Iran-Iraq War

220
ISSN: 2146-7676 UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences Yıl / Year: 2 Sayı / No: 3 Yıl / Year: 2013 www.ufuk.edu.tr

Transcript of Iran-Iraq War

ISSN: 2146-7676

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ

Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences Yıl / Year: 2 Sayı / No: 3 Yıl / Year: 2013 www.ufuk.edu.tr

2

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Sahibi Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Adına: Rektör: Prof. Dr. Aral EGE

ISSN: 2146-7676

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Mehmet TOMANBAY

Editör Doç. Dr. Türkmen DERDİYOK

Yardımcı Editörler Arş. Gör. Hazel BAŞKÖY Arş. Gör. Ayşe Gözde GÖZÜM Arş. Gör. Çağlar DOĞRU Arş. Gör. Mehmet Gökhan UZUNER Arş. Gör. Ozan MUTLU

Danışma Kurulu Hakem Kurulu Prof. Dr. Oya AKGÖNENÇ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Orhan AYDIN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Semih BÜKER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Halil CİN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Cenap ERDEMİR (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Cengiz ERTEM (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Sadi GÜNDOĞDU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Tuğrul İNAL (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Ali Naim İNAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Erdoğan ÖNER (Ufuk Üniversitesi) Doç. Dr. Enver ÖZCAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Refia PALABIYIKOĞLU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Sevim SÖNMEZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Şeref ÜNAL (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Özkan ÜNVER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. İrfan Baki YAŞAR (Ufuk Üniversitesi) Yerel Süreli Yayın Basım Yeri: Başkent Klişe Matbaacılık Bayındır Sokak 30/E Kızılay/Ankara Basım Tarihi: 03.06.2013

Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi) Doç. Dr. Güler SAĞLAM ARI (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Orhan AYDIN (Ufuk Üniversitesi) Doç. Dr. Selda AYDIN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Mine GENCEL BEK (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Doğan CANSIZLAR (Atılım Üniversitesi) Prof. Dr. Yasin CEYLAN (ODTÜ) Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Çiler DURSUN (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Erkin EKREM (Hacettepe Üniveresitesi) Doç. Dr. Canan ATEŞ EKŞİ (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Azize ERGENELİ (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Mehmet Seyfettin EROL (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Arel Üniversitesi) Prof. Dr. Gülden GÜVENÇ (Işık Üniversitesi) Doç. Dr. Selda KILIÇ (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Elif G. KÜÇÜKALİOĞLU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Cemal OĞUZ (Gazi Üniversitesi) Doç. Dr. Mehmet OKYAYUZ (ODTÜ) Prof. Dr. Erdoğan ÖNER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa YILMAZ (Hacettepe Üniversitesi)

Dergimizin temel amacı; bilimsel normlara ve bilim etiğine uygun, sosyal bilimler alanında tercih edilen nitelikli ve özgün çalışmaları yayımlayarak akademik alana katkıda bulunmaktır. Dergiye gönderilen yazılar, derginin yazım kurallarına uygun olarak hazırlanarak değerlendirme sürecine girmek üzere [email protected] elektronik posta adresine gönderilmelidir. Copyright@Haziran 2013 Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Tüm hakları mahfuzdur. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi yılda en az bir kez yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayımlanan makalelerin dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir. Dergide yer alan makaleler kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Elektronik ve mekanik (fotokopi dâhil) herhangi bir şekilde izinsiz kullanılamaz ve çoğaltılamaz.

Yönetim yeri: Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Dr. Sadık Ahmet Caddesi No:35 Balgat Ankara

Tel: 0312 2862376 Faks: 0312 2862395 E-Posta:[email protected] veya [email protected] İnternet Adresi: http://www.ufuk.edu.tr

3

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ

Yıl : 2 No: 3 Yıl: 2013

İÇİNDEKİLER

Sunuş............................................................................................................................... …………………...5 -6 Türkmen DERDİYOK

Daha İyi Öğretmen Yetiştirme: Bir Değerlendirme Örneği ……………………………………..………..7 - 21 Aylin EROĞLU ÜNLÜ Ak Parti ve Yoksul Yardımları: Sosyal Hizmet mi Rıza Üretimi Aracı mı?...............................................23 -38 Başak TURAN Tunus, Mısır ve Libya’daki İç ve Dış Dinamiklerin Arap Baharı’nın Gerçekleşmesinde Etkileri……….39 -63 Ali Serdar ERDURMAZ Basında “Organ Nakli” Haberlerinin Sunumu………………………………………… ………………..65 - 83 Asuman KAYA, Birgül TAŞDELEN Gelirin Tespiti ve Vergilendirilmesi: Safi Artış Teorisi, Kaynak teorisi……………...............................85 -104 Mehmet Reşit DİNÇER, Mehmet Hakan KALELİOĞLU İran-Irak Savaşının Bölgeye Etkileri.....................................................................................................105 - 121 Ekrem Yaşar AKÇAY Japonya-Çin İlişkileri (Soğuş Savaş Sonrası Dönem)…………………………………………….......123 - 144 Çağlar ŞAKI Çalışan Motivasyonunu Geliştirmeye Yönelik Bir Araç Olarak Lojik Model………..........................145 - 152 Özge ÖZ, Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN Medya Özgürlüğü ve Ahlakın Korunması…………………………………………………………….153 - 169 Dilara Buket TATAR Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme’nin (TCDB) önemi: Türkiye ve Çeşitli Ülke Uygulamaları..171 -187 Gonca GÜNGÖR, Kadriye İZGİ ŞAHBAZ Dış Politikada Yumuşak Güç ve Seçili Örnek Hindistan…………………………………...................189 - 204 Leyla YILDIRIM Arşiv Belgelerine göre II. Abdülhamit Döneminde Osmanlı’da Dilencilik Yapan Yabancılar ve Yurtdışına Dilencilik için Giden Osmanlı Vatandaşları…………………………………………………………..205 - 216 Ayşe ÖZDEMİR KIZILKAN Yayım Alanı, Yazım Kuralları ve Yazıların Değerlendirme Süreci………………………...................217 - 220

4

JOURNAL OF UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

Year: 2 No: 3 Year: 2013

CONTENTS

Presentation……………………………………….……………………………………….............................5-6 Türkmen DERDİYOK Teacher Betterment: An Evaluation………………………………………………………………………...7-21 Aylin EROĞLU ÜNLÜ JDP and Poor Relief: Social Service or the Means of Consent Production?...............................................23-38 Başak TURAN The Effects of Internal and External Dynamics in Tunisia, Egypt and Libya in the Arab Spring……….. 39-63 Ali Serdar ERDURMAZ “Organ Transplantation” News on the Press………………………………………………………………65-83 Asuman KAYA, Birgül TAŞDELEN Definition and Taxation of Income: Net Increase Theory, Resource Theory............................................85-104 Mehmet Reşit DİNÇER, Mehmet Hakan KALELİOĞLU

The Effects of the Iran-Iraq War in the Region………………………………………………………...105-121 Ekrem Yaşar AKÇAY Japan-China Relations (Post Cold War Period).......................................................................................123-144 Çağlar ŞAKI

Logic Model as a Tool to Improve the Employee Motivation.................................................................145-152 Özge ÖZ, Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN The Media Freedom and the Protection of Morals……………………………………………………..153-169 Dilara Buket TATAR Importance of Budgeting Sensitive to Gender Mainstreaming: Applications in Turkey and Various Countries…………………………………………………………171-187 Gonca GÜNGÖR, Kadriye İZGİ ŞAHBAZ Soft Power in Foreign Policy and India as a Selected Example..............................................................189-204 Leyla YILDIRIM Panhandling Foreigners in Ottomon State and Ottomon Citizens Who Went to Europe for Panhandling at Sultan II. Abdülhamit Period…………………………………………………………………………...205-216 Ayşe ÖZDEMİR KIZILKAN Guidelines for Contributors ……………………………………………………………………………217-220

5

SUNUŞ…

Bu sayıda Uluslararası ilişkiler alanında dört makale yer almaktadır. Bunlardan Ali Serdar

Erdurmaz tarafından kaleme alınan makalede son yıllarda dünya gündemini meşgul eden “Tunus,

Mısır ve Libya’da otoriter rejimlerin yıkılmasına neden olan iç ve dış dinamiklerin etkileri

incelenmiştir.

Ekrem Yaşar Akçay incelemesinde, 1980-1988 yılları arasında meydana gelen İran-Irak Savaşı’nın

Ortadoğu’da, Ortadoğu ülkelerinde ve bölge dışı ülkelerde bir takım politika değişimlerine neden

oldukları yönündeki tespitleri yer almaktadır.

Soğuk Savaş Sonrası Çin Japon ilişkileri Çağlar Şaki tarafından farklı bir bakış açısıyla irdelenmiş;

iki ülke dış politikasında sorun doğuran alanlara ilişkin değerlendirme yapılarak, yeni sermaye

birikim sürecinin Doğu Asya’ya kayması hususunda ortaya atılan görüşler sunulmuştur.

Leyla Yıldırım tarafından kaleme alınan Dördüncü makalede “Yumuşak Güç” ve yumuşak gücün

kullanımı; seçili örnek Hindistan üzerinden, tartışmaya açılmış; buradan hareketle yumuşak güç

kullanımıyla ilgili ülkelerin neler yaptığı ve neler yapabileceği sorularına cevap aranmıştır.

Maliye alanında biri gelir diğeri gider konularında olmak üzere iki makale yer almaktadır. M. Reşit

Dinçer ve M. Hakan Kalelioğlu tarafından birlikte kaleme alınan makalede “gelirin Tespiti ve

Vergilendirilmesi konusu ele alınmış; bu konuda var olan iki yaklaşım; Türkiye’nin bu konudaki

denemeleri de dâhil, Safi Artış ve Kaynak teorileri irdelenmiştir.

Gider konusunda ele alınan makale, son zamanlarda sıkça tartışılan “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı

Bütçeleme ile ilgili olup; bu uygulamanın Türkiye ve Çeşitli Ülke Uygulamaları Gonca Güngör ve

K. İzgi Şahpaz tarafından incelenmiştir.

Eğitim alanında Aylin Eroğlu Ünlü tarafından kaleme alınan makalede, anket çalışması ile yeni

çalışmaya başlayan deneyimli okutmanların adaptasyon süreci ile ilgili olarak; eğitim programının

eğitmen ve katılımcı okutmanlar bakımından hedeflerine ulaşıp ulaşmadığı Kirkpatrick Modeli

kullanılarak değerlendirmeye çalışılmıştır.

Siyaset Bilimleri alanında Başak Turan tarafında kaleme alınan makalede, Türkiye’de son on yıldır

istikrarla ve güç kazanarak iktidarda kalmayı başaran Ak Parti’nin girdiği her seçimden, geçtiği her

dönemeçten güç kazanarak çıkmasında, rıza üretimini ve yoksul yardımları konularının önemi

değerlendirilmiştir.

6

İnsan Kaynakları alanında Özge Öz ve Deniz Büyükkılıç Şeren tarafından yapılan araştırmada Lojik

modelin bir yönetim aracı olarak kullanarak, insan kaynakları yönetimi ve onun bir fonksiyonu olan

performans değerlendirmesinden kaynaklanan sorunları çözmede bir yol haritası oluşturup

oluşturamayacağı incelenmiştir.

Dilara Buket Tatar medya özgürlüğü ve ahlakın korunması konusunda ele aldığı makalede, Avrupa

İnsan Hakları Mahkemesi ve ABD Yüksek Mahkemesi’nin sınırlandırmada kullandığı kriterler ile

ülkemizdeki son düzenlemelerin mahkeme kararlarına ve idari işlemlere ne şekilde yansıdığı

konularını irdelemiştir.

Derginin okuyuculara faydalı olması dileğiyle…

Saygılarımla

Doç. Dr. Türkmen DERDİYOK

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Editörü

7

TEACHER BETTERMENT:

AN EVALUATION N. Aylin EROĞLU ÜNLÜ*

ABSTRACT

This study aims at evaluating the newly designed in-service teacher training program for the experienced teachers at Hacettepe University, School of Foreign Languages. This evaluation was conducted by using Kirkpatrick’s evaluation model in order to examine the effectiveness of the program in terms of achieving objectives from the perspective of the trainer and the trainees. For the data collection four instruments were used: a questionnaire was given to the trainees to determine their expectations and reactions towards the training program; individual sessions with the trainees were recorded to get information about the process of action research; interviews were done with the trainees and the trainer at the end of the program to learn their reaction to the whole experience and finally the results of the evaluation done at the end of the program were used. Key Words: Teacher training, evaluation, Kirkpatrick Model

DAHA İYİ ÖĞRETMEN YETİŞTİRME:

BİR DEĞERLENDİRME ÖRNEĞİ

ÖZET

Bu çalışma Hacettepe Üniversitesi’ndeki Mesleki Gelişim Ünitesinin deneyimli öğretmenler için verdiği eğitim programının eğitmen ve katılımcı okutmanlar tarafından hedeflerine ulaşıp ulaşmadığını değerlendirmeyi amaçlamıştır. Bu program kurumda yeni çalışmaya başlayan deneyimli okutmanların adaptasyon sürecini kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Değerlendirmede Kirkpatrick Modeli kullanılmıştır. Veri toplama dört şekilde gerçekleştirilmiştir: eğitime katılan okutmanlara verilen bir anket, süreç sırasında eğitime katılan okutmanlarla yapılan bireysel görüşmeler, eğitime katılanlar okutmanlar ve eğitmenle program sonunda yapılan görüşmeler ve katılımcıların program sonunda aldıkları notlar kullanılmıştır.

Anahtar Sözcükler: Öğretmen eğitimi, değerlendirme, Kirkpatrick Modeli

* Okutman, Hacettepe Üniversitesi, Modern Diller Bölümü

8

1. Introduction

The need to develop a better language program has increased universities’ efforts to train more efficient and fully-equipped teachers in their units. Training programs used by different universities aim to facilitate the professional development of their teachers. These training programs for the instructors include both pre-service and in-service programs to increase the teaching quality of the instructors as well as smoothing the adjustment period for them in their new institutions. Each institute organizes these training programs depending on their departmental needs. Generally, for the novice teachers a training program including all aspects of teaching profession ranging from classroom management to writing a lesson plans is provided. On the other hand, for the experienced teachers who are new to the institution a different training program may be employed. This includes reading the literature including methodology books, journals and magazines, and developing professionally through interacting with other colleagues to solve problems they encounter while teaching. They can also keep journals, and observe others (Harmer, 2002, p. 190). However, the term “teacher training” has become a little complicated, as it is used with different connotations by the developing countries and the developed ones. It is used in developing countries to cover teacher preparation in the pre-service and teacher upgrading skills and qualifications in the in-service (Lynd, 2005, p. 11). However, in developed countries, the concept of “training” is believed to be limiting, as they find it similar to teaching a dog to roll over (Lynd, 2005, p. 12). As pointed by Lynd “training” is considered as a conditioning period in which a trainee passively learns the "dos" and the "don'ts" of classroom practice repeated by more knowledgeable trainers. Therefore, instead of teacher training “teacher education” is more often used in developed countries (2005, p. 12).

As it is also stated by Nadler and Merron (1980), “Teachers are no longer willing to accept traditional relationships, but rather are insistent that their voices be heard in designing programs of study”(p. 122). Therefore, some alternative training programs have been started all over the world. Alternative teacher in service training programs are important as they may meet individualized teachers’ needs. Our unit also wanted to establish a training program in line with these recent views to provide better improvement opportunities for their teachers.

Whether it is traditional or an alternative training, Marsden stated that training programs should be evaluated so that we can validate needs assessment tools and methods; confirm or revise solution options; confirm or revise training strategies; determine trainee/trainer reactions; assess trainee acquisition of knowledge and attitudes; assess trainee performance; and determine if organizational goals are met (1991, p. 134). According to most training experts, evaluation is a systematic process to determine the worth, value, or meaning of something (Hamtini, 2008, p.56). One important model of evaluation is that of Donald Kirkpatrick. Kirkpatrick’s model is the most well-known and widely used framework for classifying areas of evaluation. In his model, he developed a conceptual framework to determine what data will be collected. Kirkpatrick’s model has four levels of evaluation and it gives answers to very important questions: Reaction, Learning, Behavior, Results. At each level, it is necessary for the evaluator to ask certain questions. On the reaction level, the evaluator asks if the participants were content with the program and assesses the components of this contentment. On the learning level, an examination of the content of the material learned is investigated. On the behavior level, it is important to assess whether the information learned had an impact resulting in a behavioral change in the learner and on the results level, whether the result of training proved to be beneficial or harmful to the organization (Kirkpatrick, 1998, p. 23).

9

As the administrators of the School of Foreign Languages and the head of the professional development unit at Hacettepe University wanted to determine the effectiveness of the training program for the experienced teachers, an evaluation of the program was conducted.

Hacettepe University School of Foreign Languages consists of two different departments: 1. The Department of Basic English

2. The Department of Modern Languages Department of Basic English offers a one or two semester Basic English Program to the students who are enrolled in departments where the medium of instruction is partially (%30) or completely English and to those who are enrolled in departments where the medium of instruction is Turkish.

Department of Modern Languages offers compulsory English language courses and elective English, German, French, Spanish, Italian, Chinese, Russian, Greek and Latin courses that are successive and spread throughout eight semesters for the students registered at the faculties and schools of our university.

The Professional Development Unit at Hacettepe University was established in the Fall Semester of 2009-2010 academic year for providing in-service training services to the instructors of the School of Foreign Languages. School of Foreign Languages has been active since 1967. However, there has not been an in-service training program since then. The need to start this unit has been raised by many colleagues all these years. However, due to administrative challenges and many other factors it could not be realized. Finally, with the recent change in the administration, a new unit has been established. The program is designed to equip the both novice and experienced instructors with the basic teaching skills and to help them overcome the difficulties that the instructors might come across in the process of getting used to the teaching and learning environment at Hacettepe University.

The professional development unit set certain objectives in the training program for the experienced teachers, such as the trainees; will be able to get familiarized with the institution, they will be able to participate in the professional activities (meetings, workshops and research studies), they will be able to use problem-solving approach in teaching, they will be able to diagnose learning difficulties, they will be able to suggest remedies for the problems encountered and they will be able to analyze professional problems into researchable questions.

The training program is designed for two groups: novice and experienced teachers. For the novices the training program includes providing the trainees with the basics of the profession. After this level is completed, they are required to conduct an action research in cooperation with the trainers. For the experienced teachers the training program includes conducting an action research. The duration for the training program for the novice teachers is two years, whereas for the experienced teachers it is one semester.

Action research is a process in which participants examine their own educational practice systematically and carefully, using the techniques of research (Watts, 1985, p. 118). There are several ways of conducting an action research depending on the groups of researchers involved in it. An action research can involve a single teacher investigating an issue in his or her classroom, a group of teachers working on a common problem, or a team of teachers and others focusing on a school- or district-wide issue (Ferrance, 2000, p.3).

Individual teacher research generally focuses on a single issue in the classroom. The teacher may be looking for solutions to problems of classroom management, instructional strategies, use of materials, or student learning (Ferrance, 2000, p. 3).

10

Collaborative action research may include as few as two teachers or a group of several teachers and others interested in addressing a classroom or department issue. This issue may involve one classroom or a common problem shared by many classrooms (Ferrance, 2000, p. 4).

School-wide research focuses on issues common to all. For example, “a school may have a concern about the lack of parental involvement in activities, and is looking for a way to reach more parents to involve them in meaningful ways” (Ferrance, 2000, p. 4). Teams of teachers from the school work together to narrow the question, gather and analyze the data, and decide on a plan of action.

District-wide research is very complicated and it requires more resources. Issues can be “organizational, community-based, performance-based, or processes for decision-making” (Ferrance, 2000, p. 5). A district may choose to address a problem common to several schools or one of organizational management.

Kurt Lewin, a social psychologist and educator was the first whose work on action research was developed throughout the 1940s in the United States. Stephen Corey at Teachers College at Columbia University was among the first to use action research in the field of education. He believed that the scientific method in education can make a change because educators will be involved in both the research and the application of information (Ferrance, 2000, p. 7). In our program individual teacher research is used for the training program. It continues for two semesters. In accordance with the steps of action research, the trainees are required to determine one problem that they encounter in the classroom at the beginning of the semester. After that they develop the instruments they will use for the research (collection and organization of data), they do the implementation and interpret the data, then decide on the action based on data and lastly they are required to hand in a final report to the trainers about the whole procedure including their own reflections. The same procedure is followed for the second semester as well.

There are three groups of individuals involved in the program: the trainer, the trainees and the administrators. The trainer is responsible for assisting the trainees throughout the process and finally evaluating the performance of the trainees with the other members of the evaluation committee including the administrators. Trainees are responsible for participating in all the activities and conducting all the required processes given by the trainer throughout the training period.

This study is an evaluation of the newly designed in-service teacher training program for the experienced teachers at Hacettepe University, School of Foreign Languages. This program is expected to help newly recruited teachers to get adapted to the new institution more easily and learn about the context and the possible problems they might encounter. This evaluation was conducted by using Kirkpatrick’s evaluation model in order to examine the effectiveness of the program in terms of achieving objectives from the perspective of the trainer and the trainees. As a result of this evaluation, problems or drawbacks related to the program were investigated and the information gathered in the end including the suggestions and comments done by the trainer and the trainees will be used for the improvements which will be considered in the future. The reason for choosing Kirkpatrick’s model was because it was created especially for evaluating training programs. Moreover, it has been widely used by many researchers as it can be easily implemented. One of these studies was conducted to evaluate the Teacher Training Program in School Management in Hong Kong by Chi-Sum Wong (2003). Their study adapted Kirkpatrick's

training evaluation model to examine the effectiveness of a primary refresher training program. The results indicated that the refresher training program is very effective, especially for senior teachers

who are responsible for managerial duties. Another study was an evaluation of the Online Training Programs in Meteorology and Hydrology conducted by Yong Wang and Xiefei Zhi at Nanjing

11

University of Information Science and Technology. They used both the CIPP model and Kirkpatrick model to improve the effectiveness of the training programs and meet the demand of the national meteorological and hydrological services.

Kirkpatrick himself explained some of the studies done by using his model. The first study was a training course on performance appraisal and coaching which was conducted at the Charlotte, North Carolina branch of the Kemper National Insurance Companies. In the study all the levels were included. Another study was conducted at Delta which was reported by the American Society for Training and Development (Kirkpatrick, 1998, p. 78). In this study the training practices of Delta were evaluated. Kirkpatrick’s model was also used in Turkey. An evaluation study of an in-service teacher training program at Middle East Technical University, School of English Language was conducted by Şahin. The purpose of the study was to examine the effectiveness of the in-service teacher training program, The Certificate for Teachers of English (CTE), run together by two departments: The Department of Basic English (DBE) and the Department of Modern Languages (DML) of the School of Foreign Languages (SFL) at Middle East Technical University (METU) in terms of whether it achieved its objectives and to provide suggestions regarding the redesigning of the program for the following years. Karaaslan also conducted a study to investigate the perceptions of self-initiated professional development of English language teachers at the English Language School of Başkent University.

2. Methodology

This study called for two kinds of evaluation: formative and summative. The task for the formative evaluation was to determine how the new program implemented. Summative evaluation was carried out to determine if the newly implemented program has improved such things as teacher knowledge, motivation etc.

The following research questions were asked for carrying out the study:

1. What were the trainees’ personal reactions towards the training program? (Reaction)

2. To what extent does the program cover the expectations of the trainees? (Reaction) 3. Which skills did the trainees improve through the training program? (Learning)

4. Have the attitudes of the trainees improved according to the trainees themselves and teacher trainers? (Learning)

5. What were the problems that the trainees faced in the process? (Learning) 6. Has trainees’ behavior change as a result of conducting an action research? (Behavior)

7. What is the result of the program for the trainees and the trainer? (Result)

3. Sampling

In this study one trainer and ten trainees constituted the participants. Out of ten trainees participating in the study, eight were females and two were males. The ages of the trainees ranged between twenty-four and thirty-three. All the trainees were experienced ranging from one year to five years. The trainees generally taught to university students, students outside university who

12

were working, private tutoring for young learners, young learners and secondary school learners. At the beginning there were eleven trainees, however, one of the male participants quit the training program half way because he was sent to do his military service. The trainer is the one who suggested using action research for training the experienced teachers and is also the head of the Professional Development Unit. The trainees were consisted of two males and eight females. All of the trainees had prior experiences as instructors at other universities before starting to work at Hacettepe University. That is why they were grouped under this training.

4. Data Collection

For the data collection four instruments were used.

Questionnaire: A questionnaire was given to the trainees to determine their expectations and reactions towards the training program. The questionnaire consisted of three parts. In the first part, background information about the trainees was collected. In the second part, their perspectives of the teaching profession were examined. Finally, their expectations about the training were examined with two open-ended questions.

Recording the trainer’s individual sessions with the trainers: The individual sessions with the trainees were recorded to get information about the process of action research.

Interviews: Interviews will be done with the trainees and the trainer at the end of the program to learn their reaction to the whole experience.

The results of the evaluation made at the end of the program: The trainees were required to hand in a report of the action research they conducted to the trainer at the end of the program. This report will be evaluated over 60 points.

First, a questionnaire was distributed to the trainees at the beginning of the program to get their reactions and attitudes about the program. Second, for a month period tape recordings of the individual sessions of the trainer with the trainees were collected to see what kind of interactions were going on between the trainer and the trainees. These sessions included discussions on the selection of the instruments and dealing with the difficulties that the trainees came across throughout the process of conducting an action research. It also includes the trainer’s instructing the trainees in doing the write up. Moreover, at the last week of the program interviews were conducted with five of the trainees and with the trainer to get first-hand information about the whole process. Finally, the training evaluation scores were checked to see their overall success in conducting an action research.

5. Data Analysis

Both qualitative and quantitative analyses were conducted. For the questionnaire frequencies for the responses were examined. For the interviews and the individual session recordings, a context analysis was done; first broad categories were determined and then coding of the responses were done.

13

6. Findings

Majority of the trainees stated that even if participation to the training was not compulsory, they would still be willing to participate in order to improve themselves. Almost half of the trainees said that they attended some kind of training program before participating in this process. Seven of the trainees stated that they conducted a scientific research before. However, none of the trainees conducted an action research before. The trainer was a female. She attended a teacher training program abroad and she was appointed to this post by the head of the department. The research questions also followed the levels of the Kirkpatrick model. In the reaction level how the trainees felt about the program at the beginning is determined. In the learning level knowledge, skills or attitudes of the trainees acquired or improved throughout the process are examined. The behavior level tries to find out whether the trainees are ready to make any changes in their work behavior after being exposed to a training program. Finally, the results level determines the outcomes of the program for the institution in which the program is implemented.

6.1. Findings for the “Reaction” Level:

The research questions related to this level were “what were the trainees’ personal reactions towards the training program?” and “to what extent does the program cover the expectations of the trainees?” In order to answer these questions a questionnaire was distributed to the trainees at the beginning of the program. Frequencies were calculated and open-ended questions were examined to interpret the results. The results indicated that the trainees’ expectations were to gain efficiency in teaching English and gain experience in overcoming in-class problems, to improve themselves, to be able to be aware of what is going on in the fields, learn about classroom experiences and learn about action research. The trainees considered creating solutions to the problems they encounter in the classroom and improving their teaching skills as the most important thing for them in terms of their perspectives in the teaching profession.

However, three of the trainees stated that they were not sure if they would benefit or not because they needed to wait and see till the end of the program. Six of the trainees stated that they would benefit from the process because conducting an action research would help them learn more about the field and help them identify and find solutions to the in-class problems. Moreover, they also stated that this process would help them in that they would have the chance to do something about the problems that most of the teachers were complaining about. One of the trainees stated that conducting an action research enabled her to do a research that she had been thinking about conducting for quite some time, but couldn’t do it because she didn’t have time for that.

6.2. Findings related to “Learning” Level:

The research questions related to this level were “which skills did the trainees improve through the training program?”; “have the attitudes of the trainees improved according to the trainees themselves and teacher trainers?” and “what were the problems that the trainees faced in the process?” To answer these questions the data obtained from the tape recordings of the individual sessions and interviews were used. The findings indicated that the trainees improved their professional knowledge, research skills as well as their interpersonal relationships with their colleagues and their students.

14

The trainees stated in the interviews that through the sessions in which theoretical information about action research and its implementation procedures were explained and the research that they did for the write up, they learned what an action research was. So, they learned a new method which they also stated in the interview that they would be willing to use for the future practice.

I graduated from the Department of English Language and Literature. Therefore, back at my undergraduate years, I didn’t do any scientific research. It is good to learn about it and try to solve the problems I come across in my classroom. I will definitely make use of it in the future.

They also stated that they learned about how to conduct research, prepare and adapt instruments, do the analysis and present the results in the report. Moreover, they also pointed out that this process improved their relationships with their colleagues and their students. They needed to interact with their colleagues for carrying out the action research and doing several activities in their classroom. Moreover, spending more time with their students also helped them establish better rapport with their students.

I was not teaching this semester, so I didn’t have a classroom to carry out the research. Therefore, I needed to do the research in one of my colleagues’ class. I didn’t know her very well at the beginning, but through this process I had the chance to get know my colleague better. Even if we were working in the same institution, our conversations didn’t go beyond saying hi to each other before.

The attitudes of the trainees were changing from neutral to positive at the beginning of the program. Their attitudes moved towards positive throughout the process according to the data gathered in the interviews. They stated that they found conducting action research as a useful experience and that they were more positive about it.

As for the problems that they faced throughout the process, the trainees mentioned the time limitation several times. Some of the trainees were actually involved in a variety of tasks at the department as they were working at different units while they were responsible for carrying out the action research. One trainee working at the testing unit mentioned the difficulties of doing an action research while working full time at the unit as well.

Time was very limited for the study. I mean we have other responsibilities as well. If we were just teaching then it would be easier. But there are always some tests to prepare at the office and I had to squeeze this action research in the middle of other tasks I was responsible at work to carry out.

Moreover, they talked about the low-motivation of the students which was a big challenge for them in conducting action research. As one trainee stated,

I was supposed to complete the normal schedule of that day and besides I also needed to keep my students longer so that I could cover the activities I should do for doing the action research. This was very overwhelming for the students. They didn’t want to stay longer and I had to motivate them by giving them some goodies.

One trainee stated that she had the hardest time in writing up the results. However, they all referred to the individual sessions done with the trainer which was a huge support for them throughout the process.

I was a Translation and Interpretation major. We didn’t need to carry out this type of research and do the write up for it. Therefore, the part I had the hardest

15

time while conducting an action research was writing the final report. I needed constant help of the trainer. I felt very incompetent in that part.

The analysis of the tape recordings of the individual sessions with the trainer done for about a month period also indicated that the trainees were content with the process and their expectations about the program were met to a great extent. However, they constantly stated that the time given for conducting an action research was very limited. Therefore, they were not able to complete the process and hand in the report as well as they wanted it to be.

6.3. Findings related to the behavior level:

The research question related to this was “has trainees’ behavior changed as a result of conducting an action research?” In order to answer this question, data gathered in the interviews with the trainer and the trainees and the final repot grades were used. The trainees were required to conduct an action research through which they were expected to develop certain personal characteristics as well as professional characteristic. The interview results indicated that the process changed the way they see their profession, their colleagues and their students. As stated by one trainee:

I definitely made great use of the action research process. I always had this idea in my mind that what should be done to overcome the speaking anxiety in language classroom. But I never managed to spend time on carrying out a research on this very important issue. So, this helped me to spend time on it.

The results of the final report that the trainees were required to submit also indicated that they successfully carried out the process.

6.4. Findings related to the “Result” Level:

The research question related to this level was “what is the result of the program for the trainees and the trainer?” To answer this question, the interviews with the trainer and the trainees were used. The results revealed that the trainees’ attainments from this process were quite high according to both trainees and the trainer. Therefore, the training was considered to be effective in terms of achieving its objectives. However, the period for this level was very limited for reaching a definite conclusion. Therefore, this might be seen as a limitation for the study.

7. Discussion

The results of the reaction level indicated that there have been different views at the beginning of the program. Kirkpatrick also stated that the reactions of the participants should be considered throughout the process as it may change (1998, p. 53). Therefore, the reactions of the trainees were considered both at the beginning, through the process and at the end. Although at the beginning there were both positive and negative views, towards the end the tendency was more towards positive.

The results of the learning level were considered from two perspectives: the trainer’s and the trainees. The trainees stated that they learned different things as a result of this process. Their perspectives on the level and aspects of learning differed. The trainer’s view also supported that the trainees benefitted from the program in terms of improving their professional knowledge as well as their teaching practice and their relationship with their colleagues.

16

The results related to behavior indicated that most of the trainees were ready to change their behavior such as taking into account different points of views, following necessary developments and improve their teaching through action research. The responses of the trainees indicated that they were ready to improve and change their behavior related to teaching for the better. Kirkpatrick maintains that trainees will be motivated to learn only when they react favorably and only when they are motivated to learn are they ready to change their behavior (1998, p.87). Accordingly, most of the trainees had a positive attitude towards conducting action research and they stated that they were ready to change behavior. Results level of the evaluation indicated that the program which included conducting an action research was useful for the trainees as they all agreed on the point that they gained something at the end of training. The trainees gained certain skills such as getting accustomed to the new teaching environment, establishing a better rapport with their students and colleagues as well as gaining a researcher perspective in the end. The trainer’s views were also supportive of these results.

All in all, it can be said that the process of using an action research for the training of the experienced teachers at Hacettepe University was successful from both the trainees and the trainer’s viewpoints. Instead of just telling the trainees what they should do, they are allowed to explore and find solutions to the difficulties they might come across in the classroom. Therefore, using an alternative method of training seems to be working better than using the old techniques. However, the majority of the trainees stated that the process would be more beneficial if they were given more time to conduct their study, or the conditions for conducting an action research were arranged by the administration better. Moreover, they stated that it would be better if there was a session for sharing their studies with other trainees. Also they complained about including grading to the process. They stated that this increased their stress level. In a nutshell, the evaluation of the training program for the experienced teachers yielded positive results in terms of meeting the objectives; on the condition that the required adjustments were taken into consideration for future practice.

8. Conclusion

As a conclusion, teacher training is a difficult task. At the turn of the 21st century, teachers’ needs have changed fundamentally, and thus the responses to the needs should change accordingly. The literature review illustrated that inservice training is no longer limited to “one-shot workshop-type” formats. In order to have an effective training program, administrators and educators should understand the cultural and social context in which their teaching practices exist. Without implementing these fundamentals, any training will fail to become effective because of university faculty members’ lack of motivation to participate in inservice training.

17

REFERENCES Ferrance, Eileen. (2000). Action research. Northeast and Islands Regional Educational Laboratory at Brown University. Fitzpatrick, J. L., Sanders, J. R. & Worthen B. R. (2004). Program evaluation: Alternative approaches and practical guidelines. Pearson Products Inc. U. S. A. Hamtini, T. M. (2008). Evaluating E-learning Programs: An Adaptation of Kirkpatrick's Model to Accommodate E-learning Environments. Journal of Computer Science 4 (8), 693-698. Harmer, J. (2002). The practice of English language teaching. (Third Edition). Pearson Education Ltd. Malaysia. Karaaslan, D. A. (2003). Teachers’ perceptions of self-initiated Professional development: A case study on Başkent University English language -teaching. Unpublished Master’s thesis. Middle East Technical University, Ankara. Kirkpatrick, D. L. (1998). Evaluating Training Programs: The four levels (Second Edition), Berrett-Koehler Publishers, San Francisco, CA. Lynd, Mark. (2005). Fast-track teacher training: Models for consideration for Southern Sudan. American Institutes of Research and the Sudan Basic Education Program. August, 2005. Marsden, M, J. (1991). Evaluation: Towards a definition and statement of purpose [Electronic version]. Australian Journal of Educational Technology. 7(1), 31-38. Nadler, B., & Merron, M. (1980). Collaboration: A model for survival for schools of education. Journal of Education, 162(4), 55-63. Retrieved November 2, 2007, from EBSCOhost database. Şahin, V. (2006). Evaluation of the in-service teacher training program “The Certificate for Teachers of English” at Middle East Technical University School of Foreign Languages. Unpublished PhD Thesis. Middle East Technical University, Ankara. Wang, Y. & Zhi, X. (2009). Online Training Programs in Meteorology and Hydrology. Educational Management Administration & Leadership, Vol. 31, No. 4, 385-401. Watts, H. (1985). When teachers are researchers, teaching improves. Journal of Staff Development, 6 (2), 118-127. Wong, P. & Wong, C. (2003). The Evaluation of a Teacher Training Program in School Management: The Case of Hong Kong. Educational Management Administration & Leadership, Oct; vol. 31: pp. 385 - 401.

18

APPENDICES

APPENDIX A

Interview with the Trainer

Dear Trainer,

As the action research conducting process comes to a close, it is important for us to receive your

feedback regarding the whole process and implications from your point of view, so that we may

benefit from it in the future.

- How long have you been working at Hacettepe University?

- How long have you worked as a teacher trainer at Hacettepe University?

- Why did you choose to start a different training program for the experienced teachers?

- How were the trainees’ reactions towards conducting an action research at the beginning?

- Did those reactions change at the end? If so, in what way?

- How do you think the individual tutorials were useful for the trainees?

- What kind of problems did they encounter throughout the process?

- Was there a change in the trainees’ behavior / feelings / attitudes at the end of the program?

If so, how? If not, why?

- Do you think the program in general was beneficial for the trainees?

- Do you think there was a reasonable balance between theory and practice in the program?

- What are your personal views about the program?

- Related to your insights, what changes should be done for the coming years?

- Do you have any other comments you would like to make regarding the overall

effectiveness of the program?

19

APPENDIX B

Interview with the trainees

Dear Trainee,

As the action research conducting process comes to a close, it is important for us to receive your

feedback regarding the whole process and implications from your point of view, so that we may

benefit from it in the future.

1. How would you define ‘action research’?

2. How did you choose the topic of your study?

3. Did the research you conducted this year help you in your teaching? If yes, how?

4. What difficulties did you come across during the research process?

5. How did you overcome them?

6. How did your educational vision change as a result of this process?

7. How did your self-identity as a teacher change as a result of conducting an action research?

8. Did conducting an action research provide you with research tools? If so, which?

9. Which of these will you be able to use in the future? How?

10. How do you evaluate the process you were taken through in conducting the action research?

11. Have you taken any other training courses? If yes, what makes this one different from others?

12. Did you benefit from the individual tutorials? If so, how?

13. What can be improved in the process?

14. Do you feel that the information provided at the beginning about action research was important?

1. Did it help you understand what action research is? If so, how?

15. Do you think you benefited from conducting an action research?

2. Personally

3. Professionally

20

APPENDIX C

QUESTIONNAIRE FOR THE TRAINEES

The purpose of this questionnaire is to collect data for the evaluation of the action research process conducted by the instructors at Hacettepe University. All individual responses will be kept strictly confidential. Therefore, I would be grateful if you would give sincere and detailed responses to all of the questions. Thank you very much in advance for your time and patience. PART I: GENERAL INFORMATION 1. Age: __________ 2. Years of experience as an English teacher: Years __________ months __________ 3. Which age group(s) have you taught? Tick all the items which apply to you. Young learners (below 14) __________ Secondary school learners (14-18) __________ University students (over 18) __________ Students from outside university who are working __________ Other (please specify) __________ 4. a) Write your reasons for participating in the action research (apart from its being compulsory): ____________________________________________________________________ b) If this program was not compulsory, would you still consider participating in it? Why? Why not? ___________________________________________________________________________ 5. Have you attended any other in-service teacher training course/s? Please tick the appropriate box. YES □ NO □ If yes, could you fill in the chart below regarding the course(s) you have taken. If no, continue with PART II. 1st course 2nd course 3rd course Name(s) of the course(s)

When?

Duration

Comments

6. Have you ever implemented any scientific research? If yes, please explain the following questions: a) When? ………………………………………………………………………………………………

21

b) In what context? ……………………………………………………………………………………………… c) What was it related to? ……………………………………………………………………………………………… 7. Have you ever implemented any action research? If yes, please explain please explain the following questions: a) When? ………………………………………………………………………………………………. b) In what context? ………………………………………………………………………………………………. c) What is it related to? ………………………………………………………………………………………………. PART II: THE TEACHING PROFESSION Could you indicate which one of the following aspects are i) the most important (please write only one) and ii) the least important (please write only one) for you as a teacher. Please indicate your choices in the boxes provided. i) ii) □ □ a) creating solutions to the problems I encounter in my class □ □ b) improving my classroom practice □ □ c) improving my teaching skills □ □ d) being able to reach the latest ELT theories and practices □ □ e) being able to conduct research in different ELT issues □ □ f) other (please specify) ___________________________ Please explain why. i) most important ___________________________________________________ ___________________________________________________________________ ii) least important ____________________________________________________ PART III: EXPECTATIONS 1. Do you think you will benefit from the action research you will conduct? If yes, how? If no, Why? ……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………. 2. Any other comments ………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

22

23

AK PARTİ VE YOKSUL YARDIMLARI:

SOSYAL HİZMET Mİ RIZA ÜRETİMİ ARACI MI? Başak TURAN*

ÖZET

Türkiye’de son on yıldır istikrarla ve güç kazanarak iktidarda kalmayı başaran bir merkez sağ partisi var. Kurulduğu 2001 yılından bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) girdiği her seçimden, geçtiği her dönemeçten güç kazanarak çıktı. Partinin bu başarısı her geçen gün artan rıza üretimini de beraberinde getiriyor. Bu çalışmada, söz konusu rıza üretiminin ardındaki nedenlerden biri olduğuna inanılan yoksul yardımları incelenecektir. 1990’lı yıllar boyunca devam eden siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, başarısız hükümet koalisyonları, yerine getirilemeyen vaatler, halkın siyasetçilere olan güvenini geri dönülemez bir şekilde zedelemiştir. Tüm bu gelişmeler, siyasal arenada Ak Parti’nin 2002 seçimlerini kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Ancak sonraki dönemlerde kazanılan seçimler Ak Parti’nin izlediği politikalar ve performansı inceleyerek açıklanabilir. Diğer bir anlatımla, Ak Parti’nin iktidarını korumak adına bir yandan sunduğu “hizmet” vardır ve Ak Parti döneminde dağıtılan yoksul yardımları da bu hizmetin bir yönüdür.

Anahtar Kelimeler: Ak Parti, rıza üretimi, yoksul yardımları, sosyal devlet

JDP AND POOR RELIEF:

SOCIAL SERVICE OR THE MEANS OFCONSENT PRODUCTION?

ABSTRACT

In Turkey, there is a center-right party which has achieved to remain in power consistently and gained strength for ten years. Since 2001, when it is established, Justice and Development Party (JDP) has become more powerful after every election and turnout. This success also has brought consent production increased day by day. In this study poor relief, that is believed reason behind the consent production, will be examined. During 1990s, political and economic instability, unsuccessful government coalitions, unsatisfied promises damaged the confidence of people toward politicians irreversibly. All of these developments in the political arena played an important role in winning JDP the general elections of 2002. However, the following wined elections can be explained by examining the politics of JDP. In order to secure its power, JDP has offered service. The poor reliefs served out in the JDP era are the one aspect of this service.

Keywords: Justice and Development Party, consent production, poor reliefs, social state

* Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.

24

1. GİRİŞ

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (Ak Parti) 10 yıllık iktidarında ekonomik gelişme rakamlarla, bir diğer deyişle niceliksel olarak ifade edilmekte, iktidarın başarısı niceliksel bir büyüme söylemiyle lanse edilmektedir. Geri dönüşü olmayan zararlarının dile bile getirilememesinin ardında da halktan aldığı oy nedeniyle meşruiyeti ve demokrasi adına perçinlediği gücü var. Gücünü devam ettirmek adına yürüttüğü sosyal yardım projeleri, burjuvazi ile olan sağlam ilişkileri bulunmakta…

Türkiye’de son on yıldır istikrarla ve güç kazanarak iktidarda kalmayı başaran bir merkez sağ partisi var. Kurulduğu 2001 yılından bu yana Ak Parti girdiği her seçimden, geçtiği her dönemeçten güç kazanarak çıktı. Partinin bu başarısı her geçen gün artan rıza üretimini de beraberinde getiriyor. Bu çalışmada söz konusu rıza üretiminin ardındaki nedenlerden biri olduğuna inanılan yoksul yardımları incelenecektir.

Ak Parti’nin sağladığı başarı, elbette yapılan yardımlarla güvenini kazandığı yoksullardan ibaret değildir. Sermaye sahipleri ekonomik çıkarları nedeniyle, geniş bir grup ise Ak Parti’nin muhafazakar kültürel değerleri temsil ettiği inancıyla partiyi desteklemektedir. Ancak bu çalışma, yukarıda belirtildiği gibi yoksullar ve yoksul yardımları ile sınırlandırılmıştır.

Çalışmanın ilk bölümünde özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye tarihinde yer alan ve Ak Parti iktidarına zemin hazırladığı düşünülen gelişmelerden bazılarına yer verilecektir. Yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın, başarısız koalisyonların, yerine getirilemeyen vaatlerin halkın siyasetçilere olan güvenini nasıl zedelediğine kısaca değinilecektir. Bu gelişmelerin siyasal arenada Ak Parti’nin taze kan ve umut vaat edip etmediği ve 2002 seçimlerini kazanmasındaki rolü tartışılacaktır. Daha sonra sırasıyla Ak Parti’nin iktidarını korumak için bir yandan da sunduğu bir “hizmet” olduğu savunulacak, cemaat ile bağlarının kuvvetlenmesinde büyük rolü olduğuna değinilecek ve son olarak da yapılan yoksul yardımlarından bazılarına ilişkin istatistiklere yer verilecektir.

2. AKP’den ÖNCE: 1990’larda YAŞANAN BAZI ÖNEMLİ GELİŞMELER

Türkiye yakın siyasal tarihine ilişkin analizlerde 1980 ve onu izleyen yıllar önemli bir yer tutar. 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbe döneminde ve devamında gelen askeri rejim yıllarında bugün de yaşanan sorunlardan çoğunun mimarı olan kararlara imza atılmıştır. Bu nedenlerle bu dönemi miladi bir tarih olarak kabul edip ele alanlar vardır. Sovyetlerin dağılması gibi küresel etkileri olan ve ekonomik stratejilerde gerçekleştirilen değişiklikler de dönemi zorlaştıran etmenlerden olmuştur.

1980 öncesinde sosyalizm silahlı bir saldırı tehdidi olarak nitelendiriliyordu. Solcu öğrenci, aydın, işçi, sendikalı vb. kesimler iç düşman olarak görülüyordu. Sol grupların Aleviler ve Kürtler üzerindeki etkisinin dini-milli birlik ve beraberliği bozduğu, vatandaşlar arasında ayrımlar yarattığı iddia ediliyordu. Dönemin söylemsel konumlanışı kaba bir özetle yukarıda anlatılan çerçeveye oturtulabilir.

Darbeyi meşrulaştırmak için oluşturulan bir başka söylem ise devletin otoritesini kaybettiğine yöneliktir. Dönemde oluşturulan düşman “sol” olduğu için darbenin sağ ideoloji ile bütünleşmesi adeta kaçınılmaz hale gelmiştir. Darbe sonrası Türkiye’de iktidar bloğunun çekirdeğini burjuvazi ve ordunun üst yönetiminin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bloğun diğer aktörlerini ise ANAP, milliyetçiler ve İslamcılar olarak sıralayabiliriz. Bu bloktan dışlananlar ise Aleviler ve Kürtler olmuştur (Özkazanç, 1998: 220).

25

Ekonomik görünüme bakıldığında, 1980 sonrasında gerçekleşen önemli ekonomik gelişmelerden biri ithal ikameci sanayi modelinin terk edilmiş olmasıdır. Yerine dış satıma dayalı bir gelişme anlayışı benimsenmiştir. 1980-84 döneminde ihracatta %314’lük bir artış sağlanmıştır. Ancak bu artışın ardında üretim yoktur. İç tüketim azaltılırken, stoklar eritilmiş, kapasite kullanımı arttırılmış ve teşviklerden yararlanılmıştır. Ayrıca üretken yatırımlar azaltıldığı için işsizlik artmıştır. Göçle birlikte ise informal ekonomi giderek yaygınlaşmıştır. Böylesi bir birikim stratejisi sadece kısa vadede küçük bir kesime avantaj sağlamıştır. Çalışanlar için hiçbir avantajı olmamasının yanı sıra uzun dönem ekonomi için de ciddi bir kriz nedenidir (Bortav: 191).

20 Ekim 1991’de gerçekleştirilen milletvekili genel seçimleri öncesinde küçük partilerin aleyhine, büyüklerin ise lehine olacak değişiklikler yapılmıştır. Yine de seçimlerden sonra 8 yıllık ANAP iktidarı son bulmuş, ancak hiçbir parti tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu elde edememiştir. Hükümet DYP-SHP koalisyonu ile kurulur. Yeni hükümet halkta büyük beklentiler yaratan ancak gerçekleştirilmeyen birçok vaatte bulunmuştur1 (Tanör: 93). 1993’te Turgut Özal’ın beklenmeyen ölümünün ardından Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olur. DYP Kongresinin sonucunda genel başkan seçilen Tansu Çiller ise Türkiye’nin ilk kadın Başbakanı olarak DYP-SHP karma hükümetini kurar2.

Askeri rejimin getirdiği hukuki ve sosyal yapının yarattığı insan hakları ihlalleri hepimizin malumudur3. 12 Eylül, ardında demokrasi alanında da birçok sorun bırakmıştır. Parti kurmak ve/ya bir partiye üye olmak oldukça zordu. Kısıtlamalar bunlarla sınırlı kalmıyordu. Partilerin faaliyet özgürlüğü de oldukça daraltılmıştı. Örneğin siyasal partiler; sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları ve vakıflarla siyasal amaçlarla ortak hareket etmesi engellenmiştir (Tanör, 103). Bütün bu ve benzeri sınırlamaların siyasal alandan uzaklaştırmaya yönelik olduğu açıktır. Siyasal alan ve siyasal aktörlere getirilen bu tür kısıtlamalar devam ederken İslamcı örgütlenme hem siyasal hem de sosyal alanda giderek yaygınlaşmıştır.

27 Mart 1994’te yapılan yerel seçimlerde Necmettin Erbakan’ın genel başkanı olduğu Refah Partisi’nin ilk önemli başarısı gelir. İstanbul’da şimdiki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da ise hala koltuğunu koruyan İ. Melih Gökçek belediye başkanlıklarını SHP’den almıştır. Akşin (s. 167) bu başarıyı diğer partilerin zayıf önderlikleri ve dar gelirlilerin çıkarlarının yeterince gözetilmemesinden ileri geldiğini söylemektedir. İslamcıların halka ekonomik ve toplumsal yarar sağlamada daha başarılı olması ve sistematik bir örgütlenme ile halka ulaşmalarının da buna katkı sağladığını söylenebilir.

Tüm bu gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda 24 Aralık 1995’te yapılan genel seçimlerde Refah Partisinin (RP) en yüksek oy oranı ile (%21) birinci çıkması şaşırtıcı olmamalıdır. Yine de RP 1 DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel Başbakanlık görevini üstlenirken, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü Başbakan Yardımcılığı görevini almıştır. Koalisyonun uzlaştığı demokratikleşme paketine göre “yeni bir anayasa hazırlanacak, 12 Eylül rejiminin bütün yasaları gözden geçirilerek değiştirilecek, işkence önlenecek, yargı güvenceleri sağlanacak, olağanüstü hal mevzuatı ve uygulaması düzeltilecek, üniversitelerin özerkliği gerçekleştirilecek, sendikal haklar ILO standartlarına getirilecekti” (Tanör: 93). Ancak bu yasama faaliyetlerinin hiçbiri gerçekleştirilememiştir. 2 Turgut Özal’ın ölümünden önce kayda değer bir başka gelişme ise 1 Kasım 1992’de gerçekleştirilen yerel ara seçimlerde Refah Partisi’nin elde ettiği önemli başarıdır. 3 Tanör bu konuda çarpıcı istatistikler ortaya koyar: Bu dönemde 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye bu ceza verildi ve bunların 49’u infaz edildi. 300 kişi kuşkulu “biçimde” öldü. 171 kişinin işkencede öldüğü saptandı. 14 kişi cezaevi koşullarını protesto için yaptıkları açlık grevi nedeniyle hayatını kaybetti. 650 bin kişi gözaltına alındı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. Yargılananların 71 bini TCK 141,142 ve 163’e aykırılıktan dolayı kovuşturuldu. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmaktan yargılandı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle işten atıldı. 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 yargıcın işine son verildi. 1402 sayılı yasa uyarınca 9 bin 400 kişi görevden alındı ya da sürüldü. Yaklaşık 30 bin insan siyasal sığınmacı olarak yurt dışına gitti.

26

Meclis’te çoğunluğa sahip değildir, DYP ile ortaklık kurulur ve Erbakan-Çiller hükümeti başa geçer (Akşin, 169).

Yaklaşık 14 ay sonra, 28 Şubat 1997’de “postmodern darbe” olarak da adlandırılan askeri müdahale gerçekleşti. 28 Şubat, Milli Güvenlik Kurulunun kurulmuş olduğu tarihti. Bu toplantıda Genelkurmay Başkanı ve diğer komutanlar köktendinciliğin yayılmasını önlemek için 18 maddelik bir önlemler demeti önerdi. Ardından kararların uygulanmasını ve İslamcıların etkinliklerini izlemeye koyuldu. Ordunun bunu yapmadaki amacının ardında istikrarlı ve etkili bir hükümetin yokluğunda köktendinciliğin laik Cumhuriyeti yıpratacağı hatta yıkacağı endişesi vardı (Cizre-Sakallıoğlu ve Yeldan, 2000: 497).

21 Mayıs 1997’de Anayasa Mahkemesinde Refah Partisinin kapatılması için dava açıldı. 16 Ocak 1998’de ise Anayasa Mahkemesi partiyi laiklik karşıtı etkinliklerinden dolayı kapattı. Dava sürecinde yeni bir partinin kurulması için gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Yeni parti Saadet Partisi adını taşıyordu ve Erbakan siyasi yasaklı olduğu için başına Recai Kutan geçmişti (Sayarı, 2007: 201). Ancak Erbakan’ın kimi yandaşları Adalet ve Kalkınma Partisi altında farklı bir parti kurdular. Bu grup “milli görüş”ten uzaklaşarak merkeze yaklaşma iddiasındaydı ve siyasal çizgisini “muhafazakâr demokrat”4 olarak adlandırdı (Sayarı, 2007; Şimşek, 2004).

1990’lı yılların son genel seçimlerinde Bülent Ecevit’in partisi DSP, %22 oyla birinci parti oldu. Bu oran Mecliste yeterli çoğunluk sağlamadığı için DSP koalisyon arayışlarına girdi. Sonuçta Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ve Devlet Bahçeli’nin MHP’si ile bir koalisyon hükümeti kuruldu. 2000 yılına gelindiğinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresi dolduğu için yerine Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer önerildi ve seçildi. Dışarıdan bakıldığında sessiz görünen Sezer zaman zaman siyasetçilerle sert tartışmalara girmekten kaçınmadı. Bunlar arasında Türkiye için de en ciddi sonuç doğuranı Ecevit ile 19 Şubat 2001’de Milli Güvenlik Kurulunda yaşanan tartışmadır.

Tartışmanın kamuoyuna duyurulması uzun zamandır kriz belirtileri gösteren ülke ekonomisinin bir anda tepetaklak olmasının bahanesi olmuştur. 1999’dan itibaren Türkiye ekonomisi IMF’nin belirlediği kurallara göre yönetiliyordu. İktisatçıların önemli bir bölümü IMF programının katı yapısının 2001 krizinde önemli rol oynadığını söyler. Boratav (2003: 181) krizin zeminini şöyle açıklar:

Programın sıcak para giriş ve çıkışları karşısında parasal genişleme ve daralmaları otomatik hale getiren öğesi 2000 yılında ekonominin aşırı ısınması karşısında aciz kalmış; sermaye çıkışları başladığında da faizleri astronomik düzeylere sürükleyerek finansal çöküşü hızlandırmıştır. Enflasyonu aşağı çekme amacıyla uygulanan “döviz kuru çıpası”nın fiyat hareketleri üzerinde beklendiği ölçüde etkili olamaması da programın çökmesine katkı yapmıştır.

Krizin yönetimi için Ecevit oldukça tartışmalı bir karar alır ve o dönemde Dünya Bankası Genel Müdür yardımcılarından olan Kemal Derviş’i Türkiye’ye çağırır. Derviş’in etkisiyle IMF’nin istediği sosyal güvencenin, finansal sistemin, ekonomik altyapının neredeyse yeniden oluşmasına neden olan bir dizi yasa Meclis’ten geçirilmiştir. Bu çerçevede çiftçiler büyük ölçüde kamu desteğinden yoksun kalmış, emek sermaye arası bölüşüm süreci tamamen piyasa mekanizmasına teslim edilmiş, popülizmin ekonomik tabanı ortadan kaldırılmıştır. Sonuçta Türkiye 21. Yüzyıla uluslararası kuruluşlara bağımlı olarak girmiştir (Boratav, 2003: 184).

4 Üçüncü bölümde bu tanımlama daha ayrıntılı anlatılacaktır.

27

Özetle 1991’den 2002 seçimlerine kadar Türk siyaseti istikrarsız siyasi partiler ve koalisyonlar, kutuplaşmış siyasi çatışmalarla şekillendirilmiştir (Turan, 2007: 335). Ekonomik kriz ve siyasi çatışmaların gölgesinde 3 Kasım 2002’de genel seçimlere giden Türkiye seçimini Ak Parti’den yana kullanmış, oy dağılımı Meclis’e sadece iki partinin girmesine izin vermiştir. Ak Parti de bir önceki hükümet gibi Derviş’in ekonomik programını devam ettirmiştir. Ekonomik gösterge başarısının altında da popülist olmayan katı bir liberal ekonomik politikanın devam ettirilmesinin olduğu söylenebilir.

3. AKP’nin MEŞRUİYETİ VE RIZA ÜRETİMİ

İnsanlar neden itaat eder? Neden bir siyasal sistemin kurallarına itiraz etmeden uyulur? Bu sorunun cevabında meşruiyet kavramının büyük bir önemi var. İnsanların meşru olduğuna inandıkları kurallara ve siyasal iktidarlara itaat ettiği söylenebilir. Meşruiyet, “kavram olarak eylemlerin, ilişkilerin ve iddiaların toplumsal kabul görecek hukuki, rasyonel, zorunlu, ahlaki, makul, doğal gerekçelere” dayandırılmasıdır (Çetin, 2007: 67).

Lipset (1986: 59) çağdaş demokrasilerde siyasal sistemlerin ne kadar meşru olduklarının toplumu bölen kilit krizlerde başvurdukları çözüm yoluna bağlı olduğunu söyler. Var olan kurumların ve uygulanan politikaların toplum için en uygunu olduğunu inandırabildiği ölçüde bir siyasal iktidar meşrudur. Yönetilenler kurumların işlediğine ve iktidarın üzerine düşeni yaptığına inanıyorsa o iktidarı desteklemeye devam eder.

Weber (2002: 63) bir düzenin meşruiyetinin manevi ve menfaate dayalı olarak iki şekilde teminat altına alınabileceğini belirtir. Bağlılıkla, düzenin mutlak geçerliliğine olan inançla ve din aracılığıyla “düzenin meşru olduğuna dair inanç” manevi bir yolla sağlanır ve pekiştirilebilir. Teamül ve hukuk ise meşruiyetin çıkara dayanan yollarıdır. Türkiye’de ve özelde Ak Parti örneğinde Ak Parti iktidarının yasal ve meşru seçimlerle hukuka uygun bir şekilde yönetime geldiğini söyleyebiliriz. Ancak Ak Parti’nin daha sonraki iki genel seçimde hem de oy oranını arttırarak iktidarını devam ettirmesi, kendine olan bağlılığı kuvvetlendirebilmesinden geçtiğini de eklemek gerekir.

Bu noktada bir siyasal aktör olarak Recep Tayyip Erdoğan’dan ve onun karizmatik otoriterliğinden kısaca bahsetmek yerinde olacak diye düşünüyorum. Weber’e göre (2008: 352) bunalım dönemlerinin doğal önderleri olur. Bu önderlerin temel özelliği başkalarında olmayan bazı özelliklere sahip olduklarına inanılmasıdır. Karizmaları da bu yeteneklerinden ileri gelir. Daha önce yukarıda değindiğim gibi Ak Parti 2001 krizinin getirdiği ekonomik ve toplumsal bir bunalım döneminde sorunların çözümü olarak görüldüğü için seçildi. Zamanla parti, lideri Erdoğan ile özdeşleşti. İnsanlar Ak Parti’den ziyade Erdoğan’a oy veriyordu. Bu durumun bugün de böyle olduğu söylenebilir.

Erdoğan’ın geleneklerine, tarihine, kültürüne, dinine bağlı “Türklüğünün hakkını veren” bir siyasal lider olduğuna inanılıyor. Erdoğan bu bağlamda sadece bir siyasetçi değil. Bir önder, Davos fatihi, gerektiğinde yargıya da medyaya da, eylemciye de ‘sopasını’ göstermekten çekinmeyen bir figür. Weber (2008: 353) karizmatik önderin taşıdığı misyonu arkasına alarak itaat ve yandaş kitlesi beklediğini belirtir. Karizmatik önder giriştiği işlerde başarılı olursa bu kitleye ve itaatlerine sahip olur. Burada önemli olan kitlenin liderin misyonuna olan inancıdır. Bu nedenle karizmatik önder onu hak ettiğini tekrar tekrar kanıtlayabildiği ölçüde yerini korur. Erdoğan’ın partisinin de hükümetin de görevini layıkıyla yaptığına halkı inandırması başarısını/başarılarını pekiştiriyor. Bu da politikalarına olan rızanın artmasını sağlıyor.

28

Bir toplumdaki değişim, tahammül edilemez hale gelen bir ekonomik sıkıntının (2001 krizi) ve bu sıkıntıyı gidermeye yetecek bir gücün bulunmaması (var olan siyasi partiler) nedeniyle gerçekleşebilir (Gramsci, 2010: 254). Ak Parti her ne kadar selefi olan sağ partilerle benzer özellikler taşıyor olsa da ayrıldığı noktalar da bulunmaktadır. Burada bahsedilmesi gereken bir başka nokta da Ak Parti’nin kendi oluşturduğu ‘yeni’ kimliğin (muhafazakar demokrat) esasta mevcut ideolojik yapı ile çelişmiyor olmasıdır.

Hegemonya ile ilgili herhangi bir kriz, sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki güç ilişkilerinde ortaya çıkan değişikliklerin yansımasından kaynaklanır. Bir başka deyişle ideolojik-siyasal kerte yeniden üretilemediğinde kriz ortaya çıkar. Kökenleri yapının dinamiklerinde bulunur. Çelişkileri derinleştirdiğinden dolayı ideolojik ve siyasal süreçlerde bir dizi değişikliğin olmasını kolaylaştırır. Böylesi dönemlerde “karizmatik kader adamları”nın önderliğinde çeşitli çözümler ve/ya politikalar uygulanır (Yetiş, 2007: 242). Kriz siyasetten ideolojiye, kültürden iletişime birçok alanda dönüşümü tetikleyecek koşulların oluşmasına yardımcı olur.

Gramsci (2010: 307-308) siyasal sistemlerde toplumsal bir grubun üstünlüğünün kendisini iki yolla açığa vuracağına işaret eder. Bunlar tahakküm (domino) ile düşünsel ve moral önderliktir (direzione). Bu grup, karşıt grupları tasfiye eder, etkinsizleştirir veya kendine bağımlı hale getirir. İktidara gelmenin başlıca koşullarından birini, önderlik yapabilmek oluşturur. Egemen hale geldiğinde ise iktidarını koruyabilmek için önderlik etmeye devam etmelidir. Gramsci’nin bu yaklaşımı bu çalışmada ele alınan konu açısından oldukça önemlidir. Ben bu yaklaşımdan “önderliği” çıkarıyor, yerine “hizmeti” koyuyorum çünkü bu çalışmanın temel argümanı Ak Parti’nin meşruiyeti ve rıza üretiminin ardındaki temel öğelerinden birinin “hizmet” oluşudur.

4. AK PARTİ KİMİN PARTİSİ?

Daha önce yukarıda bahsedildiği gibi Adalet ve Kalkınma Partisi, milli görüş hareketinin son partisinin kapatılmasının ardından, yaşanan bir kopuşun akabinde kuruldu. Ak Parti’nin kendini bir başka İslami parti olarak değil de “muhafazakar demokrat” olarak tanımlaması ise ideolojisinin ve siyasal amacının ne olduğuna ilişkin bir fikir veriyor aslında.

Cumhuriyetin kuruluş döneminde ve ilk yıllarında yasal zemini oldukça daraltılan İslamcılığın kendini ifade etmek için kullanabileceği en meşru kanal muhafazakarlık olmuştur. Bir başka deyişle İslamcı hareketin meşru ve mümkün bir dil arayışında muhafazakarlık gerekli zemini sağlamıştır. Siyasal İslam, laiklik ve demokrasi için büyük bir tehdit olarak görüldüğü için İslamcılığa vurgu yapılması bile partilerin kapanmasına neden olabiliyordu (Aktay, 2003: 349-350).

Böylesi bir ortamda kurulan Ak Parti, siyasal hayatına devam edebilmek için İslamcı nitelemelerin hepsinden kaçındı. Bunu yerine hakkında zaten mutabakat bulunan muhafazakarlığı benimsedi ve söylemini de buna göre kurdu. Ayrıca parti programında demokrasi, insan hakları, farklılıklara saygı, hukukun egemenliği, hükümetin sınırlılığı vb. ifadelerin geçiyor olması onu siyasal arenadaki diğer sağ partilerden ayırıyordu (Hale ve Özbudun, 2010: 20).

Ak Parti yöneticileri partinin ilk dönemlerinde İslam’ın politikleşmesinin hem demokrasiye hem de dine zarar verdiğini söylediler. Bu, milli görüş kökenli siyasetçiler için önemli bir dönüşüm anlamına geliyordu. Söylemdeki böylesi dönüşüm, Türkiye’de büyük bir çoğunluğun dini değerler kadar laikliğe de bağlı oluşunu siyasi bir çıkar için kullanma kararı olarak okunabilir (Çarkoğlu’ndan akt. Duran, 2008: 82). Kısacası Ak Parti kurulduğu günden itibaren iş dünyasından, taşradan ve muhafazakar-dini kesimden seçmenleri kendine inandırmayı başarmış ve desteklerini sağlamıştır (Duran, 2008: 82). İzlediği bu yolun neticesinde de bir kitle partisine dönüşmüştür.

29

Ak Parti’nin bu politikası her kesimden oy almaya yönelik popülist bir refleks olarak okunabilir. Öte yandan, izlenilen bu yol, 1990’larda Türkiye’de İslamcıların bakış açılarını değiştirmeye başlamalarında ve dini taleplerini yeniden tanımlamalarında da aranabilir. Daha evrensel bir dil kullanılması gerektiği inancı, özgürlüklere ve insan haklarına daha çok değer verilmesi gerektiğinin düşünülmesi, ideallerin ve amaçların da gözden geçirilmesine neden oldu5. Çınar ve Duran (2008: 32) bu dönüşümün ilk örneklerinden birinin Fettullah Gülen Cemaati olduğunu söylüyor.

Liberal-muhafazakar-milliyetçi bir sentez olarak da adlandıracağımız bu dönüşüm aslında Ak Parti ile başlamamıştır. 1980’lerde, özellikle Turgut Özal yönetimi ile bu sentez benimsenmiş, tabandan da kabul görmüştür. Devletin topluma hizmet için var olduğu vurgulanarak “liberalleşilmiş”6, aynı söylem doğrultusunda yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerektiği savunulmuş ve din ağırlıklı geleneksel davranış tarzlarına kamusal olarak saygılı olunacağının işaretleri verilmiştir (Köker, 2003: 288). Bu model teoride liberalizmin temelinde yer alan serbestlik modeline uygun gözükse de hem Özal hem de Erdoğan döneminde otoriterliğe doğru kaymıştır.

4.1 Cemaat ve Ak Parti

1990’larda Refah Partisi ve milli görüşün yükselişi, özellikle Kemalist kesim tarafından “tehlikeli” bulunuyor, bu “aşırılık” halinin Cumhuriyete zarar vermemesi için gerekli önlemlerin alınması gerektiği söyleniyordu. Tehlikeli olanın siyasal İslam ile sınırlandırılması ise tartışılması gereken bir konu, çünkü bu dönemde devlet kurumlarında bulunan cemaat üyeleri tehlikeli olarak nitelendirilmiyordu. Hatta siyasetin dışında kaldıkları gerekçesiyle (özellikle Gülen Cemaati) takdir ediliyor, siyasal İslamı frenleyecek bir rol benimsemesi bekleniyordu (Laçiner, 2012a: 19). Ak Parti iktidarıyla bu durum tam tersine dönmüş gibidir. Bugün “tehlikeli” olarak görülen partinin milli görüş geleneğinden gelen üyelerinden çok aynı zamanda cemaat üyesi olanlardır. Medyaya da yansımış olan Ak Parti – Cemaat çekişmesi bu görüşün pekişmesini kolaylaştırıyor.

Ak Parti kurulduğu günden bu yana Cemaatin etkin olduğu alanlarda iktidarını kurdu ve yükseldi. Elbette karşılığında bürokratik, ekonomik, toplumsal vb. alanlarda politik karı Cemaat ile paylaştı. 28 Şubat süreciyle beraber Cemaat kapalı bir topluluk olmanın sağlayabileceği avantajları irdelemeye başladı. Bağlantıların getireceği seçkin bir siyasal pozisyonun önemi gündeme getirildi. Bunun sağlanacağı zemini ise dinsel dayanışma oluşturuyordu. Tüm bunlar Cemaatin o güne kadar uzak durmayı tercih ettiği siyasete karşı çekincelerini kaldırmasına ve Ak Parti ile yakınlaşmasına neden oldu (Çiğdem, 2012: 41).

4.2 Ak Parti ile Geçen On Yıl

Ak Parti 3 Kasım 2012’de iktidarının onuncu yılını kutladı. Söylemindeki ve parti programındaki değişikliklere rağmen Ak Parti milli görüş hareketinin içinden çıkmıştı. Bu nedenle özellikle ilk dönemlerinde bir var olma ve kendini kabul ettirme mücadelesi verdi. Bu 10 yılda Ak Parti bir kapatma davası ve bir e-muhtıra atlattı. Genel ve yerel seçimlerdeki yükselen başarısının ardından 2010 Anayasa referandumu ile bir süre daha iktidarda kalacağını deklare etmiş oldu.

Ak Parti 2002’de uzun süren ekonomik ve siyasi istikrarsızlık döneminin ardından istikrarı sağlayacağına inanıldığı için seçildi. Bu bakımdan kendinden önce benzer koşullarda yükselmiş sağ

5 Pratikte veya gerçekte bunun ne kadar uygulandığı tartışmalı olsa da burada önemli olan aslında ne olduğu değil, insanların hangisine inanmayı seçtiğidir. 6 Bu sadece Türkiye’ye ait bir gelişme değil. Ekonomide devlet müdahalesinin azalması 1980 ve 1990’lı yıllarda kapitalist ekonomilerde görülen bir eğilimdi. Devlet teşebbüsleri özelleştirildi, sermaye piyasası serbestleştirildi. Böylece refah devleti yükümlülükleri bir dereceye kadar azaltıldı. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Evelyne Huber ve John D. Stephens “Küresel Kapitalizmde Devletin Ekonomik ve Sosyal Politikası”

30

partiler ile benzerlik göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Demokrat Parti, 1960 darbesinin ardından Adalet Partisi ve 1980 darbesinin ardından Anavatan Partisi istikrarsızlığın yarattığı koşullar sayesinde güçlü iktidarlar kurdular. Ancak bahsi geçen partiler ve öne çıkan siyasi aktörleri iktidarları döneminde güçlerini arttıramadı. Ak Parti bu anlamda bir kırılma noktasıdır. Klasik sağ siyaset taktiklerinin yanı sıra ordu ile olan ilişkilerinde ve seçmenleri ile kurduğu ilişkide de kırılma yaratabilmiştir (Ünüvar, 2012: 35).

Ak Parti’nin 2002 seçimlerindeki en büyük şansı, 1990’lı yılların iktidar bloğunun tüm zayıflıklarının ve yozlaşmışlığının gözle görülür hale geldiği bir sürecin yaşanmış olmasıydı. Merkez sağ ve sol partiler vesayet altında kabul edilmiş, kendi üyelerinin nezdinde bile itibar kaybetmişlerdi. Güven verecek yeni bir parti arayışına en güçlü yanıtı Ak Parti’nin verdiğine inanılıyordu. Elbette bu yeterli değildi. Parti programında ne orduyu ne de büyük sermayedarları karşısına alacak ifadeler yer alıyordu. Bu tutum ikinci iktidar dönemine kadar da titizlikle sürdürüldüğü söylenebilir (Laçiner, 2012b: 12). Bir başka deyişle Ak Parti ilk iktidar döneminde hegemonya ilişkilerini kendini merkeze alarak yeniden inşa etmek / revize etmek gibi iddialı bir hedefle hareket etmedi.

2002’den itibaren Ak Parti girdiği her seçimde oy oranını biraz daha yükseltti. İnsel’e (2012: 20) göre Ak Parti, gerçekte karşılığı olmayan içi boş bir güveni pompalamamaktadır:

Bu güven orta sınıflarda gelir artışı, inşaatlar, her yerde mantar gibi biten TOKİ binaları, AVM’ler, yollar, hastaneler, okullar gibi somut gösterenlerle besleniyor. Sadece “hizmet götürmek” değil, aynı zamanda iri ve büyük olanı yapmak, onu göstermek ve onunla övünmekle işlevi anlaşılır olan bir büyüme, büyük olma, güçlü olma, güç olma arzunu tatmin ediyor Ak Parti.

Basit açılışların bile büyük bir törene dönüştürülmesi, Davos zirvesinde yaşanan gerilimin bir fetih olarak algılanması ve sunulması, geçtiğimiz aylarda yapılan kongrenin adeta bir milli şölene dönüştürülmesi yukarıda anlatılanlar ile paralellik göstermektedir. Ancak Ak Parti’nin bu stratejisi ile göz kamaştırması Uludere faciasının, kadına karşı süregelen şiddetin, çocuk istismarlarının, düşük ücretlerin, güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaşmasının görünürlüğünü kapatabilmektedir.

Erdoğan’ın söylemine bakacak olursak kendisi de partisi de hizmet için adeta yarışıyor. Yapılan her şey vatana millete hizmet edebilmek için çünkü Ak Parti ideoloji odaklı bir parti değil, hizmet odaklı bir parti (Bora, 2012: 36). Erdoğan Büyükşehir Belediye başkanlığı yaptığı dönemde halkın ideolojik sloganlar yerine hizmet talep ettiğini fark etmiştir (Duran, 2008: 83). Partinin seçim propagandaları da çoğunlukla yapılan “hizmetler” üzerinden yürütülmektedir. Belki de bu nedenle her türlü icraatın yerindeliğine, gerekliliğine, masrafına bakılmadan hizmet adı altında sunulması ve kabul görmesi dayanağını bu söylemde bulduğu içindir.

Erdoğan iktidarda olduğu on yıl içinde halkı hükümetlerin artık istihdam kaynağı ve refah politikaları yürütecek kurumlar olarak görülemeyeceğine inandırdı (Turan’dan akt. Duran, 2008: 82). Parti, büyük sermayedarlara fayda sağlarken tarım sektöründeki orta ve küçük ölçekli işletmelerin ve ücretli çalışanların büyük kısmının ciddi bir darbe alacağı neo-liberal politikaların izlenmesinde büyük bir kararlılık gösterdi. Bu politikalar Türkiye’nin ekonomik koşullarının bunu gerektirdiği ve sorunları çözebilmek için bu adımların atılması gerektiği söylemi üzerinden meşrulaştırıldı (Duran, 2008: 82-83). Bir siyasi parti böylesi ezici bir ekonomik sistemi işletirken nasıl olur da rıza üretir? Çalışmanın kalanında bu soruya yanıt aranacaktır.

31

5. AK PARTİ ve YOKSUL YARDIMLARI

Tüm toplumlarda eşitsiz ekonomik konumları yansıtan eşitsizlik yapıları bulunmaktadır. Bunun temel nedenlerinden biri zenginliğin paylaşımı esnasında yaratılan eşitsizliklerdir. Eşit olmayan bölüşümler toplumsal bölünmeler de yaratır. Toplumsal bölünmeler genelde karşıtlıklar dizisi olarak ifade edilse de (zengin-yoksul, kadın-erkek, yaşlı-genç, hasta-sağlıklı vb.) sosyal kuramcıların birçoğu yoksulluğun karşıtlıkla açıklanmasına itiraz ediyorlar. Onlara göre yoksulluk zenginlik biçiminin yokluğu olarak tanımlanmamalı, çünkü zenginliği üreten ekonomik sistemin doğrudan bir sonucudur. Tüketim düzeyinin yüksek olduğu refah toplumlarından da yoksulluğun varlığının devam etmesi bu görüşe örnek olarak verilebilir (Bilton ve ark., 2008: 70-75).

Literatürde genel olarak kabul görmüş ve kullanılan iki yoksulluk tanımı var. Bunlardan birincisi gelir-tüketim harcamaları kıstaslarına dayalı “mutlak yoksulluk” sınırı yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda yoksulluk insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli kaynağa sahip olmama durumu olarak kavramsallaştırılıyor. Mutlak yoksulluk sınırı hesaplanırken bir kalori hesabı yapılmaktadır: Kişi başına günlük kalori ihtiyacını sağlayacak en ucuz gıda malları listesinin parasal değeri yoksulluk sınırı olarak belirlenir. Barınma ve giyim gibi gıda dışı harcamaları da mutlak yoksulluk sınırı hesaplamalarına dahil edenler olsa da kalori hesabını temel alan yaklaşım daha yaygındır (Şenses, 2003: 62-64). Yoksulluğa ilişkin bir diğer tanım “göreli yoksulluk” göstergesi ise daha çok kalkınmış ülkelerde kullanılmaktadır. Göreli yoksulluk ülke içindeki ortalama gelirin belli bir oranı altında geliri olanları içermektedir (İnsel, 2001: 66).

TÜİK’in 2011 yılını kapsayan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre nüfusun 16,1 yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu da 11 milyonun üzerindeki bir rakama tekabül etmektedir. Bir başka deyişle Türkiye’de 11 milyonun üzerinde yoksul yaşamaktadır (www.tuik.gov.tr). Eşdeğer hane halkı medyan geliri7 ise aylık 678 TL olarak hesaplanmıştır. Medyan gelirin yüzde ellisinden daha az geliri olan hane halkı yoksulluk sınırının altında yaşıyor kabul ediliyor. Eğer hanenin geliri aylık 339 TL’den daha azsa bu sınırın altında kabul ediliyor (Uras, 05/12/2012, www.milliyet.com.tr).

Ak Parti iktidara gelirken 2001 krizinin ülkenin ana sorunlarının arasında yer aldığını belirtmiştik. Yoksulluk ve işsizlik ile nasıl mücadele edileceği siyasal gündemi de meşgul eden konular arasında yer almıştır. Kriz sonrası yıllarda TESEV’in yapmış olduğu bir araştırma, katılımcıların Türkiye’nin en önemli sorunu olarak işsizliği gördüğünü ortaya koymuştur (Çarkoğlu ve Toprak, 2006: 45). Kriz iki milyon kişinin işsiz kalmasına neden olmuştu. Ayrıca krizin asıl yükü alt sınıflar üzerindeydi (Bakırezer ve Demirer, 2010: 162). Dönemin sosyal politikaları da böylesi sosyo -ekonomik sorunlarla mücadele yöntemlerinde belirlenmiştir.

5.1 Türkiye’de Sosyal Politika ve Ak Parti

1970’lerde yaşanan küresel ekonomik kriz, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Keynesyen politikalara göre şekillenen refah politikalarının sürdürülebilirliğini tartışmaya açtı. 1945 sonrası dönemde insanlar hayat boyu devam edebilecekleri işlerde çalışabiliyorlardı. Eğitim bedavaydı. Sağlık harcamalarının çoğunu devlet karşılıyordu. Emekli maaşları güvenliydi. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren devletler sosyal güvenliğe dair bu garantileri sürdüremeyeceklerini açıklayarak harcama kalemlerinde kısıntı yapabilecekleri yollar aramaya başladılar.

Devletin bu çekilmesi beraberinde istihdamın güvencesizleşmesini ve esnek çalışmayı getirdi. Bu gelişmeler “yeni yoksulluk” olarak adlandırılabilecek bir kategorinin oluşmasına yol açtı (Buğra ve Keyder, 2006:8). Yeni yoksul ile kastedilen çalışma yıllarının çoğunda sürekli iş bulamayacak olan, 7 En küçük gelir ile en yüksek gelir aşağıdan yukarıya dizildiğinde, tam ortada yer alan gelire “medyan gelir” denmektedir. Medyan gelir ortalama gelirden farklıdır ve daha düşüktür.

32

farklı düzeylerde de olsa yoksulluk çekecek toplumsal bir tabakadır. Yeni yoksulların temel özelliklerinden biri büyüme eğiliminde olmasıdır. Bu nedenle neo-liberal politikalara adaptasyon aynı zamanda sosyal yardım harcamalarının artması gerekliliğini de gündeme getirmiştir.

Yukarıda belirttiğim gibi, 1980 sonrasında neo-liberal dünya ekonomisine eklemlenmiş bir piyasa ekonomisi modelinin benimsenmesi dünyada yaygınlaşan bir eğilim oldu. Türkiye’de de dünyadaki bu eğilime paralellik gösteren gelişmeler yaşanmıştır. Buğra’ya göre (2008:17) 1980-2001 arasındaki dönemde piyasanın bütün toplumsal sorunların çözümüne deva olabileceği yanılsaması hakimdi. 2001’deki ekonomik krizle birlikte piyasanın işlerlik kazanması için devlet müdahalesine olan ihtiyaç ortaya çıktı. Ayrıca piyasanın yoksulluğa bir çözüm üretemediği gizlenemez hale geldi.

1990’larda uluslararası ideolojik ortamın da değişmesiyle birlikte “yönetişim” kavramını merkeze alan yeni bir yaklaşım oluştu. Bu yaklaşım, piyasa ekonomisinin işlerliğini sağlamakta devletin düzenleyici rolünün önemini kabul eder. Öte yandan sosyal politika alanında devletin belirli bir sorumluluğu olduğu kabul edilse de bu sorumluluğun yerel yönetimler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte ortak projeler çerçevesinde yürütülmesi gerektiği inancını da içerir (Buğra, 2008:222).

12 Eylül darbesi ve 80’li yılların haklar temelinde gerilemenin yaşandığı yıllar olduğunu daha önce söylemiştik. 1988 sonrasında yasaklı siyasetçiler siyasete dönmeye başladılar. Bu gelişme siyasetin daha çoğulcu bir nitelik kazanmasına yol açtı. Büyük bir grev dalgasının ardından ücret artışları gerçekleştirildi. Ancak 1993 sonrasında yaygınlaşan yeni istihdam kalıpları ve taşeronlaşma bu gelişmenin önünü kesti. Formel sektör, çalışanla taşeronlaşma aracılığıyla yeni bir tür ilişki içine girdi. Dolayısıyla kayıt dışı ekonominin artışı tek sorun değildi. Taşeronlaşmanın yaygınlaşması hem işçi örgütlenmesini engelliyor hem de ücret artışlarını sınırlayan bir işlev görüyordu (Boratav, 2003:187). Kısacası, tüm bu gelişmeler çalışanların giderek yoksullaşması sonucunu doğurdu. Tarım sübvansiyonlarının kaldırılması ve tarım arazilerinin Özal döneminde inşaata açılması geçimini topraktan sağlayanların yoksullaşmasını hızlandıran bir etmen oldu.

Sosyal politika temelinde devlete vatandaşlar arasında bir eşitlik sağlanması için gerekli düzenlemelerin yapılması ödevini yükler. Ak Parti, 2002 yılında tek başına hükümeti kurduğu günlerde hak temelli bir sosyal politika anlayışından uzak bir çizgide gözüküyordu. Kültürel olarak muhafazakar, ekonomik olarak neo-liberal bir çizgide duran Ak Parti, ekonomik krizin sosyal patlamaya yol açmayışını aile bağlarının sağlamlığına ve İslami dayanışma kültürünün gücüne bağlayarak açıklama eğilimindeydi. Öte yandan ise kamu harcamalarının kısılması konusunda IMF programını adım adım takip etmekteydiler (Buğra,2008:233).

Ancak krizle birlikte yoksulluk iyice yükseldi ve piyasa ilişkileri içinde çözülemeyecek bir toplumsal sorun olduğu anlaşıldı. Sonuç olarak sosyal yardım önlemleri gündeme geldi. Ak Parti kendi iktidar döneminde sosyal yardım konusunda gönüllülüğe çokça vurgu yapmıştır. Öte yandan ise sosyal yardımların bütçedeki payı arttırılmıştır. Neo-liberal politikaları ısrarlı bir şekilde yürüten Ak Parti aynı zamanda “yalnızca formel sektörde çalışanları değil, tüm yurttaşları kapsayan bir sosyal politika” da yürütmüştür (Buğra’dan akt. Metin, 2011: 194).

Ak Parti’nin sosyal politika alanında yaptıklarına kısaca göz gezdirecek olursak: Türkiye’de ilk defa ders kitapları öğrencilere ücretsiz dağıtılmaya başlandı. En düşük yüzde altılık gelir grubundaki annelere çocuklarını okula göndermeleri karşılığında ödeme yapıldı. Bu kapsamda bir milyon anneye 2,017 milyar lira ödeme yapıldı. Üniversite öğrencilerine verilen kredi ve burslar kademeli olarak arttırıldı ve başvuran herkese kredi veya burs verildi (www.akparti.org.tr ).

33

Kamu sağlık harcamaları sosyal güvenlik kurumları ve yeşil kart sistemi ile arttırıldı. Yeşil kart harcamaları 2005-2006 yıllarında 9,3 milyona çıktı, 2007 yılında ise 14 milyon lira oldu. Ayakta tedavi ve ilaç giderlerinin de bu uygulama kapsamına alınmış olması bu hızla artışın ardındaki en önemli etken oldu. İkinci bir neden ise de yerel yönetimlerin yaklaşan seçimler nedeniyle müracaatlarda yeterli inceleme yapmamalarıydı. 2007 genel seçimlerinden sonra 6 milyondan fazla yeşil kart bloke edildi. Nisan 2008 itibarıyla aktif yeşil kart sahibi sayısı 8,6 milyona düşürüldü. Ekim 2010 rakamlarına göre aktif yeşil kart sahibi sayısı 9 milyonun biraz üzerindedir (Metin, 2011: 192).

Sağlıkta hizmete erişimin kolaylaştırılması bir başka önemli gelişmeydi. SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın birleştirilmesiydi. Sevk almadan tüm devlet hastanelerine ve özel hastanelere doğrudan gitmenin önü açıldı. Ayrıca serbest eczanelerden ilaç almak da mümkün hale geldi. Ambulansın ücretsiz hale gelmesi sağlık hizmetlerine ulaşım bakımından oldukça önem taşıyordu.

Sosyal güvenlik kurumlarına aktarılan kaynak arttırıldı. Bu kaynaklar sayesinde kapsamı dar da olsa işsizlik sigortası maaş ödemeleri mümkün oldu. Emekli aylıklarına yapılan zamlar daha geniş bir kesimi etkiledi (Bakırezer ve Demirer, 2010: 169).

Ak Parti’nin Haziran 2012’de yayınlanan “Alnımızın Akıyla 9,5 Yıl” raporunda şu ifadeler yer alıyor (www.akparti.org.tr):

2 milyon aileye kömür dağıttık. 0-6 yaş grubundaki dar gelirli aile çocuklarının aşı ve doktor kontrolüne götürülmesi için annelere maddi destek sağladık. İhtiyaç sahibi vatandaşlarımıza 1 milyar lirayı aşan ayni ve maddi destek verdik. Doğumunu hastanede yapan dar gelirli kadınlarımızı, şehirde misafir ettik ve kendilerine nakdi ödeme yaptık. 973 Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfından, her ders yılı başında, dar gelirli aile çocuklarına giyim ve kırtasiye malzemesi temin edilmesi için 700 milyon liralık kaynak aktardık. 50 bin dar gelirli ailenin ayda 100 lira taksitle 20 yıl vadeyle ev sahibi olmasını sağladık.

Toplumun en düşük gelirli kesimleri için en önemli kaynak aktarımı yardımlar oldu. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan 2011 yılında 2,2 milyar lira kaynak aktarıldı. Bunun önemli bir bölümü kar amacı gütmeyen kuruluşlar ile eğitim ve konut projelerine (TOKİ) harcandı (www.sosyalyardimlar.gov.tr). Fonun kaynakları daha önce bütçedeki açıkları kapatmak için aktarılıyordu.

Ak Parti’nin yoksula yardım pratiğinin belki de en önemli bölümü belediyeler aracılığı ile yapılan yardımlardı. Hemen hemen bütün Ak Partili belediyelerin gıda, yakacak, barınma, giyecek gibi ihtiyacı olanların başvurabileceği birimleri bulunuyor. Bunların dışında kadın sağlığı ile ilgili, engelliler ve yaşlılarla da ilgili çeşitli uygulamaların yürütüldüğü birimler mevcut.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2011 yılında 56 binden fazla aileye yaklaşık 15 milyon lira nakdi yardım verdi. Eğitim kapsamında 49 bin öğrenciye 10 milyon liraya yakın yardım aktarıldı. Belediye yaşlı, çocuk ve gençlere yönelik hizmetler için bütçesinden 51,9 milyar lira ayırdı (www.ibb.gov.tr).

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 2011 yılı faaliyet raporunda ise şu rakamlar yer alıyor: 143 kişiye 337,900 bin paket gıda ve temizlik malzemesi, 80 bin ton kömür yardımı, 15,9 milyon ekmek yardımı, 60 bin çanta ve kırtasiye, yardımı yapıldı (www.ankara.bel.tr).

34

6. SONUÇ

Sosyal politikanın kapitalizmle ilişkisi rastlantısal değildir. İlişkinin temelinde ekonomik ilişkilerin ticarileşmeye başlaması ve piyasanın güdümüne girmesi vardır. Sürecin sonucunda belirsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk artış gösterir. Tüm bunlar elbette sosyal politikaları da biçimlendiren unsurlar haline gelmektedir. Ticarileşme ve metalaşmanın yaygınlaşması sonucunda sosyal politika, yoksulluğu gidermeye ve eşitliği sağlamaya yönelik olmaktan çok insanların yoksulluklarıyla beraber piyasa ilişkileri içinde yaşamlarını sürdürmelerine yönelik tedbirlerden ibaret kalmaktadır.

Dolayısıyla sosyal politikanın kapitalizmle ilişkisi her zaman “iki yüzlü” bir ilişki olmak zorunda (Buğra ve Keyder, 2006: 10). Bir yandan etkisini yumuşatarak kapitalizmi toplumsal açıdan sürdürülebilir kılmak amacına hizmet ediyor. Diğer yandan da ticarileşme ve metalaşma eğilimlerini sınırlayarak kapitalizmi yapılandırıyor. Yoksul yardımlarını bu bağlamda okuyacak olursak; yukarıda ardı ardına sıralanan rakamları azımsamamak gerekse de hiçbirinin yoksulluğu gidermeye yönelik olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır.

Sosyal politika, geleneksel tanımında ücretli emek gücünü odak noktasına alır ve büyük çoğunluğu devlete aittir (Özuğurlu, 2003: 61). Sosyal politika her ne kadar devletin daha geniş alanda sosyal eşitlik ve adalet sağlama yükümlülüğünden doğmuş olsa da daha çok toplumsal sınıflar ve çıkarlar arasında uzlaşma sağlama arayışında olan bir devlet politikası olarak karşımıza çıkar (Koray, 2007: 27). T. H. Marshall’ın (2006) literatüre kazandırdığı “yurttaşlık statüsü” kavramı, sosyal politikaların hak temelli bir düzlemde ele alınmasını içerir. Bu yaklaşım, sosyal politikaların uygulanışında ve genişlemesinde herkese ulaşabilme kaygısının temel alınması gerekliliğini vurgular.

Mark Kleinman (2006:160) ise sosyal politikayı şu şekilde tanımlar: Sosyal politika “topluma bir çeşit şekil verebilmek için, devletin bireysel davranışları etkileme, kaynaklar üzerinde hakimiyet kurma ya da ekonomik sistemi belirleme amacına hizmet eden müdahalelerdir”.

Yukarıda alıntılanan tanımlamaları Ak Parti döneminde yapılan yoksul yardımları ile birlikte düşündüğümüzde bu yardımların en önemli işlevinin yoksulluğu belirli seviyede tutarak daha kötüye gitmesini engellemekten ibaret olduğunu görebiliriz. Öte yandan bu yardımların devamlılığına ilişkin bir garanti de bulunmamaktadır. Özellikle belediyelerin yaptığı yardımlar kanunla düzenlenmiş sosyal politikalar değil, bütçeden inisiyatifle ayrılmış yardımlardır. Bunun en önemli nedeni de yoksul yardımlarının az veya çok seviyede yoksul olanların üretim-tüketim döngüsünde üstlerine düşen görevi yerine getirmelerini garantilemektir.

Bu yardımların büründüğü anlayış klientelist politikalara yakındır. Böylece siyasi sürdürülebilirlik gerçekleştirilebilmektedir. Öte yandan tüm bu yardımların neo-liberal politikalara eklemlenen bir tarafı da vardır. Örneğin eğitim alanında yapılan ücretsiz kitap dağıtımı yardımlarında ilk ve orta öğretimde öğrencilere dağıtılan kitapların yalnızca yüzde 40’ı Milli Eğitim tarafından basılmış, kalan kısım özel kuruluşlardan satın alınmıştır. Sağlık, inşaat vb alanlarda da benzer gelişmeler yaşanmıştır.

Seçim öncesi dönemde yardımlarda yapılan artışlar da yoksul yardımlarının siyasi devamlılığın bir unsuru olarak işlevselleştirilmesine dayanak olarak okunabilir. Örneğin 2009 seçimleri öncesinde kritik gelişmelerin yaşandığı Şanlıurfa’ya civar kentlere oranla çok daha fazla miktarda kaynak aktarılması yardımların rutin bir seyrinin de olmadığına örnek teşkil etmektedir (Metin, 2011: 197).

Ancak unutmamalıdır ki 1980’den itibaren Türkiye ekonomisinin neo-liberal dünya ekonomisine entegrasyon çabası Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Devletin ekonomiden çekilmeye başlaması

35

bu dönemde başlayan ve 90’larda da devam eden, dünyada yaygın olan bir eğilimdi. Yabancı yatırım akışlarının hızlanması, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasına yönelik baskılar, özelleştirmenin yaygınlaşması, bu dönüşümün yarattığı sonuçlardır (Deacon, 2006:101).

Çalışma boyunca ardı ardına sıralanan tüm rakamlar ve bahsedilen gelişmeler söz konusu dönüşüme paralellik göstermektedir. Sonuç olarak yoksul yardımları yoksulluğu gidermekten ziyade yoksulluğu yönetmeye yarayan birer araca dönüşmektedir. Bu biçime bürünmüş bütün yardımlar yoksullukla mücadele etmek bir yana onu sürdürülebilir bir formda sabitlemektedir. Ak Parti iktidarında neo-liberal politikalar bir bir hayata geçirilirken bireyselliğe ve yardımlaşmaya da çokça vurgu yapılmıştır. Bu vurgunun ardında sosyal politika yükümlülüklerinin devletin “sırtından” alınarak hayırsever vatandaşların eline bırakılması çabası vardır çünkü sosyal yardımın devlet işi olmadığı görüşü yaygınlaştırılmıştır. Ayrıca İslami referanslar ve Osmanlı dönemindeki vakıfların gerçekleştirdiği kamu hizmetlerine atıflarla bu söylem kuvvetlendirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla sadakayla sosyal hakların anlamının zaman zaman birbirne karıştığı dönemler olmuştur. Bunun bir yönü de bir süreklilik garantisi vermediği halde yoksul yardımlarının hizmet olarak lanse edilmesi sonucunda Ak Parti’nin meşruiyetinin devamlılığın sağlamakta önemli bir rol oynamasıdır.

36

KAYNAKÇA

Akşin, Sina (yıl belirtilmemiş) “Siyasal Tarih: 1995-2003”, iç. Yakınçağ Türkiye Tarihi 2: 1980-2003, Haz. Sina Akşin, İstanbul: Milliyet Kitaplığı, s. 161-186

Aktay, Yasin (2003) “İslamcılıktaki Muhafazakar Bakiye”, iç. Muhafazakarlık, haz. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim, s. 346-360

Bakırezer, Güven ve Demirer, Yücel (2010) “Ak Parti’nin Sosyal Siyaseti”, iç. AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, haz. İlhan Uzgel ve Bülent Duru, Ankara: Phoenix, s. 153-178

Bilton, Tony; Bonnett, Kevin; Jones, Pip; Lawson, Tony; Skinner, David; Stanworth, Michelle;

Webster, Andrew (2008) Sosyoloji, Ankara: Siyasal Kitabevi

Bora, Tanıl (2012) “Gülenciliğin İdeolojik Söyleminde Özne ve Fiil Olarak ‘Hizmet’: ‘Bir Hizmet Yapılıyor, Görelim Bunu”, iç. Birikim, sayı282, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 33-39

Boratav, Korkut (2003) Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002, Ankara: İmge

Boratav, Korkut (yıl belirtilmemiş) “İktisat Tarihi (1981-2002)”, iç. Yakınçağ Türkiye Tarihi 2: 1980-2003, haz. Sina Akşin, İstanbul: Milliyet Kitaplığı, s. 187-246

Buğra, Ayşe ve Keyder Çağlar (2006) “Önsöz”, iç. Sosyal Politika Yazıları, Haz. Ayşe Buğra, Çağlar Keyder, İstanbul: İletişim, s.7-18

Buğra, Ayşe (2008) Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika, İstanbul: İletişim

Cizre-Sakallıoğlu, Ümit ve Yeldan, Erinç (2000) “Politics, Society and Financial Liberalization: Turkey in the 1990s”, iç. Development and Change, sayı 31, s. 481-508

Çarkoğlu, Ali ve Toprak, Binnaz (2006) Değişen Türkiye’de Din, Toplum, Siyaset, İstanbul: TESEV Yayınları

Çetin, Halis (2007) “Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti – Meşruiyetin İktidarı”, iç. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58-3, s. 61-88

Çınar, Menderes ve Duran, Burhanettin (2008) “The Specific Evolution of Contemporary Political Islam in Turkey and its ‘Difference”, iç. Secular and Islamic Politics in Turkey: The Making of the Justice and Development Party, haz. Ümit Cizre New York: Routledge, s. 17-40

Çiğdem, Ahmet (2012) “Cemaat”, iç. Birikim, sayı 282, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 40-42

Deacon, Bob (2006) “Küreselleşme ve Sosyal Politika: Hakkaniyetli Refaha Tehdit”, iç. Sosyal Politika Yazıları, Haz. Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, İstanbul: İletişim, s.101-158

Duran, Burhanettin (2008) “The Justice and Development Party’s ‘New Politics’: Steering Toward Conservative Democracy, a Revised Islamic Agenda or Management of New Crises?”, iç. Secular and Islamic Politics in Turkey: The Making of the Justice and Development Party, haz. Ümit Cizre New York: Routledge, s. 80-105

Gramsci, Antonio (2010) Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, Ankara: Dipnot

37

Hale, William ve Özbudun, Ergun (2010) Islamism, Democracy and Liberalism in Turkey: The Case of the AKP, New York: Routledge

İnsel, Ahmet (2001) “İki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri”, iç. Toplum ve Bilim, sayı: 89, s. 62-72

Kleinman, Mark (2006) “Kriz mi? Ne Krizi? Avrupa Refah Devletlerinde Süreklilik ve Değişim”, iç. Sosyal Politika Yazıları, Haz. Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, İstanbul: İletişim, s.159-194

Koray, Meltem (2007) “Sosyal Politikanın Anlamı ve İşlevini Tartışmak”, iç. Çalışma ve Toplum Dergisi, Sayı:15, s.19-55

Köker, Levent (2003) “Liberal Muhafazakarlık ve Türkiye”, iç. Muhafazakarlık, Haz. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim, s. 274-290

Laçiner, Ömer (2012a) “Cemaat – Siyaset”, iç. Birikim, sayı 282, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 19-25

Laçiner, Ömer (2012b) “AKP: Ne’yin İktidarı?”, iç. Birikim, sayı. 283, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 10-14

Lipset, S. Martin (1986) Siyasal İnsan, Ankara: Teori Yayınları

Marshall, T.H. (2006) “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıf”, iç. Sosyal Politika Yazıları, Haz. Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, İstanbul: İletişim, s.19-32

Metin, Onur (2011) “Sosyal Politika Açısından AKP Dönemi: Sosyal Alanında Yaşananlar”, erişim için www.academia.edu (18.12.2012)

Özkazanç, Alev (1998) Türkiye’de Siyasi İktidar ve Meşruiyet Sorunu: 1980’li Yıllarda Yeni Sağ, (basılmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi

Özuğurlu, Metin (2003) “Sosyal Politikanın Dönüşümü”, Mülkiye, Cilt: XXVII Ankara

Sayarı, Sabri (2007), “Towards a New Turkish Party System?”, iç. Turkish Studies, 8: 2, s. 197-210

Şenses, Fikret (2003) Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk, İstanbul: İletişim

Şimşek, Sefa (2004) “New Social Movements in Turkey Since 1980”, iç. Turkish Studies, 5: 2, s. 111-139

Tanör, Bülent (yıl belirtilmemiş) “Siyasal Tarih (1980-1995)”, iç. Yakınçağ Türkiye Tarihi 2: 1980-2003, haz. Sina Akşin, İstanbul: Milliyet Kitaplığı, s. 27-162

Turan, İlter (2007) “Unstable Stability: Turkish Politics at the Crossroads”, iç. International Affairs, 83: 2, s. 319-338

Uras, Güngör (2012, 5 Aralık) “Yoksul Sayımız Nereye Koşuyor?”, erişim tarihi: 28 Şubat 2013, www.milliyet.com.tr

Ünüvar, Kerem (2012), “AKP ve Türk Sağı: Bir Mirasın Anatomisi”, iç. Birikim, sayı 283, İstanbul: Birikim Yayınları, s. 35-40

Weber, Max (2002) Sosyolojinin Temel Kavramları, İstanbul: Bakış Yayınları

Weber, Max (2008) Sosyoloji Yazıları, İstanbul: Deniz Yayınları

38

Yetiş, Mehmet (2007) “Hegemonik Kriz Koşullarında Başkanlık Sistemi”, iç. Başkanlık Sistemi ve Türkiye: Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, Haz. İhsan Kamalak, İstanbul: Kalkedon, s. 237-270

www.ankara.bel.tr

www.akparti.org.tr

www.ibb.gov.tr

www.milliyet.com.tr

www.sosyalyardimlar.gov.tr

www.tuik.gov.tr

39

TUNUS, MISIR VE LİBYA’DAKİ İÇ VE DIŞ DİNAMİKLERİN ARAP BAHARI’NIN GERÇEKLEŞMESİNDE ETKİLERİ

Ali Serdar ERDURMAZ*

ÖZET

“Tunus, Mısır ve Libya’da otoriter rejimlerin yıkılmasına neden olan iç ve dış dinamiklerin etkilerini incelediğimizde bunların devrimlerin gerçekleşmesine katkısının her ülke özelliğine bağlı olarak, farklı olduğu sonucuna varabiliriz. Burada meseleye tesir eden temel iki faktör vardır. Birincisi, her ülkenin halkı, sivil toplum örgütleri, gençlerin örgütlenmesi ve silahlı kuvvetlerinin karakteri ile ortaya çıkan iç dinamikler; diğeri ise, her üç ülkede farklı çıkar hesapları nedeniyle dış güçlerin müdahaleye varan etkinlikleridir. Tunus ve Mısır’da halk dinamiği iradesinin ülke silahlı kuvvetleri tarafından desteklenmesi ile sonuç halkın arzu ettiği şekilde gerçekleşmiştir. Buna karşın, aşiretlerin doğuda başlattığı ayaklanmalar Libya’da silahlı kuvvetler dinamiğinin halk karşısında rol almasıyla başarısız bir yola girmiştir. Bunun üzerine dış dinamikler BM ve NATO gibi uluslararası güç unsurlarını kullanarak Kaddafi’ye karşı gerekli sınırlı askeri desteği sağlamış ve sonucun halk dinamiği iradesi doğrultusunda gelişmesinde etken olmuştur. Libya’da sonuca tesir eden ana etken, Libya silahlı kuvvetleri karşısında yer alan dış dinamiklerin işlevi olmuştur. Bu makalede Tunus, Mısır ve Libya’da ortaya çıkan Arap Baharı rüzgârının gerçekleşmesinde hangi iç ve dış dinamiklerin, nasıl etken olduğunun her üç ülke bazında incelenmesi amaçlanmaktadır.

Anahtar kelimeler: Arap Baharı, Tunus, Mısır, Libya, iç ve dış dinamikler.

THE EFFECTS OF INTERNAL AND EXTERNAL DYNAMICS IN TUNISIA, EGYPT AND LIBYA IN THE ARAB SPRING

ABSTRACT

When we study the internal and external dynamics which cause the overthrow of the authoritarian regimes in Tunisia, Egypt and Libya we can reach the results that he same dynamics would be effective differently depending to the nature of each country. There are two main factors influencing the subject; first, internal dynamics emerging from the qualifications of each countries’ people, non-governmental organizations, youth organizations and armed forces. And the other is that external dynamics due to the interference of foreign powers in all three countries up to the different activities of interest calculations. We observed that in Tunisia and Egypt, the will of the people became true in parallel with the support of its own armed forces. Contrary to that the revolts arose by the tribes in the East in Libya almost failed since the armed forces dynamic has taken a role against people. Thereupon, external dynamics using the instruments of UN and NATO have provided to rebels limited military support needed against Gaddafi to change the course of events in accordance with the will of the people. The main factor that affects the outcome in Libya was the external dynamics which have taken actions against the Libyan Armed Forces. In this article we try to analyse that which internal and external dynamics, how would be effective within each country by the wind of Arab Spring in Tunisia, Egypt and Libya.

Key words: Arab Spring, Tunisia, Egypt, Libya, internal and external dynamics. * Yrd. Doç. Dr. Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

40

1. Giriş

Tunus’ta seyyar satıcılık yapan işsiz, üniversite mezunu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasını protesto için 18 Aralık 2010 tarihinde başlayan halk ayaklanması, süratle Mısır ve Libya’ya yayılan bir sürece dönüşmüştür. Her üç ülkede de, onlarca yıl süren tek adam, otoriter rejimlerinin yıkılmasına öncülük eden eğitimli gençlerin inisiyatifi ile ortaya çıkan ve halkın iradesini yansıtan protestoların oluşturduğu güce, her üç ülkede farklı iç ve dış aktörler müdahil olarak kesin sonucun alınmasında kilit rolü oynamışlardır. Her ülkede aynı sonuca ulaşılmasını sağlayan, diğer bir deyişle Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali, Mısır’da Muhammed Hüsnü Said Mübarek ve Libya’da Muammer Kaddafi’nin baskıcı, totaliter rejimlerine son veren sürecin gerçekleşmesinde aynı iç dinamikler karakter olarak tamamen farklı ölçülerde rol almıştır. Bu dinamiklerden birincisi, hiç şüphesiz halkın iradesidir. Her üç ülkede de özellikle gençlerin organize olmasıyla başlayan ve inatla sürdürülen halk ayaklanmaları ve direnişi, değişimi kendiliğinden başlatan ana dinamik olmuştur. İkincisi ise, sivil toplum örgütleri ve silahlı kuvvetlerin devrimin gerçekleşmesinde takındıkları farklı yaklaşımdır. Tunus ve Mısır’da halkın yanında, onu destekleyici olarak ortaya çıkan; Libya’da ise karşısında olan karakteriyle kendini gösteren bu etkenlerin her ülkede devrimin akışına etkisi farklı olmuştur.Hiç kuşkusuz her üç ülkede silahlı kuvvetlerin halka karşı gösterdiği farklı tavır kesin sonuca etkili olmuştur. Ayaklanmaların Tunus’taki seyri, küresel anlamda bütün dünyanın ilgisini çeken bir hal almıştır. Dış güçler her üç ülkedeki gelişmeleri dikkatle takip ederek, devrimlerin halkın iradesi doğrultusunda, otoriter rejimlerin yıkılmasıyla sonuçlanmasında müdahaleye kadar uzanan farklı yaklaşımlar ortaya koymuşlardır. Dış dinamiklerin girdisini Tunus’ta net bir şekilde görememekle beraber, Libya’da BM ve NATO örgütlerinin müdahalesi olarak çok güçlü bir şekilde yer aldığını müşahede etmekteyiz. Mısır’da ise, özellikle ABD ve beraberinde AB’nin olayları geri planda kalarak yakından takip eden tutumla etkin olmaya çalıştığı söylenebilir.

Makalenin amacı, Tunus, Mısır ve Libya’daki otoriter rejimlerin yıkılmasına neden olan iç ve dış dinamiklerin etkinliklerini inceleyerek, her üç ülkede rejimlerin değişmesine yönelik devrimlerin gerçekleştirilmesinde uluslararası aktörlerin hangilerinin, neden ve nasıl bir etkinlik sergilediğini ortaya koymaktır.

2. Tunus’ta ayaklanmaların başlaması ve iç ve dış dinamiklerin etkileri Eylemlerin Tunus’ta başlaması görünürde bir dış gücün yönlendirmesinden ziyade, patlama noktasına gelen potansiyel halk iradesinin bir kıvılcımın kendiliğinden ve içten gelen bir dürtü ile ateşlenmesiyle gerçekleşti. Ülke içinde üç temel aktörün güç birliği içinde birleşmesi ve ortak amaca doğru hareketi, Zeynel Abidin bin Ali rejiminin karşı koymasına imkan bırakmayan bir sonucu beraberinde getirmiştir.

2.1. İç dinamikler Tunus’ta ayaklanmaların başlaması ve sonrasında gelişerek rejimin değişimine kadar giden süreçte farklı etkenler rol almıştır. Bunları şu şekilde sıralanabilir: (i) Başlangıçta halkın uyanmasına ve ayaklanmasına neden olan belirleyici etken işsiz bir üniversitelinin mahalli yönetimi protesto için kendisini yakması ve ölümüdür; (ii) internet ortamının yarattığı iletişim kolaylıklarından faydalanan genç eylemcilerin örgütlemesiyle hoşnutsuz halk kitleleri bu olayı bahane ederek kendi rahatsızlıklarını eyleme dönüştürmüş ve protestoların süratle yurt sathına yayılması gerçekleşmiştir; (iii) mevcut kurum ve sivil toplum örgütlerinin yönetime karşı eyleminin oluşturduğu dinamik ve (iv) sonuncu ve en önemli etken olarak da Tunus Silahlı Kuvvetlerinin Devlet Başkanı Zeynel Abidin bin Ali karşıtı olarak devrimde rol almasıdır.

41

16 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ilk olarak Tunus ve devamında tüm Arap dünyasında yeni bir dönemin başlamasına neden olan an olarak tarihe geçmiştir. Rejimin baskısı ve ekonomik yetersizlikten bunalmış ve potansiyel olarak patlama noktasına gelmiş olan Tunus halkının harekete geçmesini sağlayan kıvılcımı işsiz bir gencin kendisini yakması ateşlemiştir. Sidi Boazid kentinde, kadın polis tarafından tokatlanarak aşağılanmayı kendisine yediremeyen üniversite mezunu, işsiz Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması üzerine ilk protesto dalgası 17 Aralık 2010 tarihinde bambaşka bir nedenle başlamıştır. Bu eylemlerin başlangıçtaki amacı; Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin iktidardan uzaklaştırılması fikrinden farklı olarak, kendisini yakan ve Ocak 2011’de vefat eden işsiz üniversite mezununa karşı yönetimin duyarsızlığına karşı çıkmak ve bunun nedenleri konusuna dikkati çekmekti ( Ottaway& Hamzaway, 2011:5-6). İkincisi ise, protestoların ülke sathında yayılarak geniş halk kitlelerinin hoşnutsuzluğunu dile getirecek bir hal almasıdır. Mevcut rejimin artan siyasi baskılarıyla birlikte, halkta mevcut olan hoşnutsuzluğun yarattığı potansiyel karşıtlık, Aralık 2010 sonuna kadar eylemlerin bütün Tunus sathına yayılmasına yol açmıştır. Parasız eğitim nedeniyle devamlı artan üniversite mezunlarına yeterli istihdam imkânının sağlanamaması sonucunda gençler arasında oluşan yüksek işsizlik, bölgesel refah paylaşımı ve gelişiminde yaşanan farklılıklar ve son on yıldır gittikçe kötüleşen yaşam standartlarındaki düşüş doğal olarak mutsuz çoğunluğun artması sonucunu doğurmuştur. Özellikle, 2007 verilerine göre, lise mezunlarında %36.7, üniversite mezunlarında %15.0 oranında işsizlik mevcut olup, yoğunluk 15-24 yaş grubunda %31.4 ve 25-34 yaş grubunda %19.9’dur (European Commission Directorate-General for Economic and Financal Affairs, 2010:30). Ayrıca, ülkenin temel gelir ve refah kaynağı turizmden kuzey ve doğuda sahil kesimleri ve turistik yerler aslan payını alırken, batı, güney, orta kesimde yaşayan halkın bu imkândan mahrum kalması, yaşam standartlarında büyük farkların oluşmasına sebep olmaktaydı. Orta bölgede genç işsizlerin oranı diğer bölgelerden 4 kat daha fazla, %40’lara ulaşan bir orana yükselmişti. Bu nedenle, protestolar öncelikle yüksek işsizliğin kol gezdiği merkez ve batıdaki iç kesimlerde yoğunlaştı.

Bu aşamada, halkın iradesinin oluşmasında ve yayılmasında etken olan genç “siber aktivistlerin”8 (European Commission, 2012:1) rejim karşıtı dayanışmaya katılması kilit rolü oynayan önemli bir dinamik olarak karşımıza çıkmaktadır. Gösterilerin yayılmasında iyi eğitim almış genç işsiz kesimin internette üzerinden facebook, twitter gibi sosyal ağları kullanarak organize olması önemli bir inisiyatif oluşturdu. 2010’a girerken yaklaşık 11 milyon nüfuslu ülkede 3.6 milyon kişi, diğer bir deyişle nüfusun %33.9’unun internet kullandığı ülkede(Internet World Stats-Tunisia, 2010:1). gençlerin geçim ve işsizlikle ilgili sıkıntılarını bu ortamda paylaşmasının yanında, Sidi Bouzid kentinde kendini yakan gençle ilgili kamuoyu oluşturmasında sosyal medya kullanılmıştır (Stecklow, 2011:2). Bin Ali rejimi bu faaliyetin farkına vararak, birçok web sitesini engelleme yoluna gitmiştir. Buna rağmen eylemciler rejime ait sistemlere saldırı düzenledi ve iletişim ortamı oluşturmada başarılı oldular. Ülkede mevcut kurumların ve sivil toplum örgütlerinin halk eylemlerini destekleyici yönde sokaklara çıkması, gösterileri önüne geçilmesi mümkün olmayan bir dalga şekline dönüştürmüştür. 31 Aralık 2010 tarihinde Tunus Barosu’nun ülke çapında gösteri yapma çağrısı ve Tunus, Sfax ve Djerba kentlerinde cübbelerini giyerek protesto düzenlemeleri ayaklanmanın seyrini rejim değişikliğine doğru değiştiren önemli bir hamle olmuştur (Ryan, 2010). Bu hareketle ilk defa halkın yarı resmi kuruluşlar tarafından da desteklendiği mesajı Zeynel Abidin Bin Ali’ye verilmiş ve rejim karşıtlığının geri dönülmez bir yola girdiği vurgulanmıştır. 8 Siber aktivizm (cyberactivism), internet aktivizm (internet activism) vs, online aktivizm;, Twitter, Facebook, YouTube, e-mail gibi sosyal medyanın değişik formlarını içeren elektronik haberleşme teknolojisinin kullanılarak mahalli haberleri geniş kitlelere ulaştırma ve halk hareketleri hakında süratli bilgi alışverişini gerçekleştirme, organize olma faaliyetidir. Wikipedia, www.wikipedia.org/wiki/internet_activism.

42

Hukukçuların bu girişimine öğretmen ve gazetecilerin verdiği dayanışma, siyasi partileri de etkilemiş ve onların da rejim karşıtı gösterilerde yer almalarına yol açmıştır. Polisin orantısız güç kullanmasının bir etkisinin olmadığı bu ortamda protestoculara destek veren mahalli işçi temsilciliklerinin merkezi zorlaması üzerine Tunus İşçi Birliği başlangıçta arabulucu rolüne soyunduysa da gelişmeler üzerine protestocular safında yer almıştır (European Commission Directorate-General, 2010:30). Mahalli karakterde olan ayaklanmalar sivil toplum örgütlerinin desteği sonrasında sosyo-ekonomik bir patlamadan, bütün ülke sathını kapsayan bir rejim değişikliği talebine kayan bir hal almıştır (Yavuz & Erdurmaz, 2012:17-21, Orsam, 2011:6-7). Tunus’taki ayaklanmaların özünde İslami hareketin örgütsel bir yapı içinde yer almadığını ve öne çıkmadığını görmekteyiz (Stratejik Düşünce Enstitüsü, 2013:1). Bunun başlıca nedeni, Bin Ali’nin 1990’ların başından itibaren İslami akımı temsil eden en-Nahda partisine karşı son derece baskıcı bir tutum izlemesi ve ülke içinde örgütsel islami kimliği barındırmamasıdır. En-Nahda partisinin aşırı İslami uçlarla ilişkisi olduğu ileri sürülerek dağılması sağlanmıştır. Birçok taraftarı yakalanarak hapsedildi, liderleri sürgüne gönderildi. Bu kapsamda sürgüne gönderilen parti lideri Raşid Gannuşi, Bin Ali’nin devrilmesi üzerine ülkesine geri dönmüş ve yapılan seçimlerde ezici çoğunluğu alarak devrim sonrası yönetimde söz sahibi olmuştur (Yavuz& Erdurmaz, 2012:28). Yukarıda belirtilerin yanında eylemlerin arzu edildiği gibi Bin Ali’nin devrilmesi hedefine ulaşmasında en etken hiç şüphe yok ki, Tunus Silahlı Kuvvetleri’dir. Silahlı kuvvetlerin Bin Ali’ye karşı olan tavrı Tunus’un geleceğinde kilit rolü oynamıştır. 27 Aralık 2010 tarihinde Başkent Tunus’ta yapılan gösterilere karşı silahlı güç kullanılması hususunda Zeynel Abidin bin Ali’nin kararına Genelkurmay Başkanı General Raşid Ammar karşı çıkmıştır. Silahsız eylemcilere karşı silahlı kuvvetlerin kullanılmasını reddetmesi kırılma noktası olmuştur. 23 Aralık tarihinde General Ammar eylemcilere hitap ederek, silahlı kuvvetlerin halka karşı kullanılmayacağını ve halkın güvende olduğunu açıklamıştır (Arieff, 2011:9). Son kozunu da kullanma imkânından mahrum olan bin Ali verdiği sözlerin halk nazarında karşılık bulamaması üzerine 14 Ocak 2011 günü yetkilerini Başbakan’a devrederek ülkesini terk etmiştir. Eğer silahlı kuvvetler bu dönemde rejim yanlısı bir tutum içine girseydi, rejime karşı olan diğer dinamiklerin etkisi istenilen amaca ulaşmada muhtemelen yeterli olamayacak ve muhtemelen dış dinamiklerin devreye girmesinde belirleyici bir rol oynayacaktı.

2.2. Dış dinamiklerin etkinliği Zeynel Abidin Bin Ali hükümeti, 23 yıl boyunca Amerika ve AB’nin mali, siyasi ve askeri desteğinden faydalanarak ayakta kalmayı başarabilmiştir. Söz konusu 23 yıl boyunca, Tunus’ta yaşanan bütün kısıtlama ve sınırlamalara rağmen, insan haklarını savunma iddiasında bulunan Batılı hükümet ve kurumlardan Bin Ali hükümetine karşı bir itiraz sesi gelmedi. Bin Ali diktatörlüğü, Batılıların siyasi ve ekonomik çıkarlarını temin etmek için güvenilir bir müttefikti. Avrupa için ise, mevcut statüko içinde istikrarın sağlanması ve idamesi, öngörülemeyen sonuçlara gebe politik reformlara girmekten daha tercih edilir bir durumdu (Yavuz & Erdurmaz, 2012:18).

Olayların başlamasının hemen sonrasında ABD Başkanı Barack Obama, Tunusluların cesaret ve onurunu överek onların yanında olduğunu ifade etmiştir (Jilani, 2011:1). 17 Mart 2011’de Tunus’a gerçekleştirdiği resmi ziyarette, ABD Dışişleri Bakanı Clinton, Tunus’ta Başbakan Said Essebsi dâhil pek çok yetkili ve kurum ile temaslarda bulunarak, Tunus’ta yeni süreci destekleyeceklerini, bunun için de yeni iş fırsatları yaratmak başta olmak üzere çeşitli ekonomik reformlara destek vereceklerini belirtmiştir. Obama’nın tarihi Arap Baharı konuşmasında da ana başlık olarak yer alan Tunus ve Mısır ekonomilerinin yeniden yapılandırılması ve desteklenmesi, Tunus devrimine verilen desteği yansıtmaktaydı (Feller, 2011).

AB yetkilileri de Tunus’ta yaşanan gelişmelere tepki olarak, AB’nin Tunus milletini ve onların demokratik isteklerini savunduğunu ileri sürmüştür. İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague

43

Tunusluların seçime gitme talebini sıcak karşılarken, İtalya ve Almanya Dışişleri Bakanları da Tunus’ta demokrasinin tesisini ve halkın barış içinde beraber yaşamasını dilemişlerdir. Fransa’dan gelen tepki daha farklı oldu. Zeynel Abidin Bin Ali’nin en yakın müttefiki olarak bilinen Fransa, onun Tunus’tan kaçarken bu ülkeye giriş yapmasına izin vermemiştir. Sarkozy de bildirisinde, “Tunus halkı demokratik taleplerini dile getirdi” şeklindeki ifadelere yer verdi. Batılı hükümetlerin bizzat destekledikleri anti demokratik Tunus hükümetine birden sırt çevirmesi bir kez daha, demokrasi ve özgürlük gibi sözcüklerin Batılıların siyasi ve ekonomik hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtan başka bir anlam ifade etmediğini göstermiş oldu. Batılı hükümetler, artık halkın talebi karşısında dayanamayacağının farkına varınca, diktatör Bin Ali’yi yalnız bırakmışlardır. Zira onun artık Batılıların çıkarlarını koruyamayacağına ikna oldular. Tunus’ta baş gösteren halk ayaklanmasına AB’nin ilk tepkisi, 10 Ocak 2011 tarihinde Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton ve Avrupa Komisyonu’nun genişleme ve komşuluk politikasından sorumlu üyesi Stefan Füle’nin sözcülüğünde, Tunus’ta güç kullanımında kısıtlama ile temel özgürlüklere saygı çağrısında bulunulması ile barışcıl gösteri yaparken gözaltına alınanların serbest bırakılmasının istenmesi şeklinde olmuş (Yiğit, 2011:1), ayrıca Birliğin Tunus halkının demokratik isteklerine destek verdiği açıklanmıştır (Yavuz & Erdurmaz, 2012:20). Protestoların başlangıcından itibaren dış güçler gelişmeleri izlemenin dışında herhangi bir somut adımla olaylara müdahale etmekten kaçınmışlardır. Özellikle ABD, bin Ali’nin ayrılışına kadar sessiz bir tavır sergilemiştir (Bazzi, 2011:1). Bunun iki nedeni olduğu söylenebilir: İlki, Batı’nın Zeynel Abidin bin Ali ile olan iyi ilişkileri ve Tunus’un Batı tarafından istikrar örneği bir ülke olarak kabul edilmesidir (Paciello, 2011: 3).Bin Ali iktidara geçmesinin ardından İslami kesimin nüfuzunu engelleyerek, birçok ekonomik, politik ve sosyal reforma imza atmış, Batı yanlısı dış politikayla sempati kazanmıştır (Sorkin, 2001:25-29). Diğeri ise, Tunus’un ABD, Rusya, Çin ve Batı için ekonomik ve askeri anlamda stratejik bir öneme sahip olmamasıdır. Turizmden başka batıyı cezbedecek stratejik ve ekonomik kaynaklardan yoksun olması, Libya’da olduğu gibi küresel ilgi odağı olmasını önlemiştir (Lynch, 2011:1). Bu nedenle, ABD, Rusya ve AB’nin, Tunus’ta başlayan olaylara kayıtsız kaldığı ifade edilebilir (Shah, 2011:3).

3. Ayaklanmaların Mısır’a yansıması ve iç ve dış dinamiklerin etkileri Tunus’taki ayaklanmaların ilk yansıdığı ülke Mısır’dır. Tunus örneği, rejim baskısı ve ekonomik sorunlardan bunalan Mısır halkının Tahrir Meydanında toplanarak, protesto eylemlerini başlatmasında devrim ateşini yakan bir kıvılcım olmuştur. Eylemlerin ortaya konulmasının geçmişinde uzun zamandan beri süregelen politik ve sosyal faktörlerin yattığı görülmektedir. Mısır’da da halkı eyleme sürükleyen ana neden yine rejimin baskısının ve gittikçe kötüleşen ekonomik durumun geniş halk kitlelerinin yaşam standartlarındaki olumsuz etkisinin tahammül edilemez bir hale gelmesi ve güvenli gelecek beklentisinin kalmamasıdır (Hounshell, 2011:1). Mübarek rejiminin devrilmesinde özellikle üç faktör ana rolü oynamıştır. Bunlar; (i) rejimin baskısı, artan ekonomik çöküş ve kötüleşen yaşam şartları; (ii) gençler arasında süregelen işsizliğin artması (Handoussa, 2010:7); (iii) 2010 seçimleri ile Mübarek’in yerini kimin alacağı hususunda elit kesimdeki görüş ayrılıklarıdır (Shehata, 2011:137). Son yıllarda halkın üzerinde gittikçe artan bir baskı yaratan bu sıkıntılar Mübarek rejimi için sonun başlangıcı olan protestoların çığ gibi büyüyerek yayılmasına neden olmuştur.

3.1. İç dinamiklerin etkisi

Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, Tunus’ta rol oynayan iç dinamikler Mısır’da da devrimin başlaması ve kısa zamanda sonuca ulaşmasında etkin olmuştur. Olayları başlatan ana dinamik, birbiri içine giren ve bir bütün oluşturan halk ve sosyal medyayı kullanan (Chebib&Sohail, 2011: 139-162)

44

gençliğin el ele hareketidir. Mübarek’in görevi bırakmasına etki eden nihai faktör ise, Mısır Silahlı Kuvvetlerinin tutumudur. Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da askerler halkın yanında yer almıştır. Ancak, ordunun bu davranışının halkı desteklemekten çok kendi çıkarları doğrultusunda hareket etme gibi farklı gerekçelere dayandığı yapılan incelemelerden anlaşılmaktadır. 6 Ekim 1981’de Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın suikasta kurban gitmesinin ardından 1975 yılından beri Başkan Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Muhammed Hüsnü Mübarek Devler Başkanı olarak seçilmiştir. Mübarek, iktidarı devraldıktan sonra bir takım reformlar yaptıysa da, 1958 yılında beri uygulanmakta olan sıkıyönetimi 2006 yılında kaldırma sözü vermesine rağmen, baskılı bir şekilde sürdürmüştür (Williams, 2006:1). Sıkıyönetim nedeniyle, vatandaşların anayasal hakları askıya alınmış, sansür meşru hale gelmiş, sivil toplum örgütleri ve halkın gösteri ve ifade hakkkı ortadan kaldırılmış durumdaydı. Uygulanmakta olan sıkıyönetimin güvenlik güçlerine sağladığı olağanüstü yetkiler halkın keyfi olarak tutuklanmasına ve ezilmesine neden olmuştur. İnsan Hakları Örgütü raporuna göre, 2009 yılı itibarıyla 5000-10.000 arasında tutuklu mevcuttur (Eygpt Country Summary, 2010:1). 30.000 kadar siyasi tutuklu ise, somut bir gerekçe gösterilmeden, muhakeme edilmeden ve süre sınırlaması olmadan mahküm edilmiş bulunmaktaydı (Howeidy, 2005:1). Hükümetin sıkıyönetimi devam ettirme gerekçesi “eğer sıkıyönetim bu şekilde uygulamayıp, yargı bağımsızlığı sınırlanmaz ise, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi gerçekleşir ve parlamenter sistem çöker” şeklindeydi (Williams, 2006:1). İktidara geldiğinin ilk yıllarında bazı reformlara imza atan Mübarek, sonraki yıllarda, özellikle 2006’dan sonra ekonomik anlamda arzu edilen reformları gerçekleştirerek halka yansıtmayı başaramamıştır (Macey, 2011:2). Dünya Bankası 2011 verilerine göre Mısır nüfusunun %18.46 kadarı açlık sınırında, günde 2 ABD dolarının altında yaşamlarını sürdürmek zorundadır (Global Finance, 2011:1) . Bu oran kırsal kesimde %40’a kadar çıkmaktadır. İşsizlik ise %9,4’e kadar yükselmiştir. Temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat artışları, enflasyonu körüklemiş ve refah seviyesini daha da azaltmıştır (Moyo Thoko, 2011:1). Bunun yanısıra ekonomik programın uygulanması ve özelleştirme çalışmalarında devlet başkanının oğullarının rol oynadığı rüşvet ve kayırma gibi tutumların halkın güveninin eksilmesine neden olması büyük bir kayıp olarak yansımıştır.

Bütün bu olumsuzlukların yanında, Mübarek’in iç ve dış siyasette sürdürdüğü politikalar halkın tepkisini çekmiştir. 2005 yılında referandumla yapılan anayasa değişikliği ile başkanlık seçiminin çok aday içinden halkın gizli oyu ile yapılması uygulamasına geçilmiştir. Ancak, yeni düzenlemede aday olma şartlarının ağırlığı diğer parti ve bağımsız adayların seçilmesini oldukça zorlaştıran koşullar içerdiğinden halk tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Recknagel, 2005:1). 2005 seçimlerinde Mübarek iki rakibine karşı %87 farkla seçilerek, başkanlık görevine devam etmiştir. Parlamento seçimlerinde özellikle Müslüman Kardeşler’in etkin olmasını önlemek için yaptığı düzenlemeler, siyasi sistem üzerinde baskı yaratan bir gelişme olarak algılanmıştır. 2000 yılı seçimlerinde 454 sandalyeli Millet Meclisine muhalefet 34 sandalye ile girerken, Mübarek’in Milli Demokratik Parti’si 388 sandalye ile mutlak çoğunlukla oturmuştur. 2010 seçimlerinde muhalefet seçimleri boykot ederek, tepkisini ortaya koymaya çalışmıştır. Devrimin başlangıcında kimliğini açık bir şekilde ortaya koymaktan kaçınan Müslüman Kardeşler örgütü, Mübarek’in görevi bırakması sonrasında kurmuş olduğu Özgürlük ve Adalet Partisi ile Mısır siyasetinde aktif olarak yerini almıştır. 1928 yılında Mısır’da kurulan bu örgüt Mübarek döneminin sonuna kadar meşru bir sivil toplum örgütü olarak kabul edilmemekteydi. Dini öne çıkaran ideolojisi nedeniyle yasaklanmış olduğundan sosyal ve siyasi yaşamda aktif bir şekilde faaliyette bulunması, siyasi parti kurması engellenmiş durumdaydı. Mübarek döneminde örgütün üyeleri bağımsız adaylar olarak seçimlere katılarak mecliste söz sahibi olmaya çalışmıştır (Muslim Brotherhood, 2013:1).

Dış siyasette strateji olarak, ABD ve İsrail yanlısı ve Filistin karşıtı yaklaşım halk tarafından onaylanmamıştır. Özellikle Müslüman Kardeşlerle ilişkisi yüzünden Hamas örgütüne karşı Gazze’de almış olduğu katı tutum muhalefeti beraberinde getirmiştir. Bunun paralelinde, Irak işgaline, Lübnan

45

krizine ve Sudan’ın parçalanmasına karşı Mübarek’in ortaya koyduğu dış politika milliyetçi kesim ve halk tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Yaşanan yolsuzluklar, anti demokratik yönetim anlayışı, muhalefet hareketlerini sindirme, gelir adaletsizliği, rüşvet, işkence ve hukuksuzluk Mısırlıların gelecek beklentilerinin tükenmesine yol açmış ve kaçınılmaz sonun gerçekleşmesini sağlamıştır.

Gençler arasında süregelen işsizliğin artması Mübarek döneminin sonunu getiren önemli bir etken olmuştur. 2011 yılı itibarıyla 80.08 milyon (Index Mundi: 2011:1) olan Mısır nüfusunun 19.8 milyonunu 18-29 yaş arası gençler teşkil etmektedir (Handoussa, 2010:7). Ülke nüfusunun yarısı 25 yaşın altında gençlerden meydana gelmektedir (Population Reference Bureau, 2011:1). Yeterli istihdam alanı bulamamaları, ülke nüfusunun beşte biri yarınlara karşı duydukları güvensizliğin suçlusu olarak mevcut yönetimi görmüştür.

Bu durumda Mısır halkı Tunus’ta elde edilen başarıyı kendi iradesini ortaya koyabileceği bir örnek ve fırsat olarak değerlendirmiştir. 2004 tarihli “Kefaya- Yeter”9 isimli demokratik değişim hareketinin yansıması olarak gelişen halk örgütlenmesi, daha sonra 6 Nisan Gençlik Hareketi ile gelişerek, her kesimden binlerce orta sınıf Mısırlıyı içeren bir hal almıştır (Deeb, 2011:1-2). Ortaya konulan protestoların amacı; (i) olağanüstü halin kaldırılması (Moran, 2011:1), siyasi tutukluların serbest bırakılması, işkenceye son verilmesi; (ii) ekonomi ve hayat şartlarının iyileştirilmesi ve (iii) Mübarek diktatörlüğünün son bulmasıdır. Mahalli gözlemcilere göre Kahire’deki Tahrir Meydanında toplanan eylemcilerin yaş ortalaması 40 yaş altındadır. Bu genç kesimin Filistin’in ikinci İntifada hareketinden etkilendiği ve gittikçe artan bir şekilde ülke politikası ve kendi yaşam standartları ile ilgilenir hale geldiği değerlendirilmektedir (Lange, 2011:20-29). Birleşmiş Milletlerin 2010 yılında hazırlamış olduğu bir rapora göre Mısır’da işsizlerin %90’ını 9Bakınız; Veysel Ayhan, Mısır Devrimi ve Mübarek: Bir Diktatörün Sonu, International Middle East Center, IMPR RAPOR-No:6, s.14 ““Kefaya-Yeter” hareketi’nin resmi kuruluş süreci Eylül 2004 tarihine denk gelmesine karşın esasında temeli 1970’lerde Mısır’daki sağ ve sol öğrenci hareketleri içerisinde yer almış kişiler tarafından atılmıştır. Yeter hareketini diğer yasal zeminde hareket eden parti ve oluşumlardan ayıran en temel özellik bunların Nasırcı ve İslamcı partilerden ayrılan liderler tarafından kurulmuş olmasıdır. Bir yandan Mübarek rejimini eleştirirken diğer yandan ABD’nin Irak işgali, İsrail’in Filistin politikası ve Sudan sorununa da dikkat çekmektedirler. Mısırlılık kimliği adı altında toplanan Yeter hareketi liderlerinin eleştirilerinde despotik ve otoriter yönetim anlayışının Mısır’ın ülkesel ve bölgesel çıkarlarıyla uyuşmadığı eleştirisi gelmektedir. 1993 yılında İslamcı ve solcu parti liderlerini diyalog çatısı altında bir araya getirme çalışmalarından sonra süren aktivitelerinin temelinde Mısırlılık kimliği altında politik, ekonomik ve sosyal alanda reform politikalarına öncelik vermek vardı. Kurucuları arasında yer alan George Ihsak 2003 yılında farklı kesimlerle gerçekleştirdiği toplantılarda bir yandan Irak işgalinin getirdiği sorunları gündeme almış, diğer yandan da Mısır’ın despotik yönetiminin Kahire’nin bölgesel ve küresel rolünü zayıflattığını dile getirmiştir. 2004 yılında demokratik reform çağrısı adı altında, içerisinde saygın hakimlerin ve entelektüellerin imzasının yer aldığı bir bildiri yayınladılar. Özellikle 2005 seçimleri öncesi tüm siyasi partileri bir araya getirme politikası bağlamında iktidar partisi karşısında birleşik bir liste oluşturma konusunda tüm kesimlerle düzeyli istişareler gerçekleştirdi. Ulusal Diyalog tarafından 8 Ekim 2005 tarihinde deklare edilen birlik mesajları kapsamında Müslüman Kardeşler, El Wafd, Tagammu, Nassırist, Karama ve Wassat Partisi ortak bir liste ile seçimlere gidilmesi noktasında görüşmelerde bulundular. Yeter hareketi Cumhurbaşkanlığı seçimlerini protesto etmesine rağmen harekete bağlı bazı aktivistler Kefaya ile aynı dönemde ortaya çıkan Al Ghad Partisi ve lideri Aymar Nur’u desteklediler. 2005 seçimleri öncesinde Mısırlılar İçin Değişim Hareketi adı altında Mübarek’in bir dönem daha Cumhurbaşkanlığı yapmasına ve ardından da iktidarın oğluna geçmesine karşı olduklarını deklare ettiler. 2005-2010 arası dönemde Kahire merkezinde bir çok gösteri düzenlediler. Düzenlenen gösteriler harekete bağlı onlarca aktivistin göz altına alınmasıyla sonuçlandı. 2011 başında gösteriler başladığında Kefaya’ya bağlı aktivistler doğrudan eylemlerin içinde yer aldılar ve 2004’ten itibaren dile getirdikleri Mübarak rejiminin gitmesi amacını gerçekleştirmeye çalıştılar. Sonuç olarak Kefaya hareketi diğer gençlik hareketlerinden farklı olarak uzunca bir dönem Mısır siyasetine değişim ve reform yönünde etki etmeye çalışmışsa da halk arasında ciddi bir taban bulamamıştır. Zira hareket diğerlerine nazaran biraz daha sol seçkinci grubun etkisi altında kalmıştır.”

46

gençler teşkil etmekteydi (Roushdy& Elbadawy, 2011:95). 2006 yılında 29 yaş altı gençlerde işsizlik oranı %80’lerin üzerinde olup, bunların %82’si daha evvel herhangi bir işte çalışmamıştır. 2007 yılında 15-24 yaş arasındaki Mısırlılarda işsizlik oranı %24.5 ile aynı yılda dünya işsizlik ortalaması olan %11.9 ve Kuzey Afrika ortalaması olan %23.8’den yüksek bir durumdadır (Handoussa, 2010:147). 2009 yılında %22.9 olan işsizlik oranının %6.2’sini iş bulamayacağını düşünerek aramaktan vazgeçen gençler oluşturmaktadır. 20-24 yaş arasındaki erkekler arasında işsizlik oranı %19.7 iken, bu oran kadınlar arasında %50’yi bulmakta ve genelde %28’i oluşturmaktadır (Handoussa, 2010:150). 2006-2009 arasında özellikle üniversite mezunları arasındaki işsizlik artış göstermiştir (Handoussa, 2010:152). Artan işsizlik ve iş bulma konusundaki umutsuzlukları gençler arasında bunalıma neden olmuştur. Belirli bir yaşa gelen insanların iş bularak sosyal yaşamlarını düzeltme, evlenme ve aile kurma arzularını gerçekleştirme olanağından yoksun olmaları, bunların muhtelif sosyal ağları kullanarak biribirleriyle haberleşme ve kötü giden ortamı değiştirme konusunda bir platform oluşturmalarına yol açmıştır.

Kitlesel halk hareketine katkıda bulunan önemli iç dinamiklerden birisi de sosyal ağları kullanarak örgütsel iletişime katkıda bulunan 6 Nisan Gençlik Hareketi’nin faaliyetleridir. Her yıl üniversitelerden mezun olan binlerce gencin işsizlik nedeniyle ailelerine yük olmaya devam etmesi, gençlerin sosyal ağları kullanarak sorunlarını birbirleriyle paylaşma yolunu seçmelerine vesile olmuştur. Bu şekilde kendiliğinden ortaya çıkan bu iletişim ağı, örgütlü hareket için uygun ortamın oluşmasını gerçekleştirdi. 23 Mart 2008’de küçük bir eylemci grup tarafından facebook’ta yer alan protestolarla ortaya çıkan ve birkaç hafta içinde 70 bin katılımcıya ulaşan grup 2011 başlarında da Mübarek karşıtı eylemlerde yerini almıştır (Jijo, 2011:1). 2009 yılında internet kullanıcıları nüfusun %20’si olarak belirlenmiştir (Global Finance, 2011:3). Özellikle google, facebook, twitter ve Mısır’ın Ehab Heikal , Gamal Selim and Wael Salah tarafından kurulan ilk haber portalı Masrawy’in (Masrawy, 2011:1) gençler arasında etkin bir şekilde kullanılması organize protestoların düzenlenmesinde hâkim rolü oynamıştır (Griffin, 2011:1). Muhalifleri organize ederek ayaklanmaların başlamasına neden olduğu iddiasıyla gözaltına alınan google Mısır yöneticisi Weal Ghonim 8 Şubat’ta serbest bırakılınca kahramanlar gibi karşılanmıştır (Smith, 2011:1). “İsyan ve Öfke Günü” olarak nitelenen 25 Ocak 2011 tarihinde halkın toplu katılımını teşvik için yaptıkları çağrının ses getirmesi üzerine, gençlik hareketi Ocak ayının sonuna doğru yayınladıkları bildiride Mübarek rejiminin devrilme talebini açık bir şekilde ifade etmiştir. Protestoların artması üzerine halkın sosyal ağlar üzerinden haberleşerek örgütlenme imkânını ortadan kaldırma amacına yönelik Ocak ayının son günü kapatılan internet çevrimleri (Shokr, 2011:1) dünya kamuoyunun tepkisi üzerine 2 Şubat 2010 tarihinde tekrar devreye girmiştir (Papic& Noonan, 2011:1-11). 6 Nisan Gençlik Hareketi hem meydanlarda hem de sosyal ağlarda faaliyette bulunarak Mübarek görevi bırakincaya kadar eylemlerine devam edeceğini açıklamıştır (Ayhan, 2011-13) .

2010 seçimleri ile Mübarek’in yerini kimin alacağı hususunda elit kesimdeki görüş ayrılıkları ordu ile Mübarek’in arasında gerginliğe yol açmıştır. Mısır’da 1952 devriminin çocukları olan silahlı kuvvetler kendisini “rejimin temel direği” olarak görmektedir ve sağlamış oldukları avantajlı durumdan vazgeçmeye pek gönüllü bir konumda değildir (Cook, 2012:1). 11 Şubat 2011 tarihinde Al-Arabiya Hüsnü Mübarek ile Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Tantawi arasında bir görüş ayrılığı olduğu haberini verdi. Savunma Bakanı, Mübarek’in Tahrir Meydanı’ndaki halka ateşli silahlarla müdahale emrine karşı gelmişti (Trager, 2011:81). Aslında Mısır Silahlı Kuvvetleri ile Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in arasındaki gerginliğin ana sebebi, Mübarek’in reform yanlısı, ancak askerlikle hiçbir ilişkisi olmayan 47 yaşındaki oğlu Cemal Mübarek’i kendisinden sonra devlet başkanı yapması arzusuna askerlerin karşı çıkmasıydı (Friedman, 2011:1-4). Mübarek’in eşi Suzan Mübarek büyük oğlu Cemal’in bir sonraki başkan olması için girişimde bulunmuştu (Hammer, 2011:4). Cemal 1990’ların sonunda Londra’daki bankacılık işini bırakarak Mısır’a dönmüş ve ileride Milli Demokratik Parti’nin üst yönetiminde yer alabilmesi için parti içinde görev verilmişti. Bu

47

suretle siyasete ısınmaya başlamış ve bir süre sonra özelleştirme çalışmalarına başlayarak birçok devlet teşebbüsünü iş adamı olan parti temsilcilerine ve kendi yakınlarına dağıtmaya başlamıştı. Bütün bu çalışmalar Cemal’in geleceğin başkanı olarak yetiştirilmesini öngörmekteydi.

Ancak, silahlı kuvvetlerin üst yöneticileri bu plana bütün güçleriyle karşıydılar. Bunun iki önemli nedeni vardı. Birincisi; Mısır’ın bağımsızlığını kazandığı andan itibaren askeri üst düzey yetkililer üniformalarını çıkartarak devlet başkanı görevini yüklenmekteydiler. Bu bir teamül haline gelmişti ve silahlı kuvvetler bunu devretmeye ne gönüllü ne de hazırlıklıydı. Bu şekilde bir değişimde başkanlık sistemi miras yoluyla aktarılan bir monarşiye dönüşecekti (Yavuz& Erdurmaz, 2012:48-54). Genelkurmay Başkanı Mareşal Hüseyin Tantavi ile Mübarek’in Güvenlik Şefi General Ömer Süleyman böyle bir değişime şiddetle karşıydılar ve bu nedenle Mübarek ile aralarında ciddi bir gerginlik oluşmuştu. İkinci neden ise; silahlı kuvvetler bir taraftan ülke yönetiminde Mübarek’i desteklerken, diğer taraftan ticari olarak ülke ekonomisine yaptığı yatırımlarla ciddi ölçekte paya sahip bir duruma gelmişti. Ordu Şarm El-Şeyh’te emlakcılık dâhil, birçok sektörde ülke ekonomisinin yaklaşık %40’lık bölümünü elinde bulundurmaktaydı (Aftandilian, September 2011:6-7). Seçilecek devlet başkanı adayının silahlı kuvvetler bünyesi dışından olması askerlerin ticari girişimlerini oldukça zora sokabilecekti. Bunun dışında, Cemal’in özelleştirme faaliyetleri ordunun ticari teşebbüslerini devam ettirmesi konusunda önemli engel teşkil edecekti. Ortaya çıkan durum yalnız Cemal’in başkan olması ile ilişkili değildi. Asker kimlikli bir liderin dışında bütün çözümler aynı sonucu getirecekti. Ordunun bir şekilde kontrolü elinde tutması gerekmekteydi ve bunun için bir şeyler yapılması konusu canlı tutulmalıydı. Tunus’ta başlayan protestoların Mısır’a yansıması ile 25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanmaların gelişmesi üzerine 28 Ocak tarihinde Hüsnü Mübarek yaptığı televizyon konuşmasında hükümeti feshettiğini ilan etmiş ve yönetimi terk etmeyeceğini belirtmiştir (Aljazeera, 2011:1). Bu açıklamanın ardından silahlı kuvvetlere genişleme temayülü içinde bulunan protestoları bastırma görevi verildi. Silahlı kuvvetlerin Mübarek’i veya halkı desteklemeye yönelik alacağı tavır, devlet başkanının iktidarda kalması için hayati öneme sahip bir karardı. Sonuç Mübarek’in arzu ettiği şekilde gerçekleşmedi. 31 Ocak 2011’de Mısır ordusu Mübarek’e karşı tavır ortaya koyarak, “Silahlı kuvvetler muhteşem insanımıza karşı güç kullanmaya kalkışmayacaktır.” şeklinde olayların seyrine mutlak olarak damgasını vuracak açıklamasını yapmıştır (Nakhoul, 2011:1).

Mısır Silahlı Kuvvetleri aslında Tahrir Meydanı halk ayaklanmasını kendi çıkarları ve Mübarek ile olan çatışması doğrultusunda kullanarak “Örtülü bir Darbe” gerçekleştirmiştir. Bu suretle Mübarek’e baskı yaparak yetkiyi kendisine devretmesini ve yönetimden çekilmesini sağlamıştır. Görevi devralan silahlı kuvvetlerin generallerinden oluşan Yüksek Askeri Konsey, devlet başkanlığı görevini üstlenerek, bu safhada bir taşla iki kuş vurma şansını yakalamıştır. (i) İlk olarak Mübarek’in çekilmesi sağlanmış ve oğlu Cemal’in adaylığı gündemden kaldırılmıştır. Devlet başkanlığını yine askerler üstlenmiş ve gelecekte de devam ettirilmesi imkanını elde etmişlerdir. Bunun tabii sonucu olarak, ordunun ekonomideki kontrolünün devamı sağlanabilecekti. (ii) Diğer husus ise, halkın iradesinin tecelli etmesidir. Silahlı kuvvetler halk ile karşı karşıya gelmediği gibi, halkın iradesinin gerçekleştirilmesinde ordunun öncü ve ana dinamik olarak rol alması saygınlığını daha da arttırmıştır. Mübarek’in devrilmesi ile halkın ordu ile kucaklaşması gerçekleşmiştir.

3.2. Dış dinamiklerin etkisi

Ayaklanmaların ortaya çıkmasıyla beraber dış dinamiklerin davranış biçimine baktığımızda, Mübarek dönemi boyunca Mısır’da baskın rol oynayan ABD’nin burada temkinli bir politika ile müdahale etmekten uzak, başlangıçta Mübarek’i destekleyen ancak, silahlı kuvvetlerin tutumunun belirgin olmasından sonra muhalefeti destekler rolü ile etkin olmaya çalıştığını müşahede etmekteyiz.

48

ABD Mısır ilişkileri, Camp David anlaşması ile Mısır’a sağlanan 1.3 milyar dolarlık (Wang & Meyer, 2012:1) askeri yardım ile şekillenmiş karşılıklı çıkar ilkesine bağlıdır (U.S. Department of State, 2012:1). ABD’nin Mısır siyaseti, Ortadoğu’da kendi çıkarları doğrultusunda bir yapı oluşturmayı sağlamak ve bunu devam ettirmek üzerine kurulmuştu. Mısır’ın İsrail ile barışı sürdürerek, Hamas’a karşı mücadelede İsrail ile işbirliği yapması son derece önemlidir. Bunun yanı sıra, Süveyş Kanalı’nın açık bulundurulması Batı’ya petrol nakliyatında kilit role sahiptir. Bütün bunlara ilave olarak Mısır’ın Arap dünyasında etkili bir konumu mevcuttur. Bütün bu nedenlerden dolayı ABD, Mübarek döneminde sağlamış olduğu bu avantajlarını riske sokmak isteğinde değildi. Buna paralel olarak, Mübarek yönetiminin insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi konularındaki otoriter rejim ihlalleri ABD tarafından göz ardı edilmekte ve Mübarek ile ilişkiler son derece uyumlu bir şekilde sürdürülmekteydi.

28 Ocak 2011’de Kahire’de güvenlik güçlerinin protestoculara müdahalesi sonucunda ölü ve yaralıların olması üzerine ABD ve İngiltere tepki göstermişlerdir. Bu tepkilerde Mübarek karşıtı bir söylem ortaya konulmamış ve endişe ve reform gereksinimleri gündeme getirilmiştir. Mübarek’in televizyonda yaptığı konuşmada “Mısır’dan ayrılmayacağını belirterek, yolsuzlukla mücadele dâhil reformları hayata geçirme” sözü vermesi üzerine, (Hürriyet Planet, 2011:1) ABD Başkanı Barack Obama 2 Şubat 2011 tarihinde Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in kararını desteklediği ve yeni hükümete yetki devri konusunda hemen faaliyete başlaması gerektiği konusunda bir açıklama yaptı (Mardell, 2011:1). ABD Başkanı bir hafta sonra, 10 Şubat’ta yaptığı açıklamada Mübarek’in iktidarı devretmek için gerekli girişimleri yapması gerektiğini tekrarlamıştır. Ancak bu konuşmanın içeriğinde Mübarek’in iktidarı bırakması gerektiği veya artık yönetiminin geçersiz sayılacağına yönelik kesin ifadeler mevcut değildi (Global Post, 2011:1). ABD ve İngiltere’nin endişeleri Mübarek’in iktidarı sonrası yönetime gelecek olan liderlerin, özellikle İsrail ile olan ilişkilerdeki tutumunun ne olacağı yönündeydi. İngiltere eski Başbakanlarından olan Tony Blair, Mübarek’in İsrail konusunda barışa yaptığı katkıdan dolayı desteği hak ettiğini açık bir şekilde ifade etmiştir (The Guardian, 2011:1)

ABD, Hüsnü Mübarek’in uygulamakta olduğu politika ve işbirliğinden memnun olmasına rağmen, yaşlanması sebebiyle ileriye yönelik sürprizlere karşı hazırlıklı olmak maksadıyla daha öncede birtakım girişimlerde bulunmuştur. Bu doğrultuda, artan bir şekilde etkinliğini sürdürmeye başlayan eğitimli ve özgür düşünceli gençlerden oluşan “6 Nisan Gençlik Hareketi” liderleri ile iletişime geçme ihtiyacı duymuştur. 30 Aralık 2008 tarihinde zamanın ABD Büyükelçisinin 6 Nisan Hareketi elemanları ile işbirliği içinde olduğu ABD Daily Telegraph gazetesi tarafından açığa çıkartılmıştır. Amerika’nın bu girişiminin amacı 2011 başkanlık seçimi öncesi, parlamenter demokrasinin yerleştirilmesi için neler yapılabileceğini ortaya koymaktı (Tim Ross, 2011:1).

Bunun yanı sıra, eski bir ABD Büyükelçisinin Jane’s dergisine ifade ettiği gibi, Mübarek’in devrilmesi sırasında Mısır ordusu üzerindeki etkisini ABD etkin bir şekilde kullanmıştır: “ABD ordusu mensupları kendi mevkidaşları ile en üst rütbeden, korgeneral seviyesine kadar olan bütün komutanlarla telefonla görüşerek, ayaklanmayı bastırmak için kuvvet kullanmanın onların çıkarına olmayacağı” mesajını iletmişlerdir. ABD geçiş döneminde gerekli rolü arka planda Yüksek Askeri Konsey’le olan ilişkilerinde Mübarek dönemindeki kadar güçlü bir etkinlikle oynamaya çalışmaktadır. Bu konuda ABD’nin Mısır ordusuna her yıl verdiği 1.3 milyar dolarlık yardımın etkin olduğu belirtilebilir (Jane's Intelligence Review, 2012:11).

ABD Mart 2011’e gelindiğinde gelişmelere bağlı olarak Mübarek’in görevi terk etmesi gerektiğini açık bir şekilde ifade eder hale gelmiştir. 12-14 Nisan 2011 tarihinde Washington’da toplanan ABD-İslam Dünyası konulu forumda konuşan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton “yıllar süren iktidar döneminden sonra alaşağı edilen diktatörlerin yerine demokratik, serbest piyasa ekonomisi ve insan

49

haklarına saygılı bir yapıya geçme sancıları içinde olan Tunus ve Mısır’daki çabaları desteklediklerini açıklayarak, bunun için ABD’nin 150 milyon dolarlık bir fon ayırdığını” ifade etmiştir (Yavuz & Erdurmaz, 2012:58).

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere, ABD’nin başlangıçtan beri olaylara tavrı dikkatli ve Mısır halkını karşısına almaktan uzak bir şekilde sürdürülmektedir. ABD’nin arzu ettiği şekilde parlamenter rejimin oturtulması süreci dikkatli bir şekilde izlenmektedir. Ancak seçimlerde Müslüman Kardeşler’in ağırlıklı olduğu bir sistem İsrail açısından bir seri sakıncaları beraberinde getireceğinden bu konuda dikkatli bir çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Sonuç olarak, Mısır’da devam eden süreçte ABD’nin yumuşak bir tavır ile önce Mübarek’i desteklemeye çalıştığı, fakat daha sonra halkı destekleyen bir tutum ile politikasını değiştirdiği ve “bekle-gör” politikası uyguladığı şeklinde değerlendirilebilir.

4. Libya’da gelişen olaylar ve dinamiklerin etkisi

Libya’da gelişen olayların karakterine baktığımızda ayaklanmaların amacının aynı olmasına rağmen uygulama şekli ve gösterilen tepkiler açısından Tunus ve Mısır’dakinden farklı bir yol takip ettiği ifade edilebilir (Yavuz & Erdurmaz, 2012:87). Libya’da gözden kaçırılmaması gereken önemli husus; sosyal, ekonomik ve hatta güvenlik boyutunda etken gücün, geleneksel olarak aşiretlerin elinde olduğudur (Kadlec, 2012:1). Ayaklanmaların doğuda Bingazi bölgesinde halkın protestolara başlamasıyla geliştiği şeklinde bir resim ortaya çıkmasına rağmen, aslında doğudaki aşiretlerle Kaddafi arasında süregelen anlaşmazlıkların su yüzüne çıktığı ve ayaklanmanın ana nedeninin bu olduğu ifade edilebilir. Kaddafi’nin halkı üzerinde silahlı güç kullanarak, isyanları bir iç savaş görüntüsü ile bastırmaya çalışması ABD, Fransa ve İngiltere’nin tepkisine neden olmuştur. Bu tepki zorunlu olarak Birleşmiş Milletler’in ve arkasından NATO’nun müdahalesini getirmiştir. Bu suretle Libya’daki ayaklanmalar Kaddafi’nin sonunu getirmiş ve yeni bir dönemin başlamasını gerçekleştirmiştir.

4.1. İç dinamikler

Doğudaki El Obeydat ve Karagila aşiretlerine karşı Kaddafi’nin iktidarı ele geçirdiğinden beri takındığı soğuk ve baskıcı tutum, bu bölgeyi içten içe kaynayan bir kriz noktası haline getirmiş ve ilk fırsatta ayaklanmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kaddafi’nin doğuya karşı uyguladığı baskıcı politika iki önemli husus üzerine oturtulmuştu; (i) birincisi, doğudaki aşiretleri iktidarına karşı tehdit olarak kabul edip, güvenlik konusunda sürekli teyakkuz durumunda bulunmak suretiyle buradan gelecek herhangi bir potansiyel tehdidi şiddetle bastırmak için hazırlıklı bulunmak. (ii) Diğeri ise, bölgeyi sürekli geri kalmış durumda tutarak cezalandırmaktı. Doğu bölgesi petrol rezervleri açısından anahtar durumda olmasına rağmen, Bingazi, Derne, Ajdabia ve el Bayda gibi kentler Trablus’tan oldukça geri kalmış bir yapıdaydı.

Tunus ve Mısır’daki gelişmeler üzerine ülkesinde kontrolü kaybetmek istemeyen Kaddafi 14 Ocak 2011’de televizyonda bir konuşma yapmış ve Tunus ve Mısır’da yaşanan olaylardan üzüntü duyduğunu açıklamıştır. Bu arada Libya sokaklarında huzursuzluk başlamıştı ve Kaddafi’nin bu gelişmelerden haberi vardı. 1 Şubat tarihinde yazar ve politik yorumcu Cemal el Hacı’nın halkı internet üzerinden kışkırtması üzerine adam yaralama suçundan tutuklanması yönetimin bu tür protestolara karşı tavrını ortaya koymaktaydı. Ardından 15 Şubat günü insan hakları savunucusu Fethi Terbel’in tutuklanması üzerine Bingazi’de ilk büyük çaplı protesto gösterileri başlamış ve polis şiddetle bastırmıştır (Edwards, 2011:1). Gösterilerin süratle Zintan, el Bayda şehirlerine sıçraması üzerine Kaddafi güçleri halkın üzerinde daha fazla şiddet kullanarak protestoları kontrol altına

50

almaya çalışmıştır. Libya liderinin bu yaklaşımı dünya medyasında” Kaddafi’nin kendi halkını katlettiği ve bir iç savaş görüntüsünün ortaya çıktığı” şeklinde yer almasına neden oldu (Pannell, 2011:1-2). Kaddafi’ye ait özel birliklerin ayaklanan halkı karadan ve havadan koordineli bir şekilde batıdan doğuya doğru bastırmaya başlamasına neredeyse tüm dünya tepki göstermiştir. Buna rağmen Kaddafi yavaş ve sabırlı bir şekilde batıdan başlayarak isyanları bir bir bastırmaya başlamıştır. İsyancıların kalesi Bingazi’ye doğru ilerlerken, yapılan gösterilerin el Kaide ve yandaşları tarafından örgütlendiğini ilan ederek kendisinin ülkeyi bir iç savaştan kurtarmaya çalıştığını yaptığı basın toplantısıyla dünyaya açıklamıştır. Arkasından, Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam yaptığı basın toplantısındaki konuşmasında, ABD ve İngiltere’nin ülkeyi işgale geleceği kanaatinde olduğunu açıklayarak halkı birleşmeye çağırmıştır (Erdurmaz, 2012:43).

Libya ordusu Tunus ve Mısır silahlı kuvvetlerinin yaptığı gibi halkın yanında, ayaklanmaları destekleyen bir tutum izlememiş, aksine mevcut yönetimi destekleyen bir görüntü vermiştir. Burada silahlı kuvvetler korunmasız halka karşı şiddet kullanmaktan geri adım atmamıştır. Bunun nedenleri aşağıdaki gibi açıklanabilir.

Kaddafi bir askeri darbe ile devrilme korkusu nedeniyle maksatlı olarak silahlı kuvvetleri bir bütün halinde tutmaktan kaçınmıştır (Salem, June 2012:1-10). 1980’lerde Çad ile savaştan sonra ülke üzerine uygulanan uluslararası yaptırımlar nedeniyle yıpranan silahlı kuvvetler Kaddafi tarafından kasıtlı olarak ihmal edilmiştir. Orduda üst rütbeli yönetici mevcudunu bol tutarak, orta kademe ve sevk idarede kullanılacak personelin yetiştirilmesinde zafiyet yaratmıştır. Silahlı kuvvetlerin modernize edilmesi ve envanterine modern harp ve silah araçları alımı konularını göz ardı etmiştir. Bu yüzden ordunun halk arasında popülaritesi oldukça düşüktü. Buna karşılık, Kaddafi kendisinin ve ailesinin güvenliğine yönelik olarak özel birlikler teşkil etmiş ve oğullarının komutasında olan bu birlikleri modern silah ve teçhizatla donatmıştır. Muttasım (77’nci Tugay) ve Hamiş (32’nci Takviyeli Tugay) komutasındaki bu birliklerin elemanları kendilerine sadık ve güvenilir aşiret üyelerinden oluşmaktaydı (Salem, June 2012:7-8). Birlik mensuplarının bir çeşit ayrıcalığı ve dokunulmazlığı mevcut olup, elit birlikler olarak nitelendirilmekteydi. Kaddafi başlangıçtan itibaren Trablus’un güvenliğini bu birliklere ait 12 tabur kadar bir güçle sağlamaktaydı. Bunların konuşlandıkları yerlerde özel korumalı konutlar oluşturmuştu. Kaddafi’ye sadık, silahlı kuvvetlerden ayrı teşkil edilmiş olan bu özel birlikler halka karşı öne sürülmüşlerdir. Anılan birlikler Mart ayının başından itibaren adım adım ilerleyerek, 16 Mart’ta Bingazi’yi bombalamaya başladı.

Silahlı kuvvetlerin karar mercii olan makamlar bizzat Kaddafi’nin oğulları ve onların yakın çevresini oluşturan generallerin elinde olduğundan Tunus ve Mısır’da olduğu gibi ordunun halka karşı güç kullanma fikrine karşı çıkması ve halkın ayaklanmalarını destekleyici mahiyette tavır sergilemesi yapısı nedeniyle mümkün olamamıştır. Havadan ve karadan yapılan saldırılarla isyancılar bastırılmaya çalışılmıştır.

4.2. Dış dinamiklerin etkisi

Libya’nın özellikle Fransa, İtalya ve İspanya’yı besleyen zengin ve kaliteli petrol kaynaklarına sahip olması stratejik anlamda Avrupa ülkeleri için önemli bir ülke olarak görülmesine neden olmaktadır (Erdurmaz, 2012). Dünya petrol rezervlerinin %3.5’una sahip olan Libya’da ham petrol üç ana bölgeden elde edilmektedir. Bunlar; Sirte, Murzuk ve Pelagian havzalarıdır. Sirte havzası Libya’nın doğusunda bulunmaktadır ve ham petrolün üçte ikisi buradan elde edilir. Petrol rezervinin yaklaşık % 80’e yakın kısmı Sirte havzasında yer almaktadır. Libya’nın 2010 yılı içindeki toplam petrol üretimi günlük olarak yaklaşık 1,8 milyon varil civarındaydı. Dünyadaki petrol üretiminin %2'sini karşılayan ve günde 1,6 milyon varil petrol üreten Libya, günlük 1,1 milyon varil petrol ihracatı yapmaktaydı. Kaddafi’nin kontrolünde olan Milli Petrol Şirketi NOC dünyadaki ilk yüz petrol şirketi arasında 25’inci sırayı işgal etmekteydi (Chossudovsky, 2011:1). Dünyada petrol üreticileri arasında 17'inci

51

sırada bulunan ve kanıtlanmış petrol rezervleri bakımından Afrika'da ilk sırada yer alan Libya'nın enerji ihracatının %85 kadarı, %37’si İtalya olmak üzere sırasıyla, Almanya, Fransa ve Çin’e yapılmaktaydı (Dinucci, 2011:1).

Libya’da hayati ekonomik çıkarları bulunan batının Kaddafi’ye karşı tavrı ayaklanmaların başlangıcından itibaren oldukça sert olmuştur. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birincisi, Kaddafi’nin başa geçtikten sonra 1973 -1974 yılları arasında petrol şirketlerinin tamamını millileştirerek batılı şirketleri safdışı bırakması (Metz, 1987:1); diğeri ise, Kaddafi’nin Lockerbie hadisesi nedeniyle uluslararası terörizmi destekleyen bir lider olarak güvenilirliğinin son derece düşük olmasıdır10.

Libya’da ortaya çıkan hadiselere ilk tepki öncelikle Fransa tarafından ortaya konulmuştur. Arkasından Almanya ve ABD derhal inisiyatif alarak hadiselere karşı tavırlarını sergilemişlerdir. 23 Şubat tarihinde Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, AB’den Libya’ya yaptırım uygulaması isteğinde bulunmuştur. Almanya Başbakanı Angela Merkel (Jones, 2011:51-60) eğer Kaddafi halkına karşı uyguladığı vahşeti durdurmaz ise, böyle bir yaptırım kararını destekleyeceğini ifade etti (Euroaktiv, 2011:1). ABD ise, senatör John Kerry tarafından teklif edilen yaptırım hususunu incelemekte olduğunu açıkladı. 23 Şubat’ta ABD Başkanı Obama, Libya konusunda yaptığı ilk televizyon konuşmasında (New York Times, 2011:1), Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’u Cenevre’de bulunan İnsan Hakları Konseyi’ne görüşmelerde bulunmak üzere göndereceğini ifade ederek, Kaddafi’nin orantısız güç kullanarak halkına vahşet uyguladığını ve bunu derhal durdurması gerektiğini söylemiştir. Arap dünyasına batının müdahale ettiği yolundaki iddiaların doğru olmadığını, bölgede bulunan ABD vatandaşlarının güvenliklerinin öncelikli olduğunu açıklamış ve bölgede süregelen olayların bölge halkları tarafından gerçekleştirildiğini ifade etmiştir.

Kaddafi’nin uzlaşmaz tutumu üzerine, 25 Şubat 2011’de Washington, AB ile koordineli olarak tek taraflı yaptırım uygulama kararı aldığını ve aynı zamanda Trablus’taki ABD elçiliğinin faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı (Spillius,2011:1). Yine aynı gün, BM Güvenlik Konseyi, Libya’ya uluslararası yaptırımların uygulanması konusunu görüşmek üzere toplandı (Helene Cooper, 2011). Amerika Libya konusunda tek başına hareket etmekten kaçınarak olaya BM’yi müdahil etmek istemiş ve bunda da başarılı olmuştur.

4.2.1. BM’nin Libya konusundaki girişimleri ve bm güvenlik konseyinin 1970 sayılı ambargo kararını alması

BM Güvenlik Konseyi 26 Şubat 2011 tarihinde 1970 sayılı kararla oybirliğiyle ambargo uygulanması konusunda fikir birliğine varmıştır. Konsey kararında Muammer Kaddafi ve çevresindeki 16 kişiye seyahat yasağı uygulanması ve 6 kişinin de mal varlıklarının dondurulması yer alıyordu. Malvarlıkları dondurulan 6 kişiyse Libyalı liderin yanı sıra kızı ve 4 oğlu idi. Kararda Libya’daki olaylardan ciddi endişe duyulduğu belirtilerek, sivillere yönelik şiddet ve güç kullanılması kınandı (Security Council, 2011:1-12). Libya’da sivil halka karşı kullanılan yaygın ve sistematik saldırıların,

10 British Airways’in dev uçağının İskoçya’nın Lockerbie kasabasının üzerinde 1988 yılında havada infilak etmesi Kaddafi’nin terörle bağlantısının sadece bir kanıtıydı. Uçak yolcularından ve uçağın üzerine düştüğü evde bulunanlardan iki yüz yetmiş kişi can verdi. Uzmanların, polisin ve istihbarat teşkilatlarının uzun ve sabırlı araştırmaları sonucunda uçağın terörist bir saldırıya hedef olduğu ortaya çıktı. Eylemi gerçekleştirmekten sorumlu bulunan Libya vatandaşı Abdülbaset Ali el Megrahi tutuklanıp, mahkûm edildi. Yıllar sonra düzelen Batı-Kaddafi ilişkileri sayesinde serbest bırakıldı. Dünya kamuoyu nazarında aklanması hiçbir zaman mümkün olmayan adı geçenin serbest bırakılması için şahsın ileri safhada olan hastalığı mazeret olarak kullanıldı. İki yüz kişinin katili serbest bırakıldıktan sonra gittiği Libya’da krallar gibi karşılandı ve Kaddafi’nin “kardeşim” sözleriyle iltifata boğuldu. “Lockerbie saldırısının film gibi hikâyesi”, 20.08.2009, http://www.stargazete.com/dunya/lockerbie-saldirisinin-film-gibi-hikayesi-haber-208706.htm.

52

insanlığa karşı suç teşkil edebileceği kaydedilen kararda, bu saldırıları düzenleyenlerin yaptıklarından sorumlu tutulması gereği de vurgulandı.

Bu kapsamda Konsey kararında, BM Anlaşması’nın VII’nci Bölüm 41. maddesi çerçevesinde şiddeti durdurma çağrısı yapıldı. Kararda şiddetin derhal sona ermesi ve halkın meşru taleplerinin yerine getirilmesi, Libya’dan ayrılmak isteyen tüm yabancıların tahliyesinde BM’ye üye tüm ülkelerin işbirliğinde bulunması, 15 Şubat’tan beri Libya’da meydana gelen şiddet olaylarının Uluslararası Ceza Mahkemesine (UCM) havale edilmesi ve UCM’nin savcısının 2 ay içerisinde Konsey’e bu konuda bilgi vermesi, ardından her 6 ayda bir gelişmelerden Konsey’in haberdar edilmesi istendi. Keza, tüm üye ülkelerin Libya’ya doğrudan ya da dolaylı silah, mühimmat, askeri araç ya da yedek parçası tedarikini, satışını veya transferini durduracak önlemler alması, Libya’nın tüm silah ve ilgili malzemelerin ihracatını durdurması, BM’ye üye ülkelerin, vatandaşlarının, Libya yetkililerinin insan hakları ihlallerine katkıda bulunacak faaliyetlere katılmak üzere Libya’ya seyahat etmelerinin önüne geçmeleri de istenmiştir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından alınan bu karara karşın Libya lideri Muammer Kaddafi’nin isyancı sivilleri katletmeye devam etmesi sonucu olayların tırmanması kaçınılmaz hale gelmiştir.

BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon 1 Mart 2011 tarihli açıklamasında, bu gibi ülkelerde değişimin halkın kendi iradesi ile gerçekleştirilmesinin esas olduğu, fakat halkın BM’den yardım edilmesi konusunda talebi halinde seçimlerin organizasyonu konusunda teknik yardımdan, taslak anayasa hazırlanmasına kadar her türlü yardımın yapılabileceğini belirtmiştir (Secretary-General, 2011:1). Genel Sekreter bu hususların BM’nin insan hakları, sosyal gelişim ve daha geniş özgürlükler için, daha iyi yaşam standartlarının sağlanmasına yönelik kolektif görevleri kapsamında olduğunu ifade etmiştir. Görüldüğü kadarıyla bu kararla BM gündeminde Libya’ya karşı alınması gereken tedbirler kapsamında ambargonun dışında aktif bir müdahale değerlendirilmemiştir.

4.2.2. Birleşmiş Milletler’in 1973 sayılı kararı ile uçuşa yasak bölge ilanı

Konunun Birleşmiş Milletlere getirilmesi ve alınacak kararın zemininin oluşturulması için bir dizi tedbir uygulanmaya konulmuştur. İtalya 2008 yılında Libya ile imzalamış olduğu saldırmazlık anlaşmasını meşru bir Libya hükümeti olmadığı gerekçesi ile askıya aldığını açıklamıştır. Bu suretle İtalya’da bulunan NATO üslerinin muhtemel bir Libya harekâtında kullanılmasının yolu açılmıştır. Şubat sonunda, Kaddafi’nin muhalifler üzerine kendi hava kuvvetlerini kullanması üzerine ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD ve müttefiklerinin uçuşa yasak bölge uygulamasını ciddi bir şekilde değerlendirdiklerini açıklamıştır (Erdurmaz, 2012:69-76). Avrupa Birliği içinde şahin durumunda ve ABD ile birlikte hareket etme temayülü içinde bulunan İngiltere dışında, Almanya ve İspanya silahlı müdahaleye taraftar olmadıklarını ifade etmişlerdir (Banitez, 2011:1). Mart 2011 ayı başında Uluslararası Ceza Mahkemesi (International Criminal Court-ICC) Kaddafi ve oğullarının bir insanlık suçu işleyip işlemedikleri konusunda soruşturmaya konu olacaklarını açıklamıştır. Bunu takiben ABD Başkanı Obama Meksika Devlet Başkanının ziyareti sırasında yaptığı basın açıklamasında, artık Kaddafi’nin yönetim için meşruiyetini kaybettiğini ve çekilmesi gerektiğini kesin ve sert bir dille ifade etmiştir (Black, Watt, 2011:1). Bu arada İngiltere ve Fransa Kaddafi’nin çekilmesi konusunda çaba sarf etmeye başlamıştır. İngiltere Uçuşa Yasak Bölge (No Fly Zone) uygulamasını teklif etmiş (BBC, 2011:1) ve Avrupa Birliğinin aktif rol alması konusunda gerekli girişimlerde bulunmuştur. Uçuşa yasak bölge uygulaması başlangıçta ABD tarafından soğuk karşılanmıştır (Rogin, 2011). Fransa anılan bölgenin ancak BM Güvenlik Konseyi’nin onaylaması ile tesis edilmesi şartının esas olduğunu açıklamıştır. Rusya bu konuda olumsuz bir tavır takınmıştır. Almanya ise, halen tahliye edilmesi gereken ciddi miktarda Avrupa vatandaşı beklerken, mevcut durumun şu an bir karşı hareketin gerekmediğini ifade etmiştir.

53

BM Güvenlik Konseyi, daimi beş üye ülkeden ikisinin (Rusya ve Çin) çekimser oy kullandığı 17 Mart 2011’deki 1973 sayılı kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” oluşturulmasını onaylamıştır. 1973 sayılı kararda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin Libya’daki sivillerin korunması için gerekli tüm önlemleri alabileceği belirtilerek, hiç bir yabancı işgal gücünün ülke topraklarında bulunmayacağı özellikle vurgulanmıştır. Karar sonrasında Libya, “acil ateşkes” talebini kabul ettiğini açıkladıysa da Bingazi’yi direnişin merkezi haline getiren isyancıları tehdit eden Kaddafi’nin radyo konuşması ve herhangi bir askerî müdahalenin “açık bir saldırı” olacağına dair batıya uyarısı, Trablus rejiminin sivillere daha fazla zarar verebileceğine dair şüphe ve endişelerini pekiştirmiştir.

Alınan karar süratle uygulamaya konulmuş ve 19 Mart 2011 günü Koalisyon güçleri Libya üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturulması amacıyla saldırı başlatmıştır. 18 Mart 2011’de, BM Güvenlik Konseyi, özellikle Bingazi’de olmak üzere ülkedeki saldırı tehdidi altındaki sivilleri korumak için gerekli tüm önlemleri alma yetkisi konusunda oylamaya gitti. Konseyin 10 üyesi kabul oyu verirken, beş üye çekimser kalmıştır. Ertesi gün, ABD, Odyssey Dawn Operasyonu kapsamında Muammer Kaddafi güçlerine karşı yapılan batı koalisyonu hava ve misilleme saldırılarının 2003 yılındaki Irak işgalinden bu yana bir Arap rejimine yapılan en büyük hücum olduğunu belirtmiştir (Spiegelonline, 2011).

Alınan kararda aşağıdaki hususlar dikkati çekmektedir. Birincisi; yapılan müdahalenin Libya’nın işgaline yönelik olmaması şartıdır. Bunun yanı sıra, üye ülkelere BM Genel Sekreteri ile işbirliği içinde olmak kaydıyla, münferit olarak veya bölgesel uluslararası örgütlerle birlikte güç kullanma yetkisinin verilmesidir.

BM Güvenlik Konseyinin aldığı karar BM Anlaşması’nın VII. Bölümü çerçevesinde hazırlanmış ve Libya’daki durumun, uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit olduğu vurgulanmıştır. Kararda Libya'nın egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine saygı duyulduğu ifade edilmiştir. Bununla beraber Libya’da derhal bir ateşkesin sağlanması, şiddetin ve sivillere yönelik tüm saldırıların sona erdirilmesi talep edilmiştir. Kararda ayrıca Libyalı yetkililerden, uluslararası hukuk çerçevesinde tüm yükümlülüklerini yerine getirmeleri, sivilleri korumak için gerekli tüm önlemleri almaları ve insani yardımın hızlı ve engelsiz bir şekilde ulaştırılması istenmektedir.

Kararın “sivillerin korunması11” bölümünde, BM’ye üye tüm ülkelere, BM Genel Sekreteri ile işbirliği halinde olmak kaydıyla Bingazi’de yaşayan siviller dâhil Libya’da saldırı tehdidi altında olan sivilleri korumak üzere, Libya’nın hiçbir yerinde, herhangi şekilde bir yabancı işgalci güç

11 (UN General Assembly, 2005:30) BM Genel Kurulu’nun 14-16 Eylül 2005 yılında yaptığı Dünya Zirvesi sonuç kararında, IV bölüm. İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü (human rights and the rule of law) 138’nci; halkın soykırımı, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlardan korunması sorumluluğu maddesinde, “her bir devletin halkını yukarıda saydığımız insanlığa karşı işlenen suçlardan koruma sorumluluğu olduğunu ifade etmekte ve bu yerine getirilemediği takdirde, uluslararası toplumun uygun olduğu takdirde devletleri bu sorumluluğu yerine getirmek için cesaretlendireceği ve yardım edeceği ve BM erken ikaz yeteneği tesisi için destekleyeceği açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna bağlı olarak, 139’uncu maddede; “uluslararası toplumun BM kanalıyla uygun diplomatik, insani ve diğer barışçı yolları, BM Şartı’nın VI. ve VIII’nci Bölümleri ile uyumlu olarak kullanarak, halkları soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı işlenen suçlardan korumaktan sorumlu olduğu belirtilmekte. Bu bağlamda, eğer barışçıl yollar yetersiz kalır ve milli otoriteler açık bir şekilde halklarını soykırım, savaş suçları, etnik temizlik ve insanlığa karşı suçlardan korumakta hataya düşerlerse, Güvenlik Konseyi kanalıyla BM Şartı’nın VII’nci bölümü çerçevesinde, zamanında ve kararlı bir şekilde, her bir olaya münferit olarak, ilgili bölgesel organizasyonlarla işbirliği içinde kolektif hareket etmek için hazırlıklı olacaktır. Anılan maddede uluslararası toplumun aynı zamanda uygun ve gerekli olan her türlü yardımı yaparak, kriz öncesi ve çatışmanın başladığı durumunda ilgili devletlere halklarını yukarıda belirtilen insani suçlarda koruma yeteneğini tesis etmek için adamaya niyetli olduğu ifade edilmektedir.

54

oluşturmadan, gerekli tüm önlemleri almaları yetkisinin verilmesinden bahsedilmektedir. Bu çerçevede Arap Birliği ülkeleri işbirliğine davet edilmektedir.

Kararın en önemli bölümünü oluşturan “uçuşa yasak bölge oluşturulması” bölümünde, Libya hava sahasında, insani yardım amaçlı ve yabancı devletlerin vatandaşlarının ülkeden tahliye edilmesi amacıyla yapılan uçuşlar dışındaki tüm uçuşların yasaklanması istenmektedir. Bu kapsamda karar, BM’ye üye ülkelere, BM Genel Sekreteri ve Arap Birliği Genel Sekreteri'ne haber vermeleri kaydıyla ve onlarla eşgüdüm halinde, uçuşa yasak bölgenin uygulanmasını sağlama amacıyla kendi başlarına ya da bölgesel kuruluşlar ve düzenlemeler çerçevesinde hareket ederek gerekli tüm önlemleri alma yetkisi de vermektedir. Kararın “silah ambargosunun uygulanması” bölümünde Konsey’in 26 Şubat’ta aldığı ve Libya’ya yaptırımlar getiren 1970 sayılı kararının 11. Paragrafı değiştirilerek silah ambargosu kararı daha da sıkılaştırılmıştır. Kararda, Kaddafi ve yakın çevresinin mal varlıklarının dondurulması kararı da genişletilmiştir. Libya’ya insan kaybının en önemli sebeplerinden birisi olan yabancı paralı asker gönderilmesinin önlenmesi de istenmekteydi.

Rusya’nın Güvenlik Konseyi oylamasında çekimser kalmasının nedeni, Rusya ile Libya arasındaki karşılıklı ilişkileri menfi yönde etkileyecek muhtelif uygulamaların bulunmasıydı. Libya ile Rusya arasındaki teknik askeri işbirliği nedeniyle 2 milyar dolarlık bir kayıp söz konusuydu. Libya demiryollarını inşa etmekte olan Rus demiryolu şirketi ve diğer şirketlerin direkt kaybı ise, 4 milyar dolar civarındadır. Libya’da faaliyet göstermekte olan diğer şirketlerin kaybı yaklaşık 2 milyar dolar civarındadır. Ortalama kayıp 10 milyar dolar kadardır (Vlademir, 2011:1).

Birleşmiş Milletler’in almış olduğu bu kararlar doğrultusunda yeni stratejik konseptine uygun olarak NATO görev yüklenmiş ve harekâtın icrasını koalisyon güçlerinden devralmıştır. NATO stratejik konseptinde Müşterek Güvenlik (Cooperative Security) alt başlığı ile ifade edildiği şekliyle; “İttifak üyeleri sınırları dışında politik ve güvenlikle ilgili gelişmelerden etkilenmeleri hususu ortaya çıkınca, uluslararası güvenliği sağlamak için ilgili ülke veya uluslararası kurumlarla işbirliği içinde aktif bir rol alabilir.” ifadesi yer almakta; konsepte giriş paragrafında ise; “NATO bu faaliyetlerde bulunurken ….özellikle, Birleşmiş Milletler ve AB ile yakın bir çalışma içinde bulunmayı taahhüt eder.” demektedir (NATO, 2010:4).

4.2.3. NATO’nun harekâta müdahil olması

Bilindiği gibi BM kararı gereği, NATO Libya’daki sivilleri ve sivil nüfusu içeren bölgeleri Kaddafi silahlı kuvvetlerinin saldırısına veya saldırı tehdidine karşı korumak için aşağıdaki tedbirleri gündeme sokmuştur. Bunlar aşağıdaki şekilde formüle edilmiştir.

4. Libya’nın Kuzey’de belirli bir bölgesini kapsayan hava sahasına yönelik “uçuşa yasak bölge” tesisi; Birleşik Koruma-Unified Protector adı verilen harekât ile 31 Mart’tan itibaren NATO’nun bu göreve tahsis ettiği uçaklar vasıtasıyla belirtilen alanın denetim ve kontrolü sürdürülecektir. Ancak, NATO’nun yaklaşımı, belirlenen hedeflerin bombalanmasından ziyade gerekli denetimin yapılarak yasağın uygulanmasını sağlamaktır. Meşru müdafaa gereksinimi doğduğunda silah kullanımına gidebilecektir. 1 Eylül tarihinde Paris’te yapılan toplantıda, Libya’nın demokrasiye geçiş süreci görüşülmüş ve Uçuş Yasak Bölge uygulamasının- Birleşik Koruma Harekâtı’nın gerektiği kadar sürdürülmesi kararı alınmıştır. 21 Eylül tarihinde ise NATO Unified Protector Harekâtını 90 gün daha uzatmıştır (NATO and Libya- Operation Unified Protector).

5. Kaddafi’ye denizden gelecek silah yardımlarını önlemeye yönelik deniz ambargosu uygulanması; Birleşik Koruma Harekâtı kapsamındaki uygulama için, Pentagon USS Enterprise uçak gemisini Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e geçirmiştir. USS Ponce ve USS Kearsarge amfibi gemileri de Akdeniz’de yerini almıştır. Ayrıca, 400 ABD deniz piyadesi gerektiğinde Libya’ya yapılacak bir

55

harekâtta kullanılmak üzere Girit adasında konuşlandırılmıştır (Global Research, 2011:1). Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada, Türkiye ve İtalya deniz ambargosunda görev almışlardır. Almanya üç savaş gemisi ile Libya Tunus sınırındaki mültecilere yardım amacıyla görev almıştır. Fransa helikopter taşıyıcı Mistral gemisini Mısırlıları tahliye için göndermiştir. Kanada iki firkateyn ile yer almıştır. NATO bu görevi yine üyelerinin tahsis etmiş olduğu su üstü gemiler ve denizaltılar vasıtasıyla Libya sınırlarının Akdeniz’de uzantısı boyunca uzanan belirli bir bölgede icra etmektedir.

6. Sivillerin Kaddafi güçlerinin saldırılarına veya saldırı tehditlerine karşı korunması; ABD, İngiltere ve Fransa tarafından NATO’ya tahsis edilen hava kuvveti unsurları tarafından yapılmaktadır. NATO görevi devralmadan önce ABD Trablus’a Tomahawk Kruz füzeleri ile saldırıda bulunurken, Fransa tarafından Bingazi’deki isyancılara karşı harekât icra eden Kaddafi kara birliklerine hava taarruzları şeklinde yapılmıştır. NATO’nun bu görevi devralmasından sonra yapılacak harekâtın NATO komuta heyeti vasıtasıyla daha planlı ve koordineli icra edileceği belirtilmiştir (NATO and Libya- Operation Unified Protector).

7. BM Anlaşması bölüm VII md. 48’de belirtildiği şekilde alınan kararların üye ülkeler tarafından “Üyesi bulundukları uluslararası kuruluşlar içindeki eylemleriyle yürütülürler.” ifadesiyle kendini bulan ve 1973 sayılı kararda da, “Uçuşa yasak bölgenin uygulanmasını sağlama amacıyla kendi başlarına, ya da bölgesel kuruluşlar ve düzenlemeler çerçevesinde hareket ederek, gerekli tüm önlemleri alma yetkisi verilmiştir” şeklindeki düzenleme ile NATO gibi bölgesel güvenlik kurumlarının görev üstlenebileceği ifade edilmektedir.

Diğer taraftan, NATO’nun yeni stratejik konsepti çerçevesinde böyle bir görevi üslenmeye müsaade edip etmediği konusu aşağıdaki gibi değerlendirilmektedir; NATO’nun yeni konsept çerçevesinde üstleneceği üç temel görevden biri; Müşterek Güvenlik (Cooperative Security) alt başlığı ile ifade edilmektedir (NATO, 2010:3). Buna göre ittifak üyeleri sınırları dışında politik ve güvenlikle ilgili gelişmelerden etkilenmeleri hususu ortaya çıkınca, uluslararası güvenliği sağlamak için ilgili ülke veya uluslararası kurumlarla işbirliği içinde aktif bir rol alabilir. Konsepte giriş paragrafında ise; “NATO bu faaliyetlerde bulunurken … özellikle, Birleşmiş Milletler ve AB ile yakın bir çalışma içinde bulunmayı taahhüt eder.” demektedir.

Libya’da NATO üyesi ülkeler dâhil muhtelif ülke vatandaşlarının güvenliklerinin tehdit altında bulunması ve ilave olarak Libya halkına karşı insan haklarını ve sivillerin yaşam haklarını tehlikeye düşüren saldırıların olması NATO’nun bu kapsamda müdahil olmasına yol açabilir. Yine konseptin 20’nci maddesi ve sonrasında ; “kriz yönetimi yoluyla güvenlik” bölümünde, “NATO sınırları dışındaki çatışmalar ittifak üyesi ülkelerin toprakları ve halkının güvenliği konusunda tehdit oluşturabilir. Bu durumda askeri müdahale dâhil her türlü tedbirin başlangıçta uluslararası kurumlarla birlikte alınması uygun mütalaa edilmektedir.” şeklindeki ifadeye uygun olarak NATO durumdan kendisine görev çıkartmış ve görev kapsamı içine alınabileceğini değerlendirmiştir.

Yukarıda aktarılmaya çalışıldığı gibi, isyancılara karşı Kaddafi’nin özel silahlı kuvvetleriyle yaptığı bastırma harekâtı Mart ayı ortalarına kadar başarı ile sürdürülmekteydi. BM’nin almış olduğu 1973 sayılı karar sonrası Fransa’nın Bingazi’ye 40 km. mesafede olan Kaddafi kuvvetlerine karşı yaptığı hava harekâtı ile Kaddafi’nin kaderi dış güçlerin müdahalesine bağlı olarak değişmiştir. İsyancılar NATO desteğinde ilerleyerek 22 Ağustosta Trablus’u ele geçirdiler ve 20 Ekim 2011 tarihinde de Kaddafi’yi doğum yeri Sirte’de ele geçirerek öldürdüler. Bu suretle Libya’da bir dönem resmen sona ermiştir.

Libya’da gelişen olaylara baktığımız zaman başlangıçta Libya doğusunda Bingazi’de ayrımcılığa uğradığını düşünen aşiretlere mensup halkın ayaklanması ile başlayan olayların gelişmesi üzerine Kaddafi diğer liderler gibi silahlı güce başvurmuştur. Ancak, Libya’da silahlı kuvvetler yapısının

56

farklı olması nedeniyle halktan yana bir tavır sergilenmemiştir. Kaddafi özel güçlerinin halka karşı silah kullanarak katliama varacak eylemlerde bulunması üzerine olaya BM ve NATO gibi iki güçlü örgütle dış güçler müdahale etmek zorunluluğu duymuşlardır. Böyle bir müdahale yapılmayıp, bekle-gör politikası izlenseydi, Kaddafi, muhtemelen ayaklanmaları oldukça kanlı bir şekilde bastıracak ve iktidarı elinde tutabilecekti. Burada sonuca etken olan ana dinamik dış müdahaleler olmuştur.

5. Değerlendirmeler

Tunus, Mısır ve Libya’da otoriter rejimlerin yıkılmasına neden olan iç ve dış dinamiklerin etkileri incelendiğinde aynı dinamiklerin her ülkenin kendi özelliklerine bağlı olarak, farklı etkinliklerle rol oynadığını ifade edebiliriz. Burada meseleye tesir eden temel iki faktör vardır. Her ülkenin sosyal, ekonomik ve askeri güç açısından birbirleri ile olan farklılıklarının yanı sıra, sahip oldukları kaynaklara bağlı olarak dış güçlerin çıkar hesaplarının ülke üzerindeki girdileridir. Bu çıkarların her üç ülke üzerindeki farklı baskısı iç ve dış dinamiklerin işlevine yön vermiştir.

Tunus ve Mısır’da homojen olan halk dinamiğinin iradesinin, ülke silahlı kuvvetleri tarafından farklı amaçlarla da olsa desteklenmesi doğrultusunda devrim halkın arzu ettiği şekilde sonuçlanmıştır. Bu ülkelerde kesin sonuca ulaşmada etken olan temel dinamik her ülkenin kendi silahlı kuvvetleridir. Buna karşın, Libya’da aşiretlerin doğuda başlattığı ayaklanmalar silahlı kuvvetler dinamiğinin halk karşısında rol almasıyla başarısız bir yola girmiştir. Bunun üzerine dış dinamikler BM ve NATO gibi uluslararası güç unsurlarını devreye sokmuş ve halk dinamiği iradesi doğrultusunda olayların seyrini değiştirmede etken olmuştur. Libya’da sonuca tesir eden etken ana dinamik, Libya silahlı kuvvetleri karşısında güç birliği eden dış dinamiklerin işlevi olmuştur.

Her üç ülkede de başlangıçtaki ayaklanmalar protestolar şeklinde başlamıştır. Otoriter rejimin karşı koyma derecesine göre protestoların dozu artmış ve rejim karşıtı ayaklanmalara doğru tırmanmıştır. Bunu en açık şekliyle Tunus örneğinde görmekteyiz. Başlangıçta kendisini yakan işsiz genci destek maksadıyla mahalli olarak başlayan protestolar, süreç içinde gösterilere sivil toplum örgütlerinin de katılmasıyla genişleyerek rejim karşıtlığı bir karaktere dönüşmüştür. Bu aşamadan sonra silahlı kuvvetler önemli bir işlev icra etmiştir. Silahlı kuvvetlerin halkın yanında yer alması baskıcı rejimi otoritenin tesisi ve sürdürülebilmesi için kullanabileceği güç unsurundan mahrum ettiğinden, Zeynel Abidin Bin Ali ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

Tunus’ta dış güçleri direkt etkileyen bir çıkar çatışması gündemde olmadığından, dış dinamikler olaya bekle gör politikasıyla yaklaşmışlar ve müdahaleden uzak durmuşlardır. Tunus’ta halk dinamiğinin etkisi ile başlayan değişim silahlı kuvvetlerin tavrını halk dinamiğinden yana koymasıyla halk dinamiğinin iradesi doğrultusunda şekillenmiştir. Tunus’ta dış dinamik olarak AB’nin Avrupa kıtasına doğru artan göç hadiselerini önlemek adına Tunus’un geçici hükümeti ile işbirliği yapması girişimleri AB’nin kendi kara alanını büyük çaplı bir Tunuslu mülteci akımından koruma çabası olarak değerlendirilebilir. Bu ise, değişim gerçekleştikten sonra gündeme gelen bir faaliyet olarak görülmektedir.

Mısır’da Tunus örneği yol göstermiş ve halk dinamiği direkt olarak rejim karşıtı söylemlerle Tahrir Meydanındaki protestolarına başlamıştır. Halk dinamiğinin ısrarcı ve vazgeçmeyen tahammülü silahlı kuvvetler dinamiği tarafından kendi çıkarlarının gerçekleşmesinde bir bahane teşkil etmiştir. Nitekim silahlı kuvvetlerin üst düzey yöneticilerinin Hüsnü Mübarek ile olan anlaşmazlıklarını kökten çözmek için halk dinamiğini bahane ederek, çekilmesi yolunda baskı yapması aslında “örtülü bir darbe” niteliğini taşımaktadır. Bu girişim halk nezdinde silahlı kuvvetlerin kendi saflarında yer aldığı kanısının yayılmasına pozitif katkıda bulunmuştur. Ancak, silahlı kuvvetler dinamiğinin halk safında yer almasının ardında yatan gerçek Tunus’takinden tamamen farklıdır. Ordunun bu teşebbüsü kendi çıkarlarının korunması adına atılmış adım olarak görülmektedir. Buna paralel olarak silahlı

57

kuvvetler, başkanlık yetkilerini Yüksek Askeri Konsey altında kendisinde toplayarak, devrim sonrası kontrolün uzun bir süre kendi elinde olmasını sağlamıştır.

Mısır’da dış dinamik olarak asıl aktör ABD’dir. ABD başlangıçtan beri olayları dikkatle takip ederek rüzgâra göre yön değiştirmeyi başarı ile yapmıştır. Başlangıçta Mübarek’i destekleyen açıklamalar, gelişmeler üzerine yön değiştirerek halk iradesi doğrultusunda başkanın çekilmesi söylemlerine doğru kaymıştır. ABD idareyi devralan Yüksek Askeri Konsey ile yakın istişareyi sürdürmüş ve Mısır’ın nabzını elinde tutmaya çalışmıştır (Uprising tide, March 2012).

Libya’da dinamiklerin etkinliği tamamen farklı işlemiştir. Halkın rejim karşıtı ayaklanması ülke sathını kapsayan homojen bir ayaklanma şeklinde gelişmemiştir. Doğu ile batı arasındaki fark nedeniyle protestolar doğuda Bingazi ve civarındaki aşiretlerde başlamış ve Kaddafi’nin şiddete başvurması üzerine diğer doğu şehirlerine de yayılarak geniş kapsamlı ayaklanmalar şekline dönüşmüştür. Libya’da silahlı kuvvetlerin kontrolünün Kaddafi’de olması nedeniyle, bu dinamiğin halk dinamiğinden yana bir tavır koyması mümkün olamamıştır. Ordu dinamiğinin otoriter rejim sahibi tarafından halk dinamiği karşısında kullanılması vahşeti doğurmuş ve dış dinamiklerin tepkisine neden olmuştur.

Dış dinamiklerin Kaddafi’ye süratle tepki koymasının altında yatan reel-politik hesaplar, çıkar aritmetiğini gündeme getirmiştir. Kaddafi’nin kontrolünde bulunan Libya petrol kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek ve terörizmi destekleyen bir lidere olan hırsın gereğini yerine getirme fırsatı dış güçlere arzu ettikleri seçeneği sunmuştur. Dış güçler derhal BM ve NATO güç unsurlarını devreye sokarak müdahale için meşru zemini hazırlamayı müteakip, sonuca ve hedefe yönelik sınırlı askeri tedbirlerle halk dinamiğinin arzu ettiği değişimi gerçekleştirmişlerdir. Libya örneğinde eğer dış dinamiğin etkin müdahalesi olmasaydı silahlı kuvvetler dinamiğinin karşı olduğu halk dinamiğinin başarılı olmasının mümkün olamayacağı net bir şekilde görülmektedir.

6. Sonuç

Her üç ülkede de devrimlerin başlaması güç unsurlarının en önemli faktörü olan insanın (Davutoğlu, 2008:17,35), diğer bir deyişle halkın ana dinamik olarak etkinliği ile gerçekleştirilmiştir. Ancak, muhalifler ile rejim arasında ortaya çıkan çatışma sürecinde sonuca etken olan temel dinamik o ülkenin silahlı kuvvetleri olarak yer almıştır. Bu dinamiğin halk yanında yer alması rejimin Tunus ve Mısır’da olduğu gibi kısa sürede çökmesini getirmiştir. Libya’da ise, anılan dinamiğin rejim taraftarı tavrı sürecin halkın arzusu hilafına kanlı bir şekilde uzamasına neden olmuştur. Rejimin kendi halkını katlettiği şeklinde ortaya çıkan görüntü, çıkarları zedelenen dış güçlerin eline müdahale imkanı sağlayan bir koz vermiştir. Sonuçta dış dinamikler BM ve NATO gibi uygun uluslararası enstrümanları kullanarak, Libya’da olduğu gibi süreç üzerinde nihai sonucu sağlayıcı bir şekilde etkili olmuştur. Arap Baharı rüzgarı etkisiyle Tunus, Mısır ve Libya’daki siyasi rejimlerin ve uluslararası ilişkilerin şekillenmesinde otoriter rejim ve devlet gücünün yanısıra devlet dışı aktörlerin nasıl etkin olduğunun görülmesi açısından yaşanan tecrübelerin önemli bir örnek teşkil ettiği değerlendirilmektedir.

58

KAYNAKÇA

Aftandilian, G., (2011, September),Presidential Succession Scenarios in Egypt And Their Impact On U.S.-Egyptian Strategic Relations. PA: U.S. ARMY WAR COLLEGE, Strategic Studies Institute.

Arieff, A., (2011),Political Transition in Tunisia. Congressional Research Service.

Ayhan, V., (2011), Mısır Devrimi ve Mübarek: Bir Diktatörün Sonu, Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi, IMPR Rapor-No.6, s.13

Banitez, J. (2011, 24 Auğust),Success in Libya reinforces value of NATO. Atlantic Council-ACUS.

Bazzi, M. (2011, January 19),After Tunusia, Arap world givse up on America. January 18, 2012 tarihinde Global Post: http://www.globalpost.com/dispatch/egypt/110118/tunisia-riots-us-democracy-arab-world adresinden alındı.

Beijing sides with Berlin against Libya intervention, (2011, March 25), June 25, 2012 tarihinde Asia News: www.speroforum.com adresinden alındı.

Chebib, N.K. & Shoil, R. M., (2011), The Reasons Social Media Contributed To The 2011 Egyptian Revolution, International Journal of Business Research and Management (IJBRM), Volume (2) : Issue (3) , 139-162.

Chossudovsky, M. (2011, March 9). Operation Libya and the Battle for Oil: Redrawing the Map of Africa. May 25, 2012 tarihinde Global Research: http://www.globalresearch.ca/operation-libya-and-the-battle-for-oil-redrawing-the-map-of-africa/23605 adresinden alındı.

Cook, S. A., ( 2012, January 25), January 25th and the Egypt the Revolution Has Made. February 02, 2012 tarihinde Foreign Affairs: http://www.foreignaffairs.com/print/134317 adresinden alındı.

Cooper, H., (2011, February 26), Following US sanctions, U.N. Security Council to Meet on Libya. Haziran 24, 2012 tarihinde New York Times: www.nytimes.com adresinden alındı.

Cyber Activism and the Tunisian Revolution – an Insiders' Testimony, (2012, February 3), February 01, 2013 tarihinde European Commission, http://capacity4dev.ec.europa.eu/article/cyber-activism-and-tunisian-revolution-%E2%80%93-insiders-testimony adresinden alındı.

Deeb, S. E., (2011, January 29),Egypt's uprising unites society in rage,February 02,2012 tarihinde msnbc: http://www.msnbc.msn.com/id/41334041/ns/world_news-mideast_n_africa/t/egypts-uprising-unites-society-rage/#.TyqaIMXKD1E adresinden alındı.

Demir, H. , (Eylül 2011),Bingazi'de Türkiye ve Batı Algısı: Saha Araştırmasına Dayalı bir Çalışma. Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi. Ankara: ORSAM.

Dinucci, M. (2011, February 27). Libya in the Great Game. June 18, 2012 tarihinde Global Research: http://www.globalresearch.ca/libya-in-the-great-game/23413 adresinden alındı.

Egypt Economy 2011, (2011, January 13),02 02, 2012 tarihinde Countries of the World , SOURCE: 2011 CIA WORLD FACTBOOK AND OTHER SOURCES: http://www.theodora.com/wfbcurrent/egypt/egypt_economy.html adresinden alındı.

59

Edinburg Middle East Report, (tarih yok), Law 1958/162 (Emergency Law) (Arabic). 02 02, 2012 tarihinde Edinburg Middle East Report: http://www.emerglobal.com/lex/law-1958-162 adresinden alındı.

Edwards, W., (2011, February 16), Franse 24. June 21, 2012 tarihinde Violent protests rock Libyan city of Bingazi: www.france24.com adresinden alındı.

Egypt Country Report, (tarih yok), http://www.gfmag.com/gdp-data-country-reports/280-egypt-gdp-country-report.htm#axzzıeFvqGb9s adresinden alındı.

Eygpt Country Summary (2010), . New York: Human Rights Watch.

En-Nahda Örgütlenme Başkanı Üreyit: Hareketimizin inşa edildiği felsefe birlikte yaşama felsefesidir, (2013, January 08), Stratejik Düşünce Enstitüsü, February 08, 2013 tarihinde www.sde.org.tr. adresinden alındı.

Erdurmaz, S., (2012), Libya, Arap Baharının Solan Yüzü. Ankara: Berikan Yayınevi.

European Commission Directorate-General for Economic and Financal Affairs. (2010), Labour Markets Performance and Migration Flows in Arap Mediterranean Countries: Determinants and Effects. Final Report & Thematic Background Papers, Occasional Papers No 60, European Commission Directorate-General.

Everett, N., (2011, February), Tunisia: 'They cannot steal the revolution from us!'. Direct Action(29).

Feller, B., (2011, July 19), Obama Middle East Speech Covers Arab Spring, Need For Reform In Region (VIDEO), 24.04.2013 tarihinde http://www.huffingtonpost.com adresinden alındı.

Friedman, G., (2011), The Egypt Crisis in a Global Context: A Special Report. Texas: Stratfor.

Global Finance, (2011), Eygpt.

Griffin, G., (2011, 04 20),Egypt's Uprising: Tracking the Social Media Factor. 01.26.2012 tarihinde PBS.org: http://www.pbs.org/newshour/updates/middle_east/jan-june11/revsocial_04-19.html adresinden alındı.

Handoussa, H., 2010), Egypt. 2010. Egypt Human Development Report 2010: Youth in Egypt: Building our Future, United Nations Development Program and the Institute of National Planning (UNDP and INP).

Hounshell, B., ( 2011, February 01), Mubarak's 9 biggest mistakes. 02 02, 2012 tarihinde Foreign Policy: http://blog.foreignpolicy.com/posts/2011/02/01/mubaraks_9_biggest_mistakes adresinden alındı.

Howeidy, A. (2005, September 8-14). Enough is still enough. February 18, 2013 tarihinde Al-Ahram: http://weekly.ahram.org.eg/2005/759/eg8.htm adresinden alındı.

How would no-fly zone over Libya be imposed, (2011, March 01), June 25, 2012 tarihinde BBC: www.bbc.co.uk adresinden alındı.

60

Ian Black, N. W. , (2011, March 03), Libyan leader should stand down as he has lost legitimasy says Obama. June 25, 2012 tarihinde The Guardian: www.guardian.co.uk adresinden alındı.

Index Mundi, (2011), Demographics: Population, Eygpt, February 14, 2013 tarihinde http://www.indexmundi.com/g/g.aspx?c=eg&v=21 adresinden alındı.

In Swift, Decisive Action, Security Council Imposes Tough Measures On Regime, Adopting Resolution 1970 In Wake Of Crackdown On Protester, (2011, February 26), Haziran 24, 2012 tarihinde Security Council 6491st Meeting: www.un.org adresinden alındı.

Internet usage statistics for Afrika, (2010), Ocak 17, 2012 tarihinde Internet stats: www.internetwworldstats.com/stats1.htm adresinden alındı.

Jilani, Z., (2011, January 26), Obama ‘Supports The Democratic Aspirations Of All People’ — How Will He Respond To Egypt Protests?, 15.11.2012 tarihinde http://thinkprogress.org/security/2011/01/26/140882/obama-democratic-aspirations-egypt/ adresinden alındı.

Jijo, J., (2011, February 01), What is Egypt's 6 April movement. June 18, 2012 tarihinde www.ibtimes.com adresinden alındı.

Jones, B. D., (27 May 2011), Libya and the Responsibilities of Power. Survival: Global Politics and Strategy, 51-60.

Joshua Hammer, A. I. (2011, July 20),Egypt: Who Calls the Shots? May 30, 2012 tarihinde The New York Review of Books: http://www.nybooks.com/articles/archives/2011/aug/18/egypt-who-calls-shots/ adresinden alındı.

Kadlec, P. S. (June 2012),libya’s troubled transition. Beirut: Carnegie Middle East Center.

Lange, M. A., (2011), The Arap Youth and the Dawn of Democracy. KAS International Reports 5, s. 20-29.

Lynch, M., (2011, January 13), Where are the democracy promoters in Tunusia. Foreign Policy.

Macey, I. A., (2011.02.18),Did Egypt's rising economy lead to Hosni Mubarak's fall? 02 02, 2012 tarihinde POLITICO: http://www.politico.com/news/stories/0211/49736.html adresinden alındı.

Uprising tide, (March 2012),Jane's Intelligence Review, 11.

Marco Papic, S. N., (2011.02.02),Social Media as a Tool for Protest. 02 02, 2012 tarihinde Stratfor.com: http://wwww.stratfor.com/weekly/20110202-social-mediatool-protest adresinden alındı.

Mardell, M., (2011, February 02), BBC. June 14, 2012 tarihinde Obama goes further over Mubarak departure: www.bbc.co.uk adresinden alındı.

McGreal, C., (2011, March 20), Coalition attacks wreak havoc on ground troops. Haziran 24, 2012 tarihinde The Guardian: www.guardian.co.uk adresinden alındı.

61

McGreal, C., (2011, February 02), Tony Blair: Mubarak is 'immensely courageous and a force for good'. June 14, 2012 tarihinde The Guardian: http://www.guardian.co.uk/world/2011/feb/02/tony-blair-mubarak-courageous-force-for-good-egypt adresinden alındı.

Merkel: Kaddafi'nin konuşması ürkütücüydü, (2011, Şubat 2011), Haziran 24, 2012 tarihinde Euroaktiv: www.euroaktive.com adresinden alındı.

Metz, H. C. (1987). Libya: A Country Study, Politics of Oil. Washington: U.S. Library of Congress.

Moyo Thoko,E. F., (2011, March),Egypt Country Brief. 01 26, 2012 tarihinde World Bank.org: http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/COUNTRIES/MENAEXT/EGYPTEXTN/0,menuPK:28766-pagePK:141132... adresinden alındı.

Moran, C., (2011, February 01), Egypt's Internet Shutdown: Was it Legal? 02 02, 2012 tarihinde Law, Technology & Arts Blog: http://wjlta.wordpress.com/2011/02/01/egypts-internet-shutdown-was-it-legal/ adresinden alındı..

Mubarak dismisses Egypt's government, (2011, January 28), May 30, 2012 tarihinde Stratfor: http://www.stratfor.com/analysis/20110128-mubarak-dismisses-egypts-government adresinden alındı.

Muslim Brotherhood. (2013). February 18, 2013 tarihinde Wikipedia: en.wikipedia.org adresinden alındı.

Mübarek yönetiminde Mısır'ın 30 yılı, (2011, Şubat 02), Haziran 14, 2012 tarihinde Hurriyet Planet: http://www.hurriyet.com.tr/planet/16917003.asp?gid=286 adresinden alındı.

Nakhoul, S., (2011, January 31), UPDATE 1-Egypt army: will not use violence against citizens, Reuters, Ekim 20, 2012 tarihinde http://www.reuters.com/article/2011/01/31/egypt-army-idAFLDE70U2JC20110131 adresinden alındı.

NATO and Libya- Operation Unified Protector, 24.04.2013 tarihinde www.nato.int/cps/en/natolive/topics_71652.htm?. Adresinden alındı.

Obama urges Mubarak to leave office, (2011, February 10), June 14, 2012 tarihinde Global Post: www.globalpost.com adresinden alındı.

Obama's Speech on Libya, (2011, February 23), Haziran 24, 2012 tarihinde New York Times: www.nytimes.com adresinden alındı.

Operation Libya:US Marines on Crete for Libyan deployment, (2011, March 03), June 25, 2012 tarihinde Global Research, http://www.globalresearch.ca/operation-libya-us-marines-on-crete-for-libyan-deployment/23506 adresinden alındı.

Ottaway, M, A. H., (2011, 01. 28), Protest Movements and Political Change in the Arap World. 06.18.2011 tarihinde Carnegie Endowment For International Peace: http://carnegieendowment.org/files/OttawayHamzawy_Outlook_Jan11_ProtestMovements.pdf adresinden alındı.

ORSAM, (2011), Yaklaşan Seçim Öncesi Tunus'ta Siyasal Denklemler. Ankara: ORSAM.

62

Ottaway& Hamzawy, (2011,01.28), Protest Movements and Political Change in the Arap World. 06 18, 2011 tarihinde Carnegie Endowment For International Peace: http://carnegieendowment.org/files/OttawayHamzawy_Outlook_Jan11_ProtestMovements.pdf adresinden alındı.

Paciello, M. C., (2011), Tunusia: Changes and Challenges of Political Transition. MEDRO. MODRO Technical Report No: 03.

Pannell, I., (2011, March 19), Libya: Gaddafi forces attacking rebel-held Bengazi. June 2012, 2012 tarihinde bbc: www.bbc.co.uk adresinden alındı.

Rayan, Y., (2010, Dec 31), Another Tunusian Protester dies, 24.04.2013 tarihinde www.aljazeere.com adresinden alındı

Recknagel, C. ( 2005, May 25). Egypt: Referendum Held On Multi-Candidate Presidential Polls. February 16, 2013 tarihinde Radio Free Europe, Radio Liberty: http://www.rferl.org/content/article/1058996.html adresinden alındı.

Rogin, J. (2011 March 07), No-fly zone wouldn’t help much, 24.04.2013 tarihinde http://thecable.foreignpolicy.com adresinden alındı.

Salem, P., Kaldec, A., (2012, June), Libya’s Troubled Transition, Carnigie Endowment. www.carnegieendowment.org adresinden alındı.

Secretary-General SG/SM/13425GA/11051AFR/2130, (tarih yok), www.un.org adresinden alındı.

Shah, A., (2011, May 12), Middle East and North Africa Unrest. January 18, 2012 tarihinde Global Issues: http://www.globalissues.org/print/article/792#Westlookson adresinden alındı.

Shehata, D., (2011, May/June), The Fall of the Pharaoh. New York: Foreign Affairs.

Shokr, A., (2011, January 28), Uprising in Egypt: "This is the Biggest Political Challenge the Regime Has Yet to See from the Streets". 02 02, 2012 tarihinde Democracy Now: http://www.democracynow.org/2011/1/28/uprising_in_egypt_this_is_the adresinden alınd.

Smith, C., (2011, February 11), Egypt's Facebook Revolution: Wael Ghonim Thanks The Social Network. 02 02, 2012 tarihinde The Huffington Post : http://www.huffingtonpost.com/2011/02/11/egypt-facebook-revolution-wael-ghonim_n_822078.html adresinden alındı.

Sorkin, J., (Fall 2001), The Tunisian Model. Middle East Quarterly, 25-29.

Spiegelonline International, (2011, March 20), Operation 'Odyssey Dawn': Gadhafi Defiant as Western Forces Pound Libya, 24.04.2013 tarihinde www.spiegel.de adresinden alındı.

Spillius, A., (2011, February 25), Libya: US impose sanctions on Libya. Haziran 24, 2012 tarihinde Daily Telegraph: www.telegraph.co.uk adresinden alındı.

63

Stecklow, S., (2011, 07 .07), Web's Openness is Tested in Tunusia. http://online.wsj.com/articles/SB1000...html adresinden alındı.

Strategic Concept for the Defence and Security of the Members of the North Atlantic Treaty Organization, Lisbon: NATO 2010,

The International Institute For Strategic Studies, (2011 ), Bread and protests: the return of high food prices. Strategic Comment, Volume 17.

Ross, T., (2011, January 28), Egypt protests: America's secret backing for rebel leaders behind uprising. June 18, 2012 tarihinde Daily Telegraph: www.telegraph.co.uk adresinden alındı.

Trager, E., (2011), Letter from Cairo . The New Arap revolt (s. 81). New York: Foreign Affairs.

Un General Assambly, (2005, October 24), 2005 World Summit Outcome : resolution / adopted by the General Assembly, 19 February 2013 tarihinde http://www.unhcr.org/refworld/docid/44168a910.html adresinden alındı.

Update 1-Egypt army: will not use violence against citizens, (2011, January 31), May 30, 2012 tarihinde Reuters Africa: http://af.reuters.com/article/egyptNews/idAFLDE70U2JC20110131 adresinden alındı.

U.S Relations with Egypt, ( August 22, 2012), U.S. Department of State, 23 Ekim 2012 tarihinde http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/5309.htm adresinden alındı.

Vlademir, F., (2011, Auğust 12), Russia joins UN sanctions against Libya and Muammar Gaddafi. June 25, 2012 tarihinde http://english.ruvr.ru adresinden alındı.

Wang,, Meyer, M., (9 October 2012). F.A.Q. on U.S. Aid to Egypt: Where Does the Money Go—And Who Decides How It’s Spent? ProPublica.

Williams, D. (2006, May 01). Egypt Extends 25-Year-Old Emergency Law. February 15, 2013 tarihinde Washington Post: http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2006/04/30/AR2006043001039.html adresinden alındı

Yavuz, C., Erdurmaz, S., (2012), Arap Baharı ve Türkiye. Ankara, Türkiye: Berikan Yayınevi.

Yiğit, D., (2011, October 07), AB ve Demokrasiye Geçiş Sürecindeki Tunus, Stratejik Düşünce Enstitüsü, December 28, 2011 tarihinde http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1649/ab-ve-demokrasiye-gecis-surecindeki-tunus.aspx. adresinden alındı.

64

65

BASINDA “ORGAN NAKLİ” HABERLERİNİN SUNUMU

Asuman KAYA

Birgül TAŞDELEN

ÖZET Hasta insanın yaşam kalitesinin arttırılması ve sağlıklı olarak hayatını devam ettirebilmesi, tıbbın temel çalışma alanını oluşturmaktadır. Tedavi edilmesi gereken uzuv bazen bir organ olabilmekte, hatta bu organın nakil yoluyla yenilenmesi gerekebilmektedir. Bu alanla ilgili olarak farklı yaklaşımlarla ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bunlardan bazıları: Dünya Tabipleri Birliği’nin 37. Genel Kurulunda kabul ettiği ilkeler, Türk Tabipleri Birliği’nin Organ Aktarımına İlişkin Etik Bildirgesi ve 24066 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği’dir. Özellikle alıcı ve donör’ün isimlerinin açıklanmasının, bu kişilerin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyeceği görüşü tıp dünyasında kabul görmesine karşın medyada yer alan haberlerde ne ölçüde dikkat edildiğinin belirlenebilmesi açısından hazırlanan çalışma önem taşımaktadır. Çalışmada, Türk basınında yayınlanan sağlık haberlerinden “organ nakli”ni konu alan haberlerin içerik analizi uygulamasına dayalı olarak betimlenmesi ve meslek ahlak ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Çalışma kapsamında medya takip şirketi verilerine dayanarak gerçekleştirilen taramada 01 Ocak-31 Aralık 2010 tarihleri arasında Türkiye’de yayınlanan yaygın gazetelerdeki sağlık konulu içerik arasından “organ nakli” ifadesini içeren haberlerden, sistematik rassal yöntemle belirlenen 256’sı amaç sorular doğrultusunda analiz edilmiştir. Sonuç olarak; sağlık haberlerinin özellikle de organ nakli haberlerinin hazırlanmasında muhabir ile haber kaynağının, alanlarındaki etik düzenlemeleri dikkate almakla yükümlü olduğu düşünüldüğünde, haberlerin yapılmasında sağlık haberciliği eğitimi almış kişilerin görevlendirilmesinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Daha da önemlisi sağlık haberciliği adına uyulması gerekli olan meslek etik ilkelerinin içerisinde “organ nakli” başlığı özelinde nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair etik ilkeler belirlenmesinin ve benimsenmesinin gerekliliğidir.

Anahtar Sözcükler: Sağlık Haberciliği, Etik, Medya Etiği, Organ Nakli

* Öğr. Gör. Anadolu Üniversitesi, Porsuk MYO, Sosyal Bilimler Enstitüsünde Doktora Öğrencisi. ** Doktora öğrencisi, Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

66

“ORGAN TRANSPLANTATION” NEWS ON THE PRESS ABSTRACT The primary field of application for medicine is to increase the quality of life for human beings, and to ensure the continued health and wellbeing of individuals. At times, an organ may require treatment and the treatment may require the replacement of this organ through an organ transplant.

This process increases the quality of life for the patient, however the quality of life for the donor must also be considered. There are various national and international legal regulations with various approaches to the matter. Some examples for these regulations are as follows: the principles passed at the 37th General Assembly of the World Medical Association, the Ethical Proclamation Regarding Organ Transplants by the Turkish Medical Association, and the Organ and Tissue Transplate Services Code published in the Official Gazette No. 24066.

Despite the fact that the medical world has accepted that the publication of the names of recipients and donors could significantly influence the quality of life for both parties in a negative manner, this study could prove to be beneficial as it studies the degree to which this is followed in the news media.

This descriptive study aims to analyze news articles regarding “organ transplants” in the Turkish press through content analysis and evaluate the articles based on the principles of vocational ethics.

In this study, based on the media follow-up company data, from the health-themed content published in Turkish newspapers (mainstream, regional, local) in the period of Jan.1st-Dec.31st 2010, "organ transplantation" news items were identified and from these total items, determining 256 news items through random sampling, under the guidance of subquestions and within the framework of 13 main categories, these 256 items were analyzed. Of the 256 news items, 73,8% were affirming, accepting, approving and praising; 16% were criticizing it by underscoring the problems and the inadequacy of organ transplantations/donations. That in the 11,3% of the news no source was mentioned, leads us to think that their reliability needs to be re-questioned.

As a result, when it is considered that the reporter and the news source are obliged to take into account the ethical regulations in their fields in the preparation of health news, the necessity of hiring professionals that have been trained in health journalism is evident. Even more important is the apparent urgency for determining and adopting what kind of ethical principles need to be heeded in health journalism, specifically in the reporting of "organ transplantation" news. Keywords: Press, Journalism, Medical Journalism, Ethics, Organ Transplant

67

1.GİRİŞ Sağlık, insanın varoluşundan kaynaklanan bir haktır ve Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından; "Yalnızca hastalık ya da sakatlığın bulunmaması değil, aynı zamanda bedensel, ruhsal ve sosyal yönlerden tam bir iyilik hali" olarak tanımlamaktadır (Bulun ve ark. T.y.). İnsanın en temel ve vazgeçilmez haklarından biri olan “sağlıklı yaşam” hakkı ise İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (Madde 25) başta olmak üzere, Avrupa Sosyal Şartı (Madde 11) ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Madde 25) ile korunma altına alınmıştır (Kumbasar, 2006, s.9-16). Sağlıklı yaşam hakkına sahip olan bireyin yaşam süresini ve kalitesini arttırmak insanlığın her zaman sürekli olarak odaklandığı konular arasında yer almaktadır. Bu amaçla yapılan faaliyetler; hastalık oluşmadan önce geçekleştirilen koruyucu sağlık hizmetleri ve hastalık oluştuktan sonra iyileştirmeye yönelik tedavi hizmetleri olarak gruplandırılmaktadır. Hasta insanı iyileştirme ve sağlığına kavuşturma ile ilgili konular arasında tıbbi çözümün yetersiz kaldığı durumlar da olabilmektedir. Bu aşamada gündeme, bir insanın organ ya da dokularının ihtiyacı olan başka bir insana tedavi amacıyla nakledilmesi olan organ nakli ve organ naklinde yaşanan gelişmeler gelmektedir (Özdağ, 200, s.46). Organ ve doku naklinin tedavi yöntemi olarak düşünülmesi çok uzun yıllara dayanmasına rağmen, gerçekleştirilmesi ilk defa deneysel olarak 1900’lü yılların başlarında mümkün olabilmiştir (İnce, 2006). İlk organ naklinden günümüze yaşanan teknolojik gelişmeler sonucunda günümüzde birçok başarılı organ nakli işlemi gerçekleştirilmektedir. Ayrıca organ nakli, insana ve sağlığa ait olması nedeni ile medyanın da sağlık haberleri kapsamında yoğun ilgi gösterdiği ve yayınlarında sıklıkla yer verdiği konulardan birisidir (Duda, 2011).

a. Problem Hazırlanan çalışmada, 1 Ocak-31 Aralık 2010 tarihleri arasında yaygın gazetelerde yayınlanmış olan “organ nakli” ifadelerine yer verilen yazılar, içerik analizi uygulamasına konu edilerek elde edilen veriler meslek etiği bağlamında irdelenmektedir.

Çalışma ile Türk basınında organ nakli haberlerinin nasıl yer aldığı ve organ nakli haberlerinin sunumunda özellikle de hasta hikâyelerininim sunumunda etik ilkelere ne ölçüde uyulduğunun belirlenmesi amaçlanmıştır

Organ nakli: Yasal ve etik düzenlemeler Organ nakli (transplantasyon), en basit tanımıyla, vücutta görevini yapamayan bir organın yerine canlı bir vericiden veya ölüden (kadavradan) alınan sağlam ve aynı görevi üslenecek bir organın nakledilmesi işlemidir. Nakil işlemi ameliyatla ya da çeşitli tıbbi yöntemlerle yapılmaktadır. Bu sayede ölümcül durumdaki ya da beden işlevlerinin bir kısmını yerine getiremeyen hastanın sağlıklı bir yaşama kavuşması sağlanmaktadır. Organ nakli, günümüzde birçok kronik organ hastalıklarında uygulanan rutin, geçerli ve ileri bir tedavi yöntemi olarak kabul edilmektedir. Böbrek, karaciğer, kalp, akciğer, pankreas organ nakillerine; gözün saydam tabakası olan kornea, kan, kemik iliği ve pankreasın insülin salgılayan hücreleri de doku nakline örneklerdir (Göz ve Şalk, 2007, s.78; Özdağ, 2011, s.46; Koçak Süren 2007, s.176; Akış 2008, s.29; Organ Nakli Hakkında).

Tarih öncesinden bu yana güncelliğini koruyan organ nakli, dünyada modern anlamda ilk kez Macar kökenli bir cerrah olan Dr. Ullman tarafından Viyana'da 1902 yılında hayvanlar üzerinde böbrek nakli ile denenmiştir. Daha sonra 1933 yılında Dr. Voronov tarafından Sovyetler Birliği'nde,

68

kadavra böbrek (ölü organı) ile gerçekleştirilmiştir. 1950'li yıllarda ABD bilim adamları başarılı organ nakilleri yapmış ve organ nakli normal bir tıbbi uygulamaya dönüşmüştür. Türkiye'de ise, ilk kez 1969 yılında Ankara ve İstanbul'da iki kalp nakli yapılmış, ancak başarılı sonuç alınamamıştır. İlk başarılı organ nakli ise 3 Kasım 1975 yılında Dr. Haberal ve ekibince Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde bir anneden oğluna yapılan canlıdan canlıya böbrek nakli olmuştur (Organ Nakli Hakkında). Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakline İlişkin 2238 sayılı yasa 1979’da çıkarılmış ve organ naklinin yasal çerçevesi belirlenmiştir. Yasanın yürürlüğe girmesinden bir ay sonra ilk kadavradan böbrek nakli gerçekleştirilmiştir. 1990 yılında ise birer ay arayla ilk kez ülkemizde çocuklarda ve yetişkinlerde akrabalar arası karaciğer nakli gerçekleştirilmiştir (Koçak Süren 2007, s.176; Akış 2008, s.29; Organ Nakli Hakkında).

Ülkemizde 1979 tarihine kadar organ nakli konusundaki kurallar, meslek örgütlerince belirlenerek uygulanırken, günümüzde 1979 yılında çıkarılan Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli’ne ilişkin 2238 sayılı yasaya göre uygulamalar yapılmaktadır (Özdağ, 2011, s. 46). Yapılan işin gereği ve ahlaki yönden topluma yararlılığı amaçlayan kurallar bütünü olarak tanımlanabilen etik kurallar, her alanda olduğu gibi, insan hayatının söz konusu olduğu tıp alanında da mevcuttur. Bu nedenle de daha fazla önem arz ettiği ise şüphesizdir. Dünyada birçok uluslararası örgüt ve ulusal ülke yasaları tıbbi etik kurallarını açıkça düzenleme ve yazılı hale getirme ihtiyacı duymuştur Türk hukukunda, 19.2.1960 gün ve 4/12578 sayılı kararla kabul edilen “Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi” (TDN), hekimlerin uyması gereken tıp etiği kurallarını düzenlemektedir. Bu nizamnameye göre hekimler, hastanın “cinsiyeti, ırkı, milliyeti, dini ve mezhebi, ahlaki düşünceleri, karakter ve şahsiyeti, içtimai seviyesi, mevkii ne olursa olsun” gerekli özeni göstermekle yükümlüdür. Ayrıca 1928 tarihli 1219 sayılı “Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun” (TŞSTİK) ve 01.08.1998 gün ve 23420 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Hasta Hakları Yönetmeliği” (HHY) de tıp etiği ile ilgili birçok kural içermektedir. Organ ve doku nakli ile ilgili olarak etik kuralları gereği, hekimlerin, alıcı ve vericiyi aydınlatma yani bilgilendirme ve rızalarını alma (TŞSTİK m.70 ve HHY m.24, 25, 26), her iki taraf içinde naklin uygunluğu araştırmasını iyi yapma (TDN m10) ve kar amacı gütmeden sadece yaşam kurtarmayı amaçlaması (TDN m.2) gerekmektedir. Günümüzde bazı hekimler, organ ticaretine aracılık ederek tıp etiğine aykırı davranmakta, aynı zamanda TCK ve 2238 sayılı yasa kapsamında da suç işlemektedir (Koçak Süren, 2007, s.186-187).

Aynı zamanda Türk Tabipleri Birliği Organ Aktarımlarına İlişkin Etik Bildirge’sinde; “Organ aktarımı teknolojilerinin bilimsel ve etik standartlar içinde uygulanması temel koşuldur. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de organ aktarımıyla ilgili olarak tıp etiği açısından iki temel sorun vardır. Bunlar: organ sağlama ve organ dağıtımıdır.” denilmektedir. Bildirgede organ sağlama yöntemleri, canlıdan organ aktarımı ve ölüden (kadavradan) organ aktarımı olarak sıralanırken etik boyut “rıza” üzerine odaklanmaktadır (Kılıçoğlu, 1991, s. 250-255 ve Parlak, 2009, s. 203-215). Aynı bildirgede organ dağıtımı ile ilgili olarak “Akraba dışı organ bağışı sadece gönüllülük ve yararlı olma amacıyla yapılabilir. Organ satışını önlemek amacıyla akraba dışı organ bağışlarında alıcı ve vericinin kimlikleri açıklanmamalıdır.” denilmektedir. Aynı zamanda Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 7. maddesinin “f” bendinde de “Kan veya sıhri hısımlık veya yakın kişisel ilişkilerin mevcut olduğu durumlar ayrık olmak üzere, alıcının ve vericinin isimlerini açıklamamak” hükmü yer almaktadır. Bu hüküm hekimleri bağlayıcı olarak kanun metninde yer almakta ve meydana gelebilecek spekülasyonların, psikolojik tersliklerin ve uyuşmazlıkların önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Ahmet Kılıçoğlu’nun da belirttiği gibi (1991, s.257), “bu yasak hekimlere hitap etmektedir. Hekimler dışında gerek vericinin, gerekse alıcının ya da diğer üçüncü kişilerin isim açıklamasına ilişkin [yasa metninde] bir yasak getirilmemiştir”.

69

Ancak, alıcı-vericinin, akrabalar arası nakiller hariç, isimlerinin açıklanması ve birbirleri ile tanışmaları her ne kadar yasa kapsamında sınırlandırılmıyorsa da bu durum “2009 yılın da yaşanan nakil sonrası 2012 de verici ailenin organları geri istemesi” olayında olduğu gibi de sonuçlar doğurabilmektedir. 2009 yılında meydana gelen trafik kazasında hayatını kaybeden Alper Kayık’ın beyin ölümü gerçekleştiğinde organları ailesi tarafından bağışlanmış, böbrek, karaciğer ve korneası üç farklı şehirde yaşayan hastalara nakledilmiştir. Üç yıl sonra ise verici aile, alıcılara ulaşmak istemiştir.

“… Büyük hayal kırıklığı yaşadıklarını belirten Alper Kayık'ın dayısı Nuri Engin, 'Organ nakli yapılan aileleri aradım, 'hiç olmazsa Alper'in annesini telefonla arayın bir teşekkür edin' dedim. Bırakın teşekkür etmeyi, internetten mesaj attım diye Facebook adreslerini bile kapattılar. Maddi beklenti içinde değiliz ama bize kesilen fatura ağır oldu. Bağışladığımız organları geri almak için dava açıyoruz. O gün organları kendilerine vermemiz için yalvaranlar bugün teşekkürü bile çok gördü.” (www.sabah.com.tr; www.haber7.com).

Yaşanan olayda da görüldüğü üzere alıcı-vericinin isimlerinin açıklanmasının getireceği duygusal sıkıntıların yanı sıra alıcıların %50'sinden fazlasının transplantasyondan yıllar sonra bile anksiyete yaşadıklarını, depresyon, hipokondriyazis12 ve organik beyin sendromu13 tanı sıklıklarının da yüksek olduğunu belirleyen araştırmalarda bulunmaktadır. Aynı zamanda transplantasyonun alıcı ve vericinin ruh sağlığını bozmadığı, yaşam niteliğini ise arttırdığı yönünde olduğunu belirten araştırmalarda bulunmaktadır (Özçürümez, Tanrıverdi ve Zileli, 2003; 232). Yaşanması muhtemel sıkıntıları en aza indirmek için nakil öncesinde alıcı adayı ile ilk kez karşılaşan psikiyatr kapsamlı bir değerlendirme yapması zorunludur. Ancak bu şekilde operasyon sonrası ortaya çıkabilecek aile stresi veya tıbbi kriz gibi durumlara uygun müdahalelerde bulunulabilmektedir. Alıcının, vericiye karşı hissettiği suçluluk [minnet] duygularını dile getirmesinin desteklenmesi gerektiğini öneren araştırmacılar da vardır (Kemph 1971; akt.: Özçürümez, Tanrıverdi ve Zileli, 2003, s.232).

En çok nakledilen organın böbrek olması nedeni ile organ nakline bağlı olarak ortaya çıkabilecek özel psikolojik durumlar daha çok böbrek nakilleri açısından incelenmiştir. Çeşitli ülkelerdeki psikiyatrist ve psikologların hayatta olan vericiler, alıcılar ve aileleri üzerinde yaptıkları araştırmalar; organ naklinde verici ile alıcı arasında son derece duyarlı bir ilişki olduğu, cerrahın organ veren kişinin hastanın bir yakını olmamasını tercih ettiğini göstermektedir. Alıcının kişiye hiçbir zaman değiştiremeyeceği bir organ bağışlanmış olması, vericinin her zaman onun kendine borçlu olduğunu düşünmesine neden olmaktadır. Ayrıca gösterdiği davranıştan ötürü bir anda dikkat odağı haline gelen verici, daha sonra bütün dikkatlerin yeniden alıcıya yönelmesi karşısında kendini çok yalnız ve ihmal edilmiş hissedilebilmektedir. Bu arada vericide, kendi sağlığına ilişkin belirli bir kaygı da gelişebilmektedir. Hayattaki vericilerin yaklaşık dörtte birinde ruhsal bozukluk belirtilerinin ortaya çıktığını ifade eden çalışmalarda, bu bozuklukların hafif nitelikte olmasına karşın düzeltilmelerinin olanaksız olduğu da belirtilmektedir (Organ Naklinin Psikolojik Yönleri).

i. Medya ve Organ Nakli İnsan sağlığını korumak, bu alanda yeterli bilgiyi almayı gerektirir. Gelişen dünyada ‘sağlık bilgisi’ne ulaşmak ve bu bilginin doğruluğundan emin olmak önem kazanmıştır. Giderek ön plana çıkan sağlık haberciliği de bu ihtiyacı karşılamaktadır.

12 Hipokondriyazis: Hastalık hastalığı. Bu hastaların zihinleri sürekli olarak hasta oldukları ya da olacakları korkusu ve endişesi ile meşguldür. 13 Organik Beyin Sendromu: Hafif kapalı beyin hasarı geçiren ve yıllar boyu hatta yaşam boyu süren ruh durumu ve öfke problemleri, konsantrasyon zorlukları, baş ağrıları ve yorgunluk gibi bir dizi belirtileri olan rahatsızlık.

70

Medya, yaşamak için haber bulmaya ve kamuoyunun ilgisini çekmeye muhtaçtır. Günümüzde insanı doğrudan ilgilendirdiğinden sağlık hizmetleri ve tıp alanındaki gelişmeler, toplum için ve dolayısıyla medya için vazgeçilmez bir haber kaynağı haline dönüşmektedir. İnsanlar sağlıkla ilgili gelişme ve bilgileri büyük oranda medyadan öğrenmekte, medya da insanların bu ilgisine karşılık vermektedir. Bu nedenle de gazeteler, dergiler, televizyonlar, internet ortamları sağlık konusunda çok çeşitli mesajlar sunmaktadır (İşak, 2008: 18). Gazetelerin ise sağlığa ayırmış olduğu pay, her geçen gün artış göstermektedir. Hasta ve hekim hakları, sağlık hizmetleri, sağlık politikaları ve ilaç sanayisi gibi çok geniş bir alanı kapsayan sağlık haberciliğinde sağlıklı beslenmeden uzun yaşam reçetelerine, doğal afetlerden iş kazalarına, çevre temizliği ve güvenliğinden hastalıklara kadar çok kapsamlı konular ele alınmaktadır (Kumbasar, 2006, s.9). En çok televizyon ve internetten sağlık bilgisi alındığına dikkat çeken Larsson (2003, s.324), basının organ nakli, mucize tedaviler gibi medikal dramlarla kaplandığını ve bu hikâyelerin de sık sık gerçekdışı umutlara yol açtığını vurgulamaktadır. Bu konulardan birisi de organ naklidir. Yapılan çalışmalara göre her üç kişiden biri medyada yer alan organ nakli ve bağışıyla ilgili haberlere inandıklarını söylemişlerdir (Feeley, 2007 ve Morgan vd., 2003). Larrson vd. (2001: 2), birçok ülkede “kişinin kendi sağlığı konusunda bilinçli kararlar alma hakkı” ile ilgili yeni mevzuatların yer aldığını belirtmektedir. Kişinin bu yeteneği etkili bir şekilde kullanabilmesi için doğru bilgiye maruz kalmasına bağlıdır. Harrison ve vd.’ne (2008, s.38) göre medyanın doğru ve tarafsız haber sunma işlevenin tam tersi özellikle organ bağışı haberleri ile ilgili sansasyonel haberlere yer vererek halk üzerinde korku ve paniğe yol açtığını gözlemlemiştir. Kamuoyunu etkilemenin en iyi yolu olan medyanın organ bağışı ve nakillerin hayat kurtaran yönlerine daha çok vurgu yapması gerekmektedir (Matesanz, 2002, s.988). Sonuçta organ bağışı ve nakilleriyle ilgili sansasyonel hikayeler organ bağış sayısının düşmesi gibi ciddi sonuçlara neden olmaktadır.

Ikels (1997), Çin, Hong-Kong ve Tayvan'da yürüttüğü ve basında yer alan tüm yazıları da incelediği çalışmasında böbrek bağışına yeterli ilgi gösterilmemesinin nedeni olarak, diğer ülkelerde görülen etmenlere ek olarak, Çin toplumuna özgü geleneksel inanç ve uygulamaları açıklamaktadır. Marshal ve Daar (1998), Japonya, Hindistan ve Polonya'da "organ bağışında halkın tutumunu etkileyen etmenleri" belirlemek amacıyla yürüttükleri çalışma bulgularına dayanarak: Japon toplumunda kişiliğin algılanışı, kültürel oluşum ve değerler, Hindistan'da, özellikle akraba olmayan donörlerden organ sağlanmasında maddi kazanç, Polonya'da ise organ nakli olmuş, ikinci yaşama şansını yakalamış, bu organı ve yaşamı hayatın bir hediyesi olarak gören kişilerin mutluluklarının yansıtıldığı, duygusal görüntü ve öykülerinin TV ve basında yer alması olarak açıklamaktadırlar. Ülkemizde ise organ bağışı ve nakli konusunda geniş kapsamlı çalışmalara ilişkin bir veri bulunmamasına rağmen, bazı araştırmacıların bölgesel çalışmalar yaptıkları görülmektedir (akt.: Özdağ, 2011, s.51).

Hilal Ünalmış Duda (2011, s.30), “Böbrek Nakli ve Medyanın Yaklaşımı” başlıklı çalışmasında, böbrek nakli ile ilgili haberleri; böbrek bekleyen hastalar hakkında farkındalık yaratan haberler, bağış yapılmasını özendiren haberler, böbrek nakli olan kişilerle ilgili haberler, organ mafyası haberleri, böbreğini satmak isteyenlerle ilgili haberler, teknolojik alt yapı ve tıbbi gelişmeleri açıklayan haberler şeklinde sıralamaktadır. Medyada yer alan organ nakli haberlerini de etik açıdan değerlendiren yazar araştırmasında, organ bağışlayanların takdir edilerek haberlere konu edildiğini, böbrek satmak isteyenlerle ilgili yapılan haberlerde vurgunun yoksulluğa ve çaresizliğe yapıldığını, haberlerin eleştiri ya da yargılayıcı gözle yazılmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “organ bağışının dinimizce sakıncası yoktur” görüşünün sık sık kullanıldığını ifade ederek, doğru ve aydınlatıcı haberler için iletişim sarmalındaki her kişi ve kurumun birbirini doğru bilgilendirmek, uyarmak, geri dönen bilginin, algının ve davranışın etik olarak sorumluluğunu taşımak zorunda olduğuna işaret etmektedir.

71

Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu Halkla İlişkiler ve Tanıtım Programı öğrencilerinin 55 farklı üniversitede okuyan 535 öğrencinin katılımıyla gerçekleştirdiği anket çalışmasının sonuçları da gençlerin organ bağışına nasıl baktığını ve medyada yer alan haberlerin bu bakış üzerine olan etkisini ortaya koyar niteliktedir. Ankete göre; Türkiye’deki ilk yüz nakliyle, dünyada ilk defa aynı anda yapılan iki kol ve iki bacak nakline ilişkin haberleri takip edenlerin %45’i “Son dönemde medyada yer alan organ nakli haberleri, organ bağışına bakışınızı değiştirdi mi?” sorusuna “olumlu yönde değiştirdi” yanıtını verirken; “Organ nakliyle ilgili olarak medyada okuduğunuz ya da izlediğiniz haberlerin, organ nakli bekleyen hastaların durumunu daha iyi anlamanıza yardımcı olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna %75 oranında “evet” yanıtını vermişlerdir. Ancak, son zamanlarda organ nakli haberlerinin yoğunluğuna rağmen gençlerin %90’ı hala genel olarak medyanın, konuya yeterince değinmediğini düşünmektedir (http://kisiselbakim.milliyet.com.tr/).

Peki, medyada yer alan organ nakli ile ilgili haberlerde gazetecilerin dikkat etmesi gerekli olan hususlar nelerdir? Bununla ilgili olarak, doğrudan organ naklini merkeze alan düzenlemeler bulunmamakla birlikte “sağlık” başlığı altında bazı düzenlemeler mevcuttur. Bu düzenlemeleri şu şekilde özetleyebiliriz:

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesinde “Gazetecinin Doğru Davranış Kuralları” başlığı altında “sağlık” konusu ile ilgili olarak;

“Sağlık konusunda sansasyondan kaçınmalı, insanları umutsuzluk veya sahte umut verecek yayın yapılmamalıdır. Tıbbi alandaki araştırmalar kesinleşmiş sonuçlar gibi yayınlanmamalıdır. İlaç tavsiyesinde mutlaka uzmana danışılmalıdır. Hastanelerde araştırmalar yapan, bilgi ve görüntü almaya çalışan gazeteci, kimliğini belirtmeli ve girilmesi yasak bölümlere ancak yetkililerin izniyle girmelidir. Yetkilinin, hastanın veya yakınının izni olmaksızın hastane ve benzeri kurumlarda hiç bir yolla ses ve görüntü alınmamalıdır.” denilmektedir (“Türkiye Gazetecileri…” T.y.).

Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği (ESAM)14, “Etik İlkeleri”nin ilk maddesinde de şöyle denilmektedir: “ESAM üyesi gazeteciler, yalan, taraflı, kamuoyunu yanıltıcı, yönlendirici, umut tacirliğine yönelik haber yapamaz. Haberlerinde öğrenci, öğretmen, hasta, hekim haklarına saygı gösterir” (“Eğitim ve Sağlık Muhabirleri…” T.y.). Aynı zamanda, Dünya Sağlık Örgütü’nün 28-30 Mayıs 1998’de Moskova’da düzenlediği “Sağlık İçin İletişim” konulu toplantının sonuç bildirisinde sağlık muhabirleri için hazırlanan 9 maddelik rehber ise şu görüşleri içermektedir: “Önce zarar verme. Araştır, doğruyu bul. Umut verme (özellikle mucizevi tedaviden bahsetme). Kendine “bu haberden kim yararlanır” sorusunu sor. Haber kaynağının gizliliği ilkesini unutma. Vereceğiniz haberler hasta, sakat ve çocuklara aitse, bir kez daha düşün. Özel hayatı ve acıları haber yapma. Acıyı duygu sömürüsü için asla kullanma. Kararsız kalırsan haberden vazgeç.” (Akt.: Çelik, 2006).

Sonuç olarak, basında sağlık konulu yayın içerikleri arasında, “organ nakli” ifadesine yer veren haberler bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Çalışmada, Türk basınında organ nakli haberlerinin nasıl yer aldığı betimlenerek, meslek ahlak ilkeleri çerçevesinde irdelenmektedir.

14 Türkiye’de 1991 yılında ESAM (Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği) kurulmuştur. “Eğitimli gazeteci – sağlıklı haber” anlayışı içerisinde kurulan derneğin amaçları; eğitim ve sağlık alanında haberciliğin kalitesinin arttırılması, mesleki dayanışma, halkın doğru bilgilendirilmesi ve etik kuralların uygulanmasını sağlamak şeklinde özetlenmektedir (“ESAM Kuruluş Amacı” T.y.).

72

b. Amaç ve Önem Çalışmanın temel amacı, Türkiye’de yayımlanan günlük gazetelerdeki sağlık konulu içerik arasından “organ nakli”ne yer verilen haberlerin içerik analizi uygulamasına dayalı olarak betimlenmesi ve meslek ahlak ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmesidir. Bu kapsamda; Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesinde “Yetkilinin, hastanın veya yakınının izni olmaksızın hastane ve benzeri kurumlarda hiç bir yolla ses ve görüntü alınmamalıdır”; Dünya Sağlık Örgütü’nün Moskova’da düzenlediği “Sağlık İçin İletişim” konulu toplantının sonuç bildirisinde de “Özel hayatı ve acıları haber yapma.” ve Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunda yer alan “akraba dışı nakillerde hekimler, donör ve alıcının adını açıklayamaz” ilkeleri ölçüt olarak alınmıştır. Bu bağlamda çalışmada şu alt sorulara yanıt aranmaktadır

- Organ nakli/bağışı ifadelerinin tonu nasıldır? - Haberler, yayın organı içerisinde nasıl bir önemlilik derecesine sahiptir?

- Haberlerin menşei nedir? - Haberlerde bilgi/haber kaynakları kimlerdir?

- Haberlerde işlenen temalar/konular nelerdir? - Hastalık öyküsü anlatımında dikkat çeken hususlar nelerdir?

- Meslek ahlak ilkeleri çerçevesinde içerik analizi verileri nasıl değerlendirilebilir? Özellikle alıcı ve vericinin (donör) isimlerinin açıklanmasının, bu kişilerin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyeceği görüşü tıp dünyasında kabul görmesine karşın medyada yer alan haberlerde ne ölçüde dikkat edildiğinin belirlenebilmesi açısından hazırlanan çalışma önem taşımaktadır.

8. YÖNTEM VE SINIRLILIKLAR

İçerik analizini ilk defa sistemleştiren Berelson, onu, “iletişimin belirgin içeriğinin objektif, sistematik ve niceliksel tanımlarını yapan bir araştırma tekniği” diye tanımlamıştır (Gökçe 2006, s.35). Günümüzde ise içerik analizinin en kapsayıcı tanımı olduğu belirtilen Merten’in tanımına göre içerik analizi “sosyal gerçeğin belirgin içeriklerinin özelliklerinden, içeriğin belirgin olmayan özellikleri hakkında çıkarımlar yapmak yoluyla sosyal gerçeği araştıran bir yöntem” olarak ifade edilmektedir (aktaran Gökçe 2006, s. 18).

Çalışmada medya içeriği, Türkiye’de yayımlanan yaygın, bölgesel ve yerel gazetelerin 1 Ocak- 31 Aralık 2010 tarihleri arasında sayıları ile sınırlandırılmıştır. Bu tarih ve yayın türlerinin seçilmesinde yürütülmekte olan “Türkiye’de Sağlık Konulu Yayıncılık İlkelerinin Belirlenmesi” başlıklı TUBİTAK ve Anadolu Üniversitesi destekli proje için toplanan verilerden yararlanılacak olması etkili olmuştur. Söz konusu projede yayın içeriklerine İnterpress medya takip şirketi aracılığıyla erişilmiştir. Yayın içeriklerinde “organ nakli” anahtar kelimesi ile yapılan tarama sonucunda içerisinde anahtar sözcüklerin geçtiği 3019 metine ulaşılmıştır. Bu metinlerin 148’inin dergi ve 2871’inin gazetede yer aldığı belirlenmiştir. Gazeteler içerisinde ise 82’sinin köşe yazısı, 2787’sinin haber ve 2’sinin mükerrer haber olduğu görülmüştür. Yapılacak olan içerik analizine konu edilmek üzere tespit edilen 2787 haber içerisinden, yaygın gazetelerde yer alan 806 haber seçilmiştir. Yaygın gazetelerde yer alan haberler içerisinden; magazin, kültür, ekonomi, reklam vb.

73

içerikli 209 haber organ nakli haberi olarak değerlendirilmemiş, buna karşın organ nakli ile ilgili bilgi veren, hasta hikâyelerinin anlatıldığı 597 haber “organ nakli haberi” olarak nitelendirilmiştir. Verinin kapsamı göz önüne alındığında içerik analizi örneklem alınarak gerçekleştirilmiştir. Evren dikkate alınarak, belirlenecek ola örneklemde %5 kesinlik seviyesine ulaşmak için alınması için gerekli olan örneklem sayısı 234 olarak belirlenmiştir. Örneklem seçiminde sistematik rassal örneklem yöntemi uygulanmıştır. Necla Çömlekçi (2001; 90-91) sistematik örneklem tekniğinin, rassal örnekleme birimlerinin seçimini ve gözlemini kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Sistematik rassal örnekleme belirleme yöntemini ise şu şekilde açıklamaktadır: “N tane birimden oluşan araştırma evreni, N/n niceliğine en yakın olan c genişliğinde aralıklara bölünür ve ilk aralıktan rassal olarak bir örnekleme birimi başlangıç noktası olarak seçilir. Bu ilk aralıktaki birim ve bu birimi izleyen her bir c’inci birim örnekleme alınır.” Yapılan çalışmada da ilk olarak tüm haberler karıştırılmış, N/n=2,5 olarak hesaplanarak örneklemi oluşturan 256 haberler seçilmiştir. Evren içerisinden seçilen örneklem büyüklüğü ile ulaşılan örneklem güvenirliği ise %4,6 olarak hesaplanmıştır. Belirlenen örneklemde, amaç sorular doğrultusunda 13 ana kategori ve 116 alt kategori oluşturulmuş ve içerik analizi uygulanmıştır. Çalışmada içerik analizi kodlaması ilk olarak iki doktora öğrencisi tarafından birbirinden bağımsız olarak gerçekleştirilmiş ve kodlayıcılar arası güvenirlik %84 olarak belirlenmiştir. Araştırmacıların ortak görüşü çerçevesinde her bir haber ayrı ayrı tartışılarak daha sonra üçüncü bir kodlama gerçekleştirilmiş veriler bu ortak ve son kodlama üzerinden değerlendirilmiştir. Frekans dağılımları ve çapraz tabloları alınan veriler, toplamda en az 5 kez değinilmiş olan kategoriler bağlamında tablolaştırılmış ve daha az değerdeki kategoriler “diğer” kategorisinde birleştirilmiştir.

9. BULGULAR Çalışma kapsamında yaygın gazetelerde yayınlanan ve içerik analizi uygulamasına konu edilen 256 habere ilişkin bulgular alt başlıklar halinde şu şekilde açıklanabilir

3.1 Organ Nakli/Bağışı İfadeleri ve Tonu Yapılan içerik analizinde ilk olarak haberlerin içeriğine bakılmış ve incelenen haberlerin yarıya yakının (n=120; % 46,9) organ nakli ile ilgili olduğu belirlenmiştir. Bunun yanı sıra organ bağışı ile ilgili olan haberlerin oranı %19,5 (n=50) ve hem organ nakli hem de organ bağışı ile ilgili olan haberlerin oranı%33,6 (n=86)’dır. Bir organ naklinin gerçekleşebilmesi için yapılan bağışlar kadavradan veya canlı vericiden olabilmektedir. Canlı vericiden gerçekleşen organ nakilleri ise eş, çocuk veya kan bağı olan akrabalardan veya kan bağı olmayan kişilerden geçekleşebilmektedir. Özellikle son yıllarda kan ve dokunun uygun bulunması halinde anlaşmalı olarak akraba dışındaki kişiler arasında geçekleştirilen çapraz nakiller de geçekleştirilmektedir. İncelenen haberlere konu olan nakil türlerinden kadavradan gerçekleştirilen nakiller %34,9 (n=97) ile ilk sırada gelmektedir. Bunu eşit oranda (%20’şer) ile aile içi ve aile dışı nakiller takip etmektedir. Çapraz nakiller ise %4 ile son sıra sırada yer almaktadır.

Nakli gerçekleştirilen organ türüne göre haberler incelendiğinde ilk sırayı böbrek naklinin aldığı (%39,5) belirlenmiştir. Devamında %18,2 ile karaciğer nakli, %5,8 ile kalp nakli, %4,2 ile kök

74

hücre nakli ve %2,1 ile göz /kornea nakli haberleri izlemektedir. Bu dağılım da “böbrek nakli”ni konu alan haberler üzerine yapılan çalışmaların yaygın olmasını açıklar niteliktedir. İncelenen haberlerde “organ nakli” sözünün tonu kullanım şekline göre pozitif (olumlayan, kabul eden, doğrulayan, öven), negatif (organ nakli/bağışı sayısının yetersizliği, yaşanan sıkıntıları, yetersizlikleri öne çıkaran, eleştiren) ve nötr olmak üzere üç ayrı biçimde değerlendirilmiştir. Yapılan bu değerlendirmeye göre; yaygın gazetelerde yer alan haberler organ nakli/bağışını %73,8’i pozitif, %16’sı negatif ve %10,2’si nötr olarak sayfalarına taşımışlardır.

3.2 Yazıların Önemlilik Derecesi Çalışmada haberlere gazetelerin vermiş olduğu önem; yayınlanmış olduğu sayfa ve okunabilirlik önceliğine göre haberin konumu temel alınarak değerlendirilmiştir. Buna göre organ nakli /bağışı haberleri çok büyük oranda (%84) iç sayfalarda yer almaktadır. Vitrin sayfası olarak nitelendirilen ilk sayfada yer alan haberlerin oranı ise çok düşük (%2,3) kalmaktadır. Aynı zamanda haberler sadece ilk sayfada değil iç sayfalarda da devam eden yazılar şeklinde sunulmuştur. İncelenen organ nakli haberlerinin sür manşet ve manşette olma durumunun eşit olduğu (n=3; %1,2) ve %44,9’unun da iç sayfalarda ve konum olarak üstte olduğu belirlenmiştir. Buradan hareketle incelenen haberlerin yarısının gazeteler tarafından önemli olarak kabul edildiği söylenebilir. Ancak vitrin sayfası olan ilk sayfaya taşımaya değer görülen haberlerin sayısı 6’da kalmıştır.

Tablo1. Haberlerin konumu ve tonu

Pozitif Negatif Nötr Toplam % Üst 88 17 10 115 44,9 Orta 53 15 9 77 30,1 Alt 44 6 7 57 22,3 Sürmanşet 2 1 0 3 1,2 Manşet 1 2 0 3 1,2 Tam sayfa 1 0 0 1 0,4 Toplam 189 41 26 256 100

3.3 Yazıların Menşei İncelenen haberlerin yarısından fazlasının menşei belirtilmemiş veya kurumun kendisi olarak görülmektedir (n=137, %55,5). Muhabirin adıyla verilmiş olan haber sayısı 56 (%21,9)’dır. Haber ajanslarına göre haberlerin dağılımı ise şu şekildedir: Anadolu Ajansı 29 haber (%11,3), Doğan Haber Ajansı 13 haber (%5,1), İhlas Haber Ajansı 8 haber (%3,1) ve Cihan Haber Ajansı 2 haber (%0,8). Bunun yanı sıra sadece 11 haberin (%4,3) dış haberler servisi tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Haberin tonuna göre bir değerlendirme yapıldığında genel itibariyle haberlerin olumlu anlam içerecek şekilde sunulduğu söylenebilmektedir. Dikkat çekici olan husus ise negatif anlam içeren haberlerin yarıdan fazlasının (n=21; %8,2) menşei belirtilmeden sunulmuş olmasıdır. Muhabirlerin adı ile sunulan haberlerde bu oran birden bire azalmaktadır (n=8; %3,1). Haberlerine en çok yer verilen ajans olan Anadolu Ajansında ise negatif sunun en alt düzeydedir (n=1; %0,4).

75

Tablo2. Haberlerin Menşei ve Tonu

Pozitif Negatif Nötr Toplam % Belirtilmemiş / kurumun kendisi

103 21 13 137 53,5

Muhabirin Adı 42 8 6 56 21,9 Anadolu Ajansı (AA) 23 1 5 29 11,3 Doğan Haber Ajansı (DHA) 8 4 1 13 5,1 Dış Haberler 4 7 0 11 4,3 İhlas Haber Ajansı (İHA) 8 0 0 8 3,1 Cihan Haber Ajansı (CHA) 1 0 1 2 0,8

Toplam 189 41 26 256 100

3.4.Bilgi ve Haber Kaynakları Haberde geçen bilgi ve haber kaynaklarına ilişkin kodlamada, kaynak olarak gösterilen ve öne çıkan üç kaynak, toplam 19 farklı alt kategoride kodlanmış ve toplamda en az beş kez değinilmiş olan kategoriler Tablo 3’de sunulmuştur. Buna göre diğer başlığı şu kategorileri kapsamaktadır: Yerli araştırma kurumu veya temsilcisi (n=6; %1,6), diğer STK / dernek veya temsilcisi (n=3; %0,8), yerel yönetim temsilcisi (n=2; %0,5), tabipler birliği / derneği veya temsilcisi (n=2; %0,5) ve yerli yayın (n=1; %0,3).

Haber kaynağı olarak en çok atıfta bulunulan kişi doktorlardır (n=100; 26,9). Haber kaynağı olan doktorlardan ise 38’i (%10,2) bizzat nakli gerçekleştirmiş olan doktorlardır. Doktorlardan sonra haber kaynağı olarak en çok başvurulan kişiler hastaların kendisi yani alıcılar (n=54; %14,5), hasta yakınları (n=32; %8,5), donörler (n=23; %6,1) olmuştur. Asıl dikkat çekici nokta ise organ naklinin anlatıldığı haberlerin 42’sinde (%11,3) hiçbir haber kaynağının yer almamış olmasıdır.

76

Tablo3. Bilgi ve Haber Kaynakları ile Yazıların Tonu

Pozitif Negatif Nötr Toplam % Doktor 76 16 8 100 26,9 Hasta (Alıcı) 42 8 4 54 14,5 Belirtilmemiş / Yok 28 7 7 42 11,3 Hasta Yakını 25 6 1 32 8,5 Organ Doku Nakli Merkezi /Temsilcisi

14 5 8 27 7,1

Donör 19 4 0 23 6,1 Sağlık Bakanlığı / Temsilcisi 16 2 0 18 4,7 Organ Nakli Koordinatörü 13 2 1 16 4,2 Diğer haber kaynakları 4 2 4 10 2,5 Yabancı Yayın 6 1 1 8 2,1 Hastane Yöneticisi 8 0 0 8 2,1 Hasta Yakınları Derneği / Temsilcisi

0 7 0 7 1,8

İl Sağlık Müdürlüğü / Temsilcisi

5 1 1 7 1,8

Yerli Araştırma Kurumu / Temsilcisi

6 0 0 6 1,5

Organ Nakli Derneği / Temsilcisi

5 1 0 6 1,5

Diğer 10 2,0 2,0 14,0 3,4 Toplam 277 64 37 378 100

Haberin tonu itibariyle haber kaynaklarını değerlendirildiğimizde; organ nakli haberlerini olumlayan haber kaynaklarının %20,4 ile doktorlar olduğu görülmektedir. Benzer şekilde organ nakli ile ilgili kaynaklık yapan hastalar (%2,2) ve hasta yakınları (%1,6) tarafından düşük oranlarda olsa bile eleştirel tonda ifadeler haberlerde yer almaktadır. Kaynak belirtilmemiş olan haberlerde de eşit oranda (%1,9) olumsuz ve nötr ifadeler yer almıştır.

3.5. Yazılarda İşlenen Temalar/Konu Haberde işlenen konular/temalara ilişkin kodlamada öne çıkan üç tema/konu, toplam 19 farklı alt kategoride kodlanmış ve toplamda en az beş kez değinilmiş olan kategoriler Tablo 4’de sunulmuştur. Beşin altında geçekleştirilen değinmeler diğer kategorisi altında toplanmıştır. Buna göre diğer başlığı şu kategorileri kapsamaktadır: Diğer konular (n=8; %1,5), nakil hastalarının eğitimi (n=2; %0,4), organ nakli enstitüsü kurulması(n=2; %0,4), bilimsel araştırma (n=1; %0,2), Sağlık Bakanlığının uygulamaları (n=1; %0,2). Haberlerde en çok değinilen tema/konu organ nakli ile ilgili verilen genel bilgiler olmuştur (n=168; %31,3). Bu konu başlığını, daha çok hastanın yaşadıkları veya başından geçen olayları merkeze alan anlatıma sahip başıklar, nakil süreci (n=80; %14,9) ve hastanın öyküsü (n=64; 11,9) izlemiştir. Sayısal verilerin üzerinde durulduğu nakil/bağış/hasta sayısı/oranı konulu haberler (n=41; %7,6),

77

yasal düzenlemeler (n=26; %4,8) ve aynı oranda (n=21; %3,9) beyin ölümü-organ bağışı ilişkisi ve uygun organ nakli beklentisi konuları izlemiştir.

Tablo4. Haberlerin Teması ve Tonu

Pozitif Negatif Nötr Toplam % Genel Bilgi 113 33 22 168 31,3 Nakil Süreci 67 8 5 80 14,9 Hastanın Öyküsü 57 3 4 64 11,9 Nakil/Bağış/Hasta Sayısı/Oranı

30 5 6 41 7,6 Yasal Düzenlemeler 13 5 8 26 4,8 Beyin Ölümü-Organ Bağışı İlişkisi

21 0 0 21 3,9

Uygun Organ Nakli Beklentisi 12 6 3 21 3,9

Sağlık Kurulusunun Başarısı 19 1 0 20 3,7 Buluş/Yöntem/Teknik vb. 17 2 0 19 3,5 Kampanya/Etkinlik 13 3 2 18 3,3 Organ Ticareti/Mafyası 4 7 4 15 2,8 Nakilde/Bağışta Artış veya Azalış

7 5 0 12 2,2

Tıbbi Yatırım 6 0 2 8 1,5 Hastanın Maddi Sıkıntısı 5 1 0 6 1,1 Organ Nakli/Bağışının Dini Boyutu

4 0 1 5 0,9

Diğer 7 6 1 14 2,7 Toplam 395 85 58 538 100

Haberin tonu göz önüne alındığında; Yasal düzenlemeler ve nakil/bağış/hasta sayısı/oranı ile ilgili haberler hem aynı oranda (%0,9) eleştirel olarak aktarılmış hem de yakın oranlarda (%1,5 ve %1,1) tarafsız olarak aktarılmıştır. Eleştirel mahiyetteki negatif tonlamalar ise genel bilgi (%6,1) dışında nakil süreci (%1,5) ve organ mafyası/ticareti (%1,3) konularıyla ilgilidir. Genel olarak değerlendirdiğimizde ise konuların olumlu bir yaklaşımla gazetelerde yer aldığını söylemek mümkündür.

3.6. Hastalık Öyküsü Anlatımı Hastalık öyküsünün sunumu incelenirken, haberde kullanılan dil ve üslup, alıcı-vericiden en az birinin isimlerinin açık olarak belirtilip belirtilmediği, alıcı-vericiden en az birinin fotoğrafının haber metni içerisinde kullanılıp kullanılmadığı ve haber anlatımında kullanılan ifadelerin neler olduğu değerlendirilmiştir.

78

Haberlerin yarısından fazlası (n=228; %52,7) bilgilendirici metinlerdir. Öyküleyici bir dille (n=53; %12,2) ve takdir edici üslupla (n=52; %12) aktarılan haberlerin eşit oranda yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Duygusal bir üslupla anlatılan haberlerin sayısı ise 46 (%10,6)’dır. Organ nakli haberleri içinde benzer durum söz konusudur. İncelenen haberlerin yarıdan fazlasında (%53,1) alıcı veya vericiden herhangi birisinin isimleri, yarısında ise alıcı veya vericiden herhangi birisinin fotoğrafı yer almaktadır. Alıcı-vericiden en az birinin isimi yer alan 113 haberde ve fotoğrafı yer alan 108 metinde haberin tonu olumlu ve organ naklini/bağışını destekler niteliktedir.

Aynı zamanda haberlerde isim-fotoğraf, haber kaynağı ve nakil türü ilişkisi incelendiğinde elde edilen bulgular şu şekildedir: Nakli gerçekleştiren doktorlar %58,3 oranında kadavradan gerçekleştiren nakillerde ve %37,5 oranında da aile içi (akrabalar arası) nakillerde alıcı veya vericinin isimlerini açıkça belirtmektedir. Nakli gerçekleştiren doktorların haber kaynağı olduğu alıcı veya vericinin fotoğrafının yer aldığı haberlerin %45,5’inde kadavradan gerçekleştiren nakiller ve %37,5’inde aile içi (akrabalar arası) nakiller söz konusudur. Aile içi organ nakli haberlerinde %53,1 oranında hastanın kendisi, kadavradan gerçekleştirilen organ nakli haberlerinde ise %83,3 oranında hasta yakınlarının isimleri haber kaynağı olarak açıkça belirtilmektedir. Benzer durum fotoğraflar içinde geçerlidir. Aile içi organ nakli haberlerinde %35 oranında hastanın kendisinin, kadavradan gerçekleştirilen organ nakli haberlerinde ise %77,8 oranında hasta yakınlarının fotoğrafı yer almaktadır. Haber anlatımında kullanılan ifadeler açısından yapılan incelemede, toplam 20 farklı alt kategoride toplanarak kodlanmış ve toplamda en az beş kez değinilmiş olan kategoriler Tablo 5’de sunulmuştur. Buna göre diğer şu kategorileri kapsamaktadır: Diğer ifadeler (n=11; %3,4), onunla tanışmak istiyorum (n=4; %1,2), (donör’e) hayatimi borçluyum (n=3; %0,9), örnek olmak istedim (n=3; %0,9), organları toprak olmasın(n=2; %0,6), o (alıcı) artık benim de evladım (n=1; %0,3), çektiğimiz acılar son bulacak (n=1; %0,3), verilen organla islenen günah benim midir? (n=1; %0,3).

79

Tablo5. Hastalık öyküsünün anlatımında kullanılan ifadeler ve haberin tonu

Pozitif Negatif Nötr Toplam % Yok-belirtilmemiş 59 23 14 96 29,4 Hayatını kurtardı 31 4 3 38 11,6 Türkiye’de bir ilk / ilk kez yapılan nakil 24 1 1 26 8 Organ nakliyle …’den kurtuldu 22 2 1 25 7,6 Organları umut oldu 16 4 1 21 6,4

…’e minnettarız/ hakkını ödeyemem / Allah onlardan razı olsun /

20 0 0 20 6,2

Organ bağışlamaktan kimse korkmasın 9 7 3 19 5,8 (Evladım/annem/babam) artık onda yasayacak/ Benim evladım öldü, başka evlatlar yaşayacak/ Ondan bir parça yaşayacak / Onlar benim ikinci ailem

14 1 2 17 5,2

(Böbreğimi) seve seve veririm/ Ben ona (alıcı) canımı veririm / Hiç tereddüt etmedim

17 0 0 17 5,2

Nakil yapılan en genç /yaşlı hasta 9 0 0 9 2,8 (organ bağışlayarak) kişilere hayat verebiliriz

6 1 0 7 2,1

Nakil hayat uzatıyor 6 0 0 6 1,8 Diğer 22 2 2 26 7,9 Toplam 255 45 27 327 100

Hastalık öyküsünün anlatımında alıcı, verici veya hasta yakınının ifadelerinin yer almadığı haberlerin oranı %29,9 (n=96) iken, en çok (n=38; %11,6) bağışlanan ve nakli yapılan organla alıcının “hayatını kurtardı/ hayat verdi/ hayat tutunmasını sağladı/ canına can kattı” ifadeleri kullanılmıştır. Gerçekleştirilen nakil işleminin Türkiye’de ilk kez gerçekleştirildiğini anlatan ifadeler (n=36; 8), nakille hastalıktan kurtulduğunu anlatan “organ nakliyle …’den kurtuldu / …’i yendi” ifadeleri (n=25; %7,6) sıklıkla kullanıldığı belirlenen diğer ifadeleridir. “Organları umut oldu / organ bağışlanırsa hayata tutunabilecek / … kişiye can olacak organlar” (n=21;%6,4), “(donöre) minnettarız /hakkını ödeyemem /Allah onlardan razı olsun” (n=20; %6,2), “organ bağışlamaktan kimse korkmasın /insanların korkuları giderilsin /bilinçlendirilsin” (n=19; %5,8), “(evladım /annem /babam) artık onda yaşayacak / benim evladım öldü, başka evlatlar yaşayacak / ondan bir parça yaşayacak / onlar benim ikinci ailem” ve “(böbreğimi) seve seve veririm / ben ona (alıcı) canımı veririm / Hiç tereddüt etmedim” (n=17; %5,2) ifadeleri yakın oranlarda haber metinlerinde kullanılmıştır.

80

10. SONUÇ ve ÖNERİ İncelenen 256 haberin %73,8’i organ naklini olumlayan, kabul eden, doğrulayan ve öven nitelikte kullanıldığı; %16’sının ise organ nakli/bağışı sayısının yetersizliği, yaşanan sıkıntıları öne çıkaran, eleştiren nitelikte olduğu saptanmıştır. Bu bağlamda da basının organ nakli konusundaki tutumunun geçmiş yıllara göre daha olumlu ve teşvik edici olduğunu söylemek mümkündür (www.hurriyet.com.tr). Ancak vitrin sayfası olan ilk sayfaya taşımaya değer görülen haber sayısının %2,3’te kalmış olması, gerek muhabir, gerek köşe yazarları ve gazete yöneticilerinin “organ nakli” konusuna daha fazla özen göstermeleri gerektiğini düşündürmektedir.

Genel itibariyle haberlerin olumlu anlam içerecek şekilde sunulmasına karşın, negatif tonlu yazılarda farklı olarak olumsuz anlam içeren haberlerin yarıdan fazlasının (n=21; %8,2) menşei belirtilmemiştir. Aynı zamanda muhabirlerin adı ile sunulan haberlerde oranın %3,1’e kadar düştüğü de görülmektedir. Ayrıca, organ naklinin anlatıldığı haberlerin %11,3’ünde hiçbir haber kaynağının yer almamış olması o haberin güvenirliliğinin bir kez daha sorgulanması gerektiğini vurgular niteliktedir.

Bir haberlerde kullanılan fotoğraflar her zaman için haber metnini destekler ve tamamlar nitelikte olmalıdır. Ancak, habere kaynaklık eden kişilerin veya habere konu olan kişilerin isim veya fotoğraflarının metin içerisinde yer almasını sınırlandıran bazı durumlarda mevcuttur. Örneğin, basın ahlak ilkelerinden mahremiyet ve güvenlik. Bu sınırlandırma sadece basın ahlak ilkeleriyle kalmamakta, habere konu olan olay, kaynak kişinin konumu/görevinden kaynaklanan sınırlamalar da olabilmektedir. İncelenen haberlerde, nakli gerçekleştiren doktorlar kadavradan gerçekleştiren nakillerde %58,3 oranında ve aile içi (akrabalar arası) nakillerde de %37,5 oranında alıcı veya vericinin isimlerini açıkça belirtmektedir. Dolayısıyla, bu durum tıbbi etik ilkelerinden biri olan Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanunda yer alan “akraba dışı nakillerde hekimler, donör ve alıcının adını açıklayamaz” ifadesinin çiğnenmesi şeklinde yorumlanabilecek niteliktedir. Sonuç olarak çalışmada ölçüt olarak alınan, görüntü alınması, özel hayatın ve acıların haber yapılamaması, akraba dışı nakillerde hekimler, donör ve alıcının adını açıklanmaması ile ilgili düzenlemelerin temel alınarak haberlerin incelendiği bu çalışmada belirtilen düzenlemelerin dışında haberler hazırlandığı belirlenmiştir. Donörün, özellikle de beyin ölümü gerçekleşmiş olan bir donörün, ailesinin daha ölümü kabullenemeden, verilen organla donör olan kişinin yaşamaya devam ettiği düşüncesine kapılması ve bu şekilde davranmasının kişilerde çok büyük travmalar yaratacağı kaçınılmazdır. Bu nedenle sağlık haberi yapan muhabirlerin ve haber kaynağı olan kişilerin alanlarındaki etik kuralları düzenleyen bildirgeleri dikkate almakla yükümlü olduğu düşünülmektedir. Bu kadar hassas bir durumda kitle iletişim araçları ile yapılacak olan yayınların daha hassas olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, bu tür haberlerin yapılmasında sağlık haberciliği eğitimi almış kişilerin görevlendirilmesi gerekmektedir. Aynı zamanda ve de daha önemlisi sağlık haberciliği adına uyulması gerekli olan meslek etik ilkelerinin içerisinde “organ nakli” başlığı özelinde nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair etik ilkeler belirlenmeli ve benimsenmelidir.

81

KAYNAKÇA

Akış, M. vd. (2008). Süleyman Demirel Üniversitesi Personelinin Organ-Doku Bağışı Ve Nakli Hakkındaki Bilgi ve Tutumları, Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 15(4)/ 28-33

Aktan, Ö. A. (2008). “Medyadaki kirliliğin suçluları kim?” http://www.toplumsagligi.com /PageContenPopup.aspx ?Id=648. [07.03.2011].

Bulun, M.F., Demirbaş M. ve Kapıcıoğlu İ.S. (T.y.) Koruyucu Sağlık Hizmetlerinde Bilişim Teknolojileri Kullanımının Önemi, http://ab.org.tr/ab02/tammetin/57.doc, [15.08.2010].

Çelik F (1 Ekim 2006) “Sağlık Haberciliği ve Hekimler”, http://www.sagliginsesi.com/author_article_detail.php?id=1054, [30.07.2010].

Çömlekçi, N. (2001). Bilimsel araştırma yöntemi ve istatistiksel anlamlılık sınamaları. Bilim Teknik Yayınevi. Eskişehir.

Duda, H.Ü., (2011). Böbrek Nakli ve Medyanın Yaklaşımı, 13. Ulusal Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Kongresi, 18-22Mayıs2011, http://www.turkhipertansiyon.org/ kongre 2011/ salon_1/2011-05-21/10.10/hilal_unalmis _duda/hilal_unalmis_duda.pdf [13.01.2012].

Feeley, T.H. (2007). College students’ knowledge, attitudes, and behaviors regarding organ donation: An integrated review. Journal of Applied Social Psychology, 37(2): 243–271.

Gökçe, O (2006). İçerik Analizi Kuramsal ve Pratik Bilgiler. Siyasal Kitabevi. Ankara.

Göz, F. ve ŞALK GÜRELLİ, Ş. (2007) Yoğun Bakım Hemşirelerinin Organ Bağışı İle İlgili Düşünceleri, Fırat Sağlık Hizmetleri Dergisi, Cilt:2, Sayı:5, 77-88.

Harrison, T. R. vd. (2008). “The challenges of social marketing of organ donation: news and entertainment coverage of doantion and transplantation”, Health Marketing Quarterly, 25(1/2).

İne, N. (2006). Böbrek Nakli, http://www.denizce.com/bobreknakli.asp [02.04.2012].

İşak, K. B. (Eylül 2008). Hürriyet Gazetesi’nde sağlık haberciliği konusunda bir içerik analizi. Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir, Anadolu Üniversitesi.

Kılıçoğlu, A. (1991). Organ Nakli ve Doku Alınmasının Hukuksal Yönleri, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1991/2, 246-265.

Koçak Süren, Ö. (2007) Organ ve Doku Naklinin Yasal ve Etik Açıdan İncelenmesi, TBB Dergisi, Sayı 73, 174-195

Kumbasar, B. (2006). İstanbul’da yayımlanan gazetelerde sağlık haberleri.” Yüksek Lisans Tezi. Marmara Üniversitesi, İstanbul.

82

Larsson, A. vd. (2001). “Journalists and Doctors: Different Aims, Similar Constraints”. http://www.mediawise.org.uk/wp-content/uploads/2011/04/Survey-on-health-reporting.pdf [30.03.2013].

Larsson, A. vd. (2003). “Medical Messages in the Media-Barries and Solutions to İmproving Medical Journalism”. Blackwell Publishing Ltd 2003 Health Expectations, 6, pp.323–331http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1046/j.1369-7625.2003.00228.x/pdf [20.03.2012].

Matesanz, R. (2002). Organ Donation,Ttransplantation, and Mass Media. Transplantation Proceedings 35: 987–989.

Morgan, S. E. and T. Cannon. (2003). African Americans’ knowledge about organ donation: Closing the gap with more effective persuasive message strategies. Journal of the National Medical Association, 95(11): 1066–1071.

Özçürümez, G., Tanrıverdi N. ve Zileli L. (2003). Böbrek Transplantasyonu ve Psikiyatri, Klinik Psikiyatri Dergisi, 6:225-234.

Özdag, N. (2011). Organ Nakli Ve Bağışına Toplumun Bakışı. Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 2001, 5 (2), 46-55

Parlak, Ş. (2009). Organ Bağışı ve Organ Naklinde Ortay Çıkan Sorunlar, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 2009/83, 189- 222.

Şahinoğlu, S. ve Baykara, G. (2011). “Bir Gazetenin Sağlık Haberlerinin Sağlık/Hastalık Çerçevesinde İncelenmesi”. Lokman Hekim Journal, 1 (2): 11-15

“Aile bağışladıkları organları geri istedi”, http://www.haber7.com/haber/20120329/Aile-bagisladiklari-organlari-geri-istedi.php [01.04.2012].

“Aile bağışladıkları organları geri istedi”, http://www.sabah.com.tr/Yasam/2012/03/29/aile-bagisladiklari-organlari-geri-istedi [01.04.2012].

“Eğitim ve sağlık muhabirleri derneği etik ilkeleri”, (T.y.). Şu adreste erişilmiştir: http://www.esamder.org.tr/etik.asp

“ESAM Kuruluş Amacı”. (T.y.)., Şu adreste erişilmiştir : http://www.esamder.org.tr

“Hipokondriyazis”, http://www.alikemalgogus.com/index.php/somatoformbozukluklar/hipo kondriyazis [23.03.2012].

“Organ nakli haberleri gençleri etkiliyor” (2012) http://kisiselbakim.milliyet.com.tr/organ-nakli-haberleri-genclerietkiliyor/saglikurunleri/haberdetay/25.02.2012/1507677/default.htm?ref=milliyet_anasayfa [02.04.2012].

“Organ Nakli Hakkında” http://www.tond.org.tr/tr/ [23.03.2012].

83

“Organ Naklinin Psikolojik Yönleri” http://www.saglikkitabi.org/organ-naklinin-psikolojik-yonleri [05.03.2012].

“Organ Ve Doku Alınması, Saklanması Ve Nakli Hakkında Kanun”, http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/ 526.html

“Organik Beyin Sendromu”, http://www.epilepsiveben.com/organik_beyin_sendromu _kafa_travmas %C4%B1 [23.03.2012].

“Türk Tabipleri Birliği Organ Aktarımlarına İlişkin Etik Bildirge”, içinde: Türk Tabipleri Birliği Etik Bildirgeleri, Türk Tabipleri Birliği Yayınları, 2010, Ankara.

“Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”, (T.y.). Şu adreste erişilmiştir: http://www.tgc.org.tr/bildirge.html

http://arama.hurriyet.com.tr/arama.aspx?t=organ+nakli [26.03.2012].

84

85

GELİRİN TESPİTİ VE VERGİLENDİRİLMESİ:

SAFİ ARTIŞ TEORİSİ, KAYNAK TEORİSİ

M.Reşit DİNÇER

M.Hakan KALELİOĞLU

ÖZET

Devletler, temel fonksiyonlarını yerine getirmek, kendisini oluşturan bireylere hizmet sunmak için milli egemenliğin önemli unsurlarından bir tanesi olan vergi enstrümanını mali, ekonomik ve sosyal politikalara uygun olarak kullanmak isterler. Vergi, devletin ekonomik ve sosyal hayata müdahalesinin bir aracı olarak karşılıksız, cebri ve parasal olarak aldığı bir paydır. Günümüz vergi sistemleri içerisinde yer alan vergilendirilecek ekonomik kaynaklardan biri de "gelir"dir. Özellikle teoride gelir, hem vergi ödeme gücü açısından hem de ekonomik akım ifade eden bir yapıya sahip olduğu için vergileme açısından en fazla kabul gören konu olmuştur. Gelirin vergilendirilmesi sistemlerinin oluşumunda en önemli unsur, vergilendirilebilir gelir kavramına yaklaşım açısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, vergilendirmeye esas alınacak gelirin tanımlanması kritik öneme sahip olup, bu konu gerek vergi teorisinde, gerekse uygulamada tartışmalara yol açmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Gelir, Vergi, Net artış teorisi, Safi artış teorisi, Kaynak teorisi.

DEFINTION AND TAXATION OF INCOME: NET INCREASE THEORY, RESOURCE THEORY

ABSTRACT

States want to use the tax instrument, which is one of the most important component of the national sovereignty, in accordance with financial, economical and social policies, to fulfill their basic functions and to serve people composing itself. Tax is a gratuitous, compulsory and monetary share that states collect as a tool of intervention to economic and social life. One of the taxable economic resource within the contemporary tax systems is “income”. Especially in theory, income has been the most accepted subject in taxation, in terms of both ability to pay taxes and to embody structure of economic current. The perspective of taxable income concept appears as the most important element in formation of the income taxation systems. Therefore, the definition of the taxable income has critical importance and this subject brings out debates both in taxation theory and in its practices. Keywords: Income, Tax, Net increase theory, Simple increase theory, Resource theory.

Sayıştay Uzman Denetçisi - Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Maliye ABD, Doktora Öğrencisi. Sayıştay Uzman Denetçisi - Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme ABD, Doktora Öğrencisi.

86

1. GİRİŞ Ülkemizde gelir vergisi reformunun kaçınılmaz olduğu yıllardır dile getirilen bir konudur. Bu reform sonucu “vergi tabanının genişletilmesi” stratejisinin uygulamaya konulması gerekliliği, buna gerekçe olarak da, adaletsiz ve yüksek oranlı vergi sistemi yanında kayıt dışılığın haksız kazançları beslediği ifade edilmektedir. Toplum halinde yaşamanın bir gerekliliği ve toplumsal yaşamın organizatörü durumundaki devletin, üzerine atfedilen fonksiyonları yerine getirebilmek için başvurmak durumunda olduğu vergilemede, bağlı olması ve uyması beklenen ilkelerin başında adalet ilkesi yani vergiyi herkesten adil bir biçimde toplaması ilkesi gelir. Kayıt dışı ekonomi kavramı ile de yakından alakalı olan bu ilkenin hayata geçirilmesinde vergilenecek gelirin tanımlanması önemli bir husustur. Çalışmada bu çerçeve içinde, bilişim ve iletişim teknolojilerinin günümüzde geldiği seviye de göz önüne alındığında, geniş kapsamlı bir gelir tanımlamasının gereği ve yararı üzerinde durulmaktadır. Devletlerin temel fonksiyonlarını yerine getirmek ve kendisini oluşturan bireylere hizmet sunmak için gelire ihtiyaç duymaları, vergi toplama gerekliliğini doğurmuştur. Vergileme, zaman içinde kamu hizmetleri için gerekli kaynağı sağlama yanında tasarrufu, ekonomik büyümeyi teşvik, gelir dağılımını düzeltme gibi diğer sosyal ve ekonomik amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır. Devletler, mali ve ekonomik politikalarını toplayabilecekleri vergilere göre belirleyebileceklerinden, vergi her dönemde temel politikaların belirlenmesinde önemli bir faktör olmuştur.

Vergi, devletin ekonomik ve sosyal hayata müdahalesinin bir aracı olarak karşılıksız, cebri ve parasal olarak aldığı bir paydır. Devlet bu payı kişilerin ve kurumların gelirlerinden ve servetlerinden alır. Vergi teorisinin temel tartışma noktalarından birisi verginin konusu, bir başka deyişle verginin hangi iktisadi faaliyet sonucunda doğacağı veya doğması gerektiğidir. Günümüz vergi sistemleri içerisinde yer alan vergilendirilecek ekonomik kaynaklardan biri de "gelir"dir. Özellikle teoride gelir, hem vergi ödeme gücü açısından hem de ekonomik akım ifade eden bir yapıya sahip olduğu için vergileme açısından en fazla kabul gören unsur olmuştur.

Vergilendirmede adaleti sağlamak açısından herkesten ödeme gücüne göre vergi alınması, bütün dünyada benimsenen bir ilkedir. Bu bağlamda, ödeme gücünün en önemli göstergeleri olan gelirin tespiti hayati bir önem taşımaktadır.

2. GELİR VE GELİR VERGİSİ KAVRAMLARI Gelir, basit anlamda kişilerin alım gücünde meydana gelen artış olarak kabul edilebilir. Bu niteliği ile gelir, üretim faktörlerinin bir getirisi olabileceği gibi, kişilerin servet unsurlarında meydana gelebilecek değer artışları veya çeşitli transferler yoluyla da oluşabilir.

Genel anlamda, "üretim faktörlerinin üretim sürecine sokulmasının karşılığında elde edilen bir değerler akımı"; olan gelir, "bir kimsenin muayyen bir devre başında ve sonunda aynı zenginlikte kalmak şartıyla o devre içinde tüketebileceği mal ve hizmetlerin toplamı” (Aksoy, 1989: 154) şeklinde de tanımlanmaktadır.

Ekonomik olarak gelir, üretimden tüketim aşamasına kadar geçen ekonomik süreç içerisinde meydana gelen ve para ile ifade edilen kıymetlerdir. Gelir, kişinin ekonomik gücündeki bir

87

artıştır. Bu artış kişinin ekonomik sürece bir ekonomik faktör ile katılımı sonucu olabileceği gibi, bir katılım olmaksızın da meydana gelebilir. Ekonomistler geliri, üretimden tüketim aşamasına kadar geçen ekonomik süreç içerisinde meydana gelen ve para ile ifade edilen kıymetler olarak ifade etmektedir. Bu noktada gelir ile servet arasında bir farklılık ortaya çıkmaktadır. Gelir ile servet arasındaki en belirgin ayırım gelirin akışkan bir değer olmasına rağmen, servetin stok değer olmasıdır. Akış özelliği olan gelir bir haftalık, bir aylık ya da bir yıllık gibi periyodik bir süreçle ilişkilendirilmektedir. Diğer taraftan servet, belli bir zamandan itibaren kişilerin biriktirdiği malvarlıklarını ifade ettiği için stok değerdir ve belli bir zaman aralığına sahip değildir (Lewis, 1984: 145).

Gelir, üretim faktörlerinin üretim sürecine sokulması yolu ile ya da zaman içerisinde kazanılan değerler şeklinde oluşur ve ekonomik güçteki para ile ifade edilebilen bir artışı niteler. Ekonomik güçteki artış, belirli bir süreç içerisinde kişinin tasarruf edilebilir ve harcanabilir para veya para ile ifade edilebilen gücündeki fazlalaşma olup, bunun para ya da para ile ifade edilebilen ekonomik bir değer olması gerekmektedir. Gelirin bir diğer özelliği ise, tasarruf edilebilir veya harcanabilir olmasıdır. Tasarruf edilebilir olma, gelir sahiplerinin gelirlerinin bir kısmının saklayabilme ve satın alma güçlerini gelecekte kullanabilme imkanına sahip olabilmeleridir. Gelirin harcanabilir olması ise, tüketim ya da yatırımlar için satın alma gücü oluşturmasıdır. Bilindiği gibi herkesin ekonomik imkanları ile orantılı vergi ödemesi anlamına gelen ödeme gücü ilkesinin gelir, servet ve harcama olmak üzere üç temel göstergesi vardır. Nitekim günümüzde en rasyonel ve en gerçekçi olan tasnif; gelir, servet ve harcama üzerinde alınan vergiler şeklinde yapılan tasniftir. Hangi tür vergilere daha fazla ağırlık verileceği, ekonomik yapı, iktisadi sistemin işleyişi, iktidarın siyasi anlayışı, baskı grupların etkinlik ve eğilimlerine bağlı olarak değişmektedir. Bununla birlikte ödeme gücüne ulaşmada kullanılan araçlar olarak kabul edilen “en az geçim indirimi, artan oranlılık, ayırma ilkesi” gibi müesseseleri bünyesinde taşıyan gelir vergisi, çağımızın en yaygın, en adil ve en verimli vergisi olarak kabul edilmektedir. Harcama vergileri, şahsileştirilmediği için adil olmayan vergiler kategorisinde yer alırken, servet vergileri ise mali amaçtan ziyade sosyal amaçlarla konulduğu için toplam vergi gelirleri içinde önemli bir yer almamaktadır (Yüce, 1999).

Gelir vergileri, aşağıdaki özellikleri nedeniyle çağdaş vergiler olarak nitelendirilmekte ve vergileme sistemlerinde ön plana çıkan vergi türleri olmaktadır (Bayraklı, 2000):

i. Temel vergi ilkeleri açısından değerlendirilebilecek ve uygulanabilecek uygulama tekniklerine sahiptir,

ii. Yönetimi kolaydır, iii. Sağladığı hasılat yüksektir,

iv. Vergilerin kişiselleştirilebilmesi nedeniyle vergi adaletini sağlayıcı özelliklere sahiptir, v. Adil gelir dağılımının temininde, gelirin yeniden dağılımı gerçekleştirici araçlara sahiptir.

Günümüzde çağdaş vergi sistemlerinin en önemli vergilerini, gelirden alınan vergiler oluşturmaktadır. Geliri vergilendiren iki ayrı vergi türü bulunmaktadır: Gelir vergisi ve kurumlar vergisi. Gelir vergisi, gerçek kişilerin kazanç ve iratlarını, kurumlar vergisi ise, ilke olarak, bir kısım tüzel kişilerin kazançlarını kapsamına alır. Her iki vergi de aynı ekonomik unsuru, yani geliri vergilendirmektedir (Öncel vd., 2000: 235).

88

3. TOPLAM VERGİLENDİRİLEBİLİR GELİRİ BELİRLEYEN TEORİLER Günümüzde dinamik bir kavram olan gelir kavramını ülkeler kendi hukuklarında ve uygulamalarında çeşitli yöntemlerle belirlemeye çalışmaktadırlar. Ülkeler hangi nakit akımlarının gelir olarak değerlendirileceği konusunda, kendi gelir yaklaşımlarına uygun teorik çözümlemeleri de oluşturmuşlardır.

Teoride hangi nakit akımlarının gelir olarak değerlendirileceği konusunda başlıca iki görüş ileri sürülmüştür. Bunlar; kaynak teorisi ve safi artış teorisidir. Günümüzde uygulama alanı bulan bu iki teorinin birbirlerine olan üstünlükleri ise geçmişten günümüze tartışıla gelmiştir.

a) Kaynak Teorisi Kaynak teorisine göre gelir, kişilerin sahip oldukları üretim faktörlerini üretim sürecine sokmaları karşılığında elde ettikleri değerler akımıdır. Bu teoriye göre, üretim faktörlerinden elde edilen değerlerin gelir sayılabilmesi için iki önemli unsurun bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar, belirli bir kaynağa bağlılık ve devamlılıktır. Kaynak teorisi, belli bir üretim faaliyetine katılma sonucu elde edilen ekonomik değerleri gelir olarak kabul eder. Diğer bir deyişle üretim faktörlerinin üretim sürecine sokulması karşılığında o dönem hasılasından sağladıkları payı karşılayan kazanç, gelir sayılmaktadır. Üretim faktörlerinden devamlı bir şekilde elde edilmeyen değerler ise, gelir olarak kabul edilmemektedir (Öncel vd., 2002: 239). Kaynak teorisi, Alman iktisatçılardan Von Hermann tarafından ileri sürülmüş ve daha sonraları Alman vergi hukukçusu Fuisting ve bazı eleştirileri olmakla beraber Adolph Wagner tarafından desteklenmiştir. Bu iktisatçılara göre gelir; belirli bir kaynaktan, üretim faktörlerinin üretim sürecinde yarattıkları düzenli ayni ve nakdi gelirleri ifade etmektedir (Plasscheart, 1977: 536; Aksoy, l991: 358). Herman, Gustav Cohn, Adolph Wagner, Neumann, Philippovich, Schaffle gibi klasik kaynak teorisyenlerine göre eğer gelir, sürekli gelir yaratan bir kaynaktan elde ediliyor ise vergi bakımından ödeme gücünün belirlenmesinde dikkate alınmalı ve gerekiyorsa vergilendirilmelidir (Akdoğan, 1985: 193). Buradaki süreklilik, gelirin arızi ya da geçici olmamasını, yani zaman içerisinde belirli sıklıklarla tekrarlanmasını öngörür. Bu durumda herhangi bir gelir akımı sürekli gelir yaratma özelliğine haiz ise, vergilendirme yoluna gidilecektir. Kaynak teorisi üretim sürecinde, üretim faktörlerinden elde edilen geliri (ücret, faiz, rant ve kar) gelir olarak kabul etmektedir (Edizdoğan vd., 2011: 294).

Gelir nakdi olduğu gibi ayni de olabilmekte, faktör sahiplerince ayni olarak elde edilen değerler bizzat kendi tüketimlerine ayrılmış olunsa bile gelir olarak kabul edilmektedir. Yani bir kimsenin, kendi üretimi üzerinden yaptığı tüketimler (öz tüketim) gelir sayılmaktadır. Kaynağın kendi değerinde meydana gelen artışlar ile üretim fonksiyonuna bağlı olmaksızın elde edilen değerler ve varlıklar (miras, kumar, piyango ve ikramiye gibi) gelir kavramı içine alınmamaktadır. Görüleceği üzere gelir kaynağının değerindeki artışlar da sahiplerine ek harcama gücü verdiği halde gelir kabul edilmemekte; yine, hangi kaynaktan sağlanırsa sağlansın, arızi olarak elde edilen gelirler ile üretim faktörlerinin kullanımı sonucunda oluşmayan transfer niteliğindeki değer akımları (miras, piyango ikramiyeleri, bağışlar vb.) gelir olarak nitelendirilmemektedir (Edizdoğan vd., 2011: 295).

Kaynak teorisinin geliri bu şekilde tanımlaması, bazı eleştirilere konu olmuştur. Kaynak teorisinin gelir tanımı kapsamına almadığı, belli kaynaktan sürekli olarak elde edilmeyen bir geliri elde eden kişi, vergi sisteminin belirlediği esaslara göre vergi ödeme gücüne sahip olsa bile vergilendirilmeyecektir. Çok dar bir kapsama sahip olan kaynak teorisini adalet ilkesi ile bağdaştırmak pek olanaklı görülmemektedir. Vergileme ilkelerinden vergi eşitliği ilkesi; aynı

89

durumda olanların aynı, farklı durumda olanların ise farklı vergi yüküne tabi olmalarını öngörmektedir. Vergi ödeme gücü ise, kişinin kendisinin ve ailesinin yaşamını sürdürmeye yetecek kadar olan gelirin üzerindeki gelir kısmını ifade etmektedir. Kaynak teorisinin gelir tanımı kapsamına almadığı belli kaynaktan sürekli olarak elde edilmeyen bir geliri elde eden kişi, vergi sisteminin belirlediği esaslara göre vergi ödeme gücüne sahip olsa bile vergilendirilmeyecektir. Bir başka deyişle emekten, sermayeden veya her ikisinin belli oranda bileşiminden ve üretim yapılarak elde edilen gelirden, vergi sisteminin belirlediği esaslara göre vergi ödeme gücü vardır gerekçesiyle vergi alınırken, aynı miktar geliri üretim fonksiyonu dışından elde eden aynı özellikleri taşıyan başka bir kişi vergilendirilmeyecektir (Ortaç, 1999: 107).

b) Safi (Net) Artış Teorisi Bu teoriye göre, hangi kaynaktan doğarsa doğsun, satın alma gücünde belli bir dönemde ortaya çıkan artış gelir kapsamında düşünülmektedir. Net artış teorisi uyarınca belli bir döneme ilişkin gelir miktarının bulunması için bir denklem kurulması gerekirse, dönem başı ile dönem sonu arasında servette ortaya çıkan artış miktarı ile kişinin dönem boyu yaptığı tüketim harcamalarının toplamı, incelenen dönem için gelir toplamını verecektir (Öncel vd., 2002: 240).

Geliri daha geniş tanımlayan net artış teorisine göre ayrıca vergiye tabi gelir kavramının belirlenmesinde “kaynak” ve “devamlılık” ölçütlerinin kullanılmasına ihtiyaç yoktur. Bir kişinin geliri, belli bir dönemde yaptığı tüketim ile yine aynı dönemde net varlığında gerçekleşen değişimin toplamından ibarettir. Burada gelir, gelirin ancak tüketim veya tasarrufa veya her ikisine birden konu olabileceği gerçeğinden hareketle kavranmaktadır. Dolayısıyla kaynak teorisinin aksine, üretim faktörlerinin kullanımı sonucu ortaya çıkmayan transferler, arızi gelirler ve çeşitli nedenlerle servet unsurlarında ortaya çıkan değer artışları da net artış teorisine göre gelir kavramına girmektedir.

Safi artış teorisi ilk defa 1891 yılında George Von Schanz tarafından ifade edilmiştir. Teori, geliri, belli bir dönemde mükellefin servetinde meydana gelen artış olarak ifade etmektedir. Mükellefin vergilendirme dönemi başındaki servet değeri ile vergilendirme dönemi sonundaki servet değeri arasındaki olumlu fark gelir olarak kabul edilmekte, vergilendirme dönemi içerisinde mükellef tarafından yapılan harcamalar bu gelire eklenmektedir (Plasscheart, l977: 536).

Bu bakımdan safi artış teorisinde gelir, hem kaynak teorisinin tanımladığı devamlılık gösteren gelirleri, hem de sermayede meydana gelen (miras, bağış, ikramiye, kumar vb. nedenlerle) ve yapısı devamlı kaynaklara dayanmayan değerleri de kapsamakta ve daha geniş anlamda ele alınmaktadır (Edizdoğan vd., 2011: 296).

Bazı bilim adamları, yaptıkları analitik çalışmalarla Schanz’ın bu yaklaşımına katkıda bulunmuşlardır. R.M. Haig’in (1921) yaptığı analitik çözümleme ABD’de çok büyük oranda kabul görmüş ve tartışılmıştır. Haig geliri; para ve parayla ifade edilen değerlerin, veri olan dönemde kişinin satın alma gücünde yarattığı artış olarak tanımlamaktadır. Diğer bir ifadeyle gelirin herhangi bir şekilde reel artışının vergilendirilmesi olduğunu ifade etmiştir (Quigley ve Smolensky, 1994: 169). Henry Simons ise bireysel vergilendirilebilir geliri; gelirin tüketimde kullanılan kısmının gerçek pazar değerinin, elde tutulan malın vergilendirme dönemi başındaki değeri ile sonundaki değeri arasındaki farkla toplanması olarak tanımlamıştır (Baker, 1990: 510). Teoriye göre, üçüncü kişiler tarafından sağlanan parayla ifade edilen hizmetler, miras, piyango gelirleri, ikramiye ödemeleri, kaynağı ne olursa olsun elde edilen tüm iktisadi

90

değerler gelir kapsamı içerisindedir. Gelir toplamından tüm faiz ödemelerini ve sermaye kayıplarını indirmek gerekir. Teori, gelirleri elde edildikleri kaynaklara göre bir tasnife tabi tutmadan vergilendirmeyi amaçlamaktadır.

Bütün bu yaklaşımların ışığı altında safi artış teorisi değerlendirildiğinde, toplam vergilendirilebilir gelirin aşağıda belirtilen üç unsurdan oluştuğu görülür (Ortaç, 1999: 107):

i. Vergilendirme döneminde para ve mal olarak elde edilen değerler, ii. Birey tarafından yapılan tüketim harcamalarının ve öz tüketimin gerçek pazar değeri,

iii. Vergilendirme döneminde mevcutlarda bulunan varlıkların değerindeki artışlardır. Schanz tarafından kurulan teori, vergi adaletini sağlamada en iyi yöntem olarak gözükse bile, uygulamada vergi tekniği açısından birçok güçlüğü beraberinde getirmektedir (Akdoğan, l997: 208). Bireyler tarafından gerçekleştirilen tüketim miktarının ve değerinin belirlenmesindeki güçlüklerle birlikte, bireyin ürettiği maldan öz tüketimi söz konusu olduğunda, bu tüketimin pazar değerinin belirlenmesindeki zorluklar bu teorinin uygulanabilirliğini güçleştirmektedir. Yine iktisadi sistemde görülen devamlı fiyat oynaklıkları servet birimlerinin değerinin tespitini zorlaştırmaktadır (Erginay, 1979: 98).

c) Kaynak ve Safi Artış Teorilerinin Uygulamadaki Durumu Kaynak teorisi ile safi artış teorisinin tek başlarına kullanıldıkları ülkelerde beklenen başarı elde edilememiştir. Bu nedenle uygulamada birçok ülke safi artış teorisi ile kaynak teorisinin aksayan yönlerini ortadan kaldırmak amacıyla gelirin belirlenmesinde her iki teoriye de yer vererek karma bir sistem oluşturmuştur. Böylece gelir, kaynak teorisine göre belirlenmekle birlikte, uygulamada safi artış teorisinin gelir kavramını genişletici tanım ve açıklamalarından önemli ölçüde yararlanılmaktadır. Karma sistemde teorilerin yer alış şekilleri ve etkinlikleri zamana, ülkenin ekonomik ve kültürel yapısına göre değişmektedir. Örnek olarak karma sistemi benimseyen İspanya’da gelir vergisinde kaynak teorisi etkin iken, Fransa, Almanya, İsviçre ve ABD'deki karma sistemde safi artış teorisi etkin bir şekilde yer almaktadır (Edizdoğan vd., 2011: 296). Aşağıdaki tabloda Avrupa Birliği (AB) üyesi bazı ülkelerin gelir vergisi sistemlerinde hangi teoriyi ağırlıklı olarak uyguladıkları toplu bir şekilde gösterilmektedir.

Tablo 1: 15 AB Ülkesinin Gelir Vergisi Sistemlerinde Benimsediği Yaklaşımlar

Ülkeler Kaynak Teorisi

Kaynak Teorisi Baskın

Safi Artış Teorisi Baskın

Safi Artış Teorisi Almanya - X -

Avusturya - X - Belçika - X - Danimarka - X - Finlandiya - X - Fransa - X - Hollanda - X - İngiltere - X - İrlanda - X - İspanya - X - İsveç - X - İtalya - X - Lüksemburg - X - Portekiz - X - Yunanistan - X - Kaynak: Ferhatoğlu, 2003: 19

91

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, Avrupa Birliği ülkelerinin büyük bir kısmı gelirin tanımlanmasında safi artış teorisinin ağırlıklı olduğu yaklaşımı benimsemiştir. Ülkemizde ise 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu (GVK)’nun 1. maddesinde gelir, “… bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların safi tutarı” şeklinde tanımlanmış, 2. maddesinde gelire giren kazanç ve iratlar, yedi bent halinde sayılmıştır. Bunlardan ilk altısı; ticari kazanç, ücret, zirai kazanç, serbest meslek kazancı, gayrimenkul sermaye iradı ve menkul sermaye iradıdır. Bu altı gelir unsuruna göre elde edilen değerlerin gelir sayılabilmesi için, bu değerlerin, üretim faktörlerinden biri veya birkaçının etkisi ile meydana gelmiş olması ve süreklilik göstermesi gereklidir. Böylece sözü edilen altı unsurda, tam anlamıyla kaynak teorisinin kabul edilmiş olduğu görülmektedir. Gelirin yedinci unsuru ise sair kazanç ve iratlar başlığını taşımaktadır. Sair kazanç ve iratlar başlığı altındaki düzenlemelere göre elde edilen kazanç ve iratların gelir sayılabilmesi için, süreklilik şartı aranmamaktadır. Kanun diğer kazanç ve iratlarda safi artış teorisine doğru kaymış, bazı varlıklarda kendiliğinden meydana gelen artışlar (paraya çevrilmesi durumunda) ile arızi nitelikteki bazı kazançlar gelir kavramına sokulmuştur (Edizdoğan vd., 2011: 298). Böylece gelir unsurlarının tümü dikkate alındığında, ilk altı unsurun kaynak teorisine, yedinci unsurun ise, net artış teorisine göre gelir sayılabileceği söylenebilir. Dolayısıyla Türk Gelir Vergisi Sistemi, kaynak teorisi ağırlıklı karma bir sistem olarak kabul edilmiştir. Burada bir parantez açarak yakın geçmişte olan bir takım değişikliklere değinmekte fayda görmekteyiz. 1998 yılında vergi reformu gereksinimi çerçevesinde 4369 sayılı kanun kabul edilmiştir. Bu kanunla vergi kanunlarında, vergi politikalarına önemli ölçüde etkide bulunan değişiklikler yapılmıştır. 4396 sayılı kanunun Gelir Vergisi Kanunu madde 1’deki gelir kavramını çeşitli açılardan köklü biçimde değiştirmiştir. 4369 sayılı kanunla değiştirilmeden önceki şekli şöyledir. Gerçek kişilerin gelirleri (Gelir Vergisi) ne tabidir. Gelir bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların safi tutarıdır. 4369 sayılı kanunla yapılan değişiklikle anılan madde şu şekli almıştır :“Gerçek kişilerin gelirleri gelir vergisine tabidir.” “Gelir, bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği tasarruf ve veya harcamasına kaynak teşkil eden kazanç ve iratların safi tutarıdır.” Görüldüğü gibi, yeni düzenleme geliri tasarruf veya harcama konusu olan her türlü kazanç ve iradın safi tutarı olarak tanımlamaktadır. Bu tanım geniş anlamda gelir anlayışına geçildiğini ve gelirin vergilendirilmesinde artık, kaynak kavramından tamamen uzaklaşarak safi artış kavramının esas alındığını göstermektedir. Böylece vergiden istisna edilmemiş tüm gelir ve unsurlarının vergilendirilmesi anlayışına geçilmiştir. (4369 Sayılı Kanun Gerekçesi )

Politikasında köklü değişikler öngören 4369 sayılı kanunla yapılan değişiklerin yukarıda ifade edilen kısımlara ilişkin düzenlemeleri, 1999 yılında yürürlüğe giren 4444 sayılı kanunla 2003 yılına kadar ertelenmiş, bu erteleme de 07.01.2003’de 4783 sayılı kanunla sonuçlandırılarak 4369 sayılı kanunla yapılan söz konusu değişiklik kaldırılmıştır.

Uygulamada kaynak teorisi; vergilerin belirli gelir unsurlarından ya da servet unsurlarından alınması nedeniyle vergi sisteminde “dar kapsamlı vergiler” uygulayarak vergileme alanını daralttığı, gerekçesiyle eleştirilmektedir. Çünkü dar kapsamlı tanımlanan geliri konu edinen bir gelir vergisi sistemi, kişinin elde ettiği iktisâdi gelirin tamamını kavrayamamakta, bu şekilde vergi tabanının daralmasına, vergi adaletinin gerçekleştirilememesine ve gelir kaybına neden olmaktadır (Ferhatoğlu, 2003: 13).

Safi artış teorisinde, kaynak teorisinin aksine düzenli ve sürekli olmayan iktisâdi değerler de gelirin konusuna girmektedir. Bir gerçek kişinin bir dönem içinde mal varlığındaki artış ile harcamaları toplamı kadar geliri olduğu kabul edilir. Vergiye tabi gelirleri ile mal varlığındaki

92

artış ve harcamaları kıyaslanır. Vergiye tabi gelirleri daha düşükse bu aradaki fark mükellefe sorulur. Bu teoriye göre kişinin harcamalarına ve tasarruflarına kaynak oluşturan her türlü unsur gelir vergisinin konusunu oluşturmaktadır. Bu yönüyle safi artış teorisi vergi tabanını geniş tutmakta ve vergi adaletini desteklemektedir (Bulut ve Çalışkan, 2008). Diğer taraftan safi artış teorisi, kaynağına bakılmaksızın, bir gerçek kişinin her türlü kazanç ve iratlarını vergilendirileceğinden kayıt altına alınmayan herhangi bir gelir kalmayacak ve dolayısıyla kayıt dışılıkla mücadelede tercih edilen bir teori olacaktır. Ancak safi artış teorisinin de tam anlamıyla kayıt dışılığı engellemedeki başarısı, tasarrufların tespit edilebilmesine ve bütün harcamaların kayıtlı olmasına bağlıdır (Seviğ, 2002). Harcamaların kayıt altında olmasını sağlayacak en önemli unsurlardan bir tanesi kartlı ödeme sistemleridir. Ülkemiz uygulamasında genellikle kredi kartı ile özdeşleşen ve bireysel krediye ulaşımda en kolay yol olarak görülen aslında kredi kartı dışında banka kartlarını da kapsayan kartlı ödeme sistemleri, hızlı bir gelişme göstererek nakit ve çekle yapılan ödemelerin yerini almaya başlamışlardır. Bankalararası Kart Mekezi’nin verilerine göre Aralık 2012 itibarıyla 54 milyona ulaşan kredi kartı sayısı ve 90 milyon civarında banka kartı adedi ile Türkiye kartlı ödeme sistemleri sektörü Avrupa’da üçüncü en büyük pazar konumundadır.

Kartlı ödeme sistemlerinin yaygınlaşmasının ekonomiye sağlayacağı en önemli katkılardan bir tanesi kayıt dışılığı azaltma olacaktır.

4. GELİRDEN ALINAN VERGİLER Günümüzde kamu giderlerinin finansmanında başvurulan kaynakların ilk sırasında yer alan vergi; tarihsel ve sosyal bir kurum olup kökeni itibari ile beşeri müşterek hayat kadar eskidir. Sosyal dönüşümler sonucunda bir tür kaynak paylaşım aracı olan vergi yapısı zamanla değişebilmekte ve yeni bir şekil alabilmektedir (Gökbunar, 1997: 301). Başlangıçta kabile reisi, derebeyi veya krallara yapılan ve bir çeşit hediye ya da yardım niteliği taşıyan ödemeler, vergilerin ilk şeklini oluşturmaktadır. Toplumun sürekli değişen istek ve ideallerine bağlı olarak vergiler de bir tür zorunlu ödemeye dönüşmüştür. Yardım adı altında yapılan ödemeler daha sonraları ülkeye göre rica, lütuf, ihsan şekillerini almıştır. Zamanla da fedakârlık ve nihayet zorunluluk veya yükümlülük anlamlarına gelen kelimeler ortaya çıkmıştır (Erginay, 1979: 26). Roma İmparatorluğu’nda zorunlu bir yükümlülük ifade eden vergi Orta Çağ’da zorunlu olmayan ihtiyari bir ödemeye dönüşmüştür. Feodalite ile verginin özelliği değişmiş vergi halkın krala ve derebeyine kendi isteği ile verdiği bir yardım şeklini almıştır (Eker, 2001: 142). Sanayi devrimi öncesinde ise bu olgu, mülk vergilemesi ve dolaylı vergi uygulamaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. 18. yüzyıl sonrasında ise artan finansman ihtiyacı nedeni ile vergi, zorunlu bir kurum haline gelmiştir. Gelir üzerinden alınan vergiler, günümüzde bütün dünyada kişisel gelir üzerinden alınan gelir vergisi ve kurumların gelirleri üzerinden alınan kurumlar vergisi şeklinde ikili bir ayırıma tâbi tutulmuştur. Her iki verginin konuları iktisaden aynıdır. Bununla birlikte vergi teorisinde gelir kavramı gerçek kişilere bağlı olarak kullanılırken, kurumlar için kurum kazancı ifadesi kullanılmaktadır.

Gelir üzerinden alınan vergiler, bugünkü yapıda gelir vergisi ve kurumlar vergisi şeklinde iki alt bölümden oluşmaktadır.

93

A) Gelir Vergisi Gelir vergisi, ileri kapitalizm devrinin bir eseri ve aynı zamanda da karakteristik bir özelliğidir (Neumark, 1945). Modern gelir vergisi bugünkü anlamıyla ilk olarak 18. yüzyılın sonunda İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Fransa’ya karşı başlatılan savaşın finansmanı amacıyla konulan gelir vergisi “Income Tax” savaşın sona ermesini takiben 1802’de yürürlükten kaldırılmıştır. Savaşın tekrar başlaması üzerine 1803 yılında yeniden uygulanmaya konan vergi, 1816 yılında uygulamadan kaldırılmış; ancak 1842 yılında yeniden başvurulan gelir vergisi, bu tarihten itibaren süreklilik kazanmıştır. Almanya’da gelir vergisi ilk olarak 1869 tarihinde ortaya çıkmış, Birinci Dünya Savaşı’nı takiben 1939 yılında bugünkü hüviyetine kavuşmuştur. Fransa’da XX. yüzyıl başlarında uygulanmaya başlayan gelir vergisi, 1960 yılında değiştirilerek daha modern bir hale getirilmiştir. ABD’de iç savaşın finansmanı amacıyla 1861 yılında konulan gelir vergisi, 1872 yılında kaldırılmış, 1913 yılında tekrar uygulamaya konulmuştur. Türkiye’de 1926 yılında konulan kazanç vergisi yerine gelir vergisi uygulaması 5421 sayılı Kanun ile 1 Ocak 1950 tarihinde başlamıştır (Nadaroğlu, 1976: 372).

Alman Gelir Vergisi mevzuatı esas alınarak hazırlanan 5421 sayılı Gelir Vergisi Kanunu, ilk uygulama yıllarında beklenen başarıyı sağlayamamıştır. Ülkemizin gerçeklerine uymayan yönleri, bazı hükümlerinin yetersizliği, temel esaslarda görülen aksaklıklar, uygulamada uyuşmazlıklara sebebiyet vermiştir. 1960 yılında aynı mahiyette ve söz konusu aksaklıklar dikkate alınarak 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu 1.1.1961 tarihinde yürürlüğe girmiştir (Aslan, 2001: 7).

a) Gelir Vergisi Türleri Uygulamada gelirler ya çeşitli kaynaklara göre ayrı ayrı ya da tüm kaynaklardan elde edilen gelir toplamı üzerinden vergilendirilir. Gelir vergisinin sedüler ve üniter olmak üzere başlıca iki uygulama şekli vardır (Edizdoğan vd., 2011: 299). Vergilendirilebilir gelirin belirlenmesinde, sedüler gelir vergisi sistemi "Kaynak Teorisi"ni, üniter gelir vergisi sistemi "Safi Artış Teorisi"ni kendisine esas almıştır (Ortaç, 1999: 106).

aa) Sedüler Gelir Vergileri Sedüler gelir vergileri değişik kaynaklardan sağlanan gelirlerin aralarında bir bağlantı kurulmaksızın ayrı ayrı vergilendirilmesi esasına dayanmaktadır. Fransa, Belçika ve İtalya’da daha önce uygulanan bu sistem esas itibariyle günümüzde hiçbir yerde uygulanmamaktadır (Nadaroğlu, 1976: 375). Sedüler gelir vergisi sisteminde yükümlü gelir unsurlarından birinden zarar ettiğinde bundan vergi ödememekte, ancak bu zararını diğer gelir unsurlarından da indirememektedir (Edizdoğan vd., 2011: 299).

Sedüler gelir vergisi sistemi toplam vergilendirilebilir geliri sınırlandırabilir. Bu sistemde, sedüller bazında vergilendirilebilir gelir belirlemesi yapıldığından "kaynakta vergileme" çok kolaylıkla uygulanabilmektedir. Ayrıca sedüller arasında vergi yükü farklılaştırması da, sedüllere uygulanan oranlar farklılaştırılarak kolayca gerçekleştirilebilir. Sedüller arasındaki vergi yükü farklılaştırmasına rağmen, mükelleflerin vergi ödeme güçlerini belirlemek (yükümlülerin şahsi ve ailevi durumlarını göz önüne alarak) ve vergi adaleti ve eşitliği ilkelerine uygun bir vergilendirme yapmak mümkün değildir (Ortaç, 1999: 110).

94

bb) Üniter Gelir Vergileri Üniter gelir vergisi sistemine göre vergilendirilebilir gelir, kaynağı ne olursa olsun bireylerin belli bir dönemde elde ettikleri toplam nakdi ve ayni değerleri ifade etmektedir. Bu gelir tanımlamasında gelirin mutlaka üretim faktörlerinden elde edilmesi, sürekli olması ve belli bir kaynağı temsil etmesi gibi unsurlar önem taşımamaktadır (Plasscheart, 1988: 43).

Üniter gelir vergileri tek elemanlı ya da çift elemanlı olarak uygulanabilir. Tek elemanlıda yükümlünün tüm kaynaklardan elde ettiği gelirlerin birleştirilip vergilendirilmesi söz konusudur. Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Finlandiya ve Türkiye’deki gelir vergileri tek elemanlı (Cermen tipi) gelir vergisidir (Edizdoğan vd., 2011: 301). Çift elemanlı (Anglo-Sakson Tipi) sistemde ise, toplam gelir önce tek oranlı bir tarifeye göre, belirli bir miktarı aşarsa, aşan kısım için artan oranlı bir tarife uygulanmak suretiyle vergilendirilir. ABD ve İngiltere’de bu sistem uygulanmaktadır (Edizdoğan vd., 2011: 301). Üniter gelir vergisi sisteminde safi artış teorisinin uygulanması yönünde kesin bir kural bulunmamaktadır. Sınırlı bir kaynak teorisi yaklaşımıyla kısmi gelirleri belirleme, üniter sistemin alt yapısını oluşturabilir. Günümüzde hemen hemen bütün üniter gelir vergisi sitemlerinin temelinde de bu uygulama vardır. Kısmi gelirlerin üniter gelir vergisi sistemi içinde yer almasının amacı; toplam net vergilendirilebilir gelirin artan oranlı bir tarifeye tabi tutulmasını, vergi ödeme gücüne göre vergilendirilmesini, yatay ve dikey vergi adaletinin oluşumunu sağlamaktır (Ortaç, 1999: 111).

b) Gelir Vergisinin Avantaj ve Dezavantajları ve Uygulamadaki Başarısı Gelir vergisi, vergi politikasının amaçlarını yerine getirmede diğer vergi türlerine göre daha avantajlıdır. Çünkü gelir dağılımını etkilemesi açısından sahip olunması gereken özelliklerin çoğunu bünyesinde barındırmaktadır. Gelir vergisi yükümlülerin ödeme gücü bakımından önemli olan kişisel ve ailevi durumunu dikkate alan, verginin tarh ve tahsil işlemleri sırasında birçok özel nitelikli indirimlere yer verebilen bir vergidir. Bu vergi türünde verginin konusu, matrahı ve kaynağı arasında tam bir ayniyetin mevcudiyeti dolayısıyla diğer vergilerden ayrılmakta ve bu özelliği ile kavranamayan irat ve kazançlar doğru ve kapsamlı bir şekilde kavranması sağlanabilmektedir (Turan, 1998: 112-113). Ayrıca artan oranlılıkla vergiyi nihai fayda teorisine uygun bir değer kavramına dayandırarak, yüksek gelirlilerinin daha çok, düşük gelirlilerin daha az vergi ödemesi temin edilebilmekte ve en az geçim indirimi yoluyla vergi, asgari yaşama seviyesi üzerindeki gelirlere uygulanabilmektedir.

Bireysel verginin, ödeme gücünü içermesi nedeniyle tüm vergiler içerisinde en adil olduğuna inanılmaktadır. Net gelir, kişinin kapasitesini belirlemekte ve harcamalara katılımına bir gösterge teşkil etmektedir (Goode, 1976: 11). Dolaysız subjektif bir vergi olan gelir vergisi adildir; çünkü şahsileştirmeye son derece müsaittir. Verimlidir; çünkü artan oranlı ve gelir elastikiyetine sahiptir. Gelir vergisinin kısa dönemde yansıtılması son derece güçtür (Nadaroğlu, 1976: 377).

Gelir vergisine yöneltilen eleştirilerin başında, bu verginin özellikle üst gelir dilimlerinde vergi oranının yüksek olması dolayısıyla tasarruflar ve yatırımlar üzerinde olumsuz etkilerde bulunduğu iddiası gelmektedir. Çünkü gelir vergisi halen pek çok ülkede artan oranlı (müterakki) olarak uygulanmaktadır. Vergiye tabi olan değer, yani matrah arttıkça vergi oranı da artmaktadır. Ayrıca gelir vergisi tarifelerinin siyasal iktidarlarca keyfi bir şekilde tespit edildiği, bu yüzden mükellefler arasında önemli ölçülerde eşitsizlikler doğurduğu da iddia edilmektedir (Aktan, 2003: 42). İyi bir vergi yapılanmasının olmayışı, vergi kaçırma ve vergiden kaçınma yollarının mevcudiyeti ve vergi affı gibi uygulamaların bunları teşvik etmesi, artan oranlılıkta tarife artış

95

hızında yüksek tarifeler lehine durumların olabilmesi, muafiyet ve istisnalarda adaletli olmayabilmesi gibi durumlar, gelir vergisini gelir adaletini sağlama noktasında başarısızlığa götürebilmektedir.

Geleneksel maliye teorisinde benimsenen artan oranlı vergi sistemine yönelik eleştirilerin artması, ülkeleri çeşitli alternatifler bulma çabasına itmiştir. Bir alternatif olarak düz oranlı vergileme sistemi önerilmiştir. Düz oranlı vergi çalışmaları çok önceleri ABD’de başlatılmasına rağmen AB bu alanda daha hızlı bir gelişme göstermiştir. Birlik üyesi veya aday birçok ülke (özellikle Doğu Avrupa ülkeleri) düz oranlı vergi sistemine geçmiştir. Bu ülkeler içinde Slovakya, gösterdiği performansla en dikkate değer ülke olmuştur. Slovakya’da tek oranlı vergi uygulamasıyla birlikte yabancı yatırımların arttığı, ekonomik büyümenin canlandığı ve vergi gelirlerinin arttığı görülmüştür.

Düz oranlı vergilerin artan oranlı vergilere göre birtakım avantajları bulunmaktadır. Bu avantajların başında basitlik, etkinlik, tarafsızlık, genellik ve adalet yer almaktadır. Dolayısıyla düz oranlı vergileme bu unsurlar dikkate alındığında optimal vergileme ilkelerini gerçekleştirebilmektedir. Düz oranlı verginin adalet dışında sayılan tüm optimal vergileme ilkelerinde artan oranlı vergiye göre avantajlı olduğu konusunda hemen hemen görüş birliği bulunmaktadır. Adalet kavramı, yatay ve dikey adalet, kanun önünde eşitlik ve fedakârlıkta eşitlik açısından değerlendirildiğinde, düz oranlı vergilerin fedakârlıkta eşitlik dışındaki ilkeleri sağladığı görülmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, fedakârlıkta eşitlik yönünden düz oranlı vergide görülen bu adaletsizlik daha az derecede olmakla birlikte artan oranlı vergide de söz konusudur.

Düz oranlı vergilemeyle ilgili olarak yapılan öneri ve değerlendirmelerde, düz oranlı gelir vergisinin eşitlik (adalet) üzerine ters etkisi ön plana çıkarılmıştır. Özellikle düz oranlı vergilerin üst gelir grubuna fayda sağlamak için orta gelir grubunu mağdur ettiği ileri sürülmektedir. Her ne kadar standart indirim uygulamasıyla düşük gelirli grubun vergi oranı sıfıra çekilmeye çalışılmış ve düz oranlı vergi savunucuları tarafından birtakım önlemler geliştirilmişse de (düşük oran, vergi yansıtılması gibi), düz oranlı vergilerin geliri yeniden dağıtım etkisi sınırlı olabilir. Ancak bu durum basitlik, etkinlik, tarafsızlık gibi ekonomik büyümeye katkıları yadsınamaz ölçüde büyük olan unsurların ihmal edilmesini gerektirmez.

Ülkemizde de yüksek ve artan oranlı vergi sistemi, mükellefleri kayıt dışı kalmaya zorlamakta ve bu nedenle toplam vergi gelirleri içinde gelir ve kurumlar vergisi gibi dolaysız vergilerin payı sürekli azalmaktadır. Günümüzde gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içerisinde payı daha da artmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde ise dolaysız vergilere daha çok yer verme çabası dikkat çekmektedir.

Tablo 2’de OECD üyesi ülkelerdeki gelir vergisinin, toplam vergi gelirleri içerisindeki payı yüzde olarak yer almaktadır.

96

Tablo 2: Kişisel Gelir Üzerinden Alınan Vergilerin Toplam Vergiler İçindeki Payı Ülke Adı/Yılı 1965 1975 1985 1990 1995 2000 2007 2008 2009 2010 2011

Avustralya 34,4 43,6 45,2 43,0 40,6 37,8 36,6 37,6 37,4 38,6 .. Avusturya 20,0 21,6 22,9 21,0 20,9 22,1 22,5 23,2 22,3 22,5 22,4 Belçika 20,5 32,6 35,6 32,0 32,6 31,3 27,8 28,5 28,0 28,1 28,1 Kanada 22,6 32,8 35,2 40,8 37,5 36,8 37,1 37,1 35,4 34,9 35,7 Şili .. Çek Cumhuriyeti 12,8 12,9 11,7 10,6 10,7 10,5 10,6 Danimarka 42,3 55,8 50,7 53,2 53,7 51,8 51,7 52,5 55,1 51,0 50,9 Estonya 23,3 22,1 18,5 19,5 16,0 15,9 16,1 Finlandiya 33,3 38,5 37,4 34,7 31,1 30,6 30,3 30,9 31,2 29,7 29,4 Fransa 10,6 10,6 11,5 10,7 11,4 18,0 17,1 17,4 17,3 17,0 17,1 Almanya 26,0 30,0 28,7 27,6 27,5 25,3 25,2 26,3 25,3 24,5 25,0 Yunanistan 6,8 8,9 13,9 14,1 12,0 14,7 14,9 15,1 16,4 14,1 .. Macaristan 16,1 18,6 18,2 19,4 18,9 17,1 13,8 İzlanda 19,5 20,2 19,5 26,9 31,1 34,8 33,9 36,0 37,9 36,5 37,1 İrlanda 16,7 25,2 31,3 31,9 30,7 30,4 28,4 27,9 27,7 27,0 .. İsrail 26,4 29,0 22,4 21,8 20,2 19,3 17,6 İtalya 10,9 15,2 26,7 26,3 26,0 24,8 25,6 26,8 27,1 27,3 26,8 Japonya 21,7 23,9 24,7 27,8 22,4 21,1 19,6 19,9 20,0 18,6 .. Kore 8,5 13,4 20,0 18,1 14,6 16,7 15,0 14,2 14,3 12,5 Lüksemburg 24,9 27,5 25,5 23,5 21,7 18,3 20,0 21,7 20,7 21,1 22,1 Meksika .. Hollanda 27,7 27,1 19,4 24,7 18,9 15,2 19,8 19,1 22,8 22,3 .. Yeni Zellanda 39,4 54,3 60,5 48,0 45,0 43,1 42,1 40,7 41,0 37,7 37,0 Norveç 39,6 31,5 22,5 26,2 25,9 24,1 22,2 21,6 24,3 23,5 23,1 Polonya 22,9 13,5 15,1 15,6 14,6 14,1 .. Portekiz 15,9 18,4 17,7 17,1 17,3 18,8 17,9 .. Slovak Cumhuriyeti 8,9 9,9 8,7 9,3 8,3 8,1 8,7 Slovenya 15,0 15,0 14,7 15,8 15,7 15,1 15,2 İspanya 14,3 14,5 19,4 21,7 23,6 18,7 20,1 21,2 21,6 21,7 22,4 İsveç 48,7 46,1 38,7 38,5 33,5 33,3 30,9 29,8 28,9 28,0 25,9 İsviçre 33,4 39,2 39,2 32,9 34,0 29,7 31,9 31,0 32,0 32,3 31,9 Türkiye 24,8 32,9 27,5 26,8 21,6 22,2 17,0 16,5 16,4 14,3 15,1 İngiltere 33,1 40,0 26,0 29,4 28,8 29,4 30,0 30,0 30,4 28,8 27,6 ABD 31,7 34,6 37,8 37,0 35,7 41,8 38,0 38,2 33,6 32,8 35,0 OECD Ortalaması 26,2 29,8 29,7 29,4 25,9 25,3 24,6 24,8 24,7 23,9 ..

KAYNAK: OECD (2013)

Tablodan da anlaşılacağı üzere, gelir vergilerinin toplam vergi gelirleri içerisindeki ağırlığı yıllar itibariyle genel olarak artış göstermiş, gelişmiş ülkelerde bu oran OECD ortalamasının üzerinde yer almıştır. Türkiye’de kişisel gelir üzerinden alınan vergiler diğer OECD ülkelerine göre toplam vergi gelirleri içinde küçük bir yer kaplamaktadır. Türkiye’ye ilişkin istatistiklerin OECD ortalamalarından uzak çıkması, Türkiye’deki vergi sisteminin temel karakteristiği olan dolaylı vergilerin ağırlığından kaynaklanmaktadır.

B) Kurumlar Vergisi

Vergi sınırlandırmaları içinde kurumlar vergisi, gelir vergisi gibi dolaysız vergi niteliği taşımaktadır. Ancak gelir vergisinden farklı olarak kurumlar vergisi kişisel (subjektif) bir vergi değil, bir randıman vergisidir; bu özelliği ile de artan oranlı değil, tek oranlı vergi tarifesinin uygulanmasına daha elverişli bir vergi türüdür. Vergi sistemlerinde gelir vergisinden ayrı olarak kurumlar vergisisin kabul edilmesinin temel gerekçesi, "kurum"

97

statüsünün ayrıcalıklarından yararlanan, ortaklarının sorumlulukları sınırlı olan sermaye şirketlerini ortaklarından bağımsız ve daha etkili vergilendirmek düşüncesidir (Pehlivan, 2001: 288).

Şirketlerin vergilendirilmesi ile ilgili ilk uygulamalar 1824 yılında gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, gerçek anlamda kurumlar vergisi uygulamaları Birinci Dünya Savaşını takip eden yıllarda görülmeye başlanmıştır. Bu gelişmede, savaşın gerektirdiği finansman ihtiyacı önemli rol oynamıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde sermaye şirketlerinin federal seviyede vergilendirilmesi 1909 yılında başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise bağımsız bir vergi haline getirilmiştir.

Almanya'da 1920 yılında yalnızca tüzel kişilere uygulanan kurumlar vergisi uygulaması başlamıştır. Japonya'da ise gelir ve kurumlar vergilerinin birbirinden ayrılması 1940 yılında gerçekleşmiştir. Gerçek anlamda kurumlar vergisi, İngiltere'de 1947, Fransa'da ise 1948 yılında uygulanmaya başlamıştır (Kızılot, 1990: 4).

Türkiye’de 1907 ve 1914 tarihli temettü vergileri ile 1928’de temettü vergisinin yerini alan kazanç vergisinde, gerçek kişilerin gelirleri yanında sermaye şirketleri de vergilendirilmekteydi. Ancak, gösterdikleri özellikler açısından, bu vergileri sadece kurum kazançlarına yönelik bir kurumlar vergisi örneği olarak ele almamak gerekmektedir. Bugünkü biçimiyle kurumlar vergisi Türk Vergi Sistemine 1950 reformu sonrasında, 1 Ocak 1950’de yürürlüğe konan, 3 Haziran 1949 tarih ve 5422 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu (KVK) ile girmiştir (Uluatam, 2000: 319). Kurumlar vergisi, Türk Vergi Sisteminde geliri vergilendiren ikinci vergi türüdür ve gerçek kişiler, bireysel işletmeler ve şahıs şirketleri dışında bir kısım tüzel kişilerle tüzel kişiliği bulunmayan bir kısım oluşumların gelirini vergilendirmeyi amaçlar (Öncel vd., 2000: 174). Kurumlar vergisinin konusu kurum kazançlarıdır. Kazançlar hangi kaynaktan sağlanırsa sağlansın, gelir vergisindeki ticarî kazanç olarak nitelendirilir ve kurum kazancı adı altında birleştirilerek ticarî kazancın vergilendirilmesine ilişkin hükümlere göre vergilendirilir (Bilici, 2002: 179).

Kurumlar vergisi, gelişmekte olan ülkelerde bireylerin gelirlerinden alınan vergilerden daha önemlidir; zira kurum karlarından alınan kurumlar vergisi, kısmen tekel rantları veya net karlar üzerinden alınan bir vergi işlevi görmektedir. Ayrıca bu vergi, yabancıların elinde olan işletmeleri vergilendirmenin bir aracıdır. Kurumlar vergisinin diğer bir önemi, tasarruf veya yatırımları arttırmak için tasarlanmış politikalara yardımcı olabilme gücünden gelmektedir. Bunun yanında kurumsallaşmış şirketler gelişmekte olan ülkelerde düzgün bir muhasebe sistemine sahip olmayan küçük zanaatkarlara göre çok ciddi bir vergi tutamağı sağlar (Ahmad ve Stern, 1989: 1061).

Kurumlar vergisinin biçimi, dağıtılan ve dağıtılmayan kar, amortisman indirimi, enflasyon, faiz ödemeleri vb. uygulamalarına bağlı olarak büyük oranda değişmektedir. Çağımızda birçok gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkede yaygın olarak kullanılmasına rağmen, kurumlar vergisi maliye literatüründe en çok tartışılan vergilerden birisidir. Bu konudaki tartışmalar daha çok "Niçin ayrı bir kurumlar vergisi" sorusu üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kurumlar vergisini savunanlar, tüzel kişi olarak kurumların bağımsız bir ödeme gücüne ve hukuki ayrıcalıklara sahip olduklarını belirterek, kurum kazançlarının gelir vergisinden ayrı olarak vergilendirilmesinin doğal olduğunu ileri sürmektedirler (Musgrave ve Musgrave, 1984: 387-388). Bir diğer yaklaşıma göre, kurum kazançlarını gelir vergisi yoluyla tam olarak vergilendirmek çok zordur. Gelir vergisinin, özellikle dağıtılmayan karları, diğer ihtiyatları ve yabancı ortakların gelirlerini bütünüyle kavrayamadığı ve dolayısıyla kurumlar vergisinin

98

gelir vergisini tamamlayıcı bir özelliği olduğu ileri sürülmektedir (Boadway ve Shah, 1992: 7). Kurumlar vergisini savunan görüşlerden biri de bu vergiyi ayırma teorisinin bir uygulama şekli olarak ele alan yaklaşımdır. Bu düşünce, sermaye gelirlerinin emek gelirlerine göre daha ağır vergilendirilmesi gerektiği yaklaşımına (ayırma ilkesi) uygun düşmektedir. Gerçekten, hisse senedi ve tahvil ihraç ederek malî yapılarını güçlendirme olanağına sahip olan sermaye şirketleri bir yandan ortaklarından ayrı bir kişiliğe sahiptir; diğer yandan da ayrı bir vergi ödeme gücünü temsil etmektedir. Dolayısıyla aynı gelirin önce sermaye şirketi yapısı içinde sonra da ortakların geliri olarak iki kez vergilendirilmesi (ekonomik anlamda çifte vergilendirme) haklı bir temele dayanmaktadır (Pehlivan, 2001: 288). Ayrı bir kurumlar vergisine karşı olanların ileri sürdüğü en önemli görüş, kurumlar vergisinin mükerrer vergilendirmeye neden olduğudur. Entegrasyonist görüş olarak da bilinen bu görüşe göre, kurumların elde ettiği kazançlar kurum ortakları arasında dağıtılmakta ve ortaklar bu kazançları dolayısıyla gelir vergisine tabi tutulmaktadırlar. Bu durumda, kurum kazancı üzerinden kurumlar vergisi almanın, vergicilik ilkeleri ile bağdaşmayacağı ileri sürülmektedir (Musgrave ve Musgrave, 1984: 386). Kurumlar vergisi, gerek Türk Vergi Sisteminde gerekse diğer ülkelerin vergi sistemlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Tablo 3’te OECD üyesi ülkelerdeki kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı yüzde olarak yer almaktadır.

99

Tablo 3: Kurum Gelirleri Üzerinden Alınan Vergilerin Toplam Vergiler İçindeki Payı

Ülke Adı/Yılı 1965 1975 1985 1990 1995 2000 2007 2008 2009 2010 2011 Avustralya 16,3 12,4 9,4 14,1 14,8 20,2 23,1 21,7 18,7 18,5 .. Avusturya 5,4 4,4 3,5 3,6 3,3 4,6 5,8 5,8 4,0 4,6 5,2 Belçika 6,2 6,9 4,9 4,8 5,4 7,2 8,0 7,6 5,8 6,2 6,8 Kanada 14,9 13,6 8,2 7,0 8,2 12,2 10,6 10,4 10,6 10,7 10,0 Şili .. Çek Cumhuriyeti 12,2 9,9 13,1 12,1 10,5 9,9 9,9 Danimarka 4,5 3,2 4,8 3,7 4,8 6,6 7,7 6,9 4,8 5,8 5,8 Estonya 6,7 2,9 5,2 5,1 5,2 4,0 3,8 Finlandiya 8,1 4,7 3,4 4,5 5,0 12,5 9,0 8,1 4,7 6,0 6,3 Fransa 5,3 5,2 4,5 5,3 4,9 6,9 6,8 6,7 3,5 5,0 5,7 Almanya 7,8 4,4 6,1 4,8 2,8 4,8 6,1 5,2 3,6 4,2 4,6 Yunanistan 1,8 3,4 2,7 5,5 6,3 12,2 7,9 7,8 8,1 7,8 .. Macaristan 4,5 5,7 7,0 6,6 5,7 3,3 3,4 İzlanda 1,8 2,6 3,1 2,8 3,0 3,3 6,1 5,2 5,2 2,7 4,4 İrlanda 9,1 4,8 3,2 5,0 8,5 11,8 10,9 9,7 8,7 9,1 .. İsrail 8,6 10,6 12,5 10,3 8,8 9,0 11,2 İtalya 6,9 6,3 9,3 10,0 8,7 6,9 8,8 8,6 7,2 6,6 6,3 Japonya 22,2 20,6 21,0 22,4 15,9 13,8 16,8 13,7 9,6 11,6 .. Kore 8,9 11,4 12,8 11,6 14,1 15,1 15,9 14,4 13,9 15,5 Lüksemburg 11,0 15,6 17,7 15,8 17,7 17,8 14,8 14,3 14,7 15,5 13,5 Meksika .. Hollanda 8,1 7,7 7,0 7,5 7,5 10,1 8,4 8,1 5,3 5,6 .. Yeni Zellanda 20,7 11,8 8,3 6,5 11,9 12,4 14,2 13,1 11,0 12,2 12,4 Norveç 3,8 2,9 17,2 9,0 9,2 20,9 25,7 28,8 21,5 23,5 25,5 Polonya 7,7 7,4 7,9 7,9 7,2 6,3 .. Portekiz 8,0 7,8 12,1 11,1 11,3 9,3 9,1 .. Slovak Cumhuriyeti 15,0 7,7 10,1 10,6 8,6 8,9 8,9 Slovenya 1,3 3,1 8,6 6,8 4,9 5,0 4,6 İspanya 9,2 6,9 5,1 8,8 5,4 8,9 12,5 8,5 7,2 5,5 5,7 İsveç 6,1 4,3 3,5 3,1 5,8 7,6 7,8 6,4 6,4 7,6 7,8 İsviçre 7,7 8,5 6,8 7,1 6,4 8,8 10,8 11,1 10,5 10,3 10,2 Türkiye 4,8 5,1 9,5 6,7 6,7 7,3 6,8 7,3 7,7 7,4 8,3 İngiltere 4,4 6,2 12,6 9,9 8,1 9,7 9,4 10,0 8,1 8,8 8,0 ABD 16,4 11,4 7,5 8,9 10,3 8,7 10,8 7,5 7,4 10,8 10,3 OECD Ortalaması 8,8 7,6 7,9 7,9 8,0 9,6 10,6 10,0 8,4 8,6 ..

KAYNAK: OECD (2013)

Tablo 3 incelendiğinde, kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payının, gelir vergisi kadar yüksek olmasa da, önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payının son yıllarda istikrarlı seyretmediği görülmektedir. Burada küreselleşmeyle birlikte gündeme gelen vergi rekabetinin etkili olduğu düşünülebilir.

C) Ülkelerin Vergi Yapısında Gelir ve Kurumlar Vergisinin Payı Vergi yapısı, bir ülkede belli bir dönemde toplam vergi yükünü oluşturan çeşitli vergilerin dağılımını göstermektedir. Vergi gelirlerinin incelenmesi ve onun ekonomik yapı içindeki yerinin analizinin yapılabilmesi için öncelikle vergi yapısının bilinmesi ve kavranması gerekmektedir. Çünkü vergi yapısı ve onun işleyişi o ülkenin ekonomik, sosyal, siyasi ve ahlaki yapısının bir yansımasıdır.

100

Ekonomik sosyal ve siyasi yapının yansıması olan çeşitli vergilerin ekonomik büyüklükler içindeki göreli ağırlıkları ve uygulama biçimleri bir ülkenin vergisel düzeninin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması yanında, ülkeler arasında yapılacak olan yatay karşılaştırmaları daha anlamlı kılması bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Tablo 4’de OECD üyesi ülkelerde gelir ve kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payının gelişimine yer verilmiştir.

Tablo 4: Gelir ve Kurumlar Vergisinin Toplam Vergiler İçindeki Payı Ülke Adı/Yılı 1965 1975 1985 1990 1995 2000 2007 2008 2009 2010 2011

Avustralya 50,7 56,0 54,6 57,1 55,4 58,0 59,8 59,3 56,1 57,1 .. Avusturya 25,5 26,1 26,4 25,5 26,3 28,4 30,0 30,8 28,0 28,3 28,9 Belçika 27,6 39,5 40,5 36,9 38,1 38,5 35,9 36,1 33,8 34,3 34,9 Kanada 38,6 47,2 44,1 48,6 46,4 50,1 49,1 49,1 47,2 46,8 46,7 Şili 23,2 25,2 23,3 45,7 37,5 31,1 38,4 40,1 Çek Cumhuriyeti 25,0 22,8 24,8 22,7 21,2 20,4 20,5 Danimarka 46,8 59,0 57,7 60,1 61,7 60,3 60,0 60,5 61,0 61,1 61,1 Estonya 30,0 24,9 23,7 24,7 21,2 19,9 20,0 Finlandiya 41,4 43,3 40,8 39,2 36,1 43,1 39,3 39,0 35,9 35,7 35,7 Fransa 15,9 15,9 16,0 16,1 16,3 24,9 23,9 24,2 20,7 21,9 22,8 Almanya 33,8 34,4 34,8 32,4 30,3 30,1 31,2 31,5 29,0 28,7 29,6 Yunanistan 9,1 13,3 17,5 19,9 22,3 27,3 23,3 23,3 24,7 22,2 22,1 Macaristan 21,0 24,3 25,2 26,0 24,5 20,4 17,2 İzlanda 21,4 22,8 22,7 29,7 34,1 39,9 45,4 48,5 47,3 44,4 45,6 İrlanda 25,7 30,0 34,5 36,9 39,1 42,3 39,2 37,6 36,5 36,2 .. İsrail 35,0 39,6 36,5 33,0 29,9 29,3 30,1 İtalya 17,8 21,5 36,8 36,5 35,3 33,2 33,8 34,4 33,0 32,9 32,2 Japonya 43,9 44,6 45,8 50,2 38,3 34,8 36,4 33,6 29,5 30,2 .. Kore 24,3 26,4 32,8 30,1 28,8 31,8 31,0 28,7 28,2 30,3 Lüksemburg 35,9 43,1 43,2 39,4 39,3 36,1 34,8 36,0 35,4 36,6 35,6 Meksika 22,2 27,1 24,9 27,3 27,7 24,8 28,6 27,8 .. Hollanda 35,8 34,8 26,4 32,2 26,3 25,3 28,2 27,2 28,1 27,9 .. Yeni Zellanda 60,5 66,5 69,4 59,6 61,3 60,0 62,9 60,4 56,8 53,7 53,1 Norveç 43,4 34,4 39,7 35,2 35,1 45,0 47,9 50,4 45,8 47,0 48,6 Polonya 30,6 20,9 23,0 23,5 21,8 20,4 .. Portekiz 24,6 17,5 25,8 25,7 26,3 29,8 28,1 28,6 28,1 26,9 .. Slovak Cumhuriyeti 25,6 20,5 19,8 20,9 17,8 17,8 18,3 Slovenya 16,7 18,5 23,3 22,6 20,6 20,2 19,8 İspanya 24,5 22,0 24,8 30,6 29,2 28,4 33,6 30,7 29,9 28,3 29,1 İsveç 54,9 50,5 42,2 41,6 39,3 40,9 38,8 36,2 35,3 35,6 35,4 İsviçre 41,1 47,6 46,0 47,2 43,5 44,2 46,4 47,1 46,9 46,2 45,7 Türkiye 29,6 42,3 37,0 33,5 28,3 29,5 23,7 23,9 24,1 21,7 23,4 İngiltere 37,0 44,8 38,6 39,3 36,9 39,0 39,5 40,0 38,5 37,5 36,3 ABD 48,1 46,0 45,4 46,0 46,0 50,5 48,8 45,7 41,1 43,6 47,0 OECD Ortalaması 34,7 37,1 36,9 37,1 34,0 35,0 35,9 35,3 33,5 33,2 ..

KAYNAK: OECD (2013)

Tablo 4 çerçevesinde gelir ve kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payının gelişimine bakıldığında; 1965 yılındaki değerlerine göre ülkelerin sahip olduğu oranlarda bir değişim görülmektedir. Bazı ülkelerde oranlar düşerken; bazı ülkelerde söz konusu oranlar yükselmiştir.

OECD ortalaması açısından 1965 ve 1970 yıllarına göre 1980’li yıllar ile 1990’ların ilk yılları, gelir ve kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki oranlarının yükselme gösterdiği yıllar olmuştur. 1994’te ise bu oranlar 1970 yılındaki oranların altına inen bir gelişme göstermiştir. Pek çok ülke için gelir ve kârlar üzerinden alınan vergilerin vergi

101

gelirleri içindeki payı, ortalama %30-35 arasında değişmektedir. Gelir ve kârlar üzerinden alınan vergilerin vergi gelirlerine oranı, 2010 yılında OECD’de ortalama %33,2 oranında gerçekleşmiştir. Danimarka da bu oran, %61,1 ile en yüksek düzeyde iken gelişmekte olan ülkelerden biri olan Türkiye’de bu oran %21,7 olarak OECD ortalamasının da altında gerçekleşmiştir

Türkiye’de yıllar itibarıyla gelir ve kurumlar vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı düşme eğilimi göstermiş, dolaylı vergilerin, dolaysız vergilere göre giderek artan üstünlükleri bu duruma neden olmuştur. Toplam vergi gelirleri içerisinde gelir vergilerinin payı gelişmiş ülkelerde, az gelişmiş ülkelere nazaran daha fazladır. Bunun nedenlerinden biri de gelirin tanımlanması bakımından aralarında belirgin farkların bulunmasıdır. Safi artış teorisinin ağırlıklı olduğu yaklaşımla geliri tanımlayan ülkeler, kaynak teorisini benimseyen ülkelere göre geliri daha geniş tanımladıklarından vergilemede adalet ilkesini daha iyi gerçekleştirip, vergiyi tabana yaymakta ve kayıt dışılıkla daha iyi mücadele edebilmektedir. Böylece gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı daha yüksek olmaktadır. Nitekim OECD üyesi ülkeler içerisinde safi artış teorisine en yakın ülke olan Danimarka, 2010 yılında gelir vergilerinin toplam vergi gelirleri içerisindeki payı (%61,1) en yüksek düzeyde gerçekleşen ülkedir.

SONUÇ

Çağdaş toplumlarda devlet kolektif ihtiyaçların karşılanması yanında, iktisadi dalgalanmaların giderilmesi, ekonomide kaynakların etkin kullanımının, ekonomik büyüme ve kalkınmanın, dış ticaret dengesinin sağlanması, gelir dağılımının değiştirilmesi gibi görevleri de yüklenmiştir. Devletin yüklenmiş bulunduğu görevleri gerçekleştirebilmesi için gelire ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç devletin çeşitli kuruluşları aracılığıyla farklı kaynaklardan sağlanır. Günümüz ekonomilerinde devletler, ülke milli gelirinin üçte birine yakın bir bölümünü ekonomiden çeşitli şekillerde kamu geliri olarak çekmek suretiyle bu kaynakları kamu hizmetlerini yerine getirmekte kullanır. OECD verilerine göre 2010 yılında toplam vergi gelirlerinin gayri safi milli hasılaya oranı %33,8 olarak gerçekleşmiştir. Bu oran OECD üyesi 36 ülkenin ortalamasıdır. Kamu gelirlerinden söz edilirken genellikle devletin vergi gelirlerinin artış veya azalışlar üzerinde durulur. Vergi, kamunun elindeki en etkin araçlardan biridir. Kamunun bu aracı en iyi şekilde kullanabilmesi için vergi sisteminin esnek, etkin, adil, şeffaf ve basit olması gerekmektedir. Ülkeler açısından vergi politikasının oluşturulmasında belirleyici olan gelirin tanımı ve tespitidir. Vergilendirilecek gelirin tanımında en önemli unsur tanımlanan gelirin tespit edilebilmesidir. Bir ekonomide kayıt dışılık ne kadar fazlaysa gelirin tespiti de o derece güçleşir. Bilindiği gibi gelişmiş ülkelerde ekonomide kayıt dışılık GSYH’nın %13-20’si arasındayken bu oran gelişmekte olan ülkelerde %40’a kadar çıkabilmektedir.

Devlet için önemli bir gelir kaynağını oluşturan verginin, ağırlıklı olarak dolaylı vergilerden oluşması, giderek dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki payının artması ve Türkiye’de bunu önleyebilecek vergi politikası ve yapısının oluşturulamaması yeni bir vergi sisteminin önemini daha da arttırmaktadır.

Gelirin vergilendirilmesi, vergileme konusunun en hassas ve önemli noktalarından birini oluşturmaktadır. Gelir üzerinden alınan vergi, tasarruf seviyesinden çalışma gayretine ve risk alma eğilimlerine kadar pek çok ekonomik davranış üzerinde etkisi olan bir vergi türüdür.

102

Gelir üzerindeki vergilerin çok çeşitli etkileri bulunmaktadır. Bu etkiler doğru idare edildiğinde, sosyal ve ekonomik pek çok olumlu sonuç elde edilebilmektedir. Gelir üzerindeki vergiler, vergiden kaçınma ve vergi kaçırma davranışlarında belirleyicidir. Gelir vergisi bireylerin dolayısıyla ekonominin tasarruf oranını doğrudan etkilemektedir. Gelir vergisi ayrıca, tahsis ve bölüşüm üzerinde de etkilidir.

Anayasamızda vergilemede adalet ilkesine bağlılık açısından yer verilen mali gücü temsil eden temel göstergenin belirli bir dönemde elde edilen gelir olduğuna kuşku yoktur. Gelir ise elde edilme aşamasından sonra ya servet ya da harcama şekline dönüşmektedir. Diğer yandan günümüz bilgi ve iletişim teknolojilerinin geldiği düzey ile kartlı ödeme sistemlerinin hızlı bir gelişme göstererek nakit ve çekle yapılan ödemelerin yerini almaya başlamaları dikkate alındığında, servet ve harcamaların tespitinin gelirin elde edilmesinin tespitine nazaran çok daha kolay olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle vergilenecek gelirin safi artış teorisi yaklaşımına dayandırılması ile kayıt dışı ekonomiyi kayda almak ve vergi tabanını genişletmek mümkün olacaktır. Ayrıca ekonomik gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkacak gelir unsurlarının kavranamaması gibi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Tüm bunlar aynı zamanda vergi adaletinin sağlanmasına yönelik olarak olumlu katkı sağlayacaktır.

103

KAYNAKÇA Ahmad, Ehtisham and Nicholas Stern (1989), “Taxation for Developing Countries” Handbook of Development Economics, II. cilt, Hollis Chenery ve T. N. Srinivasan (der.), Elsevier Science B.V., Hollanda.

Akdoğan, Abdurrahman (1985), Kamu Maliyesi, Ankara. Aksoy, Şerafettin (1997), Kamu Maliyesi, Filiz Kitabevi, İstanbul.

Aksoy, Şerafettin (1989), Vergi Hukuku ve Türk Vergi Sistemi, Filiz Kitabevi, İstanbul. Aktan, Coşkun Can (1998), “Düz ve Düşük Oranlı Vergiler İle Ekonomik Büyüme İlişkisi”, Vergi Dünyası Dergisi, Sayı 203. Arslan, Mehmet (2001), Türk Vergi Sistemi, Güncelleştirilmiş 2. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara. Baker, Samuel (1990), Readings on Public Sector Economics, Lexington.

Bayraklı, H. Hüseyin (2000), “Gelir Vergisi Kanununda Gelir Kavramı Ve Sapmalar”, Mevzuat Dergisi, Sayı 36, Aralık.

Bilici, Nurettin (2002), Vergi Hukuku Genel İlkeler Türk Vergi Sistemi, 4. Baskı, Yargı Yayınevi, Ankara.

Boadway, Robin and Anwar Shah (1992), “How Tax Incentives Affect Decisions to Invest in Developing Countries”, The World Bank Working Papers, Volume 1, No 1011 November.

Bulut, Mustafa ve Çalışkan, Mefküre. Seda (2008), “Gelirlerin Tanımlanmasında Teori Tercihi: KaynakTeorisine Karşı Net Artış Teorisi”, Yaklaşım Dergisi/ Haziran 2008 / Sayı:186 Edizdoğan, Nihat, Çetinkaya,Özhan ve Gümüş,Erhan (2011), Kamu Maliyesi, Ekin Yayın, Bursa. Eker. Aytaç (2001), Kamu Maliyesi, Anadolu Yayıncılık, İzmir.

Erginay, Akif (1979), Kamu Maliyesi, Sevinç Matbaası, Ankara. Ferhatoğlu, Emrah (2003), “Gelir Teorileri Bağlamında Avrupa Birliği ve Türkiye’ deki Gelir Tanımlaması ve Sonuçları: Karşılaştırmalı Bir Analiz”, e-akademi Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler Aylık İnternet Dergisi, Sayı 19, Eylül.

Goode, Richard B. (1976), The Individual Income Tax, Brookings Institution, Washington, D.C.

Gökbunar, Ali Rıza (1997), Türk Vergi Sisteminde Reform Gereği, Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü Yayını, İzmir.

Kızılot, Şükrü (1990), Kurumlar Vergisi Kanunu ve Uygulaması, Savaş Yayınları, Ankara. Lewis, Stephen R. (1984), Taxation For Development : Principles And Applications, Oxford University Press, New York. Musgrave, Richard A. Musgrave, Peggy B., (1989), Public Finance in Theory and Practice, Mc Graw Hill, New York. Nadaroğlu, Halil (1976), Kamu Maliyesi Teorisi, Sermet Matbaası İstanbul.

104

Neumark, Fritz (1945), Gelir Vergileri, (çev. M. Orhan DİKMEN), İstanbul Üniversitesi Yayınları, Sayı 29, İstanbul. OECD (2013), Revenue Statistics-OECD Member Cuntries-Comparative Tables, http://stats.oecd.org/, 26.03.2013 Quigly, John M. and Eugen Smolensky (1994), Modern Public Finance, Harvard University Press, England. Ortaç, Fevzi Rıfat (1999), “Vergilendirilebilir Kavramı, Geliri Belirleyen Teoriler ve Türk Gelir Vergisinde Yer Alan Gelir Tanımlaması”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Sayı 2, Ankara.

Öncel, Mualla, Ahmet Kumrulu ve Nami Çağan (2000), Vergi Hukuku, Turhan Kitabevi, 8. Baskı, Ankara.

Öncel, Mualla, Ahmet Kumrulu ve Nami Çağan (2002), Vergi Hukuku, Turhan Kitabevi, 10. Baskı, Ankara.

Pehlivan, Osman (2001), Vergi Hukuku, Genel İlkeler ve Türk Vergi Sistemi, Derya Kitabevi, Trabzon.

Plasscheart, Sylevain R. F. Schedular (1988), Global and Dualitic Patterns of Income Taxation, International Taxation Bureau of Fiscal Documentation, Netherland.

Plasscheart, Sylevain R. F. (1977), "The Defination of Gross Taxable Income In Schedular or Global Income Taxes", Bulletin Fiscal Documentation.

Seviğ, Veysi (2002), Dünya Gazetesi, 29.11.2002. Turan, Salih (1998), Vergi Teorisi ve Politikası, Filiz Kitabevi, İstanbul.

Uluatam, Özhan (2000), Vergi Hukuku, İmaj Yayıncılık, Ankara. Yüce, Mehmet (1999), “Vergileme İlkeleri Ve Ekonomik Konjonktür Açısından Deprem Vergilerinin Genel Bir Değerlendirmesi”, Mevzuat Dergisi, Yıl 2, Sayı 21, Eylül, İstanbul. www.bkm.com.tr Bankalararası Kart Merkezi, İstanbul.

105

IRAN-IRAK SAVAŞI’NIN BÖLGEYE ETKİLERİ

Ekrem Yaşar AKÇAY*

ÖZET

1980-1988 arasında meydana gelen ve İran-Irak Savaşı, pek çok kişinin ölümüyle ve ekonomik, siyasal ve sosyal pek çok zararla sonuçlanmıştır. Buna ilave olarak, bu savaş sonrasında hem Ortadoğu devletleri hem de bölge dışı birçok devlet, kendi çıkarları doğrultusunda yeni politikalar üretmiştir. Bu yüzden İran-Irak Savaşı’nın Ortadoğu’yu, Ortadoğu ülkelerini ve bölge dışı ülkeleri şekillendirdiğini söylemek mümkündür.

Anahtar Kelimeler: İran-Irak Savaşı, Ortadoğu, Çıkar, Şekillendirmek, Bölge Dışı Ülkeler.

THE EFFECTS OF THE IRAN-IRAQ WAR IN THE REGION

ABSTRACT

Iran-Iraq War which established between 1980-1988, resulted with death a lot of people and economic, politic, social damages. In addition, after this war, both the Middle Eastern states and many exterritorial states producted new policies in accordance with their own interests. Therefore, ıt is possible to say that Iran-Iraq War shaped the Middle East, the Middle Eastern states and exterritorial states.

Key Words: Iran-Iraq War, The Middle East, Interest, Shape, Exterritorial States.

* Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

106

1. GİRİŞ Gerek kavramsal gerekse coğrafi açıdan herkesin üzerinde anlaştığı tam bir tanımı bulunmayan Ortadoğu, dünya tarihini anlamak, analiz etmek adına önemli bir bölge olarak karşımıza çıkmaktadır. Kavramsal açıdan bakıldığında ve Avrupa merkez aldığında ilk önce “Şark” daha sonra ise “Yakın Doğu” olarak adlandırılan Ortadoğu, ilk kez 1902 yılında Amerikalı denizci ve jeopolitik uzmanı Alfred Thayer Mahan tarafından Arabistan ve Hindistan arasındaki bölgeyi tarif etmek için kullanılmıştır. Sonrasında 1909 yılında Angus Hamilton’un “Problems of The Middle East” adlı kitabı ile kavram Avrupa’ya taşınmıştır. Kavram, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin bölge için kullandıkları “Ortadoğu Komutanlığı” (The Middle East Command) ile yaygınlık ve resmilik kazanmaya başlamıştır.

Coğrafi açıdan bakıldığında, İngiltere’deki “Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu” Yakındoğu’yu sadece Balkanları kapsayacak şekilde tanımlarken, Ortadoğu’yu ise Türkiye, Mısır, Arap Yarımadası, Körfez Bölgesi, İran ve Irak’ı da içine alacak şekilde tanımladığı görülmektedir. Bununla birlikte ırk unsuru ön plana çıkarılarak yapılan sınıflandırmalarda ise Ortadoğu Arapların hakim olduğu yerler olarak sayılmış ve Türkiye, İran, İsrail, Afganistan, bölge dışında tutulmuştur. Ancak coğrafi anlamda bir sınır çizecek olursak, Ortadoğu ve Dar ve Geniş Anlamda olmak üzere iki sınıfa ayırmak mümkündür. Dar anlamda Ortadoğu, Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez Ülkeleri ve Mısır’ı içine alırken, geniş anlamda ise bu ülkelere Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Eritre, Sudan, Cibuti ve Afganistan’ı kapsamaktadır.

İlk uygarlıkların çıkış noktası olması ve üç büyük dinin ortaya çıktığı yer olmasının yanında jeopolitik, jeostratejik özellikleri ve enerji kaynaklarının fazla olması nedeniyle bölge daha da önemli bir hale gelmiştir. Sümer, Akad, Babil, Pers, Roma, Emevi, Abbasi ve Osmanlı gibi devletlerin egemenliği altında kalan Ortadoğu, 18. yüzyıl ortalarından itibaren Avrupa’nın etkisine girmeye başlamıştır. Sömürgecilik yarışının da olduğu dönemde, güçlü devletlerin çıkarlarının bulunduğu ve pek çok çatışmaya sahne olan Ortadoğu, özellikle 20. yüzyılda bölgede petrolün bulunmasıyla birlikte, hem önemini artırmış hem de çıkar çatışması ve rekabet mücadeleleri katlanarak devam etmiştir.

II. Dünya Savaşı sonrasında, İngiltere ve Fransa’nın gücünün azalmasıyla birlikte ABD ve SSCB mücadelesine sahne olan bölge, 14 Mayıs 1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte Arap-İsrail Çatışması, 1980-1988 İran-Irak Savaşı, 16-17 Ocak 1991 Körfez Savaşı gibi mücadeleler yüzünden bölge gündemde kalmaya, önemini korumaya devam etmiştir.

Bölge, üzerinde büyük güçler arasında yaşanan bu rekabet, çıkar mücadelesi ve çatışmalar, bölge içinde liderlik misyonu elde etmek ve bunu sürdürmek isteyen devletler, aktörler arasında da yaşanmaktadır. Böylesi durumlar, zaman zaman bölgenin kaderini değiştirecek sonuçlara da yol açmıştır.

Bölge içindeki bu rakiplerden iki tanesi İran ve Irak’tır. Dinsel olarak Şii ve Sünni rekabeti içinde olan iki ülke, bölgede, zaman içinde lider olmak için mücadele etmişlerdir. Bu açıdan 1980-1988 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı önemlidir. Yaşanan savaş, pek çok kişinin ölümüne, pek çok yıkıma sebep olduğu gibi sonuçları itibariyle bölgede ve dünyada birçok değişimin, yeniliğin yaşanmasına da yol açmıştır. Çalışmamızda da bu savaşı inceleme sebebimiz, savaşın iki ülkeye, bölge ülkelerine, diğer aktörlere, bölge ve dünya politikasına etkilerini ve bölgede yarattığı değişimi göstermek içindir.

107

Bu anlamda çalışmamız 4 ana başlıktan oluşacaktır. Birinci başlıkta, savaş öncesinde İran ve Irak’ta var olan sorunlar, ikinci başlıkta savaşın nedenleri, üçüncü başlıkta, savaşın başlaması ve son başlıkta savaşın bitişi ve bu konuda büyük güçlerin ve iki ülkenin tutumu ele alınacaktır. Çalışmamız sonuç ve kaynakça bölümleriyle son bulacaktır.

2. SAVAŞ ÖNCESİ İKİ ÜLKE ARASINDAKİ SORUNLAR 2.1. Şii-Sünni Sorunu Şii-Sünni sorunu (Aydın, 2010: 12), Ortadoğu coğrafyasında ortaya çıkan Üç Büyük dinin sonuncusu olan İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halefinin kim olacağına dair ortaya çıkan mücadeledir. Bu sorunda Şiilere göre, peygamberin halefi evladı ve damadı Hz. Ali ve onunla kan bağı olanlara geçtiği kabul edilir. Onlara göre, dinsel rehberliği tek kaynağı yanılmaz öğreticilerdir. Bu öğreticilerin rehberliğinde yaşayan iyi bir Şii olarak kabul edilmektedir(Sonnenberg, http//www.global security org, 2011). Şiiler, M.S. 940 yılında halefi seçmeden kaybolan On ikinci İmamın gelmesini beklemektedirler. Şii inanışa göre, On ikinci İmam adaletli, tüm kötülüklerden arınmış, İslamcı bir hükümet kurmak için bir gün saklandığı yerden ortaya çıkacaktır. Bu zamana kadar iyi bir Şii olmanın şartı, On ikinci İmam gelinceye kadar seçilen imamlara ve yöneticilere uymaktır(Sonnenberg, http//www.global security org, 2011).

Sünni inanışa göre ise, peygamberin halefi olacak kişi halife olarak isimlendirilen ve seçimle belirlenen kişidir. Bu kişi, yanılmaz olarak görülmemekle birlikte meşruluğu kabul edilen ve dini konularda yetkin olduğuna inanılan biridir. Sünni inanışta, bu kişinin bu konuma nasıl geldiğinin önemi yokken, Şii inanışta halefin meşru olması, Hz. Ali’nin soyundan gelmesine bağlıdır. İran tarihi, süreç olarak Şii merkezli bir yönetime sahip olmuşken Irak, dünyadaki Müslümanların %80’ini oluşturan Sünniler tarafından yönetilmiştir. Şiiler ise, daha çok Bahreyn, İran ve Irak’ta çoğunluktadır. Yani, İran ve Irak yönetimleri farklı din anlayışlarına sahiptir. Bu farklılık, İran ile Araplar arasındaki ayrılıkla da örtüşmektedir. İran, tarihsel olarak Sünni yönetimlerin karşında bir merkez olarak kalmıştır. Özellikle, Ayetullah Humeyni bölgede etkin güç olmak için bu farklılığı kullanmaya çalışmıştır (Yıldırım, 2005: 45; www.enfal.de, (2013; http://www.diplomatikgozlem.com, 2013).

Irak’taki Şiilerin memnuniyetsizliği, 1639’da Osmanlı hakimiyetine kadar gitmektedir. Osmanlı Devleti, Irak’ı topraklarına kattıktan sonra, resmi dairelerde Şiilere görev vermemişler ve onlara kendi iç sorunlarında yetki vermişlerdir. Ayrıca Osmanlı Devleti, Irak’taki kutsal Şii kentlerine saygı duyarken, Şii ulemanın sadece Şiilere yönelik fetva çıkarmasına izin verilmiştir (Yıldırım, 2005: 45). Irak, 1917’de Osmanlı Devleti’nden ayrıldıktan sonra, Osmanlı Devleti’nden Şii-Sünni Sorunu’nu devralmıştır. Çünkü, İngiliz işgali döneminde, kabileler halinde şehir merkezinden uzakta yaşadıkları için Şii nüfusun ne kadar olduğu tam olarak tespit edilmemiştir. Bu yüzden Şiiler, nüfusun çoğunluğunu oluşturduklarını iddia etmişlerdir. Irak, Osmanlı’dan ayrıldığında, Irak’ta Şiiler, nüfusun yaklaşık yarısını oluşturmaktadır (http://arsiv.sabah.com.tr, 2013; Ayışığı, http://efrasyap.org, 2013). İngiliz kontrolüne geçince, İngilizler, kendi kendilerini idare etme ya da bağımsız olma gibi vaatlerle Şiileri rahatlatmışlardır. Şiiler de en büyük dini grubu oluşturdukları için böyle bir düzenlemenin

108

olacağını sanmışlardır. Ancak sonrasında İngilizler, I. Dünya Savaşı esnasında Irak’ta milli bir rejim kurmak istemiş ve liderliği Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’a teklif etmişlerdir. Faysal, Sünni olmasına rağmen, Hz. Ali’nin soyundan geldiği için Şiilerce kabul görmüştür. Sünniler ise sadece Sünni olduğu için değil kendisi ve babasının Arap milliyetçiliğine liderlik etmesi sebebiyle Kral Faysal’ı kabul etmişledir (Khadduri, 1988: 15-16). Kral Faysal, 1920’de iktidara gelince genel olarak Şiilerin isteklerini yerine getirmiş ve Şii liderlere ülke yönetiminin yabancı etkilere kapalı olacağını söylemiştir. Ancak, bazı baskı gruplarını memnun edememiştir. Çünkü, Faysal’ın devlet görevlerinde Şiilere yer vermemesi ve yanında çalışanların da hemen hemen Sünni kökenli olması, bu grupları rahatsız etmiştir. Bazı Şii liderler ve gruplar, Faysal ile işbirliği yaparken bazıları ise ihanete uğradıklarını düşünerek Faysal’ın ilk başbakanı Abdurrahman el-Geylani’ye karşı çıkmışlardır. Şiiler, Geylani kabinesini, İngilizlerle 3 Mayıs 1920’de manda antlaşması yaparak ülkenin bağımsızlığından taviz verdikleri gerekçesiyle suçlamışlardır. Faysal da İngilizlerle manda antlaşması yapılmasından memnun olmamakla birlikte, İngilizlerin maddi yardımlarına ihtiyaç duyulduğu için bu antlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır.(Yıldırım, 2005: 47). Manda antlaşması sonrasında, Kerbela’da Sünni ve Şii din adamları arasında yapılan bir toplantıda Şii mollalar, Sünni aşırıların da desteğini alarak, İngilizlerle yapılan antlaşmanın ülkenin bağımsızlığını garanti altına alınması isteğiyle gösteriler yapmaya başlamışlar ve politik partiler kurma talebinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine biri hükümet yanlısı diğer ikisi muhalefet olmak üzere üç parti kurulmuştur. Daha sonra, muhalefet partileri birleşerek tek bir parti olmuşlar ve Geylani’ye baskı uygulamaya başlamışlardır. Bunun sonucunda, Geylani, baskılara dayanamayarak istifa etmiştir. Şiiler, hükmet kurma görevinin kendi liderlerine verilmesini istemişlerdir. Faysal ise ülkenin kaderini Şiilere bırakmayı olumlu karşılamamıştır. Bu sırada İngilizler, Faysal’ın rahatsızlık geçirmesi ve hükümetin istifasını fırsat bilerek yönetimi ele geçirmişler ve İngilizlerin bölgedeki temsilcisi Sir Percy Cox, muhalefet liderlerini sürgüne göndermiş, muhalefet partilerini ve gazetelerini kapatmıştır (Khadduri, 1988: 16-23). Böylece, Şiiler ülkenin idaresini ele geçirme mücadelesini tamamlamıştır.

Bununla birlikte bu olaylar neticesinde, iki etnik grup ve devlet arasında yumuşama havası yaşanmaya başlamışken, Şubat 1979’da, İran’da İslam Devrimi olmuş ve devrim sonrasında, Amerikan yandaşı Şahın devrilip, Humeyni’nin iktidara gelmesiyle olaylar yeniden büyümüştür. Çünkü, İslam Devrimi’nden sonra İran, devrimi bölge ülkelerine ihraç etme politikasına başlamıştır. Bu anlamda Şii, Sünni ve Kürtlerden oluşan bir etnik yapıya sahip Irak’ta da nüfusun %60’ını oluşturan Iraklı Şiileri desteklemeye ve Irak Baas rejimini ya da Saddam yönetimini tehdit etmeye başlamıştır (Stafford, v.d., http://www.dtic.mil, 2011; Zuhur, http://www.strategicstudiesinstitute, 2011). Bu da zaten tarihsel olarak çatışma yaşayan iki ülkeyi yeniden karşı karşıya getirmiştir.

2.2. Su Yolu Sorunu İki ülke arasında yaşanan diğer bir sorun ise, Fırat ve Dicle’nin birleştiği Şattülarap Su Yolundan kaynaklanmaktadır (http://newtimes.az, 2013). Sorun, su yoluna verilen isimle başlamaktadır. İran bu yola “Arvand Rud” adını vermektedir. Aynı zamanda sorun, su yolunun döküldüğü yere verilen isimle devam etmektedir. İran, bu yola “İran Körfezi” derken Araplar “Arap Körfezi” demektedir (Rundle, 1986: 128).

109

Şattülarap su yolu üzerindeki anlaşmazlık, tarih boyunca değişen hükümetler, değişen koşullara göre sürüp gitmiştir. Mesela, 16. yüzyılda Irak Osmanlı Devleti’nin kontrolüne geçince Osmanlı Devleti ve Safevi Devleti arasındaki mücadele su yolu mücadelesi olmakla birlikte Şii-Sünni rekabeti halini de almıştır. İki ülke arasında Irak’ı kontrol etmek için 1529 ve 1549 tarihleri arasında iki savaş yapılmış ve 1555 Amasra Antlaşması ile geçici bir barış dönemine girilmiştir. Ancak 1623 ve 1629 tarihlerinde savaşlar tekrarlanmış ve 1639’da Kasr-ı Şirin Antlaşması yapılmıştır. Bu antlaşma ile su yolu için de bir çözüm bulunmuştur. Bölgedeki aşiretlerin yaşadığı yerler dikkate alınarak bir sınır çizilmiştir. İran sınırın doğal sınır olduğunu iddia ederken, Osmanlı Devleti ise, sınırın iki tarafında da Araplar bulunduğu için suyolunun kendi kontrolünde olmasını gerektiğini iddia etmiştir. Anlaşma kara sınırlarının belirlenmesinde başarı sağlarken su yolu sınırı tartışmalı kalmıştır. Ayrıca bu antlaşma ile İran, Irak’ın Osmanlı egemenliğinde olduğunu kabul etmiş, Kürtlerin Zagros dağlarına yerleşmesi ve İran’ın hac ziyareti için Irak’a gelmeleri kararları alınmıştır (Hiro, 1988: 33). Bu antlaşma, daha sonra yapılan antlaşmalara temel teşkil etmiştir. Çünkü daha sonra iki ülke arasında tekrar savaş başlamış ve 1639 sınırı teyit edilmiştir (Hiro, 1988: 6).

I. Dünya Savaşı sonrasında Irak, İngiltere’nin mandasında yarı özerk bir devlet olmuş ve bundan sonra İran, Irak’ın Şattülarap üzerindeki egemenliğini reddetmiş ve kendisine ait gemilerin su yolundan geçerken para vermemelerini istemiştir. İran, nehrin ortasının iki ülke arasında sınır olması gerektiğini iddia etmiştir (Yıldırım, 2005: 28). Irak, bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığında da bu ve bunun gibi pek çok ihtilaflı sorunu devralmıştır. Bunun yanında, Şubat 1921 yılında İran’da bir darbe ile Rıza Han iktidara gelmiş ve 1929 yılında Irak’ı tanımıştır. Bununla beraber, iki ülke arasındaki ilişkiler, doğrudan hükümetler arasında yürütülmüştür. (Tareq, 1982: 14; Memiş, 2002: 40).

İki ülke arasında su yolu sorunu görüşmelerle çözülememiş ve İran su yolunun kontrolünün Irak’ta olması yerine “nehrin ortasını sınır alma” (thalweg) prensibini istemiştir. Irak’ın iddiaları ise tamamen Osmanlı Devleti’nin iddialarına dayanmıştır. Ancak soruna ilişkin bir sonuç alınamayınca iki ülke sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürme kararı almışlardır. Milletler Cemiyetindeki görüşmelerde de sorun çözülemeyince, raportör olarak atanan Baron Alosi, su yolunun milletlerarası nehir olması önerisini dile getirmiştir. Fakat iki ülke, buna yanaşmamışlardır. Bunun sonucunda, Irak bir sonuca ulaşmak için sorunun Milletler arası Daimi Adalet Divanına götürülmesini istediyse de İran buna karşı çıkmıştır (Khudduri, 1988: 39). Daha sonra, iki ülke sorunu MC’den çıkararak tekrar ikili görüşmelerle çözmeye çalışmışlardır. Yani, konu Cenevre’den tekrar Tahran’a taşınmıştır (Tareq, 1982: 16). Ancak bu sırada, Irak’ta darbe ile iktidar değişmiş ve uluslararası konjonktürde sıkıntılı bir döneme girilmiştir. İtalya’nın Habeşistan’ı işgali, Türkiye ve Afganistan’ı telaşa düşürmüştür. Bunun üzerine Türkiye, Iran ve Irak’a aralarındaki sorunu geçici bir çözüme kavuşturmaları hususunda uyarmış onlar da daha esnek davranma kararı alarak ve dört ülke arasındaki görüşmeler sonucunda 8 Temmuz 1937’de Sadabad Paktı imzalanmıştır. İran ve Irak bu paktan ilham almışlar ve delegeler, Sadabad Paktı’nı konuşurken iki ülke de 4 Temmuz 1937’de sınır antlaşmasını imzalamışlardır (Karsh, 1990: 256-280). Bu anlaşma, 1913 İstanbul Protokolü’nün ve 1914 sınır komisyonu raporunun ülkeler arası sınırı belirlemede esas alınmasını teyit etmiştir (Yıldırım, 2005: 30). (madde 1) Ayrıca anlaşma ülkeler arasındaki sınırın, Abadan önündeki kısmı hariç, nehrin doğu yakası olarak kabul edilmesini, Abadan önündeki 4 km’lik kısmın ise, thalveg hattı sınırının belirlenmesini öngörmüştür. (madde 2) İki ülke sınır işaretleri koymak için bir komisyon kurulmasını kabul etmişlerdir. (madde 3) Anlaşmanın ek protokolü ise, bu anlaşmadaki hiçbir maddenin Irak’ın Şattülarap

110

ile ilgili olarak İngiltere ile yaptığı 30 Haziran 1930 tarihli anlaşmasının 4. maddesinden doğan Irak’ın İngiltere’ye karşı yükümlülüklerine karışmaz demektedir (El Azhary, 1985: 15). Ancak, daha sonraları Irak, iç karışıklardan istifade edilerek bu antlaşmanın dikte ettirildiğini söylemiştir (Hiro, 1988: 13). Bunun üzerine, 1938 yılında sınırı belirlemek için bir komisyon kurulmuş fakat komisyon çok az bir ilerleme kaydetmiştir. II. Dünya Savaşı ve sonrasının getirdiği şartlar sorunu daha da alevlendirmiş ve iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir (Khudduri, 1988: 23).

11 Mart 1972’de Irak SSCB ile Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalayıp SSCB’den pek çok askeri malzeme almıştır (http://www.bbc.co.uk, 2013). Bunun üzerine İran, İngiltere ve ABD telkinleriyle Kuzey Irak’taki Kürtleri, Bağdat yönetimine karşı kışkırtmaya başlamıştır (Karaduman, 2009: 55). Ancak, 1975 yılında su sorununa ilişkin iki ülke arasında Cezayir’de, Cezayir Antlaşması yapılmış ve sorunlar çözüme kavuşturulmuştur (Yılmaz, 2009: 259; Bergquist, 1988: 29). Bu antlaşmaya göre, Şattülarap’taki sınır, su yolunun tam ortasından geçmiştir. Yani, Irak su yolu üzerindeki iddialarından vazgeçmiştir. İran ise, Irak’ın kuzeyindeki Kürtler’e verdiği desteği geri çekmiştir (Ali, 2001: 47; Altınkaş, 2005: 137-144). Bu anlaşma ile geçici de olsa, Irak, Kürtler konusundaki sorunu halletme imkanı bulmuştur. Bununla birlikte, İran ise su yolu üzerinde hareket edememiş ve Körfez’deki Emirliklere sözünü geçirememiştir. Çünkü, Körfez’deki Emirlikler, Şah’ın emellerinden korktukları için onu dengeleyici unsur olarak Irak’ı görmek ten daha hoşnut olmuşlardır (Arı, 1996: 109-110).

2.3. Etnik Sorunlar Ortadoğu’da Osmanlı ve İran İmparatorluklarının yıkılması ve buradaki zayıf devletlerde yaşanan etnik sorunlar, büyük devletlerin müdahaleleriyle daha da artmıştır. Özellikle, bölgede büyük çoğunluğu oluşturan Kürtlerin daha çok petrol bölgelerinde yaşıyor olmaları, konuyu daha da özelleştirmektedir.

İran, ülkesindeki etnik nüfuslar olan Azerileri ve Kürtleri 20. yüzyılda asimile ederek merkezi hükümetini güçlendirmiştir. Buna karşılık, Irak ise özellikler İngilizlerin baskısıyla Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Böylece, Kürtlerin güçlenip kültürlerini sürdürmelerine imkan sağlamıştır. Ülkedeki Kürtler ise gelenekçiler ve modernistler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Bu ayrıma göre, Gelenekçiler, aşiret reisleri ve dini önderlerden oluşmakla birlikte, modernistler ise, kentlerde yaşayan, laik eğitim görmüş, yüksek statülü kişilerden oluşmaktadır (Yıldırım, 2005: 53). Yani, Irak’ta iki faklı toplum ve iki farklı hiyerarşik yapı bulunmaktadır. Bunlardan ilki, devlet yapısı olan ve bu devlet yapısına bağımlı Arap toplumu iken ikincisi ise devlet yapısına sahip olmayan Kürt toplumu olarak görünmektedir.

Bu durum karşısında Irak, Kürt varlığını Irak’ın devlet yapısı ve ideolojisiyle bütünleştirmek, Kürtlerin özerkliğini yok etmek ve varlıklarını sadece kültürel bir tanıma şekline getirmeyi amaçlamıştır. Ancak, 1950-60’larda, devletin yaptığı, sürgünler, aşiret reislerine karşı ayaklanmalar, v.b. olaylar, bölgede istikrarı bozmuşlardır. Üstelik, iş bulmak için köyden kente göçülmesi sonucunda, kente göçen ve köyde kalan halk arasında bölünmüşlük de artmıştır. Bu anlamda siyasi yapılanmada da farklılık olmuştur. Gelenekçiler, Kürdistan Demokrat Partisi’nde toplanmışken, oradan ayrılanlar Kürdistan Yurtseverler Birliği tabanı üzerine oturmuşlardır (Bruniessen, 1992: 187).

İran gerek askeri gerek ekonomik olarak Kürtlere o kadar fazla destek vermiştir ki, özellikler 1972-1975 yılları arasında Kürtlerle (Altınkaş, 2005:137-144; Erol, 2008: 56) yapılan mücadele örtülü bir İran-Irak Savaşı halini almıştır. Ancak, bu mücadelenin ekonomik yükü

111

oldukça fazla olmuştur. Üstelik, Irak’a karşı İsrail ve ABD’de de Kürtlere destek vermiştir. (Malek, 1991: 17-18). 11 Şubat 1979’daki İran İslam Devriminden sonra İran-Irak ilişkilerinde bir yumuşama görülmüşse de, kurulan yeni hükümet düşünce, yerine kurulan hükümetle ilişkiler yeniden bozulmuştur. Irak toplumunu Baas rejimine karşı ayaklanmaya çağıran İran yönetimi, Irak tarafından Sunni-Şii dengesini bozmakla suçlanmıştır. Bunun yanında, İran Irak rejimini baskıcı ve anti demokratik olarak suçlarken, Irak da İran’ı rejimi yaymaya çalışmakla suçlamış ve ilişkiler savaş öncesinde böyle gergin bir halde kalmıştır (Workman, 1984: 87; Muhsin, v.d., 1986: 229-230).

3. SAVAŞA DOĞRU GİDERKEN 11 Şubat 1979’da, İran İslam Devrimi (Lewis, 2010: 472; Best, Hanhimaki, et. all, 2012: 498) ile İran’da Şah rejimi devrilmiş, İslam Cumhuriyeti kurulmuş ve Ayetullah Humeyni iktidara gelmiştir (Dedeoğlu, 2002: 74; Anonim (a), http://printfu.org, 2011). Humeyni, hem Batı’nın güvenlik şemsiyesinden çıkmış hem de “Ne Doğu Ne Batı” prensibi ile Ortadoğu’ya devrimi ihraç etme politikasına başlamıştır (Erol, 2008: 54). İran’da bunlar yaşanırken, 26 Mart 1979’da ise Mısır ve İsrail arasında Camp David Barış Antlaşması yapılmış ve 1948 yılından beri kesintili olarak devam eden savaşlar son bulmuştur (Yılmaz, 2009: 260).

27 Mart 1979’da, Arap Birliği Bağdat’ta toplanmış ve Arap Birliği Dışişleri Bakanları Mısır ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararını alarak Mısır’ı Arap Dünyası’ndan dışlamışlardır. Mısır’ın dışlanmasıyla birlikte bölgede liderlik sorunu başlamış ve Irak liderlik yönünde çabalarını artırmıştır (Arı, 2004: 357-358). Liderliğe aday ülkeler, Irak, Suriye ve Suudi Arabistan olarak görünürken, İran ise devrim ihraç etme politikasıyla bölge için bir tehdit unsuru olmuştur (Yılmaz, 2009: 260).

Bölgede liderlik sorunu başlayınca Irak, bölge liderliği için kendini şanslı hissetmiştir. Bu yüzden Irak, kendi gücünü ortaya çıkarabilmek ve İran’a karşı durabilmek için Ortadoğu’da en büyük etkinliğe sahip ülke olan ABD ile ilişkileri geliştirmeye çalışmış, 1967 yılından beri kesilmiş olan diplomatik ilişkiler 1980’lerde tekrar kurulmuştur. Bu gelişen ilişkilerin bir işareti olarak Irak, 1979 yılında SSCB’nin Afganistan’ı işgalini kınamıştır (Ataöv, 1989: 123).

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkiler, 1980 Şubatında Tarık Aziz’e yapılan suikast ve Müstahsiriyan Üniversitesine yapılan saldırılarla iyice gerilmiştir. Irak Dışişleri Bakanı, bu saldırıların Humeyni’nin emri ile yapıldığını ve amacının Irak hükümetini yıkmak olduğunu söylemiştir. İlişkilerdeki gerginlik aynı yıl içinde Iraklı Şii lider Ayetullah Muhammed Bekir Sadr-el ve kız kardeşinin idamı üzerine artarak devam etmiştir (Erol, 2008: 56).

4. SAVAŞIN BAŞLAMASI 1979 yılında Irak’ta iktidar olan ve ABD’yi arkasına alan Saddam Hüseyin, Eylül 1980’de parlamentoyu olağanüstü toplamış ve yaptığı konuşmada sınır ihlallerini bahane ederek, Cezayir Antlaşması’nın imzalandığı dönemde zorla kabul ettirildiğini, Şattülarap su yolunun Irak’a ait olması gerektiğini söylemiştir (Rajaee, 1993: 3). Birkaç gün sonra, 22 Eylül 1980

112

(Erol, 2008: 57)’de şu gerekçelerle Cezayir Antlaşmasını tek taraflı fesh ederek İran’a savaş açmıştır (Bayraktaroğlu, 2009: 87): İran Cezayir Antlaşması’ndaki taahhütlere uymamaktadır.

İran, Irak’taki KDP’ye yardıma yeniden başlamıştır.

İran sınır çatışmalarını tahrik etmektedir.

İran, Cezayir Antlaşması ile Irak’a verilmesi gereken bazı sınır bölgelerini vermemiştir. Irak’ın İran’a savaş açmasıyla tarihsel Arap-Acem/İran düşmanlığı yeniden ortaya çıkmıştır (Sterner, 1984: 129-130).

Saddam Hüseyin, İran’a savaş açma kararı alırken şu unsurların etkisi altında kalmıştır.

Baas rejimini İran İslam Devrimi’nin yıkıcı etkisinden korumak

1975 Antlaşması uyarınca, İran’ın Irak’a devretmeyi vaat ettiği ancak devretmediği toprakları hatta fazlasını elde etmek

Şatt-ül Arap su yolu üzerinde tam hakimiyet sağlamak

İran’ın askeri gücünü ortadan kaldırıp gelecekte tehdit olmasının önüne geçmek

Humeyni’nin devrilmesini sağlayacak bir ortam hazırlayabilmek

Geniş petrol yataklarına sahip olan Kuzistan’ı ele geçirmek

Kazanılacak zafer ile Arap dünyasında prestij ve liderlik elde etmektir (http://www.siyahgribeyaz.com, 2013).

Saddam Hüseyin, bölge içinde ve dışında herkesi tehdit eden ve dehşet veren İran’a kimsenin yardım etmeyeceğini, yalnız kalacağını ve İran devriminden yeni çıktığı ve iç karışıklıklarla mücadele ettiği için savaşın kısa süreceğini düşünmüştür. Irak’ın basit bir güç gösterisiyle İran’a isteklerini kolayca kabul ettireceklerini sanmıştır (Willet, 2004: 4). Ayrıca bu durumun, İran’daki devrimden etkilenen Irak’taki Şiilere de gözdağı niteliği taşıyacağını düşünmüştür. Çünkü, Humeyni, yaklaşık 13 yıl, Şiiler için önemli olan Necef ve Kerbela’da yaşamış ve buraların Irak egemenliğinden çıkarılması gerektiğini dile getirmiştir. Bununla birlikte, bölgede Saddam’a karşı “Irak’ta seni istemiyoruz” sloganları başlayınca Irak, bölgede Şiilerin ayaklanmalarından endişe etmiş ve bu duruma tepki göstermiştir (Heykel, 1993: 104). Bunun yanında, Irak, İran’a savaş açarken, İran’ın Hürmüz Boğazı’nda işgal ettiği üç adadan çıkarılıp buradaki Arapların korunmasını da amaçlamıştır. Aslında Irak’ın buradaki asıl amacı, Arapları korumaktan çok bölgede bulunan petrolden gelir elde etmek ve Körfez’de daha uzun bir kıyıya sahip olarak bölgedeki konumunu etkinleştirmektir. Bir anlamda Irak, İran’ı etkisiz hale getirip Irak’a karşı eylemlerini sonlandırmak ve Mısır’ın dışlanmasıyla boşalan liderlik koltuğuna oturmayı planlamıştır (Bölükbaşı, 1992: 18-19). Ancak savaş, Saddam Hüseyin’in düşündüğünden farklı gelişmiştir (Sander, 2003: 560). İran’ın devrim yaşaması, sonrasında organize olamaması ve devrim karşıtı subayların ordudan atılması, İran’ı zayıflatmış olsa da, İran kendini çabuk toparlamış, 2 yıldan daha kısa sürede Irak’ı işgal ettiği pek çok yerden püskürtmüştür. İran, bundan sonra kafir Saddam rejimini devirerek Irak’ta İslam Cumhuriyeti kurmayı amaçlamıştır. Çünkü Humeyni’ye göre, Irak, İslam’ı yok etmek ve İran’ı parçalamak için savaşmaktaydı (Kocaoğlu, 1995: 296).

113

1986 yılı geldiğinde, artık bütün dengeler İran lehine değiştir. 1986 yılında Kuveyt yakınlarındaki Fao Adaların ele geçiren İran, Irak’a karşı Kürtlerin de desteğini alarak kuzeyden saldırıya geçmiştir (Bulut, 2009: 10). İran’ın güçlenmesi karşısında İslam Devriminden etkileneceklerini düşünen Arap Şeyhlikleri, Irak’a yardım etmeye başlamıştır. Çünkü Irak onlar için, Doğu sınır kapısının bekçisi olarak görülmüştür (Yılmaz, 2009: 263).

Bununla birlikte, İran’ın başarı elde etmeye başlaması, Batılı Devletleri de endişelendirmiştir. Bunun sonucunda ABD, Irak’a yakınlaşmış, Körfez’e donanma göndermiş ve SSCB de Irak’a yaptığı silah sevkiyatını hızlandırmıştır. Yani İran, uluslararası platformda yalnız bırakılmaya başlanmıştır. Bu durum, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1987 tarihinde aldığı kararla netleşmiştir Duman, http://tr.caspianweekly.org, 2011). Karar İran tarafından kabul edilmeyince, İran’a karşı silah ambargosu uygulanmaya başlanmıştır. Bu sırada, 400 İranlı hacı adayının Suudi polisler tarafından öldürülmesi, bölgeyi iyice gerginleştirmiştir. Bununla birlikte, Arap Zirvesi, Kasım ayında toplanarak İran’ın yanında yer alan Suriye’nin de onayladığı, İran politikalarını kınayan bir karar almıştır. Zaman içinde, İran’ın faaliyetleri artarken içeride savaşa ve yönetime karşı da muhalifler ortaya çıkmıştır. Savaştan zarar gören, ekonomik sıkıntılar yaşayan halk ise, kentlere yönelik yapılan saldırı ve kimyasal silah kullanılmasından ötürü savaşın sona ermesini istemiştir. Bu durumda İran ise şu nedenlerden ötürü 18 Temmuz 1988’de BM’nin 598 sayılı kararını ve ateşkesi kabul etmiştir: 11. 1988 yılında Halepçe’de kimyasal silah kullanılmasıyla binlerce sivilin öldürülmesi

12. Irak’ın 1988’de Fao Adasını geri alması

13. Batı donanmasının Körfez’e yerleşmesi

14. ABD gemilerinin İran gemilerini tehdit etmesi

15. ABD’nin uzaydaki uydularla İran’a ilişkin aldığı bilgileri Irak’a iletmesi

16. İran’ın içindeki sıkıntılar

17. İran’a dışarıdan yapılan baskılar

18. 3 Temmuz 1988’de ABD Zırhlısı Vincennes’ten fırlatılan bir füzenin İran Hava Yollarına ait sivil bir uçağı düşürmesi ve 290 kişinin ölmesi

19. İran’a karşı ABD’nin yaptığı askeri müdahalelerdir (Yılmaz, 2009: 264-265).

598 Sayılı kararın kabul edilmesinden sonra, savaş fiilen sona ermiştir. 20 Ağustos 1988’de yürürlüğe giren ateşkesin ardından sorunlar dondurulmuştur (Altınkaş, 2008: 137-144). Bundan sonra taraflar ellerindeki savaş esirlerinin değişimi, işgal altındaki toprakların durumu gibi konuları zaman zaman gündeme gelmiştir. Sorunların büyük bir kısmı, 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal ettiği ortamda halledilmişse de halen kalıcı bir barış antlaşması yapılmamıştır (Akdevelioğlu, 2005: 154).

5. SAVAŞIN SONA ERMESİ HUSUSUNDA İSTEKLER 5.1. İki Ülkenin İstekleri Irak’ın savaşın bitmesine yönelik başlangıçtaki şartları, Şattülarap üzerindeki egemenliğin Irak’a verilmesi ve bazı tartışmalı sınır bölgelerinin Irak’a verilmesi şeklinde olmuştur.

114

Zaman içinde bu şartların arasına, İran’ın kendisinin ve diğer bölge ülkelerinin içişlerine karışmaması, iyi komşuluk ilişkilerini devam ettirmesi, İran’ın Körfez’de işgal ettiği üç adayı Birleşik Arap Emirliklerine teslim etmesini de eklenmiştir. Bu sayede Irak, kendisini körfezin koruyucusu gibi göstermek istemiştir (Yıldırım, 2005: 72). Ancak, zamanla İran karşısında gerilemeye başlayan Irak, kendi sınırlarını korumak ve İran’ın yayılmasına engel olmaya çalışmakla yetinmiştir. Hatta, 1982 yılında İran’ın ilerleme kaydetmesi üzerine savaşı sona erdirme çağrısı yapmış ve Lübnan’ı işgal etmiş olan İsrail’e karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bununla birlikte, 1982 yılında Irak, prensip olarak tüm bölgesel sorunlarda hakemliğe gidilmesi ve savaşın sorumlusunun bulunması için bir araştırma komisyonu kurulmasını kabul etmiştir. 1983 yılında ise, Irak BM’ye hangi tarafın saldırganlığa ve savaş başladığını belirlemek için bir tarafsız komisyon kurulmasını önermiştir.1985 yılında da Saddam, geniş kapsamlı bir ateşkes, uluslararası sınırlara çekilme, saygı ve içişlerine karışmama temelinde görüşmelere başlanması için çağrıda bulunmuştur. Aynı yıl Saddam, gene geniş kapsamlı barış ve savaş politikası belirlenmesini istemiş, savaşın İslam Konferansı, BM, Bağlantısızlar Hareketi, Arap Ligi, Körfez İşbirliği Konseyi gibi örgütlerin hakemliğinde ele alınmasını önermiştir. Ancak bu öneriler, bu örgütlerin ön yargılı olmaları sebebiyle İran tarafından reddedilmiştir (Rundle, 1986: 131). İran ise, BM’de 1981’de yaptığı konuşmada şartlarını, Irak ordusunun geri çekilmesi, saldırganın kınanması, Cezayir Antlaşması’nın yeniden yürürlüğe konması şeklinde sıralamıştır. Fakat, ilerleyen zamanlarda İran, Cezayir Antlaşması’nın yürürlüğe konmasından vazgeçmiş ve bunun yerine sayısı beş yüz bin kadar olan Iraklı göçmenlerin geri dönüşüne izin verilmesi isteğini ortaya koymuştur. 1983 yılında, İran, barış için şartlarını bir kez daha değiştirmiş ve buna Saddam Hüseyin’in iktidardan uzaklaştırılmasını istemiştir. Böyle olursa İran, yaklaşık 150 milyar dolarlık savaş tazminatından vazgeçeceğini açıklamıştır (Rundle, 1986: 131). Humeyni Saddam’ın uzaklaştırılmasını şart olarak koştuğu için barış girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Saddam barış görüşmelerine istekli olmakla beraber, savaşı başlatan taraf olduğundan hareket edememiştir (Yıldırım, 2005: 73).

5.2. Bölge Ülkeleri ve Büyük Güçlerin Politikaları Savaş sırasında İran’a silah satan İsrail ve Suriye, esasında İslam Cumhuriyetinin değerlerini benimsememekle birlikte, her ikisi de Baas rejiminin küçük düşürülüp aşağılanmasını görmek istedikleri için İran’a yardım etmişlerdir. Bu tavır, Yitzak Rabin’in “Biz bu savaşın çözümünü istemiyoruz” sözünü yansıtır niteliktedir (Yıldırım, 2005: 74). 1982 yılında da İran, Irak’ın en başta gelen Arap düşmanı Suriye ile işbirliği yapmaya başlamıştır. İran ve Suriye’nin aralarında yaptıkları anlaşmaya göre, Suriye kendi topraklarından Akdeniz’e doğru giden Irak petrol boru hattını kapatacak karşılığında ise İran’dan her ay 100 bin varil düşük fiyattan, 20 bin varil petrol de ücretsiz alacaktı. Ancak bu antlaşmadan dört yıl sonra 1,5 Milyar $ olan borcunu talep eden İran’a karşı Hafız Esad, Irak ile görüşme tehdidinde bulunarak yeni bir anlaşma yapılmasını sağlamıştır (Yıldırım, 2005: 74). İranlı liderler, devrimlerinin ihraç edilmeye uygun olduğunu düşünmekle beraber, Irak’a karşı tutumun Saddam’ı cehenneme göndermek olduğunu daha sonra da ona yardım eden küçük ülkelerle ilgileneceklerini söylemişlerdir. Bu tavır da Körfez ülkelerinin İran’dan endişe duymalarına yol açmıştır. Savaşın başından beri tarafsız bir tutum sergileyen Körfez ülkeleri, İran’ın kazanmasından duydukları endişe nedeniyle Saddam’ın da ileri de başlarına bela olacağını tahmin etmelerine rağmen Irak’ı desteklemişlerdir (Yıldırım, 2005: 75).

115

Bunun yanında, en önemli Arap ülkelerinden biri olan ve bu yüzden politikaları büyük önem arz eden Mısır, Irak’ı destekler bir tavır takınmıştır. Öyle ki, 1981 yılında Irak ile Irak’ta Mısırlı işçilerin askere çağırılabilecekleri yönünde bir anlaşma yapmış ve 1982 yılı itibariyle de Mısırlı yaklaşık 20 bin kişi Irak ordusunda çarpışmaya başlamıştır (Muhsin, v.d., 1986: 231).

Suudi Arabistan da Irak’ın yanında oluşmuş, Irak’ı desteklemiştir. Öyle ki, Suriye’nin petrol boru hattını kapatmasından sonra Suudi Arabistan, bu açığı dengeleyici rol üstlenmiştir. Ayrıca, Körfez’in diğer ülkeleriyle birlikte Irak’a ayda 1 milyon$ tutarında yardım yapmıştır. Buna karşın Suudi Arabistan, İran’a karşı düşmanca hareketler yapmaktan kaçınmıştır. Ancak, Haziran 1984’te “it dalaşı” sonucu Suudilerin bir İran uçağını düşürmesi bir sürpriz olarak karşılanmıştır (Muhsin, v.d., 1986: 232).

Kuveyt ise, hem savaş bölgesine yakınlığı hem de ekonomik ve endüstri tesislerine İran’ın kısa zamanda gelebilmesi nedeniyle ABD ile ilişkilerinde mesafeli davranmıştır. Çünkü, Kuveyt, İran ile olası bir savaş çıkması durumunda ABD’nin bunu sonlandıramayacağını düşünmüştür (Yıldırım, 2005: 76).

Birleşik Arap Emirlikleri ise büyük ticari ortağı olması nedeniyle İran’a sempati ile bakmış ve savaşı kardeş iki ülke arasındaki bir savaş gibi görmüştür. Bahreyn ve Katar ise Suudi Arabistan’ın koruması altında varlıklarına devam ettikleri için Suudi Arabistan gibi Irak’ı desteklemişlerdir. Ürdün ise güçlü biçimde Irak’ı desteklemiş ve hatta cepheye gönüllüler göndermiştir. Ayrıca, Kızıldeniz’de Akabe Limanı’nı Irak’ın kullanımına açmıştır (Yıldırım, 2005: 76).

Bölge ülkelerinden biri olan Türkiye, savaş süresince tarafsız bir politika izlemiştir (Kıran, 2005: 94). Bu dönemde Türkiye, ortaya çıkan istikrarsızlıktan dolayı bir Kürt Devleti kurulmasından endişe etmiştir (Gündoğan, 2003: 3). Suriye ise, Bağdat yönetimine olan muhalefeti nedeniyle İran’ı desteklemiş ve Suriye’den geçen, Irak petrolünü taşıyan boru hattını kapatarak İran’a yardım etmiştir (Aydın, 2007: 48). İsrail ise, savaşın bitmesini istediğini söylemiştir. Çünkü, her hangi bir tarafından savaşı kazanmasının kendi çıkarına zarar vereceğini bilmektedir. Ancak, eski düşmanı Irak’ın savaşı kazanmasının en kötü alternatif olduğunu ifade ederek, bunu engellemek için İran’a silah ve uçak parçaları satmıştır (Yıldırım, 2005: 76). Bölge ülkelerinde durum bu şekildeyken, dünyanın birçok bölgesinde farklı politikaları olan ABD ve SSCB’nin savaşa ilişkin politikaları paralellik göstermiştir. Her iki ülke de resmi olarak tarafsızlıklarını ilan etmişlerdir. Ancak, İran’a stratejik konumu nedeniyle önem vermişler ve bir yakınlaşmanın olması olasılığını göz önüne alarak kapılarını İran’a tamamen kapatmamışlardır. SSCB, bir yandan İran Devrimi’nin ABD’ye karşı olumsuz tavrından mutlu olurken diğer yandan kendilerine karşı tutumları nedeniyle de tedbirli olmaya çalışmışlardır. 1979 yılında, SSCB’nin Afganistan’ı işgalini İran, ateist bir ülkenin tüm Müslüman ülkelere karşı bir saldırısı olarak yorumlamış ve Afganistan’daki direnişçilere yardım etmiştir. 1983 yılında, İran’da Komünist Parti Tudeh’in kapatılmasıyla SSCB İran’da güç kaybetmiş ve ilişkiler iyice kötüleşmiştir. Bunun sonucunda, SSCB de devrimin kendi ülkesine de yayılmasından endişe etmeye başlamış ve Irak ile ilişkileri geliştirmeye çalışmıştır. Zaten 1972 yılında yapılan Dostluk, Ticaret ve İşbirliği Antlaşması’ndan sonra gelişen ilişkiler, Irak’ın herhangi bir uyarı olmadan İran’a saldırması üzerine yara almıştır. Öyle ki, SSCB, 1982 yılına kadar Irak’a silah satışını durdurmuştur. Ancak, savaş İran lehine dönmeye başlayınca silah satışı tekrar başlamıştır (Güzel, 2009: 26).

116

Genel anlamda, ABD’nin savaşa yönelik politikası, SSCB ile paralellik göstermiştir. Amerika’nın bölgeye yönelik politikasının ana hatları Ancak, 1979 Rehineler Krizi, 1982’de Lübnan’da rehin alınan Amerikalıları kurtarmak için tarihe “IrangateOlayı” (Uzgel, 2005: 51) olarak geçen İran’a gizliden silah satılması olayı, ABD politikasındaki çelişkili durumu göstermektedir. Aslında, ABD için her iki taraftan birinin savaşı kazanması bölgedeki düzeni ve dengeyi bozacağı ve ABD’nin çıkarlarını zedeleyeceğinden istenilen bir durum olmamıştır. Bu yüzden düzeni bozmamak için ABD savaşa doğrudan müdahale etmek yerine Körfez ülkelerine yardım etmeyi uygun bulmuştur. Çünkü ABD, savaşı bölgedeki güç dengesini değiştirmediği ve müttefiklere zarar vermediği sürece kötü bir şey olarak görmemiştir. Ancak, ABD’li yetkililer her iki tarafın da kaybetmesinin Amerikan çıkarı için daha iyi olacağını söylemişlerdir. Yani ABD, İran’a karşı Irak’a bel bağlamış olsa da, savaşın Irak tarafından kazanılmasını da istememiştir (Archar, 2004: 41). Aslında, ABD’nin da savaşa yönelik politikası genel olarak, Batı’ya petrol akışının devamını sağlamak, bölgenin Sovyet nüfusuna girmesini engellemek, İran’ın bölge ülkelerine yönelik devrim ihracına ve bunun sonucunda ortaya çıkabilecek olası karışıklıklara engel olmak ve savaşı sonlandırmaya çalışmak şeklinde olmuştur (Yıldırım, 2005: 77). Savaşın İran lehine değişmesi üzerine ABD, İran’ın Hürmüz Boğazı’na yönelik yaratacağı tehlikeden endişe ederek Fransızları Irak’a silah satışı konusunda desteklemiştir. Bununla birlikte, Humeyni’nin Harg Adasından gerçekleştirilen petrol ihracının kesilmesi durumunda Hürmüz Boğazı’nı gemi trafiğine kapacağı yönündeki tehdidi ile ABD ve Fransa başta olmak üzere Batılı ülkeler bölgeye savaş ve uçak gemileri göndermiştir (Altınkaş, 2005: 137-144). Bunlara ilaveten ABD, Umman, Somali ve Suudi Arabistan’daki üslerine takviye yapmıştır. Ayrıca, Saddam Hüseyin’in 1988 yılında Kürtlere karşı giriştiği Halepçe Katliamı olarak bilinen gazlı saldırısının bir savaş suçu olarak gündeme gelmesine de engel olmuştur (Ersoy, http://www.bgst.org, 2011). Savaşın Irak lehine değişmesinden sonra ise Türk askerinin Kuzey Irak’ta PKK’ya yönelik operasyonu ardından yapılan NATO tatbikatı, Türk-Amerikan işbirliğini göstermiş ve bu tatbikat, Kürtlere gözdağı verilerek Irak’ı rahatlatma şeklinde yorumlanmıştır (Yıldırım, 2005: 79).

6. İRAN-IRAK SAVAŞI’NIN BÖLGE VE DÜNYADA YARATTIĞI ETKİLER

İran-Irak Savaşı, ortak bir sınırın iki ülkeyi düşman ya da rakip yapabileceğini göstermiştir. Geçmişten gelen sorunlar yüzünden başlayan, kimileri için iki kardeş ülke arasında yaşanan bir savaş olarak görülse de, İran-Irak Savaşı bölge, uluslararası konjonktür, kendisinden sonra yaşanacak olaylar üzerinde etkisi olan, bir anlamda Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesine neden olan bir savaş olarak karşımıza çıkmaktadır (Sander, 2003: 563; Segal, http://www.foreignaffairs.com, 2011).

Genel olarak bakıldığında savaş, her iki tarafta da ağır kayıplara yol açmıştır. İki ülke de 2 milyondan fazla insanını kaybetmiş, savaş her ikisi için de yaklaşık olarak 400 milyar $’a mal olmuştur. Ayrıca, iki taraf da, silahlanmaya her ay yaklaşık 1 milyon $ harcadıkları için ekonomik olarak büyük sıkıntılar yaşamışlardır (Carpenter and Innocent, 2008: 67-82).

Hem İran hem de Irak’ın havadan gerçekleştirdikleri bombardımanlar nedeniyle petrol kaynakları ağır zarara uğramıştır. Öyle ki 1981 yılında Irak’ta günde 3.1 milyon varil İran’da ise 1.4 milyon varil petrol üretirken savaş sonunda üretim 600 bin varile düşmüştür (Armaoğlu, 2012: 927).

117

Savaş sırasında İran’ın etkinliğini artırması üzerine Irak, ABD’nin de göz yummasıyla Almanya’dan kimyasal temin etmiş ve İran tarafından ele geçirilen topraklara kimyasal bomba atmıştır. Bunun sonucunda 5 bin ila 50 bin arasında insanın hayatını kaybettiği iddia edilmektedir (http://asyaahileri.com, 2013). Savaşı kazanan ve sonrasında ekonomik zorluklar yaşayan Irak, ekonomik anlamdaki ihtiyaçlarını Körfez ülkelerinden sağlamak istemiştir. Bunun için Irak, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ve ilhak etmiş ve 1991 Körfez Savaşı’nın çıkmasına yol açmıştır. Buradan hareketle İran-Irak Savaşı ve sonrasında yaşanan gelişmelerin Körfez Savaşı’na zemin hazırladığını söylemek mümkündür (http://www.tepav.org.tr, 2013).

Bununla birlikte, savaş sırasında gelişmiş teknolojiye sahip olmanın ve nükleer enerjinin faydalarını düşünmeye başlayan İran, savaş sonrasında yaşadığı ekonomik bozukluğu, güvenlik endişesi ve petrol üretiminin düşmesi nedeniyle nükleer enerjiye ihtiyaç duymuştur. Bunun üzerine çalışmaları 1959 yılına dayanan ve 1979 İran İslam Devrimi sonrasında İran’ın Batı’ya daha fazla bağımlı olabileceği gerekçesiyle durdurulan nükleer alandaki faaliyetlere yeniden başlama kararı almıştır. (Akıncı, 2009: 36; Yetim ve Kalaycı, 2011: 85-109; Semin, http://www.bilgesam.org, 2013). Bölgesel anlamda bakacak olursak, bu savaşın, Türkiye’nin yıllardır başına belan olan PKK faktörünü güçlendirip palazlandırdığını söylemek mümkün gözükmektedir. Dahası Irak’a kaşı Irak’ta yaşayan Kürtleri kullanan İran yüzünden Kürtler, bağımsızlık kampanyası başlatmışlardır. Ancak bunun sonucunda binlerce insanın öldüğü Halepçe Katliamı yaşanmıştır (http://www.turkishweekly.net, 2013).

Savaş öncesinde, 1980’lerde, Türkiye’de de yaşanan darbenin ardından Suriye’ye yerleşen Kürtler, İran-Irak Savaşı sırasında boşluktan ve istikrarsızlıktan faydalanarak İran’ın da desteği ile Irak’ın kuzey kamplarına yerleşmişler ve buradan Türkiye içlerine sızarak eylemler gerçekleştirmeye başlamışlardır (Akdevelioğlu, 2005: 131).

Ortadoğu’daki savaş nedeniyle ortaya çıkan otorite boşluğunu fırsat bilen ve bu fırsattan yararlanarak Arap liderliğini ele geçirmek isteyen Suriye, liderlik için bölgedeki Kürt örgütlerine maddi ve lojistik destek vermiştir. 12 Kasım 1980’de Şam’da Irak Komünist Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin yer aldığı ve Bağdat’taki mevcut yönetimi devirmeyi amaçlayan Irak Demokratik Milli Yurtseverler Birliği kurulmuştur. Bu oluşumdan dışlanan Kürdistan Demokrat Partisi ise Kuzey Irak’ta Irak Komünist Partisi ve Kürdistan Birleşik Sosyalistler Partisi’nin yer aldığı ve Suriye ve İran’ın destek verdiği Demokratik Irak Cephesini oluşturmuşlardır (Akdevelioğlu, 2005: 131).

Bunun yanında İran-Irak Savaşı, bölgede güvenlik sorununa da ortaya çıkarmıştır. İran’ın devrimi ihraç politikasından endişe eden ve Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Umman ve Suudi Arabistan’dan oluşan 6 Körfez ülkesi 26 Mayıs 1981’de Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurmuşlardır (Semin, http://www.bilgesam.org, 2013).

7. SONUÇ Ortadoğu, gerek jeopolitik gerekse zengin doğal kaynakları nedeniyle pek çok devletin dikkatini çeken bir bölge olmuş ve tarihin pek çok döneminde birçok çatışma ve istilaya ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple Ortadoğu, hem bölgenin hem de dünyanın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki bu durumu 1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak Savaşı’nda görmek mümkündür.

118

İran-Irak Savaşı, bölgedeki etnik, dini ve teknik bazı sorunlar nedeniyle çıkmış ve 8 yıl süren savaş, arkasında pek çok kayıp bırakmıştır. 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nın, resmi olarak bir kazananı olduğunu söylemek mümkün olsa da pratikte aynı şeyi söylemek zordur (Keskin, 2007: 43-50). Çünkü taraflardan hiçbiri, ne bölgeden hakimiyet sağlayabilmiş ne de düzen getirebilmiştir. Bu yüzden bu savaşa “kazananı olmayan savaş” demek daha uygun gözükmektedir. Bu savaşta hem İran hem de Irak çok büyük kayıplar vermiştir. Öyle ki iki taraf da yaklaşık 1 milyon insan kaybetmiş ve 150 milyon $’lık kaynak yok olmuştur. İki ülke de ekonomik sıkıntılar yaşamışlardır.

Bu savaşta ABD ve SSCB tarafsız bir tutum sergilemişlerdir. SSCB, hem İran hem de Irak’ı gücendirmekten kaçınmıştır. Çünkü, kendisine daha yakın olan Irak’a yardım etmesi İran’ı Batı’ya yakınlaştırabilirdi. Bununla birlikte ABD ise İsrail Meselesinde sertlik yanlısı olan Irak ile münasebeti olmasa da Irak’ı olumsuz etkilemek istememiştir.

İran-Irak Savaşı, bölgedeki bölünmenin keskinleşmesine neden olmuştur. Öyle ki savaş, Basra Körfezi ülkeleri ve Suudi Arabistan, Saddam Hüseyin’in Körfez ve Arap ülkelerine hakim olma planını bilseler bile, İran’daki Şii tehlikesini daha rahatsız edici bulmuşlar ve Irak’ın İran’ı yenmesini çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır. Zaten Saddam Hüseyin’in planları beklediği gibi olmayınca Suudi Arabistan Irak’a hem maddi hem de Kızıl Deniz’deki üç limanını Irak’a tahsis ederek yardım etmiştir. Dahası İran, savaşta etkisini artırmaya başlayınca Suudi Arabistan, İran’a savaşı durdurması için para teklifinde bulunmuştur (Ercan ve Bilgin, 2012: 3).

Diğer yandan İsrail ve Suriye ise İran’ın devrimi ihraç politikasını benimsememekle birlikte Baas rejimine karşı oldukları ve sonlanmasını istedikleri için İran’ı desteklemişlerdir.

Ürdün de savaş sırasında Irak’ı destekleyen devletler arasında yer almıştır. Bu durum İran’ı destekleyen Suriye ise Ürdün’ün ilişkilerini bozsa da, iki devlet arasında büyük bir sorun ya da çatışma yaşanmamıştır. Zaten Ürdün’ün de Irak’a yardım etmesinin nedeni hem Suriye ile ilişkilerinin bozuk olması hem de Humeyni rejiminden endişe etmesinden kaynaklanmaktadır.

Bununla birlikte İran-Irak Savaşı’ndan en kazançlı çıkan devletler İsrail ve Mısır olmuştur. İsrail için Arap dünyasındaki bölünme, ona karşı girişilecek bir saldırının olma olasılığını azalttığı için rahatlatmıştır. Mısır ise genelde Irak’a yakın dursa da, var olan bölünmeye aktif olarak katılmamış ve bu durum ise Mısır’ın etkinliğini ve prestijini artırmıştır.

İran-Irak Savaşı’nın yarattığı ekonomik çöküntü, Irak’ın Kuveyt’i 2 Ağustos 1990’da işgal ve ilhak etmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda ise 16 Ocak 1991’de ABD öncülüğünde Irak’a karşı harekat başlamış ve Irak Kuveyt’ten çıkarılmıştır. Bu savaş başta Ortadoğu olmak üzere dünyayı etkilemiştir.

Bunun yanında güvenliği ve petrol üretiminin düşmesinden endişe eden İran ise 1979’da İslam Devrimiyle durdurduğu nükleer faaliyetlere yeniden başlama kararı almıştır. Bu konu günümüzde dahi hem bölge politikası hem de dünya politikası için önemini korumaktadır.

119

KAYNAKÇA Akdevelioğlu, A. (2005), “İran-Irak Savaşı”, Türk Dış Politikası Olgular, Belgeler, Yorumlar, Baskın Oran (ed.), Cilt, 2, İstanbul: İletişim Yayınları. Akıncı, A.C., (2009), İran Nükleer Krizi, Ankara: USAK Yayınları.

Ali, J., (2001), “Chemical Weapons and The Iran-Iraq War: A Case Study in Noncompliance”, The ProliferationReview, Spring, p.43-58.

Altınkaş, E., (2005), “The Iran-Iraq War and Its Effects on Turkey”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 1, No. 4, s. 137-144.

Anonim (a)., “Conflict Without Victory: The Iran-Iraq War”, http://www.oup.com/uk/orc/bin/9780199289783/01student/cases/iran_iraq_war.pdf, (30.10.2011). Armaoğlu, F., (2012), 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 18. Baskı, İstanbul: Alkım Yayınevi.

Archar, G., (2004), Kanayan Ortadoğu: Marksist Aynada Ortadoğu, İstanbul: İthaki Yayınları. Arı, T., (1996), Basra Körfezi ve Ortadoğu’da Güç Dengesi (1978-1996), 2. Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları. ______., (2004), İran, Irak ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, İstanbul: Alfa Yayınları. Ataöv, T., (1989), “İki Doğu Komşumuz: Irak ve İran”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. XLIV, No. 1-2, 1989, s.119-133. Aydın, M., v.d., (2007), “Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye”, TEPAV Ortadoğu Çalışmaları II, TEPAV, s. 466-488. Aydın, M., (2010), Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya. Bayraktaroğlu, U., (2009), Ortadoğu’da Yeniden Yapılanma Sürecinde Kültür-İktidar İlişkileri (2003 Irak Savaşı Sonrası), Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Bergquist, R. E., (1988), The Role of AirPower in The Iran-Iraq War, Islamabad: Air University Press.

Best, A., Hanhimaki, J. M., et all., (2012), 20. Yüzyılın Uluslararası İlişkiler Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi.

Bölükbaşı, S., (1992), Türkiye ve Yakınındaki Ortadoğu, Ankara: Dış Politika Enstitüsü Yayınları.

Bruniessen, M., (1992), “Kürt Toplumu ve Modern Devlet: Uluslaştırmaya Karşı Etnik Ulusçuluk”, Kürdistan Üzerine Yazılar, Halil Turansal (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları.

Bulut, O., (2009), “Devrimin Eşiğindeki Ülke: İran”, Farklı Tarih Dergisi, Sayı 3, s. 3-4. Carpenter, T. G. and Innocent, M., (2008). “The Iraq War and Iranian Power”, Survival, Vol. 49, No. 4, pp. 67-82. Dedeoğlu, B., (2002), Ortadoğu Üzerine Notlar, İstanbul: Der Yayınları.

120

Duman, Ç., “I. Körfez Savaşı Sunumu”, http://tr.caspianweekly.org/ana-kategoriler/orta-dou/959-ikoerfez-sava-sunumu.html, (08.10.2011). Ercan, M. ve Bilgin, T., (2012), “ABD-İran İlişkileri: ABD-İran Gerginliğinin Türkiye’ye Etkileri”, Akademik Bakış, Sayı 33, s. 1-14. Erol, H,. (2008), Türkiye-Ortadoğu İlişkileri, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İzmir. Ersoy, N., “İran-Irak Savaşından Günümüze ABD’nin Irak Politikası”, http://www.bgst.org/keab/ne20051114.asp, (04.11.2011). Gündoğan, Ü., (2003), “Islamıst Iran and Turkey 1979-1989: State Pragmatism dan Ideological Influences”, Middle East Review of International Affairs, Vol. 7, No. 1, pp. 1-12. Güzel, H. T., (2009), Irak’ın Kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi (1992-2008), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara.

Heykel, M., (1993), 3. Petrol Savaşı: Körfez Savaşının Perde Arkası, Ahmed Asrar (çev.), İstanbul: Pınar Yayınları.

El Azhary, M. S., (1985), The Iran-Iraq War: A Historical, Economic and Political Analysis, Surry Hills: Croom Helm, Surry Hills.

Hiro, D., (1988), The Longest War, New York: Routledge. Karaduman, N., (2009), Türkiye-İran İlişkileri (1979-1989), Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara. Karsh, E., (1990), “Geopolitical Determinism: The Origins of The Iran-Iraq War”, Middle East Journal, Vol. 44, No. 2, pp. 256-268. Keskin, A., (2007), “Irak’ta ABD-İran Savaşı”, Stratejik Analiz, Cilt 6, Sayı 82, s. 43-50.

Khadduri, M., (1988), The Gulf War, New York: Oxford University Pres. Kıran, A., (2005), Ortadoğu’da su: Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, 1. Baskı, İstanbul: Kitap Yayınevi. Kocaoğlu, M., (1995), Uluslararası İlişkiler Işığında Ortadoğu, Ankara: Genelkurmay Basımevi. Lewis, B., (2010), Ortadoğu İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selin Y. Kölay (çev), 7. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi. Malek, M. H., (1991), Iran-Iraq War, International Mediation and Gulf War, Mohammed H. Malek (ed.), Gloskow: Royston Limited, , pp. 17-18. Memiş, E., (2002), Kaynayan Kazan Ortadoğu, Konya: Çizgi Kitabevi.

Muhsin, J., v.d., (1986), Iraq in The Gulf War, Saddam’s Iraq, Revolution or Reaction, Jabr Muhsin (ed.), London: Zed Books, , pp. 227-244.

Rajaee, F., (1993), The Iran-Iraq War: The Politics of Aggression, Florida: The University of Florida Press.

Rundle, C., (1986), “The Iran/Iraq War”, Asian Affairs, 17(2), pp. 128-133. Sander, O., (2003), Siyasi Tarih 1918-1994, 14. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi.

Segal, D., “The Iran-Iraq War: A Military Analysis”,

121

http://www.foreignaffairs.com/articles/43387/david-segal/the-iran-iraq-war-a-military-analysis, (03.11.2011). Semin, A., “İran Nükleer Programının Körfez Ülkelerine Etkisi”, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1430:ran-nuekleer-programnn-koerfez-uelkelerine-etkisi&catid=168:ortadogu-analizler, (18.05.2013). Sonnenberg, R. E., “The Iran-Iraq War: Strategy of Stelamete”, http//www.global security org/military/library /report 1985, (01.10.2011). Stafford, R., v.d., “The Iran-Iraq War: Exceeding Means”, http://www.dtic.mil/cgi-bin/GetTRDoc?Location=U2&doc=GetTRDoc.pdf&AD=ADA441679, (30.10.2011). Sterner, M., (1984), “The Iran-Iraq War”, Foreign Affairs, Vol. 63, No. 1, pp. 128-143.

Tareq, Y. I., (1982), Iraq and Iran, New York: Syracuse University Press. Uzgel, İ., (2005), “Irangate Olayı”, Türk Dış Politikası Olgular, Belgeler, Yorumlar, Baskın Oran (ed.), Cilt, 2, İstanbul: İletişim Yayınları. Willett, E., (2004), The Iran-Iraq War, New York: The Rosen Publishing Group.

Workman, W. T., (1984), The Social Origins of The Iran-Iraq War, London: Lynne Rienner Pub.

Yetim, M. ve Kalaycı, R., (2011), “Türkiye ve İran İlişkileri: Sıfır Sorun Mu?, Nükleer Sorun Mu?”, Akademik Ortadoğu, Cilt 5, Sayı 10, s. 85-109.

Yıldırım, Z., (2005), Türk Basının da İran-Irak Savaşı, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Yılmaz, T., (2009), Uluslararası Politikada Ortadoğu, 2. Baskı, Ankara: Barış Platin Kitabevi. Zuhur, S.D., “Iran, Iraq and The United States”,

http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/pdffiles/pub738.pdf, (03.11.2011). “Irak’ta Seçimler: Etnik ve Dini Yapısı”, http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/irak835/dosya_837.html, (16.05.2013). “İran”, http://www.enfal.de/iran.htm, (16.05.2013).

Ayışığı, M., “Türkmen Meselesi ve Türkiye’nin Kuzey Irak Politikası”, http://efrasyap.org/Icerik/IcerikDetay.aspx?IcerikID=798, (16.05.2013).

http://www.bbc.co.uk/turkish/indepth/story/2004/02/printable/040202_irak_kronoloji.shtml, (16.05.2013).

http://www.turkishweekly.net/article/145/the-iran-iraq-war-and-its-effects-on-turkey.html, (18.05.2013). http://www.tepav.org.tr/upload/files/1269869551r4959.Iran_Sorununun_Gelecegi_Senaryolar__Bolgesel_Etkiler_ve_Turkiye_ye_Oneriler.pdf, (18.05.2013).

http://asyaahileri.com/-iran-irak-savasi-_h255.html, (18.05.2013). “Irak Irak Dedikleri…”, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6878/irak-irak-dedikleri.html, (18.05.2013). “Su Diplomasisi”, http://newtimes.az/tr/economics/1385/#.UZaHy9x192E, (18.05.2013).

“İran-Irak Savaşı”, http://www.siyahgribeyaz.com/2006/03/iran-irak-sava.html, (18.05.2013).

122

123

JAPONYA- ÇİN İLİŞKİLERİ (SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM)

Çağlar ŞAKI

ÖZET

Bu araştırmada, tarihsel olarak ikinci dünya savaşından sonra Japonya’nın dış politikasını oluşturan temel parametreler ele alınmış, soğuk savaş sonrasında Japon dış politikasında görülen dönüşümler açıklanmıştır. Söz konusu süreç kapsamında, Japonya’nın Çin’e yönelik geliştirdiği dış politika anlayışının temelleri irdelenerek, Çin dış politikasında yaşanan dönüşümlerin ilişkileri hangi boyutlarda etkilediği aktarılmıştır. Ayrıca, iki ülke arasında 1972’den itibaren başlayan ilişkilerin, hangi ekonomik boyutlarda devam ettiği, karşılıklı ticari ilişkilerin düzeyleri analiz edilmiştir. Son olarak ise, iki ülke dış politikasında sorun doğuran alanlara ilişkin değerlendirme yapılarak, yeni sermaye birikim sürecinin Doğu Asya’ya kayması hususunda ortaya atılan görüşler sunulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Japonya Dış Politikası, Çin Dış Politikası, Soğuk Savaş, Doğu Asya, Doğu Çin Denizi, Güney Çin Denizi, Senkaku/ Diaoyu Adaları, Tayvan, ODA

JAPAN-CHINA RELATIONS (POST COLD WAR PERIOD)

ABSTRACT

In this article, fundamental principles of Japan’s foreign policy are historically examined. Futhermore, transformation of Japan’s foreign policy after the cold war is evaluated. Within the context of process, principles of Japan’s foreign policy towards China together with the bilateral relations that was effected by transformation of China’s foreign policy are explained. Moreover, the effects of the bilateral relations-which was started in 1972- between the two in the in the areas of economic activities and bilateral trade volumes are studied. Last but not least; disputed regions between the two countries are examined and new ideas pertaining the process of accumulation of capital in East Asia is presented.

Keywords: Japan’s Foreign Policy, China’s Foreign Policy, Cold War, East Asia, East China Sea, South China Sea, Senkaku/Diaoyu Islands, Taiwan, ODA

Yüksek Lisans Öğrencisi Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Anabilim dalı ve Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Kamu Hukuku Anabilim Dalı

124

JAPONYA-ÇİN İLİŞKİLERİ

1. GİRİŞ Japonya, ikinci dünya savaşı ertesinde uluslararası sistemde meydana gelen dönüşümlere paralel olarak, kendi ekonomik gelişme modeliyle dış politika anlayışı benimsedi. Halkına en az maliyetle refah ve güvenlik sağlama temelinde dış politika anlayışı geliştirdi. 15 Bu anlayış doğrultusunda, kendi dış politikasını, askeri harcamaları kısma ve ekonomik gelişimi sağlama üzerinden kurguladı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası düzende Japonya dış politikasının temel parametresi “MacArthur Anayasası (1947)” ve “Yoshida Doktrini” ile belirlendi. Yoshida doktrinin temel noktası, askeri harcamaları olabildiğinde azaltmak ve ekonomik kalkınma, gelişmeye ağırlık vermek üzerine şekillendi. Bu kapsamda askeri silahlanmaya karşı durularak, ABD askeri gücü koruması altına girildi. Endüstri ve teknoloji alanlarında yeniden imar politikalarına başlandı. ABD tarafından 2.D.S. ertesinde işgal edilen Japonya’da yeni hazırlanan anayasa ile Japonya dış politikasının güvenlik boyutunun temelleri atıldı. MacArthur anayasası ile Japonya kendini askeri olarak sınırlayarak, hiçbir muharip güce sahip olmayacağını anayasal zorunluluk haline soktu. Japonya savaş sonrasında dış politikada içe kapanık, içte ise siyasi ideolojik bölünmelerden kaçınma amaçlı bir politika izlemeye yöneldi. 16

1945 sonrası dönemde Japonya’nın neo-merkantalist ekonomik gelişme ve ABD askeri gücüyle korunma temelinde geliştirdiği dış politikada Çin ve Sovyetler Birliği tehdit unsurları olarak kodlandı. 1970’lerden sonra ise uluslararası konjonktürde ve iç ortamda meydana gelen, ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler, Japonya’nın durumunu tekrardan gözden geçirmesine neden oldu. Nixon şokları, ekonomik baskılar, komşu devletlerle sorunlar gündeme geldi. Japonya ekonomik büyümesi dünyanın yeni ekonomik gücü olarak doğarken beraberinde de yeni sorunları getirdi.

Soğuk Savaşın sonra ermesiyle birlikte Japonya dış politikasında dönüşümler meydana geldi. Bu dönemde Japonya temel iki dış politika ilkesini (Anayasal sınırlama ve Yoshida doktrini) gözden geçirmeye başladı. Ülke içerisinde ABD askeri gücüne olan gereksinim tartışmaya açıldı. Japonya bu süreçte ABD askeri gücü içerisinde “bedavacı (free rider)” olma pozisyonunu değiştirmeye ve askeri maliyetleri paylaşmak üzere, kendi kapasitesini geliştirmeye zorlandı. Çin ile ilişkiler ekonomik boyutta ivme kazandı, fakat siyasi alanda rekabet daha da arttı. Doğu Asya bölgesinde yeni rakipler ortaya çıktı. ABD ile birlikte Çin’i angaje etmek üzerine politika belirledi.

2. 1945-1972 ARASI ULUSLARARASI KONJONKTÜR VE JAPONYA-ÇİN İLİŞKİLERİ 1945 sonrası Japonya Çin ilişkilerini değerlendirirken öncelikli olarak, dönem konjonktüründe yaşanan gelişmelere bakmak, sonrasında ise dönüşümün Japonya-Çin boyutunu ele almak gerekmektedir. 2.D.S sonrasında ortaya çıkan siyasi gelişmelerin başında karşıt iki kutbun birbirine rakip olarak ortaya çıkması gelmektedir. Sovyetler Birliği ve ABD önderliğindeki çatışmaya, ABD çevreleme politikası ve ekonomik-askeri gücüyle karşı koyarken, Sovyetler Birliği kendi nüfuz alanlarını yaratmak ve sanayi oluşturmak üzere

15Thomas U. Berger ,Mike M. Mochizuki, Jitsuo Tsuchiyama, Japan in International Politics: The Foreign Policies of an Adaptive State, Boulder ,CO: Lynne Reinner,2007, s.1. 16Bahadır Pehlivantürk, Japonya-Çin İlişkilerinde “Tarihin Sonu”, Türkiz V.1 S.6 Kasım-Aralık 2010 s.311

125

kapitalizme karşı durmaya çalıştı. Batı sistemi içerisinde “emek-sermaye” arasında yapılan varılan uzlaşı ile Avrupa’da sistem karşıtı hareketlerin devrimci ivme kazanması engellendi. 1970’lere kadar refah devleti anlayışı, kalkınma planları ile istikrarlı büyüme sağlanan kapitalist blok, 1970’lerle birlikte kapitalist birikim dairesine yaşanan sistemik açmaz nedeniyle krize girdi.

Dönem konjonktürü içerisinde, 1945-1972 arasında Pasifik bölgesinde Japonya-Çin ilişkileri, Asya-Pasifik bölgesinin komünist bir rejim altına girmemesi üzerine ABD tarafından şekillenen çevreleme politikası ve buna Çin’in Sovyetler Birliği ile yakınlaşması ile verilen yanıt üzerine şekillendi. Çin’in savaş sonrası politikası ise Sovyetlere bağlı kalkınma modeli üzerinden gerçekleşti. ABD işgali ertesinde anayasası hazırlanan Japonya’da dış politikanın dayanağı ABD oldu. Japonya, ABD’nin çevreleme politikası temelinde Güney Kore ile birlikte ABD’nin en büyük müttefiki haline geldi. ABD, Japonya’nın kapitalist gelişmesi ve bölgede egemen güç haline gelmesi için destek sağladı. İki ülke arasında 1951’de ittifak anlaşması yapıldı. Japonya elindeki ekonomik gücü ve ABD’nin sağladığı askeri güç ile Asya- Pasifik ve Atlantik bölgesinde ticaret ağlarını geliştirerek, ileri teknoloji sattı ve sıkışan sermayenin açılmasında bölgesel sorumluluğu üstlendi. Çin, kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve ekonomik destek sağlamak üzere 1950 yılında Sovyetler Birliği ile dostluk anlaşması yaparken, 1951’de Japonya, ABD ile ittifak anlaşması imzaladı. Japonya, komünist yayılmaya karşı Pasifik bölgesinde ABD’nin en büyük müttefiki olarak aynı zamanda da ABD ekonomisi için en önemli partnerlerden biri haline geldi. Japonya ekonomisini ayakta tutan bölgedeki ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesi oldu. Askeri yatırımlar yerine, “Yoshida Doktrini” ile ekonomik gelişmeye, özellikle high-tech sanayi ürünlerine önem veren Japonya, ürettiği malları ABD ve Batı pazarlarına satmak üzerine politika benimsedi. Ticaretten elde edilen gelir Japonya ekonomisine artı değer olarak döndü. “Japon mucizesi” adı verilen büyük büyüme oranları yakalanarak, Japon sermayesinin önü açıldı. Japonya’nın ekonomi politikası ihracata dayalı büyüme stratejisi ve önde gelen endüstri ve teknolojileri geliştirmek üzere stratejik korumacılık politikasına dayalı “neo-merkantalist dış ekonomi” olarak adlandırıldı.17

1952 ve 1972 arası dönemde Japonya-Çin ilişkileri Kore Savaşı, Vietnam Savaşında yaşananlarla birlikte kötü bir görünüm sergiledi. Çin içerisinde “kültür devrimi hareketi” ve “Büyük Atılım (Great Leap Forward)” ile yaşanan sosyal, siyasi gelişmeler ilişkilerin gelişmesini engelledi. Çin’in Sovyetler Birliği ile olan işbirliği süreci, 1956’da Sovyetler Birliği’nin 20. Kongresi ve özellikle 1961’deki 22. Kongre’de alınan kararlar ile son buldu. Stalin’in ölmesi üzerine yoğun bir şekilde Sovyetlerde başlayan Stalin eleştirisi, sosyalizme başka yollardan ulaşma politikası ve barış içinde bir arada yaşama politikası Çin tarafından sorgulandı. Aynı zamanda Sovyetler’in “Sosyalizmi gerçekleştirdik, Komünizm evresine geçtik, Komünist liderlik bizde” şeklinde özetlenebilecek politikası, Çin tarafından eleştirildi. Mao iktidarı sürecinde 1960’lardan sonra Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler düzelmedi. Komünist blok içerisindeki liderlik mücadelesi ve diğer sorunlar, ilişkilerin gelişmesini engelledi. Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki ilişkilerin bozulması, dönem içi kapitalist krizler ve ekonomik açılma süreci, sonraki dönemde Çin-ABD-Japonya yakınlaşmasının da temel noktalarından biri oldu.

3. 1970’LERDEN İTİBAREN JAPONYA-ÇİN İLİŞKİLERİNİN GELİŞMESİ Japonya Çin ilişkiler 1970’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır. Söz konusu gelişmelerin arkasında yatan sebepleri ve dönem koşullarını incelerken, ilişkileri 3 dönemde ele almamız 17 Mochizuki, s.2.

126

mümkündür. Her referans dönemini başlatan referans ortaklık belgeleri bulunmaktadır. Bu dönemler; 1)“Barış ve dostluk dönemi (1972-1992)”

2)“Ekonomik olarak sıcak, siyasi olarak soğuk dönem(1992-2006)” 3) “Ortak stratejik çıkarlara dayalı karşılıklı yarar ilişkileri dönemi (2006-…)”18

3.1. 1972-1992 Arası Uluslararası Konjonktür ve Japonya-Çin İlişkileri

3.1.1. Dönem Konjonktürü Japonya Çin ilişkilerin gelişiminde 1972 tarihli Japonya-Çin ortak bildirisi önem arz etmektedir. Bildiri ile Japonya ve Çin arasında yakınlaşma süreci başlamıştır. Fakat Japonya Çin ilişkilerin 1972’den sonra gelişmeye başlaması arkasında yatan sebepleri anlamak için öncelikle dönem konjonktüründe meydana gelen değişimleri ve bu değişimlerin ekonomi-politik arka planını incelememiz gerekmektedir.

Dönem konjonktürüne baktığımızda, ABD önderliğindeki kapitalist blok, 1970’lerle birlikte yaşadığı sistemik krizi aşmanın yollarını aramaktadır. Dönem içerisinde siyasi krizlerin yanı sıra kapitalist krizler meydana gelmekteydi. Vietnam’da yaşanan yenilgi, ABD’de büyük bir toplumsal ve siyasal sorguya neden oldu. 1929 ekonomik krizine çare olarak üretilen ve 1970’lere kadar geçerli olan Keynesyen ekonomi politikası, tam istihdam piyasası yaratmak üzerine devletin ekonomiye müdahil olmasını içeren politikayı içermekteydi. Devletin ekonomiye, krizleri önleme ve ekonomik gelişmeyi sağlama amaçlarına yönelik müdahaleleri, 1970’lere kadar büyük bir kabul gördü. Fakat bu politika 1929 bunalımını aşmada işe yaradıysa da, 1970’ler sonrası yaşanan “stagflasyon(durgunluk içinde enflasyon)” sorununa çare olamadı. Bu dönemden sonra piyasalarda fiyatlar yükselmekle birlikte ekonomik durgunluk yaşanmakta ve işsizlik artmaktaydı. Hem durgunluğun hem de enflasyonun bir arada yaşandığı stagflasyon krizinin çözümünde Keynesyen görüşün yetersiz kalması, yeni ekonomik görüşlerin doğmasına neden oldu. Yeni liberal ekonomi modelleriyle ortaya çıkan görüşler, monetarist(parasalcı) teori ve arz yönlü iktisat modeli ile şekillendi. Söz konusu yeni iktisat teoriler temelini ise stagflasyonla mücadele üzerine kurdular. 19

ABD’nin ve kapitalist sistemin yaşadığı ekonomik kriz içerisinde 1972’de “Nixon şokları” meydana geldi. Doların altın ile olan konvertibilitesi kaldırılarak, fiyatlar üzerinde kontrol mekanizması uygulandı. Enflasyonla mücadele etmek için ek ithalat vergisi getirildi. Dolar-Altın konvertibilitesinin simgesi olan Bretton Woods sistemi çöktü. Bu sistemik değişime tepki olarak ise 1973 petrol krizi, 1974 stok market krizi meydana geldi. Kapitalist sistemin yaşadığı temel krizi aşmak için, sermayenin kapitalist olmayan toplumlara açılmasının önem arz ettiği ortaya çıktı. Rosa Luxemburg’un da belirttiği gibi, kapitalist sistemi var eden asıl unsur tam da kapitalist olmayan toplumların varlığıydı. Kapitalist olmayan topluma açılmanın şart olduğunun anlaşılmasından sonra bu tarihsel noktada, ABD önderliğindeki kapitalist blok, uluslararası kapitalist sisteme, kapitalist olmayan Sovyetler Birliğini dâhil etmek için, rejimi yıkmanın gerekliliğini yeni dış politika anlayışı olarak kodladı. Sermayenin aşırı birikmesi sorununun çözülebilmesi için 1945 sonrası korumacılık

18 Söz konusu sınıflandırma, Japonya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Kazuyuki Katayama tarafından hazırlanan “1972’den beri Japonya ve Çin İlişkilerin Gelişmesi” isimli makaleden alınmıştır. Detaylı bilgi : Kazuyuki Katayama, Development of Japan-China Relations since 1972, International Journal of China Studies, Sayı. 2, No. 3, December 2011 19 Zeynel Dinler, İktisada Giriş, 18. Baskı, Ekin Basım Dağıtım, s. 327-332.

127

politikalarının da yıkılmasını öngörüldü. Sermayenin yeni kar, artı değer getirecek alanlara yatırılması gerekliliği krizlerle birlikte ortaya çıktı. 1975 tarihi, Sovyetler Birliği-ABD ilişkilerinde “yumuşamanın zirvesi” de olurken, aynı zamanda Sovyetler Birliğinin yıkılmasına giden sürecin de temel yapıtaşlarından oldu. 1980’lerde Reagan ve Thatcher’ın iktidara gelmesi ile ekonomik krizleri aşmanın temel yolunun emek-sermaye uzlaşını ortadan kaldırmak(sermayeyi emek üzerinde tek güç yapmak) ve Sovyetleri yıkmak olduğu yönünde politika benimsendi. Tam bu noktada neo-liberal politikalar ile Sovyetlerin yıkılış süreci gerçekleştirdi. Kalkınmacı devlet anlayışı yerini büyüyen devlet anlayışına bırakırken, devletin ekonomik alandan geri çekilmesi, özelleştirmelerin hız kazanması, tekelci sermaye güçlerinin iktidarını daha da hızlandırdı. Sovyetler Birliğinin 1975’den sonra Vietnam’la anlaşmalar yapması sonrasında, ABD’de Carter yönetimi Çin’i de kapsayacak şekilde Sovyetler’in çevrelenmesi üzerine uluslararası koalisyonu genişletti. 1979’da Sovyetler’in Afganistan’ı işgali, ABD stratejik planına katkıda bulundu. Japonya ve Çin, Sovyetler’in genişlemesini kendileri aleyhine bir tutum olarak yorumladı. Japonya o tarihten sonra “çok boyutlu dış politika” vurgusunu terk ederek Batı kampının parçası olduğunu deklare etti. 20

ABD önderliğindeki kapitalist güçlerin, biriken sermayeyi yeni pazar alanlarına yatırmak üzere sisteme müdahaleleri Orta Asya’da Çin’in ekonomik açılım politikalarıyla paralel gitti. Çin’in ekonomik olarak kapitalist sisteme eklemlenmesi ve batı sermayesini ucuz işgücü olan ülkesine çekmesi ertesinde yaşanan yakınlaşma süreci, siyasi alanda da Sovyetler Birliği olan kavga ile pekişti. Sovyetler Birliği- ABD arasındaki ekonomik ve siyasi rekabetin, 1970’lerde Asya’ya kazandırdığı ivme Çin-Japonya-ABD arasındaki yakınlaşma oldu. Orta Asya ve Vietnam üzerinden Sovyet kıskacı içindeki Çin, Pasifikte uyumlu ilişkiler arayışında bulunmak zorunda kaldı. Bu da Japonya ile iyi geçinme ve onu kazanma arzusunu yarattı. Bunun bir göstergesi olarak Japonya ile yapılan dostluk anlaşmasında Mao savaş tazminatı hakkından vazgeçti. İlişkilerin normalleşmesi ile Japonya-Çin ilişkilerinde yeni bir sayfa açıldı. 21

3.1.2. Japon-Çin İlişkileri (Barış ve Dostluk Dönemi: 1972-1992) Japon-Çin ilişkilerin 1972-1992 arasındaki dönemi “barış ve dostluk” dönemi olarak ilişkiler gelişti. Söz konusu ilişkilerin gelişmesi, uluslararası ortamda yaşanan siyasi- ekonomik dönüşümler ve ABD’nin Çin’e olan politikasını değiştirmesi ertesinde şekillendi. Bu dönüşümün arkasında dönem konjonktüründe meydanda gelen kapitalist kriz, Vietnam Savaşı, Sovyetleri izole etme çabası yatmaktaydı. Vietnam savaşının yüklediği ekonomik külfet ve siyasi problemler, ABD’nin yaşadığı yüksek enflasyon sorunu ve sorunu çözmek için yapılan “Nixon Şoku”, ABD’nin yeni ekonomik modeliyle Asya bölgesine açılmasını gerektirdi. Ayrıca Sovyetler Birliğinin, Çin-ABD arasındaki uzlaşı ile daha da izole edilmesi planlanmaktaydı. Bu dönem içerisinde Sovyet-Çin uyuşmazlığının baş göstermiş olması da durumu pekiştiren etmenlerden oldu. Söz konusu açılımı sağlamak üzere, ABD Başkanı Nixon 1972’de Çin’e ziyaret gerçekleştirdi. Nixon Çin’e ziyaret gerçekleştiren ilk ABD başkanı oldu. Söz konusu ziyaretin amacı karşılıklı sorunlara ilişkin görüş alışverişinde bulunmak ve ilişkileri normalleştirmek olarak ifade edildi. Söz konusu sürecin yansıması olarak pek çok ülke o tarihten sonra Çinle ilişkilerini geliştirmeye başladı. Tarihsel dönüşüm süreci içerisinde 1976’da Çin’de Mao’un ölmesi üzerine Çin iktidarına modernleşme ve ekonomik gelişme yanlıları geldi. 1978 yılında Çin’de Deng’in iktidara gelmesi ile Çin ekonomisinin kapitalist ekonomik sürece eklemlenmesi ve Çin’in askeri

20 Mochizuki, ss. 233-34 21 Pehlivantürk s.314

128

ekonomik alanlarda modernleşmesi için çalışmalar başlatıldı. Deng ile 4 alanda (tarım, sanayi, savunma ve teknoloji) reform hareketi başlatıldı. Çin lideri Deng modern bir Çin yaratmak için kalkınma stratejisini ortaya koymuştur. 1980’li yıllarda Deng Xiaoping’in dile getirdiği Çin’in milli kalkınma stratejisinin, Ekim 1987’de yapılan Çin Komünist Partisi’nin 13. Kongresinde, üç aşamalı olarak gerçekleştirileceği ortaya konuldu. Deng’in düşüncesine göre, Çin’in sosyo-ekonomik kalkınmadaki Modern Gelişme Stratejisi’nin aşamaları şunlardı. İlk aşamada, 1980-1990 yılları arasında Çin’in Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) oranı bir kat artacak ve halkın yaşam standardını açlık seviyesinden doyum düzeyine getirilecek. Yani kişi başına gelir 250 Dolardan 500 Dolara ulaştırılmak istenmektedir. İlk aşamada hedef halkın geçim problemini çözmektir. İkinci aşamada ise 1990-2000 yılları arasında Çin’in GSMH oranı bir kat daha artacak ve kişi başına düşen gelir 800-1000 Dolara yükselere halkın yaşam standardı “Küçük Refah” (Xiao-kang) seviyesine ulaşacaktır. Bu aşamada Çin’in GSMH’si bir trilyon dolara ulaşacaktır. Bu durum Çin’i dünyanın önde gelen ülkelerinin saflarına sokacaktır. Bu aşamada hedef halkın yaşam standardını nispi refahlı düzeye getirmektir. Üçüncü aşamada ise 30-50 sene içinde, yani 2030-2050 yıllarında Çin’in GSMH’si iki kat artacak ve kişi başına düşen gelir 4000 Dolara yükselecektir. Bu aşamada hedef ise, halkın yaşam standardını, orta derecede gelişmiş ülkelerin seviyesine yükseltmek ve temel modernleşme düzeyine ulaştırmaktır.22 Çin bu 3 aşamalı kalkınma modeliyle kendi ekonomik yapısını güçlendirerek halkına refah sağlama politikası izlemektedir. Bu anlayış Çin iç ve dış politikasında doğrudan yansımalar sunmaktadır.

1972 sonrası Çin dış politikasında Sovyetlerle olan uzaklaşma yerini ABD-Japonya ile olan yakınlaşmaya bıraktı. Çin ekonomisi dış yardımlara açıldı.1979’da Deng ABD’yi ziyaret edip, Bilim ve Teknik İşbirliği Antlaşması yaptı. Aynı zamanda, ABD’ye Sovyetlere karşı ittifak önerildi. Sovyetler Birliği ile olan 1950 tarihli Dostluk, İttifak ve Karşılıklı Yardım anlaşması feshedildi. 23

Nixon’ın Çin ziyareti sırasında, Japonya iç siyasetinde de değişim meydana gelmiştir. Liberal Demokratik Parti Kakuei Tanaka liderliğinde iktidarı almıştır. Tanaka, Japon-Çin ilişkilerinin normalleştirileceği vurgusunu yapmıştır.24ABD ile Çin arasında başlayan yakınlaşmaların bölgeye yansıması olarak, 1972’de Çin ve Japonya arasında da resmi ilişkileri normalleştirmek üzere “Ortak Deklarasyon ” yayınladı(İkili ilişkilerde 4 referans belgesinden ilki). Deklarasyonda, “Japonya ve Çin’in sadece bir deniz şeridiyle ayrılmış, tarihsel ve geleneksel uzun dostluğa sahip iki ülke olduğu, iki ülkenin normal olmayan ilişkileri düzeltme arzusunda oldukları vurgulanmaktadır. Japonya’nın geçmişte savaşlar yoluyla Çin halkına verdiği zararların bilincinde olduğu, iki ülkenin sosyal sistemleri arasında fark olmasına rağmen ilişkilerin geliştirilebileceği vurgulanmaktadır. Ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti, Çin’in tek yasal hükümeti olarak teyit edilmektedir. Deklarasyonda Çin’e göre Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğu, Japonya’ya göre ise bu durumun anlaşılır olduğu ve saygı duyulduğu, fakat bu konuda hukuki bir değerlendirmede bulunulamayacağı bildirilmektedir. Çin’in savaş tazminatı isteğinden vazgeçtiği de bildirilmektedir. Son olarak ise, Japonya ve Çin arasında ilişkilerin geliştirilmesinin üçüncü bir devlete karşı yapılmadığı, her iki devletin de Asya pasifik bölgesinde hegemonya aramadığı, herhangi bir üçüncü devletin bölgede hegemonya kurmasına iki devletin de karşı olduğu vurgulanmaktadır.” 25

22 Erkin Ekrem, Çin’in Orta Asya Politikası, editör: Murat Yılmaz- Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2011, s.10-11’den Yang Xiancai, 1998: 1842-1845 23 Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 13. Baskı, İmge Kitapevi, s. 393. 24 Kazuyuki Katayama, Development of Japan-China Relations since 1972, International Journal of China Studies, Sayı. 2, No. 3, December 2011,s. 649 25 “Joint Communique of the Government of Japan and the Government of the People's Republic of China” http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/joint72.html. (22.12.2012)

129

İki ülke arasında 1972’de ortak deklarasyonla başlayan normalleşme süreci 1978’de Dostluk ve Barış anlaşması (2. referans belge )ile devam etti. Benzer bir anlaşma bir önceki bölümde bahsedildiği gibi dönem konjonktürü içerisinde Çin-ABD arasında da gerçekleştirildi. 1978 anlaşmasına, 1972 ortak deklarasyonuyla benzer ifade konulmuş ve Asya-Pasifik bölgesinde hegemonya aranmayacağı, hegemonya arayan devletlere karşı durulacağı bildirilmiştir. 26

1978 anlaşması ile gelişen ticaret ilişkileri 1985 yılına kadar 20 milyar dolar seviyesine ulaştı.27 İlişkilerde dostluk dönemi 1980’li yıllar boyunca ekonomik ilişkiler ile sürdürüldü. Çin’in dışa açılma ve dış yatırım çekme politikası neticesinde kapitalist sisteme eklemlenmesi ile Japon şirketleri aşırı biriken sermayeyi daha karlı alanlara çekmek üzere ucuz işgücünün olduğu Çin’e yöneldi. Japonya’nın önde gelen şirketleri, Çin pazarlarına girip ucuz girdi elde ederek, karlarını maksimize ederek, Batı piyasalarına satmaya başladılar. Giren sıcak para ve sermaye ile Çin de kendi sanayileşmesini ve modernizasyonunu tamamlayarak, sahip olduğu işgücü ile dünya ekonomisinde hızla büyümeye başladı. Dönem ekonomik bağımlılığı, ABD-Japonya-Çin arasında kapitalist işbölümüne dönüştü. Japon ekonomisi, girdi maliyetleri en ucuz olan Çin üzerinden üretim yaptı ve en fazla kar getirecek Batı ve ABD piyasalarına mal sattı. 1980’lerin ortalarından itibaren ise Japonya iç piyasalarının dışa açılmasına yönelik baskılar da geldi. İlişkilerin ekonomik ve siyasi boyutu 1989 Tiannamen olayları ve Sovyetler Birliğinin yıkılması ile yeni bir döneme girdi. Genel olarak 1970’ler ve 1980’ler boyunca Japonya-Çin ilişkiler, dostluk ve barış havası içerisinde sürdürülmüştür. Bununla birlikte iki ülke arasında ilişkileri bozan, tarihsel olarak 1894-1895 yıllarında Kore üzerinde hâkimiyet kurmak üzerine çıkan Japonya-Çin Savaşına ve 1937-1945 arasında Japonya’nın Mançurya’yı işgal etmesiyle meydana gelen Japon-Çin Savaşına dayanan çeşitli sorunlar da olmuştur. Japonya’nın yayılmacı politikalarının sonucunda yaşanan savaşlar sonucunda işgal edilen bölgelerin politik durumu ve Çin halkının savaşlardan çektiği acılar, ilişkilerin 1970’lerden sonra düzelmesiyle birlikte sıklıkla gündeme getirilmektedir. Söz konusu savaşların doğurduğu sorunların bazıları Senkaku adaları, tarih kitapları, Yasukuni Shrine ziyareti, Tayvan’dır. Söz konusu sorunlu alanlar, sonraki bölümde anlatılacaktır.

3.2. 1992- 2006 Arası Uluslararası Konjonktür ve Japonya-Çin İlişkileri

3.2.1. Dönem Konjonktürü ABD-Sovyetler Birliği etrafında şekillenen dış politika, Sovyetler Birliğinin 1991’de son bulmasıyla yeni bir evreye girdi. Yeni dönemde uluslararası alanda ABD hegemonyası üstünlüğü ve tek kutuplu dünya algısı ortaya çıktı. Siyasal alanda ABD hegemonyası, uluslararası sistemde yenidünya düzeni arayışlarının temelini oluşturdu. Bu kapsamda Körfez Savaşı, Irak Savaşı, Afganistan Savaşı dönemin siyasi kırılma noktaları oldu. ABD’nin yeni emperyalist bir sürece girdiğini, imparatorluk dönemini inşa ettiği, medeniyetlerin sonu geldiğini, kapitalizmin son bulduğu, tarihin sonunun geldiği dair yeni siyasal argümanlar geliştirildi. NATO misyonunun 1991, 2004,2010 stratejik konseptleriyle geliştirilmesi, Avrupa Birliği’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası geliştirmesi, Rusya’nın ekonomik yenilenme sürecine girmesi, Çin ekonomisinin katlanarak büyümesi, yeni bölgesel ve küresel güçlerin ortaya çıkması dönemin özelliklerindendir. Uluslararası sistem, küreselleşmenin ve teknolojinin getirdiği fırsat ve tehditlerle yeni bir karşılıklı bağımlı hale büründü. Yeni dönemde, uluslararası konjonktürde tehdit algısında da büyük bir değişim meydana geldi. Soğuk Savaş döneminin tehdit algısı olan komünizm korkusu ve nükleer tehdit yerini başka

26 “Treaty Of Peace And Frıendshıp Between Japan And The People's Republıc Of Chına” http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/treaty78.html(22.12.2012) 27 Sino-Japanese relations , http://en.wikipedia.org/wiki/Sino-Japanese_relations (23.12.2012)

130

tehditlere bıraktı. Kitle imha silahlarının yayılması, terörizm, ulus aşırı suçlar, göçmenlik, çevre sorunları gibi yeni tehdit unsurları belirdi. Ekonomik alanda, neo-liberal politikalarla birlikte, sermayenin emek üzerinde egemenliği teyit edildi ve finans kapital, spekülatif sermaye akımları olarak dünyaya egemen oldu. Finans krizleri ve sıcak para hareketleri, sermayenin serbest hareketi ekonominin dış politika üzerinde etkilerindendi. Spekülatif sermayedarlar, kapitalist sistemin yeni unsurları olarak ortaya çıktı. Tokyo ve New York Borsaları dünya finansın merkezleri haline geldi. Dünya GDP’sinde büyük bir artış yaşandı. 1960’lı yılların kalkınma stratejileri, yerine dünya büyüme hareketlerine bıraktı. Mal, sermaye serbestisi, merkez ülkeler arasında muazzam seviyelere ulaşarak çevre ülkelerden artı değer aktarımı, sermayenin spekülatif boyutuyla birlikte arttı. Tekelci sermaye güçleri, dünya artı değerinden yeniden paylaşılması için rekabet süreçlerine girdi. Bunu yaparken de patent ve telif hakları ile artı değere el koyma yolları kullanıldı. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü gibi uluslararası ekonomik kuruluşlar aracılığıyla kapitalist sistemin para, mal, hizmet piyasaları düzenlendi. AB, NAFTA, G-8 gibi ekonomik birliktelikler desteklendi.

Uluslararası alanda yaşanan dönüşümlerin Asya Pasifik bölgesinde de dönüşümlere yol açtı. APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği) ABD, Japonya, Çin gibi devletler arasında oluşturuldu. ASEAN Asya Pasifik bölgesinde ekonomik işbirliği ağı olarak yeni bir yapılanmaya girdi. Bölgede ayrıca 2005 yılında ticaret ve enerji güvenliği boyutunda Doğu Asya Zirvesi (East Asia Summit ) oluşturuldu. 1980’lerin sonunda Doğu-Batı ilişkilerinde büyük bir değişim hem Japonya hem de Çin için önemli bir olgu yarattı. 1989’da Gorbaçov, Çin’e bir ziyaret gerçekleştirdi (1959’dan beri ilk ziyaret). Söz konusu ziyaretin amacı Çin-Sovyetler ilişkilerini büyük güçler diplomasisi çerçevesinde yeni bir ortaklık konumuna getirmekti. Gorbaçov ziyareti ertesinde, Çin’de demokrasi ve reform yanlıları Tiananmen meydanında toplanarak protesto gerçekleştirdi. Söz konusu talepler Çin ordusu tarafından bastırıldı. 1989 G-7 zirvesinde Çin, olaylar nedeniyle kınandı fakat ekonomik ve siyasi reformların sürmesi gerekliliği hususunda görüş bildirildi. Japonya için Çin’in sistem dışına itilmesi ve tamamen izole edilmesi son seçenekti. Bu nedeniyle 1991 yılında olaylardan sonra Çin’e giden ilk devlet Japonya oldu. 1992’de Japonya Kralı Çin’e bir gezi gerçekleştirdi ve söz konusu gezide tarihsel olaylara atıfta bulunarak Japonya’nın Çinli insanlara büyük acılar yaşattığını vurguladı. 28

3.2.2. 1992-2006 Japonya-Çin İlişkileri (Siyasi Olarak Soğuk, Ekonomik Olarak Sıcak Dönem) Soğuk savaş sonrasında Japonya-Çin ilişkileri, Japonya dış politikasının temel parametreleri olan Yoshida Doktrini ve anayasanın değiştirilmesi talepleriyle birlikte değerlendirilmelidir. 1990’larla birlikte bölgedeki neo-liberal açılımların artması, ABD’nin Asya bölgesine angajman politikasına başlaması ve bölgede askeri masrafları paylaşmak istemesi, Japonya’yı silahlanmaya zorlaması Japonya-Çin ilişkilerini de etkilemiştir. Bu dönem içerisinde iki ülke arasındaki ilişkiler neo-liberal dönüşümler ile ekonomik olarak oldukça hareketli görünüm sergiledi. Japonya’nın dış yatırımcıya kendi iç piyasasını açmaya zorlanması ve küreselleşmenin bölgeye etkisi ile ekonomik ilişkiler gelişti. İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler ise ABD ile Japonya’nın Çin’e angajman politikası uygulaması, Japonya’nın askeri olarak silahlanması ve tarihsel sorunlar gibi nedenlerle sorunlu bir görünüm sergiledi. Ayrıca bu duruma Sovyetler’in yıkılması ertesinde Çin ekonomisinin ve askeri gücünün rakip olarak giderek güçlenmesi katkıda bulundu.

28 A.g.e, s. 670

131

Japonya genel olarak 1990’lar sonrası daha aktif bir dış politika izlemeye başladı. Fakat bu dönemde, konjonktürel dönüşümlerin Japon ekonomisine etkisiyle birlikte 1990’lardan itibaren ekonomik olarak durgunluk içerisine girdi. Mevcut küresel kriz ve ekonomik durgunluk içerisinde Japonya dış politikasında “uluslararası bir ülke” olduğu vurgusu arttı. Ayrıca Japon iç politikasında da yaşanan ekonomik durgunluk ve Çin’den tehdit algıları yüzünden milliyetçilik yükseldi. Japon-Çin ilişkilerinde Çin’in yükselişi Japonya’nın Asya politikasında daha aktif bir tutum sergilemesine neden oldu. Japonya, Çin’i angaje ederek ABD-Japonya ekseninde bölgesel kurallara uydurmaya yönelik dış politika anlayışı benimsendi. 29 Japonya bu dönemde Çin’e yönelik siyasi ve ekonomik ilişkilerini ayrı ayrı ele almaya çalışan dış politika anlayışı gerçekleştirdi. Örneğin 1989’da Tiananmen olayları ertesinde, ABD’nin Çin’e yönelik yaptırım uygulama konusunda diretmesi üzerine, Japonya kendi ekonomik çıkarları için yaptırımlara uymadı. Sadece ODA( Resmi Kalkınma Yardımları- Offical Development Assistance) yardımlarında kesintiye gitti. Yine dönem içerisinde pek çok Japon iş adamı ve politikacı Çin’e giderek, ekonomik bağları korumaya ve sürdürmeye çalıştı. Bu durum Japon analistler tarafından iki farklı görüş ile değerlendirildi. Bir görüş, Çin’in ABD tarafından izole edilmesi ertesinde diplomatik avantaj sağlamak üzere böyle bir yol izlendiği, diğer bir görüş ise Çin’in izole edilmesinin Japon ekonomisine zarar vereceği üzerinedir. Ama yine de Japonya, ABD ile olan ilişkilerini germek istemediğinden daha ılımlı tutum sergiledi. 1990’da ABD ile Çin’in arasında diyalog sürecinin tekrardan başlaması üzerine (Us-Japan Impediments Initiative talks), Japonya kendi ekonomisi önem arz eden Çin’e yönelik yardımlara tekrardan başladı.30 Japonya ve Çin arasındaki ekonomik bağlar siyasi ilişkilerin kötüleştiği zamanlarda bile büyümesini sürdürdü. 15 yıl içerisinde 5 kat artan ekonomik hacim, 1990’da 18 milyar dolar iken, 1995’de 85 milyar dolara, 2005’de 267 milyar dolara yükseldi. Japon yatırımları da benzer bir şekilde artış gösterdi. 1990’da 1.8 milyar dolar olan yatırımlar, 1995’de 8.5 milyar dolara, 2000’de 15.1 milyar dolara, 2005’de 36 milyar dolara yükseldi.31

Körfez savaşı bu dönüşüm sürecinde, Japonya dış politikasının da değişime yol açan bir şok oldu. Savaş için 13 milyar dolar mali yardım yapan Japonya’da durum “taxation without representation” olarak adlandırıldı. Uluslararası topluma “katkı” sunmak adına iç ve dış politikada dönüşümler başlatıldı.32 Yine dönem içerisinde Kore füze tehdidinin yaygınlaşması, Çin’in ekonomik yükselişi, Japonya’da ekonomik durgunluk, “normal bir devlet” statüsüne dönülmesi baskısı, anayasasının değiştirilmesi ve nükleer ilkelerin gözden geçirilmesi taleplerini doğurdu. Bu gelişmeler Çin tarafında da milliyetçi kesimleri güçlendirerek, Japonya’nın giderek askeri güçlenmeye yöneldiği algısı doğurdu. Dönem gelişmelerine paralel olarak Japonya anayasasını esnek yorumlayarak BM Barışı Koruma operasyonlarına, teknik destek sağlamaya başladı.

1990’lar sonrası Çin tarafında uluslararası sistemde yaşanan dönüşümün boyutunun henüz siyasal arenada tam olarak kestirilememesi nedeniyle, yeni dünya düzeninin çok kutuplu olacağı tartışmaları yaşandı. Çin iç politikasında da dönüşümler yaşandı. Hükümeti eleştirenler bunu tarih sorunu ve Japonya üzerinden yapmaya başladı. Hükümetin Japonya’ya karşı yumuşak davrandığı ve savaş tazminatından vazgeçmenin bir hata olduğunu söylenerek Japonya’ya karşı kampanya başlatıldı. Bunun temel sebebi bu dönemde artık Pekin hükümetinin temel ideolojisinin komünist sınıf kardeşliği değil, vatanseverlik ve Çin/Han

29 Mochizuki s.7,s. 19 30 Mochizuki .237 31 Richard C. Bush, The Perils of Proximity : China-Japan Security Relations, The brookings institutions, 2010, s.16 32 Mochizuki, s. 4-5

132

milliyetçiliği olmaya başlamasıdır. Özellikle 2000’lerle birlikte Çin’in değişiminin çok daha hızlanması, halkın eğitim seviyesinin yükselmesi, gittikçe güçlenen iş dünyası, küreselleşmenin getirdiği dışarıdan gelen fikir ve akımlara açılış Çin hükümetinin vatansever duyguların kuvvetlendirilmesi gerektiği hususunda inanış yaratmıştır. 33

1993’da Çin’de Devlet Başkanlığını alan Jiang Zemin döneminde Çin, “ortaklık diplomasisi” denilen bir ilişki türü kurmak üzerine politikalar benimsedi. Bu amaçla 1996’da “Rusya’yla Stratejik Ortaklık (Strategic partnership with Russia)”, 1997’de ABD ile “Yapıcı Stratejik Ortaklık (constructive strategic partnership)”, 1998’de AB ile Uzun Dönem ve İstikrarlı Yapıcı Ortaklık (long-term and stable constructive partnership)” ilişkisi kurdu. 34

1998 yılında Devlet Başkanı Jiang Zemin’in Japonya ziyareti sırasında Japonya ile Çin arasında ortaklık ilişkisi kurulmasına dair deklarasyon yayınlandı.(3. Referans belge) Söz konusu deklarasyonda, Asya Pasifik bölgesinde nükleer testlerin durdurulması, nükleer silahların yayılmasına karşı durulması ifade edildi. 1978 anlaşmasından farklı olarak, Japonya ve Çin’in Asya’da bölgesel ve küresel güvenliği sağlama ve ekonomik gelişmeyi desteklemede etkili oldukları vurgulandı. Bunu sağlarken her iki ülkenin de Asya bölgesinde hegemonya aramayacakları, iki ülkenin de Asya krizinin üstesinden gelinmesinde önemli ülke olduğu vurgulandı. Deklarasyonda, ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesini önemine vurgu yapılarak, iki ülkenin dostluk ortaklığı kuracağı ve işbirliği yapacağı hususu dile getirildi..35 Ziyaret sırasında iki ülke arasında var olan tarihsel sorunlar da dile getirildi. Zemin, Japonya’nın yayılmacı politikasının Çin halkına verdiği acıyı dile getirerek, gelecek nesillerin bunu öğrenmesi gerektiğini vurguladı. Buna karşın Japonya Başbakanı Keizō Obuchi, tarihle adil bir şekilde yüzleşilmesi gerektiğini, Japonya’nın kolonyal politikalarından pişmanlığını daha önceden dile getirdiğini vurgulamıştır.36 Bu açıklamalar ve girişimler sonrasında gelişmekte olan ilişkileri sekteye uğramıştır. İki ülke kamuoyunda söz konusu açıklamalardan dolayı rahatsızlık oluşmuştur.

Japonya ile ABD, soğuk savaş sonrası dönemi dış politika temel ilkelerini yine ittifak ilişkisi üzerinden yorumladı. 1996 tarihinde ABD-Japonya arasında yapılan ortak deklarasyonunda; Asya-Pasifik bölgesinde iki ülkenin barış ve huzuru sağlamada önemine değinilerek; özgürlük ve demokrasi sağlamanın yükünü iki ülkenin üstlendiği vurgulandı. Ayrıca Asya-Pasifik bölgesinin daha dinamik hale geldiği, Asya-Pasifik Topluluğu oluştuğu, Kore yarımadasında ve diğer bölgelerde sorunların devam ettiği, nükleer silahların ve kitle imha silahlarının iki ülke güvenliği için önem arz ettiği vurgulanarak, Çin’in bölgede pozitif ve yapıcı rol oynadığı ifade edildi. Ayrıca ABD’nin bölgedeki angajman politikasını bu çabaların temeli olduğu teyit edildi37

Japonya Çin’in ekonomik ortaklık kurma ve geliştirme politikasını kendi çıkarları doğrultusuna kabul ederek ilişkilerini ekonomik temeller üzerinden geliştirdi. Söz konusu dönemde Çin ekonomisi her sene %10 büyüyerek büyük bir atılım sergilerken, Japon ekonomisi ise durgunluk içerisindeydi. Söz konusu ortaklık, bu genel ekonomik görünüm altında gerçekleşti. 1997 yılında ASEAN Plus Three (Japonya, Güney Kore ve Çin) süreci başlatıldı. İkili rekabet ASEAN boyutuna taşındı. Japonya bölgedeki ABD ekonomik

33 Pehlivantürk, .314 34 IIDA Masafumi , Japan-China Relations in East Asia : Rivals or Partners ?, NIDS Joint Research Series, No.3. chapter 6. s. 126 35 Japan-China Joint Declaration, On Building a Partnership of Friendship and Cooperation for Peace and Development , http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/visit98/joint.html (25.12.2012) 36 Visit to Japan by President Jiang http://www.fmprc.gov.cn/eng/ziliao/3602/3604/t18038.htm (13.05.2013) 37 Japan-U.S. Joınt Declaratıon On Securıty Allıance For The 21st Century , http://www.mofa.go.jp/region/n-america/us/security/security.html (25.12.2012)

133

gerileyişini karşılamak için Avustralya Yeni Zelanda ve Hindistan’ı bölgesel işbirliği mekanizmalarına çekmeye çalışmaktadır. Böylelikle Çin’in gücünün dengelenebileceği düşünülmektedir.38

2001 yılında Japonya’da Junichiro Koizumi Liberal Demokrat Parti ile iktidara geldi. Koizumi iktidarı ekonomik reformlar gerçekleştirmeyi öncelik olarak ele aldı. Koizumi Çin’i bir tehdit olarak değil bir fırsat olarak yorumladı. 2002 yılında bir forumda yaptığı konuşmada şunları ifade etti :“ Bazıları Çin’in ekonomik gelişmesini bir tehdit olarak görmekte. Ben görmüyorum. İnanıyorum ki Çin’in dinamik ekonomik gelişmesi tehditlerin yanı sıra fırsatları da sunmaktadır. Çin’de yükselen ekonomik akım ve pazarın genişlemesi rekabeti artıracak, bu da dünya ekonomisi için büyük bir fırsat doğuracaktır. Japon-Çin ekonomik ilişkilerinin gelişmesi, Japon endüstrisine bir darbe değil, Japonya’da yeni endüstri kolları açmak ve Çin pazarına girmek için bir fırsattır.”39 Koizumi ayrıca ilişkilerin ekonomik boyutunu geliştirmek için, Çin’e ziyaretler gerçekleştirerek tarihsel olaylardan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Koizumu’nun Yasukuni Shrine’i ziyaret etmesi ise ilişkileri bozan bir etmen oldu. Ayrıca Koizumi iktidarı sırasında Japonya’nın resmi kalkınma yardımları(ODA) ilişkilerde başka bir tartışma konusu oldu. Koizumi’nin 5 yıllık iktidarı döneminde ekonomik ilişkiler oldukça canlı iken siyasi ilişkiler oldukça sınırlı seviyede gerçekleşti. Kouzumi “dostluk diplomasisini” artık işlevsel olmadığını görerek, Japon dış politikasını “ortak çıkarlar” vurgusu üzerine inşa edilmiş angajman ve dengeleme politikasına yönlendirdi. 40 Kouzumi iktidarı boyunca ekonomik ilişkiler iyi gitmekle birlikte siyasi sorunlar da doğdu.

Kouzumi iktidarı döneminde, Çin Japonya’nın savunma programını eleştirdi. Çin’in 2004 yılında yayınladığı “White Paper” savunma programında Japonya’nın tutumu eleştirildi. Söz konusu belgede şu ifadeler yer aldı: “Asya Pasifik bölgesinde karışık güvenlik faktörleri yükselişte. ABD bölgede askeri gücünü ittifakları geliştirerek ve füze savunma sistemleri kurarak artırmakta. Japonya gelecek askeri ve güvenlik politikalarını uyumlaştırmak ve füze savunma sistemleri geliştirmek üzere anayasasını değiştirmeye yönelmekte. Ayrıca yurtdışında askeri varlığını giderek artırmakta.41 Çin’in “White Paper” savunma politikalarında belirtilenlere karşı 2005’de Japonya kendi Ulusal Savunma Programını yayınladı (National Defence Program Outline). Söz konusu programda; Tehdit Japonya'ya ulaşmadan önleme ve zararı en aza indirme ve Japonya’ya karşı tehdit oluşturabilecek potansiyelleri azaltmak için uluslararası güvenliği geliştirme hedefi konuldu. Bunu gerçekleştirmek için ise Japonya’nın kendi çabalarını artırması, ittifaklarıyla ilişkileri geliştirmesi, uluslararası toplumla işbirliği yapması,“ müdahale yeteneğine” dönmesi ilkeleri belirlendi. Yine güvenlik programında, Kuzey Kore’nin füze denemeleri yapması, nükleer silahların yayılması, Çin gemilerin Doğu Çin denizinde hareketlerinin yoğunlaşmasının güvenlik kaygıları oluşturduğu vurgulandı. Ayrıca Çin’in askeri silahlanmasına ve nükleer güçlerini geliştirmesine devam ettiği, olası bir saldırıya karşı acil müdahale güçleri oluşturulması gerektiği ifade edildi.42

Dönem içerisinde ABD’den gelen talepler ve Çin’in modernleşme politikası temelinde hem Japonya’da hem de Çin’de savunma harcamalar artmıştır. Japonya ve Çin’in savunma harcamalarını karşılaştıracak olursak, 2000 yılında 20 milyar dolar olan Çin’in askeri harcaması 2011 yılında 80 milyar doları aşmıştır. Japonya’nın 2000 yılında 40 milyar dolar

38 Mochizuki s.19 39 Katayama. s. 671 40 Mochizuki s.241 41 China's National Defense in 2004, http://www.fas.org/nuke/guide/china/doctrine/natdef2004.html (04.01.2013) 42 http://www.mod.go.jp/e/d_act/d_policy/pdf/national_guidelines.pdf (26.12.2012)

134

olan harcaması 2011 yılında 60 milyar dolar civarındadır. 2005 yılından itibaren Çin savunma harcaması Japonya’yı geçmiştir.43

1992-2006 dönemi boyunca Japonya-Çin ilişkileri siyasi olarak soğuk, ekonomik olarak oldukça hareketli olmuştur. Siyasi olarak sorunların temelini ekonomik olarak Çin-Japonya rekabetinin artması oluşturmakla birlikte bazı tarihsel olaylar da ilişkilerin gelişmemesine neden oldu. Bu sorunlardan bazıları süregiden Yasukuni Shrine ziyaret sorunu, Japon konsolosluğuna sığınan Kuzey Koreli mültecilere Çin askeri müdahalesi, Asya futbol turnuvası krizi, Japonya’nın BM Daimi üyeliği çabalarına Çin’in karşı çıkması olarak özetlenebilir.

3.3. 2006 Sonrası Japonya-Çin İlişkileri ( “Ortak Çıkarlar” Vurgusu Temelinde ) Japonya-Çin ilişkileri 2006’da Koizumi yerine iktidara Shinzo Abe’nin gelmesi ile yeni bir evreye girdi. Abe 2006 yılında Çin’e ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret ile iki ülke arasında ortak stratejik çıkarlara dayalı ilişkilerin geliştiği ifade edilmektedir. 2006 yılında Çin’e yapılan ziyarette yapılan basın açıklamasında öne çıkan noktalar; karşılıklı bağımlılığın iki ülke arasında arttığı, Asya bölgesinde barış istikrarın, iki ülke çabalarıyla sürdürüldüğü, “Ortak stratejik çıkarlar temelinde karşılıklı yarar ilişkileri” inşa edileceği, Doğu Çin Denizin “Barış ve İşbirliği Denizi” olacağı, ortak tarih komisyonu kurulacağı, Çin-Kore-Japonya arasında üçlü işbirliğinin geliştirileceği vurgulanmıştır. 44

2006’da yılında ilişkilerde temel değişim noktası “ karşılıklı stratejik çıkarlar” vurgusu üzerine oldu. Her iki ülkede dostluk ve barış ilişkisinden Asya bölgesinde stratejik çıkarlara dayanan sürece yöneldiklerini vurgulamaktadır. Kore Yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması, Doğu Asya entegrasyonunun artırılması ilişkilerin diğer boyutu olmuştur. 2007’de Japonya-Çin Üst Düzey Ekonomik İşbirliği mekanizması oluşturuldu. 2008 yılında Hu Jintao Japonya’ya bir ziyaret gerçekleştirmiştir. 2008 yılındaki basın açıklamasında 70 maddede Çin-Japon ilişkilerin temel ilkeleri belirlenmiştir. Bu açıklama Çin-Japonya ilişkilerin “dördüncü siyasi belgesi” olarak kabul edilmektedir. (ilk üçü 1972,1978 ve 1998 siyasi bildirileri).70 maddelik söz konusu açıklamada öne çıkan hususlar; Japon-Çin stratejik diyaloga özel önem verildiği, Doğu Asya’da bölgesel işbirliğinin üç temel ilke temelinde geliştirileceği (açıklık, şeffaflık, kapsayıcılık), Japonya-Kore-Çin üçlü mekanizmasının tekrardan toplantı yapacağı, ülkeler arasında savunma istişarelerinde bulunulacağı, askeri alanlarda işbirliği yapılacağı, BM Barışı Koruma Operasyonlarında işbirliği yapılacağı, “petrol fiyatları üzerinde ortak kaygılarının bulunduğu”, enerji , teknoloji ve ticaret alanlarında daha çok yatırım ve işbirliği yapılacağı, “BM Güvenlik Konseyi sisteminin reformu hususunda görüş alışverişinde bulunulduğu…”45 Bunlar dışında, iki ülke enerji alanında da işbirliği yapmaktadır. 2007’de Doğu Asya Zirvesinde enerjiyle ilgili bir deklarasyon kabul edilmiştir.46Ayrıca bölgesel finansal işbirliği oluşturmak üzerine de “Chiang Mai İnitiative” başlatılmıştır. Söz konusu girişim ile Asya Pasifik bölgesinde bölgesel para birimi oluşturmaya çalışılmaktadır.

Japonya ve Çin’in ekonomik alanda çıkarlara dayalı ilişkisi politik alanda rekabetin yok olduğu anlamına gelmemektedir. Özellikle ABD-Japonya ve Çin’in bölgesel nüfuz alanı 43 David J. Berteau, A report of the csis defense-industrial initiatives group, Asian Defense Spending, 2000–2011. Figure 1.1. s.1 44 Japan-China Joint Press Statement http://www.mofa.go.jp/region/asiapaci/china/joint0610.html (28.12.2012) 45 Joint Press Statement on the Strengthening Exchange and Cooperation between the Government of Japan and the Government of the People's Republic of China http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/pv0805/press.html (28.12.2012) 46 Cebu Declaratıon On East Asıan Energy Securıty http://www.enecho.meti.go.jp/policy/international-affairs/data/CEBU%20DECLARATION.pdf (04.01.2013)

135

yaratma diyebileceğimiz politikaları egemenlik çatışmalarına dönüşebilmektedir. Finansal krizlerin ve sermaye hareketlerinin yoğunlaştığı, petrol krizlerinin ve bağımlılığın Orta Doğu’ya dayandığı Asya Pasifik bölgesinde, ekonomik yarış siyasi yarışı da beraberinde getirmektedir. Özellikle Doğu Asya Zirvelerinde Japonya ve Çin’in zirveye katılan devletlere karşı politik tutumları- Çin, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya ve Hindistan’a karşı çıkmaktadır-çekişmenin göstergesi olabilmektedir.Çin, Japonya’nın bölge egemenliğinde Çin’i angaje etmeye çalıştığını düşünmektedir. Ayrıca ABD’nin 1990’lı yıllarda Japonya ile oluşturduğu “ABD-Japonya Güvenlik Danışma Komitesi” gibi oluşumlar, Çin tarafından ABD’nin bölgesel hegemonyasını sürdürme niyeti olarak yorumlanmaktadır. Çin, ABD’nin Japonya ile birlikte Çin’i Orta Asya’da angaje etmeye çalıştığını, bu kapsamda da Avustralya ve Hindistan gibi devletlerle ittifak ilişkisi tesis ettiğini düşünmektedir.47

2009 yılında Japonya’da iktidara ilk kez muhalefet partisi olan DPJ(Japonya Demokratik Partisi) geldi. Yukio Hatoyama Başbakan seçildi. Hatoyama Asya’ya dönük bir politika izleyeceğini, Çin ve Kore ile ilişkileri düzeteceği sözü verdi. Aynı zamanda ABD ile mesafeli ve bağımsız bir politika izleme arzusunda olduğunu belirtti.48 Hatoyama Hükümeti, her fırsatta, Japonya’nın ABD’ye süregelen bağımlılığını azaltmak yolunda Asya ve Avrupa ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmakta, Japonya ve diğer Asya ülkeleri için Avrupa ile entegrasyonunun önemini vurguladı. Başbakan Yukio Hatoyama ayrıca Avrupa Birliği’nin 1960’lardan bu yana giderek derinleşen entegrasyonuna atıfta bulunarak, benzer bir bütünleşmenin Çin’i, Kore’yi ve Japonya’yı da içerecek şekilde bir Doğu Asya Topluluğu kurmak yönündeki çağrısını yineledi. Japonya tarafından önderliği gerçekleştirilecek bir Doğu Asya Topluluğu kurma fikri Avrupalı bürokratlar tarafından büyük ilgiyle karşılandı. 49 Hatayoma’nın katkısıyla 2009 yılında “ A New Path for Japan” adlı bir makale New York Times’da yayınlandı. Söz konusu makalede Japonya’nın yeni dış politikasının temel parametreleri anlatıldı. Makalede öne çıkan noktalar; ABD tipi ilerleme ve kapitalist ekonomi modelinin dünyayı şekillendirmede başarısız olduğu; son ekonomik krizin ABD kapitalist anlayışın aşırılığı olduğu; yerel ekonomik inisiyatiflerin küreselleşme süreciyle hiçe sayıldığı; refah ve sağlık sisteminin tekrardan düzenlenmesi gerektiği; ABD tek taraflığının artık çok taraflılığa dönüştüğü; dövizin tek kur olmasının sorgulandığı olarak özetlenebilir. Ayrıca ABD’nin yerine geçecek bir dominant gücün henüz oluşmadığı makalede vurgulanmaktadır. 50 Hatayoma’nın ABD hegemonyası karşıtlığı temelinde şekillenen dış politika anlayışı, 2010 yılında istifası sonrasında değişmiştir. Hatayoma yerine Naoto Kan geçmiştir. Kan, Hatayoma’nın aksine ABD ile olan ilişkileri geliştirmeye çalışmıştır. ABD- Japon ilişkilerin tekrardan canlanmaya başlaması, ABD’nin Asya’ya yeniden açılım stratejisiyle birlikte daha da ivme kazanmıştır.

Çin ekonomisinin özellikle 2010’da Japon ekonomisini geçmesiyle birlikte ABD bölge üzerinde etkisini artıracak yeni politik hamlelere girişmektedir. Özellikle “Asya’ya Dönüş (Returning to Asia) ve “Stratejik yeniden dengeleme(Strategic Rebalancing) ” politikalarıyla ABD, Asya’daki ekonomik ve siyasi gelişmeleri kendi kontrolü altına almaya çalışmaktadır. Dönem ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 2011 yılında yaptığı açıklamada ABD’nin son on yılda, Irak ve Afganistan’a yoğun bir kaynak ayırdığını; önümüzdeki 10 yılda ABD’nin enerjisini ve kaynaklarını nereye yatıracağı hususunda daha sistematik ve akıllı olması gerektiğini; ancak böylelikle ABD’nin, liderliği sürdürmek, çıkarlarını güvence altına almak ve değerlerini geliştirmek üzere kendisini en iyi konuma koyabileceğini ifade etmiştir.

47 Masafumi s.143 48 Pehlivantürk s.320 49 Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı, Japonya Ülke Raporu, 2009 s.37 50 Yukio Hatoyama, A New Path of Japan, http://www.nytimes.com/2009/08/27/opinion/27iht-edhatoyama.html?pagewanted=all&_r=0 (04.01.2013)

136

Clinton ayrıca, gelecek on yıla ilişkin Amerikan devlet yönetiminin en önemli görevlerinden bir tanesinin Asya-Pasifik bölgesinde diplomatik, ekonomik, stratejik yatırımları artırmak olduğunu; Asya’nın büyüklüğünün ve dinamizminin Amerikan ekonomisi ve stratejik çıkarları için merkezi bir konumda olduğunu belirtmiştir. 51 Bu açıklamadan da görülebileceği gibi ABD, Asya bölgesinde gelişen ekonomik gelişmeleri kendi çıkarları için birincil önemde görmekte ve bu bölgeye yatırım ekonomik ve siyasi yapması gerektiğini düşünmektedir. Bu anlayış kapsamında ABD, Asya’ya geri dönüş stratejisini oluşturmuştur. Bu strateji, ABD’nin Asya’da lider rolünü tekrardan kurması, sürdürmesi ve desteklemesi anlamına gelmektedir. ABD’nin bu stratejisinin iki ayağı bulunmaktadır: APEC çatısı altında, “Trans-Pasifik Ortaklığı(Trans-Pacific Partnership)” kurmak ve Batı Pasifikte askeri gücünü tekrar konuşlandırmak. 52 “Trans-Pasifik Ortaklığı ve Stratejik Dengeleme” politikaları kapsamında ABD bölge ekonomisi üzerinde ekonomik etkinliğini artırmak ve Japonya ile bölgede Çin’i dengelemek istemektedir. Ayrıca askeri boyutta ise ABD kendi askeri gücünü bölgede geliştirerek, başta Japonya olarak müttefik ülkelerin askeri harcamalarını artırmasını, bölge güvenliğine katkıda bulunmasını istemektedir.

ABD’nin Asya’ya dönüş ve dengeleme politikası kapsamında, Japonya kendi iç politikasında dönüşüm süreci yaşamaktadır. Özellikle anayasanın değiştirilmesi ve silahlanmaya izin verilmesi hususunda iç politikada yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. 2012 yılında yapılan seçimlerde DPJ(Japonya Demokratik Partisi) iktidarını kaybederek yerini tekrardan muhafazalar LDP (Liberal Demokrat Parti)bırakmıştır. Yeni dönemde ABD-Japonya ilişkilerin Asya bölgesinde Çin’i daha fazla izole etmek adına yoğunluk kazanacağı düşünülmektedir.

4. ÇİN-JAPONYA EKONOMİK İLİŞKİLERİ

4.1. Çin Ekonomisinin Genel Görünümü

Çin’deki ekonomik yapılanma sosyalist pazar ekonomisidir. Çin Sosyalist Partisi devlet kapitalizmi veya parti önderliği altında sıkı denetlenen kapitalizm uygulamaktadır. 53 Çin özellikle 1978 sonrası reformlar ile ekonomik olarak kapitalist sürece eklemlenmeye başlamıştır. Dış yatırıma ve sermaye hareketlerine açılan Çin, şu anda ucuz iş gücü olanakları, döviz rezervleri kaynakları, %10 seviyesinde seyreden büyüme oranlarıyla dünyanın önde gelen ekonomik gücüdür. Çin 7 trilyon dolarlık GDP’si, her yıl artan doğrudan yabancı yatırımlar ile yaklaşık 160 milyar dolarlık dış ticaret fazlası vermekte ve 3,2 trilyon dolara ulaşan döviz rezervi ile dünya ekonomisinde yeni bir süper güç olmaya doğru yaklaşmaktadır (Şu anda Dünya rezervlerinde 1. Sıradadır.) 2008 yılında ülkede doğrudan yabancı yatırım tutarı 80 milyar dolar olmuştur. Çin’in ihracatı 1978’den bu yana yaklaşık 70 misli artmış, dünya ticaretindeki payı %0,8’den %7,7’ye çıkmıştır.54 Çin’de faaliyet yürüten yabancı şirket sayısı 550 bine ulaşmıştır. En fazla

51 Hillary Clinton, America’s Pasific Century, Foreign Policy, http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/10/11/americas_pacific_century (17.05.2013) 52 Ge CUİ, The Impact of Washington “Returning to Asia” Strategy on East Asia : the Strategic Choices for Beijing, Tokyo and Moscow, International Affairs and Global Strategy, Vol 4, 2012, s 59 53 Katayama.s. 664 54 Sait Yılmaz, Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri, Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, s.85-86, Ayrıca CIA FACTBOOK verileri: https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html

137

doğrudan yatırımı olan ülkeler Japonya ve ABD’dir.55 Çin’in önümüzdeki 10 yıl içerisinde ABD ekonomisini geçmesi öngörülmektedir.

4.2. Japon Ekonomisinin Genel Görünümü Japonya ikinci dünya savaşı ertesinde ekonomik kalkınmasında, ihracata dayalı büyüme modeliyle, ağır sanayi yatırımlarına başlamış ve dış ticaretini mutlak artı üzerine inşa etti. Otomotiv, elektronik gibi alanlarda yapılan yatırımlar ile dünya piyasalarında hızla yükselen bir aktör oldu. Ele geçirdiği ekonomik üstünlüğü koruma yolunda kendi piyasasını dışarıya kapalı tuttu. Özellikle 1960’lı yıllarda hızlı büyüme oranları yakalanarak %10’luk rakamlara ulaşıldı. 1980’li yıllarda ise sistemik birikim dairesine yaşanan sıkıntı ve sermayenin aşırı sıkışması sorunu Japonya ekonomisini de doğrudan etkileyen unsurlardan oldu.

Genel olarak Japon dış politikası ekonomik açılım süreçleriyle paralel bir şekilde 1991 sonrası proaktif bir yapıya büründü. Küreselleşme sürecinin yoğunlaşması ve neo-liberal baskılar, Japonya’yı ekonomik ve siyasi olarak dışa açılmaya zorladı. Japon ekonomisinin kapalı durumunun 1990’larla birlikte dış yatırımlara ve mallara açılması talepleri güçlendi. 1950’lerden 1980’lere kadar hızlı kalkınma ivmesini belirleyen kalkınmacı devlet yapısının ve merkantalist ideolojinin, küreselleşme döneminde adaptasyon zorlukları yarattıkları yaygın bir şekilde ifade edildi. Bu politikadan dönmeye yönelik baskılar görüldü. Söz konusu baskılara yönelik, Japonya’da dönüşümler başlatıldı. Fakat söz konusu dönüşümler ekonomik gerilemeye tam anlamıyla fayda sağlayamadı. Japonya, 1990’lardan beri ekonomik büyüme ivmesini bir türlü yakalayamayıp durgunluk tehlikesiyle boğuşmaktadır.56 1985 tarihindeki Plaza anlaşmasıyla Japon Yen’inin değerlenmesini engelleyen baskı kaldırıldı; böylelikle 1992 de doların değeri 123 yene geriledi. 1995’de bu 80 yen oldu. 2002’de 134 yene kadar yükselmesine rağmen, günümüzde yenin değeri 85-90 dolar seviyesinde devam etmektedir. 57

Japonya ekonomisin şu anki en büyük sorunu ise ekonomik durgunluk üzerinedir. Ülke uzun yıllardır %1’lik büyüme oranlarıyla ekonomik durgunluk süreci içerisindedir. Söz konusu durgunluğu ortadan kaldırmak için ekonomik reform paketleri uygulanmakla birlikte, henüz aşılabilmiş değildir.

4.3. Japonya-Çin Ekonomik İlişkileri Japonya ve Çin dünyanın en büyük 2. ve 3. ekonomisi konumundadır. (8,2 Trilyon Dolar Çin GDP, 5,9 Trilyon Dolar Japonya GDP). Çin ekonomisi 2010 yılında Japonya’yı geçmiştir. 58

Japonya-Çin ekonomik ilişkileri günümüzde de yoğun bir şekilde sürmektedir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2008 itibariyle (Hong Kong hariç) 266 milyar dolardır. Japonya ticaretinde en büyük partner Çin’dir. Çin’de iş yapan Japon şirketleri toplamda 9.2 milyon istihdam sağlamaktadır. 2006 yılı itibariyle Çin’de toplam 22.700 Japon şirketi bulunmaktadır. 2007 yılında Çin’i ziyaret eden Japon sayısı 4 milyonu aşmaktadır, Çin’den yapılan ziyaretler ise 1.2 milyondur. Japonya’da yaşayan 120 bin Japon vatandaşı bulunmaktadır. Japonya’da yaşayan Çinli sayısı ise 600 bindir(Japonya’da en büyük yabancı nüfus). 2008 yılı itibariyle 90 bin Çinli Japonya’da eğitim görmüştür. 59

55 A.g.e, s.87 56 Sadık Ünay, Kalkınmacılıktan Rekabet Devletine: Savaş Sonrası Türk ve Japon Ekonomi Politikaların Karşılaştırmalı Analizi, Selçuk Esenbel, Erdal Küçükyalçın (ed.), Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012, s. 128 57 İbrahim Öztürk, Yükselen Asya’da Durağan Japonya’nın Geleceği,, A.g.e. s. 144 58 CIA FACTBOOK verileri https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html ve https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ja.html 59 Katayama,s. 666

138

İki ülke ekonomik-siyasi nüfuz mücadelesi alanlarından bir tanesi de petrol ticaretidir. Çin ihtiyaç duyduğu Petrol’ün %70’ini Malakka Boğazı vasıtasıyla yoğun olarak Ortadoğu’dan sağlamaktadır(Dolayısıyla Güney ve Doğu Çin Denizi üzerinden). Bu nedenle Çin Savunma Bakanlığı Beyaz kitabında ulusal güvenlik hedefleri arasında Çin’in egemenliği ve toprak bütünlüğü yanında deniz hakları ve çıkarlarının da savunulması yer almaktadır.60

Çin, Asya-Pasifik bölgesinde ABD hegemonyası kurulmasına ulusal ekonomik güvenliği nedeniyle karşı çıkarken, kendi ekonomik işbirliği mekanizmalarını kurmaya çalışmaktadır. Japonya ile ortaya çıkan sorunun temelinde Çin’in bölge enerji koridoru üzerinde egemen olması çabası gelmektedir. Bu kapsamda da Çin askeri modernleşmesine özel önem vermektedir. Söz konusu modernleşme çabaları ise Japonya’da bölgesel güç mücadelesinde tedirginlik yaratmaktadır. Japonya’da ABD ile birlikte Çin’in bu politikasına karşı ittifak halinde karşılık vermektedir.

4.4. Japonya’nın Resmi Kalkınma Yardımları (ODA- Official Development Assistance)

4.4.1. ODA Yardımları Genel Görünüm Anayasal bakımdan sınırlandırılan ve güvenlik ihtiyacı ABD tarafından karşılanan Japonya, dış yardımları kendi dış politikasını şekillendirmek üzere 1950’lerden itibaren dış politikanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. İlk ODA programları 2.D.S. sonrası savaş tamirat borcu olarak uygulandı. Sonraki dönemlerde Japon dış yardımları, Japon ürünlerinin dış pazarlarda satılma imkânının arttırılması, deniz aşırı pazarların genişletilmesi ve Japon ekonomisi için gerekli olan hammaddelerin güvenliğinin sağlanması ihtiyacıyla yakından ilişkili olarak gelişti. 61

Japonya Asya ülkelerine yönelik yürüttüğü yardımları 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizler sonrasında Ortadoğu ülkelerine de yönlendirdi. 1980’li yıllara kadar ASEAN ülkeleri Japon ODA programından en fazla yararlanan ülkeler oldu. ASEAN ülkeleri bu dönemde Japon endüstrisin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin en önemli kaynağı iken, Japon ürünleri için de önemli bir Pazar oluşturmaktaydı. 1980’lerden sonra ise ODA yardımları daha çok Çin’e kaydırıldı. ODA yardımlarının 1980’lerle birlikte Çin’e kaydırılması arkasında yatan neden, 1978’le birlikte Japonya ve Çin arasında ilişkilerin düzelmesi ve Çin’in serbest piyasa ekonomisi sürecine girmesidir. Japonya 1990’lardan itibaren ODA’yı insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve demokrasinin geliştirilmesi temalarında kullanmaya başladı. 62 Söz konusu dönemde ODA yardımları Afrika ve Latin Amerika ülkelerine yöneldi. Yardımlar Japonya’nın Afrika pazarına sızmasında kullanıldı. Örneğin, krom bakımından zengin olan Güney Afrika’ya, fosfat kaynaklarına sahip olan Fas’a, bakır açısından zengin olan Fas’a yardımlar gerçekleştirildi.63

1990’lı yıllarda ağırlıklı olarak neoliberal dönüşümlerle birlikte, Japonya ekonomisi için önem arz eden bölgelere yoğunlaşan ODA yardımlarında 1997 ve 2002 yıllarında ekonomik kriz nedeniyle kesinti gerçekleşmiştir. Fakat yardımlar tamamen sonlandırılmamış, çıkarlar doğrultusunda halen kullanılmaktadır.

60 Yılmaz, s.81 61 Akitoshi Miyashita. Gaiatsu and Japan’s Foreign Aid: Rethinkin the reactive-proactive debate, International Studies Quarterly, No 43 Yayın 4. s. 696 62 Ali Balcı, Murat Yeşiltaş, Bir Dış Politika Aracı Olarak Dış Yardımların Kullanılması : Japonya Örneği, Uluslararası ilişkiler Konseyi Dergesi, Cilt 2, Sayı 8 (Kış 2005-2006), s.157 63 Balcı, s.182

139

4.4.2. Japonya-Çin arası ODA yardımları Japonya’nın Çin’e yönelik ODA yardımları, 1978 yılından itibaren ilişkilerin normalleşmesiyle yoğunluk kazanmıştır. Japon ODA yardımları kapsamında Çin’e, 2008 yılına kadar toplam 35 milyar dolar yardım gerçekleştirilmiştir. 64Söz konusu yardımlar Çin altyapı ve modernizasyonunda kullanılmıştır. Dönemin konjonktürü uyarınca, dış piyasalara açılan ve açıklık politikası belirleyen Çin, Japonya için yeni bir yatırım alanı olarak görülmüştür. Bu kapsamda da Japonya’dan Çin’e yönelik ODA yardımları gerçekleşmeye başlamıştır.

Çin’e yönelik ODA yardımları 1979 yılında yapılan anlaşma ile başlamıştır. Aynı tarihte ilan edilen “Ohira İlkeleri” (dönem başbakanı Ohira)ile yardımların politik sınırları belirlenmiştir. Buna göre, Japonya’nın Çin pazarını tekeline alacağı korkusunu bertaraf etmek için ABD ve diğer batılı ülkelerle ittifaka girmek, Çin’e yönelik yardımların ASEAN başta olmak üzere diğer Asya ülkeleri ile dengeli olmasını sağlamak, Çin’in savunma temelli endüstrisine yardımlardan uzak durmak gibi üç temel ilke dış yadım politikasının uygulanmasında göz önünde bulundurulacaktı65. Bu tarihten itibaren Çin Japonya’nın en fazla dış yardımda bulunduğu ülke olacaktır. Bu dönemde Çin’in aldığı tek taraflı dış yardımların % 64,3’ünü Japonya oluşturmuştur. 66 1998’de görüşülen 1990-1995 döneminde yılda ortalama bir milyar dolarlık yardım öngörülmüştür. Bu politika 1980 Tiananmen olayları ile askıya alınmış ama 1990’da tekrardan başlamıştır. 1990’ların ikinci yarısından itibaren ise, Çin’in ekonomik büyümesi rakip olarak görülmeye başlanmış ve Japonya güvenliğine tehdit olarak algılanmıştır. 1995’de Çin’in nükleer deneme yapması ardından, Japonya ODA yardımlarını siyasi koz olarak kullanmayı denemiştir. Dış yardımları askıya alabileceğini ifade etmiştir. 67

1990’lardan itibaren çeşitli nedenlerle ODA yardımlarının gözden geçirilmesi talep edilmiştir. Bu nedenlerden ilki Çin’in ekonomik alanda yaşadığı başarılar aksine Japon ekonomisin giderek görece kötüleşmesidir. İkincisi ise ODA yardımları şartlarına Çin’in riayet etmediği üzerinedir. Üçüncüsü Çin’in kendisinin de artık bir yardım yapan ülke konumuna geldiğidir. Dördüncüsü ise Japonya’nın ODA yardımları politikasının altyapı yardımlarından başka alanlara kayması üzerinedir. Bu nedenlerle ODA yardımları yıllık olarak kesintiye uğratılmıştır. 68

5. İLİŞKİLERDE SORUNLU ALANLAR Japonya-Çin ilişkilerinde 3 temel sorunlu alan bulunmaktadır: Doğu ve Güney Çin Denizi (Senkaku/ Diaoyu Adaları ), Tarihi Konular ve Tayvan.

5.1. Tarihi Konular İki ülke arasındaki tarih sorunu temelinde, Japon emperyalizmi ve yayılmacılığı temasını kullanarak Çin’in Japonya’dan taviz elde etmeye çalışması ve içerde milliyetçi duyguları körüklemesi; Japonya’nın ise bu tutuma karşı durarak kendi iç politikasını beslemesi ve Çin’e ODA yardımları üzerinden baskı uygulaması yer almaktadır.

64 Japonya’nın Çine yaptığı kalkınma yardımları için bkz : http://www.mofa.go.jp/policy/oda/region/e_asia/china/index.html 65 Balcı, s. 186 66 Katada, Why did Japan suspend foreign aid to China? Japan’s Foreign Aid Decision-making and Sources of aid sanction,Social Sciense Japan Journal Vol.4. No.1. s.49-50 67 Balcı, s. 186-187 68 Katayama. s. 655. (Ayrıca http://www.mofa.go.jp/policy/oda/region/e_asia/china-1.html)

140

1895 Japonya- Çin savaşı, 1905’den sonra yapılan işgaller, 1931 Mançurya işgali, 2.D.S sırasında yaşananlar, Çin toplumu ve politikasında Japon karşıtlığını öne çıkarmaktadır. Savaş sonrası düzende Çin söz konusu tarihsel olayların, tanınması ve özür dilenmesine yönelik bir politika benimserken, Japonya tarihi olayların Çin toplumuna yaşattığı sıkıntıları kabul edip, özür dilemeye yanaşmamaktadır. Söz konusu tutum bir önceki bölümde değinilen ikili deklarasyonlarda resmi belgelerde de kendini göstermektedir. Çin’de genel olarak yapılan mezalimlerin yanı sıra özellikle Nanking Katliamı, 2.D.S sırasında yapılan kimyasal ve bakteriyolojik silahların Çinliler üzerinde denenmesi, savaş esirleri üzerinde tıbbı deneyler ve konfor kadınları (köleler) olarak anılan konular bugün de tartışılmaya ve iki ülke ilişkilerini etkilemeye devam etmektedir69.

İkinci sorun doğuran alan ise Yasukini Shrine’de devlet erklerinin yaptığı ziyaretlere ilişkindir. Kutsal bir değer atfedilen Yasukini Shrine’i Kouzimu döneminde özellikle ziyaret edilmesi iki ülke arasındaki ilişkileri bozmuştur. Çin’de büyük protestolara neden olmuştur. Yapı hem Çinliler hem de Japonlar için kutsal bir özellik taşımaktadır.

5.2. Tayvan İki ülke arasındaki sorun doğuran alanlardan bir tanesi ise Tayvan’dır. Sorunun temelinde Çin’in “Tek Çin” politikası, Japonya’nın Tayvan’la olan ticari ilişkilerini sürdürme isteği, Japonya’daki Tayvan lobisi, Tayvan üzerinden ticareti kontrol etme mücadelesi yer almaktadır.

2.D.S sonrasında Tayvan hükümetini resmi olarak tanıyan ABD ve Japonya’nın Çin ile olan ilişkilerin 1970’li yıllarda düzelmeye başlamasıyla birlikte Tayvan konusu ikili ilişkilerin sorun doğuran alanlarından olmuştur. 1972 ortak deklarasyonda, Çin tarafı Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğu, Japonya tarafı ise bu durumun anlaşılır olduğu ve saygı duyulduğu, fakat bu konuda yasal bir değerlendirmede bulunulamayacağı bildirilmektedir. İlişkilerin normalleşmesinden beri, Japon hükümeti Tayvan’a resmi ziyaret gerçekleştirmemiş, Tayvan’dan da ziyaret gerçekleşmemiştir.70

5.3. Doğu Çin Denizi, Güney Çin Denizi ve Senkaku/ Diaoyu Adaları İki ülke arasında ilişkilerin bozulmasına neden olan konulardan bir tanesi de Senkaku/Diaoyu adaları, Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizine ilişkindir. Sorunun temelinde, Doğu ve Güney Çin Denizinde petrol rezervleri ve Ticaret ulaşım ağı kontrolü mücadelesi yer almaktadır. Çin ve Japonya’nın ticaretinin büyük bir bölümü bu deniz üzerinden sağlamaktadır. Ayrıca enerji kaynaklarının bu deniz yolu üzerinden transferi sağlanmaktadır. Bu bölgeden yılda 40 bin gemli geçmektedir. Bu rakam, Süveyş ve Panama’dan daha fazladır. Japon petrol ithalatının %70’i, ithalat ve ihracatının %40’ı bu bölge üzerinden gerçekleştirmektedir. Japonya 260 milyar dolar, Çin ise 65 milyar dolarlık ticaretini bu bölgeden sağlamaktadır. 71

Sorun doğuran başka bir alan olan Senkaku adaları 2.D.S. sonrası, Okinawa adaların bir parçası olarak ABD yönetimi altına girdi. 1972’de adaları ABD Japonya’ya devretti. Çin adalar ABD egemenliği altındayken itiraz da bulunmazken, olası petrol kaynaklarının ortaya çıkmasıyla adalar üzerinde egemenlik iddia etmeye başladı. Japonya adaların egemenliğinin tarihsel koşullar ve şu anki yönetim durumundan ötürü kendisine ait olduğunu ileri sürerken, Çin karşı olarak adalar üzerinde egemenliğin Çin’e ait olduğunu iddia etmektedir. Çin 69 Pehlivantürk, s.310 70 Katayama, s. 662 71 Reinhard Drifte, Japan’s Security Relations With China Since 1989, Routledge Curzon, New York, 2005, S.61

141

adaların Çin-Japon Savaşı sonrasında haksız bir şekilde işgal edildiği ve 2.D.S sonrasında ABD egemenliği altına girdiğini ileri sürmektedir. San Francisco antlaşmalarını ve ABD-Japonya adaların devrine ilişkin anlaşmayı illegal bulmaktadır. Çin 1992 yılında çıkardığı yasa ile bölgenin kendi egemenlik alanı olduğunu iddia etmektedir. Sorun halen devam etmektedir.

6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Japonya-Çin ilişkilerine genel olarak baktığımızda, Japonya kendi ulusal ekonomisini güçlendirme ve kapitalist açılım sürecinde Çin’le işbirliği yaparken, güvenlik ihtiyacını da geleneksel olarak ABD gücüne bağlı konumlandırmıştır. Çin ise, küresel sistemde meydana gelen ekonomik dönüşümler ve Sovyetler Birliğinden uzaklaşma ertesinde belirlediği yeni ekonomik, siyasal politikalar ile Japonya’ya yaklaşmıştır. Japonya’nın şu anki Çin politikasının temeli ABD veya Çin arasında seçim yapmaktan ziyade ABD ve Çin’le birlikte hareket etmek üzerine şekillenmektedir. Amerika, Japonya için halen en büyük müttefik iken, Çin ise işbirliği yapılabilecek bir ortak olarak görülmektedir. Çin’in Japonya politikası ise, ekonomik bir partner, stratejik ticaret ortağı; aynı zamanda bölgesel rekabet üzerinedir. Çin uzun vade de hızlı ekonomik kalkınma ile daha refah içinde uluslararası arenada daha büyük yer edineceğini hesaplamaktadır. Yüksek kalkınma aynı zaman Çin savunma harcamalarında da büyüme sağlayacak, askeri statüsünü de güçlendirecektir.72

Çin, mevcut güçlenme ve askeri yarış şu anda kapitalist sisteme bir “Challenger” olarak karşı durmamaktadır. Sisteme karşı “Challanger” olabilmenin temel koşulu aşırı silahlanma ve karşı ittifaklara girmek üzerinedir. Çin her ne kadar silahlansa da, sistem karşıtı ittifaklara girmemektedir. Japonya da ABD’nin bölgesel sistem içerisinde, “yükü paylaşma” politikası temelinde kendi askeri gücünü oluşturmaktadır. Fakat oluşturulan bu güç de Çin veya başka bir devlete karşı “Challenger” boyutunda değildir. Önümüzdeki yıllarda Çin’in dünya ekonomisinde en büyük güç olacağını düşünecek olursak, Japonya-Çin ilişkilerin yeni bir küresel güç ilişkisi doğurması ihtimaller kapsamındadır. Wallerstein dünya sistem analizinde ABD merkezli kapitalist işbölümü ve tarihsel sistemin jeokültürünün yıkılmakta olduğunu, bunun en bariz göstergesinin neoliberal açılımlar ve Sovyetlerin yıkılması olduğunu öne sürmektedir. Yerine geçecek sistemin belki eskisinden daha kötü, belki de daha iyi olabileceği öne sürülmektedir. Yeni tarihsel sistemin geleceği ve parametrelerinin bilinemez olduğu vurgulanmaktadır. Benzer şekilde Arrighi de ABD eksenli kapitalist birikim sürecinin 1970’ler sonrası yaşanan gösterge krizi ile yıkım evresine girdiğini ileri sürmektedir. Sermayenin aşırı birikmesinin yol açtığı krizler, krizlerden çıkmak için ABD’nin mali yayılma evresine geçmesi, Doğu Asya’da ortaya çıkan yeni güç merkezlerinin ortaya çıkması ABD merkezli kapitalist birikim sürecinin sona erdiğini göstermektedir. Mevcut sistemde yaşanacak yıkım-dönüşüm sonrası, Dünya’dan oluşacak güç ve ekonomik yapıların geleceğinin önceden kestirilmesi tam anlamıyla bilinememekle birlikte, yeni küresel ve bölgesel güçlerin Asya-Pasifik bölgesinde şekilleneceği yönünde veriler mevcuttur. Sonuç olarak Braduel ve Arrighi’nin öne sürdüklerini aktaracak olursak;

“kapitalist dünya ekonomisinin hakim tepelerinde meydana gelen her nöbet değişimi, ‘yeni’ bir bölgenin ‘eski’ bir bölge üzerinde ‘zaferini’ yansıtmaktaydı. Kapitalist dünya ekonomisinin dünya ekonomisinin hakim tepelerinde bir nöbet değişimine tanık olup olmadığımız ve yeni bir kapitalist gelişme aşamasının başlayıp başlamadığı açık değildir. Fakat ‘eski” bir bölgenin (Birleşik Devletler) yerini, dünya

72 Yılmaz, s.95

142

ölçekli sermaye birikim süreçlerinin en dinamik merkezi olan ‘yeni’ bölgeye terk etmiş olması çoktan bir gerçeklik halini almıştır.’73

73 Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, İmge kitapevi, 1. Baskı, s. 290

143

KAYNAKÇA Arrighi, G. (2005), Uzun Yirminci Yüzyıl, İmge kitapevi, 1. Baskı

Balcı A., Yeşiltaş M., (2005) “Bir Dış Politika Aracı Olarak Dış Yardımların Kullanılması : Japonya Örneği” Uluslararası ilişkiler Konseyi Dergisi, Cilt 2, Sayı 8

Berger , T., . Mochizuki M , Tsuchiyama J. (,2007) Japan in International Politics: The Foreign Policies of an Adaptive State, Boulder ,CO: Lynne Reinner

Bush R.,(2010) The Perils of Proximity : China-Japan Security Relations, The brookings institutions

CUİ G., The Impact of Washington “Returning to Asia” Strategy on East Asia : the Strategic Choices for Beijing, Tokyo and Moscow, International Affairs and Global Strategy, Vol 4, 2012 David J. Berteau, (2011) A report of the csis defense-industrial initiatives group, Asian Defense Spending, 2000–2011. Figure 1.1. Drifte R., (2005) Japan’s Security Relations With China Since 1989, Routledge Curzon, New York Dinler Z., İktisada Giriş, 18. Baskı, Ekin Basım Dağıtım, 2012

Ekrem, E., Çin’in Orta Asya Politikaları / Erkin Ekrem; editör: Murat Yılmaz Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2011

Esenbel S. , Küçükyalçın E. (ed.), (2012), Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı-I-, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi

Katada, “Why did Japan suspend foreign aid to China? Japan’s Foreign Aid Decision-making and Sources of aid sanction”,Social Sciense Japan Journal Vol.4. No.1

Katayama K., (2011) Development of Japan-China Relations since 1972, International Journal of China Studies, Sayı. 2, No. 3

Masafumi I. , Japan-China Relations in East Asia : Rivals or Partners ?, NIDS Joint Research Series, No.3. Chapter 6

Miyashita, A. Gaiatsu and Japan’s Foreign Aid: Rethinkin the reactive-proactive debate, International Studies Quarterly, No.43 Yayın 4

Pehlivantürk B., Japonya-Çin İlişkilerinde “Tarihin Sonu”, Türkiz Siyaset ve Kültür Dergisi Sander O., Siyasi Tarih 1918-1994, 13. Baskı, İmge Kitapevi

T.C. Ekonomi Bakanlığı, Japonya Ülke Raporu 2009 Yılmaz S. (2008), Yükselen Güç Çin’in Güvenlik Politika ve Stratejileri, Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2)

144

İnternet Kaynakları http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/joint72.html.

http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/treaty78.html http://en.wikipedia.org/wiki/Sino-Japanese_relations

http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/visit98/joint.html http://www.mofa.go.jp/region/n-america/us/security/security.html

http://www.fas.org/nuke/guide/china/doctrine/natdef2004.html http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/pv0805/press.html

http://www.nytimes.com/2009/08/27/opinion/27iht-edhatoyama.html?pagewanted=all&_r=0 http://www.mofa.go.jp/policy/oda/region/e_asia/china-1.html

http://www.mofa.go.jp/region/asia-paci/china/joint0610.html http://www.mod.go.jp/e/d_act/d_policy/pdf/national_guidelines.pdf

http://www.enecho.meti.go.jp/policy/internationalaffairs/data/CEBU%20DECLARATION.pdf https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ch.html, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ja.html http://www.fmprc.gov.cn/eng/ziliao/3602/3604/t18038.htm

http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/10/11/americas_pacific_centur

145

LOGIC MODEL AS A TOOL TO IMPROVE THE EMPLOYEE MOTIVATION***

Özge ÖZ*

Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN** ABSTRACT A business can achieve its goals through loyal and motivated employees with high performance. Human resources management has a crucial role in sustaining employee motivation which is directly related to performance. 360 degree performance appraisal system, when it is applied correctly, is an advantageous technique in order to determine the performance. Logic model is a visual and systematic tool which is used to define and determine the relationships between the resources needed to apply a program, the planned activities and the goals that are aimed to achieve. It is thought that by using logic model as a management tool, it will be possible to design road maps in order to solve problems resulted from human resources management and from one of its functions, which is performance appraisal. In this study, it is attempted to design two logic models in functional and operational level by determining two scenarios, in order to solve the problem of employees’ lack of motivation. Key words: 360 degree performance appraisal system, logic model, motivation

ÇALIŞAN MOTİVASYONUNU GELİŞTİRMEYE YÖNELİK BİR ARAÇ OLARAK LOJİK MODEL

ÖZET İşletmelerin hedeflerine ulaşabilmesi yüksek performans ve motivasyona sahip, örgüte bağlı çalışanlara bağlıdır. İnsan kaynakları yönetimi performans ile doğrudan ilişkili olan çalışan motivasyonunu sağlamada çok önemli bir rol oynamaktadır. 360 derece performans değerleme sistemi, doğru uygulandığında, performansı belirlemede yararlı bir tekniktir. Lojik model ise bir program uygulamak için ihtiyaç duyulan kaynakları, yapılması planlanan faaliyetleri ve ulaşılmak istenen amaçları ve bunların arasındaki ilişkileri belirlemede kullanılan sistematik ve görsel bir araçtır. Lojik modeli bir yönetim aracı olarak kullanarak, insan kaynakları yönetimi ve onun bir fonksiyonu olan performans değerlendirmesinden kaynaklanan sorunları çözmek amacıyla yol haritalarının oluşturulabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada çalışanların motivasyon düşüklüğü problemini çözmek amacıyla iki senaryo oluşturularak, işlevsel ve operasyonel düzeylerde iki lojik model oluşturulmaya çalışılmıştır.

Anahtar kelimeler: 360 derece performans değerleme sistemi, lojik model, motivasyon

___________________ *Ph.D Candidate. Human Resources Management Department. Ankara University. **Prof. Dr. Trade and Tourism Education Faculty, Gazi University. ***This article presented at the meeting entitled "International Conference on Innovative Strategies for Global Competitiveness", 8 to 10 December 2011, in India.

146

1. INTRODUCTION

For companies, to sustain the success and the competitiveness in the business area is becoming more challenging. Businesses have to respond these new areas’ needs and changes. Human resources, being the most important asset of a company, can be an advantage in order to deal the challenge. Effective human resources strategies providing employees with high motivation and performance would result with company’s overall productivity. Researches show that motivation is a strong indicator in employee and company success. As Gagné and Deci (2005) have stated, work climates that promote satisfaction will enhance motivation which, will in turn yield the important work outcomes, effective performance, positive work-related attitudes and organizational citizenship behaviors. It is beneficiary to support organizational commitment, in order to build a work climate promoting high motivation. Affective organizational commitment which is related to company performance is defined as a psychological state that refers to the employee’s emotional attachment to, identification with and involvement in the organization (Stites and Michael, 211, s.55). Organizational commitment can also be defined as the belief in and acceptance of organizational goals and values, a willingness to exert effort on behalf of the organization and a desire to maintain organizational membership (Johnson, Korsgaard and Sapienza, 2002, s.1143). In work climates where the employees are not invited to join organizational issues and to take decisions, employees may feel that they are undervalued and unappreciated. As Osborne (2002) stated participative climate helps employees believe that they can make a difference and that they are important in the organization.

Managers and management researchers have long believe that organizational goals are unattainable without the enduring commitment of members of the organizations. Motivation is a human psychological characteristic that contributes to a person’s degree of commitment and that improves workers’ performance and satisfaction (Tella, Ayeni and Popoola, 2007, s.3-4). Thus employees participating in organizational decisions will tend to be more motivated and willing to work harder. As Kirkman and Shapiro stated (2001) job satisfaction and organizational commitment are important because they have, in turn, been associated with other positive organizational outcomes. So it is assumed that a business can perform well with satisfied and motivated employees.

2. METHODOLOGY

In this study it is attempted to design two road maps with the help of logic model, in order to solve the problem of employees’ lack of motivation. Logic model concept is defined as a picture showing how an organization or a project does its works and as a visual and systematic tool which is used to define and determine the relationships between the resources needed to apply a program, the planned activities and the goals that are aimed to achieve (W.K. Kellogg Foundation, 2004, s.1). A series of “if-then” relationships connect the components of the logic model: if resources are available to the program, then program activities can be implemented; if program activities are implemented successfully, then certain outputs and outcomes can be expected (Innovation Network Inc, 2006, s.4). A logic model also indicates the external factors that can affect the program and the assumptions about the program.

147

In order to compose the logic model and the road map, firstly the current situation and then the other components of the model should be determined. In order to improve the current situation, it is necessary to determine the desired goals, in other words, the outcomes in short, medium and long term. After that, the first outputs of the program, the activities needed to be done and the necessary inputs could be defined. For this purpose, two logic models in functional and operational levels are designed regarding two scenarios determined about low motivation. In the functional level logic model, it is tried to design a guide for a company which is willing to enhance organizational commitment in order to develop motivation. In the operational level logic model, the road map of building 360 degree performance appraisal system is designed, for a company which is willing to increase the motivation by that performance appraisal method which is promoting commitment.

2.1 Logic Model in Functional Level Assuming that motivation plays a role of function for effective human resources management, and that the logic model would be about the solution to the problem of the lack of motivation caused by the lack of organizational commitment; it is thought that the logic model would be in functional level. The logic model is designed for a company scenario where the lack of organizational commitment causes a decrease in motivation of workers. Thus the current situation could be determined as the lack of organizational commitment, the lack of organizational involvement and the decrease in motivation.

With the help of the logic model, it is predicted that the road map in solving the problem of lack of motivation by allowing organizational commitment, could be designed. The organization main aim is to develop its overall organizational success. Thus the long term outcomes of the logic model are expected to be

a) high motivation, b) organizational loyalty and c) increase in total performance. Long term outcomes are those that result from the achievement of short and intermediate term outcomes, and often take a longer time to achieve (Innovation Network Inc, 2006, s.15). So while reaching those main goals, there will be various short and medium term outcomes. As Johnson, Korsgaard and Sapienza (2002) have stated a greater sense of loyalty and commitment to the organization comes with organizational identification. Thus organizational identification providing organizational commitment is closely related to organizational performance. Feelings of commitment are driven by the voluntary sacrifices that people make in pursuit of a goal (Flynn and Schaumberg, 2011, s.1) so with organizational commitment, employees would be motivated to perform better. Also Gagné and Deci (2005) have stated that work climates that promote satisfaction, will enhance employees’ motivation. Thereby it can be assumed that the midterm outcomes of the logic model are the organizational; a) identification, b) commitment, c) job satisfaction, d) increase in motivation and thereby e) improvement in employee satisfaction. The short term outcomes of the model are determined by identifying the earlier steps of the midterm outcomes. As Osborne (2002) has emphasized its importance, it is seen that a

148

participative work climate where individuals are involved in decisions, builds motivation which will provide moral development among employees. In such a work climate, the communication and relationships among employees are thought to be strong. It is widely recognized that the employee-worker relationship has a major impact on employees’ attitudes and behaviors at work and that employees view their valuation by the supervisor as indicative of their valuation by the organization (Marique and Stinglhamber, 2011, p.107, Eisenberger et al., 2010, s.1086). Thus the short term outcomes are determined as; a) increase in involvement, b) moral development, c) participative work climate and d) developed worker-worker and worker-manager relationships. The outputs of the model are the first products of the program which are the facts providing involvement, commitment and motivation are the outputs. It is thought that by implementing strategies in order to improve motivation, firstly a) increase in communication, b) motivation in developing new projects, c) increase in information sharing, d) desire among employees and e) democratic participation would occur. After that the goals that are aimed to reach are determined, it is necessary to precise the activities needed to access those goals. As Tella, Ayeni and Popoola (2007) have stated, creating commitment includes communication, education, training programs. In order to increase involvement, it is important to enhance self managing work teams who manage themselves, assign job, schedule work and take decisions. So empowerment, independency, reducing authority and increasing personal control are advantageous in this process. It is also important to train managers. It is seen that a social exchange relationship with the managers, conveys the improvement of employees’ positive mood at work (Eisenberger et al., 2010, s.1087). In order to increase the communication and relationships at workplace, it is thought that staff meetings and company organizations can be helpful. Thus the activities of the logic models are; preparing procedures for

a) enhancing empowerment, independency and team work, b) reducing authority c) training the staff and the managers, and d) organizing company activities.

The inputs are the resources that the company will use for the program. The main resources needed to perform the activities are the employees, the managers, the employers. Since this process requires time, financial resources and educational documents those are also regarded as inputs. By determining the assumptions and the external factors of the logic model, the road map about improving motivation by organization commitment would be designed. Before applying the program, it has been assumed that organizational commitment would increase the motivation of employees and that the high motivation provides enhancing the company’s productivity and total performance. The factors that may negatively affect the process are determined as that the process is a time consuming one and that a reduction of company’s economic situation may cause a decrease in motivation of employees.

After determination of the elements of the logic model is visualized as shown in Figure: 1, thus guide in applying the program is completed.

149

Figure: 1 Logic Model in Functional Level

2.2 Logic Model in Operational Level The second logic model is designed regarding the scenario in which the company wants to develop its employees’ motivation by using an effective performance appraisal system. Since using this appraisal method is an application of the company’s strategies, the logic model is thought to be in operational level. 360 degree performance appraisal system where the performance data are collected from various sources seems to be compatible with the company’s new strategy of improving involvement and commitment in the organization. 360 degree performance appraisal method is a process where the evaluation of employee’s performance is conducted through the information gathered from employee’s managers, supervisor, inferiors, team and project mates, customers and the employee him/herself; then a feedback about the performance is given to the employee. With the help of the logic model, it is predicted that the road map in solving the problem of lack of motivation by using 360 degree performance appraisal system, could be designed. The current situation in the organization is the lack of motivation, poor communication and poor total performance. The organization’s main goal is to improve the motivation. As Clark (1998) have stated, solving performance problems and realizing opportunities often requires an increase and focusing of motivation. The motivation and performance appraisal concepts are closely related; thereby the effects (long term outcomes) of the logic model are determined with the assumption

SITUATION Lack of ; - Organizational commitment

- Organizational involvement - Motivation

INPUTS ACTIVITIES OUTPUTS

OUTCOMES- EFFECT SHORT MEDIUM LONG

Employees Managers Employers Time Financial resources Educational Documents

Preparing procedures for Enhancing; -Empowerment -Independency -Team work Reducing Authority Training -Employees -Managers Organizing company

Increase in communication Motivation in developing new projects Increase in information sharing Democratic participation Desire among employees

Increase in involvement Moral development Participative work climate Developed worker-worker and worker -manager relationships

Organizational identification Organizational commitment Job satisfaction Increase in motivation Improvement in employee satisfaction

High motivation Loyalty Increase in total performance

Assumptions 1-Organizational commitment will increase the motivation of employees. 2-High motivation enhances company’s productivity and total performance.

External Factors 1-The process may be time consuming. 2-The possibility of decrease in motivation of employees caused by the reduction of company’s economic situation.

150

stating that 360 degree performance appraisal system will increase employee motivation. It is seen that motivation usually involves the manipulation of values that motivate individuals to work for organizational ends (Michaelson, 2005, p.235). So it is thought that the long term outcomes are a) employees with high performance, b) increase in motivation, c) improvement in basic performance criteria and d) actualizing the long term aims of the organization. 360 degree performance appraisal is an interactive process which provides employee to involve the appraisal. As Gagné and Deci (2005) have stated autonomous motivation is associated with more effective performance. Also Luecke (2010) have expressed that the participation of the employee in the appraisal process, leads to a feeling that the process is associated with him/her which increases the organizational commitment. So the outcomes that are expected to occur in medium term are defined as a) increase in individual participation, b) increase in organizational commitment c) effective team work, consequently d) synergy and e) effective performance appraisal system. The appraisal system is enabling the participators to be aware of their expectancies by giving feedback which leads to enhance the communication, involvement and satisfaction. Decenzo and Robbins (2002) have stated that the appraisal method provides empowering the employees and improving leadership. Thereby the short term outcomes are determined as a) the awareness about workers’ expectations, b) development in leadership and increase in; c) employee satisfaction, d) communication and e) involvement. The outputs of the model are determined as

a) detailed information about workers gathered from various sources, b) objective performance data, c) interactive appraisal process and d) increase in communication through feedback. As Pak (2009) have expressed, in order to build 360 degree performance appraisal system, it is needed to have an organization reinforcing transparent feedback, and clear performance criteria adopted by employees who support the system. So it is seen that preparation for building the system and training the participators play an important role. It is thought that in this type of appraisal system, the feedback is an important indicator of motivation level of the employees and is needed to be controlled. Thereby the activities of logic model are defined as; a) preparations for the performance appraisal system, b) training the practitioners, c) meetings for commitment, d) realizing the appraisal, e) giving and getting feedback, and f) controlling the process. The inputs of the model are defined as the resources that will be necessary in this process. Thus, a) appraisers (workers, managers, inferiors, team mates, customers and the board of

151

directors approving the process), b) time, c) financial resources and d) appraisal material are the inputs of the program.

The logic model is completed by determining the assumptions and external factors. The assumption about the program is that 360 degree performance appraisal system will strengthen the communication, increase the motivation, the productivity and total performance. The possibility of differences in employees’ social and political views may affect the appraisal negatively and consequently may cause decrease in motivation and create resistance to the application, is thought to be an external factor.

By determining all the elements, the logic model in operational level is as shown in Figure: 2. Figure: 2 Logic Model in Operational Level

3. CONCLUSION

This study provides a contribution integrating the concepts of logic model, motivation and 360 degree performance appraisal. Employee motivation is a crucial indicator in a business’ productivity. Organizational commitment and involvement are important facts in order to sustain employee motivation. And 360 degree performance appraisal method is thought to be an appraisal technique which improves the motivation.

It is predicted that two logic models designed in this study, could serve a guide for companies which are willing to enhance the organizational involvement and commitment; and which are attempting to practice 360 degree performance appraisal in order to increase their employees’ motivation.

SITUATION Lack of motivation

Poor communication Poor total Performance

INPUTS ACTIVITIES OUTPUTS

OUTCOMES- EFFECT SHORT MEDIUM LONG

Appraisers -Workers -Managers -Inferiors -Teammates -Customers -Board of Directors Time Financial resources Appraisal material

Preparations for the performance appraisal system Training the practitioners Meetings for commitments Realizing the appraisal Giving and getting feedback Controlling the process

Detailed information about workers gathered from various sources Objective performance data Interactive appraisal process Increase in communication through feedback

Awareness about other workers’ expectations Development in leadership Increase in -Satisfaction -Communication -Involvement

Increase in -Individual participation -Organizational commitment Effective teamwork Synergy Effective performance appraisal system

Employees with high performance Increase in motivation Improvement in basic performance criteria Actualizing the long term aims of the organization

Assumptions 360 degree performance appraisal system will strengthen the communication; increase the motivation, the productivity and total performance.

External Factors Differences in employees’ social and political views may affect the appraisal negatively and consequently may cause decrease in motivation and create resistance to the application.

152

REFERENCES

Clark. R.E. (1998), “Motivating Performance: Part: 1-Diagnosing and Solving Motivation Problems”, Performance Improvement, 37(8), ss.39-46.

Decenzo, D. A. & Robbins S. P. (2002), Human Resources Management, New York, John Wiley & Sons Inc. Eisenberger, R., Karagonlar, G., Stinglhamber, F., Neves, P., Becker, T.E., Gonzales-Morales, M.G. & Steiger-Mueller, M. (2010), “Leader-Member Exchange and Affective Organizational Commitment: The Contribution of Supervisor’s Organizational Embodiment”, Journal of Applied Psychology, 95(6), ss.1085-1103.

Flynn, F.J. & Schaumberg, R.L. (2011), “When Feeling Bad Leads To Feeling Good: Guilt-Proness and Affective Organizational Commitment”, Journal of Applied Psychology, July, ss.1-11.

Gagné, M. & Deci, E. (2005), “Self Determination Theory and Work Motivation”. Journal of Organizational Behavior, 26, ss.331-362.

Johnson, J.P., Korsgaard M.A. & Sapienza H.J. (2002), “Perceived Fairness, Decision Control and Commitment in International Joint Venture Management Teams”, Strategic Management Journal, 23, ss.1141-1160.

Innovation Network Inc. (2006), Logic Model Workbook, http://www.innonet.org/client_docs/File/logic_model_workbook.pdf (26.09.2011) Kirkman, B.L. & Shapiro, D.L. (2001), “The Impact of Cultural Values on Job Satisfaction and Organizational Commitment in Self-Managing Work Team The Mediating Role of Employee Resistance”, The Academy of Management Journal, 44(3), ss.557-569.

Luecke, R. (2010), Performans Yönetimi, Trans., Aslı Özer, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. Marique, G. & Stinglhamber, F. (2011), “Identification to Proximal Targets and Affective Organizational Commitment the Mediating Role of Organizational Identification”, Journal of Personnel Psychology, 10(3), ss.107-117. Osborne, J.S. (2002), “Components of Empowerment and How They Differentially Relate To Employee Job Satisfaction, Organizational Commitment and Intent to Leave The Job”, Dissertation, Peabody College of Vanderbilt University.

Pak, D. (2009), “Implement Strategic 360 Degree Appraisal for a University”, Global Business and Management Research: An International Journal, 1 (2), ss.60-69. Stites, J.P. & Michael, J.H. (2011), “Organizational Commitment in Manufacturing Employees: Relationships with Corporate Social Performance”, Business & Society, 50(1), ss.50-70.

Tella, A., Ayeni, C.O. & Popoola, S.O. (2007), “Work Motivation, Job Satisfaction and Organizational Commitment of Library Personnel in Academic and Research Libraries in Oyo State, Nigeria”, Library Philosophy and Practice, April, ss.1-7.

W.K. Kellogg Foundation, (2004), “The Logic Model Development Guide”, http://www.wkkf.org/knowledge-center/resources/2006/02/WK-Kellogg-Foundation-Logic-Model-Development-Guide.aspx (03.04.2011).

153

MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜ VE AHLAKIN KORUNMASI

Dilara Buket TATAR

ÖZET

Gündelik hayatta, basın özgürlüğün salt basına ait olmasından ziyade, medyaya doğru genişleyen bir yansıması söz konusudur. Bu nedenle, basın terimi yerine medya teriminin kullanılması tercih edilmiştir. Çünkü bu şekilde bir kabulle medyaya getirilen bir sınırlandırma sebebi olarak, ahlakın ne şekilde ele alındığı bütün yönleriyle ortaya konulabilecektir. Bunun için öncelikli olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ndeki mevcut hukuki durum ve ABD Yüksek Mahkemesi’nin sınırlandırmada kullandığı kriterler ele alınmıştır. Daha sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin bir sınırlandırma nedeni olarak ahlakı nereye koyduğu değerlendirilmiştir. Son olarak, ülkemizdeki düzenlemelerin mahkeme kararlarına ve idari işlemlere ne şekilde yansıdığı incelenmiş ve böylece, uygulamada çeşitli açılardan ahlakın görünümü ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Basın, basın özgürlüğü, medya, medya özgürlüğü, ahlaki ilkeler, erotizm, pornografi, müstehcenlik.

THE MEDIA FREEDOM AND THE PROTECTION OF MORALS

ABSTRACT

Freedom of the press has widening reflection from press to media in daily life. So instead of using the term of the press, the term of the media has been preferred. By this kind of usage, “morals” as a restriction of the media freedom with all different aspects can be laid bare. To achieve this, first of all existing legal situation in United States of America (USA) and guide lines judged by Supreme Court of the USA have been dealt. Secondly European Court of Human Rights (ECHR)’s decisions which focus on “morals” as a restriction of the media freedom have been considered. Lastly regulations in our country and morality from various angles in practice have been issued.

Key Words: Press, freedom of the press, media, the media freedom, moral principles, eroticism, pornography, obscenity.

Araştırma Görevlisi Gazi Üniversitesi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı

154

1.GİRİŞ

Basın, belirli zamanlarda çıkan yazılı yayınların bütününü ifade etmektedir74. Yani basın kavramı; kitap, broşür, dergi ve özellikle gazeteleri kapsamaktadır75. Oysa, günümüzde, iki farklı kavram daha mevcuttur ki; bunlar yanlış bir şekilde basın kavramıyla özdeş kullanılmaktadırlar76. Bu kavramlar; kitle iletişim araçları ve medyadır. Kitle iletişim araçları, birtakım kaynaklardan elde edilen bilgi ve haberlerin geniş halk topluluklarına yaygın olarak duyurulmasında77 kullanılan araçlardır. Dolayısıyla, kullanımında geniş bir kitleye bilgi veya haberlerin duyurulması amaçlanan ve yazılı, görsel veya işitsel herhangi bir niteliğe sahip olması aranmayan araçlardır. Oysa, basının kitle iletişim araçlarından farkı; yazılı olmasıdır. Diğer kavram olan medya ise, iletişim ortamı demektir78. Medya, anlam itibariyle kitle iletişim aracıyla özdeş olmamakla birlikte; ülkemizde, kitle iletişim araçları yerine medya sözcüğünün kullanılması yaygın olarak tercih edilmektedir79. Çünkü medya, kitle iletişim araçları kelimesinden daha kısadır ve pratik hayatta bu yönüyle kolaylık sağlamaktadır. Medya kavramı da, basın kavramından farklılık arz etmektedir; zira medya için yazılı bir yayının mevcudiyeti şart değildir. Yani, medya; gazete, dergi, televizyon, radyo, sinema ve teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkmış ve gelecekte ortaya çıkabilecek diğer vasıtalar aracılığıyla oluşturulabilecek bir iletişim ortamıdır.

Gündelik hayatta, basın özgürlüğün salt basına ait olmasından ziyade, medyaya doğru genişleyen bir yansıması söz konusudur. Bu nedenle, tarafımızdan basın kavramı yerine medya kavramının kullanılması tercih edilmiştir. Çünkü, bu şekilde kabul edildiğinde, sözü edilen araçlara ait özgürlüğe getirilen bir sınırlandırma sebebi olarak, ahlakın ne şekilde ele alındığı bütün yönleriyle ortaya konulabilir. Kavramsal açıdan yapılan tercihten sonra, medya özgürlüğünün; gerek basın özgürlüğü gerekse ifade özgürlüğü bağlamında ele alınabileceği de ortaya konulmalıdır. Basın özgürlüğünün günlük kullanımından dolayı medyaya da atfedildiği anlaşılabilir niteliktedir. İfade özgürlüğü açısından da, ulusal ya da uluslararası düzenlemelerde, ifade özgürlüğünün korunması kapsamında, medyanın kullandığı araçlardan söz edilerek, bu araçlarla yapılan yayınlar da koruma altına alınmaktadır. Örneğin: 1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) (İnsan Haklarını ve Ana Özgürlüklerini Korumaya Dair Sözleşme)’de İfade Özgürlüğü başlığı altında: “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin, radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir”80 hükmü yer almaktadır. Medyanın kullandığı ve madde metninde de sayılan araçlarla yapılan bir haber verme durumu söz konusu olduğunda, ifade özgürlüğü kapsamında ele alınacağı açıktır.

Tüm bu nedenlerle, kavramsal açıdan tercih edilen medyanın ahlak ile sınırlandırılması ortaya konulmaya çalışılırken; aynı zamanda kimi durumlarda ifade özgürlüğünü düzenleyen ulusal ya da uluslararası hükümlere de atıf yapmak zorunluluğu doğacaktır. Bunun yanında, sınırlandırma

74Türkçe Sözlük, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Yayınları, 2010, s. 258. 75Ahmet DANIŞMAN, Basın Özgürlüğünün Sağlanması Önlemleri (Devletin Basın Karşısındaki Aktif Tutumu), Ankara, Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu Yayınları, 1982, s. 1. 76Yaşar SALİHPAŞAOĞLU, Türkiye’de Basın Özgürlüğü, Ankara, Seçkin Yayınları, 2007, s. 22. 77Türkçe Sözlük, s. 1451. 78 Türkçe Sözlük, s. 1643. 79SALİHPAŞAOĞLU, s. 23. 80Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 11’nci Protokolle Değiştirilen Metin, Avrupa Konseyi Yayınları, s. 10.

155

sebebi olarak kullanılan ahlak kavramın niteliği ve içeriğinin tespiti kilit noktadadır. Fakat, ahlak kavramının tam olarak ne anlam ifade ettiğinin ortaya konması çok güçtür. Zira, ahlakın evrensel bir değer mi, yoksa kişiden kişiye değişen bir değer yargısı mı olduğu sorusu hâlâ tartışılmaktadır. Ahlakın kavramsal niteliğine yönelik böyle tartışmalar olmasına rağmen; her hukuk uygulayıcısının kendine ait bir ahlak anlayışına sahip olduğu gerçeği yadsınamaz. Söz edilen gerçeklikten hareketle, irdeleme yapılırken; öncelikli olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ndeki mevcut hukuki durum ve ABD Yüksek Mahkemesi’nin sınırlandırmada kullandığı kriterler ele alınacaktır. Daha sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin bir sınırlandırma nedeni olarak ahlakı nereye koyduğu değerlendirilecektir. Son olarak, ülkemizdeki düzenlemelerin mahkeme kararlarına ve idari işlemlere ne şekilde yansıdığı incelenecek ve böylece, uygulamada çeşitli açılardan ahlakın görünümü ortaya konulabilecektir.

2. AHLAKİ İLKELERİN NİTELİĞİ

Mutluluk, tüm ahlaki davranışlara katılan bir yan görünüm olarak ortaya çıkmaktadır81. Bu kapsamda, insanların yaşama amacı olması gereken mutluluğa eşlik eden ahlaki davranışların neler olduğu sorusu akla gelmektedir. Nelerin ahlaki nitelikte olduğunun tespiti amacıyla insanlık tarihi boyunca çeşitli teoriler ileri sürülmüştür. Bunlar, ahlakın temelini, kendini sevme dürtüsüne dayandıran, egoizm; fiziksel hazza dayandıran, hedonizm; duygusal hazza dayandıran, evdemonizm; yarara dayandıran, ütilitarizm; doğal olana dayandıran, natüralizm gibi nimete dayalı teorilerdir. Nimete dayalı teorilerin yanında, amaca dayalı teoriler de ileri sürülmüştür. Bu teoriler, ahlaki davranışın insanın yetkin olmasını sağladığını belirten, yetkinlik ahlakı; kültürün ilerlemesine katkı sağlayanın ahlaki olduğunu iddia eden, kültür ahlakı ve son olarak ahlakın kendisi için hareket edilmesinin ahlaki olduğunu savunan, formel (biçimsel) ahlak teorileridir82. Fakat, ortaya atılan bu iki tür teorinin eksik yanları mevcuttur. Hem nimete dayalı teorilerden ve hem de amaca dayalı teorilerden esinlenen ve her ikisini birleştiren; değer ahlakı kavramı bu eksiklerin giderilmesi amaçlanarak ortaya çıkmıştır.

Değer ahlakı anlayışına göre; ahlak, değer yargılarından arındırılmalıdır. Zira, değerlerin rölatif (mutlak olmayan), (aynı çağda toplumdan topluma veya aynı toplumda çağda çağa değişebileceği) ya da subjektif (aynı objenin değerinin kişiden kişiye değişebileceği) olduğuna yönelik fikirler yerinde değildir83. Çünkü, bu şekilde, ancak o şeye biçilen genel ve özel değer yargıları değişmektedir; oysa, doğru değerlendirme sonucu ulaşılan değer değişmez niteliktedir84. Bahse konu ifadeden, değere ancak doğru değerlendirme yapılarak ulaşılabileceği anlaşılmaktadır. Doğru değerlendirme; kişilerin belirli durumlarda verdikleri doğru kararlar ve belirli durumlarda yaptıkları doğru eylemler değildir85. Doğru değerlendirme bunun çok daha ötesindedir. Çünkü, genel olarak doğru değerlendirme kişilerin karar verirken ya da eylemde bulunurken başvurdukları bir yol değildir. Doğru değerlendirme, felsefecilerin, hukuk felsefecilerinin ve özellikle hukuk uygulayıcılarının kullanması gereken bir yoldur. Bunun yanında, belirli olaylarda verilen kararlar ya da eylemler kadar basit ve somut değildir. Zaten öyle olsaydı; değer ve doğru değerlendirme üzerine tarih boyunca bir uzlaşıya varılmış olunurdu.

81Vecdi ARAL, Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, İstanbul, Filiz Kitabevi Yayınları, 1983, s. 97. 82ARAL, s. 94-106. 83İonna KUÇURADİ, İnsan ve Değerleri, 2’nci Baskı, Ankara, Türk Felsefe Kurumu Yayınları, 2003, s. 9. 84KUÇURADİ, 2003, s. 10. 85Harun TEPE, “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu Batı Yayınları, Yıl: 1, Sayı: 4, 1998, s. 12.

156

Doğru değerlendirmenin iki koşulu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, eylemin yapıldığı veya kararın verildiği andaki geçerlilik koşullarını yeterince bilmek ve eylemi yapan veya kararı veren kişiyi yeterince tanımaktır. İkincisi ise, değerlendirenin çeşitli yalın ya da karmaşık yaşantı olanaklarını bilmesidir. Bu şekilde, değerlendiren (felsefeci, hukuk felsefecisi ya da hukuk uygulayıcısı) bir değerlendirme yaptıktan sonra, yapılan eylemi ya da alınan kararı değerli kılacak ya da kılmayacaktır86. Örneğin, çocuğu çok ağır hasta olduğu için, bakkaldan para çalan bir babanın davranışı incelenirken, bunun değerli bir davranış olduğu sonucuna varılabilir. Ancak, bunun için eylemde bulunan babanın, içinde bulunduğu koşullar gereğince, çocuğunu odak noktasına koyarak hareket ettiği sabit olmalıdır.

Doğru değerlendirme sonucu ulaşılan değer ise, her zaman etik olmayabilir. Bahse konu örnekte, baba değerli bir davranışta bulunmuştur; fakat davranışı etik değildir. Bu noktada, detaylı olarak bir irdeleme yoluna gitmek, hazırlanan çalışmanın kapsamını aşacağından, ahlaki temel değerlere bazı örnekler vermekle yetinilecektir. Saygı, alçak gönüllülük, sevgi, doğruluk, sadakat, açık kalplilik, dürüstlük, adalet vb. değerler ahlaki niteliktedir87. Sayılan bu değerler, onları teorik olarak kabul etmeyenleri, onlara karşı çıkanları bile, ne kadar farklı kültürlerde yetişmiş olurlarsa olsunlar etkileyebilirler88.

Değer yargıları ise, egemen oldukları kültür içinde eğitilip yetişenleri etkileyebilir89. Çünkü, değer yargılarına; değer atfetme ya da değer biçme yoluyla ulaşılır. Bu iki eylem de doğru değerlendirmeden farklıdır. Değer atfetme; değerlendirilene, değerlendiren tarafından aralarındaki özel ilişkiden dolayı atfedilen değerdir90. Örneğin; sevgiliden alınan yirmibeş kuruşluk bir kalem, sevgiliden alındığı için değerlidir. Değer biçme; değerlendirilenin, geçerli kurallar, normlar, standartlar, modalar bakımından nitelendirilmesidir91; yani değer yargılarından hareketle bir sonuç çıkarmak, ad takmaktır92. Çevredeki sanatçıların yaptıklarından çok farklı bir tarzda eser ortaya konan bir sanatçının eserinin; tuhaf ve modası geçmiş gibi damgalar yemesinde değer biçme söz konusudur93. Öte yandan, doğru değerlendirme sonucu, değerlendirilen şeyin, değer atfetmeden ve değer biçmeden bağımsız olarak, mevcut değerine ulaşılır. Zira, değerde; bir şeyin kendisi hesaba katılır ve bir şeyin kendi alanı veya benzerleri arasındaki yeri bulunur94. Bu yüzden değer, kişiden kişiye; zamandan zamana veya toplumdan topluma değişmez. Ayrıca, değer hakkında olumsuz değer yargıları verilmesi de onları değer olmaktan çıkarmaz. Örneğin, sevginin ifadesinde söz konusu olabilecek farklılıklar, onun sevgi olarak tanınmasını engellemez95.

Felsefe dünyasında genel olarak kabul görmüş ahlakı değer olarak açıklayan görüşün varlığına rağmen; hayatta karşılaşılan sorunlarda söz edilen görüşün ifadesiyle, değer yargıları hâkimdir. Bir hukuk uygulayıcısı bir eylemin ahlaki olup olmadığını irdelerken, sahip olduğu kültürel, dinî, siyasi ve sosyal görüşlerinden arınamamaktadır; dolayısıyla doğru değerlendirme yapamamaktadır. Bu nedenle, tamamen aynı özellikler taşıyan olaylarda dahi, aynı hâkim tarafından birbirine zıt kararlar verilebilmektedir. Böyle bir gerçeklikten ötürü, değer ahlakına dayalı görüşün kabulü, özellikle hukuki açıdan bir yarar sağlamayacaktır. Bunun içindir ki;

86KUÇURADİ, 2003, s. 21-23. 87ARAL, s. 110-115. 88Abdullah KAYGI, "Değerden Bağımsız Olmak mı, Değer Yargılarından Bağımsız Olmak mı?", Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Cilt 25, 2001, s. 11. 89KAYGI, s. 11. 90KUÇURADİ, 2003, s. 27. 91 KUÇURADİ, 2003, s. 28. 92 KUÇURADİ, Etik, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, 1988, s. 19. 93 KUÇURADİ, 2003, s. 29. 94 KUÇURADİ, 2003, s. 26. 95 KAYGI, s. 11.

157

kanun koyucular, ahlakı bir sınırlandırma sebebi olarak göstermelerine rağmen, ahlakın niteliğini ve içeriğini belirlememiştir. Hâkimin ve hukuk uygulayıcılarının önlerine gelen olaylarda, ahlakın içeriğinin belirlenmesine yönelik olarak karar vermesi gereği doğmuştur. Hukuk güvenliği ve istikrarı açısından da verilen bazı kararlarda konulan kriterler, emsal niteliğinde kabul edilerek, diğer kararlarda aynı kriterlerin uygulanması yoluna gidilmiştir. Tüm bu bahsi geçen nedenlerle, ahlakın ne şekilde mahkeme kararlarına yansıdığının anlatılması gerekmektedir. Mahkeme kararlarındaki kriterler anlatılırken, ahlakın belirli yanları göz ardı edilecek ve cinsellik bağlamında ahlakın sınırlandırma sebebi olarak gösterilmesi irdelenecektir. Bunun sebebi, ahlak kapsamında değerlendirilebilen diğer konuların önemsiz olması değildir. Konuyu netleştirmek için, Türkiye’de Ramazan ayında yapılan ve tam da iftar saatinden önce gösterilen yemek reklamları örnek olarak verilebilir. Ülkenin çoğunun Müslüman olduğu gerçeği göz önüne alındığında, bu davranış ahlaki nitelikte sayılmayabilir. Diğer bir örnek ise, çok ciddi şiddet sahneleri içeren bir filmin gösterilmesidir ki, bu da ahlaken uygun bir davranış değildir. Fakat, tüm bunlara rağmen, ahlak denildiğinde akla genellikle cinsellik gelmektedir. Bunun sebebi olarak açıkça din gösterilmese de, ahlaka aykırı olarak nitelendirilen durumların büyük bir çoğunluğunun, dinen de günah sayıldığı bir gerçektir. Böyle bir durumun mevcudiyetinden ötürü, cinsellik daha ön plandadır. Ayrıca, mahkeme kararları irdelenirken de görülebileceği gibi, ahlak; dava konusu olaylara çok büyük bir çoğunlukla cinsellik bağlamında yansımıştır. Yani, sadece gündelik hayatta değil, içtihatlarda da yaygın ele alınış, bu şekildedir. Bu yüzden, ahlakın bu tarafı konumuzun omurgasını oluşturmaktadır. Cinsellik içerisinde, üç farklı kavramdan bahsedilebilir: Erotizm; pornografi; müstehcenlik. Bu üç kavram da karmaşık, muğlak ve tartışmalıdır. Ayrıca, bu üç kavram bazen birbirinin içine geçebilir nitelikte kullanılabilir, bazen de tamamen ayrı şeyler ifade edebilir ve farklı kültürlerde ve zamanlarda bunlara karşı tartışmalı tutumlar sergilenebilir96. Fakat, anılan kavramların birkaç dilde anlamlarının ne olduğunun ortaya konması, aralarındaki farklılıkların tespiti açısından yol gösterici olacaktır.

Erotizm: Aristokrat kesimin kütüphanelerde cinsel içerikli dergiler okumasıyla ortaya çıkmış ve Fransız Devrimi’nden sonra, daha büyük kitlelere yayılarak ünlenmiştir97. Genel olarak farklı dillerin sözlüklerinde erotizm, seksüel istek duyma olarak tanımlanmaktadır98.

Pornografi: Şehvetli seks sahneleri içeren ve sanatsal değeri olmayan sunumlar99; amacı cinsel dürtülere yönelik olan, ahlaki değerlere aykırı düşen yayın, resim vb.100; seksüel organların ya da aktivitelerin açık olarak tanımlandığı ya da betimlendiği ve seksüel heyecan yaratması amaçlanan yazılı ya da görsel materyaller101 olarak farklı dillerin sözlüklerinde tanımlanmaktadır. Fakat, pornografi öyle bir kavramdır ki, herhangi bir ideolojik, dinî ya da ahlaki tavır alınmadan tanımlanamaz102. Çünkü, tanımlardan hareketle bir yasaklamaya103

96 Nicholas WOLFSON, Hate Speech, Sex Speech, Free speech, USA, Praeger Publishing, 1997, s. 104. 97 WOLFSON, s. 104. 98Bkz.(Erişim), İngilizce anlamı için; http://oxforddictionaries.com/definition/erotism?q=erotism, (20.03.12); Türkçe anlamı için; Türkçe Sözlük, s. 812; İtalyanca anlamı için; (Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/erotismo,(20.03.12). 99(Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/pornografia, (21.03.12). 100 Türkçe Sözlük, s. 1938. 101(Erişim), http://oxforddictionaries.com/definition/pornography?q=pornography, (21.03.12). 102 WOLFSON, s. 107. 103 Pornografinin yasaklanması konusundaki görüşler en temel şekliyle üç tanedir. Bunlardan ilki; pornografinin kendisinin ahlak dışı ve şeytanca olması gerekçesiyle, toplumu olumsuz yönde etkileyeceğine ilişkindir. İkincisi, toplumda pornografiyi iğrenç ve tiksinti uyandırıcı bulanların baskı altına tutulabileceğine yöneliktir. Üçüncüsü, feministler tarafından öne sürülen kadını makineleştirdiği ve sadece seksüel bir objeye dönüştürdüğüne ilişkindir:

158

gitmek mümkün olduğu gibi; pornografiyi sanat eseri olarak tanımlayıp koruma altına alabilmek de mümkündür.

Müstehcenlik: Açık saçıklık, edebe aykırılık ve yakışıksızlık durumu104; toplumca kabul edilen değerlere göre nahoş ve tiksindirici105; ahlaka aykırı (Özellikle seksle ilgili olarak kullanılır), çok çirkin ve korkunç106 olarak farklı dillerin sözlüklerinde yer almaktadır. Bu anlamlarıyla, müstehcenlik, zihinlerde olumsuz bir izlenim uyandırmaktadır. Zaten bu özelliği nedeniyle, hukuksal düzlemde pornografi ya da erotizmden ziyade müstehcenlikle karşılaşılmaktadır. Yasaklanan çoğunlukla müstehcenliktir. Bu nedenle, bir sınırlandırma sebebi olarak ahlaktan bahsederken ve cinsellik boyutu ele alınarak bir inceleme yapılırken, temel olarak müstehcenliğin mevcudiyetinin tespitinde kullanılan kriterlerden söz edilecektir. Böyle bir genelleme yapılmasına rağmen, birçok ülkenin yasalarının müstehcenlik kavramı içinde kabul ettiği şeylerin çoğunluğunun aslında pornografik ve pornografik olanların çoğunluğunun da müstehcen107 olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır.

3. ABD VE ABD’DEKİ MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRI OLARAK AHLAKIN KORUNMASI

“Bill of Rights” adı altında kollektif olarak ABD Anayasası’na on madde ekleme yapılmıştır. En son Virginia Senotusu, yapılan eklemeleri onaylamıştır108. Eklenen 1’inci madde: “Kongre, bir dini tesis eden veya serbestçe bir dinin ibadetini meneden veya söz yahut basın hürriyetini veya halkın sükûnetle toplanıp hükûmete şikâyetlerini bildiren arzuhâller göndermek hakkını takyit eyleyen hiçbir kanun yapamaz”109 şeklindedir. Anılan maddede, ifade özgürlüğünün yanında basın özgürlüğü de güvence altına alınmıştır. Bu maddenin yanında, 1868 yılında onaylanan 14’üncü ek maddede de: “Birleşik Devletler arazisinde doğup veya onun tabiyetine geçip onun idaresine tabi olan herkes Birleşik Devletlerin ve arazisinde ikamet etmekte olduğu devletin vatandaşıdır. Hiçbir devlet, Birleşik Devletler vatandaşlarının imtiyazlarını ve muafiyetlerini tahdit edici kanunlar yapamaz veya tatbik edemez. Hiçbir devlet bir kimseyi hukuka uygun şekiller haricinde hayatından, hürriyetinden ve mülkiyetinden mahrum bırakamaz ve idaresine tabi herhangi bir kimseden müsavat dairesinde kanunların himayesini esirgeyemez”110 şeklindeki hüküm kaleme alınmıştır. Böylece, 1’inci ek maddenin ifade ve basın özgürlüğü koruması genişletilmiştir. Çünkü, bütün federal, mülki ve yerel idarelerin kısıtlamaları yasaklanmıştır111.

Medyada yer alan bir materyal (açıklama, görüntü, ses kaydı ya da film, fotoğraf vb.) 1’inci ek maddenin kapsamına giriyorsa, korumadan yararlanacaktır. Fakat, madde kapsamında olduğuna

Bkz. Bruce RUSSELL, Freedom, Rights and Pornography A Collection of Papers By Fred R. Berger, Netherlands, Kluwer Academic Publishing, 1991, s. 133, 157. 104 Türkçe Sözlük, s. 1734. 105(Erişim), http://oxforddictionaries.com/definition/obscene?q=obscene, (21.03.12). 106(Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/osceno, (21.03.12). 107 Frederick SCHAUER (2002), İfade Özgürlüğü, Felsefi Bir İnceleme, Çev. M. Bahattin Seçilmişoğlu, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, s. 245. 108 15 Aralık 1791 yılında, Bkz. Louis Edward INGELHART, Press and Speech Freedoms In America 1619-1995 A Chronology, USA, Greenwood Press, 1997, s. 41. 109 Muvaffak AKBAY, “Amerika Birleşik Devletleri Anayasa Metinleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7 Sayı: 1, 1950, s. 484. 110 AKBAY, s. 488, 489. 111 INGELHART, s. 292.

159

kanaat getirilmese dahi, Devlet organları tarafından çıkarılan tüzüklerde belirtilmesi ya da kanunlarda açıkça ve makul ölçülerde koruma altına alınması hâlinde medya özgürlüğü sınırlandırılamayacaktır112.

20’nci yüzyılda, medya özgürlüğünü kuvvetlendiren birçok ilerleme olsa da, medya faaliyetlerinin ağır bir şekilde eleştirisi devam etmektedir; bu nedenle, çoğu zaman medya üzerinde baskı kurulmakta ve medyanın kontrol altına alınması ya da özgürlüğünün düzenlemesine yönelik talepler söz konusu olmaktadır113. Cinsel içerikli yayınlar, görüntüler, sözler, resimler vb. materyaller de mercek altındadır. Bu sebeple, ABD Yüksek Mahkemesi’nin medya özgürlüğüne yönelik olarak ahlakı nasıl ele aldığı incelenmelidir.

ABD Anayasası’nda ifade özgürlüğü, dolayısıyla medya özgürlüğü içerisinde koruma altına alınan alan çok geniş bir kapsama sahiptir. Fakat bu koruma mutlak değildir114 ve belirli sebeplerden ötürü kısıtlamalar getirilebilir115. Pornografi (hard core pornografi116 ve çocuk pornografisi117 hariç), erotizm ya da cinsel betimlemeler içerse dahi sanatsal, bilimsel, edebî bir değere sahip herhangi bir materyal koruma altındayken; müstehcen nitelikte olanlar koruma altına alınmamaktadır118. Bu sebeple, ABD Yüksek Mahkemesi’nin müstehcenliği ne şekilde tanımladığı ve hangi kriterler durumunda müstehcenliğin oluşacağına dair görüşü açıklanmalıdır. Buna yönelik olarak, ABD Yüksek Mahkemesi kararlarının kronolojik olarak sıralanması gerekmektedir. Bu şekilde, bugün ABD’deki müstehcenliğin tespitinde kullanılan kriterlerin ne olduğu tespit edilecektir. İlk olarak, 1957 tarihinde verilen Roth v. United States119 kararından söz edilmelidir. Zira, bu karardan önce, ABD’de müstehcenlik hakkındaki kararlar, İngiltere’de 1868 yılında verilen Regine v. Hicklin kararına dayanmaktaydı120.

Roth, New York’ta bir kitapçı dükkanı işletmektedir. Reklam amaçlı müstehcen materyalleri postalamaktan; erotik ve çıplak fotoğraflar içeren bir kitap yayınlamaktan Güney New York Bölge Mahkemesi tarafından mahkûm edilmiştir. Dava süresince, mahkûmiyette dayanak olan Bölge Kanunu’nun, Anayasanın 1’inci ve 14’üncü ek maddelerine aykırı olup olmadığı ve bunun sonucu olarak materyallerin koruma altına alınıp alınamayacağı sorusu üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda, seks ve müstehcenliğin aynı şeyler olmadığı belirtilmiş ve müstehcen materyallerin sadece şehvete dayalı seksle ilgili olduğuna değinilmiştir. Basılmış bir eserin şu kriterleri ihtiva ediyorsa koruma görmeyeceği sayılmıştı. Bunlar, materyallerin sadece şehvet duyguları uyandırması; açıkça toplumun temel standartlarına aykırı olması ve hiçbir sosyal değer taşımamasıdır. Fakat, Roth kararında ortaya konan bu kriterlerden özellikle toplumun temel standartlarının kapsamını belirlemek çok zordur. Örneğin, Jacobellis v. Ohio121 kararında yargıçların her biri kendi toplumlarındaki ahlak anlayışını dikkate almış ve bu sebeple görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hâkimlerden Potter Stewart: "Müstehcenliği gördüğüm zaman tanırım

112 INGELHART, s. 292. 113 INGELHART, s. 293. 114 Annalisa SIRACUSA, “Obscenity”, The Georgetown Journal of Gender and The Law, Volume: 6, Number: 3, 2005, s. 348. 115 Elrod v. Burns, 427 U.S. 347 – Supreme Court 1976. 116 Hardcore pornografi, pornografinin bir türüdür ve seks görünteleri çok detaylıdır, sapıklaştırılmıştır ve basma kalıp bir şekilde sergilenmektedir: Bkz. Harry M CLOR, “Obscenity and the First Amendment: Round Three”, Loyola of Los Angeles Law Review, Volume:7, Number: 2, 1974, s. 214. Bu tarz pornografi de müstehcen bulunduğu için koruma görmemektedir: Miller v. California, 413 US 15 - Supreme Court 1973. 117 New York v. Ferber, 458 U.S. 747 – Supreme Court 1982. 118 Chaplinsky v. New Hamshire, 315 U.S. 568 - Supreme Court 1942. 119 Roth v. United States, 354 US 476 - Supreme Court 1957. 120 Robert E. RIGGS, “Miller v. California Revisited: An Emprical Note”, Brigham Young University Law Review, Volume: 1981, Number: 2, 1981, s. 248. 121 Jacobellis v. Ohio, 378 US 184 - Supreme Court 1964.

160

ve bu davada söz konusu değil”122 diyerek müstehcenliğin ne kadar muğlak olduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. Roth v. United States davasından sonra, kriterlerin tam olarak ortaya konduğu Miller v. California123 davası müstehcenlik açısından dönüm noktası niteliğindedir. Miller, “yetişkinler içindir” etiketlemesi bulunan ve cinsel materyaller içeren resimli kitapların satışına ilişkin reklamların, tüketicilere zarflar içerisinde yollanması eyleminden dolayı, California Yüksek Mahkemesi tarafından bilerek müstehcen yayın dağıtma suçundan mahkûm edilmiştir. Mahkeme, Roth v. United States davasında kullandığı kriterlerden hareket etmeyerek; müstehcenliğin tespiti için üç aşamalı bir test öngörmüştür. Testin birinci aşamasında, materyalin seksüel aktiveleri betimlemesi ya da bel altı espriler içermesinin yanında, betimlenen seksüel aktivitenin açıkça rahatsız edici olması ve gayri ahlaki ve şehvetli arzular uyandırması aranmaktadır. Testin ikinci aşamasında, seksüel davranışın Anayasaya uygun bir eyalet kanunu tarafından yasak edilmiş olması aranmaktadır. Testin üçüncü ve son aşamasında, materyalin; edebî, sanatsal, politik ya da bilimsel bir değeri olmaması; yayınlayanın, yazarın ya da dağıtıcının materyalin değerini kanıtlayamamış olması aranmaktadır. Bunun yanında, bir bütün olarak da materyal müstehcen olmalıdır; yani paragraflar, sayfalar ve bölümler tek başına müstehcenlik kazandıramayacaktır. Çağdaş toplum standartlarına göre ortalama bir kişinin bu üç şartın gerçekleştiğini düşündüğü durumda müstehcenlik mevcut olacaktır124. Yani, mahkeme ya da jüri tarafından standartlar küçük yerel bir topluluğun ahlak anlayışına göre değerlendirilmeyecektir125. Böylece, Roth v. United States davasındaki toplum standartlarına aykırılığa ilişkin kriterin olası bir sonucu olarak; Anayasasının, bir coğrafi alanda gerçekleşeni koruma altına alması, başka bir yerde gerçekleşeni ise almaması engellenmiş olmaktadır126. Ayrıca, müstehcenliğin muğlaklığı üç unsur getirilerek azaltılmıştır. Sadece teorik açıdan değil, uygulamada da ABD Yüksek Mahkemesi’nin önüne gelen davalarda müstehcenliğin tespiti açısından Miller v. California davasında ortaya konan testin işe yaradığı düşünülebilir127. Bugün müstehcenliğin belirlenmesinde hâlâ Miller v. California davasında kabul edilen test kullanılmaktadır128.

ABD Yüksek Mahkemesi içtihatlarına göre ortaya konulan kriterler olmasına rağmen, eyaletlerdeki kanun koyucuların ya da mahkemelerin müstehcen olarak değerlendirmeleriyle, ABD Anayasası’nda koruma altına alınmış olan medya özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Yani, eyaletlerdeki hukuk uygulayıcıları, kendi pratiklerini yaratmaktadır. Bu durum, özellikle edebî eserlere yönelik uygulanan sansürde gözlemlenebilmektedir. Zira, özel ya da kamusal otoriteler tarafından, kitap satıcılarına ve dağıtım şirketlerine gizli listeler yollanarak dağıtımdan kitapları çekmeleri istenmektedir129. Örneğin, Colora Eyaleti’nde, Bölge Savcısı için; hazırlanmış bir listede diğer elli beş eserin yanında Emile Zona’nın Nana adlı kitabı da yer almaktadır130.

122 Jacobellis v. Ohio, 378 US 184 - Supreme Court 1964. 123 Miller v. California, 413 US 15 - Supreme Court 1973. 124Zühtü ARSLAN, ABD Yüksek Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü, Derleyen: Zühtü Arslan, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2003, s. 43. 125Paragraf INGELHART, s. 274’den çevrilmiştir. 126John J. HARDY, “Miller v. California and Paris Adult Theatre I v. Slaton: The Obscenity Doctrine Reformulated”, Columbia Human Rights Law Review, Volume: 6, 1974-1975, s. 231. 127 Frederick SCHAUER, “Speech and ‘Speech’ - Obscenity and ‘Obscenity’: An Exercise In the Interpretation of Constitutional Language”, The George Town Law Journal Volume: 67, 1979, s. 930;RIGGS, s. 272. 128SIRACUSA, s. 357. 129William B. LOCKHART; Robert MC.CLURE, “Literature, The Law of Obscenity and The Constitution”, Minnesota Law Review, Journal of The State Bar Association Volume: 38, 1953-1954, s. 395 130 William B. LOCKHART; Robert MC.CLURE, s. 318.

161

4. AİHM KARARLARI VE MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRI OLARAK AHLAKIN KORUNMASI AİHM’nin ahlakı medyaya yönelik bir sınırlandırma sebebi olarak ne şekilde ortaya koyduğunu irdelemeye başlamadan önce; AİHS’de ifade özgürlüğüne ilişkin düzenleme ortaya konulmalıdır. Bu şekilde, özgürlüğün dayanağı ve AİHS’de yer alan sınırlandırma sebepleri tespit edilmiş olacaktır. AİHS’nin 10’uncu maddesinde ifade özgürlüğüne ilişkin hüküm şu şekildedir: “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin, radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ya da haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir”131. Maddenin ilk fıkrası, ifade özgürlüğünün bugün artık kimsenin sorgulamadığı önemini yansıtmaktadır132. İkinci fıkrasında ise, hangi sebeplerle sınırlama getirilebileceği ve bu sınırlamaların da belirli sınırları olduğu düzenlenmiştir. Sınırlama ancak, demokratik toplum düzenin gereklerine uygun olarak yasalarla yapılabilecektir. Demokratik toplum düzeninin gerekleri ifadesi; bireyin özgür ifadesiyle, genel çıkar arasındaki dengenin konumlandırılmasına ilişkindir. AİHM, bu konumlandırmayı yapmada ciddi bir rol oynamaktadır133.

AİHS’de açıkça basın özgürlüğüne ilişkin herhangi bir hükme yer verilmemiştir. Fakat, 10’uncu madde basın ve medya özgürlüğünü kapsar şekilde anlaşılmaktadır134. Zira, haber alma ve verme özgürlüğü de koruma altına alınmıştır ve medya da iletişim ortamı demektir. Bu yüzden, medya özgürlüğüne ilişkin herhangi bir sınırlama getirildiğinde de, 10’uncu maddeye aykırılık teşkil edip etmediği AİHM tarafından irdelenecektir.

Maddenin ikinci fıkrasında yer alan sebeplerden biri de ahlakın korunmasıdır. Medya özgürlüğünün ahlakı korumak amacıyla sınırlandırılması nedeniyle, AİHM’in önüne gelen davalar genellikle müstehcenliğe ilişkindir135. Fakat AİHM, ABD Yüksek Mahkemesi’nin aksine müstehcenliğin tespiti açısından kriterler ortaya koymaktan kaçınmıştır. Bunun sebebi olarak, kırk yedi üye ülkenin, her birinin farklı bir ahlaki yapıya sahip olması ve dolayısıyla, müstehcenlik konusunda birbirinden farklı en az kırk yedi farklı bakış açısına açık olması gerektiği gösterilebilir. AİHM’in ahlak ve müstehcenlik konusunda önüne gelen ilk dava Handyside v. The United Kingdom136 davasıdır. Başvurucu Richard Handyside bir basım evi firmasının sahibidir. Basımını yaptığı “The Little Red Schoolbook” adlı kitabı davanın konusunu oluşturmaktadır.

131 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 11’nci Protokolle Değiştirilen Metin, Avrupa Konseyi Yayınları, s. 10, 11. 132 Rick LAWSON, “İfade Hürriyetini Güvenceye Almak: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarında Üç Eğilim”, Editör: Bekir Berat Özipek, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla İfade Hürriyeti, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, s. 249. 133 LAWSON, s. 249. 134Bkz. Ukrainian Media Group v. Ukraine davası, Başvuru No: 72713/01, Karar Tarihi:12/10/2005. 135 SALİHPAŞAOĞLU, s. 74. 136 Başvuru No: 5493/72, Karar Tarihi: 7/12/1976.

162

Kitapta, yirmialtı sayfalık bölümde; mastürbasyon, orgazm, pornografi ve homoseksüalite gibi alt başlıklar yer almaktadır. Kitabın giriş bölümünde gerek görüldüğünde bakılması amacıyla bir başucu kitabı olarak hazırlandığı yazılmıştır. Fakat, 1959 tarihli Müstehcen Yayınlar Kanunu ve 1959 tarihli Müstehcen Yayınlar Kanunu’nun Değiştirilmesine Yönelik 1964 tarihli Müstehcen Yayınlar Kanunu’nda maddi amaçlı olsun ya da olmasın müstehcen makalelerin yayınlanması durumunda para cezasından hapis cezasına kadar yaptırımlar öngörülmüştür. Başvurucuya da para cezası verilmiş ve kitaplar piyasadan toplatılmıştır. Başvurucu, ifade özgürlüğüne ilişkin olarak AİHS’in 10’uncu maddesinin ve 1’nci Ek Protokol’ün ihlal edildiği gerekçesiyle AİHM’e başvurmuştur. AİHM, AİHS kapsamında koruma sağlanmasının ikincil nitelikte olduğunu ve ilk olarak imzacı ülkelerin; hakların ve özgürlüklerin korunmasından sorumlu olduklarını belirtmiştir. Ayrıca, imzacı ülkelerin iç hukuklarına bakarak; Avrupa düzeyinde bir ahlak anlayışının oluşturulmasının imkânsız olduğunu vurgulamıştır. Sebep olarak; ahlaki ilkelerin zamandan zamana ve ülkeden ülkeye değiştiğini ve bu değişimin de özellikle çağımızda, ahlak konusunda çok daha hızlı ve geniş kapsamlı olduğunu göstermiştir. Bu yüzden, imzacı ülkelerin otoritelerinin, gerekliliklerin içeriğinin tam olarak belirlenmesinde uluslararası yargıçlardan daha iyi bir durumda olduğunu söylemiştir. Fakat ülkelere tanınan bu takdir yetkisinin sınırsız olmadığını ve yapılan sınırlanmanın bir gereklilik olduğunun tespiti bakımından AİHM denetimi altında olduğunu da eklemiştir. Dava sonucunda da, başvurucu aleyhine karar vererek, AİHS’in ihlal edilmediğini hükme bağlamıştır.

1988 yılında karara bağlanan Müller and Others v. Switzerland137 davasında, başvurucu; ressam Josef Felix Müller’dir. Ressamın sergilediği üç tablo138 müstehcen bulunmuş ve Müller, İsviçre Ceza Kanunu uyarınca cezalandırılmıştır. Tablolara da el konulmuştur. Bunun üzerine Müller, AİHM’e başvurmuştur. AİHM, verilen cezaların ya da yapılan bu sınırlandırmanın AİHS’e aykırı olmadığına, zira 10’uncu maddenin ikinci fıkrasında yer alan koşullara uygun olarak bir sınırlama yapıldığına değinerek ihlal olmadığına karar vermiştir. 1996 yılında karara bağlanan Wingrove v. United Kingdom139 davası, çektiği kısa filmde Hazreti İsa ile bir rahibenin cinsel yakınlaşmalarına yer veren bir film yapımcısına ilişkindir. Çekilen bu filme, İngiliz Film Sınıflandırma Kurulu tarafından sertifika verilmemiştir. Sertifika olmadan da filmin dağıtımını yapmak suç teşkil etmektedir. Bunun üzerine film yapımcısı Nigel Wingrove, AİHM’e başvurmuştur. İmzacı ülkelerin, başkalarının dinî ya da ahlaki alanını korumaya ilişkin yapılacak bir düzenlemede daha geniş takdir hakları olduğu ve ahlaki alanda başkalarının haklarının korunması amacıyla Avrupa’nın tamamında uygulanabilecek gereklilikler yaratılamayacağı belirtilmiştir. AİHM, müstehcenlik olmadığına ve başkalarının haklarını korumak adına yapılan böyle bir sınırlamanın yerinde olduğuna değinerek, 10’uncu maddeye ilişkin ihlal olmadığına kanaat getirmiştir. Sonuç olarak, bütün bu kararlar ışığında, AİHM’in önüne gelen davalarda müstehcenliğe ilişkin belirli kriterler ortaya koymadığı söylenebilir. Bu konuda, imzacı devletlere geniş bir yetki tanınmıştır. Tanınan bu yetki ise, 10’uncu maddenin ikinci fıkrasında yer alan kriterlere uygun olarak kullanılabilecektir. Durum böyle olmasına rağmen, verilen kararlara bakılarak, gelecekte vereceği kararlarda AİHM’in ortaya koyacağı tutum tahmin edilebilmektedir. İmzacı ülkelerin özellikle hassas olduğu ahlaka ve dolaylı olarak dinî alanlarına karışmamaya özen göstereceği ve imzacı ülkeler tarafından yapılan sınırlamaların yerinde olduğuna karar vereceği söylenebilir.

137 Başvuru No: 10737/84, Karar Tarihi: 24/05/1988. 138Tablolarda, livata, hayvanlarla cinsel ilişki, mastürbasyon ve eşcinsellik sahneleri yer almaktadır. 139 Başvuru No: 17419/90, Karar Tarihi: 25/11/1996.

163

5. TÜRKİYE VE MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRI OLARAK AHLAKIN KORUNMASI

1982 Anayasası, AİHS’den farklı olarak basın özgürlüğünü, ifade özgürlüğünden ayrı bir hükümle koruma altına almıştır. İlk olarak, ifade özgürlüğüne yönelik olarak Anayasada yer alan maddeden söz etmek gerekirse: 26’ncı maddenin birinci fıkrasında herkesin sair yollarla düşünce ve kanaatini açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu kaleme alınmıştır. Ayrıca, bu fıkra hükmünün radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasında engel teşkil etmediği düzenlenmiştir. Maddeden, sıralanan kitle iletişim araçlarının basın özgürlüğünden değil, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünden yararlanacağı sonucu çıkmaktadır. Nitekim madde gerekçesine bakıldığı takdirde de sayılan kitle iletişim araçlarıyla basın arasında yapılan ayrım görülecektir140. Kaleme alınan bu madde gereğince, medya yoluyla düşünce ve haberlerin aktarımı korunmakta, bu yönüyle de Anayasa, yeni teknolojik gelişmelere uyum sağlamaktadır141. 26’ncı maddenin ikinci fıkrasında, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün hangi sebeplerle sınırlandırılabileceği sayılmıştır: Bunlar: “Millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikteki ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret ve haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amacıyla”dır.

Basın özgürlüğüne yönelik olarak: 28’inci maddenin birinci fıkrasında “Basın hürdür ve sansür edilemez” hükmü kaleme alınarak, basın özgürlüğü güvence altına alınmıştır. 28’inci maddenin üçüncü fıkrasında basın özgürlüğünün sınırlandırılmasında, Anayasanın 26’ncı ve 27’nci maddelerindeki sınırlandırma sebeplerinin uygulanacağı hükme bağlanmıştır (26’ncı maddedeki sınırlama sebepleri bir önceki paragrafta sunulmuştur). 27’nci maddenin birinci fıkrasında bilim ve sanat özgürlüğüne yer verilmiş ve anılan maddenin ikinci fıkrasında da: “Yayma hakkı Anayasanın 1’inci, 2’nci ve 3’üncü maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz”142 hükmü düzenlenilerek, sınırlandırma sebepleri ortaya konulmuştur. Dolayısıyla, basın özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin sebepler de; bu maddelerde kaleme alınanlarla sınırlıdır. Fakat, maddelerde, genel ahlakın korunmasına143 ilişkin sınırlandırma sebebine yer verilmemiştir.

Bu nedenle, mevcut durum gereği olarak, düşünceyi açıklama özgürlüğü ve basın özgürlüğünün bir sınırı olarak genel ahlakın korunması sebep gösterilemeyecektir144.

Buna karşın; Anayasanın basın özgürlüğününe ilişkin 28’inci maddesinin altıncı fıkrası gereğince: “Süreli veya süresiz yayınlar145, kanunun gösterdiği suçların soruşturma ve

140 SALİHPAŞAOĞLU, s. 92. 141Osman CAN, “Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü: Anayasal Sınırlar Açısından Neler Değişti?”, Editör: Bekir Berat Özipek, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla İfade Hürriyeti, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2003, s. 384. 142 Anayasanın 1’inci maddesi: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”. Anayasanın 2’nci maddesi: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir”. Anayasanın 3’üncü maddesi: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir. Bayrağı, şekli, kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır”. 1432001 yılında yapılan değişikle beraber genel sınırlandırma sebepleri kaldırılmıştır ve bugün, ancak maddelerde yer alan özel sınırlandırma sebepleriyle sınırlandırma yapmak söz konusu olmaktadır. 144 CAN, s. 416.

164

kovuşturmasına geçilmiş olması hâllerinde hâkim kararıyla; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması ve suçların önlenmesi bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı mercinin emriyle toplatılabilir” hükmünden hareketle, süreli veya süresiz yayınlar genel ahlakın korunması amacıyla toplatılabilir. Ayrıca, aynı maddenin sekizinci fıkrası gereğince: “Türkiye’de yayımlanan süreli yayınlar, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyetin temel ilkelerine, millî güvenliğe ve genel ahlaka aykırı yayımlardan mahkûm olma hâlinde mahkeme kararıyla geçici olarak kapatılabilir”. Fakat bu fıkralar, basın özgürlüğünün sınırlandırılmasına yönelik değil, yayınların toplatılmasına ve yayın yapan kuruluşların kapatılmasına yöneliktir.

Anayasada yer alan düzenlemeler dışında Basın Kanunu’nda ne şekilde bir düzenleme olduğu da değerlendirilmelidir. 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3’üncü maddesinde: “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir. Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlakının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir” hükmüne yer verilmiştir. Toplum ahlakının korunması sebebine yer verildiği görülmektedir. Basın Kanunu’nun yanında 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun 5’inci maddesinin e bendinde: “genel ahlakın gereklerini, millî gelenekleri ve manevi değerleri gözetmek” yayın esaslarından biri olarak düzenlenmiştir. 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un 8’inci maddesinin f bendinde de: “Toplumun millî ve manevi değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olamaz” ifadesi; aynı maddenin ikinci fıkrasında: “Radyo ve televizyon yayın hizmetlerinde, çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlaki gelişimine zarar verebilecek türde içerik taşıyan programlar bunların izleyebileceği zaman dilimlerinde ve koruyucu sembol kullanılmadan yayınlanamaz” hükmü yer almaktadır. Ayrıca, aynı Kanun’un 8’inci maddesinin birinci fıkrasının n bendinde de: “Yayın hizmetleri müstehcen olamaz” hükmü mevcuttur. Tüm bu düzenlemelerin yanında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK)’nun 226’ncı maddesinde müstehcenlik hakkında bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu maddeye göre, müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişiler cezalandırılacaktır. Maddede sayılan fiillerin basın yoluyla yapılması ağırlaştırıcı nedendir. Madde hükümlerinin, bilimsel eserlerle; çocuklara ulaşmasını engellenmek koşuluyla, sanatsal ve edebî değeri olan eserler hakkında uygulanmayacağı düzenlenmiştir. Madde kapsamında yer alan müstehcenliğin tespitinde, Başbakanlığa bağlı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu146 , 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Hakkında Kanun147 gereğince

145 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 2’nci maddesine göre yayın: “Basılmış eserin herhangi bir şekilde kamuya sunulması” olarak tanımlanmıştır. Yayın herhangi bir şekilde yapılabilecek ve içeriği daha önceden basılmış bir esere ilişkin olacaktır. 146 Başbakanlık tarafından en az onbeş yıl kamu hizmeti yapmış kişiler arasından seçilecek bir üye, Adalet Bakanlığı tarafından idari nitelikte görevlerde bulunan hâkim ve Cumhuriyet savcıları arasından seçilecek bir üye, İçişleri Bakanlığı tarafından üst kademe yöneticileri arasından seçilecek bir üye, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından, Talim ve Terbiye Kurulu üyeleri arasından seçilecek iki üye, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca tıp dalından seçilecek bir üye, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, güzel sanatlar dalında ün yapmış kişiler arasından seçilecek bir üye, Yüksek Öğretim Kurulunun, sosyal bilimler dalında akademik kariyer yapmış ve en az doktor unvanını almış üniversite öğretim elemanları arasından seçeceği bir üye, Diyanet İşleri Başkanı tarafından Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri arasından seçilecek bir üye, Ankara, İstanbul ve İzmir Gazeteciler cemiyetlerinin tespit edecekleri birer basın mensubu aday arasından Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünce kura ile tespit

165

bilirkişilik yapmaktadır148. Kurul’un uygulamasına yönelik olarak Yargıtay’ın 2008 tarihli kararı149 örnek gösterilebilir. Karara konu olayda, davalı müstehcen içerikli kompakt disk (CD) satmaktan Konya 1’inci Sulh Ceza Mahkemesi tarafından suçlu bulunmuştur. Sanık avukatının temyizi üzerine dosya Yargıtay’a gelmiş ve Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından düzenlenen rapor içeriğine göre: Sanığın satışa sunduğu ileri sürülen CD’lerde doğal olmayan yollardan yapılan cinsel davranışlara ilişkin görüntülerin yer aldığı belirtilmiştir. Yargıtay, bunun üzerine görevsizlik kararı verilmesi gözetilmediğinden bozma kararı verilmiştir.

Müstehcenliğin konu olduğu farklı Yargıtay kararları da mevcuttur. Müstehcenlik kavramının tartışıldığı önemli bir karar, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 1996 tarihli150 kararıdır. Karara konu olayda, İstanbul 2’nci Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir gazete sahibi ve sorumlu müdürü olan kişiler hakkında 765 sayılı TCK’nın 426’ncı maddesinin ikinci fıkrasının ihlal edildiği gerekçesiyle mahkûmiyet kararı verilmiştir. Temyiz üzerine Yargıtay’a gelen dosya hakkında müstehcenlik unsurunun bulunmadığı, sanıkların beraatlarına karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile Yargıtay tarafından bozma kararı verilmiştir. Yerel Mahkeme, kararında direnmiş ve dosya bu nedenle Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gelmiştir. Dosyada, Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun bahse konu gazetede yayınlanan iki kadın fotoğrafında müstehcenlik unsurunun bulunduğuna dair raporu mevcuttur. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, sanıkların beraatı gerektiği düşüncesi ile mahkûmiyete ilişkin Yerel Mahkeme’nin kararını bozmuştur. Anılan Kurul, bozma gerekçesinde aşağıdaki ifadeleri kullanmıştır: “Öğretide, müstehcenlik kavramını tanımlamanın güçlüğü dile getirilip daha ziyade hangi hâllerin müstehcen sayılabileceği açıklanmaya çalışılmıştır. Müstehcenlik anlayışı toplumdan topluma değiştiği gibi, aynı toplum içinde toplumsal değerlere bağlı olarak da değişikliğe uğramaktadır. Bu kavramın varlığını tespitte, fiilin işlendiği zamanın sosyal ve kültürel düzeyinin gözönünde tutulması yanında, subjektif kıstasa göre failin saiki dikkate alınmalı, cinsel duyguları tahrik gayesi olup olmadığı araştırılmalıdır. Objektif olarak da, müstehcen olduğu ileri sürülen eseri okuyan, dinleyen ve izleyen kişi esas alınarak onun görüşüne değer verilmelidir. Zira, Ceza Kanunumuz, fiilin objektif ve subjektif koşullara bağlı olarak müstehcen olmasını aramıştır. Bu açıklamaların ışığı altında bakıldığında; dava konusu gazetenin birinci sayfasında ‘Kadın değil felaket’, son sayfasında aynı kadına ait ve ‘Aman Tanrım bu ne güzellik’ alt yazıları ile basılan ve tenasül uzuvları görülmeyen resimlerin yanındaki yazı içeriklerine göre; kadının estetik vücut güzelliğini ön plana çıkaran ve benzer pozların Playboy Dergisi’nde de yer aldığını belirten bir habere ilişkin olarak basıldıkları, görünüm ve kompozisyon itibariyle ar ve haya hislerini rencide eder nitelikte olmadıkları, özellikle cinsî arzuların istismarı maksadıyla

edilecek bir üye olmak üzere on üyeden teşekkül etmektedir ve Kurul Başkanı, bu üyeler arasından Başbakanlık tarafından seçilmektedir (1117 sayılı Kanun md. 2) 147 Kanun’da 3266 sayılı Kanun’la 06 Mart 1986 tarihinde bazı değişiklikler yapılmıştır ve bu Kanun’la eklenen ve değiştirilen maddelerin Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuştur. Dayanak olarak Kanun’un 1’inci, 2’nci, 4’üncü ve 5’inci maddelerinin ve Kanunun 9’uncu maddesi ile 1117 sayılı Kanun’a eklenen Ek 1 ve Ek 2’inci maddelerinin Anayasanın 2, 5, 26, 27, 28’nci vb. maddelerine aykırılığı gösterilmiştir. Temel nokta, “muzır tesir” yapacak eserin belirlenmesinde yetkilendirilen Kurul’un yetkisinin hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacağı ve yetkisini kötüye kullanabileceğidir. Fakat, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal istemi reddedilmiştir (Karar Tarihi: 11/2/1987, Esas No: 1986/12, Karar No: 1987/4). 148 Kurul, bu Kanunla kendisine verilen görevlere ilaveten, Türk Ceza Kanununun 426, 427 ve 428 inci maddelerinde tanımlanan suçlarla ilgili olarak yargı organlarına resmi bilirkişilik yapmakla görevlidir (1117 sayılı Kanun md. 2). 149 Yargıtay 5’nci Ceza Dairesi, Karar Tarihi: 01/10/2009, Esas No: 2008/5396, Karar No: 2008/10690. 150Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Karar Tarihi: 19/3/1996 tarih, Esas No: 1996/5-27, Karar No:1996/45.

166

yayınlanmadıkları ve küçüklerin maneviyatı üzerinde muzır tesir yapacak mahiyette bulunmadıkları görülmüştür”.

Bahse konu karardan hareketle, müstehcenliğin tespitinde iki unsura bakılmalıdır. İlk unsur olan subjektif kıstasa göre; failin saiki dikkate alınmalı, cinsel duyguları tahrik gayesi olup olmadığı araştırılmalıdır. Zaten, 5237 sayılı TCK’nın 226’ncı maddesinde belirtildiği üzere, eser, edebî, sanatsal (çocuklara ulaşması engellenmek koşuluyla) ya da bilimsel bir değere sahipse, eser sahibi cezalandırılamayacaktır. İkinci unsur olan objektif kıstasa göre; Başbakanlığa bağlı Kurul’un müstehcen olduğu ileri sürülen eseri okuması, dinlemesi ve izlemesi üzerine oluşturduğu rapor dikkate alınacaktır. Yargıtay kararlarının yanında, Türkiye açısından Radyo, Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)’nun, müstehcenliğin tespitinde ne şekilde hareket ettiğinden söz edilmelidir. RTÜK, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un 8’inci maddesinin n bendi ve 28103 sayılı Yayın Hizmeti Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik’in 8’inci maddesinin n bendinden hareketle müstehcen yayınlara müeyyide uygulamaktadır. Müeyyide uygulamasına örnek olarak, Moviemax Speed’in151 yayınladığı ve ihlale konu olduğu öne sürülen Ölümcül Güzellik adlı filmin uyarı alması152 gösterilebilir. Karara yazılan karşı oy yazısında, “Filmde bazı sahnelerin ‘pornografik’ nitelik taşıdığı gözlemlenmiş ve fakat ülkemizde pornografik yayınlarla ilgili olarak bir düzenleme yasa taslağımızda bile ‘pornografi’ ve ‘müstehcenlik’ ayrımı yapılmadığı ve cinsel içerikli sahnelerin tamamını pornografi kapsamına sokan aşırı muhafazakâr bakışın zorlaması ile ‘pornografi’ yerine ‘müstehcenlik’ düzenlendiği için bu yönden bir değerlendirme yapma şansı da kalmamıştır” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.

Sonuç olarak, Türkiye’de pornografik, müstehcen ayrımı yapılmadığı gibi bazı durumlarda erotik olanlar dahi müstehcen sayılabilmektedir. Çünkü, ortaya konmuş ve bütün adli ve idari kurum ve kuruluşlar tarafından aynı doğrultuda uygulanan kriterler söz konusu değildir. Mevzuata bakıldığında yasaklananın müstehcen içerikli materyaller olduğu; bahse konu materyallerin çocuklara ulaşması engellenmek koşuluyla sanatsal, edebî ya da bilimsel değer taşıyan materyallerin özgürlük kapsamından yararlanacağı gibi bir sonuca ulaşılmaktadır. Ulaşılan bu sonuca rağmen, medyanın sınırlandırılmasında geniş yetkilerle donatılmış olan RTÜK, bazı durumlarda sanatsal, edebî ya da bilimsel değerine bakmadan müeyyideler uygulayabilmiştir153. Ayrıca, TCK’nın ilgili maddelerinde yer alan müeyyidelerin uygulanmasına yönelik davalarda Başbakanlığa bağlı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu bilirkişilik yapmakta ve Kurul üyeleri kendi ahlaki tutumlarına göre rapor hazırlamaktadır. Dolayısıyla, hem mevzuatta, hem de uygulamada bir yeknesaklık söz konusu değildir. Bu hususun, temel hak ve hürriyetler açısından tehlike arz eder nitelikte olduğu değerlendirilebilir.

6. SONUÇ

Ahlakın, Dünya genelinde uygulanageldiği üzere, hukuk tarafından, çağdan çağa, toplumdan topluma hatta kişiden kişiye değişen bir ilkeler bütünü olarak ele alınmamasının uygun olacağı değerlendirilmektedir. Çünkü, ahlaki ilkelerden öyle bazıları vardır ki, (sevgi, saygı, dürüstlük vb.) bunlar evrensel ve değişmez niteliktedir. Bu ilkelerin söz edilen özelliklerinden hareketle, tüm Dünya’da yapılan hukuksal düzenlemelerde en azından ahlak bağlamında bir yeknesaklık sağlanabileceği düşünülmektedir. Böyle bir yaklaşımla, daha objektif, adil ve güvenilir bir hukuk

151 Digitürk tarafından belirli bir ücret karşılığı hizmete sunulan televizyon kanalıdır. 152 Karar Tarihi: 03/02/2011, Toplantı No: 2001/5, Karar No:20. 153 Örnek olarak Bkz. Karar Tarihi: 07/09/2010, Toplantı No: 2010/53, Karar No: 30.

167

düzeni ve dolayısıyla Dünya yaratılabileceği öngörülebilir. ABD tarafından oluşturulmuş yargı teşkilatıyla ve ABD Yüksek Mahkemesi tarafından konulan kriterlerle ulaşılması amaçlanan hukuksal düzenlemelere yaklaşılabileceği ileri sürülebilir. Bu şekilde bir iddianın temeli olarak, ABD Yüksek Mahkemesi’nin tüm eyaletlerde uygulanacak kriterleri ortaya koyması gösterilebilir. Buna karşın, AİHM bünyesinde, bütün Avrupa’da ahlakın aynı şekilde ele alınması söz konusu olamayacağından bahisle, kriterler konulması yoluna gidilememiştir. Oysa, söz edilen evrensel ve değişmez ahlaki ilkelerin mevcudiyetinin devamı için, AİHM tarafından belirli ilkeler ortaya konulmalı ve bu ilkeler tüm Avrupa ülkelerinde gözetilmelidir. Türkiye’de ise, AİHM’den çok daha muğlak ve karmaşık bir tavırla, yüksek mahkeme kararlarında (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay vb.) tüm Türkiye’de uygulanacak kriterler ortaya konulmamıştır. Bu yüzden, hukuk güvenliği ve istikrarı sağlanamamakta, RTÜK gibi idari kurumlar, bünyesinde barındırdıkları memurlar aracılığıyla medya özgürlüğünü sınırlandırmaktadır. Türkiye’de AİHM’nin aksine ve ABD’yle özdeş olarak ahlakın içinde en çok tartışılan alan olan cinsellikte; pornografi, erotizm ya da müstehcenlikten hangisinin medya özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği ve kapsam dışında tutulan müstehcenlik ise bunun kriterlerinin neler olduğunun ortaya konulmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir.

168

KAYNAKÇA (Erişim),http://oxforddictionaries.com/definition/obscene?q=obscene,(21.03.12). (Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/erotismo, (20.03.12).

(Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/osceno, (21.03.12). (Erişim), http://www.wordreference.com/definizione/pornografia, (21.03.12).

(Erişim),http://oxforddictionaries.com/definition/erotism?q=erotism,(20.03.12). (Erişim),http://oxforddictionaries.com/definition/pornography?q=pornography, (21.03.12).

AKBAY, Muvaffak: “Amerika Birleşik Devletleri Anayasa Metinleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7 Sayı: 1, 1950.

ARAL, Vecdi: Hukuk Felsefesinin Temel Sorunları, İstanbul, Filiz Kitabevi Yayınları, 1983. ARSLAN, Zühtü: ABD Yüksek Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü, Derleyen: Zühtü Aslan, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2003. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 11’nci Protokolle Değiştirilen Metin, Avrupa Konseyi Yayınları. CAN, Osman: “Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü: Anayasal Sınırlar Açısından Neler Değişti?”, Editör: Bekir Berat Özipek, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla İfade Hürriyeti, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2003.

DANIŞMAN, Ahmet: Basın Özgürlüğünün Sağlanması Önlemleri (Devletin Basın Karşısındaki Aktif Tutumu), Ankara Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu Yayınları, Ankara, 1982. HARDY, John J: “Miller v. California and Paris Adult Theatre I v. Slaton: The Obscenity Doctrine Reformulated”, Columbia Human Rights Law Review, Volume: 6, 1974-1975. Harry M: “Obscenity and the First Amendment: Round Three”, Loyola of Los Angeles Law Review, Volume:7, Number: 2, 1974. INGELHART, Louis Edward: Press and Speech Freedoms In America 1619-1995 A Chronology, USA, Greenwood Press, 1997. KAYGI, Abdullah: "Değerden Bağımsız Olmak mı, Değer Yargılarından Bağımsız Olmak mı?", Journal of Turkish Studies, Türklük Bilgisi Araştırmaları, Cilt 25, 2001. KUÇURADİ, İonna: İnsan ve Değerleri, 2’nci Baskı, Ankara, Türk Felsefe Kurumu Yayınları, 2003. KUÇURADİ, İonna: Etik, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, 1988.

LAWSON, Rick: “İfade Hürriyetini Güvenceye Almak: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarında Üç Eğilim”, Editör: Bekir Berat Özipek, Teorik ve Pratik Boyutlarıyla İfade Hürriyeti, Liberal Düşünce Topluluğu, Ankara, 2003. LOCKHART, William B.;MC.CLURE, Robert: “Literature, The Law of Obscenity and The Constitution”, Minnesota Law Review, Journal of The State Bar Association Volume: 38, 1953-1954.

RIGGS, Robert E.: “Miller v. California Revisited: An Emprical Note”, Brigham Young University Law Review, Volume: 1981, Number: 2, 1981.

169

RUSSELL, Bruce: Freedom, Rights and Pornography A Collection of Papers By Fred R. Berger, Netherlands, Kluwer Academic Publishing, 1991.

SALİHPAŞAOĞLU, Yaşar: Türkiye’de Basın Özgürlüğü, Ankara, Seçkin Yayınları, 2007. SCHAUER, Frederick: İfade Özgürlüğü, Felsefi Bir İnceleme, Çev. M. Bahattin Seçilmişoğlu, Ankara, Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2002. SCHAUER, Frederick: “Speech and ‘Speech’-Obscenity and ‘Obscenity’: An Exercise In the Interpretation of Constitutional Language”, The George Town Law Journal Volume: 67, 1979. SIRACUSA, Annalisa: “Obscenity”, The Georgetown Journal of Gender and The Law, Volume: 6, Number: 3, 2005. TEPE, Harun: “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik”, Doğu Batı Yayınları, Yıl: 1, Sayı: 4, 1998.

Türkçe Sözlük, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Yayınları, 2010. WOLFSON, Nicholas: Hate Speech, Sex Speech, Free speech, USA, Praeger Publishing, 1997.

Yazım Kılavuzu, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu Yayınları, 2009.

170

171

TOPLUMSAL CİNSİYETE DUYARLI BÜTÇELEME’NİN

(TCDB) ÖNEMİ: TÜRKİYE VE ÇEŞİTLİ ÜLKE

UYGULAMALARI*

Gonca GÜNGÖR**

Kadriye İZGİ ŞAHPAZ***

ÖZET

Değişen devlet anlayışları, milli gelir ve refah artışları, beşeri kalkınmaya verilen önem, yazılı ve görsel medyanın etki gücü, sivil toplum kuruluşlarının genişleyen faaliyetleri gibi etkenler kadın-erkek arasındaki eşitsizliklerin gün yüzüne çıkmasına ve bu eşitsizlikleri azaltacak çözüm yollarının aranmasına imkan vermiştir. Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme de kadın ve erkeğin önceliklerinin belirlenmesini ve aralarındaki eşitsizliğin azaltılmasını amaçlayan alternatif çözüm yollarından biri olarak görülmektedir.

Bu çalışmada, öncelikle toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sistemi tanıtılmış ve sistemin amacına değinilmiştir. Daha sonra Türkiye’de ve çeşitli ülkelerde bu sistemin uygulanmasına yönelik geliştirilen politikalar araştırılmıştır. Çalışmanın amacı ise kadın-erkek eşitsizliklerinin azaltılmasında toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin gerekliliği ve işlevselliğinin ne düzeyde olduğunun ortaya konulmasıdır. Sonuç olarak toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme uygulamalarının ülkeler bazında farklılık arz ettiği anlaşılmıştır. Türkiye’de de 2012 yılında genel bütçe içinde Kadın Statü Genel Müdürlüğü’ ne ayrılan tutar 6.383.000 lira iken, 2013 yılı bütçe tahminine göre bu tutar 7.006.000 lira olarak belirlenmiştir. Söz konusu miktarda reel olarak % 10 dolaylarında artış olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’ nin bu konuda geriden geldiği bulgusuna ulaşılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme, Kadın, Cinsiyet Eşitsizliği

“Kadın, Kriz ve Kritik” isimli konferansta sunulan özet bildirinin genişletilmiş tam metin halidir. ** Arş.Gör. Sakarya Üniversitesi, İ.İ.B.F., Maliye Bölümü. *** Arş.Gör. Sakarya Üniversitesi, İ.İ.B.F., Maliye Bölümü.

172

IMPORTANCE OF BUDGETING SENSITIVE TO GENDER MAINSTREAMING:

APPLICATIONS IN TURKEY AND VARIOUS COUNTRIES

ABSTRACT Effects such as changing state understandings, national income, increase in welfare, importance given to human development, effect power of visual and printed media and emerging activities of non-governmental organizations caused the inequalities between men and women to arise and the solution methods for decreasing those inequalities to be searched. Budgeting sensitive to gender mainstreaming is considered to be one of the alternative solution methods aiming to determine the priorities of men and women and decrease the inequality between them.

In this study, first of all, budgeting system sensitive to gender mainstreaming was introduced and the purpose of the system was emphasized. After that, policies developed for the application of this system in Turkey and all around the world were researched. The purpose of the study is to emphasize the necessity and functionality of budgeting system sensitive to gender mainstreaming in decreasing the inequalities between men and women. As a result işt was understood that budgeting applications sensitive to gender mainstreaming varies from country to country. While the budget spared for Women Status General Directorate within the general budget of Turkey in 2012 was 6.383.000 TL, this amount is determined as 7.006.000 TL according to year 2013 budget estimation. Although a real increase of 10% occurred in the mentioned amount, it was concluded that Turkey is beyond developed countries regarding this subject.

Key words: Budgeting Approach Sensitive to Gender Mainstreaming, Woman, Budget Process, Gender Budget

173

1. Giriş

Toplumsal negatif ayrımcılık kavramı kadın açısından ele alındığında, kadının toplumsal yaşamdaki varlığını ihmal etmeye neden olan ve onun toplumla bütünleşmesini önleyen, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel kurum ve sistemlerin dışında kalması/tutulması süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlar eğitim, sağlık, iş hayatı, sosyal güvenlik, siyaset ve sivil toplum örgütleri gibi genel olarak toplumsal yaşama katılım sağlayan bu tür alanlarda toplumsal cinsiyet veya ayrımcılık temelli çeşitli engellerle karşılaşmaktadır. Bu durum kadınların bir yandan iş gücü piyasalarına, gelir getirici faaliyetlere, eğitim ve öğretim imkanlarına ulaşmakta zorluklar yaşamasına neden olurken, diğer taraftan da toplumsal ve çevresel ortamlara girmesine ve sağlıklı iletişim kurmasına engel olmaktadır (Çakır, 2008:26).

Son çeyrek yüzyılda yapılan çalışmalarda kız çocuklarının ve kadınların yaşamlarında önemli değişikliklerin olduğu gözlemlenmektedir. Araştırmalara göre, her zamankinden daha fazla kız çocuğu ve kadın okuma yazma bilmekte, gelişmekte olan ülkelerin üçte birinde ise erkek çocuğundan daha fazla kız çocuğu okula gitmekte ve küresel işgücünün yüzde kırkından fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Fakat ilerleme kaydedilen alanların aksine, toplumsal cinsiyet eşitliğinin diğer birçok boyutunda bu ilerlemenin gelişmiş ülkelerde dahi sınırlı kaldığı ve değişimin yoksul, taşralarda yaşayan, engelli veya azınlık gruplarına mensup kız çocukları ve kadınları için çok yavaş gerçekleştiği ya da hiç gerçekleşmediği görülmektedir (Dünya Kalkınma Raporu, 2012:15). Kadına yönelik cinsiyet ayrımcılığının yüksek düzeyde olduğu günümüzde çözüm yollarından biri olarak görülen toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin ele alındığı bu çalışmada, öncelikle bu sistem hakkında bilgi verilerek, sistemin öneminden bahsedilmiş ve daha sonra çeşitli Dünya uygulamalarından örnekler ele alınmıştır. Ayrıca son kısımda cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin Türkiye’de ortaya çıkışı ile gelinen son duruma değinilerek tavsiyelerde bulunulmuştur. Bu kapsamda da çalışmanın amacı, kadının toplumdaki yerini güçlendirmede toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin gerekliliği ve işlevselliğinin ne düzeyde etkili olduğunun vurgulanması olarak belirlenmiştir.

2. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Kavramı ve Gelişimi Devlet bütçesinin kadın ve kız çocukları üzerindeki etkisinin ayrıntılı analizini yapan ilk çalışma 1984 yılında Avustralya’da yayınlanmıştır. Bu çalışmayı 1989’ da WBG’nin (British Women’s Group) çalışması izlemiş ve 1993 yılında da Kanada’da WILPF (Women’s İnternational League for Peace and Freedom) tarafından yapılan çalışma takip etmiştir. Cinsiyete duyarlı bütçeleme konusunda 1995 yılında Güney Afrika’da ilk demokratik seçimden sonra yayınlanmış çalışma ise bu alanda atılan önemli bir adım olarak kabul görmektedir. Günümüzde ise dünya çapında 40’tan fazla ülkede çeşitli yöntemlerle araştırmalar yayınlanmaktadır (Budlender ve diğ., 1998:3).

Günümüze kadar toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda sürdürülen mücadeleler sonucunda özellikle eğitim, sağlık, hukuk gibi geleneksel politika alanlarında belli bir duyarlılık oluşmuşsa da toplumsal cinsiyet bakış açısını istihdam, yetki ve karar alma süreçlerine katılım, araştırma, bütçe ve mali politikalar gibi alanlara yerleştirme konusunda istenilen duyarlılığın henüz oluşmadığı görülmektedir (KSGM, 2008:13). Toplumsal cinsiyet, kadın veya erkek olmakla ilişkilendirilen sosyal, davranışsal ve kültürel özellikler, beklentiler ve normları kapsamaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ise, bu unsurların kadın ve erkeğin birbirleriyle olan ilişkisini nasıl belirlediğini ve bunun sonucunda bu iki cinsiyet arasında doğan güç farklarını ifade etmektedir (Dünya Kalkınma Raporu, 2012:4).

174

Günümüzde bu iki cinsiyet arasındaki güç farklılıklarını incelediğimizde kız ve kadınların yüksek göreli ölüm oranlarında kendini gösteren sağlık hizmetlerine ulaşmada yaşanan engeller bu konuda karşılaşılan ciddi sorunlardan birisidir154. Ayrıca ekonomik faaliyetlerdeki ayrımcılık, kadınlar ve erkeklerin ücretleri arasındaki farklar, ev işi ve bakım sorumluluklarında kadın erkek arasındaki farklılıklar, mülk edinmedeki farklılıklar ve hem özel hem de kamusal alanda kadının işlevliliği önündeki kısıtları da içeren çeşitli cinsiyet eşitsizlikleri günümüzde çözülmeyi bekleyen küresel sorunlardır. Cinsiyete duyarlı bütçeleme sistemi de bu sorunları çözebilmek adına dünya çapında önerilen ve üzerinde uzun zamandır tartışılan bir yöntemdir. Cinsiyete duyarlı bütçeleme, kadınlar için ayrı bir bütçenin oluşturulması anlamına gelmemektedir. Ayrıca cinsiyete duyarlı bütçeleme cinsiyetle ilgili konuların doğrudan bütçede yer almasını ve daha az vergi alınarak daha fazla kamu harcaması yapılmasını da ifade etmemektedir. Cinsiyete duyarlı bütçeleme, bütçenin kadın ve erkek üzerindeki etkisini cinsel perspektiften bakılarak planlanmasını ve analiz edilmesini içermekte ve bu bakış açısına göre vergilendirmenin tekrardan yapılandırılması ve harcamaların kadın ve erkekler açısından önceliklerinin yeniden saptanmasının gerekliliğini vurgulamaktadır (European Women’s Looby, 2004:7). Günümüze kadar çok çeşitli bütçe sistemleri; Geleneksel Bütçe, Performans Bütçe, Program Bütçe, Planlama Programlama Bütçeleme Sistemi, Fonksiyonel Bütçeleme, Sıfır Esaslı bütçeleme, Hedef Esaslı Bütçeleme isimleriyle farklı zamanlarda farklı ülkelerde uygulanmıştır. Daha önceki bütçe sistemlerinde olduğu gibi, cinsiyete duyarlı bütçe olarak ifade edilen sistem de bir çeşit yeni bütçe reformu olarak ifade edilmektedir. Benzer bütçe sistemlerinde olduğu gibi uzun bir süredir cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin de gelişen dünyanın gereklilikleri nedeniyle bütçe sistemleri içindeki yeri tartışılmaktadır (Meriç, 2007:59).

Bütçeler iktisadi, siyasi, toplumsal öncelikleri ve tercihleri yansıtmaktadır. Kamu hizmetlerine ilişkin harcama ve gelirlerin bileşimi ise toplumdaki kaynak dağılımını hem belirlemekte, hem de toplumdaki kaynak dağılımı tarafından belirlenmektedir. Bu etkileşimin ana çerçevesini ise benimsenen makro iktisadi politikalar (istihdam, büyüme, enflasyon, cari açık vb) çizmektedir. Genelde, izlenen makroekonomik politikaların, özelde ise sunulan kamu hizmetlerinin toplumdaki sonuçlarının cinsiyet boyutu söz konusudur. Kadınların ile erkeklerin ihtiyaçları, tercihleri, öncelikleri farklıdır. Ancak bu farklılıklar politika tasarımında ve uygulamasında gözönüne alınmamaktadır (Şenesen, 2008:1).

Yapılan çalışmalarda bütçe programlarının sayısal olarak erkek ve kadınlara yönelik eşit miktardaki bir harcama şeklinde yapılmadığı görülmektedir. Aslında cinsiyet bütçesine kadınlar için ayrı düzenlenmiş bir bütçe olarak bakmamak gerekmektedir. Esas olarak cinsiyetin amaç olarak alındığı bir bütçe ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu bütçenin meydana getirilmesindeki amacın, kamu gelir ve harcama analizlerinin cinsiyet perspektifinde ele alınmasını sağlamak, erkek, kadın ve çocuklarının üzerindeki etkilerini ve sonuçlarını belirlemek olduğu ifade edilmektedir. Cinsiyet bütçesinde en önemli konuların, cinsiyet eşitliğini sağlayabilmek için oluşturulacak mali önlemlerin ne derece etkili olacağı ve bu önlemlerin

154 Bu konuda bknz: WHO (World Health Organization) (2005),“WHO Multi-country Study on Women’s Health and Domestic Violence against Women: Initial Results on Prevalence, Health Outcomes and Women’s Responses.” WHO, Geneva http://www.who.int/gender/violence/who_multicountry_study/en/, (Erişim Tarihi. 04.10.2012) ve Anderson, Siwan, ve Debraj Ray (2010), “Missing Women: Age and Disease.” Review of Economic Studies, 77 (4): 1262–300, http://www.econ.nyu.edu/user/debraj/Papers/AndersonRay.pdf, (Erişim Tarihi. 04.10.2012).

175

cinsiyet eşitsizliğini azaltıp azaltmayacağı ya da artırıp artırmayacağı veya hiçbir etki oluşturup oluşturmayacağı etrafında toplandığı görülmektedir (Meriç, 2007:59).

Toplumsal cinsiyet eşitliği hedefine ulaşılabilmesi için kadınlar ve erkekler açısından varılan sonuçların eşit olması gerekmektedir. Bu durum, kadınların ve erkeklerin aynı politikalardan eşit şekilde yarar görebilmeleri için birbirlerinden farklı olabilecek ihtiyaçların, tercihlerin ve hakların dikkate alınması gerektiğini akla getirmektedir. Kamu finans ve politikalarının toplumsal cinsiyetle ilişkili yönlerini belirginleştiren Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme yaklaşımı, bilinçlendirme, toplumsal cinsiyetle ilgili konuların anlaşılması ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki çabaların daha iyi sonuç vermesi için siyasi karar zemininin hazır edilmesi açısından temel bir strateji niteliğindedir (Klatzer, 2012:12).

Cinsiyete duyarlı bütçeleme, kamu gelir ve harcamalarını cinsiyet perspektifinde ele almakta, bütçe kaynaklarının kadın ve erkeklerle arasındaki dağılımını karşılaştırmaktadır. Bu süreçte esas amaç bütçelemede kadın erkek fırsat eşitliğinin sağlanmasıdır (European Women’s Looby, 2004:7). Fakat cinsiyete duyarlı bütçeleme sadece kadın odaklı olmamakla birlikte dünya genelinde aşağıda yer alan sebeplerden dolayı kadın üzerinde odaklanmaktadır (India Ministries and Departman, 2007:7):

Dünyada okuma yazma bilmeyen insanların yaklaşık üçte ikisinin kadınlardan oluşması;

Gelişmekte olan ülkelerde doğum esnasında anne ölüm oranlarının yüksek olması;

Hem kamu hem özel sektörde özellikle üst düzey yönetimlerde kadınların karar alma sürecine katılımlarının yetersiz olması;

Kadınların iş hayatında erkeklere oranla daha düşük ücretli, daha düşük statüde ve kayıt dışı çalıştırılması sonucu erkeklerden daha zor şartlarda çalışıyor olmaları;

Kadınların çocuk yetiştirmek ve beslemek, ailenin diğer fertleriyle ilgilenmek gibi ücretsiz işlerin çoğunu yapıyor olmaları

3. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçenin Amacı ve Önemi Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme, toplumsal cinsiyet eşitliğine ve kadınların güçlendirilmesine yönelik politikaların, politika belirleme faaliyetinin özünü oluşturan bütçeleme ve planlama alanlarının merkezine taşınmasını amaçlayan bir stratejidir. Toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçede, gerek yetişkin kadınların ve kız çocuklarının gerekse yetişkin erkeklerin ve erkek çocuklarının gereksinimlerinin ve haklarının eşit şekilde dikkate alınması temin edilmelidir. Konuya kadınlar ve erkekler şeklinde bakmak yeterli değildir; önemli olan daha derinlemesine bir bakışla yaş, sınıf, etnik kimlik, mekan vs. açılardan farklı toplumsal konumlarda bulunan kadınların ve erkeklerin gereksinimleri ile haklarının politika yapma sürecinde yeterli ölçüde ele alınmasını temin edebilmektir. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet politikalarının bütçelerden ve bütçeleme süreçlerinden yararlanabilmesi, söz konusu politikaların toplumsal cinsiyet eşitliğine etkili biçimde destek olabilmesi açısından önem kazanmaktadır (Klatzer, 2012:9).

Çalışmalar göstermektedir ki cinsiyet eşitliğine dayalı olarak ortaya çıkan ekonomik kazançların, üretim ve verimlilik artışı şeklinde karşımıza çıktığı görülmektedir. Kadınların ekonomik açıdan güçlenmesinin tüm ülkelere artan verimlilik, daha az stres ve daha iyi sağlık olarak yansıyacağı belirtilmektedir (Meriç, 2007:60). Buna göre Türkiye’de kadına ait istatistikleri incelediğimizde karşılaştığımız bazı sonuçlar şöyledir (TUİK, 2011:9-30, KSGM, 2011: 26): 7. 2011 yılında çalışan kadınların yaklaşık üçte biri ücretsiz aile işçisidir. Ücretli veya yevmiyeli olarak çalışan kadınların oranı %51,6 iken kendi hesabına çalışan kadınların oranı %

176

11,7'dir. Aynı dönemde ücretli veya yevmiyeli olarak çalışan erkeklerin oranı %65,8, kendi hesabına çalışan erkeklerin oranı %22,6'dır. Ayrıca köyden kente göçü yoğun olarak yaşayan ülkemizde, köyde işgücü içinde görülen kadın kente geldiğinde yeterli eğitim ve mesleki bilgi-beceriye sahip olmaması nedeniyle kent işgücü piyasasına girememekte, işgücü dışında kalarak genellikle ev kadını olmaktadır. Türkiye’de işgücüne katılmayan 100 kadından 62’si işgücüne katılmama nedeni olarak "ev kadını" olmalarını göstermektedir. Bu olgu hem kırda hem de kentte kadının işgücüne katılımını azaltmaktadır. Gelir azlığı nedeniyle çalışmak zorunda olan kadın, sosyal güvencesiz düşük statülü-gelirli işlerde çalışmak zorunda kalmaktadır.

8. Türkiye’de kadının eğitim düzeyi ile karşılaştığı şiddet arasındaki veriler incelendiğinde yaşamın herhangi bir döneminde maruz kalınan fiziksel veya cinsel şiddetten herhangi birinin yaşanmasına ilişkin oranlar kadının eğitim düzeyinin artması ile azaldığını göstermektedir. Eğitimi olmayan veya ilköğretimi bitirmemiş kadınların %55,7'si yaşamlarının herhangi bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddetten herhangi birini yaşamaktadır. Yakın dönem dikkate alındığında da hiç eğitimi olmayan kadınların %17,4'ü ve lise ve üzeri eğitimi olan kadınların yüzde 10'u fiziksel veya cinsel şiddetten herhangi birini yaşamaktır. Ayrıca eğitim durumu yükseldikçe yoksul olma riskinin azaldığı görülmüştür. 2009 yılında okuryazar olmayan veya bir okul bitirmeyen kadınlarda yoksulluk oranı %29,5, erkeklerde %30,3 iken, fakülte ve üstü mezuniyete sahip kadınlarda bu oran %0,4, erkeklerde %0,9'dur.

9. Siyasal yaşamda kadına ait verilere bakıldığında ise kadınlar siyasi alanda erkeklere göre çok daha az katılım göstermektedir. 1935 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisindeki kadın milletvekili oranı %4,5 iken 2011 yılında kadın milletvekili oranı %14,2'ye yükselmiştir. 2011 yılında bakan sayısı 25 olup bunların sadece 1'i kadındır. Siyasal yaşama katılımda ilk adım olarak değerlendirilecek yerel yönetimlerde olan kadın sayısı da oldukça kısıtlı düzeydedir. Yerel düzeyde seçilen kadınların oranında 1999 yılından bu yana kayda değer bir artış olmamıştır.

Kadının toplumdaki yerini incelediğimiz çeşitli alanlardaki verileri de dikkate alarak ülkemizde kadınların durumunun iyileştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin teşvik edilmesini amaçlayan toplumsal cinsiyete duyarlı bütçelemenin yararlarını şu şekilde sıralayabiliriz (Erkan vd, 2012:91, Genç, 2011:125):

Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme; 3. Ekonomik karar alma mekanizmalarına ve bütçe işlemlerine kadınların daha fazla katılımını sağlar ve kadınları ekonomik olarak görünür kılar, 4. Hükümetin bütçeye ilişkin kararlarında şeffaflığın ve etkinliğin sağlanması üzerinde durur ve hükümetin taahhütleri ile yürüttüğü politikaların gerçek etkileri arasındaki farkı ortaya koyar, 5. Ulusal ve yerel seviyedeki bütçelerin hazırlanmasının tüm safhalarında toplumsal cinsiyet bilincinin dahil edilmesi üzerine odaklanır, 6. Devlet harcaması ve gelirini cinsiyet perspektifinden gözlemler,

7. Toplumsal cinsiyet eşitliğini ve insani gelişimi sağlamak için kaynakların daha etkili kullanımını teşvik eder,

8. Karar vericilere, kadınların ve erkeklerin ihtiyaçlarını gösterirken yapılacak kamu harcamalarında da bir öncelik sıralaması yapılmasını sağlar.

4. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulamasının Ülkeler Bazında Karşılaştırılması İlk defa 1984 yılında Avustralya’da ortaya çıkan kadınlara yönelik uygulanan toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe uygulaması, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan birçok ülkede hayata geçirilerek,

177

günümüzde 60’dan fazla ülkede uygulanmaktadır. Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe uygulaması Avustralya, Fransa, Belçika, İskandinav Ülkeleri, İrlanda, Birleşik Krallık’ta ulusal düzeyde faaliyete geçmişken, İskoçya, İspanya ve İtalya’nın bazı kesimlerinde bölgesel düzeyde uygulamalar ön plana çıkmaktadır (Demir, 2011:143). Özellikle TCDB İskandinav Ülkelerinde daha başarılı uygulanmaktadır. 2004-2006 yıllarında İskandinav Bakanlık Meclisi, İskandinav ülkelerini kapsayacak bir proje geliştirilmiştir. Buna göre projenin amacı ise şöyledir (Schmitz,2006:1):

Ekonomi politikalarında cinsiyet eşitliğini sağlamak için Ekonomi Bakanlığı ve konu ile ilgili diğer aktörler arasında işbirliği kurmak,

İskandinav Ülkeleri arasında koordinasyon sağlamak,

Ulusal hükümet bütçesinde cinsiyet eşitliği sağlamak için metot ve modeller kurmak,

Ulusal hükümet bütçesi ve ulusal hükümet bütçesi ilerleme sürecinde bütünleyici cinsiyet perspektifli deneyimler sağlamaktır.

İskandinavya Ülkelerinde cinsiyet bütçeleme süreci bugün 4 alanda gelişmektedir. Bunlar (Schmitz, 2006:2):

1. Cinsiyet analizi, cinsiyete yönelik spesifik araçlar ve belirleyicilerin gelişmesine katkıda bulunacak politik alanlarda ilerleme sürecinin bir parçası olarak kabul etmek,

2. Kadınların ekonomik bağımsızlığı için daha yüksek önemli alanlarda cinsiyet eşitliğinin belirli odak noktası olmak,

3. Ekonomi politikası, ekonomik analiz ve tasarılarda cinsiyet perspektifi kazandırmak, 4. Ekonomik modellerde, performans ölçümlerinde ve servet ölçümlerinde cinsiyet perspektifi yerleştirmektir. Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçelemenin ele alındığı çalışmanın bu kısmında ise çeşitli ülke uygulamalarına yer verilmektedir.

4.1. Avrupa Birliği’nde Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Avrupa Kadın Lobisi tarafından kamu bütçelerinin toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına hizmet edip, etmediğini belirleyen, bu belirleme neticesinde eşitliğin tesisine hizmet etmiyorsa bu durumun değiştirilmesi için gerekli değişimleri sunan bir süreç olarak tanımlanan toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme süreci başta Avrupa Birliği olmak üzere çeşitli kuruluşlar ve ülkeler tarafından desteklenmektedir. Avrupa Birliği’nde özellikle son yıllarda kadın-erkek eşitliği ve cinsiyet duyarlı bütçeleme konusundaki sorunların çözümü daha çok akademik platformda ele alınmaya başlanmıştır. Bu konuda Avrupa Birliği içerisinde farklı yaklaşımlar söz konusudur. Avrupa Birliği’nin konuyla ilgili 4 farklı bakış açısı söz konusu olup, bunlar eşitlik, sorumluluk, şeffaflık ve etkinliktir. Böylece kadın istihdamının arttırılması, kadınların kaynaklardan daha fazla ve daha iyi derecede faydalanması, kadının toplumdaki konumunun iyileştirilmesi sağlanmaktadır (Erkan ve diğ, 2012:96).

Avrupa Parlamentosu, 2003 yılında kabul ettiği bir dizi karar ile kamu politikalarının kadınlar ve erkekler üzerinde etkilerinin izlenmesi, kamu bütçelemesinin her aşamasında cinsiyetler arası eşitlik perspektifinin hakim olmasını, gelir ve harcamalarının cinsiyet eşitliğini sağlayacak biçimde yapılandırılmasını öngörmektedir (haklikadinplatformu.org). Ancak cinsiyete duyarlı bütçeleme yaklaşımına geçmeden bazı uygulamalar birlik içerisinde yapılmıştır. Bunlar Avrupa İstihdam stratejisi Araştırma Politikası, Avrupa Yapısal Fon Düzenlemeleri, Avrupa Ülkelerinde kadınların İstihdamında Faydacı Vergi Sistemlerinin Etkisi Üzerine Bir Çalışma, Komisyonunun

178

Cinsiyet Etkisine Dayalı Değerlendirme Araçları, Cinsiyete özgü istatistikler, Cinsiyet Eşitliği Göstergeleri vb. dir (Meriç, 2007:59).

Avrupa Konseyi’nin cinsiyete dayalı bütçeleme sürecine ilişkin görüşleri ise şöyledir (Schmitz, 2006:2):

‘‘ Cinsiyet bütçeleme, bütçeleme sürecindeki cinsiyete dayalı genel görüş için bir uygulamadır. Bu uygulamanın anlamı, cinsiyet temelli bütçeleme olup, bütçenin tüm sürecinde yer alan gelir ve harcamaların düzenlenmesinde cinsiyet eşitliğini sağlamak için cinsiyet perspektifini kapsamaktadır.’’ Avrupa Birliği’nde toplumsal cinsiyete dayalı bütçeleme sistemleri iki ana alanda yürütülmektedir. Bunlardan birincisi; çalışanlara yapılan ödemelerdeki eşitliği izlemek için cinsiyet ödeme göstergeleri oluşturmak, ikincisi ise Avrupa Birliği Genel Ekonomi Politikası’nın ana hatlarına cinsiyet bütçesini yerleştirmektir (Erkan ve diğ, 2012:97).

4.2. Avustralya’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Devlet bütçesi içerisinde cinsiyete duyarlı ilk uygulama 1984 yılında Avustralya’da Kadınların Bütçe Programı (Women’s Budget Program) ile başlamış (Tüğen ve Özen, 2008:6) ve bu uygulama kamu idarelerinin harcamaları ve gelirlerinin kadın ve erkekler açısından sonuçlarını içeren standartlaştırılmış formatlarda veriler derlenerek hazırlanmıştır (Şahin, 2011:3). Bu program ile devletin bütçe uygulamalarının kadınlar üzerine ne tür etkiler yapabileceğine dair fikir elde edilmek istenmiş ve 6 eyalet ile 2 özel bölgenin her birinde bu tür uygulamalar yürürlüğe konulmuştur (Erkan ve diğ, 2012:97). Ancak bu uygulama federal harcamalarını daha ayrıntılı hale getirmekten öteye geçememiş ve 1996 yılında uygulamasına son verilmiştir. 1997 yılından itibaren sadece Victoria, Kuzey Özerk Bölge, Tazmanya ve Queensland eyaletlerinde kadına yönelik bütçe çalışmaları uygulanmış ancak sonraları bu uygulamalardan da vazgeçilmiştir (Külekçi ve Canbay, 2012:41). Genel olarak uygulamalar kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık, istihdamda eşitlik sağlama, karar mekanizmalarına daha yoğun katılım ve bütçelemede cinsiyet hassasiyetini kapsamaktadır.

4.3. Birleşik Krallık’ta Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması İngiltere’de İngiltere Kadın Bütçe Grubu (Women Budget Group) önderliğinde kadına yönelik bütçe uygulamaları hayata geçirilerek, 1989 yılından itibaren toplumsal cinsiyet ve iktisat politikaları üzerine her yıl düzenli rapor yayınlamaktadır. Grup, bağımsız bir örgüt olup, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları çalışanlarından oluşmaktadır. İngiltere’de uygulanan faaliyetler daha çok vergi indirimleri ve transferleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Bunun nedeni ise İngiltere’de vergi kredileri ve transferlerinin kamu harcamalarının üçte birini oluşturması ve toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren ana politik gündemlerinden birini teşkil etmesidir. Kadınların gelirlerinin erkelerin ortalama gelirlerinin yarısı düzeyinde kaldığı İngiltere’de kadınlar açısından bütçenin yeniden dağıtıcı işlevi kadın ve çocuklara dönük vergi indirim ve istisnaları ile sosyal transferler nedeniyle erkeklere göre daha büyük önem taşımaktadır (Şahin, 2001:3).

İngiltere’de Kadın Bütçe Komisyonu tarafından birçok aileye yarar sağlayacak Çalışan Ailelere Vergi Kredisi önermiştir. Bu vergi ile İş Vergi Kredisi ve Birleşik Çocuk Kredilerinin daha fazla etkili olması için yeniden yapılandırılması tavsiye edilmektedir (Elson, 2003:12). Grup tarafından yapılan bir analizde çalışan ailelere yönelik vergi indirimi uygulamasının yeniden düzenlenmesi gerekliliği önerilmiştir. Bu çerçevede istihdama vergi indirimi ve ilave edilmiş çocuk indirimi önerilmiştir. Ayrıca İngiltere’ de Dr. Katherine Rake tarafından işsizliğin azaltılmasına yönelik New Deal programı analiz edilmiş ve sonuç olarak kamusal kaynakların sınırlı bir miktarının kadınlara ayrıldığı bulgusuna ulaşılmıştır (Tüğen ve Özen, 2008:6).

179

İngiltere’de işsizliğin azaltılmasına yönelik fonların sadece %8’nin evli olmayan kişilere verildiği ve bunun % 95’inin kadınlardan oluştuğu, %57’sinin ise gençlere verildiği ve bunun da %27’ sinin kadınlardan oluştuğu saptanmıştır (Tahaoğlu, 2011:1). 4.4. Fransa’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Fransa’ da toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe uygulaması 2000 yılından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Fransa’da hükümet hazırladığı bütçe tasarısına toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik kaynak dağılımı ile kadınların özgül ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kamu hizmetlerine tahsis edilmiş ödenekleri gösteren ve bu uygulamayla paralel bir belge eklemektedir. Fransa’ da vuku bulan uygulamalar kadınlara özel kefalet fonu gibi kadınlara yönelik bütçe ödenekleri ve parlamenter ile kamu personeli cinsiyet ayrımcılığı hususunda bilgilendirmek amacıyla yapılan giderlerden oluşmaktadır. Örneğin, 2000 yılında toplam 260 milyon Euro’luk ulusal harcamanın 40 milyon Euro’luk kısmı bu tür harcamalardan oluşmaktadır (Erkan ve diğ., 2012:99). Ayrıca bütçeden kadın girişimciliği desteklenmekte ve her 100 özel firmanın 27’si kadın olmakta olup, Kadın Kefalet Fonuna 10 milyon Fransız Frangı kaynak aktarılmaktadır (Elson, 2003:12).

4.5. Ruanda’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Ruanda’da 1999 yılında Cinsiyet ve Kadın Gelişimi Bakanlığı kurulmuş ve ülkede Vizyon 2020 çalışması kapsamında orta vadeli harcama yapısı, cinsiyete yönelik ulusal eylem planı ve yerelleşme çalışmaları toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sistemi ile duyarlı hale getirilmiştir. Ayrıca Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Fonu’ndan bu uygulamaya maddi kaynak aktarılmaktadır. Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme girişimi, Maliye ve Cinsiyet Bakanlıkları’nca desteklenmektedir (Külekçi ve Canbay, 2012:42). 2002 yılında da çeşitli kurumlardaki Maliye Bakanlığına bağlı çalışan personel eğitim harcamalarına alınarak, kendilerine çalıştıkları bakanlıkların bütçelerinde cinsiyete göre bir yapılanmayı nasıl gerçekleştirecekleri konusunda eğitim verilmiş ve ülkede cinsiyete duyarlı bütçelemenin orta vadeli harcama yapısı ile uyumlu olması zorunluluğu getirilmiştir (Tüğen ve Özen, 2008:7).

4.6. Güney Afrika’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme anlayışı Güney Afrika’da 1997 yılında başlamış olup, birçok kamu idaresinin katılımıyla cinsiyete duyarlı harcama ile ilgili hedefler yanında, bu alana ayrılacak gelirlerin toplanması konusunun önemli olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca gerekli istatistiki veriler derlenmiştir (Meriç, 2007:65). Güney Afrika’da kamudaki istihdam ve vergi analizleri yapılarak, bütçenin toplumsal cinsiyete ilişkin 26 farklı program ile mahalli idarelerin faaliyet alanları ve gelirleri ile sağlık hizmetlerinin sunumuna yönelik harcamaların analizi yapılmıştır. Analiz sonuçları her yıl yayınlanarak toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme anlayışının kurumsallaşması sağlanmıştır (Tahaoğlu, 2011:2).

4.7. Sri Lanka’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Sri Lanka’da cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin uygulanması için öncelikle 5 ayrı pilot bakanlık seçilerek, kamu harcamalarının etkisi incelenmiş ve kadın erkek eşitsizliğini azaltmaya yönelik olarak eğitim, tarım ve endüstri sektörleri üzerinde durularak bir rapor hazırlanmıştır (Külekçi ve Canbay, 2012:42). Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçelemenin uygulanması sonucunda ise hedeflenen stratejiler şöyledir (Meriç, 2007:65): 1. Elde edilecek veriler ile ilgili analitik malzemeleri ve kaynakları, cinsiyetler arasındaki gelir ve harcamaların dağılımındaki değişiklikleri doğrulamak için geliştirmek,

180

2. Sosyal grupların desteklerini sağlamaktır.

4.8. Filipinler’de Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme uygulaması ülkede 1996 yılında başlamış olup, kamu bütçesinin %5’ini cinsiyet ile ilgili süreçte planların hazırlanmasında, yürütülmesinde ve değerlendirilmesinde kullanılmasını öngörmektedir. Ayrıca son birkaç yıl içinde Filipinler cinsiyet ve gelişim bütçesi yerel konseyler tarafından da geliştirilmektedir (India Ministries and Departman, 2007:18). Kadının toplumsal yaşamda gücünün arttırılması için gerek hükümet gerekse sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla cinsiyete duyarlı bütçe yaklaşımı bütçe oluşturma sürecinin odak noktası haline getirilmek istenmektedir (Erkan ve diğ, 2012:100).

4.9. İsveç’te Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması İsveç’te 1994 yılında uygulanmaya başlanılan toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme anlayışı, toplumsal cinsiyete duyarlı amaçlar ve hedefler arasında oluşturulmaktadır. Ayrıca Maliye Bakanlığı her yıl ekonomik kaynakların kadın-erkek arasındaki dağılımı hakkında bir rapor hazırlamakta ve bütçenin yasa teklifinde ekte parlamentoya sunulmaktadır (Tahaoğlu, 2011:1). İsveç’te cinsiyet eşitlik politikalarının odak noktası kadın ve erkeklerin yaşamın her alanında bazı hakları, sorumlulukları ve fırsatları elde etmesini sağlayacak sosyal ortam sağlamaktır. Bu konuda da cinsiyet eşitliği programları oluşturulmuş ve Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı tarafından desteklenen cinsiyet eşitliği birimi kurulmuştur (Schmitz, 2006:1). Gothenburg’da bir bölgede kadın sivil toplum kuruluşlarına verilen belediye desteğinin analizi yapılmış ve kadın konusunda faaliyet gösteren derneklere, belediye bütçesinin destekleme kaleminde yer alan kaynakların sadece 1/5’inin ayrıldığı ve bu oranın düşük olduğu sonucuna varılmıştır (Şenol ve diğ, 2010:7).

4.10. Hindistan’ da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Hindistan’da cinsiyete yönelik bütçeleme uygulamalarına yönelik çalışmalar 2000-2001 döneminde başlamış ve şu an 22 eyalette devam etmektedir. Hindistan’da cinsiyet bütçelerini geliştirmek için kadınlara yönelik olarak makro ekonomik konular açıklanmaya çalışılmakta ve kadınların borsa vb. alanlarda bilgilendirmeleri sağlanmaktadır. Böylece Hindistan’daki işgücü potansiyelinden faydalanarak insani gelişimini ve böylece makro ekonomik büyümesini de arttıracağı düşünülmektedir (Meriç, 2007:65).Hindistan hükümeti tarafından hazırlanan 11. Plana göre cinsiyet bütçesi üzerinde çalışacak Kadın Güçlendirme Çalışma Gurubuna bağlı bir alt komisyon kurulması öngörülmüş, komisyon bütçeleme üzerinde çeşitli sektörel bakanlıklara tavsiyelerde bulunmaktadır. Ayrıca hazırlanan raporların %100’ ü kızlara ve kadınlara yönelik olup, toplam fonların % 30’ una tekabül etmektedir (India Ministries and Departman, 2007:13).

4.11. İskoçya’da Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması İskoçya’da yeni hükümetin göreve başlaması ile birlikte bütçeleme sürecinde bazı değişiklikler meydana gelmiştir. Böylece kadın gurupları ülke içinde bazı avantajlar kazanmıştır. Ülkede kadınların yeni yönetimle birlikte daha çok söz hakkı olmuş, ayrıca eşit fırsatlar hukuku oluşturularak bütçe üzerinde eşitlikçi bir yapının oluşmasını sağlamıştır (India Ministries and Departman, 2007:22).İskoçya’da Kadın Bütçe Gurubu kurulmuş ve temel amacı İskoçya kamu politikası sürecine cinsiyet etki analizleri sağlayarak katkı sunmak ve eşitlikçi yönde değiştirmek olarak belirlenmiştir. Ayrıca ülkede 2006 yılında ‘Eşitlik Kanunu’ kabul edilmiş ve tüm kamu idarelerine kendi hizmet/görev alanlarında kadın ve erkekler arasında fırsat eşitliğinin ilerletilmesi, hukuksuz ayrımcılık ve muhtemel olumsuz etkilerin ortadan kaldırılmasına yönelik sorumluluk yüklenmiştir. Ayrıca İskoç Kadın Bütçe Gurubunun çalışmalarına göre kadınların erkeklerden farklı ihtiyaçlarının ve kaynaklara erişimdeki farklı olanaklarının, çalışma hayatına

181

ve konut, ulaşım, eğitim ve meslek edindirme eğitimi gibi kamu hizmetlerine erişimlerini nasıl etkilediğine işaret etmiştir.

4.12. İsviçre’ de Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması İsviçre, diğer Avrupa ülkeleri içerisinde cinsiyet bütçesini en başarılı uygulayan ülkedir. Yapılan analizler sonucu hükümet fonları ile ilgili aşağıdaki noktalara vurgu yapılmıştır (Budlender, 2012: 25):

Kamu sektöründeki kadın ve erkek çalışanlara etkisi,

Eyalet hizmetlerinden yararlanan kadın ve erkeklere etkisi,

Hiç gelir elde etmeyen kadınlara etkisidir. Sonuç olarak hükümet harcamalarının daha çok işsiz kadınlara ve korumaya muhtaç çocuklara, yaşlı ve hasta vatandaşlara yönelik olması planlanmıştır.

4.13. Diğer Ülkelerde Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Yukarıda bahsedilen ülkelerden farklı olarak başka ülkelerde de toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme sistemi uygulanmaktadır. Bu ülkelerdeki uygulamalar ise şöyledir:

Uganda’da toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme aşamasında kadın parlamenterler önemli rol oynamakta ve ulusal ve hatta yerel yönetim bütçeleri de geliştirilerek, TCDB inisiyatiflerine yönelik yayınlar yapılmaktadır. Ayrıca çalışmalar Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası tarafından desteklenmektedir (Şahin, 2011:2), 1. Fas’da ise hazırlanan rapor ile özellikle toplumsal cinsiyet analizleri güç olan su, enerji, ulaşım ve konut gibi alt yapı hizmetlerinin değerlendirilmesi için önemli katkı sağlamıştır. (Şahin, 2011:2).

2. Belçika’da Belçika Kadın Bütçe Komisyonu tarafından hazırlanan proje hazırlanmış ve eşit fırsatlar elde etmek için federal bakanlık tarafından uygulamaya konulmuştur. Projenin amacı cinsiyet bütçesi için çeşitli bilimsel yöntem araçları kullanarak cinsiyet eşitliği sağlamaktır (Elson, 2003:16).

3. Amerika Birleşik Devletleri’nde cinsiyete yönelik ayrımcılığın giderilmesi için cinsiyete duyarlı bütçe uygulaması, istihdam çalışmaları, bütçe bölüştürme, doğrudan ve dolaylı hizmetlerin sunuşu üzerinde durulmuştur. Hükümet Çalışma Departmanı tarafından cinsiyet eşitliğine yönelik çeşitli analizler yapılmış, kadınların çalışma hayatına katılımı ve uygulamaları incelenmiştir (Budlender, 2012: 31). 4. Meksika’da Foro isminde bir kadın organizasyonu kurulmuş ve kadınlara yönelik devlet harcamalarının azalmakta olduğunu, kamu maliyesinde kadınların haklarına daha fazla önem verilmesine karar verilmiştir. Komite, kadının yoksullaşmasının önlenmesi ve bütçenin %50’sinin kadınlara aktarılmasını amaçlamıştır (Şahin, 2011:2). 5. Hollanda’da 1985 yılında itibaren TCDB sistemine ağırlık verilmekte ve hem yerel hem de ulusal düzeyde kadın sorunlarının çözümüne yönelik bütçe politikaları üzerinde durulmaktadır. 2003 yılında itibaren ise Sosyal İlişkiler Bakanlığı tarafından TCDB yaklaşımıyla ilgili hesap verilebilirlik, şeffaflık ve etkinlik ilkeleri çerçevesinde raporlar hazırlanmaktadır (Erkan ve diğ, 2012:101).

6. İrlanda’da cinsiyet bütçesi için 51 milyon Euro aktarılmış, bu miktar da Avrupa Birliği Yapısal Fonları toplamının %7’sine tekabül etmektedir (Elson, 2003:17).

182

7. Bangladeş’te 2003 yılından itibaren cinsiyete dayalı bütçe çalışmaları yapılmakta olup, bu konuda çeşitli analizler yapılmıştır. Yapılan araştırmalar insan sağlığı, cinsiyet eşitliği ve özellikle sektörel kapsam olarak faydalı sonuçlar sunmaktadır (Budlender, 2012: 9). 8. Barbados’ta yapılan çalışmalar cinsel şiddet odaklıdır (Budlender, 2012: 9).

9. Avusturya’da 2001 yılında Kadın ve Bütçe Gurubu oluşturulmuş ve grup tarafından yayınlanan bir kitapta makro ekonomik politikaların kadınlar üzerindeki etkisi ile kadınların devlet bütçesinin oluşturulma sürecindeki rolleri üzerinde durulmuştur (UNDP, 2005:25). 10. Kanada’da da İngiltere’de olduğu gibi harcamalardan ziyade vergi sistemi üzerinden kadınlara yönelik ayrıcalıklar tanımıştır. Örneğin çocuk vergi iadesi teşvik edilmiş, kadın yanlısı politikalar hazırlanmıştır. Ayrıca kadın ve erkek arasındaki ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi için ‘Ekonomik Eşitlik’ prensibi kabul görmüştür (Budlender, 2012: 10). 11. Şili’de cinsiyet bütçesi 2001 yılında kabul görmüş, yapılan çalışmalar organizasyon, sosyal kontrol, karar vermede söz hakkı, şiddeti önlemek ve hakların kullanımı ve korunması gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştır (Budlender, 2012: 9).

12. İtalya’da TCDB çalışmaları 2000 yılında başlamış ve Fırsat Eşitliği Bakanlığı kurulmuştur. Ülke çapında düzenlenen konferans, eğitimler ile cinsiyet eşitliği hususunda siyasiler ve yazarlar tarafından halkın bilinçlendirilişi, şeffaflık, işbirliğinin ve uzun dönemli stratejileri ile bu konuda başarı yakalanmıştır (Erkan ve diğ, 2012:101).

13. İsrail’de kadınlara yönelik bütçeye yönelik uygulamalar sağlık, eğitim çocukları koruma, yaşlı vatandaşlara yönelik çalışmalar, işsizlik tazminatı, çalışma ve sosyal konuları kapsamaktadır (Budlender, 2012: 13). 14. Kenya’da kadınlara yönelik bütçe planlaması hükümet harcamalarının cinsiyete duyarlı planlar, cinsiyete duyarlı bilgi derleme, çocuklara yönelik spesifik uygulamalardan ibarettir (Budlender, 2012: 13).

15. Malezya’da 2003 yılından itibaren 5 pilot bakanlık ile TCDB sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Böylece bütçede kadınların hakları ve payları arttırılmış, bütçede cinsiyet eşitliği sağlanmaya çalışılmıştır (Erkan ve diğ, 2012:101). 16. Toplumsal cinsiyete dayalı bütçeyi uygulayan diğer ülkeler ise, Bostana, Brezilya, El-Salvador, Fiji, İrlanda, Lübnan, Malavi, Morityus, Mozambik, Norveç, Peru, Rusya, Tayland, Tanzanya, Ruanda, Vietnam, Zambiya, Zimbabve’ dir.

4.14. Türkiye’de Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe Uygulaması Türkiye’de ise toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının temeli Cumhuriyet döneminde atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılını izleyen ilk on yılda kadın-erkek eşit eğitim hakkı (1924), kadının yerel yönetimlerde seçme seçilme hakkı (1930) ve milletvekili seçme ve seçilme hakkı (1934) eşitlik için atılan önemli adımlardır. Günümüzde Türkiye, ayrıca Anayasa ve yasalarıyla kadın-erkek eşitliğini güvence altına almış ve hem ulusal hem de uluslararası düzeyde Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde politikalar geliştirmeyi, yasal düzenlemeler yapmayı ve bu yasaları uygulamaya geçirmeyi taahüt etmiştir (KSGM, 2008:13).

Türkiye’de cinsiyete duyarlı bütçeleme sisteminin analitik yapısı 1980’li yıllara kadar uzanmaktadır. Öncelikle 1985 yılında Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) üyesi olmuştur. Bu sözleşme, ülkemizde kadın hareketinin devlet mekanizmalarını harekete geçirmesi için önemli bir hukuki dayanak olmaktadır (Demir, 2011:145). 1985 yılında ise Devlet Planlama Teşkilatı’na bağlı olarak Sosyal Planlama Genel Müdürlüğü dahilinde Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu kurulmuş,

183

günümüzde bu kurul Kadın Statü Genel Müdürlüğü olan Kadın Statü ve Sorunları Başkanlığı olarak bilinmektedir (Tüğen ve Özen, 2008:7).

1980’lerde başlayan bu taban hareketi 1990’lara gelindiğinde kurumlaşmaya başlamıştır. İlk kez üniversitelerde Kadın Araştırmaları Merkezleri ve kadına yönelik şiddet ilk kez gündeme gelerek, kadınların şiddetten korunup sığınacakları merkez olarak Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kurulmuştur. Ayrıca yazılı ve görsel medyada daha çok gazeteci çalışmaya başlayınca, konuya bakış açısı da değişmeye başlamış artık namus cinayetleri daha çok duyulur olmuştur (siviltoplum.com.tr).

Bahsedilen kurum, 1991 yılında Başbakanlığa bağlanmış, 2003 yılında ise yapılan düzenleme sonucu Başbakanlığa bağlı Kadın Statü Genel Müdürlüğü olarak faaliyete geçmiştir (Külekçi ve Canbay, 2012:42). Cinsiyete duyarlı bütçeleme çalışmalarından biri de genel müdürlük tarafından gerçekleştirilen ‘Medeniyetler İttifakında Kadın’ konulu uluslararası bir kongredir. Ayrıca müdürlük “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı: 2008-2013” ile toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme uygulamasının hazırlık çalışmalarını başlatılmıştır (Erkan ve diğ, 2012:94). Bu eylem planında eğitim, sağlık, medya, çevre, istihdam, insan hakları ve şiddet, karar mekanizmalarına katılma, yoksulluk alanlarında kadınlara yönelik kararlar alınmıştır. Ayrıca Maliye Bakanlığı sorumlu kuruluş olarak belirlenerek, Kadın Statü Genel Müdürlüğü ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı ile ortaklaşa olarak ülkemizde toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme uygulaması için hazırlık çalışmalarının başlatılmasına yönelik karar alınmıştır (KSGM, 2008:25).

Türkiye’de kadına yönelik kamu sektöründe yürütülen faaliyetlere sivil toplum örgütleri de katılmaktadır. Türkiye’ de kadın sivil toplum örgütleri sayısı, Ankara’da 65, İstanbul’da 52, İzmir’de 6 ve diğer illerde ise 15’dir (kadininstatusu.gov.tr). Ayrıca ülkemizde yerel düzeyde kadınlara yönelik çeşitli bütçeleme uygulamaları yapılmaktadır. Trabzon, Kars, İzmir, Van, Şanlıurfa ve Nevşehir’de kadın ve çocuklara yönelik belediye bütçelerinden çeşitli aktarımlar yapılarak kadınlar desteklenmektedir.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 2012 bütçesi ile ilgili konuşmada ise Türkiye’de devlet bütçesinin toplumsal cinsiyete duyarlı hale getirildiği vurgulanmıştır. Buna göre toplumsal bütçe kapsamında değerlendirilecek işlemler şöyledir (haklikadinplatformu.org):

Kız öğrencilerin okullaşması için kaynak aktarılmış,

Kadın istihdamını arttırmak için 18 yaşından büyük kadınlara yönelik sigorta primi işveren hissesinin belli oranlarının 5 yıl süreyle İşsizlik sigortası Fonu’ndan karşılanmış,

Kadın çiftçilere yönelik eğitim hizmeti verilmiş,

Fiziksel ve cinsel istismara ve şiddete uğrayan kadınlar için 2011’de açılan ve 2012’de açılacak sığınma evlerine kaynak ayrılması sağlanmıştır.

Ancak tam anlamıyla sözü edilen çalışmaların cinsiyete duyarlı bütçeleme olarak tanımlamak doğru değildir. Çünkü bu çalışmalar kadın-erkek eşitsizliğine karşı alınması gereken cüz’ü önlemler arasında sayılabilir. Dünya Ekonomik Forumu (WEF) tarafından yayınlanan 2011 yılı Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksine göre Türkiye genel klasmanda 135 ülke arasında 2011 yılında 122, 2010 yılında 126, 2009 yılında 129, 2008 yılında 123, 2007 yılında 121 ve 2006 yılında 105. sırada yer almaktadır. 2011 yılı ekonomik katılım ve fırsat eşitliği klasmanında 132, sağlık ve uzun yaşama klasmanında 62, politik yetki klasmanında ise 89. sıradadır (The Global Gender Gap Report, 2011:11).

184

5. Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçe İçin Yapılması Gerekenler Günümüzde, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmalarının insan haklarının bir gereği olarak değerlendirildiği, kadınların siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hayata katılımını sağlayacak tüm haklardan erkeklerle eşit şekilde yararlanmaları gerektiğini kabul eden ülkelerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin yasal çerçevesi genişletilmekte ve kadınların toplumdaki rolünü güçlendirmeyi hedefleyen devlet politikaları yaygınlaştırılmaktadır (KSGM, 2008:9).

Yukarıda devlet uygulamalarında da incelediğimiz gibi söz konusu düzenlemelerde alınan ulusal ve uluslararası önlemlerin toplumsal fırsat eşitliğini sağlamada yetersiz kaldığı ve bu önlemlerin hayata geçirilmesi aşamasında sorunlar yaşandığı genel kabul görmektedir. Bu noktada toplumsal düzeyde kadınların konumlarını iyileştirmek için cinsiyete dayalı bütçe sisteminden de yararlanılarak alınması gereken sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik düzenlemeleri literatürü de baz alınarak şöyle sıralayabiliriz.

A. Kadın ve erkeklerin değişen sosyal durumları ve öncelikleri yeniden tanımlanmalıdır: Bu tanımlama eğitim, ekonomi, yoksulluk, yetki ve karar alma sürecine katılım sağlık, medya, çevre ve kurumsal alanı kapsamalıdır. Bu alanların her biri için mevcut durumu toplumsal cinsiyet eşitliği açısından tanımlayan ve önündeki engelleri analiz eden ve amaçlar, hedefler ve somut uygulama stratejilerini içeren politikalar hazırlanmalıdır. B. Bu politikalar tüm alanlar için sorumluluğu bulunana taraflarca hazırlanmalıdır: Örneğin ulusal ve uluslararası düzeyde Milli Eğitim, Sağlık, Aile ve Sosyal Politikalar, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, akademik camia, sivil toplum kuruluşları, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Kalkınma Bankası gibi. TÜİK istatistikleri cinsiyete göre düzenlenmelidir. Bu kapsamda ulusal kalkınma politika plan ve bütçelerinin toplumsal cinsiyet perspektiflerinin yerleştirilmesi için öncelikle Türkiye İstatistik Kurumunun kadınlara ilişkin tüm verilerin toplaması, derlemesi gerekmektedir.

Kadına yönelik şiddetin son çözümü cinsiyete dayalı bütçedir. Eğitime kısıtlı erişim, düşük oranda ve düşük ücretli veya ücretsiz istihdam, istihdamda ayrımcılık, sosyal güvenlikten ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk, yönetime ve siyasete sınırlı katılım gibi alanlarda kadınlar aleyhine eşitliğin giderilmesi için çalışılmalıdır.

Kadına yönelik şiddet önlemlerini sadece Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bütçesi ile sağlanamaz. Bu sebeple diğer bakanlıkların bütçelerinin de cinsiyet eşitsizliğini giderecek, şiddete karşı erkeklerin eğitimi, şiddete uğrayan kadınların eğitimi, psikolojik, fiziki tedavisi ve istihdamı konularında yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

Uygulanan politikaların kadınlar ve erkekler üzerindeki etkilerinin ayrı ayrı tanımlanması ve bütçe önerileri geliştirilirken sivil toplum kuruluşları ve uzmanların katılımı sağlanmalıdır.

Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tüm ana plan ve politikalara yerleştirilmelidir. Tüm politika alanlarında gelir ve giderlerin toplumsal cinsiyete duyarlı analizlerini gerçekleşmelidir. Kamu finansmanlarında toplumsal cinsiyete duyarlı yaklaşımların yerleştirilmesi ve bu yaklaşımların uygulanması, cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlendirilmesi için finansman konusunda sağlanan gelişmeleri ölçmek amacıyla tüm düzeylerde gerekli girdi, çıktı ve sonuç göstergeleri oluşturulmalıdır. Tüm politika alanlarında cinsiyet eşitliği yerleştirmek amacıyla tüm düzeylerde bütçe politikalarına toplumsal cinsiyet perspektiflerini sistematik bir şekilde yerleştirmek için ulusal göstergeler dahil olmak üzere, uygun şekilde metodolojiler ve araçlar geliştirilerek, uygulanmalıdır.

185

Sosyal ve toplumsal cinsiyet bütçe politikalarında kapasite oluşturmak için ulusal çabaları pekiştirmek amacıyla tüm bakanlıklar özellikle maliye bakanlıkları ve ulusal kadın mekanizmaları ile uygun olduğu hallerde yerel yönetimlerde toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan ve politikalara yerleştirilmesi için kapasite geliştirilmeli ve kaynak tahsis edilmelidir.

Kadın dostu tahsislerin yapılabilmesi için eğitim, burs, bunları kimler almaktadır gibi etkenlere bakılmalıdır.

TCDB, her zaman özel hizmetlere odaklanmalıdır.

SONUÇ Aileyi, toplumu bir arada tutan kadın, geçmişten günümüze çeşitli baskılar ve şiddet ile karşı karşıya kalmakta ve zaman zaman toplum tarafından dışlanan ikinci sınıf insan statüsü yüklenmektedir. Tüm bu olumsuzluklar karşısında ayakta kalmaya çalışan kadınlar, küreselleşme ile birlikte değişen kamu yönetimi anlayışı, demokratikleşme, özgür yaşam, bireyin sadece birey olduğu için önemli olması gibi görüşler ile kendine toplumda daha sağlam bir yer edinmeye çabalamaktadır.

Kadına yönelik uygulanan eşitsizliğin giderilmesi için gerek sivil toplum örgütleri gerekse hükümetler tarafından çeşitli metotlar ortaya atılmış, atılmaya da devam etmektedir. Toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme anlayışı da bu metotlardan biridir. İlk kez 1984 yılında Avusturalya’da ortaya çıkan bu akım ile öncelikle kadının ekonomik hayata katılması, kadına yönelik negatif cinsiyet ayrımcılığın ve uygulanan şiddetin azaltılması, kadının toplum içerisinde refahının yükseltilmesi amaçlanmaktadır. Günümüzde 60’dan fazla ülkede uygulanan bu sistem ile bütçeden kadınlar için fon ayrılması, kadının eğitim, sağlık, meslek edindirme, konut, koruma vs. hizmetlerinin kesintisiz ulaşması, çocukların korunması devlet tarafından desteklenmektedir. Öyleki kimi uzmanlara göre bu yeni bütçeleme anlayışı, şiddeti ortadan kaldırmada en önemli unsur olarak görülmüştür.

Çalışmada cinsiyete duyarlı bütçeleme anlayışı incelenerek, ülkeler bazında karşılaştırılmasına yer verilmiştir. Genel itibariye çalışmada ulaşılan bulgular arasında kadına yönelik bütçe sisteminin her ülkede farklı boyutta uygulandığı, ilgili konuda bazı ülkelerin oldukça ileri düzeyde yol aldığı, bazı ülkelerin ise çok daha geriden geldiği söylenebilir. Türkiye’de ise cinsiyet eşitliğini sağlamak için uygulanan politikalar cumhuriyetin ilk yıllarında başlamış ancak günümüzde bu politikaların halen yeterli düzeyde olmadığı görülmüştür. Özelikle toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme konusunda daha çok mesafe kat edilmesi gerekmektedir. Sonuç olarak öncelikle kadın ve erkeklerin değişen sosyal durumları ve öncelikleri yeniden tanımlanmalıdır. Ayrıca tüm politika alanlarında gelir ve giderlerin toplumsal cinsiyete duyarlı analizleri yapılmalı, kamu finansmanlarında toplumsal cinsiyete duyarlı yaklaşımlar yerleştirilmeli ve cinsiyet eşitliği ile kadınların güçlendirilmesi için finansman konusunda sağlanan gelişmeleri ölçmek amacıyla tüm düzeylerde gerekli girdi, çıktı ve sonuç göstergeleri oluşturulmalıdır.

186

KAYNAKÇA ÇAKIR, Özlem (2008), “Türiye’de Kadının Çalışma Yaşamından Dışlanması”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı: 31, Temmuz-Aralık 2008, ss.25-47

BUNDLENER, Debbi (2012), ‘Review of Gender Budget Initiatives’, http://www.internationalbudget.org/wp-content/uploads/Review-of-Gender-Budget-Initiatives.pdf, 25.09.2012. BUDLENDER, Debbie, Sharp Rhonda with Allen Kerri (1998), How To Do Gender-Sensitive Budget Analysis: Contemporary Research And Practice, The Commonwealth Secretariat,http://www.thecommonwealth.org/shared_asp_files/uploadedfiles/%7B1171EF87-2C5C-4624-9D76-B03CF35F4E65%7D_AusAIDTr.pdf, 01.10.2010. DEMİR, Müslim (2011), ‘Devlet Bütçesinin Cinsiyet Eşitliği Sağlamasındaki Rolü Ve Türkiye’, Bütçe Dünyası Dergisi, Sayı:35, ss:136-150. Dünya Kalkınma Raporu (2012), “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kalkınma”, Dünya Bankası, Dünya Bankası Washington DC, http://www.oka.org.tr/NewsDownload/2012DunyaKalk%C4%B1nmaRaporuYoneticiOzeti.pdf, 04.10.2012. GENÇ, Murat (2011), “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Ulaşmada Mali Politika Aracı: Bütçeler”, Bütçe Dünyası Dergisi, Sayı:35, 2011/1. ERKAN, B., M. Şentürk, Y. E. Akbaş ve S. Paksoy (2012), “Dünya’da ve Türkiye’de Sosyal Bütçeleme (Cinsiyete Duyarlı Bütçe) Yaklaşımı”, International Journal of Economic and Administrative Studies, Yıl:5 Sayı 9, Yaz, ISSN 1307-983.

ELSON, Diane (2003), ‘Gender Equality and Europe’s Future’, http://www.wbg.org.uk/pdf/gender-mainstreaming-and-budgetingelsonEU2003.pdf, 25.09.2012.

India Ministries and Departman (2007), ‘ Gender Budgeting Experiences in India and around the Globe’,http://wcd.nic.in/gbhb/Link%20hand%20pdf/Hand%20Book%20Chap%203.pdf, 25.09.2012.

KSGM, (Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü) (2008), “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı 2008–2013”, T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Eylül, Ankara, http://www.kadininstatusu.gov.tr/upload/mce/eski_site/Pdf/TCEUlusaleylemplani.pdf,01.10.2012 KSGM, (Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü) (2011), “Türkiye’de Kadının Durumu” T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara, http://www.kadininstatusu.gov.tr/upload/mce/2012/trde_kadinin_durumu_2012_nisan.pdf, 01.10.2012.

KÜLEKÇİ, Cansu ve CANBAY, Tülin (2012), ‘Kadına Haklarının Kazandırılmasıyla Birlikte Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme’, Elektronic Journal of Vocational Colleges, May, ss: 32-43.

WHO (World Health Organization) (2005),“WHO Multi-country Study on Women’s Health and Domestic Violence Against Women: Initial Results on Prevalence, Health Outcomes and Women’s Responses.” WHO, Geneva. http://www.who.int/gender/violence/who_multicountry_study/en/, 04.10.2012.

ANDERSON, Siwan, ve DEBRAJ Ray (2010), “Missing Women: Age and Disease.” Review of Economic Studies, 77 (4): 1262–300. http://www.econ.nyu.edu/user/debraj/Papers/AndersonRay.pdf, 04.10.2012. Europen Women’s Lobby (2004), “Gender Budgeting”, Bürüksel, Şubat.

187

MERİÇ, Metin (2007), “Feminizme Mali Bakış (Cinsiyete Duyarlı Bütçeler)”, Finans Politik&Ekonomik Yorumlar Dergisi, Cilt: 44, Sayı: 509.

ŞENESEN, Gülay, Günlük, “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme: Türkiye İçin Bir Değerlendirme”, Bütçe Sürecinde Parlamentonun Değişen Rolü Sempozyumu, Afyonkarahisar, Ekim. KLATZER, Elisabeth (2012), “Yerel Yönetimlerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Bütçeleme Kılavuzu”, Çev., Fethi Keleş ve Orhan Bilgin, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, İyi Yönetişim Programı, TESEV YAYINLARI, Ocak.

TAHAOĞLU, Çiçek (2011), ‘Dünyadan Kadına Duyarlı Bütçeler’, http://bianet.org/bianet/bianet/134021-dunyadan-kadina-duyarli-butceler, 25.09.2012.

The Global Gender Gap Report (2011), http://reports.weforum.org/global-gender-gap-2011/, 05.10.2012

UNDP (United Nations Development Programme) Gender Responsive Budgeting, Manual For Trainers, Bratislava, www.demokrasivakfi.org.tr/Dokumanlar/Projeler/cinsiyet_butce_web.doc, 25.09.2012. TÜĞEN, Kamil ve ÖZEN, Ahmet (2008), ‘Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme Anlayışı, Maliye Dergisi, Sayı:154, Ocak-Haziran, 1-11. TÜİK (2011), Türkiye İstatistik Kurumu, “İstatistiklerle Kadın” , Ankara, Mart, www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=238, 04.10.2012. SCHMITZ, Catharina (2006), ‘Gender Responsive Budgeting in The Nordic Countries: The Scandinavian Experince: Barriees, Resultsa an Opportunities, http://www.ief.es/documentos/investigacion/seminarios/politica_fiscal_genero/Seminario_Genero_Madrid_14abril_catharina.pdf, 25.09.2012.

ŞAHİN, Mustafa (2011) “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Bütçeleme (TCDB) Yazınına Kuşbakışı,” http://cins.ankara.edu.tr/6_7.html, 25.09.2012.

http://www.unfpa.org.tr/turkeytr/rapyay/kadin_dostu_kentler_2010.pdf., 25.09.2012. http://www.siviltoplum.com.tr/?ynt=icerikdetay&icerik=92&id=316, 25.09.2012.

http://haklikadinplatformu.org/uploads/dosya/cinsiyete-duyarli-butce.pdf, 25.09.2012. http://www.kadininstatusu.gov.tr/tr/html/175/Diger+Iller, 25.09.2012.

188

189

DIŞ POLİTİKADA YUMUŞAK GÜÇ

VE SEÇİLİ ÖRNEK HİNDİSTAN

Leyla YILDIRIM*

ÖZET

Bu çalışma, “Güç” olgusundan ziyade Uluslararası İlişkiler açısından gücün bir yansıması olan “Yumuşak Güce” odaklanmaktadır. Öncelikle “Güç” kavramının tanımı üzerinde durulmakta, Uluslararası İlişkiler açısından gücün tanımı yapılırken, gücün çeşitleriyle beraber kavram analiz edilmektedir. “Yumuşak Güç” ve yumuşak gücün kullanımı seçili örnek Hindistan üzerinden tartışmaya açılırken, Hindistan’ın yumuşak güç politikaları, neden sonuç bağlamında ele alınmaktadır. Çalışmanın son kısmında yumuşak gücün kaynakları, gelişmekte olan piyasalar yumuşak güç endeksiyle birlikte konunun günümüz şartlarındaki önemi bir kez daha vurgulanırken aslında Hindistan örneğinden yola çıkılarak yumuşak güç kullanımıyla ilgili ülkelerin neler yaptığı ve neler yapabileceği sorularına cevap aranmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Güç, Yumuşak Güç, Hindistan, Gelişmekte Olan Pazarlar Yumuşak Güç Endeksi

SOFT POWER IN FOREIGN POLICY AND

INDIA AS A SELECTED EXAMPLE

ABSTRACT

This study focuses on Soft Power, which is a reflection of power in terms of International Relations rather than the phenomenon of power. First of all, the definition of the concept of power is emphasised, and while power is defined in terms of International Relations, the concept of power in all its varieties is analyzed. India's Soft Power Policies are discussed in the context of cause and effect while Soft Power and the use of Soft Power are opened to debate on the selected sample of India. In the last part of this study, the sources of Soft Power, Rapid-growth markets soft power index, and the importance of this topic under today’s circumstances are once again highlighted. Also, starting from the example of India, such questions as what the other countries have already done and what else can be done about the usage of soft power are discussed.

Key Words: Power, Soft Power, India, Rapid-Growth Markets Soft Power

* Ufuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

190

1. GİRİŞ

“Güç” denilince ilk akla gelen kelime kudrettir. Sözlük anlamıyla ise tesir etme kabiliyeti, başarma kapasitesi olarak tanımlanır. Uluslararası İlişkiler açısından konuyu ele aldığımız için güç kavramının teorideki karşılığına bakmamız gerekir.(Nye, 1991)

Güç’ü bir devletin, diğer bir devlete isteklerini yaptırmaya yönelik onu etkilemesi şeklinde tanımlarsak, Uluslararası İlişkiler disiplini, ülkeler arasındaki güç dengeleriyle şekil bulan bir bilim dalıdır demek sanıyoruz ki fazla abartılı olmaz ama şunu unutmamak gerekir ki güç ilişkisinde gücün kapsamı ve etki alanı, gücün tanımı kadar önem arz etmektedir. Çünkü tanım varyasyonları arasında, “Güç” kavramı halen kendine tam bir tanım bulabilmiş değildir o yüzden konuyu değişik açılardan ele almak daha doğru olur kanısındayız.(Yılmaz,2008)

İlk olarak tanımlama odağımız açısından neye bakacağımız önemlidir. Gücü politik açıdan ele alırsak sonuç almaya yarayan imkânlar bütünü olarak tanımlamamız olasıdır ve böyle bir tanım ancak ölçülebilir verilerle hareket eder. *Joseph Samuel Nye’a göre güç iki şekilde tanımlanabilir;

*Joseph Samuel Nye; Harvard’da Kennedy Siyasi Bilgiler Fakültesi eski dekanı ve üstün hizmet madalyalı bir öğretim görevlisidir. Görev aldığı kurumlar arasında Uluslararası Güvenlik İşleri’nde Savunma Müsteşarlığı, Ulusal İstihbarat Konseyi Başkanlığı ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nda Delegelik bulunmaktadır. Birçok kitabın yazarı olan Nye, Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi, Britanya Akademisi ve Amerikan Diplomasi Akademisi üyesidir.

Birincisi kaynakları bakımından (nüfus, toprak, doğal kaynaklar, ekonomi, askerî kuvvet gibi somut ve ölçülebilir unsurlara dayalı) ve ikincisi ise elde edilen davranış bakımından (değişime hükmetmek, gündemi oluşturmak ve tercihleri şekillendirmek gibi gücün yansıması sonucu ortaya çıkan sonuçlara dayalı)(Nye,2011: 9) Buradan hareketle çalışmanın örnek ülkesi olan Hindistan; yumuşak güç politikalarında ne kadar etkili olmuştur yahut olmak için neler yapmalıdır? Sorusunu sormak sanıyoruz ki yerinde olur. Güç kavramının işlerlik kazanabilmesi için iyi tasarlanmış stratejiler ve usta bir liderlik gerekir. (Nye,2005:13) Günümüzde bunu yapabilen ülkeler ayrıca güçlü ekonomilere de sahip olmalarının avantajını kullanmaktadır. Her ne kadar birçok siyasi lider güç kavramını klasik olarak askeri güçle eş değer tutuyor olsa da oyun artık çok boyutlu şekilde oynanmakta bunun için başka enstrümanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Hele ki uzun vadede sonuçlara bakıldığında güç kavramının çeşitlendiği görülecektir. Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde daha detaylıca üzerinde durulacak olan bu kavramların işlerliği ve kullanım zorunlulukları ülkelerin birbirlerine nüfus etme yarışında hangi yollardan geçmekte olduğuna da ışık tutacaktır kanısındayız. Savaşlardan yorgun dünya barışa uzanamayacağını anladığı günden beri -ki bu çok uzak bir geçmiş değildir- savaşın türevlerine odaklanmaya, bunu tarihsel süreçte ilk olarak kutuplaşarak, sonrasında ayrışarak, şimdilerde ise boyut artırarak yapmaktadır. Tıpkı Çin Atasözünün söylediği gibi; “Planınız bir yıl içinse pirinç ekin, on yıl içinse ağaç dikin, yüz yıl içinse insanları eğitin”

191

2. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE GÜÇ ve GÜCÜN ÇEŞİTLİLİĞİ

Uluslararası İlişkilerin birincil aktörü olan devletlerin uyguladığı politikaların bir vasıtası olarak “Güç” olgusu geleneksel anlamda devletlerin sahip olduğu silah gücüyle eşdeğerken bu tanım zamanla ve teknolojinin gelişmesiyle orantılı olarak kaynak değişikliğine uğramıştır. Gücün devlet dışı oluşumlar yönünde dağılmasına, “savaşın özelleştirilmesi” denilebilir.(Nye,2011:3) İlk tahlilde gücün uluslararası ilişkiler açısından ele alınması aslında güç dengelerinin nasıl şekillendiğini görmemizi sağlayacaktır. Öyle ki bir devletin elindeki güçten bahsedebilmemiz için “Hangi bağlamda güç?” sorusunu cevaplandırmamız gerekir. İşte tam bu noktada gücün çeşitlerine değinmek yerinde olacaktır.

TABLO 1: Joseph S. Nye’a Göre Güç Çeşitleri(Nye,2005: 37)

Güç sınıflandırmasında ilk olarak “Askeri Güç;” Devlet tarafından donatılan ve organize edilen üniformalı birliklerin, başka devletlerin birlikleriyle giriştiği çatışma olarak tanımlanmaktadır.(Nye,2005:13) Uluslararası İlişkilerde klasik yaklaşım olan “Gerçekçilik” işler sarpa sardığında, ulusal güvenlik tehlikeye girdiğinde tek çıkar yolun askeri güç olduğunu söylerken bunun sonuçlarıyla yüzleşen dünya, salt silah gücüyle işleri çözemeyeceğini acı tecrübelerden sonra öğrenmiş bulunmaktadır. Bundan mütevellit olsa gerek son dönemde askeri güç kullanımında azalmalar görülmekte, sorunların çözümü için başka yollara başvurulmakta bir nevi şekil değişikliğine gidilmektedir. Askerî olanaklarla güç kullanımı, dört farklı tarzda uygulanmaktadır;

a) Fiziki olarak çatışmak ve tahrip etmek, b) Baskı içeren siyaset sürecinde tehdit unsuru olarak kullanmak,

c) Barışın korunup sürekli kılınması ve koruma şemsiyesi altına alma vaadiyle yandaş edinmek, d) Bu gücü muhtelif yardımlara dönük olarak kullanmak.

Bu uygulamaların başarısı, gücün hedef toplumlar üzerindeki etkisini doğru hesaplamaktan geçer. Çünkü seçilen stratejinin doğruluğuna bağlı olarak sonuç “kabullenme” de olabilir, “direniş” de. (Nye,2005:18) ABD Başkanı Barack Hussein Obama 2009 yılında aldığı Nobel Barış Ödülü konuşmasında; "Uzun süreli bir barış, insan hakları, bireyler için ekonomik fırsatlar ve uluslararası kuralları ihlal eden rejimlere karşı yaptırımlar gerektirir. Barış dünyanın bazı koşulları empoze etmesi ile sağlanır,” (Ntvmsnbc Dünya, 2009) demiştir. Bu söylemden anlaşılacağı üzere “Askeri Güç” vazgeçilmezliği korumayı sürdürecektir. Hele ki bu söylemi bir barış ödülünü aldığı sırada dile

192

getirmesi hem ironik, hem de gözdağı gibidir. Gücün olmazsa olmazlarından “Ekonomik Güç;” Güç çeşitlerinin tabanını oluşturan unsurdur. Bunu sağlayan gayri safi yurtiçi hasıladan kişi başına milli gelir, teknolojiden doğal kaynaklara, ticaretten finansa kadar birçok kalem vardır. Bunu bir güce dönüştürme şekli ise ihtiyaçların muhtaçlığa vardırılmasıyla mümkündür. Yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılıklar giderek hassasiyetlere dönüşür. Dünyada yaşanan krizler bu hassasiyete güzel örnekler oluşturmaktadır.

Askeri güç, sert güçle eşdeğer varsaydığımızda zaman zaman karşıtında, zaman zamansa yanında olan “Yumuşak Güç;” Kavram olarak yeni olsa da bir davranış biçimi ve tarz olarak insanlık tarihi kadar eskidir.(Nye,2011:29) Temel dayanağını “kültür” oluşturmaktadır. Kültürün cazibe yaratmak için kullanılması zor ve meşakkatli olabilmektedir çünkü biri için çekim gücü, bir başkası için itici güç manasına gelebilmektedir. Bu noktada cazibeye manipülasyon da eklemek gerekmektedir.

Kısacası Yumuşak gücün hedefi, geniş kitleleri etkileyerek kamuoyu oluşturmak ve tavır değişikliği sağlamaktır.(Nye,2011:33)

Tüm bu güç kavramlarının bileşkesinden doğan “Akıllı Güç;” Amaçların hedeflere ulaşmasını sağlayan stratejileri içinde barındırmakta hatta bunun ilk adımını oluşturmaktadır. Sert güçle yumuşak gücü birleştirme becerisi, ‘akıllı güç’ tür.(Radikal,2006) Winston Churchill’in de dediği gibi; “Uçurtmalar rüzgâr gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler” 3. YUMUŞAK GÜÇ ve GÜNÜMÜZDE KULLANIM ŞEKİLLERİ Yüzyıllar boyunca ülkeler arasında yapılan güç savaşlarıyla yazılan tarih değişen şartlarla birleşince kendine yeni tanımlar yeni yollar bulma gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Her şeyin kavga ile elde edilemeyeceğini gören devletler, bunun yanı sıra kullanacakları yeni güçleri keşfetmişlerdir. Bu noktada yumuşak güç ortaya çıkmıştır. Joseph S. Nye, yumuşak gücü, "İstediğini, zor kullanmak veya para vermek yerine kendine çekme yoluyla elde etme becerisidir. Bir ülkenin kültürünün, siyasi ideallerinin ve politikalarının cazibesinden gelir. Politikalarımız başkalarına meşru göründüğü zaman, yumuşak gücümüz artar"(Nye,2003) şeklinde tanımlamaktadır. Bunun yanı sıra “Sert Güç mü”, yoksa “Yumuşak Güç” mü sorusu yıllar boyunca sorulduğu halde halen yanıtını bulamamıştır.

Yumuşak gücün kaynağı cazibe yaratma ve tercihleri şekillendirme becerisi oluşturmaktadır. Bunu yapabilmek bir nevi dolaylı yollardan geçmeyi, doğru adımları, doğru stratejilerle birleştirmeyi, tüm bunları doğru kurumların çatısı altında toplamayı gerektirir. Bu noktada “Yumuşak Güç” kavramı, propagandadan ayrılmaktadır. Çünkü propagandanın hedefinde kontrol altına almak yatar. Bunu yaparken kullanılan araçlar bakımından da bir takım farklılıklar mevcuttur. Öncelikle propagandanın adresi diğer halklardır, yumuşak gücünse hem halk, hem de devletlerdir. Propaganda bencilcedir, yumuşak güç iknaya dayalıdır. Propaganda bir güç değil gücün uygulama alanıdır, yumuşak güç ise başlı başına bir güç kaynağıdır.

Propagandanın kullanımı konusunda esas gelişme, iki savaş arası dönemde olmuştur.(Arı,2004:344)

Yumuşak güç 21.yy ait bir kavram olarak karşımıza çıkmıştır. Yumuşak güçle tanışan devletler, uygulamada alınan sonuçları gördükten sonra konuya daha fazla önem vermeye başlamışlardır. Bu konuda başı çeken Amerika, hem “Ekonomik Gücüyle” hem yarattığı “Askeri Güç” hegemonyasıyla, “Yumuşak Güç” olarak dünyaya servis ettiği Amerikan tarzının mükemmel sentezini yakalamış bir ülkedir. Bu noktadan hareketle yumuşak gücün kullanım şekillerine bakacak olursak;

193

3.1 Kamu Diplomasisi ve Devlet Bir devletin düşüncelerini ve ideallerini güncel politikalarını yabancı halklara anlatma çabasıdır ve yumuşak güçle birlikte çalışmaktadır. Kavramsal olarak yumuşak güçten çok önce kullanılmaya başlansa da günümüzde yumuşak gücün en önemli unsurlarından biridir. Yumuşak gücün tanıtım ayağını oluşturan kamu diplomasisi (Erzan,2012) kendine ayrı bir araştırma alanı oluşturmuştur.(Sancar,2012) Devletlerin yumuşak gücün kullanımında kamuoyuna nüfuz edebilmek için kullandığı kamu diplomasisi, "devletten-halka" ve "halktan-halka" iletişim olmak üzere iki ana çerçevede toplanabilir. Devlet-halk eksenindeki faaliyetler, devletin izlediği politikaları, yaptığı faaliyet ve açılımları resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise sivil toplum kuruluşları, araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil araçların kullanılması esastır. Kısacası, Kamu diplomasisi, "diplomatik iletişim"den daha geniş bir alanı kapsamaktadır.(Kalın,2012)

3.2 Toplumun Etki Gücü ve Halk “Yumuşak Güç” bir devletin diğer bir devleti etkilemesi yanında halkın liderleri etkilemesi bağlamında da işlerliği vardır. Her toplumun sahip olduğu liderlerini etkileme gücü kimi zaman öyle noktalara varabilmektedir ki liderler geri adım atmak zorunda kalmaktadır.

3.3 Gücün El Değiştirmesi ve Kaynak Dağılımı Güç dağılımında adalet dünya üzerinde mevcut değildir. Her daim birileri güçlü, diğerleri zayıftır. Ve zayıflar güçlendikçe orantısal olarak güçlülerin de zayıflaması kaçınılmaz olacaktır. Günümüzde dünyadaki üretimin1/4’ü, askeri harcamaların neredeyse yarısı, dünya nüfusunun sadece %5’ine sahip ABD tarafından gerçekleştirilmektedir.(Nye,2011:51) Bu veriler ışığında Amerika’nın yaşayacağı herhangi bir güç kaybı yahut düşüş, bir başka ülkenin güç kazanması, çıkış olarak konjonktüre yansıyacaktır. Uzmanlar tarafından çıkış yapan ülke olarak Çin gösterilmektedir. Hatta bunun ileride bir savaş nedeni olabileceği konusunda bir takım tartışmalar yapılmaktadır. Aslında bu hiç de beklenmedik bir şey olmamalıdır çünkü güçlü olanların yarattığı hegemonya tarihsel süreçte savaşların nedenleri olarak gösterilebilir ve bu dünya sahnelerinde defalarca görülmüş bir durumdur. Tıpkı; Yunan şehir devletleri sistemini yerle bir eden Peleponnes Savaşları’nın(Uludağ:2010) M.Ö.5. yy. Sparta’nın, Atina’nın güçlenmesinden duyduğu endişe yüzünden çıkmasını neden gösterebileceğimiz gibi ya da I. Dünya Savaşı’nın(Stone,2010) Almanya’nın yükselişinin Britanya’da yarattığı korkuların savaş nedenleri arasında sayabileceğimiz gibi…

3.4 Gücün Yayılması ve Teknoloji Bunun altında yatan en önemli unsur siber kullanımda yaşanan artıştır. Bilgi çağını yaşayan dünyada bilgisayar kullanımı her geçen gün artarken teknolojide yaşanan bu hızlı ilerleme sayesinde yumuşak güç kullanımı daha geniş kitlelere ulaşabilmektedir.

Her ne kadar silah sanayine ek olarak bilgi toplama teknolojisi devlet tekelinde olsa da internet ortamı, yayıncılar ve editörleri kontrolündeki görsel ve yazılı medyaya kıyasla daha etkindir. Bireyden bireye (e-posta yoluyla), bireyden topluma (bloglar, Twitter vs. yoluyla), toplumdan bireye (Wikipedia ve benzerleri yoluyla) ve belki en önemlisi, toplumdan topluma (sohbet odaları, Facebook, LinkedIn ve benzerleri yoluyla) iletişim kanallarını alabildiğine açılmaktadır.

194

Temel bir güç kaynağı olan bilgiye sahip olanların sayısı şimdilerde, hiçbir dönemde olmadığı kadar fazlalaşmıştır. (Nye,2011:36) Tablo2’de görüleceği üzere 1 milyara ulaşan aktif kullanıcıyla (Milliyet,2012) Facebook neredeyse tüm dünya tarafından etkin şekilde kullanılmakta bu önemli bir yumuşak güç kaynağı oluşturmaktadır. Tabi bunun tehlikeleri de yok değildir. Uluslararası terör yumuşak Güçle aynı kullanım alanlarını paylaşmakta, kimi zaman bu teknoloji yarar sağladığı kadar zarara neden olabilmektedir. Son yıllarda Kuzey Afrika’da başlayan ve Arap Ülkelerini etkisi altına alan halk hareketlerinin (Kışlakçı,2011) Facebook’ta başlayıp yayıldığına dair dedikodular kulaktan kulağa dolaşmaktadır.(Kutluay ve Dinçer,2011) 21.yy bilgi çağını yaşayan dünyada, teknolojinin önlemez yükselişi Thomas Jefferson’un sözünü daha bir anlamlı hale getirmiş gibidir;

“Bilgi güçtür… Bilgi güvenliktir… Bilgi mutluluktur…

4. BÖLÜM GÜÇ PARAMETRESİNDE SEÇİLİ ÖRNEK *HİNDİSTAN Hindistan; (Kulke ve Rothermund,2001) Tarih boyunca insanlık için bir cazibe merkezi olmuştur. Sahip olduğu zenginliklerle, gerek insanlık tarihinin eski uygarlıklarının ve gerekse de modern dönemin Batılı Sömürge İmparatorluklarının iştahlarını kabartmıştır. (Bayur,1987) Hindistan'ı işgal edenler zenginleşip dünyanın diğer ulusları üzerinde iktidar sahibi olurken, Hindistan gittikçe fakirleşmiştir. Bu nedenle, Hindistan'a sahip alma kavgasının, dünya tarihinde meydana gelmiş pek çok siyasi, iktisadi ve askeri olayın temelinde yattığını söylemek abartılı olmayacaktır. Günümüzde Hindistan sahip olduğu bu cazibeyi kendi lehine çevirmenin yollarını aramakta, sahip olduğu sorunların karşısında kanımca bir nevi pasif direniş tavrı sergilemektedir. Öyle ki her ülke için öncelik sırası değişken olan Dış Politika unsurlarında Asya coğrafyasında yaşayan ülkeler her daim güvenlik endişesiyle hareket etmişlerdir.

Hindistan;(Güngör,2001) Çin, Afganistan ve Pakistan’a olan yakınlığı sebebiyle önemli bir stratejik konuma sahiptir. Özellikle soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında dışa kapalı olan Asya’nın aksine Hindistan, bağlantısızlık hareketinin başını çekerken Doğu Bloğuna yakın bir duruş sergilemiştir. Bunun da sebebi Pakistan’ın 1954 yılında NATO’nun uzantısı olarak ortaya çıkan Güney Doğu Asya Anlaşması Örgütü’ne (SEATO) üye olup Batı Bloğunda yer almasıdır. Bu Hindistan’ı Sovyetlere kaydırmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu Orta Asya’da ortaya çıkan güç boşluğu, etnik gerilimler, iç çatışmalar ve İslami köktencilik gibi istikrarsızlık unsurları Hindistan’ın güvenlik endişelerini artırmıştır.(Purtaş,2006:57) Hindistan bu dönemde siyası sorunlarına değil ekonomik ilişkilerin güçlenmesine öncelik vermiş, dış politikasını şekillendiren ilkeler; toprak bütünlüğü ve egemenliğe karşılıklı saygı, saldırmazlık, iç işlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı çıkar, barış içerisinde bir arada yaşama olmuştur. (Sönmez,2000) Halen Hindistan Dış Politikasına yön veren ilkeler bunlardır. Günümüz şartlarında Hindistan, hem Rusya ile yakın temas kurmakta hem de ABD ile denge politikasına uygun ilişkiler içine girmektedir. 1990’lı yıllarda Liberal reformlar sayesinde Hindistan ekonomisi istikrarlı bir büyüme yakalamıştır.

195

Ayrıca Hindistan’da 50-100 milyon arası insan resmi dil olan İngilizceyi konuşmaktadır. Bu temele dayanan Hindistan, iletişim teknolojileri alanında uluslararası bir oyuncu ve aktif biçimde faaliyette olan bir uzay programına, 60-70 adet nükleer silaha, orta menzilli füzelere, 1,3 milyon askeri personele ve 30 milyar dolarlık savunma bütçesine (dünya toplamının %2 si) “Yumuşak güç” olarak, yerleşmiş bir demokratik yapısı, hareketli bir pop kültürü bulunmaktadır. Etkin bir diasporaya ve yılda yapılan film sayısı bakımından dünyanın en büyük sinema yapımı endüstrisi olan Bollywood’a sahiptir. Buna karşın Hindistan nüfusunun 1/3’ü geçim için asgari şartların altında bir yaşam sürdürmektedir ve yüz milyonlarca insanın okuma yazması yoktur. (Nye,2011:36-37)Bu veriler ışığında ironik bir yapıya sahip olan Hindistan’ın seçili örnek olarak kullanılmasının nedeni sivil itaatsizlik ve pasif direniş hareketidir. Henry *David Thoreau’nun literatüre kazandırdığı sivil itaatsizlik; 1900’lü yıllarda **Gandhi tarafından geliştirilerek baskıcı yönetime karşı uygulanan son derece etkili bir yönteme dönüşmüştür. Gandhi’nin sivil itaatsizlik felsefesine katkısı, itaatsizliğin eyleme dönüşme yöntemini hedef alan “pasif direniş” anlayışıyla gerçekleşmiştir.(Thoreau ve Gandi,2012) Gandhi pasif direnişi; kendileri bizzat şiddet kullanmasalar bile şiddete maruz kalma riskini göze alabilen toplulukların gösterdiği mücadele şekli olarak tanımlamıştır. (Yılmaz,2011:13) Bu bağlamda gücün karşısında duran kelime “Direniş” ise Yumuşak Gücün karşısında duran olsa olsa “Pasif Direniştir.” Çünkü bir ulusu değerlendirirken nüfusunun büyüklüğünden veya nükleer başlıklarının sayısından çok insanlarına nasıl davrandığı önemli olmalıdır. (Luce,2008) Hindistan, İngiltere’den pasif direnişle devraldığı bağımsızlığını gelişmiş bir demokrasiye dönüştürebilmiş nadir ülkelerden biridir. Aynı zamanda kendine has kültür ögeleri ve renkleriyle, gelişen teknoloji dünyasına sağladığı uyumla gelecekte değişen dünya düzeni içinde etkin söz sahibi olacak aktörlerden biridir. *Henry David Thoreau: Amerikalı düşünür ve şair.

**Mohandas Gandi: Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideridir. Gerçek ve kötülüğe karşı aktif ama şiddet unsuru içermeyen direniş ile ilgili olan Satyagraha felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefe Hindistan'ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştur. Hintli söz yazarı Josh Prasoon’un ‘Des Rangila’ şarkısında dediği gibi;

“Dünya her dönüşünde burada renk değiştirir Renklerin en güzeli bu dildedir

İklimler en tepeden yeşile bürünür Gökyüzü masmavi bir örtü serer üzerine

Altın gibi nehri, yeşil okyanusu… Her parçası kıyafeti gibi, Rengârenk bir ülke…”

TABLO 2:

196

5. HİNDİSTAN’IN YUMUŞAK GÜÇ POLİTİKASI ve KAYNAKLARI “Yumuşak Güç” son yıllarda ölçülebilir verilerle endekslenmekte bu tarz araştırmalar ülke politikalarına katkı amacına hizmet etmektedir. Ölçülebilen veriler ışığında imaj analizi gibi düşündüğümüzde, “Yumuşak Güç” biriken bir olguya dönüşmektedir. Dünden bugüne değil daha uzun zamana ihtiyaç duyulan bir süreçtir bu aslında. Ayrıcı küresel bütünleşme ve küresel entegrasyon ön şartlarına bağlıdır. Çünkü “Yumuşak Güç” tek başına bir anlam ifade etmemekte, diğer aktörler ve enstrümanların kullanılması gerekmektedir. (Ernst ve Young,2012) Ülkedeki yabancı gazeteci sayısı, devletin sponsor olduğu yurtdışı medya faaliyetleri, olimpiyatlarda elde edilen altın madalyalar, ülkeyi ziyaret eden yıllık turist sayısı, BM tarafından yayımlanan yaşam süresi tahminleri, Dünya Bankası Küresel Yönetişim Sıralaması, Her bin kişiye düşen yabancı öğrenci oranı; Üniversite sayısı, Rekabetçilik Endeksi, Uluslararası Yolsuzluk Endeksi, Bir yıl içinde alınan patent sayısı, Alınan doğrudan yabancı sermaye, Yurtdışındaki kültürel misyonlar; Başbakan veya Cumhurbaşkanı tarafından konuşulan yabancı dil sayısı gibi unsurlar ülkelerin değerlendirilmesi yapılırken dikkate alınan temel unsurlar arasında yer almaktadır.(Ünlü, Dünya Gazetesi,2010) İngiltere’de yayın yapan Monocle dergisi, Institute for Government Soft Power (Yumuşak Güç Yönetim Enstitüsü) tarafından 50 ülke arasında gerçekleştirilen araştırma sonucunda yumuşak gücün doğru ve etkili kullanıldığı ilk 25 ülkenin listesi 2012 başlarında yayınlanmıştır.(Dünya Gazetesi 2012) Bu listeden Hindistan yer alamamıştır. Ayrıca bir başka çalışma, Newsweek dergisi tarafından yaşamak için en iyi ülkeleri belirlemesi amacıyla sağlık, ekonomik dinamizm, eğitim, siyasi ortam ve hayat kalitesi dâhil olmak üzere, beş faktör dikkate alınarak yapılmış, “Dünyanın En İyi Ülkeleri” listesi oluşturulmuştur. Çalışma sırasında değerlendirilen 100 ülke arasında Hindistan ise 78’inci olabilmiştir.(Hürriyet,2010)Ernst &Young’ın Hızla Büyüyen Piyasalar Yumuşak Güç Endeksi sıralamasında ise Hindistan 2011’de 9. olmuştur.

*Ernst & Young; Her biri ayrı birer tüzel kişiliğe sahip Ernst & Young Global Limited'e üye firmalardan oluşan küresel bir organizasyon olup, tüm hizmetlerini bu üye firmalar aracılığıyla sunmaktadır. Ernst & Young Global Limited, garanti ile limitli bir İngiltere şirketidir.

TABLO 3; Yumuşak Güç Ülkeler Sıralaması 2005-2010

197

Yumuşak Güç Politikasının Kaynaklarına bakacak olursak;

5.1 Kültür Öğeleri Hindistan dünya üzerinde yaşayan ülkeler arasında eski ve farklı bir kültüre sahip ender ülkelerden biridir öyle ki Hint Kültürünü oluşturan ögelerin zenginliği açısından eşine zor rastlanır özelliklere sahiptir. Hint yaşam tarzının oluşumunu sağlayan göçler kesintisiz 5000 yıllık tarihe sahip olan Hindistan’da kültürel zenginliğin birincil kaynağını oluşturmaktadır.(Ayyubi,1959-60) Bu çeşitlilik Hindistan’ı rengârenk bir ülke haline getirmiştir. Hindistan sıkıntılı bir coğrafyaya kök salan ülkelerden biridir. Dünya konjonktürünün gereklerini yerine getirmesi açısından olaya baktığımızda, “Yumuşak Güç” silahını edinmek konusunda hiç zorlanmayacağı kültürel ögelere sahip olduğunu görebiliriz. Nevi şahsına münhasır olan bu özellikler, Asya’nın mistik ruhuyla birleştiğinde kolaylıkla bir cazibe merkezine dönüşebilmektedir.

5.1.1 Kültür Öğelerinin Yumuşak Güce Dönüşmesi, Bollywood Hindistan’ın Kültür ögelerini oluşturan unsurlar “Yumuşak Güç” potasında eritilerek bir takım araçlar vasıtasıyla dünyaya servis edilmektedir. Bu araçların en etkin kullanımı Bollywood’da karşımıza çıkmaktadır. Bollywood; Hindistan’da bulunan eski adı Bombay, yeni adı Mumbai kentinde olan Hollywood muadilidir. Dünyada en çok film çekilen ülkelerden biri olan Hindistan filmlerinin neredeyse tamamı burada çekilmektedir. Hint kültürünün en iyi tanıtım kanalı aslında burasıdır çünkü her filmde kültür ögeleri rahatlıkla görülebilmektedir. Filmlerin sahip oldukları gücü ilk keşfeden Amerika, Hollywood ile Yumuşak Gücü bir silaha dönüştürmüş, muadili Bollywood ile Hindistan da onu takip etmiştir. Günümüzde Bollywood’da üretilen filmler kalite bakımından Hollywood’la yarışır haldedir. Öyle ki 81. Oscar Ödül töreninde *Slumdog Millionaire ile 8 dalda birden ödül almıştır. Sinema gönüllü bir tanıtımcı aynı zamanda simgeler ithalatçısı olarak çalışmaktadır. Çünkü kimi zaman görüntüler kelimelerden daha güçlü bir etki yarabilmektedir.

5.1.2 Kültür’ün Diğer Öğelerinin Yumuşak Güce Dönüşmesi Hindistan denilince ilk akla gelen nedir? Bu soruya verilecek cevaplar kültür ögelerini oluşturan unsurlardır aynı zamanda. Çünkü kültür insan doğasına yaptığı etkiler sayesinde oluşan bir kavramdır. Dilden dine, mutfaktan kıyafete oradan da müziğe kadar bizi biz yapan değerler bütününe kültür demekteyiz aslında.

Bu değerler bütünü “Yumuşak Güç” olarak kullanıldığı anda etkiye dönüşmektedir. Bunun Hint Diyarında nasıl olduğuna bakacak olursak müziğin diğer unsurlardan daha fazla etki gücüne sahip olduğunu görebiliriz. Hint Müziği özellikle son dönemde filmlerle birlikte dünyaya yayılmaktadır. Bu yapılırken aynı zamanda Hindistan’a özgü kıyafetler de etki gücüne katkı unsuruna dönüşmektedir. Özellikle kadınların giydiği Sâri neredeyse tüm dünya tarafından bilinen bir kıyafettir.

*Slumdog Millionaire; Jamal Malik Mumbai'nin gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan 18 yaşında bir yetimdir. Hindistan'da katıldığı bir bilgi yarışmasında 20 milyon rupe kazanmasına sadece bir adım kalmıştır. Şovun o gecelik bitmesinin ardından Jamal, eğitimsiz olan birinin bu kadar büyük başarıyı ancak hile yoluyla gösterebileceğinden şüphelenilip tutuklanır. Ama yarışmadaki her sorunun cevabıyla o gece Jamal'ın inanılması zor gerçek hikâyesi ortaya çıkacaktır.

198

Hindistan’da ikinci dil olarak İngilizcenin kullanılması ona büyük bir avantaj sağlarken aynı zamanda Hindistan içinde yaşanan dil sorununa alternatif çözüm sağlamaktadır. Öyle ki bağımsızlığın ilk yıllarında dil konusu anayasa ile korunmuş, 343. maddeye göre birliğin resmî dili Hintçedir ve yazı dili de "Devanagâri" dir denilmiştir. Anayasanın yürürlüğe girmesinden itibaren 15 yıl süresince, İngilizce resmî yazışmalarda kullanılmaya devam etmesi güvence altına alınmıştır.(Abadan,1951:208-257)

Tüm bunlara ek olarak baharatlar cenneti Hint mutfağının da anılması gerekmektedir. Dünya mutfakları arasında önemli bir yere sahip olan bu mutfak; dünyada açılan Hint Restoranları sayesinde yumuşak güce katkı sağlanmaktadır. Son olarak din unsuru Hindistan’da hatırı sayılır bir ağırlığa sahiptir. İster Hindu olsun, ister Müslüman Hindistan’da yaşayan halk dindardır ve dini yaşam şeklini kültürüyle sentezleme konusunda çok başarılı olmuştur. Bağımsızlığın ilk yıllarında yaşanan Hindu-Müslüman çekişmesi yıllarla birlikte azalma eğilimi içinde olsa da zaman zaman şiddetli çatışmalar yaşanabilmektedir. Barış içinde bir arada yaşama ilkesi gereği Hindularla Müslümanlar dost olmayı başarmaları dünyaya bunun yapılabilirliğini göstermesi açısından çok önemli bir konudur. Ayrıca bununla birlikte kazanılacak Yumuşak Gücün Hindistan’a büyük katılar sağlayacağı kesindir.

5.2 Yurtiçi ve Yurtdışı Politikaların Yumuşak Güçle İlişkisi Hindistan Yumuşak Güç Politikasını şekillendirirken içinde bulunduğu coğrafyanın sıkıntılarına odaklı davranıp -ki başlıcası Keşmir’dir- küresel pazardaki payını arttırma hedefine yönelmektedir ayrıca ülke içinde iki büyük sıkıntısı olan, yoksulluk, nüfus ve buna ek olarak yolsuzluk sorunlarıyla uğraşmaktadır.

Eğitim konusunda ciddi reformlara ihtiyaç duyulmakta, konuyla ilgili girişimler yapılmaktadır. Ülkede 70 milyon çocuğun okula gidemiyor oluşu sanıyoruz ki ülke açısından çok ciddi sıkıntı sebebidir zira okuryazarlık oranı %65’lerde seyretmektedir.(BBC Türkçe,2009) Bunun yanı sıra üniversiteler sıralamasında da çok başarılı sayılmayan Hindistan’ın Yumuşak Gücündeki önemli eksiklerinden biri de zayıf altyapısı ile aşırı formalite ile boğulmuş bürokrasisidir. Bu bağlamda düşünecek olursak, özel şirketlerin ve özel hizmetlerin devlet hizmetlerine tercih edilmesinin nedeni de ortaya çıkmış olur. Hindistan’ın önünde yürünmesi gereken uzun bir yol olduğu aşikârdır. Ayrıca ülkede bitmek bilmeyen etnik ve dinsel ayrışmalar ülkeyi iç huzuru yakalamaktan uzağa taşımakta, bu da Yumuşak Gücünde düşüşlere neden olmaktadır. Özellikle dış politikasını şekillendiren güvenlik algısı iç politikasına da yer yer nüfus etmektedir. Bahçeşehir Üniversitesi’nin düzenlediği Hükümet Liderlik Okulu konulu, 11 Haziran 2010 tarihli yuvarlak masa toplantısında, Raminder Singh Jassal; Hindistan’ın devlet anlayışı kendi kendini yönetme mantığına dayanmaktadır. 1952 yılında ilk seçimlerini yapan Hindistan uzunca bir süredir aynı ulusal kongre tarafından yönetilmektedir. Demokratik sistemimizin daha da gelişebilmesi için reformlara devam edilmektedir. Diyerek Hindistan’ın iç politika anlayışına ışık tutmaktadır. Hindistan avantajları ve dezavantajları ile tam bir karmaşadır aslında. Özellikle doğu batı ayrımı ülkenin iki farklı yüzünü oluşturmaktadır. Sahip olduğu genç nüfusu ile bilişime verdiği önceliklerin meyvesini toplamaya başlamış, bilişim sektöründe insan yetiştirmede ve üretimde üst sıralara çıkmıştır. Bugün dünya gündeminde güçlü bir pazar olarak yer almakta pazarlama alanında önde gelen ülkelerden biri olarak, 21.yy en hızlı büyüyen ekonomileri arasına girerek iç politik kulvarda

199

kaybettiği Yumuşak Gücün bir nevi rövanşını almaktadır. Ayrıca enerji konusunda Hindistan küresel anlamda yükselen bir güçtür. Dünya genelinde artan enerji ihtiyacı Hindistan’ı önümüzdeki yıllarda daha önemli bir pozisyona taşıyacaktır. Hindistan Diasporası (Dufoix, 2011) pek çok ülkede, özellikle ABD’de çok etkili olmaya başlamıştır. Bugün 25 milyon Hindistan vatandaşı yurtdışında farklı ülkelerde yaşamaktadır ve karar mekanizmalarının önemli mevkilerinde görev almaktadırlar. Hindistan Diasporası tedarikçi ve müşteri olarak çok iyi konumlandırılmıştır. 2000 yılında ise “Hint Diasporası Yüksek Komitesi’ni kurarak, Diaspora konusunda gelen önerileri özel olarak değerlendirip iyi hazırlanmış bir Diaspora stratejisi, Hindistan’a hem ihracat hem de imaj açısından büyük katkılar sağlamıştır. Amerika’daki Hint Diasporası, ülkede kurdukları şirketlerin ‘şubelerini’ Hindistan’da açarak nitelikli ucuz işgücünden yararlanmakta, ülkelerine önemli ekonomik ve toplumsal katkılar sağlamaktadır. Diasporanın Amerika’da özellikle de Silikon Vadisi’ndeki başarısı, Hindistan’ın ve Hintli firmaların dünya çapında imaj ve ününü pekiştiren etkenlerin başını çekmektedir.(Elçi, Bilgi Çağı,2008)

Bu, Yumuşak Gücün artışı anlamına gelmektedir. Çünkü Yumuşak Gücün öncelikli hedefleri, medya, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, finans ve iş dünyasıdır. İletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu, günümüzde medya yoluyla yapılan savaşlar önem ve öncelik kazanmıştır. (Yılmaz,2011:35) Küreselleşen dünyada bir ülkenin kendi değerlerini bir başkasına anlatması günümüzde çok yönlü bir diplomasiyle mümkündür. Bu diplomasi kaynağını meşruiyetten almaktadır. Uygulama alanlarına göre çalışmanın önceki bölümlerinde değinildiği gibi yelpaze genişlemekte ortaya girift bir yapı çıkmaktadır. Ernst & Young ’un 2012 yılında yaptığı Hızlı Gelişen Pazarlar Yumuşak Güç analiz raporundaki değişkenlere bakacak olursak, çalışmanın ve dahası yumuşak gücü oluşturan unsurların ne denli detaylı olduğunu da rahatlıkla görebiliriz. Analizde özdeş değişken ve değerler kullanılarak her bir ülke için hesaplanmaktadır. Sıralamada kesin değişikliklerin olabilmesi için uzun zamana gereksinim duyulmasından ötürü Tablo 4’daki veriler ışığında analiz yapabilmemiz mümkün olur kanısındayız.

TABLO 4: *Gelişmekte Olan Piyasalar Yumuşak Güç Endeksi

200

*Hızla Büyüyen Piyasalar Yumuşak Güç Endeksi; On üç “Yumuşak Güç" değişkeninden oluşmaktadır. Değişkenlerin hepsi bağımsız bir ülkenin yumuşak gücüne küresel sahnede etki etmektedir. Bazı değişkenlere ait kısıtlı veri olmasından ötürü endeks 2005 yılından 2010 yılına kadar olan altı yılı kapsamaktadır. Araştırma, Moskova Yönetim Bilimleri Okulunun bir bilim merkezi olan ve yükselen piyasa ekonomileri ve işletme araştırmaları alanında uzmanlaşmış SKOLKOVO Enstitüsü Yükselen Piyasalar Çalışmaları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Ernst & Young Yükselen Piyasalar Merkezi Eş Başkanı Alexis Karklins-Marchay, “Yeni birçok eğilim Yumuşak Gücün yayılım ve kullanımını kritik düzeyde gerekli hale getirdi. BRICS ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika'nın ekonomileri) bu endekste hâkim durumda bulunması sürpriz değil. İlk olarak, yükselen piyasa ekonomilerinin yeni hızlı büyüyüşü ve ikinci olarak ülkeler yabancı doğrudan yatırım için rekabet ederken Yumuşak Güç konusunun hayati konuma gelmesiyle yaygın bir şekilde geçerlilik kazandı. Ayrıca artık önemli ve ulusal gücü belirten kapsamlı bir gösterge konumunda, Yumuşak Güç bir ülkenin markasının geliştirilmesi ve güçlendirilmesi konularında vazgeçilemez durumda,” demiştir.(Anadolu Ajansı,2012) Bu noktadan hareketle Tablo 6 ‘da Hindistan’ın 2005-2010 yılları arasında 13 farklı başlıkta Yumuşak Güç Endeks verilerini inceleyecek olursak; İlk sırada İkinci dil olarak İngilizceyi kullananların yüzdesi gelmektedir. İkinci sırada Times dergisinin her yıl yayınladığı en etkili 100 kişi listesi, yumuşak güç ölçümlerinde ulusal simgeler açısından önemli kabul edilmektedir. Üçüncü sırada Hukukun üstünlüğü yer almakta, bunun için ülke kurumlarının kalitesini ölçmek için her yıl Dünya bankası tarafından çıkarılan indeks, ölçümlerde kullanılmaktadır. Yolsuzluk, suç ve şiddet yüzdeleri yüksek ülkelerin yumuşak güç parametreleri ters orantılı şekilde düşmektedir. Özgürlük endeksi başlığı altında dördüncü sırada incelenen ülkenin rejimi ve ülkenin vatandaşlarına tanıdığı özgürlüklerdir.

Otoriter rejimlerin endekste düşük derecelendirmelerle karşılaştığı görülmektedir. Buradan anlaşılacağı üzere Demokrasi ve Yumuşak Güç doğru orantılıdır. Demokrasi ve insan hakları gibi siyasi değerler, güçlü çekicilik kaynaklarıdır.(Yılmaz,2007) Beşinci olarak Göç konusu, Yumuşak Güç endeksinde önemli bir kalemi oluşturmaktadır çünkü ülkenin aldığı göç, onun Yumuşak Gücünü artırmaktadır. Ev sahibi ülkenin kültürüyle yoğrulan göçmenler, uzun vadede ülkenin imajı konusunda kalıcı değişikliklere sebep olabilmektedir. Altıncı sırada yer alan çevre ve sürdürülebilirlik politikaları son yıllarda gitgide ülkelerin küresel bazda karşılaştığı bir soruna dönüşmüştür ve ülkelerin önemle üzerinde durması gerekmektedir. Yedinci sırada seçmen katılımı yer almakta bu, oyların yüzdesi ile ölçülmektedir. Yüksek seçmen katılımıyla gerçekleştirilen seçimler güçlü demokrasileri işaret etmektedir ki bu da yumuşak güç için önemli bir faktördür. Sekizinci başlık Medya İhracatı yani film, müzik, kitaplardır. Bu kalem potansiyel yumuşak güç kaynağıdır çünkü bu şekilde ihraç edilen aslında kültürdür. Dokuzuncu olarak Turizm, ev sahibi ülke için kültür ihracına olanak tanımakta, bu sayede hem “Yumuşak Güç” hem de “Ekonomik Güç” artırımı sağlanabilmektedir. Onuncu sırayı oluşturan her yıl Fortune Dergisi’nin yayınladığı şirketler sıralamasında olmaktır. Bu değer, şirketlerin yarattığı markalar aracılığıyla Yumuşak Gücün kaynak sağlaması olarak değerlendirilmektedir. On birinci olimpiyatlardır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloğu tarafından, Batı karşısında önemli bir fırsat olarak görülmekteydi. Günümüzde alınan madalya sayısı ile endekse giren bu kalem, Yumuk Gücün alt sıralarını oluşturmaktadır. On ikinci sırada yer alan Dil, ülkenin dilinin dünya üzerindeki konuşulma popülerliğine bakmaktadır. Özellikle ABD’de okullar incelendiğinde bu konudaki popülerliğin Çince ve Arapça’da olduğu görülmektedir. Son sırada yer alan Üniversiteler sıralaması ülkenin üniversitelerini başarı sıralamasına göre değerlendirmektedir. Bu konuda baz alınan Dünya Üniversiteler Sıralamasıdır. Ayrıca yurtdışından gelen yabancı öğrenci sayısı ile yurtdışına giden öğrenci sayısına da bakılmaktadır.

201

İyi eğitilmiş bir nesil Yumuşak Gücün artırılması açısından çok önemlidir ve dünyaya barış ancak eğitimle gelebilir. Ayrıca barış ortamı savunma harcamalarını asgariye indirecek, uluslararası barış, “kontrol altında tutmak” ve “caydırıcılık” gibi saldırgan olmayan daha ucuz, yumuşak güç yöntemleri ile korunabilecektir.(Yılmaz,2008:55) Sanıyoruz ki barış ancak bu şekilde sürdürülebilir hale gelecektir. Pasteur’un de dediği gibi;

“Daima yukarıya bak! Bilmediğin şeyleri öğren ve her gün yükselmeye çalış” 6. SONUÇ VE ÖNERİLER Önümüzdeki zaman diliminde sanıyoruz ki güç uygulamaları, “Sert, Yumuşak ve Ekonomik Güç” kaynaklarının karışımdan oluşacaktır. 21. yy Uluslararası İlişkileri, gücün üçayağını oluşturan bu güç çeşitleri ve devlet dışı aktörlerin baskın etkilerini arttırmasıyla şekillenecektir. Ayrıca bu devlet dışı aktörler, ürettikleri yeni politika yöntemleriyle güvenlik ortamında daha belirgin hale gelmektedirler ki bu noktada hegemonyadan bahsetmek yerinde olur. Hegemonik güç denkleminin ana hedefi, diğer ülkelerin ulusal güçlerini zayıflatarak güç politikasını kullanamaz hale getirmektir. Günümüz güç dengelerine baktığımızda ulus-devletlerin yok edilme çabası dikkat çekicidir. Devletler ancak uygulayabildikleri güç politikalarıyla orantısal olarak düşmanca davranışları caydırabilir, kendi ulusal çıkarlarını ve bağımsız iradelerini koruyabilirler.

Günümüz şartlarında yürütülen politikalar, ulus-devletlerin güç unsurlarını yok ederek, egemenliği kendi kontrolü altında tutmak, hatta transfer etmektir. Nitekim demokrasi getirmek vaadiyle işgale kalkışılan, rejimi ve kimliği yeniden tanımlanarak sözde batılı ve modern dünyaya kazandırılan ülke örnekleri giderek artmaktadır. Hegemonik açıdan durum böyle iken madalyonun diğer tarafına da bakmak gerekir. Hindistan ve muadili diğer ulus-devletler yapısal sorunları nedeniyle politika ve strateji üretmek konusunda eksik kalmışlardır.

Hindistan başta olmak üzere tüm Asya devletleri eksiklerini giderdiği takdirde sadece caydırıcılığına dayanan ulusal güvenlik endeksli algısının yanı sıra Yumuşak Gücün tüm unsurlarını güç çemberi içinde birleştirmiş yeni bir güvenlik kurgusuna sahip olacaktır. Ayrıca Hindistan’ın avantajı olan bilişim sektöründe başı çekmesi aynı zamanda uluslararası pazarda lider ülkelerin arasında mevcudiyetini sürdürmesi işten bile değildir. Her ülkenin olduğu gibi Hindistan’ın da uluslararası alanda hak ettiği yere ulaşması için etkide bulunabileceği ve onu sürekli bir çekim merkezi haline getirecek yeterince yumuşak güç kaynakları hâlihazırda mevcuttur. Çünkü Hindistan’ın Yumuşak Gücünün temelinde, bir ölçüde topraklarında yaşamış büyük imparatorlukların mirası ama esas olarak Gandi ve pasif direnişiyle İngiltere’ye karşı kazandıkları bağımsızlık hareketi yatmaktadır.

Liberal Demokrasiler seviyesinde olması gereken Hindistan’ın hedeflerinin arasında yoksullukla mücadele ve nüfus sorununa çözüm arayışlarına, 21.yy çok aktörlü oyuna daha etkin katılımı eklemesi gerektiği kanısındayız. Dünya her geçen gün değişen ve dönüşen bir yapı içinde yeni stratejilere gebedir ve çoklu sistem oyununun kuralları sil baştan yazılmaktadır. Yeni oyunda Hindistan ne kadar etkin olacak ve bu etki alanında etkilenen mi yoksa etkileyen mi olacak? sorularının yanıtları önümüzdeki gelecekte ortaya çıkacaktır.

Son tahlilde şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki büyük güçler, büyük planlar yapar, büyük stratejiler geliştirir, büyük paralar harcar, büyük silahlara sahip olabilir lakin diğer güçler ortaya sadece yüreklerini koyduklarından olsa gerek tarihi yeniden yazarlar. Tıpkı Hindistan’ı bağımsızlığa götüren süreçte güvendikleri tek güç olan bağımsızlık ülküsüne olan inançları gibi…

202

Bağımsızlığını savaşarak elde eden tüm toplumlara has bir duruş vardır. Kanla kazanılanın kolayına, kolaylıkla kaybedilmemesi gibi, aslolan mukaddes mirası korumak gibi, ulus kavramını kaybetmemek için direnmek gibi, Yumuşak Gücün etki alanına direnmek gibi, pasif direniş gibi, gerekirse savaşı göze almak gibi… Sanıyoruz ki en büyük hegemonik “Yumuşak Güç” çıkmazı işte budur. Ulu Önder Atatürk’ün dediği gibi; “Hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir”.

203

KAYNAKÇA ARI Tayyar, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, 5. Baskı, İstanbul, Alfa Yayınları, 2004,s.344

AYYUBI Akmal, “Hint Kültürü Üzerinde Müslüman Türk Tesirleri”, İslam Tetkikler Enstitüsü Dergisi, Cilt III, Cüz 3-4, 1959-60

ABADAN Yavuz, “Yeni Hint Anayasası”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt VIII, Sayı 1-2, 1951, s.208-257

BATUR Yusuf Hikmet, Hindistan Tarihi, Cilt III, 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu,1987 DUFOIX Stephane, Diasporalar, çev. Işık Ergüden İstanbul Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları, 2011 ERZAN ÜNAL Meltem, Kamu Diplomasisi, İstanbul, Derin Yayınları, 2012

GÜNGÖR Celalettin, Sömürgeden Ulusa Hint Milliyetçiliğinin Kökenleri, Ankara, Gazi Kitabevi, 2001

KOLEKTİF, der. Âdem Uludağ, Antik Dünya Ansiklopedisi, Ankara, TÜBİTAK Yay., 2010. KUTLUAY Mustafa ve DİNÇER Osman Bahadır, “Arap Baharı ‘ABD’nin Hegemonik Projesi midir?” Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı 107, Yaz 2011 KULKE Hermann ve ROTHERMUND Dietmar, “Hindistan Tarihi” Ankara, çev. Müfit Günay İmge Kitabevi Yayınları, 2001 KIŞLAKÇI Turan, Arap Baharı, İstanbul, Mana Yayınları, 2011

LUCE Edward, In Spite of the Gods: Strange Rise of Modern India, New York, Anchor Publisher, 2008

NYE Joseph Samuel, Bound to Lead: The Changing Nature of American Power, New York, Basic Book, 1991

NYE Joseph Samuel, Amerikan Gücünün Paradoksu, çev. Gürol Koca, Literatür Yayınları, İstanbul,2003

NYE Joseph Samuel, Dünya Siyasetinde Başarının Yolu Yumuşak Güç, çev. Rayhan İnan Aydın, İstanbul, Elips Yayınları, 2005,s.13,18,37

NYE Joseph Samuel, The Future Of Power, New York, Affairs Publisher, 2011, s.3,9, 29,33,36-37,51

PURTAŞ Fırat, “Avrasya’daki ‘Büyük Oyun’ Bağlamında Hindistan’ın Orta Asya Politikası”, Orta Asya ve Kafkas Araştırmaları Dergisi, Cilt-1, Sayı-2, 2006,s.57

Radikal Gazetesi, 08 Eylül 2006 SANCAR Gaye Aslı, Kamu Diplomasisi ve Uluslararası Halkla İlişkiler, İstanbul, Beta Yayınları, 2012 STONE Norman, Birinci Dünya Savaşı, çev. Ahmet Fethi Yıldırım, İstanbul, Doğan Kitap Yayınları, 2010 SÖNMEZ Faruk, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, 3. Baskı, İstanbul, Der Yayınları, 2000

THOREAU Henry David; GANDİ Mohandas, Pasif Direniş ve Sivil İtaatsizlik, çev. C.Hakan Arsan; Fatma Ünsal, Ankara, Vadi Yayınları, 2012

YILMAZ Nuri, “Din ve İdeolojilerin Hayatla Mücadele Biçimleri”, İslami Yorum Dergisi, Sayı:8, Kış 2011,s.13

204

YILMAZ Sait, “Yumuşak Güç Nedir? Nasıl Uygulanır?”, Büsam Stratejik Araştırmalar Merkezi, Araştırma Masaları, Ulusal Savunma, 12 Nisan 2007 tarihinde yayınlanmıştır.

http://www.beykent.edu.tr YILMAZ Sait, Güç ve Politika, 5. Baskı, İstanbul, Alfa Yayınları 2008

YILMAZ Sait, “Uluslararası İlişkilerde Güç ve Güç Dengesinin Evrim”, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı 1, 2008,s.55

YILMAZ Sait, “Yumuşak Güç ve Evrimi”, TURAN Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi, Sayı: 12, Cilt: 3, Sonbahar 2011,s.35

YOUNG & ERNST’S, Rapid-growth Markets Soft Power Index, Spring 2012

INTERNET KAYNAKLARI Alexa & Google Trends for websites data “Bahçeşehir Üniversitesi, Hükümet Liderlik Okulu”, Toplantı Raporları, 11 Haziran 2010 http://www.bahcesehir.edu.tr/idaribirimler/hlo/raporlar,11 Aralık 2012,s.1 http://www.imdb.com/title/tt1010048/

Ntvmsnbc Dünya, “Obama: Kimi zaman savaş da gereklidir”, 8 Aralık 2012 http://www.ntvmsnbc.com/id/25030166/#storyContinued, 10 Aralık 2009,

KALIN İbrahim, Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi http://kdk.gov.tr/sag/turk-dis-politikasi-ve-kamu-diplomasisi/20, 10 Aralık 2012

Anadolu Ajansı, Ernst & Young, Güçlü “soft power” sahibi pazarların markaları daha yüksek oranda doğrudan yabancı dış yatırım payı (FDI) cezbediyor,28 Mayıs 2012

http://www.businesswire.com/news/home/20120528005167/en 12 Aralık 2012, ELÇİ Şirin, “Göçenleri geri kazanamadığımıza göre”, Bilgi Çağı, 29 Şubat 2008,http://www.bilgicagi.com/Yazilar/119goceni_geri_kazanamadigimiza_gore__.aspx, 9 Aralık 2012

ERYAR ÜNLÜ Didem, “Para ve bilginin hızla el değiştirdiği dünyada ‘yumuşak güç’ önem kazanıyor”, Dünya Gazetesi, 08 Aralık 2010, http://www.dunya.com/para-ve-bilginin-hizla-el-degistirdigi-dunyada,-yumusak-guc-onem-kazan-108054yy.htm, 9 Aralık 2012 YILMAZ Sait, “Yumuşak Güç Nedir? Nasıl Uygulanır?”, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, 12 Nisan 2007 http://www.beykent.edu.tr/WebProjects/Web/egitim.php?CategoryId=897&ContentId=591&phpMyAdmin=26b1ab37aa748d52c4747d623bec741b, 10 Aralık 2012 Hürriyet, “Türkiye ‘Dünyanın En İyi Ülkeleri’ liginde 52. Oldu”, 17 Ağustos 2010 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/15569479.asp?gid=254, 9 Aralık 2012 Milliyet, Ekonomi Haber, “Facebook nüfusu 1 milyara ulaştı”, Milliyet, 5 Ekim 2012,

http://ekonomi.milliyet.com.tr/facebook-nufusu-1-milyara-ulasti/ekonomi/ekonomidetay/05.10.2012/1606983/default.htm, 11 Aralık 2012

“Hindistan’da Eğitim Reformu Yolda”, BBC Türkçe, 30 Temmuz 2009 http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2009/07/090730_india.shtml, 9 Aralık 2012

Dünya Gazetesi, “Yumuşak gücümüz artıyor”, 7 Şubat 2012 http://www.dunya.com/yumusak-gucumuz-artiyor-145291h.htm, 9 Aralık

205

ARŞİV BELGELERİNE GÖRE II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE

OSMANLI ‘DA DİLENCİLİK YAPAN YABANCILAR VE

YURTDIŞINA DİLENCİLİK İÇİN GİDEN

OSMANLI VATANDAŞLARI*

Ayşe Ö. KIZILKAN**

ÖZET

Hemen her toplumda olduğu gibi Osmanlı’da da dilencilerin bulunduğu devletin resmi kayıtlarından anlaşılmaktadır. Dilenmeye hoş gözle bakmayan İslam dininin etkisiyle dilenme eylemi ve serserilik toplum için tehlikeli olarak görüldüğünden kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Osmanlı Devleti için de dilencilik hafife alınmayan, enine boyuna üzerinde durulan bir konu olmuştur. Özellikle XIX. yüzyıl sonlarına yaklaşıldığı bir zamanda artık Avrupai bir hayat tarzını benimseme yolunda ciddi adımlar atmış bir devletin, dilenme ve dilenciler meselesine önceki zamanlarda olduğu kadar ılımlı yaklaşmadığı görülmektedir. Zaruri hallerin dışında kimseye dilenme izni verilmemesine rağmen, bu dönemde çeşitli ülkelerin vatandaşlarının Osmanlı Devleti sınırları içinde dilencilik yaptığı ve aynı şekilde bir kısım Osmanlı tebaasının da dilenmek üzere Avrupa’ya gittiği Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden aldığımız belgelerden anlaşılmaktadır. Buna göre Avrupa ülkelerinin vatandaşları da dâhil olmak üzere bir kısım yabancıların Osmanlı ülkesine sadece dilenmek üzere geldikleri görülmektedir. Tabi olarak Osmanlı dilenmek için gelen bu kişilere müsaade etmemiştir. Bu yüzden de bu çalışmada Osmanlı’nın dilencilere genel yaklaşımına kısaca değinilerek, başka bir ülkeden olup, Osmanlı sınırları içerisinde dilenen ülkelerin vatandaşları ile Avrupa’ya bilhassa dini sebeplerle dilenmek için giden Osmanlı vatandaşı gayr-i müslimlerin durumundan, devletin bunlara karşı genel tutumundan ve uyguladığı politikalardan imkanlar ölçüsünde bahsedilmeye çalışılacaktır. Anahtar kelimeler: Dilenci, Avrupa, Gayr-i müslim, İslam, Seele Nizamnamesi.

*Bu metin Bir Kent Sorunu: Dilencilik 18-19 Ekim 2008 İstanbul Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulmuş olup, birtakım değişiklik ve düzenlemelerle yeniden hazırlanmıştır. ** Yrd. Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Sosyal Bilgiler Bölümü.

206

PANHANDLING FOREIGNERS IN OTTOMAN STATE AND OTTOMAN CITIZENS

WHO WENT TO EUROPE FOR PANHANDLING AT SULTAN II.ABDÜLHAMİT

PERIOD

ABSTRACT

“Ottoman and Mendicancy” is a subject that was not dwelled upon so much. As a result of our investigations, it was seen that mendicancy was an event in Ottoman term. Especially at the end of the XIX century, it was seen that the state, which had started serious steps for European life style, did not approach moderately to mendicants problem as compared to previous times. In spite of not giving panhandling permission to anyone except requisite conditions, it was understood form the documents that were taken from Başbakanlık Osmanlı Arşivi that, some foreigner people were panhandling in Ottoman State borders and in the same way, some Ottoman citizens were going to Europe for panhandling. According to that, including European citizens, some of the foreigners were coming to Ottoman State only for panhandling. Consequently, Ottoman did not permit those people who were come for panhandling. For this reason, we want to mention general approach of Ottoman to mendicants. However, we want to point out the situations of foreigner mendicants in Ottoman State and non-Muslim Ottoman citizens who were went to Europe especially for religious reasons, the general approach of the state to those people and the politics that the state applied. Key words: Mendicant, Europe, citizen, panhandle, non-Muslim.

207

1.GİRİŞ

Osmanlı Devleti hemen her dönemde devletin mali imkanları dahilinde ihtiyaç sahiplerine yardım etmiş ama diğer yandan da yardımı hak eden fakir ile hak etmeyen ve gücü yettiği halde çalışmak yerine hiçbir emek ve çaba harcamadan kolay rızık ve para peşinde koşan dilenciler155 arasında bir ayrım yapmış, dilenmeye gerçek anlamda muhtaç kişilere belli şartlar dahilinde izin vermiştir156. Bu izni “cer’ kâğıdı” denilen bir belge ile yasal hale getirmiştir. Arşiv belgelerinde yer alan ifadelerden anlaşıldığına kadarıyla izin kâğıdı bulunmayan kişiler serseriler ile birlikte anılmıştır157. Bizans döneminden itibaren dilenciler için cazip bir şehir olan İstanbul158, Osmanlı tarafından fethedildikten sonra da dilenciler için cazibe merkezi olma özelliğini sürdürmüştür159. Bu sebeple olsa gerek, Osmanlı elitinin yoksullukla ilgili sosyal konularda kaygı duyduğu meselelerin başında dilencilik ve serserilik gelmiş ve bu mevzu 1890’lara kadar kamusal tartışmaların başını çekmiştir160. “16-18. yüzyılda İstanbul’daki dilenci ve serserilerin toplatılıp yol yapım işlerinde çalıştırılmak ya da muhtelif işlerde kullanılmak üzere köylü ve sanatkâr yanına amele ve ırgat olarak dağıtılmaları bu tür kişilere verilecek cezaların toplumdan tecrit edilmelerinden ziyade eğitici, ıslah edici fonksiyonlarının olduğunu göstermektedir.”161 Nitekim sırf dilencileri ve dilenmeyi kontrol altında tutmak için “Seele162 Müdürlüğü”, “Seele Kethüdalığı” adıyla birimler oluşturulmuştur. Dilenmeyi önleme amaçlı olarak fakir hacılar için Mekke’de misafirhane inşa edilmesi163, kimsesizlikten dolayı dilenen yaşlıları korumak ve bakımını yapmak üzere Darü’l-aceze’nin kurulması vs. bu bağlamda değerlendirilebilecek diğer tedbirlerdendir164. Osmanlı’daki dilencilerin arasında dışarıdan dilenmek için gelen birçok kişi de bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, dilencilik yapmak maksadıyla Osmanlı’dan yurt dışına giden Osmanlı tebaasından pek çok kimse de bulunmaktadır. Osmanlı Devleti hem kendi vatandaşı olup yurt dışına giderek dilencilik yapanıyla hem de yurt dışından gelip ülkesinde dileneniyle uzun yıllar uğraşmıştır. Bu çalışmada sırf dilenmek için yapılan bu uluslararası göç ele alınacaktır.

155 Dilenci Osmanlıca belgelerde “seele” olarak geçmekte olup, sail kelimesinin çoğuludur. Bkz. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi Yay., Ankara, 1993, s.928. 156 Reşat Ekrem Koçu’nun “Dünden Bugüne Dilenciler” adlı makalesinde Osmanlı Devleti dilencilik yapabilecek bu kişiler, bakacak hiç kimsesi olmayan, çalışamayacak kadar ihtiyar, iş göremeyecek kadar sakat, kör, kötürüm kimseler olarak ifade edilmiştir. 157 BOA, A.Mkt.Um., nr. 1/16. BOA, Dh.Eum.Thr., 31/4. 158 İbrahim Hakkı Konyalı, “Tarihte İstanbul Dilencileri”, Tarih Hazinesi Dergisi, C. VIII, İstanbul 1951, s. 354. 159 Uğur Göktaş, “Dilenciler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.III, İstanbul 1994, s. 53. 160 Bu döneme kadar Osmanlı’da dilencilikle ilgili ayrıntılı bilgi için Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerden yola çıkılarak genel bilgilerin verildiği ve özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dilenciliğin gelişiminin ortaya konduğu makalesi için s. 65-80 arasına bakınız. Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Dilenciler ve Serseriler 1750-1914”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet: Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914), İstanbul 2008, s. 65-114. Ayrıca Hulusi Kodaman’ın “Eski Dilenciler” adlı makalesinde 19. yüzyıl sonlarında dilencilerin bir kısmının madrabazların emrinde çalıştığı bunlara “dilenci iratçıları” dendiğini yazmaktadır. Yine kendi yöresinden gelip dilenenlerden haraç alan “dilenci pehlivanı” adlı resmi olmayan unvanda bir kişinin olduğunu Necdet Sakaoğlu belirtmektedir. Devlet ise; BOA, MD-XXXI, nr. 69/27 belgede ifade edildiği üzere dilencileri kontrol altında tutmak üzere “başbuğ” adlı bir “dilenci kâhyası” atamıştır. 161 Ömer Düzbakar, “Osmanlı Devleti’nin Dilencilere Bakışı (Bursa Örneği)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(5), ISSN:1307-9581, s. 290-312, 12. dipnot. Ayrıca İstanbul’daki dilenciler ile ilgili Mehmet Demirtaş’ın “Osmanlı Başkentinde Dilenciler ve Dilencilerin Toplum Hayatına Etkileri” adlı makalesine bakılabilir. 162 Arapça’da s-e-l kökünden “sorma, isteme, dilenme” anlamına gelir. Ali Toksarı, “Dilencilik”, DİA İslam Ansiklopedisi, C.9, İstanbul 1994, s. 298. 163 Gülden Sarıyıldız, II. Abdülhamit’in Fakir Hacılar İçin Mekke’de İnşa Ettirdiği Misafirhane, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul 1994, s. 121-145. 164 Darü’l-aceze 1895’te Sultan II. Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır.

208

2. OSMANLI DEVLETİ’NE YAPILAN DİLENCİ GÖÇLERİ Dışarıdan Osmanlı topraklarına gelip de dilencilik yapan şahısların pek çoğunun niyeti görünürde hac farizalarını yerine getirmektir. Ancak belgelerden edinilen bilgiler, durumun gerçekte farklı olduğunun ispatı niteliğindedir.

2.1. Hac Vesilesiyle Osmanlı Topraklarına Gelip Dilencilik Edenler Bildiğimiz üzere hac, İslam dininin beş temel şartı arasında yer almaktadır. Zengin-fakir her Müslüman için hacca gitmek, edası zorunlu olan bir vazifeden çok, büyük bir istek ve hevesle yerine getirilen dini bir vecibe olmuştur. Ancak XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı tebaası olan veya olmayan bazı Müslümanların, Hicaz’da dilencilik yapmak için, hac farizasını bir bahane olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Dilenmenin en kolay yollarından biri, dini bir sömürü aracı olarak kullanmak olduğundan olsa gerek, hacca gitme bahanesiyle Osmanlı topraklarına ayak basan işsiz güçsüz kimseler, serserilik edenler ve fakirlik içinde bulunanlar hac sonrası buralardan ayrılmamıştır. Üstelik bunlar gibi gelip de gitmeyen kişilerin sayısı her yıl binlerle ifade edilen sayıda artış göstermiştir. Osmanlı’ya dışarıdan gelen dilencilerin büyük çoğunluğunu da bu grubun oluşturduğunu söylemek mümkündür.

Dışarıdan hac yapma niyetiyle gelip de dilenci olarak kalanlarla ilgili, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 25 Haziran 1890 tarihli bir belgeden anlaşıldığı kadarıyla, Medine’ye hac sonrası dört yüzden fazla serseri gelmiş ve bunlar burada dilencilik yapmışlardır. Belirtilen belgenin bir bölümünde şahısların hırsızlık yapmalarından yakınılarak, gelen bu serseri takımının Hicaz Demiryolu’yla Şam üzerinden memleketlerine gönderilebilecekleri165 düşünüldüğü belirtilmiş ve Hicaz Demiryolu Müdiriyeti’ne, Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye dairesi tarafından bu hususta bir yazı yazılmıştır. Ancak bu kişilerin Hicaz demiryolu ile parasız yolculuk ettirilmeleri durumunda, hazineye ait bir gelirin azalması söz konusu olacağından bunun caiz olmayıp, başka bir yol bulunması gerektiği Hicaz Demiryolu yetkililerince Dahiliye Nezareti’ne bildirilmiştir. Belgenin devamında yer alan ve Medine-i Münevvere muhafızı Ali Rıza tarafından gönderilen bir telgrafta da yine bu hususa değinilmiştir166. Hemen belirtmek gerekir ki, belgelerde meselenin nasıl çözümlendiğine dair başka bir bilgiye yer verilmemektedir.

Yukarıda ifade edilene benzer bir durum, hacca gitmek bahanesiyle Afrika’dan vapurlarla Arap yarımadasına gelmiş bazı kimseler sayesinde çok defa yaşanmıştır. Bu kez Afrika’dan gelen bu kişiler hac süresinin bitiminde de yoksulluk ve parasızlık gibi sebepleri gerekçe göstererek kutsal topraklardan ayrılmamışlardır. Bu gibi kişiler belgelerde geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere burada kalıp dilencilik yapmakta, üstelik kutsi mekânların ruhuna aykırı hal ve hareketler içinde bulunmaktadırlar167. