tikleri, söz erbabının üslûbundan daha tutar-lı, daha inandırıcı. Bugünlerde, taraf tutmak, taraf olmak veya “öteki”lerden şüphelenerek düşünmeye başlamak birincil meziyetimiz olu-verdi. Terbiye edilmekten çok doldurulmaktan hoşlandık. İltifatta yetersizler karşısında sinsi-leştik. Kendimizi kusursuz saydık, analizden sakındık.” Adaşı için şu yazdıkları, onun aydın tavrını, yazdıklarını sadece yazmadığını, aynı zamanda yaşadığını gösterir: “Nazım da büyük şairdi. …. Fakat büyük şairimizin bir büyük yanılgısı vardı; kabullenemeyeceği manzaralar-dan topyekûn kabullendiği despot bir sistem çıkarmak.”

Fikir dünyamızın ıssızlığı da dile getirilir: “Arayış yoktu, sunulmuşları kabul veya ret var-dı. Adrese teslim müritler, mensubu olduğu ideolojinin nasıl bir sistem geliştirdiğini, niçin mücadele ettiklerini pek düşünmezlerdi.” Belki de yaşadığımız “Tebaadan vatandaşlığa geçme-

nin taksitlere bölünmüş faturasıydı” Kitap bazen bana şiirlere yazılmış derke-

narlar havası verdi. Kendisi de şair olan Na-zım Payam’ın şiir zevki için de mükemmel dememek mümkün değil. Onun şairlerle ilgili görüşü ise apayrı bir anlayış. “Roman inandır-maya dayanır, şiir inanmışlığa. Bundandır ki toplumlar büyük değişim talepleriyle, yeni bir ülküyle karşılaştıklarında ilkin bunların tem-silcileri olarak gördükleri şairlerin mısralarına eğilirler. ….. farklı güçleri rahatsız edebilir. …. kendi ülkelerinde dışlanmış, sürgün edilmiş, hücreye konulmuş yahut öldürülmüşlerdir.” Ama şiirin de ötesinde görür benim şiirimsi dediğim yazılarını: “Şiir, şairin nasıl bir sancı ürünü ise benim düzyazılarım da öyle, o sancı-nın, o içe dönüklüğün, alışkanlıkların ürünü.” Ben de öyle olduğuna katılıyorum.

Şimdi yazımın başlığına dönmek istiyorum: Yazımın başlığını “Eylül ve Yaz” koymamın

sebebini Nazım Payam’ı takip edenler kolay-ca anlayacaklardır, yazarın 2008 yılında çıkan “Şehrin Eylül Tarafı” isimli kitabını hatırlaya-caklardır. “Ses ve Yaz”daki yazıların bir kısmı daha önceki kitapta vardı. Ancak yazıların çoğunu yazarın yeniden ele alıp geliştirdiğini görüyoruz. Şehrin eylül tarafını yazar şöyle an-latıyor” Aşk Ateşi Mazi İster” başlıklı deneme-sinde:

“Geç de olsa anladım; şehrimizin Eylül tarafındaydık biz. Kolay para kazanmaktan, zevkten, yaşadıklarımızın inceliklerini yakala-maktan uzak, sarı solgun tarafında… Çocuk-luğum şehrin eylül tarafında kaldı.

“Ama şimdi nakledilmeyen, anlatılmayan yalnızca hatırladığım, hayatımızın kuytu nok-talarına serpilmiş küçük renklerden ne kadar mutlu olurduk.”

Şehrin Eylül tarafı böyle ise Yaz köşesinden nasıl bir ses geliyordu? “Yaz! Ah yaz! Her şairin, şehrin, mevsimin bir tonu var. Fakat başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı sessizlik bile” bir başka ahenk çınlatır.”

