Julia Pardoe- Sultanlar Şehri İstanbul (The City of Sultan and Domestic Manners of the Turks)

19
İÇİNDEKİLER 3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5 pralıbl Yayıncı Kuruluş ve Sahibi Kağıt Market Matbaacılık Reklamcılık Sanayi Ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi Özcan Yavuz Ayhan gever Î YAŞAR KEMAL: BİR GÖÇTEN, BİR SÜRGÜNDEN GERİYE KALAN SESLER VE SÖZLER ................ 4 İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Uyan Genel Yayın Yönetmeni Bilal Demir Yayın Kurulu Mesut Yıldırım / Ahmet Eş / Fatma Arpağ / Ömer Faruk Kızkın / Nuh Ötünç Tasarım Atilla Ceylan [email protected] Adres Kazım Karabekir Mah. 918. Sk. No:9/1 Küçükköy- Gaziosmanpaşa/İstanbul İletişim [email protected] facebook.com/fraktal edebiyat düşünce dergisi twitter.com/#fraktaldergi Basım Yeri Mutlu Basım Yayın Davutpaşa Cd. Güven İş Merkezi No: 264 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL e-mail: [email protected] Tel: 0212 577 72 08 Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın ISSN: 2148-1326 Fiyatı: 7 TL Abonelik Koşullan Yıllık Abonelik: 30 TL. Abone Bilgi İçin: [email protected] Abone Kargo Ücreti Alıcı Tarafından Tahsis Edilir M ehm et Şam il DAYANÇ SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ BAĞLAMINDA “MUADDEL ZAMAN/MEKÂN” 8 Habibe Yastıkcı DEMİR BİR DİL DEVRİMCİSİNİN BABASI: NURULLAH ATAÇ'IN BABASI HAMMER MÜTERCİMİ MEHMED ATÂ B E Y .................... 13 Meryem İ nce FAUST İLE SUÇ VE CEZA ESERLERİNDE YAZARLARIN AŞKINLIK HALİ ARAYIŞI VE ROMANTİZM............................................... 18 Azra SANCAK BİR “KADINLIK VE ERKEKLİK” SORUŞTURMASI: RUH ÜŞÜMESİ'NDE FEMİNİZMİN İZLERİ..... 26 Abdullah öztop ÇAĞDIŞINA İTİLEN ANADOLU İMGELERİ YA DA POST-MODERN KÜLTÜRDE MODERNİZMİN İNŞASI ............................................ 33 Bilal DEMİR RASKOLNİKOV'UN BALTASI ÜZERİNE SORGULAYAN BİR DENEME .................................. 37 Muhammet Sait güler YAZMA ESERLER VE YAZMA ESERLERİN TARİHİ GELİŞİMİ .......................................................... 40 Nuh ötünç KIRMIZI VE BEDEVİ ...................................................... 66 Cüneyt EREN SERÂBA .............................................................................. 66 M. Raşit ÇİÇEK EY YEMLİHA ...................................................................... 68 M. H. HOSSEİNİ PAMUK PAMUK KAR ................................................... 68 Hülya ACET KAPILI BÜYÜ ................................................................... 69 Yunus KADIOĞLU SERNAME ........................................................................ 69 Özlem TOPALOĞLU İLK GÜN'DEN GELEN'E .............................................. 70 Ömer Faruk KIZKIN KAYBOLAN ......................................................................... 70 Abdurrahim Hâdi BIYIKLI K U Z G U N S A V A Ş L A R I ................................................... 71 Ahmet EŞ ŞEHİR ..................................................................................... 71 Tuğba ŞAHİN GÖÇER SADAKAT ............................................................. 72 Ömer UYAN BAHAR MUŞTUSU ......................................................... 73 Mehdi Ehevân SÂLİS BULUŞMA ............................................................................. 73 Bedî HAKKI ACILI TOPRAKLAR ............................................................. 74 Celâl Âli AHMET KURUNTULAR ........................... ....................................... Fatih TORUN NAPOLİ, İTALYA .......................... ...................................... G. Ceren ulusoy 2014 EDEBİYAT ÖDÜLLERİ SAHİPLERİ BULDU ......................................................... 84 FRAKTAL SON SAYFA ÖNERİLERİ ......................... 88

Transcript of Julia Pardoe- Sultanlar Şehri İstanbul (The City of Sultan and Domestic Manners of the Turks)

İÇİNDEKİLER3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

pralıbl

Yayıncı Kuruluş ve SahibiKağıt M arket M atbaacılık Reklam cılık

Sanayi Ve T icare t Limited Şirketi Adına Sahibi Özcan Yavuz

Ayhan g e v e r Î YAŞAR KEMAL: BİR GÖÇTEN, BİR SÜRGÜNDEN

GERİYE KALAN SESLER VE SÖZLER................ 4İm tiyaz Sahibi ve

Sorum lu Yazı İşleri MüdürüÖ m er Uyan

Genel Yayın Yönetm eniBilal D em ir

Yayın KuruluM esut Yıld ırım / Ahm et Eş /

Fatma A rpağ / Ö m er Faruk Kızkın / Nuh Ötünç

TasarımAtilla Ceylan

atillaceylan34@ hotm ail.com

AdresKazım Karabekir Mah. 918. Sk. No:9/1

K üçükköy- G aziosm anpaşa/İstanbul

İletişimfraktaldergi@ gm ail.com

facebook.com /frakta l edebiyat düşünce dergisi

tw itter.com /#fraktaldergi

Basım YeriMutlu Basım Yayın

Davutpaşa Cd. Güven İş M erkezi No: 264 Topkapı - Zeytinburnu / İSTANBUL

e-m ail: m utlubasim @ gm ail.com Tel: 0212 577 72 08

Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın

ISSN: 2148-1326

Fiyatı: 7 TL

Abonelik Koşullan Y ıllık Abonelik: 30 TL.

Abone Bilgi İçin: abonefraktal@ gm ail.com

Abone Kargo Ücreti A lıcı Tarafından Tahsis Edilir

Mehmet Şamil DAYANÇ

SAATLERİAYARLAMAENSTİTÜSÜBAĞLAMINDA“MUADDELZAMAN/MEKÂN”

8

Habibe Yastıkcı DEMİR BİR DİL DEVRİMCİSİNİN BABASI:

NURULLAH ATAÇ'IN BABASI HAMMER

MÜTERCİMİ MEHMED ATÂ B E Y .................... 1 3

Meryem İn ce FAUST İLE SUÇ VE CEZA ESERLERİNDE

YAZARLARIN AŞKINLIK HALİ ARAYIŞI

VE ROMANTİZM............................................... 1 8

Azra SANCAK BİR “KADINLIK VE ERKEKLİK” SORUŞTURMASI:

RUH ÜŞÜMESİ'NDE FEMİNİZMİN İZLERİ..... 2 6

Abdullah ö z to p ÇAĞDIŞINA İTİLEN ANADOLU İMGELERİ YA DA

P O S T -M O D E R N K Ü L T Ü R D E

M O D E R N İZ M İN İN Ş A S I ............................................ 3 3

Bilal DEMİR R A S K O L N İK O V 'U N B A LTA S I Ü Z E R İN E

S O R G U L A Y A N B İR D E N E M E .................................. 3 7

Muhammet Sait g ü l e r Y A Z M A E S E R L E R V E Y A Z M A E S E R L E R İN

T A R İH İ G E L İŞ İM İ .......................................................... 4 0

Nuh ö t ü n ç K IR M IZ I V E B E D E V İ ...................................................... 6 6

Cüneyt EREN S E R Â B A .............................................................................. 6 6

M. Raşit ÇİÇEK E Y Y E M L İH A ...................................................................... 6 8

M. H. HOSSEİNİ P A M U K P A M U K K A R ................................................... 6 8

Hülya ACET K A P IL I B Ü Y Ü ................................................................... 6 9

Yunus KADIOĞLU S E R N A M E ........................................................................ 6 9

Özlem TOPALOĞLU İL K G Ü N 'D E N G E L E N 'E .............................................. 7 0

Ömer Faruk KIZKIN K A Y B O L A N ......................................................................... 7 0

Abdurrahim Hâdi BIYIKLI K U Z G U N S A V A Ş L A R I ................................................... 7 1

Ahmet EŞ Ş E H İ R ..................................................................................... 7 1

Tuğba ŞAHİN G Ö Ç E R S A D A K A T ............................................................. 7 2

Ömer UYAN B A H A R M U Ş T U S U ......................................................... 7 3

Mehdi Ehevân SÂLİS B U L U Ş M A ............................................................................. 7 3

Bedî HAKKI A C IL I T O P R A K L A R ............................................................. 7 4

Celâl Âli AHMET K U R U N T U L A R ........................... .......................................

Fatih TORUN N A P O L İ, İT A L Y A .......................... ......................................

G. Ceren u l u s o y 2 0 1 4 E D E B İY A T Ö D Ü L L E R İ

S A H İP L E R İ B U L D U .........................................................8 4

F R A K T A L S O N S A Y F A Ö N E R İL E R İ .........................8 8

JULİA PARDOE:SEYYAHLARIN GÖZÜNDEN İSTANBULOkan BÜYÜKTAPU / deneme

Pardoeya göre Türkler yeryüzündeki en pratik filozoflardır; daima mevcut vaziyetten hoşnutladır ve bunu bir lütuf olarak görürler. Başlarına gelen iyi bir şeye gereğinden çok değer vermeyi, bu iyiliği ellerinden kaçırdıklarında da arkasında yas tutmayı beyhude görürler. Türkiye’de soyla geçinen bir aristokrasi olmadığı için manevi bakımdan Avrupa’ya göre daha az sıkıntı çekerler.

Seyahatnâme hatıratın bir alt türü olan günlük, biyografi ve otobiyografiyle de yakından ilişkilidir. Türünün en önemli

malzemesi müellifinin ziyaret ettiği coğraf­yanın, gelenek ve anlayış farklılığı gibi durum ve olayları okuyucu aktarmasıdır. Seyahat­namelerin amacı görülen yaşanılan farklılıkları okuyucuya anlatmak, bu arada onu eğlendir­mek, meraklandırarak heyecanlandırmak ka­dar, elinden geldiği ölçüde bilgilendirmektir. Ahmet Haşim, Seyahatnam e sinde “insan ha­yatın tatsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin aleladeliğinden bir m üddet kurtula­bilme ümidiyle seyahate çıkar bu itibarla se­y ahat “H arikuladelikler A vı’dır." der. Lady Pardoe’dun satırlarındaki dünyanın içine gir­dikçe Ahmet Haşim’e hak vermeden edemez­siniz. Pardoe sadece harikuladeleri avlamakla kalmış hayatın kıyısında kalmış sıradanları bile okuyucularıyla paylaşarak onları bugünün dünyasına unutulmuş küçük harikalar olarak armağan etmiştir.