Şehrin Eylül tarafında pişen Nazım Payam, yaz tarafında ince şehirli zevkinin tadına var-maktadır, ama yine de gönlünde o Eylül tara-fının ona verdiği hazlar yer almakta. Ben böyle okudum, kitabı/kitapları…■

90ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

"Harput'a adanmış bir ömür"İshak Sunguroğlu

GIYASETTİN DAĞ

Hakkında kitap ve ya şiir yazılmamış şe-hirleri, gerçek manada “şehir” sayma-yanlar vardır. Derler ki şehirler onu

anlatan şairleri, yazarları varsa şehirdir. Harput’u anlatan yüzlerce şairden, binlerce şiirden bölüm bölüm bahsetmek elbette mümkündür. Bu bahis belki başka bir yazının, başka bir çalışmanın ko-nusudur. Ancak şehirleri şehir yapan, onları ölüm-süz kılan çalışmalar, biraz da –belki daha fazla- o yazarların o şehirde yaşadıkları ve hissettikleridir. Bursa’yı Tanğınar’dan; Antep’i Mithat Enç’ten; Sıvas’ı Ahmet Turan Alkan’dan; Kayseri’yi Emir Kalkan’dan; Elazığ’ı Nazım Payam’dan okuduğu-muzda elbette bu şehirleri şehir yapan tabloyu bi-raz daha doldurmuş oluruz.

Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık öm-rünün 30 yılını hasrederek hazırladığı ve yayınla-dığı “Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü vefa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bi-zim bilmediğimiz daha nelere yer verecekti.

İshak Sunguroğlu, 1888 yılında Harput’ta dünyaya geldi. Fakat iş yaşamı nedeniyle uzun süre Harput’tan uzak kaldı. Sunguroğlu, Harput’a gel-

91ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

diğinde baba ocağını, çocukluğunun geçtiği so-kakları, yıkık ve virane halindeki evleri gözyaş-ları ile gezerken bu eseri yazmaya karar verdiğini beyan etmektedir. Onun bu kitabı hazırlamasın-daki en önemli amacı, 1900’lü yılların başından itibaren hızla harabeye dönüşen ve 1945–1950 yıllarında yok olmaya başlayan Harput’taki abi-de insanları, kültür ve medeniyeti, sosyal hayatı kayıt altına almak, gelecek nesillere, araştırmacı-lara en doğru bir şekilde ulaştırmaktır.

Bugün hâlâ Harput ve Elazığ denilince akla gelen ilk kaynak İshak Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” adlı çalışmasıdır. Bunun en önemli sebebi ise onun bir tarihçi olmamasına rağmen eserini son derece bilimsel, kaynaklara dayalı ve belgeli hazırlamasıdır. Yine önemli bir unsur; atalarının mezarlarının bulunduğu, çocuklu-ğunda sokaklarında oynadığı, mekteplerinde eğitim aldığı bu kadim kente olan bağlılığı ve hasretidir.

Sunguroğlu 1948 yılında yazmaya başladı-ğı eserinin ilk cildini 1958 yayınlamıştır. Kita-bında tarihi süreç içerisinde Harput’un ismini araştırmakla başlayan Sunguroğlu büyük bir ciddiyetle Harput’un dört bin yıllık tarihini ortaya koymuş, Harput’un bu uzun sürecini bütün safahatıyla ele almıştır.

Merhumun eseri sadece bir siyasi tarih de-ğildir. Yazarımız, eserinde Harput’un binlerce yıllık tarihini dillendirmekle kalmamış, bura-nın yaşamını, inanç ve geleneklerini, yetiştir-diği yüzlerce âlim mutasavvıf, asker ve devlet adamalarını, yerleşim özelliklerine ve teknik detaylarına varıncaya kadar mimarisini, eko-nomik yaşantısını, düğün, bayram ve evlilik

gelenekleri gibi örf ve ananeleri tüm yönleri ile ortaya koymuştur.

Bugün Harput denilince hiç şüphesiz akla gelen konuların başında Harput Mahalli Mü-ziği gelmektedir. Yazar Sunguroğlu eserinde o günlerde ülkedeki bazı yasaklardan dolayı yok olmaya yüz tutmuş ve kaybolma tehlike-si ile karşı karşıya kalan Harput Musikisinin nadide örneklerini Merhum Vasfi Akyol’un notalarıyla kitabının üçüncü cildinde yer ver-miştir.

Eserinde Harput’un hemen hiçbir ek-sik tarafını bırakmamış olan Sunguroğlu, Harput’un o dönemde yaşayan ve daha önce-den yaşayıp da iz bırakan meczuplarına dahi kitabında bir bölüm ayırarak tanıtmış ve ha-yatları hakkında bilgiler vermiştir. Hatta bu meczupların şiirlerinden örnekleri de o sayfa-lar arasında bulmanız mümkün.

Sunguroğlu’nun eserini okuyup değerlen-dirdikten sonra şu tespiti rahatlıkla yapabi-liriz: Eğer bir gün Harput -Allah esirgesin- yıkılıp yok olsa, bütün izleri silinse bile bu esere bakılarak onu yeniden inşa edip gelenek ve görenekleri canlandırılabiliriz.

“Harput Yollarında” daha önceden Anka-ra Elazığ Vakfı tarafından değişik zamanlarda yayınlanmıştı. Şimdilerde yeniden yayınlana-cağına dair çalışmaların olduğunu duymak bizleri gerçekten sevindirdi. Eğer gerçekleşirse bu çalışma Harput’a ve Elazığ’a yapılmış çok önemli bir katkıdır.

Bu vesileyle Yazar Merhum İshak Sunguroğlu’nu rahmet ve minnetle anıyo-rum.■

Merhum İshak Sunguroğlu’nun 88 yıllık ömrünün 30 yılını hasrederek hazırladığı ve yayınladığı “Harput Yollarında” adlı dört ciltlik kitabı da bu eserlerden biridir. Kim bilir ömrü vefa etse idi, üzerinde çalıştığı beşinci cildi ile Harput’a dair bizim bilmediğimiz daha nelere yer verecekti.

92ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

21. Hazar Şiir Akşamlarının ardındanNAİM ÖZDAMAR

Sanatın herhangi bir dalı ile hayatı ifade etmeye çalışanlar için estetiğin önemi büyüktür. Eşyada, sözde, plastikte taşta,

ebruda aradığımız estetiği; şehirlerin hem fiziki hâlinde hem de ruhlarında görmek, yakalamak koklamak, duymak ve tatmak isteriz.

Dostlar, 21. düzenlenen Elazığ Hazar Şiir Akşamlarına şair ve yazar sıfatımızla bizi de panelist olarak davet etme lütfunda bulundular. Hem okumak hem de bazı eserlerden not alabil-mek amacı ile otobüs yolculuğunu tercih ederek bu on dokuz saatlik yolculuğa katlandık.

Elazığ'a girince içimiz âdeta burkuldu. Tarih ve sanat arayan gözlerimiz, ana caddelerde dört beş katlı çirkin betonarmeler ile tepelerde ve etek-lerde birbirleriyle yarışırcasına yükselen «site»lerin çirkin, özensiz ve de sanattan uzak manzaraları ile karşı karşıya geldi. Batı Anadolu'nun büyük ve orta ölçekli kentlerinin huzuru hiçe sayan çirkin

şehirleşmesi buraya da bulaşmış, diye düşündüm. Gerçekten yenilenmiş Elazığ, ilk görüldüğü anda gönlümüzde ümit bırakmadı. Ta Harput'u gö-rünceye kadar… Betonlaşma kanseri her ne ka-dar Harput'un da tenine dokunmuşsa da özgün tarihî yapıları özenle korunmaya çalışılmış. Nere-deyse Harput ve Elazığ ayrı iklimlerin iki şehri… Birisi tarih, sanat kokarken diğeri sadece ve sade-ce beton yığını…

Ancak Elazığ insanı, Harputlu kalmış. Hoş-görü, cana yakınlık, sevecenlik ve Türk'ün ilk özelliklerinden olan misafirperverlik... Bu mezi-yetlerin hepsi Hazar şiir etkinliklerine katılanlara yansırken, şehrin insanına ve tarihin imbiklerin-den süzülüp gelen insani hasletlerine âşık olma-mak imkânsız. Halk ve yönetim bu özellikleri o kadar güzel paylaşmakta ki...

En insani duygularla yün başlıklı bir ihtiyara derdini dinlemek için sarılan ve şiirin Elazığ için

93ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

ne derece önemli olduğunun idrakiyle, Elazığ'ı Türk dünyasının şiir başkenti yapmak ideali ile güzeller güzeli bir vali gördüm: Sayın Muammer Erol.

Cana yakın, enerji yüklü ve şehrine sahip çık-tığı her hareketinde aşikâr Belediye Başkanı Sayın M. Süleyman Selmanoğlu.

Elazığ'a kazandırdığı Nurettin Ardıçoğlu Kültür Merkezi'nde hak ederek oturan ve Elazığ'a müdürlük değil hizmetkârlık yapan İl Kültür ve Turizm Müdürü Sayın Tahsin Öztürk.

Elazığ denince Fikret Memişoğlu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Göktürk Mehmet Uytun'dan sonra ilk akla gelen bu merhum şair-lerimizin halefi Sayın Ahmet Tevfik Ozan.

Validen başlayarak kamuda araç kullanan memurlara kadar tüm görevliler Hazar Şiir Akşamları'nın aksaksız geçmesi için seferber ol-dular.

Şiir festivali şairlerin karşılanması ile başladı. Batı Kitabevi ise Elazığ’da yer alan belki de üç büyük şehrimizde dahi çok az sayıda bulunan bir kültür yuvası. Sahibi Mehmet Hanefi Batı, kam-panyalarla her Elazığlıya bir kitap okutma ama-cında. Sayın Vali ve Belediye Başkanının Hazar Şiir Akşamları’na katılan şairlere «hoş geldiniz»i bu kitabevinde düzenlendi.

21 Haziran Cuma günü Sayın Vali Muam-mer Erol başta olmak üzere tüm sanatseverlerin katıldığı,»Kartpostallarla Eski İstanbul», «Yahya Kemal'in Fotoğrafları ve El Yazıları» sergileri ile « Eski İstanbul ve Elazığ» resim sergileri açıldı. Aynı gün Prof. Dr. Mustafa Koç'un nefis anlatı-mıyla «İstanbul Konferansı»nı dinledik.

Etkinliğin en güzel yanlarından biri-si olan mehteran bölüğü arkasındaki «şairler yürüyüşü”ne başta Sayın Vali Muammer Erol ve birçok güzide simanın yanı sıra pek çok Elazığlı da eşlik etti.

Tarihî Öğretmenevi binası önünde 21. Hazar Şiir Akşamları’nın açılışı yapıldı.

Elazığ'ın diğer bir beğenilesi yönü ise müziğe, Türk müziğine olan yeteneği ve tutkusu. Elazığ Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun İstanbul ve Yahya Kemal güfteleri ağırlıklı konseri ise nefisti.

Sayın Ahmet Tevfik Ozan'ın yönettiği «Şiir Akşamları Paneli»nde konuşmacı olarak Osman Aytekin, Remzi Zengin, Alim Gerçel ve Zübeyde

Gökbulut ile beraberdik. Şiir akşamlarının bugü-nünü ve daha da ileri gitmesi ve verimli olmaları için neler yapılması gerektiğini tartıştık.

«Edebiyat İstanbul» panelini Bahtiyar Aslan yönetirken Atilla Şentürk, Süleyman Erguner, Almas Binnatova, Abdülkadir Emeksiz, İsa Ko-cakaplan konulara tam hâkimiyetleri ve belagat-leriyle alkış aldılar.

Hazar Şiir Akşamları Hazar Gölü kıyısında düzenlenen muhteşem ses ve görselliklere sahip final gecesi ile son buldu. Yahya Kemal şiirlerini yorumlayan iki liseli gencin ses tonları ve yorum-lama becerileri de harika idi.

Mükemmel hazırlanmış gecede iki noktayı eleştirmeden geçmeyeceğim. Nurullah Genç gibi usta bir şair ve yorumcunun ardından, yaşına hürmeten kötü bir şiir ve yorum getiren Elazığlı yaşlı şairin çıkarılması uygun olmadı. Güzelim İstanbul ağzıyla sürüp giden şiirlerin, sadece din-leyene tebessüm ettirdiği için Erciş ağızlı bir şiirle noktalanması hoş değildi.

21.Hazar Şiir Akşamları’na emek veren ve katılan her bir kişi ayrı ayrı övgüye layıktır. An-cak etkinlikler boyunca farklılıkları ile göze çar-pan Sayın Vali Muammer Erol, Belediye Başka-nı Süleyman Selmanoğlu, İl Kültür Ve Turizm Müdürü Tahsin Öztürk, Ahmet Tevfik Ozan ve katılımcılardan Sayın Prof. Dr. Süleyman Erguner, Prof. Dr. Ahmet Atilla Şentürk, Prof. Dr. Mustafa Koç, Bahtiyar Aslan, Prof. Dr. Almas Binnatova, Yahya Akengin, Nurullah Genç, Kazakistan'dan Maksut Hanzhakir, Makedonya'dan Leyla Emin Şerif, Kırgızistan'dan Kunduz Avashova, Özbek Jarborov Turamırza, İstanbul'dan Ya-vuz Zarifoğlu, Gagauzeli'nden Güllü Karanfil, Kıbrıs'tan Emel Kaya, İstanbul’dan Ekrem Kaftan ve Antalya’dan Cansın Erol, Nevşehir'den Osman Aytekin, Tokat'tan Remzi Zengin, Kayseri'den Alim Gerçel, Kırşehir'den Zübeyde Gökbulut, Sarıkaya'dan Kelami Akdemir ve Ali Akbaş'ı anma-dan geçemeyeceğim.

Hiçbir şehre nasip olmayacak kadar şair, yazar ve aydına sahip olan şanslı Elazığ; siluetini beğenme-diysem de insanına vuruldum desem yalan olmaz. Çünkü insanında şiir gördüm, sanat gördüm, Türklüğün her hasletini gördüm ve kısaca insan-lık gördüm.

Elazığ, seni ne kadar kıskandım bilemezsin.■

94ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

YELİZ ÖZTÜRK

Birleyerek OluşmakFelsefe ve Tasavvuf Üzerine konuşmalarYayına HazırlayanlarDoç. Dr. Levent BayraktarDoç. Dr. Fulya Bayraktar

Prof. Dr. Kenan Gürsoy ile yapılmış olan bir dizi sohbetten oluşan bu eser, on iki başlık altında çağın problemlerini, kültürel, ente-lektüel, manevi buhranları, insanın özne ol-maklığına dair sıkıntıları ele almakta ve bunlar karşısında kendi düşünce geleneklerimizden

hareketle çözüme yönelik imkânlar bulunabi-leceğine işaret etmektedir. Bu bağlamda tasav-vufla bütünleşen bir tefekkürün ufukları, ta-savvufla ilişkin olduğu düşünülen kavramların felsefi bir dikkatle yeniden işlenebileceği ve böylece oluşabilecek bir dilin anlamı ve değeri de ele alınmıştır. Bu çabada felsefe ve tasav-vufun kavramları, yaklaşımları ve çoğu zaman da sohbet içerisinde açılan insani ve etik alanın hususiyetleri yol gösterici olmuştur.

“Bir bilmek, bir görmek ve bir sevmek” ifadesi ile özetlenebilecek olan bu tefekkürün

95ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3

temelleri “birlik” ideası (fikri) üzerine inşa edilmiştir.

İsteme adresi: Aktif Düşünce Yayıncılık

Üç Güzeller MasalıNâzım H.Polat

Üç Güzeller Masalı’nda, Prof. Dr. Nâzım H. Polat’ın çeşitli konularda kaleme aldığı, farklı dergilerde farklı zamanlarda yayımlanan deneme ve serbest yazıları bir araya getirildi. Akademik sınırların olabildiğince dışına çıkarak aydın kimliğiyle hissettiklerini kâğıda döken Polat, esere giren yazılarında birbirinden çok farklı konulara odaklanıyor. Bu eserde, Türkçenin güzellik ve inceliklerinden, unutulmaya yüz tutmuş -hep hatırlanası- simalara; hocaya vefadan, yaşanılan şehre vefaya uzanan geniş kültür ikliminde usta bir kalemin “ferdî duyarlılık” gezintisi kimi zaman sessizce, kimi zaman en yüksek perdeden ancak hep ‘samimiyet'le dile geliyor.

İsteme Adresi: Kurgan Edebiyat

Ruhumu Kuşatan ŞehirlerMehmet Kurtoğlu

“Benim için yeni bir şehre girmek, yeni bir hayata göz açmak gibiydi.”, “Ve ben her şeh-ri, bir âşık edasıyla büyük bir arzuyla gezdim.” “Şehirlerin ruhlarını kaybettiği ve birbirine benzediği bir zaman diliminde, henüz hafı-zasını kaybetmemiş, modernizme direnerek ayakta kalabilmiş birkaç kadim şehri dolaşır-ken görüp yaşadıklarımdan dolayı kendimi şanslı görüyorum. Çünkü henüz modernizme teslim olmamış, ruhunu kaybetmemiş, binler-ce yıllık birikimiyle dipdiri ayakta duran bu şehirlerin son tanığı olduğumu düşündüm her zaman.” Diyen Mehmet Kurtoğlu, bu kitabın-da Anadolu’nun bir ucundan diyer bir ucuna gezdiği gördüğü şehirleri gezi-deneme tarzın-da kaleme almış ve şehirleri anlatırken ruhunu katmış adeta.

İsteme adresi: Çizgi Kitapevi Şiirsel Kimlikten Mekânsal sınırlaraİkinci Yeni Şairlerinin Mekân Algısı

Beyhan Kanter

Şiiri toplumsal olandan uzaklaştırdıkları, anlamsız ve soyut bir noktaya getirdikleri ve apolitik bir söyleyişe yöneldikleri iddialarıy-la sıklıkla eleştirilere maruz kalan İkinci Yeni Şairleri, her ne kadar bireyselliği öncelemiş olsalar da şiirlerinin tamamıyla toplumsal-dan uzak olduğu söylenemez. İçinde yaşadığı toplumla uzlaşamayan bireyin iç bunaltılarını yansıtırken toplumsala dokunmak zorunda ka-lan ve toplumsala başkaldıran İkinci Yeniciler, şiirlerinde bireyi özellikle «mekân aidiyeti» ve «zorunluluk» üzerinden değerlendirirler. Bu bağlamda İkinci Yeni şiirinde, mekân belirleyi-ci bir unsur olduğu gibi şiirlerin ana damarı da mekân-insan ilişkisi yönünde atar.

İsteme Adresi: Metamorfoz Yayıncılık

Sudan GelenBir Hz. Musa RomanıLütfi Parlak

Tabutu alan kadın, çocuklarını evde bı-raktığı için hayli telaşlıydı: “Ya ağlarlarsa, ya sesleri duyulursa, ya başlarına bir şey gelirse...” diye endişeleniyordu. Gerilmiş yaydan, çekil-miş kılıçtan daha gergin olduğu için başı dik, gözleri ilerideydi. İki arada bir derede kaldı-ğından sıkıntıdan patlamak üzereydi. Arada ağzını açıp derin derin soluyordu. Öyle ya... Ya çocuğun öldürülmesini bekleyecekti, ya da göz göre göre canından bir parça olan yavrusu-nu tabuta koyup suya verecekti. (...) Nihayet yerden aldığı kapaklı tabutu kucaklayıp evine getirdi. Koklayıp okşadı, ağlaya sızlaya alnına şefkat öpücükleri kondurdu. Sonra da cesareti-ni toplayarak bebeği yerleştirdiği ziftli tabutun delikli kapağını üzerine bağladı. Güneş tesir etmesin diye topladığı ağaç yapraklarını gölge-lik ederek hepsini birbirine iliştirdi. Ardından Allah’a havale edip Nil’e bırakıverdi.

Sudan Gelen, Hz. Musa’nın hayat öyküsü-dür.

İsteme Adresi: İz Yayıncılık■

96ey lü l -ek im-kas ım

2 0 1 3