SULTANLAR ŞEHRİ İSTANBUL

Ju lia Pardoe

Çeviren: Ranu Buyukkal

Çizimler: W. H. Bartlett

1806 yılında ailesinin ikinci çocuğu olarak İngiltere’de Beverly’de doğan Julia Pardoe on dört yaşında yayınladığı şiir kitabıyla edebiyat dünyasına adım attı. 1829’da da ilk romanını

48

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1/Sayı: 5W

yayımladı. Lady Pardoe 1833’te Portekiz’e yapmış olduğu seyahate ait notlarını Portekiz’in Husu­siyetleri ve Adetleri adıyla yayınlayarak ilk ciddi çıkışını yapar. Ünlü bir asker olan babası Thomas Pardoe’nun 1836’da İstanbul’a resmi görevle atanması Julia Pardoe’ya İstanbul’u görme olanağı sağladı. Lady Pardoe babasının şöhreti ve resmi göreviyle nedeniyle İstanbul kaldığı süre boyunca büyük kolaylıklar ve iltifatlar görmüş bu sayede devletin ve toplumun ileri gelen şahıslarıyla dostluk ilişkileri kurabilmiştir.

Ülkesine döndükten bir yıl sonra 1837’de Sultan Şehri ve Türklerin Adetleri adıyla basılan seyahatnamesi büyük ilgi gördü. Bu ilgi üzerine ünlü ressam William Henry Bartlet ile Boğazi­çi’nin Güzellikleri kitabını hazırladı. Bu iki gezi kitabının yanı sıra Lady Pardoe İstanbul’da gördüklerinden esinlenerek Harem Masalı adlı bir roman yazmış ve 1839’da yayımlamıştır.

Lady Pardoe İstanbul’da

“...K alabalık tepelerin üzerindeki tahtına kurulmuş olan, sahilleri saraylardan bir çelenkle çevrili Boğaziçi’nin gümüş sularının eteklerini yaladığı... şehirlerin sultanı, harekete dökülmüş şiir İstanbul!”

Bunlar Julia Pardoe’nun ilk defa bir kış günü, İstanbul’u kar yüklü mantosuna sarınmış gördüğünde dudaklarından dökülen kelimelerdir. Aynı zamanda bir şair olan Lady Pardoe 30 Aralık 1835’te İstanbul’a ayak basar. Ailesi hassas bir bünyeye ve narin bir ruh haline sahip olan Lady Pardoe’nun üzerine titrer. Onu veremden korumak için sık sık ılıman iklimlerin hüküm sürdüğü yerlere seyahatler düzenler. Julia’nın babası Thomas Pardoe, Waterloo’da N apoleona karşı savaşarak itibar kazanmış bir askerdir. Thomas Pardoe İngiltere tarafından resmi bir görevle İstanbul’a gönderilince Lady Pardoe için de masallardan ve kendinden önceki seyyahlardan öğrendiği İstanbul’u ziyaret etme şansı doğar. Lady Pardoe kitabın takdim yazısında kendisini şair, seyyah ya da edebiyatçı olarak değil tarihçi

Julia Pardoe ve altta kendi İmzası

olarak tanımlar. Bu nedenle eserde tarihe not düşme atmosferi hâkimdir. Onunkisi tarafsızlıktan ziyade vicdanlı ve hakkaniyetli yazma çabasıdır. Kendinden önceki seyyahların peşin hükümlü yargılarını ve çarpıtmalarını sık sık eleştirmesinin yanı sıra aynı ülkede bulunan diğer Batılı şahısların içinde bulundukları toplumu anlamadaki gay­retsizliklerini de eleştirir.

Julia Pardoe geminin güvertesinde İstan­bul’un güzelliğine dalmışken yakınlarından geçen bir kayıktan gelen ve beyaz yaşmakların altından adeta şarkı söylercesine ahenkli konuşan kadınların Türkçelerini musikiye benzetir. Lady’nin ilk izlenimleri hep masalsı ya da bü­yüleyici değildir. Pardoe “Alnı bir taç gibi saran, renklerinin zenginliğiyle diğer elbiseleri şenlen­diren o haşmetli ve göz kamaştırıcı sarığın yerini nerdeyse tamamen almış olan çirkin ve manasız fes i her baktığı yerde görmekten duyduğu üzün­tüyü” ifade etmekten kendini alamaz. Yeniçe­rilerin ortadan kaldırılmasına müteakip kurulan

49

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

yeni ordunun neferlerine Batı tarzında kıyafet giyme zorunluluğunun sonuçlarından biri olan Fes kullanımı o dönemde artık hemen hemen tüm topluma yayılmıştır.

Lady Pardoe akşam karanlığı çöktüğünde İstanbul’un büyüsüyle daha da derinleşir. Par- doe’nin İstanbul’a varışı Ramazan ayına denk gelmiştir. Ramazan, cami minarelerinin kandil ışıklarıyla geceyi aydınlattığı aydır aynı zamanda. Osmanlıların dünyaya armağanı olan mahyaların ilk defa yabancı seyahatnamelere konu oluşu on altıncı yüzyılın sonunu kadar gider. Lady Pardoe da akşam karanlığıyla birlikte şehrin semalarını süslemeye başlayan mahyalar için şunları söyler: “Çevremiz alacakaranlığa bü­ründüğünde bütün camilerin minareleri birden bire parlak ışıklarla aydınlandı. Hiçbir şey bu manzaradan daha sihirli bir tesir icra edemezdi; karanlık, bu ruhani sütunların zarif hatlarını gizlemiş ve neredeyse en uçta minareyi kuşatan ışık halkaları, canlı elmaslardan müteşekkil üç katlı bir taç teşkil etmişti. Bunların altında ara­daki boşluğu dolduracak şekilde harika sürat ve dakikle bir birini izleyen ateşten desenler sal­lanıyordu: işte bir ev, şimdi bir gurup servi, sonra bir gemi veya çapa ya da bir buket çiçek. İstanbul hiçbir Avrupa başşehrine benzemeyen sihirli hareketli görüntülerle ışıklandırılıyor.

Türk Evi, Türk Kadınları, İftar

Julia Pardoe Pera’da bir Rum ailenin yanında misafir olarak kalacağı yere yerleştikten sonra ilk yaptığı şey bir Türk evine misafir olmanın yollarını aramaktır. Bu arzusuna ise çok geç­meden bir Türk tüccarın davetiyle kavuşur. Pardoe’nun İstanbul’u ziyareti Ramazan ayına denk geldiğinden gelen davet aynı zamanda oruçlu bir ailenin yaşantısı müşahede ve iftar sofrasını paylaşma şansını da beraberinde ge­tirdiği için ziyaretin ehemmiyeti bir kat daha artmıştır. Pardoe yanına tercüman bir Rum Hanım bulunduğu halde eve buyur edilir. Geniş merdivenler ve uzun bir koridordan geçerek

büyük ve sıcak olan haremin ana dairesine ula­şırlar. Lady Pardoe’nun dikkatini çeken ilk şey diğer yabancılarda da olduğu gibi ‘tandırdır .

Tandır yerden yüksek bir masanın altına ko­nan kor dolu bir mangalın üzeri örtülerek mey­dana getirilir. Masayı örten uzun örtüler boyunlara kadar çekilerek bu masaların etraflarında oturulur. Aile fertleri uzun kış gecelerinde bu tandırların etrafında bir araya gelerek sohbet ederlerdi. Bu sohbetlerin konuları genelde efsunlu masallar, batıl inanışların bulunduğu dedikodulardı. Bu sohbetler zamanla ‘tandırnâme’ adını almıştır.

Lady Pardoe Türk kadınlarının itiyatlarını son derece lüks ve tembelce bulur. Türk kadınların vakitlerinin çoğunu giyinerek, süslenerek, ha­mamda ya da uyuyarak harcadıklarını ama bu durumun değişmeye yüz tuttuğunu bize aktarır. Hem ev sahibi hem de misafir orucun manevi havasını yaşamak ve iftar heyecanı ve sofrasını paylaşmak üzerine sözleşmiş gibidir. Lady Pardoe ikram edilen içecekleri geri çevirerek iftarı beklemeye başlar. Güneşin batışına yakın sofra hazırlıkları muntazam ve hızlı bir şekilde tamamlanır ve sofranın başına geçilir. Odanın ortasına konmuş kocaman sinide soğuk ekmek çorbası, dilimlenmiş peynir, ançüez, havyar ve her neviden tatlının bulunduğu aperatifler ve pembe ve beyaz renkli gül kokulu şerbetlerle birlikte; üstüne balık döşenmiş pilav tabağı, yahni, balık, tavuk, av eti, hamur işi, muhallebi, dondurma ve son olarak yine pilav servis edilir.

Türk evi

50

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

Yemeklerin sofraya gelişinde herhangi bir sıra yoktur, tatlının ardından tuzlu, muhallebinin ardından yahniden yerler. Lady Pardoe herkesin bir tabaktan yerken olabildiğince karşı tarafı rahatsız etmemeye çaba gösterdiğini belirtir. Herkes yemeği sadece bir yerden kaşıklamaya özen gösterir ve yemek kapları büyük bir hızla değiştirilir. Yemek nihayete erince dövme ba­kırdan bir leğen ve ibrik getirilip eller yıkanır sonra kahve ve çubuk (nargile) faslı başlar.

Sohbete ara verildiği bir sırada evin büyük hanımın mangalda yakarak kömüre dönüştür­düğü cevizin karasıyla kaşlarını birleştirmesi Lady Pardoe’nin gözünden kaçırmaz. Bu, Türk kadınları arasında oldukça yaygın olan bir du­rumdur. Zaman zaman kaşlarının arasını döv­meyle bile birleştirdikleri diğer seyyahların eserlerinde de anlatılır

Lady Pardoe, Türk beylerinin evin hanımına her akşam getirdiği hediyelerin atlanılmaması gereken bir adet olarak görür. Evin beyi mevkii ne olursa olsun gündelik işlerini bitirdikten sonra gece evine eli boş dönmez. Getirdiği şeyin değeri mühim değildir. Bir salkım üzüm bir külah tatlı ya da gelir seviyesi daha düşük kesimlerde olduğu gibi birkaç küçük balık veya bir marul olabilir. Eğer evin erkeği bu vazifesini yerine getirmiyorsa bu karısını boşamak istediği manasına gelir.

Kapalıçarşı’da

Akşam yatılı misafir olarak ağırlanan Lady Pardoe’ya Kapalıçarşı’ya arabayla yapılacak bir gezi teklif edilir. Bu teklifi büyük bir memnu­niyetle kabul eden Pardoe evin hanımı ve ha­layıklarla birlikte yola koyulur. Kapalı Çarşı hiç de Lady Pardoe’nun hayal ettiği gibi değildir ve kendinden önceki seyyahların bu çarşıyı eserlerinde neden bu kadar abarttıklarına bir anlam veremez. Pardoe çarşıyı “kaba taşlarla döşeli nahoş derecede pis içinden gerek kokusu gerekse görüntüsü sevimsiz çok sayıda açık su gideri geçen, kötü ışıklandırılmış, beceriksizce inşa edilmiş ve labirentlerin tam amında gez­

mediğiniz takdirde kapladığı sahaya dair hiçbir fikir vermeyen tek çatı altında toplanmış küçük bir ticaret kasabasını andıran, her sokağı belli bir ticaret veya zanaat dalına ayrılmış çarşı” olarak tarif eder. Sarraflar, tütün dükkânları, kumaşçılar, pabuççular, bakırcılar, baharatçılar, seramikçilerden gezildikten sonra son ve en çok ilgilerini çeken durak güzel kokularının cazibesine kapıldıkları esansçılardır. Esansçı- larının bulunduğu kısmı Arap diyarının min­yatür halde cisimleşmiş hali olarak görür çünkü havada bir parfüm bulutu salınarak gezmektedir.

Bir AvrupalInın Gözünden Türkler

Lady Pardoe Türklerin anlaşılması zor mil­letlerden olduğunun altını çizer. Karşı taraftan da Türkiye’de yaşayan Avrupalıların onun ahlaki, idari ya da politik sistemini anlamaya yönelik kayıtsızlığından yakınır. Avrupalı kafası binbir gece masallarında olduğu gibi Şark’ın sırları, ba- tıniliği ve ihtişamı üzerine söylenenlerle o kadar yıkanmış, turistlerin anlattıkları masallara inan­maya o kadar alışmıştır ki ön yargılarından sıy­rılmalarını beklemek boşunadır. Pardoe İmpa­ratorluğun mükemmel bir coğrafi mevkiiye sahip olmasına rağmen maneviyatının bu mükem­mellikten hiç nasibini almamış olduğunu öne sürer. İmparatorluğun en kolay idare edilen in­sanlara ama aynı zamanda en kötü idare edilen hükümete sahip olduğunu söyler.

Pardoe’ya göre Türkler yeryüzündeki en pratik filozoflardır; daima mevcut vaziyetten hoşnutladır ve bunu bir lütuf olarak görürler. Başlarına gelen iyi bir şeye gereğinden çok değer vermeyi, bu iyiliği ellerinden kaçırdıklarında da arkasında yas tutmayı beyhude görürler. Türkiye’de soyla geçinen bir aristokrasi olmadığı için manevi ba­kımdan Avrupa’ya göre daha az sıkıntı çekerler. Boğaziçi’ndeki kayıkçı, sokaktaki hamal, selamlıkta seyis ileride paşa rütbesine ulaşmada eşit derece şansa sahiptir. Türkiye’de bir inkılabın olmaması büyük ölçüde bu şartlara bağlıdır. Avrupa’da ni­zamın alt üst olması, kazanacak çok şeyi olan

51

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5W

ama kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir sınıfın işidir. Osmanlı imparatorluğunda ise böyle bir sınıfın olmayışı bu durumu açıklamaktadır.

On aylık misafirliği süresince Pardoe Osmanlı tebaasından birçok etnik gurupla ilişki içinde olur. Rumların Türk efendilerine kalıcı ve şiddetli bir nefret beslediklerini belirtir. Her Yahudi’nin doğuştan tüccar olması gibi Rumları da doğuştan diplomat olduklarını belirtir. Ta­biatın onları kurnaz ve açıkgöz bir ruhla do­nattığını, ancak en büyük eksikliklerinin bir­birlerine karşı bile dürüst olamamaları olarak görür. Osm anlı idaresinin müsamahasının onları hür bir memleketin hür insanlarıymış­çasına bariz bir üstünlük ve dini güç temin etmiş olduğunun söyler. Ermenilerin cemiyetteki en değerli kesimlerden birini teşkil ettikleri münakaşa götürmez bir gerçektir. Muntazam ticaret itiyatları, iktidardakilere sorgusuz sualsiz itaatleri, onlara Türkiye’de elde ettikleri pozis­yonları bakımından çok uyuyor. Daha fazla zihni enerjileri olsaydı ve manevi bakımdan gelişmeye çalışsalardı Türkleri taklit etmekten fazlasını yapabilirlerdi ama Ermeniler yüksek­lerde hiç gözleri olmayan bir millettir.

Bayram Alayı

Kurban bayramı kutlamaları Pardoe’ya Gü­neşin Kardeşi ve Şark İmparatoru II. Mahmud’u görme imkânı verecektir. Pardoe ve babası geceyi Sultan Mahmud ve bayram alayını uygun bir yerden görebilmeleri için Suriçi’nde Sulta­nahmet Camii’ne yakın bir yerde geçirirler. Bayram kutlamaları arefe günü ikindi nama­zından sonra başlar. Bir biri ardına patlayan havai fişek ve toplar geceyi aydınlatıyor, fener alayı eşliğindeki Mızıka-i Hümayun sokakları dolaşıyor, daha sonra zurna ve davullar çalınarak bayram şenlikleri halka haber veriliyordu. Sa­bahın erken saatlerinde Pardoe Sultanahmet’in avlusuna yakın bir yere çekilen arabasında pa­dişahın gelmesini beklemeye koyulur. Pardoe kendisi gibi sultanı görmeye gelen Yahudi,

Rum, Ermeni, kadınların ve çocuklarının mey­dana getirdiği hoş görüntüyü bahar bayramın­daki rengârenk çiçek sepetlerine benzetir.

Devlet erkânın teşrifattaki yerlerine göre geçişinden sonra nihayet Sultan Mahmud’un geldiğinin habercisi olan atı görünür.

Lady Pardoe Sultan Mahmud’u şöyle tasvir eder: “soylu fizyonomisi ve zarif bir tavrı olan adam. Atının üstünde bir centilmen rahatlığıyla oturuyor ve ifadesi kati surette cezbediyordu. Fesine elmaslardan teşekkül eden bir tutam ta- vuskuşu tüyünü tutan bir tuğ takılıydı geniş mavi pelerini omuzlarında geriye doğru atılmıştı. Yakası mücevherlerle doluydu; dizginleri tuttuğu elin üçüncü parm ağında hayatta gördüğüm en iri pırlanta parıldıyordu. Sultan M ahmud y a ­kışıklı bir adam değil am a yüz hatları muntazam ve güçlü, gözleri parlak ve delici. Alnına indirdiği fesinin altından kıvırcık, kuzguni saçları görü­nüyor. Gür iyi kesilmiş sakalının asil görüntüsüne katkısı büyük ve aynı zamanda onu olduğundan daha genç gösteriyor. Varlığının bütün kuvvetiyle çok büyük bir kendini beğenmişliğin kurbanı olmuş. Garip görünse de yeniçerileri boğazlatan, kudretli bir imparatorluğa yenilikler getiren, yeryüzündeki en asık suratlı insanların hüküm­darı olan bu adam tam bir süs düşkünü. Güzellik arayışının esaslı bir müşterisi.”

II. Mahmud, “Sultan Mahmud çok yaşa!” haykırışları arasında ilerlerken gözleri Lady Pardoe’nun gurubuna takılır. Dikkatli ve uzun bir şekilde Pardoe ve yanındakilere bakan II. Mahmud gülümser ve atının yanında yürümekte olan bir zabitin kulağına eğilerek bir şeyler söyler. Zabit hemen kalabalığı yararak onlara doğru gelir ve hanımefendinin kim olduğunu İstanbul’a onu neyin getirmiş olduğunu sorar. Bu arada II. Mahmud aynı hoşmizaç ve lütüfkar tavırla onlara bakmaya devam etmektedir. Lady Pardoe zabite bir ingiliz hanım olduğunu ve memleketi görmek gayesiyle babasıyla birlikte Türkiye’ye geldiğini iletir. Sultanın yanına dönen zabit tekrar hızlı bir şekilde geri döner ve hanım tam olarak kim olduğunu öğrenmek

52

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi m Yıl: 2015-1 / Sayı: 5Va*

Sultan II. Mahmud

ister. İngiltere tarafından resmi görevle Türki­ye’ye gönderilen Thomas Pardoe’nin kızı ol­duğunu öğrendikten sonra adam bir kez daha geri döner ve bilgiyi Sultan’a ulaştırır. Namazın kılınmasının akabinde bayram alayındankilerin bayramlaşmaları ile bu güzel ve heyecanlı ko­şuşturmaca son bulur.

Modernleşen Osmanlı — Mekteb-i Harbiye’yiZiyaret

Babası Thomas Pardoe sayesinde devlet adam­ları nezdinde hüsnü kabul gören Lady Pardoe İstanbul’un ilk modern kuramlarından Mek­teb-i Harbiye’ye bir ziyaret gerçekleştirir. Ordunun modernleştirilmesi çalışmalarının Mühendisha-

ne-i Bahr-i Hümayun ve Mühendishane-i Berr- i Hümayun kurulmasından sonraki üçüncü ayağı olan Mekteb-i Harbiye’de nitelikli subay yetiş­tirilmesi amaçlanıyordu. Pardoe, babası ve birkaç dostuyla yaptığı bu ziyaretten oldukça etkilenir. Bina geniş ve dönemin son teknolojisine göre donatılmıştır. Bina içerisinde tam teşekküllü bir hastane, laboratuvar, matbaa, cami ve harita odaları bulunmaktadır. Mekteb’ten çıkan genç zabitlerin ileride yüksek mevkilere gelme olasılığı çok yüksek olduğundan mektebe oldukça yoğun talep bulunmaktadır. Lady Pardoe bu çok etki­lendiği yapı için duyduğu üzüntüyü satırlarına eklemeden edemez.

Pardoe’ya göre Mekteb kurulmasına sebep teşkil eden mühim gayeye erişmek için mecburi olan temel şartlardan mahrumdur. Büyük bir itina gösterilen mekteb için çok büyük mas­raflara girilmiş olmasına rağmen bu mükemmel makinenin en büyük eksiği tam verimle çalış­m asını ve hedefine ulaşm asını sağlayacak hünerli ellerden mahrum bulunması. Mektebin yönetimi ve hocalar iyi niyet ve samimi bir ça­lışmayla mektebi iyi işler bir hale getirmek is­temektedirler ama ne yazık ki lüzumlu kabiliyet ve tecrübe eksikliği kendini göstermektedir. Türk gençleri çalışkanlıkları, takdire değer ita- atkârlıkları ve ümit vaat eden kabiliyetlere sa­hipler ama ne kadar gayret ederlerse etsinler tabiatları yaratıcı olmaktan çok taklitçidir. Par­doe Mektebin kurtulabilmesi için tek ümit ol­duğunu söyler. Ona göre Avrupa’da eğitim gören ve gelecek vaat eden genç öğrencilerin günün birinde belki de mektebin dirilmesini mümkün kılabilir. Pardoe şimdiki haliyle mek­tebi boş bir gölge ve kireç boyalı bir mezar olarak görür. Kurtuluş için memleket üzerindeki Rus nüfuzun kırılmasını İngiltere’nin devlete yardım etmesi gerektiğini söyler.

Selimiye Kışlası ve Erişte Fabrikası

Lady Pardoe’nun M ekteb-i Harbiye’den sonra ziyaret ettiği diğer bir modern kurum

53

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5W

Selimiye Kışlası’dır. Parode dünyadaki örnek­lerine göre oldukça şık bir biçimde inşaa edilen kışlayı bir saraya benzetir. Kışla hassa muha­fızlarına ait olduğu için payitahtın en mükemmel kışlasıdır. Yol boyunca karşılaştıkları hassa mu­hafızları Pardoe’nun unutamayacağı manzaralar teşkil edeler. “Pasaklı, omuzları düşük çelimsiz askerlerdir gördüğü. Birçoğunun ne gömleği ne de çorabı vardır. Avrupa’nın dörtte üçünü do- laşsalar hallerinden asker oldukları anlaşılmaz. Türk ordusunun geri kalanı gibi görünüşleri ve duruşları askeri disiplinden son derece uzak. Çoğu henüz on dört on beş yaşlarında genç oğ­lan lard ır .” der.

Bu ziyareti sırasında Lady Pardoe’yu en çok hayrete düşüren ve ilgisini çeken şey kış­lanın kendisi değil kışlanın içinde bulunan erişte fabrikasıdır. Bu hayret verici durumu Türklerin faydacılığına yorar Lady Pardoe ve gördüğü sahneyi şöyle tasvir eder: “İçinde bu­lunduğumuz geniş salonun her yerine erişte şeritleri asılmıştı. O rtalıkta yığınla pres ve oklava vardı. Bir bin başı bun kaliteli olup ol­madığına karar veriyor bir mülazım makinenin işleyişine nezaret ediyor, bir çift çavuş hamuru kuruması için asıyor ve bir gurup neferde de­ğirm eni döndürüyordu. Haşmetli Padişahın hassa muhafızlarının boşa harcayacak vakitleri yok. Müşteri aram akla meşguller en ak ve ince ham ur Padişahın mutfağına gidiyor. En esmer ve en kaba olanı askerlere düşüyor ve geride daha çok kalıyor. Saray eriştesiyle ziyafet çekm ek isterseniz tek yapacağın ız kesenizi çıkarıp kuruşları saymak. Kışla hayatının usan- dırıcılığına karşı ne güzel düşünülmüş bir p an ­zehir. Faydacılığın büyük zaferi.”

Batıl İnançlar

Lady Pardoe Türklerin birçok garip batıl inanca sahip olduğunu söyler. Bir itikada körü körüne bağlanmalarını ve bundan asla vazgeçmemelerini de Türklerin inatçı karak­teriyle oldukça uyumlu bulur. Bazıların temeli

Rom a’ya kadar uzanan birçok batıl inanç sayar. M esela yeni kesilmiş hayvanların iç organlarına bakarak iyilik ve kötülüklere dair kehanetler uydurma, kuşların uçuşlarından mana çıkarma, m ünnecim ler tarafında tayin edilen için uğurlu ve uğursuz saatlere göre bir işe başlamak gibi. Pardoe’nun anlattığına göre: Bir Türk kötü rüya görürse, melankoli halinden kurtulama ya da bedeni bir rahat­sızlığı varsa elbisesinden bir parça koparıyor ve çaputu bir evliyanın türbesindeki pencereye bağlıyor. Hasta olduğunda imam ve hocadan toprak b ir kabın içine Kur’an’dan ayetler yazdırıyor ve bunu su doldurup yazılar silinene kadar bekledikten sonra suyu içiyor ve şifa bekliyor. Halkın alt kademelerinden hiçbir Türk yolu üzerine düşmüş en ufak bir kâğıt parçasını dahi yerde bırakmıyor. Bu sayede cehennem ateşi üzerinden geçer bu kâğıtların onun yolunu oluşturacağını düşündüklerini anlatır.

Lady Pardoe sadece Türklerin değil diğer Osmanlı tebaasının da en çok korktuğu şeyin nazar olduğunu söyler. Halkın nazardan ko­runmak için geliştirdiği tuhaf alışkanlıkları şöyle anlatır: “Am a Şark’ta hâkim olan asıl zaaf, kem gözden, yani nazardan duyulan korku. Annesine bir Türk çocuğunun güzelliğini ilk önce Maşallah demeden methederseniz ve çocuk hastalanır veya başına bir kaza gelirse, hemen sizin ona nazar değdirdiğinize karar veriliyor. Rumlar kazara, kendi sıhhatlerinin veya talih­lerinin iyi gittiğini söylerlerse, hemen kötü tesiri gidermek için kendi göğüslerine tükürüyorlar; hiç de kibarca olmayan bu şeytan çıkarmanın tesirine o kadar inanıyorlar ki kısa müddet önce tanıdıklarımdan biri güzel bir Rum kızıyla ta­nıştığında kızın güzelliğini övme gafletine dü­şünce, hayranlığının kötü tesirlerini yok etmek için annesi tarafından az önce methetmekte ol­duğu yüze tükürmesi istenmiş. Kadın o kadar ısrar etmiş ki kızının selametinden emin olabil­mesi için, tanıdığım onun bu isteğini yerine ge­tirmek zorunda kalm ış.”

54

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi♦A *f

Yıl: 2015-1/Sayı: 5

Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii — Serüvene Davet

Lady Pardoe’nun kitabının en heyecanlı bö­lümü Ayasofya ve Sultanahmet’e yaptığı gizli ziyareti anlattığı bölümdür. O dönemde özellikle büyük selatin camiler ancak saraydan alınan özel izinlerle gezilebiliyordu. Lady Pardoe bu tip bir izin almaya muvaffak olamadığı için ca­mileri gizli gezmeye mecburiyetinde kalmıştı. Bir gün misafir olduğu bir Türk ailesinin evinde kendisine bir teklif iletilir. Bey’in oğlu camileri ziyaret etmenin bir yolu olduğunu ve buna kalkışacak cesareti varsa muvaffak olabilecek­lerini söyler. Ancak yakalanmaları halinde herkes kendini kurtarır umdesine göre hareket edilecektir. Lady Pardoe “birazcık serüven ruhu olan hangi Avrupalı seyyah Ayasofyanın kubbesi altında durabilmek uğruna tehlikeyle karşılaş­mayı reddeder? Ve hepsinin ötesinde, hangi gâvur seyyah nam az esnasında bir camiiye gir­menin baştan çıkarıcılığına direnebilir" diyerek teklifi kabul eder.

Bu teşebbüsün Türk kıyafetiyle yapılması icap ettiği için Lady Pardoe üzerine çenesinden ayaklarına kadar uzanan bir kaftan giyer ve kaş­larını rastıkla siyaha boyar. Gece saat on buçukta önlerinde kandil tutan bir hizmetkâr, yanında evin Bey’i ve arkalarında kâhya olduğu halde Ayasofya’ya doğru yola koyulurlar. Evin Bey’i yolda “Ayasofya"yı fa rk edilmeden görebilirsek Sultan Ahmet Camii"sini de ziyaret ederiz. Ama fa rk edilirseniz sizi hemen oracıkta linç ederler. Ne diyorsunuz?” der. Lady Pardoe’nun kadın ruhunun cesareti bir anlığına kırılır gibi olur; kısa bir duraklamadan sonra “Bunu Ayasofyadan çıkınca konuşuruz."" der. Nihayet Ayasofya’nın geniş avlusuna girerler. Lady Pardoe üzerine çöken huşu ve korku karışımı güçlü hissi bastır­mak için gayet göstererek başındaki fesi kaşlarına doğru iyice indirir. Lady Pardoe Ayasofya’nın muazzam kubbesinin şekline uygun yerleştirilmiş rengârenk kandillerin altında caminin sınırlarını tam olarak fark edemez. Aşağı yukarı sağa sola

Ayasofya (Gaspare Fossati)

bakar. Müslümanlar camide tek bir ruhun tek bir saikin can verdiği bir tek bir vücut gibidir. İşte burası Ayasofya’dır! Lady Pardoe sanki büyülü bir yerde gibidir. Işıklar, çınlayan sesler, açgözlü bakışlarının yakalayamadığı esrar yüklü bulutlar, yüzleri Mekke’ye dönük namaz kılmakta olan Müslümanlar, parlak rengârenk kıyafetler, mermer zemini örten halıların zengin ve ışıltılı renkleri bütün bunlar o kadar ihtişamlıdır ki baktıklarının hakiki olamayacağını düşünür. Lady Pardoe gördüğü manzara karşısında o kadar etkilenmiştir ki zamanın nasıl geçtiğini yakalanırsa başına neler geleceğini bile unut­muştur. Arkadaşının uyarmasıyla kendisine gelen Lady Pardoe hemen dışarıya çıkar. Ken­disine “Şimdi nereye?"" diye soran ev sahibi Bey’e hiç tereddüt etmeden Sultanahamet’e der. Lady Pardoe ve yanındakiler on dakika sonra Sulta­nahmet’in azametli merdivenlerinden çıkarak camiiye girerler. Sultanahmet camiine kısa bir göz atışla sınırlı kalan bu ikinci maceradan da

55

Yıl: 2015-1 / Sayı: 53 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

kurtulan Lady Parode ve ona mihmandarlık eden Bey birbirlerini tebrik ederek eve dönerler. Pardoe Osmanlı da gördüğü dindarlık üzerine şu sözleri söyler: “Türklerin gösterişten uzak bir dindarlığı var. Davranışların dini inancının um­delerine göre tanzim ediyor ve her şeyi insandan daha üstün bir varlığa bağlıyor”

Esma Sultan Yalısı

18. yüzyılda hanım sultanlar evlendiklerinde artık kocalarının saraylarında değil, kendilerine ihsan edilen veya bizzat inşa ettirdikleri saraylara yerleşiyorlardı. Dolayısıyla bu saraylar kendi­lerinde ikamet eden hanım sultanların isimleriyle anılıyorlardı. 18. yüzyıldan başlayarak hanedan kadınlarının Haliç’te Eyüp ve Boğaziçi’nde de Ortaköy-Kuruçeşme sahillerindeki görkemli sahil saraylarında geçmişten farklı olarak gös­terişli ve farklı bir hayat sürdürmeye başlamış­lardır. Bu gibi mekânlar imparatorluk adap ve saray geleneklerinin şehre yayılması açısından da ayrı bir öneme sahiptir.

Lady Pardoe I. Abdülhamid’in küçük kızı ve II. Mahmud’un üvey kardeşi Esma Sultan’dan onu yazlık sarayında ziyaret etmesi için bir davet alır. Lady Pardoe bu davete icabet için yanında bir dostu olduğu halde sabah erkeden yola çıkar ve Ortaköy’deki Esma Sultan Sahil Saray’ına gelirler. Bu saray Esma Sultan’a III. Selim vezirlerinden Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa ile evlendikten sonra tahsis edilir. Esma Sultan’ın yerleşmesine kadar Tırnakçı Yalısı

Esma Sultan Sahil Sarayı

olarak bilinen Esma Sultan Sahil Sarayı hane­danın yurtdışına çıkarılmasına kadar hanedan üyelerinin tasarrufunda bulunur. Daha sonra marangozhane, tütün ve kömür deposu olarak kullanılan bu bina 1972’de satışa çıkarıldığı sırada yanmıştır ve bu binanın bugün sadece dış kârgir cephesi ayakta kalmıştır. Lady Par- doe’yu Esma Sultan’ın evlatlık kızı Nazife Hanım karşılar. Esma Sultan biraz rahatsız olduğu için dinlenirken Nazife Hanım Lady Pardoe’ya ha­remi, sarayı ve saray bahçesini gezdirir. Lady Pardoe’nun bu saray hakkında verdiği detaylı bilgiler bu nedenle oldukça önem arz etmektedir: Sultan Efendi hâlâ ortalarda olmadığı için, aynı rehberle, hemen haremin, üzerindeki resmi- daireleri ziyaret etmeye başladık.

Mermer sofanın üzerine inşa edilmiş olan büyük kubbe, Şark ihtişamının tam bir numu- nesiydi. Şahane boyanm ış kubbeyi, yaldızlı başları olan kırk somaki sütun destekliyordu; duvarlar cam levhalarla kaplanmıştı; kapılar İpek perdelerin ardına gizlenmişti; yerde Acem halıları seriliydi; kadınların dairelerine girişi perdeleyen kafesler oymalı ve altın yaldızlıydı. Oval biçimli sofanın diğer ucundan, azametli bir m erm er m erdivenle harem e iniliyordu. Parıltılı korkuluklar boyunca duran, en zevksiz renklerde giyinmiş halayık grupları asil hanım ­larının emirlerini bekliyorlardı.

En şık odalar Padişah’a ayrılmış olanlardı. Otuz penceresinde sırma saçaklı mor kadife per­deleri, parlak kumaştan minderleri, dökme cam ve altın yaldızla kaplanmış duvarları, vertu [fa­zilet] işareti nesnelerle dolu bir döşemesi ve üstüne değerli taşların serpiştirildiği masaları olan büyük sofa, Padişahsın yatak odasına açı­lıyordu. Çiçekli muslin perdenin çevrelediği, dü­ğüm atılmış renkli şeritlerle süslenmiş Avrupai yatak, sofanın ihtişamı ve ağır perdeleriyle hoş bir tezat teşkil ediyordu. İşlenmiş gümüşten, zengin kaplamalı mangal ve odanın ucundaki iki girintiyi dolduran, mücevherlerle süslenmiş oyuncaklar, düşüncelerimizi debdebeli Şark’a geri döndürüyordu.

56

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

Değerli taşların kakılmış olduğu alan bu­hurdanlar, yakutlarla bezeli yüzük tepsileri, beyaz saten bir yastığın üzerinde duran, elmas­larla süslü bir çerçevenin İçinde Padişah’ın bir minyatür portresi, telkâri gümüşten bir tarak takımı, incilerle süslü mineli bir çikolata kâsesi, içinde her boy ve şekilde saatlerin durduğu altın kaplam a bir tepsi bu göz alıcı kalabalığın küçük birer parçasıydı. Fakat en çok hoşuma giden, Padişah tarafından yazılmış ve harika tezhiplerle süslenmiş bir Kuran ile İçinde dualar olan el yazması kitaptı. Her ikisinin de cildi altındandı ve köşelerine pırlantalarla Padişah tuğrası iş­lenmişti; ayrıca kitapların dış kenarlarına değişik renkli mücevherlerle mukaddes yazılardan p a ­sajlar yazılarak bir bordür teşkil edilmişti.

Uğursuz Beylerbeyi Sarayı

İstanbul’un kaybolan yüzlerinden birisi de II. Mahmud tarafından yaptırılan Beylerbeyi Sarayı’dır. Krikor Amira Balyan’a yaptırılan Beylerbeyi Sarayı Beşiktaş Sahil Sarayı ile birlikte 19. Yüzyılın ilk yarısında Boğaziçi’nde yapılmış ilk büyük saraylardan birisidir. Bu saray 1851 yılında içinde Sultan Abdülmecid’in bulunduğu bir sırada yanmış ve bunu uğursuzluk alameti sayan Abdülmecid de sarayı terk etmişti. Daha sonra bu sarayın bulunduğu ana binanın olduğu yere Sultan Abdülaziz tarafından bugün ki Bey­lerbeyi Sarayı yaptırılmıştır. Lady Pardoe eski Beylerbeyi sarayını gezme şansı yakalamış ve gördüklerine eserinde yer vermiştir: “İçerisi ilk nazarda fazla tesir edici değildi. Girişin ortasından hilal şeklinde yukarıya doğru çıkan çifte merdiven burayı çok daraltıyor nispetlerini küçültüyordu; oymalı ve yaldızlı parm aklıklar ve sütunların ince süsleri bu tesiri daha da artırıyordu. Hâlbuki gerçekte saray çok büyüktü. Ahşap döşeli bir zemini, arapkâri bir tavam ve çok sayıda penceresi olan bu dış sofaya, hanedan halkına ayrılmış sekiz geniş sofa açılıyordu.

Giriş katının yukarısında, devlet işlerinin görüldüğü, muhteşem altın kaplam aları olan

mabeyin yer alıyor. Burası hem Şark’ın hem de Garp’ın bütün lüksleriyle donatılmıştı. Brokar ve nakışlı kadifeden sedirlerin yanında, Avrupa tarzı divanlar ve şezlonglar yer alıyordu. Ce­nevre’den gelen cam eşya, Sevr porselenleri, İtal­yan mermerleri, Pompeii’den gelen değerli taşlar, Acem halıları, İngiliz duvar süsleri sağa sola yerleştirilmişti. Büyük sofalardan birini, dün­yadaki en muhteşem altı duvar aynası süslüyordu. Bunlar Hünkâr İskelesi Antlaşmasından sonra Rus Çarı tarafından Padişah’a hediye edilmiş.

Padişah’ın has odalarına ulaştık; dört bir yandaki beyaz m ermer çeşmelerin fıskiyeleri berrak sularım oymalı taş havuzlara müzikli bir şarıltıyla döküyorlardı. Bunların birinde su, çevresi tüylere benzeyecek şekilde kaym ak ta­şından işlenmiş bir delikten dökülüyordu; öyle ince işlenmişlerdi ki parlak damlaların ağırlığı akında eziliyormuş gibi görünüyorlardı. Bir di­ğerinde su bir nilüfer çiçeğinin üzerine akıyordu, çiçeğin ortasında da bir grup-Cupido [Eros] oy­naşıyordu. Haremi sarayın mabeyninden ayıran hususi daireler lüksün ve rahatlığın ta kendisiydi; her ikisinin de duvarları krem renkli hasır işiyle kaplanmıştı; son derece hoş bir fikrin en iyi şekilde tatbikiydi.

Harem tabii ki kapalı bir kutuydu; Padişah’ın haremindeki hanımların bizzat ona tahsis edilmiş odaları gezerek meraklarım tatmin etmelerine asla müsaade edilmediği için, herhangi birinin kendi hudutlarım teşkil eden, kıskançlıkla dışarıya kapatılmış kapıların ötesine geçmesi de pek dü­şünülemezdi.

H am am son derece güzeldi. Asmalı kemeri olan kırmızı bir kapıdan geçtiğimizde y ıkana­caklar için sa f beyaz mermerden ve hakiki ebatta iki kuğunun ağzından soğuk suların döküldüğü küçük bir m ekâna girdik. Soğukluğa zengin iş­lemeli perdeler asılmıştı; aynanın üzerine altın yaldız ve mineyle Osmanlı tuğrası işlenmişti. Hamamın kendisi “Binbir Gece Masallarından fırlamış gibi yumuşak, hayal âlemlerine uzanan bir loşluk, sa f ve parlak bir beyazlık içindeydi. Akla gelebilecek en güzel kurnaların süslediği

57

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5W

bu yerde seslerimizin uzaklaştıkça anlaşılmaz fısıltılar halini alması da bu yanılsamayı kuv­vetlendiriyordu.

Sarayın hemen arkasındaki dik tepenin üstüne kadar setler halinde çıkan bahçelerin her biri, yabancı bir bahçıvanın idaresinde ve bunların memleketlerine has tarzda tanzim ediliyor, İs­panyol, İtalyan, İngiliz, Alman ve Fransız bah­çeleri var. En dipteki sete Kuğu Gölü denen sığ ve geniş bir havuz yapılmış. Burada Padişah’ın en sevdiği kuş olan kuğuların otuz kadarı yüzüyor, berrak gün ışığında oynaşıyorlardı. Sakin satıhta salkım söğütler ve diğer zarif ağaçlar aksediyordu. Muhteşem bir manolyanın altında canlı renklere boyanmış iki küçük tekne duruyordu.

Bütünüyle bakıldığında, Sultan M ahm ut’un yazlık sarayının içi de, dışı da çok güzeldi; daha Önce de söylediğim gibi Boğaziçi’ndeki en şık binaydı.” diyerek bu saray hakkında verdiği bilgileri sonlandırır.

Bir Frenk Muhiti — Pera

Lady Pardoe İstanbul’un gayrimüslim hal­kının yaşadığı yerler ve yaşayış tarzı hakkında da bilgi verir. Lady Pardoe İstanbul’da kaldığı sürenin bir kısmını Pera’da bir Rum ailenin yanında misafir olarak geçirir. Bu Pardoe’ya Pera’yı ve Pera insanını daha yakından tanıma şansı doğurur: “Ne Frenklerin ne de Hıristi­yanların “İstanbul’da ikam et etmesine müsaade edilir; bu yüzden limanın karşı tarafında ku­rulmuş olan Pera varoşları Avrupa sosyetesinin élite tabakasının karargâhı olmuş. Pera’nın yer aldığı tepenin eteklerinde, sahildeki G alata’nın sakinleri arasında İşleri devamlı orada kalm a­larım mecbur kılan pek çok itibarlı tacir var; am a Pera modanın beşiği. Burada sosyal olan her şey en debdebelidir: M uhtelif sefaretlere ait binalar, kendilerine göz kam aştırıcı “p a la s” adını yakıştırarak böbürlenirler; Parisli m oda­cıların kasvetli mağazaları] alabildiğine pahalı ve kirlidir; diplomasinin bütün memurları dar

dik ve kötü döşenmiş sokakları doldurur; bu arada Rum hanımlar binanın cephesinde çıkıntı yapan cumbalı pencerelerinden onlara tepeden bakarlar; parlak gözlü; Ermeniler “her şeyi gören, am a görünmeyen” kafesli pencerelerinden etrafı gözetlerler. Garip renkli, boyanmış kil maketleri andıran evler sanki bir dokunuşla birbirlerine değiverecek gibi durur; her türlü harici intizamı, sıralı ve nispeti hiçe sayarcasına girintili çıkıntılı bir hat takip eden bu evlerin tarif edilemeyecek bir pitoresk görünüşü vardır.

Buradaki Avrupalıları basitçe ikiye ayıracağım: Diplomasiyle uğraşanlar ve skandal yaratanlar. Bununla beraber beyan etmeliyim ki, sıkıca bir­birine dolanmış bu iki tabakayı ayırmak ince bir ele alış tarzını elzem kılar. Pek çok sefarete giriş imtiyazı olanların işi gücü birbirlerini tenkit etmek; giriş iznine sahip olmayanlar ise daha da güçlü bir imtiyazdan istifade etmektedirler. Belli ki bu ikisi arasında, Pera cemiyeti resmi bir “patırtı gürültüyü işgüzarlık haline getiren, devamlı hareket halinde bir muhit teşkil etmek­tedir. “Yere bir tüy düşmeyegörsün”yarım saat içinde herkes bunun kim tarafından yolunduğunu bilir; riva yeder pazar gazetelerini şenlendirecek bir hız ve şevkle dilden dile dolaşır.

Rumlar arasında, kendilerinin ateşli şekilde direttikleri hoş bir ayrım var. Rum Katolikler kendilerini Avrupalı addediyorlar; buna mukabil Ortodoks Rumlar ötekilerin kıskançlıkla sarıldığı bu imtiyazı benimsemiyorlar

Birkaç hafta burada kaldıktan sonra, Pera sokaklarında karşılaştığınız her kadının hangi milletten olduğunu anlayabilirsiniz, açık tenli Pera’lılar bone, manto ve şal, yani halis Avrupalı asil kadınların yürüyüş kıyafetini giyerler; gene de onları bir nazarda bir diğerinden ayırmak imkânsız. Parlak renklere aşırı düşkünlükleri, giyinme tarzlarındaki tarif edilemez gariplik hemen Peralı hüviyetini belli eder. Kara gözlü Rum kadını ise yüzünü neredeyse tamamen açıkta bırakan, tülbent veya kadifeden geniş türbanının üzerine taktığı, omuz ve beline kadar inen peçesiyle tanınır.

58

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi♦A *'

Yıl: 2015-1/Sayı: 5

Rumlar ve Rumevi

Lady Pardoe’nun İstanbul’un en önemli mil­letlerinden biri olan Rumların karakteri, evleri ve ev halleri ile ilgili birinci elden kaynak değeri taşıyan bilgileri bize ulaştırmıştır. Önemli bir Rum ailenin Lady Parode’yu daveti Pardoe’ya onları daha yakından evlerinin içinden görme şansı tanımıştır: “Bizi gece yatısına davet etmiş olan misafirperver ailenin önce bahçesinde, sonra da evinin içinde bulduk kendimizi. Mu­azzam bir taşlığı geçtikten sonra, evin farklı kı­sımlarına giden üç katlı mermer merdivenden çıktık, uzun bir koridordan geçtik ve ailenin hanım larının gelişimizi bekledikleri daireye girdik. Yabancıları ne Ölçülü bir kibarlığın iç ürperten selamıyla, ne “üst tabaka” kayıtsızlığıyla karşılıyorlar; her biri ellerini uzatarak bize yak­laştılar ve hoş geldin Öpücüğü sundular; on beş dakika geçmemişti ki hepimiz gülüyor ve sanki yıllardan beri tanışı- yormuşuz gibi neşeyle Fransızca sohbet ediyorduk. Hiçbir yerde ken­dinizi Şarklılar arasında olduğundan daha “evi­nizdeymiş gibi” hissedemezsiniz. Onlardan bah­sederken itiyat neticesi kullandığımız deyişle “yarı barbar” olabilirler; am a öyle olsa dahi, meşhur bir kadın yazarın “müfrit kibarlık müfrit basit tavırların yanı başındadır” aforizması bu­raya çok uyuyor. Memleketin âdetleri yüzünden yaşadıklarınız haricinde, bir Türk veya Rum evinde yaşayabileceğiniz herhangi bir sıkıntı ancak sebepsiz olabilir; çünkü mahalli halk sizin istediğiniz her şeyi söyleyeceğinize emindirler ve size ters gelebilecek bir tavır takınm am ak için ellerinden geleni yaparlar. Bu yüzden ay­rıldıktan sonra, yanlarında kalırken rahatsız olduğunuz yolunda imada bulunursanız, aile her şeyden çok buna alınacaktar.

Bizi karşıladıkları oda oldukça genişti ve üç tarafında sedirlerle çevriliydi. Sedirler canlı desenli basmayla örtülmüş ve üzerlerine koyu mavi kadife yastıklar atılmıştı. Rahatlık sağlayan tandır da eksik değildi; mantomu, şalımı ve bo­nemi bir kenara koyup yürüyüş ayakkabılarımı

Yeniköy’de bir Rum evi

terliklerimle değiştirdikten sonra, herhangi bir Rum gibi, hoşnutlukla kapitone örtülerin altına sokuldum.

Hiçbir şey bir Rum ailesinin ev âdetlerinden daha pederşahi olam az: M isafir olduğumuz ailede üç nesil de beraberdi. Gençlerin yaşlı ak­rabalarına gösterdikleri hürmet ve itaat hem güzeldi, hem de bizleri mütehassis etti. Yaşlı büyükanne eski bir güzelliğin asil yadigârı gibi; profili o kadar mükemmel korunmuş ki bir hey­keltıraş seve seve bakm ak ister herhalde ona. Kır saçlarım alnından geriye toplamış ve başına koyu renkli bir eşarp örtmüş; kürk astarlı kah ­verengi kumaştan geniş yenli bir kaftan ve koyu kırmızı, merinos yünü ve zerdeva derisinden yapılm a bir iç ceket giymişti; kızı, evin hanımı ve on iki çocuk annesi, İri, koyu, parlak gözleri ve gaga biçimli burnuyla, bana güçlü bir Yahudi kadınım hatırlattı. Geniş abına pahalı bir İran eşarbı bağlamıştı; gün içinde, sarm alanm ış olduğu muhteşem kaşmir şalı üç defa değiştirdi. Genç hanımların başlarında bizim hanımların akşam elbiseleri için kullandıklarına çok benzer, çiçeklerle süslenmiş tül türbanlar vardı. Koyu, gür; parlak saçları neredeyse tamamen Örtülm­üştü ve boğazlarından dizlerine kadar inen

59

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi yragg Yıl: 2015-1/ Sayı: 5

kürklü kaftanlar giymişlerdi. Merinos yününden uzun iç etekleri, geniş kıvrımlarla ayaklarına kadar iniyordu.

Tandırın etrafında rahatça yerleştikten sonra, bir hizmetçi gülsuyu katılarak hafifçe kokulan­dırılmış hoş bir reçelle dolu büyük bir billur kâ ­senin, bir dizi kristal su bardağının ve kürekleri altın kaplam a çay kaşıklarından müteşekkil olan gümüş bir kayığın bulunduğu bir tepsi ge­tirdi. Evin hanımı bu küreklerden birini reçele batırdı ve bana sundu; daha sonra kaşığı kayığın içine koydu ve ardından aynı misafirperver elin ikram ettiği bir yudum suyu kabul ettim. Aynı merasimin tamamı babam için tekrarlandı; tep­sinin gönderilmesinden sonra ikinci bir hizmetçi farklı desenlerde küçük porselen fincanlarda ik­ram edilen kahveyle içeriye girdi. Fin-canların tabakları yoktu; bunun yerine Avrupa’daki yu­murta kaplarına benzer bir şekil verilmiş telkâri gümüş zarflara konmuşlardı»

Ardından saat altıya kadar kömürümüz ve yastıklarımızla baş başa kaldık; bu arada babam, boyu bir sekseni aşan, uzun, heybetli görünüşü olan ev sahibimizin refakatinde pahalı bir çu­buktan tütün içti. Ağızlık limon renginde ve ne­redeyse limon büyüklüğünde kehribardan y a ­pılmıştı. Ev sahibinin siyah kalpağı, büyüklüğü ve yuvarlak şekliyle Ermenilerin giydiklerinden farklıydı; üst üste yığarcasına giydiği kürklü el­biseler kısa bir müddet önce suyun üstünde sert bir bahar melteminin altında titrediğim için, bana rahatlığın ta kendisi gibi göründü.

Rumların akşam yemeği çok teferruatlı bir ameliye; bıçaklar, çatallar ve Avrupalıların ta­nıttıkları diğer edevat, bunları benimseyenlerin çoğu için dahi hâlâ destek olmaktan çok köstek olarak görüldüğü için yem ek daha da uzuyor.

Yemeğin görünüşü dahi iştah açıcıydı. İçinde pirinç çorbası olan kocam an çorba kâsesinin etrafına her neviden iştah kabam a yiyecek di­zilmişti: ançüez, rendelenmiş peynir, minicik porsiyonlara bölünmüş sucuk, türlü türlü turşu, gül yaprakları gibi görünen tuzlanmış ton balığı ve ince dilimlenmiş Edirne dil peyniri. Ağız su­

landıran hamur işleriyle tepeleme doldurulmuş yem ek tabaklarının arasındaki köpüklü Rum şarapları ışığın altında gülümsüyordu. Mayda- nozlu sosun üzerine yatırılmış tekir balıkları kızartılar saçıyordu; domates suyuyla hafifçe renklendirilmiş pilav piramitler halinde yığılmıştı. Ana yem ekler hizmetçiler tarafından hızla ta­baklara kondu. Harika yemeği lezzetli bir tatlı taçlandırdı.

Mezarlıklar

Lady Pardoe birçok seyyahın ilgisini çeken İstanbul mezarlıkları ile ilgili de detaylı bilgi verir. Modernleşmenin sonuçlarından biri olarak dünyaya daha fazla tutunma kaygısı Avrupa’da ölümü toplumun; mezarlıkları da kamusal ala­nının dışına itmişti. Julia Pardoe’nun İstanbul’da dikkatini en çok çeken şeylerden biri de Türk insanın ölüme ve mezarlıklara olan bakış açısıdır. Lady Pardoe bu durumu şöyle özetler: “Ölüme sakin ve korkmadan bakıyorlar; ölümü bizim Avrupa’da fazlasıyla mütemayil olduğumuz gibi kasvet ve dehşet fikirleriyle bağdaştırmıyorlar Mezarlıkları en güneşli yerlere, kabirlerin mavi göğün ışığı altında yıkandığı şen tepelerin üstüne, şehrin kalabalık caddelerinin hemen yanı başına yapıyorlar; sanki ölüler bir defa daha yaşayanların arasına karışabilsin diye. Daha bencil insanların bir köşk dikecekleri ya da üzüm bağına çevire­cekleri, Boğaziçi’ne doğru uzanan en yeşil köşeleri seçiyorlar. Eski Romalılar gibi mezarlıkları yol

Küçük Kabristan

60

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

kenarlarına yapıyorlar; onlar gibi, mezar taşlarına en güzel tevekkül ve felsefe derslerini yazıyorlar. Türk insanı kendini göçüp gitmiş olan neslin bir parçası olarak görür; yerini kendinden sonra ge­lecek olana bırakmaya da her daim hazırdır.”

Bugün Meşrutiyet Caddesi’nin Haliç yaka- sıdan ve Tünel’den Kasımpaşa’ya uzanan alanı kaplayan Küçük Kabristan ve Taksim Meyda- n ı’ndan başlayıp, Radyoevi’ne dek uzanan araziyi ve bunun denize inen yamaçlarını kap­layan Büyük Kabristan 19. yüzyıl ortalarından sonra kademeli olarak iskâna açılarak ortadan kaldırılan bu iki büyük Beyoğlu mezarlığıdır. Kendiside Beyoğlu’nda ikamet eden Lady Pardoe bu mezarlıkları ve mezarlıkların etrafında şe­killenen hayatı ölüme nispet edercesine olanca canlılığıyla anlatır:

“Küçük Kabristan, yani Petit Champ sadece M üslümanlara ait ve lim ana hâkim olan te­penin eteklerini karanlık servileriyle süslüyor. Çepeçevre evlerle sarılı bu mezarlığa yüzlerce bina bakıyor; burada inekler otluyor sessizliği bozan selam laşm alar ve dedikodular işitiliyor; karşı kıyı ve lim andaki gem iler kolayca görü­lüyor. M ezarlık ağaçlarının arasında patikalar var. Türk Mezarlığı Topçu Kışlası’nın arka ­sındaki tepenin yam acına kurulmuş ve vadinin derinliklerine kad ar uzanıyor. Sık dikilm iş serviler koyu bir gölge teşkil eder; bu gölgenin altında uzun m ezar taşları beyaz ve dehşet verici bir görünüşle parlar. Kapalı yerlerin koyu karanlığına daldığınızda, bir an kendinizi harap bir şehrin yıkıntıları arasında zanne­dersiniz. Ayaklarınızın dibinde yüzükoyun y a ­tan ya da sanki her an düşüverecekmiş gibi yana kaykılmış oymalı taş bloklar, ilk nazarda size devrilmiş koca bir sütunun parçaları gibi görünür; her yandan yükselen sarık biçimli taşlar, yanlarında yatan altın yaldızlı ve kitabeli taşlar, bütün bunlar hayattan kopup gitmiş olanların hatırasına dikilmiş abidelerdir. Sarıklı olanlar daha eski tarihlidir, temellerin- ; deki toprak çöktüğü için kaym ışlardır; diğerleri kendi hikâyelerini anlatırlar; sakallı Müslüman,

karısının yanında yatm aktadır, onun başu- cundaki taşa bir sarık, karısınınkine ise bir dem et gül oyulmuştur, altta ise yaşadıkları yılların ve yaptıkları işlerin dökümü yazılmıştır. D aha fazlasın ı öğrenmek ister misiniz? Sarığın şekline ve kıvrım larına bakın, buradan ölmüş olan şahsın rütbesini ve mesleğini öğrenirsiniz; işte burada bir kadı yatıyor şurada bir paşa; ötede bir asker son uykusunda ve hemen a r ­kanızda bir din adam ı.

Frenklerin mezarlığında sizi her yandan La­tince kitabeler selamlar: Müteveffaların ruhları için dua etmenizi nasihat eden yazılar; Fran­sızların süslü bir dille yazılmış hissiyatı; kalıcı taşa kazınmış kelime oyunları, güller ve krizan­temler; İngilizlerin kısa ve özlü doğum, ölüm, yaş, hastalık kayıtları; İtalyanların ümitsizlik ve hasret destanları; alelade bir mezarlıkta rast­lanan bütün bey-ik laflar.

Sağ tarafta, hemen Frenk mezarlığının sı­rasında, bütün güzellikleriyle çiçeğe durmuş akasya ağaçlarının solan çiçeklerini mezarların üzerine döktüğü Ermeni mezarlığı yer alır. K a­labalık bir yer kokulu akasyaların yapraklı dalları altında gezinip m ezarlar arasında iler­ledikçe, m ezar taşlarındaki yazıların garipliği sizi çarpar Asil Ermeni harfleri taşa derince oyulmuş; isimler ye tarihler gerektiği gibi y a ­zılmış; am a Ermenilerin ufki m ezar taşlarını garip ve nevi şahsına m ünhasır kılan, mezarın üstüne ölmüş olan şahsın meşguliyeti veya mes­leğinin simgesini kazım a âdetleridir.

Yabani çiçeklerin açtığı çimenlik kıyının kenarında yükselen m ezar taşlarının üzerine dökülen badem çiçekleri, sanki geçmiş ile bugün arasında irtibat kurm ak ister gibiydi. Ölüleri tam da yaşayanların yolu üzerine göm m ek güzel bir âdet! Bu tatbikat muhayyilenin mezara yakıştırm aya çok müsait olduğu kasveti büyük m iktarda dağıtıyor; sanki mezarlığı herkesin alakasını cezbedecek bir yer haline getiriyor. Türk, sırtını sarıklı m ezar taşma dayayarak çubuğunu tüttürüyor; Rum, yiyeceklerini m e­zarın üstüne rahatça yayıyor; Ermeni güneşten

61

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5W

kaçm ak için kendi insanlarının gömüldüğü yeri gölgeleyen dalların altına sığmıyor; kadınlar ecdatlarının kemikleri arasında gruplar halinde oturup evlerinden ve çocuklarından, söz edi­yorlar; çocuklar mezarların arasında yetişen yaban i çiçekleri neşeyle topluyorlar sanki ölüm oraya hiç girmemiş gibi.

Esir Pazarı

Lady Pardoe’nun uğradığı yerlerden birisi de İstanbul’daki esir pazarıdır. Kendisinin ha­yalinden bile dehşete düştüğü bu yer hakkında Lady Pardoe’yu hiç beklemediği bir durum karşılayacaktır: “Üç tarafına alçak taş odalar, daha doğrusu hücreler inşa edilmiş kare biçimli bir avluydu burası. Az ötede de ahşap sütunların çevrelediği açık bir avlu yer alıyordu. Kölelik mefhumu insanın zihnine daim a ıstırap verici fik irler getirir; insanların parayla satılmasında mide bulandırıcı bir yan vardır. Bunlar istisna edilirse İstanbul’daki köle pazarında sıkıntı verici veya iğrenç bir şey yok. Kasıtlı eziyete, yersiz hakaretlere müsaade edilmiyor: Çoğu za­man köleler pey sürenler arasından alıcılarını kendileri seçiyorlar; biliyorlar ki bir Türk ailesine girdikten sonra, kelimenin her manasında o ai­lenin ferd i olacaklar; hemen hepsi iyi huylu ol­dukları takdirde dünyada iyi bir yer edinecek­lerine eminler. Sadece Zenciler açık avluda gruplar halinde çömelmiş, bir alıcıya gösterilmek üzere çağrılmayı bekliyorlardı. Umumiyetle ana babalan tarafından kendi istekleriyle buraya getirilen Çerkezler ve Gürcüler, avluyu dolduran serseri kalabalığın bakışlarından korumak am a­cıyla kapalı dairelerde tutuluyordu. Ortalığa nizam, terbiye ve sessizlik hâkimdi. Çok ender olsa da, bunların ihlali halinde müdahale etmek üzere girişte zaptiyeler bekliyordu.

Esir pazarı mevzuunda yazacak çok şey bu­lacağımı zannediyorum, ancak buradan Türk şahsiyetinin manevi güzelliğine inancım per­çinlenmiş halde çıktım. Bu sözümün pek çok okuyucuyu irkilteceğinin farkındaysam da, adil

olma prensibime karşı gelemem. Görmeden önce böyle bir yerin varlığından haberdardım ve her düşündüğümde içim titriyordu; gördükten sonra da burayı içim acım adan hatırlayacağımı zan­netmiyorum; am a gene de kendim i hazırlamış olduğum neviden dehşet sahnelerinin hiçbiriyle karşılaşmadığımı söylemek mecburiyetindeyim. Türkler insan ıstırabına veya insanların hor görülmesine oyun gözüyle bakm ıyorlar Sıcak güneşin altında yere çömelmiş zavallıcıkları y a ­ralamayı hedefleyen tek bir söz, tek bir bakış görmedim. Bu iğrenç pazarlığı ciddi ve sessiz şekilde yapıyor ve hiçbir zorlama olmadan, satın almış oldukları köleleri peşlerine takarak p a ­zardan ayrılıyorlar.”

Lady Pardoe Osmanlı’da gördüğü köleliği bu kurumun olabilecek en makul hali olarak görür ve kölelikle ilgili hislerini şöyle dile getirir: “ Bir erkek olsaydım ve mevcudiyetim başkalarına hizmet etmeme bağlı olsaydı hiç düşünmeden bir Türk ailesinde köle olmayı seçerdim; çünkü acı ilacın yutulabilir olduğu bir yer varsa o da burasıdır. Osmanlının kölesi evlat edindiği bir çocuk gibi; himaye edeceği bakacağı ve destek­leyeceği bir canlı varlığı altın vererek satın alıyor ve hemen her defasında bütün altınlarıyla satın alamayacağı bir şey kazanıyor. Satın alınan kişi ise kendini efendisinin hizmetine adamış bir seven bir yürekle buna karşılık veriyor. Bir taraf o kadar büyük bir heves ve samimiyetle hizmet ederken diğer taraf emirlerinde son derece yumuşak ve düşüncelidir. Çerkezistan’dan aile­lerin kendilerinin çocuklarını Türkiye’ye getirip satmaları bu durumun en büyük kanıtı.

Köleler maaş almıyor hizmetlerinin karşılığı zaten akrabalarına ödenmiş; fa k a t yılda iki defa, belli devrelerde, ailenin beyi ile hanımı ve aslında aynı çatı altında yaşayıp onlardan üstün mevkide olan herkes, kölelere bahşiş denen bir armağan vermek mecburiyetinde. Bu bahşişlerin değeri veren şahsın isteğine göre değişiyor; köle­lerin hepsi de sahipleri kadar iyi besleniyor ve neredeyse onlar kadar iyi giyiniyorlar. Dairede ellerini göğüslerinde kavuşturmuş durumda bek-

62

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

lerken arada bir sohbete karışıyorlar ve kimse onları bu yüzden paylamıyor; sayıları öyle çok ki asla işleri çok faz la olmuyor. Bazen Türk ev­lerinde işleri perilerin yaptığına inanasım bile geldi; günün her saatinde pek çok harem de kal­m am a rağmen, asla ev işlerinden ötürü bir zor­lanma emaresi görmedim. Türk kölelerin mev­kilerine dair söz etmeden geçemeyeceğim mühim bir hususiyet daha var. Her hangi bir sebeple içlerinden biri sahibinin evinde kendini rahat hissetmiyorsa, efendisinden kendisini bırakmasını istiyor; isteğini üç defa daha tekrarlaması halinde kaideler bunun yerine getirilmesini mecburi kı­lıyor. Hepsi bu kadar da değil. Köle, sahibini değiştirmek ı mevzuunda ısrar edebileceği gibi,efendisine büyük bir kayıp verdirecek olsa dahi, kendisini satın alacak şahsı da seçebiliyor.”

Türk Kadınları

Lady Pardoe’ya göre Türk hanımlarının ya­bancılara karşı nezaketi eşsizdir. Onlarla ayaküstü görüşme niyetindeki bir Avrupalı kadınla sohbet etmeye bayılıyorlar. Onlarla dost olmak için yapmanız lazım gelen tek şey güler yüz göster­mek, zararsız meraklarını tatmin etmeye istekli olmak ve nezaketlerine elinizden geldiğince karşılık vermek. Avrupa’da çok görülen sustu­rucu lakaydiye veya göz ucuyla kibirli süzme denen şeye bir Türk hanımefendisinde rastla­yamazsınız; tersine onda memleket insanlarının hepsinde görülen sezgiyle edinilmiş istekli bir kibarlık vardır. Hislerinin sadeliği ve iyi huylu oluşları da buna ilave edildiğinde iki kat cazip hale geliyorlar. Kısa da olsa bu hoşsohbet sıra­sında yürek kadar gözde tatmin olur. Şarklı bir kadının zarif edası, gösterdiği nezaketin cazi­besini büyük nispette artırır. Kendine hakim tavırları ve vakarı yapmacık bir soğukluğun değersiz nazarlarına çok üstündür. İyi bir aileden gelen Türk kadınlarının zarif saflığında insana cazip gelen bir taraf var. Hakkınızdaki hakiki düşüncelerini pat diye yüzünüze söylüyor. Ho­şuna gitmediyseniz bunu açıkça belli ediyor;

Türk kadını

güzel ve hoş göründüğünüzü düşünüyorsa sizi iltifatlara boğuyor. Kendinizi onun çatısı altında daima evinizdeymişsiniz gibi görürsünüz. Türk kadınları için el aynaları tasavvur edilebilecek en sevimli oyuncaklardır. Büyük bir zevkle süs­lenmiş olmaları bunların şarklı bir güzelin gö­zündeki büyük ehemmiyetini ispat ediyor. Ha­remde bu vazgeçilmez oyuncaklardan biri daima kadının yanında başındadır. Kafesli her arabanın içinde de dört tane ayna süslemelerin arasına yerleştirilmiştir. Hiçbir Türk hanımı yanında ayna olmadan seyahate çıkmayı göze alamaz.

Julia Pardoe’nun Gözüyle Osmanlı

Julia Pardoe’nun İstanbul’da bulunduğu dö­nem Osmanlı tarihinin siyasi açıdan en bunalımlı dönemlerinden biridir. Balkanlarda impara­torluğun dağılma sürecini başlatan Sırp ve Yunan isyanları, Rus, İngiliz ve Fransız do­nanmalarının Navarin’de Osmanlı donanmasını imha etmesi ve ardından Rusya ile savaşa giril­mesi, Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesi, asi ilan

63

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5W

ettiği Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordularının Suriye ve Anadolu’yu geçerek Kü­tahya’ya kadar gelmeleri gibi hadiseler ile yüz yüze gelinmiştir. II. Mahmud diğer bir taraftan gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğun çehresini değiştirerek Osmanlı modernleşme­sinin temellerini atmış, ölümünden dört ay sonra ilan edilen Tanzimat Fermanı’na giden yolun hazırlayıcısı olmuştur. Hükümdarlığı dö­nemindeki icraatları nedeniyle, bazıları kendisini devleti tekrar ihya etmek üzere her yüzyılda bir gelmesi beklenen müceddid olarak kabul edip büyük sıfatıyla yâd etmiş, muhalifleri ise gavur padişah olarak nitelendirmişlerdir.

Lady Pardoe eserinde bu kadar çok gaileyi atlatmasına rağmen imparatorluğun ne kadar güç ve özgüven kaybettiğini sık sık samimi bir şekilde eserine konu eder “Türkleri tanıdıkça, hüzün verici siyasi vaziyetlerine daha çok esef ediyorum. Önceden ayarladığım tanışıklıklar sa­yesinde, burada kaldığım müddet içinde onların hakiki vaziyetini seyyahların pek çoğuna nasip olmayacak kadar yakından görebildim. Aslında menfaatleri Osmanlı İmparatorluğunun gerile­mesinde ve Türklere boyun eğdirilmesinde yatan bir Rusya’ya ümit bağlamışlar; kandırıcı vaatlerini sonradan inkâr ederek onları buna mecbur eden Avrupalı güçlere karşı duydukları kızgınlığı her gün biraz daha haklı buluyorum. Bir bütün olarak ele alındıklarında denebilir ki, dünya yüzünde milli ikbale Türklerden daha fazla layık bir halk yoktur belki de. Bunu hem şahsiyet yapılarıyla hem de içtimai hissiyatlarıyla hak ediyorlar.”

Lady Pardoe’nun İstanbul’da bulunduğu dönem Rus nüfuzun artık iyice yerleştiği bir döneme denk geliyordu. M ısır’a karşı Fransız ve İngiliz müttefiklerinden beklediği yardımı göremeyen Osmanlı hükümeti hayal kırıklığı ve çaresizlik içinde Rusya’ya yanaşmak zorunda kalmıştı. Lady Pardoe Rusya’nın göze hoş gelici resimler ve kulağa hoş gelen masallarla Türkleri kandırdığını Rus nüfuzunun devletin başındaki en büyük bela olduğunu Batılı güçlerin bu du­ruma bir çare bulması gerektiğini şöyle anlatır:

“Yazık Türkiye’ye! Aldatıcı müttefiki karşısındaki vaziyeti, boa yılanının sardığı kocaman bir hay­vanın haline benziyor. Rahatça boğulması için hayvanın önce usul usul sakinleştirilmesi icâp eder. Oysa Fransa’nın sayısız askeri ve İngilte­re’nin rakipsiz bir donanması var ve her ikisi de yeni zaferler kazanm aya hevesli. Gelin görün ki, Osmanlıların tam bir itimada yaslandıkları bu memleketler onları terk etmiş vaziyette! Hani, birinin şövalyeliği, öbürünün insan severliği ne­rede kaldı?

Lady Pardoe Türklerin içinde bulundukları zor durumun analizini kendi dünyasından, kendi değerlerinden yola çıkarak bazı yapar: “Bunları, Türkleri barbar olarak görme tem a­yülündeki kimselere hatalı olduklarını göstermek için anlatıyorum. Türkler arasında böyle bir görüşü hak etmeyen ve bundan incinecek çok sayıda insan var; bunlar bahis mevzuu yakış­tırmanın yersizliğini tavırlarıyla ve yaptıklarıyla gösterebilecek güçte. Türklerin medeni ve incelikli bir millet olm ak için lüzum duydukları tek şey zaman, emsal ve Avrupalı müttefiklerine eksiksiz bir itimattır. Medeniyetin bütün unsurlarını taşıyorlar fa k a t olaylar onların aleyhine işliyor; saman altından yürütülen sular gözlerini kör ediyor ve hilelerle elleri kolları bağlanıyor. Kendi sa f intibalarına göre hareket etmelerine izin ve­rilseydi şimdiki kısmi ataletleri uzun sürmezdi. Hâlbuki Türkiye şu an bir çocuk gibi. Dadısı onu susturmak için, yüzüne bir cihetten bakıl­dığında, bakan kişiyi büyüten bir ayna tutuyor. Ve ona bu büyümüş hayalin kendi kudretini ve güzelliğini aksettirdiği söyleniyor; önüne konan bu yalan hayale kanmasına fırsat verilmeden, düzenbaz muallim tarafından ayna tersine çev- riliveriyor; bu defa ortaya çıkan büzüşmüş, yıp­ranmış ve neredeyse şekilsiz görüntü bir hayret ve merham et mevzuu haline getiriliyor. Bu sığ ve alçakça politika, Türkleri nasihat ve yardım a ihtiyaçları olduğuna ikna etme maksadım gü­düyor. Münevver Türkler buna inanmıyorlar: Hatta tersinin doğru olduğundan eminler; ne var ki bu politikanın halk üzerindeki tesirleri

64

3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Yıl: 2015-1 / Sayı: 5

bariz; iktidarın, efkâr-ı umumiyenin gücü kar­şısında zayıflıyor, hatta felce uğruyor.

Türkiye içten içe çürüyen heybetli bir ağaç gibi. Ama tam da yok olmaya mahkûm gibi gö­rüldüğü sırada, körpe ve canlı sürgünler çıkarmış. Ne var ki, taze sürgünlerin üzerine büyük bir ağırlık binmiş; bu ağırlık bir kaldırılsa, dallar cesurca serpilecek ve dünyanın uzak diyarlarına bile gölgelerini düşürecekler.”

Osm anlı İm paratorluğu’nda zenginliğin kaynağı ticarette değil devlet kademelerinde bir iş sahibi olabilmekte yatıyordu. Başlarının üzerinde sürekli dönüp duran bir kılıç gibi olan iltizam tehdidi altındaki Osmanlı büro­kratlarının bu zenginliklerini yönetme usulünü Lady Pardoe şöyle özetler: “ Kişi iktidar sahibi olduğunda, gülen talihine münasip bir ev alıyor veya yaptırıyor: Eline geçeni bol keseden har­cıyor, neden biriktirsin ki? Bu yalnızca Padi­şahsın aç gözünü üzerine çekip, itibarım daha hızlı kaybetm esine yol açabilir; kim i zaman da hasım ların ın kıskançlığını uyandırarak kendi mahvını hazırlayabilir Evinin dışım canlı ve parlak, içini kullanışlı yaptırır; gelgelelim bütün süslemeler kısa ömürlüdür, satha sürdüğü boya ancak bir yıl dayanır, bu da ona kâfi gelir. Belki boya onun mevkiinden daha uzun ömürlü olacaktır; eğer olmazsa, boyayı yenile­mek hiç de zor değildir; yoksa geçirilmiş parlak bir mevsimden kalan dökük boyalarla kanaat eder. Gözden düştüğünde, evini sadece hava şartlarına dayanacak şekilde tam ir eder ve kendini daha faz la sıkıntıya sokmaz. Bu m em ­lekette birkaç ay geçirip insanların yapısını ve itiyatlarını biraz tetkik ettikten sonra, Boğazi­çi’nde önünden geçtiğiniz her evin sahibinin geçmişteki ve şim diki mevkiine dair hakikate yalan bir tahm inde bulunabilirsiniz.”

Zıtlıklar Ülkesi

Lady Pardoe’nun en çok dikkatini çeken hadiselerden biri de Osmanlı toplumu içerisinde göze çarpan tezatlardır. Bu durum hakkında

şu örneği verir: “Şark’ın ihtişamında hiçbir tu­tarlılık, hiçbir devamlılık yok. Göğsünde elmaslar taşıyan paşaya umumiyetle pasaklı bir uşak hizm et ediyor; arabası kad ife ve sırm a işli örtülerle süslü sultan, sık sık döşemelik kumaştan şalvarlar ve basm a entarilerle geziyor. Aynı çarpıcı tezat attığınız her adım da karşınıza çıkar.”

“Boğaziçi’ni İstanbul’dan ayrıldığımız sabahki kadar kötü vaziyette hiç görmemiştik; adeta onu geride bırakıyor olmanın bize verdiği ha­yıflanmayı azaltm ak istercesine, kıyılarını çise­leyen yağmurdan husule gelen pusun arkasına gizlenmiş, güzelliklerine bir peçe örtmüştü. Gök­yüzünde birbiri ardına toplanan bulutların her biri öncekinden daha kara ve daha kesifti. Bilindik her şey gözümüzün önünden yavaş yavaş silindi; camı açıp Boğaziçi’ne “uzun bir son nazar” atm ak istediğimde, en göz önünde olan yerleri bile seçemedim.” Lady Pardoe’nun yaşlı gözleriyle İstanbul’u son görüşüdür bu. Lady Pardoe dönüşünü Balkanlar’ı da ziyaret edecek şekilde ayarlar. Gemi yoluyla İstanbul’dan ayrılarak Tuna’ya girerler. Varna, Silistre, Belg- rad’a oradan karayolu ile Macaristan üzerinden Viyana’ya ulaşılır. Lady Pardoe’nun ülkesine döndükten bir sene sonra Sultanlar Şehri ve Türklerin Adetleri adlı kitabını yayınlar. Avru­pa’da oryantalizmin akımın hız kazandığı bir dönemde yayınlanan kitap büyük bir ilgi görür ve daha sonra üç baskı daha yapar. Pardoe bu ilgi üzerine Boğaziçi’nin Güzellikleri adlı bir rehber kitap ve Harem Masalı adlı bir roman yayınlar. 1862’deki ölümüne kadar yazmaya ara vermeyen Pardoe iki düzineye yakın kitap ve birçok makale kaleme alır. Lady Pardoe gü­nümüzde sadece edebiyat alanında değil, kadın erkek eşitliğinin kurulması sürecinde oynadığı rolle de hatırlanmaktadır.

Julia Pardoe, Sultanlar Şehri İstanbul (The City o f Sultan and Domestic Manners o f the Turks), Çev. Banu Büyükkal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2010 İstanbul. ♦

65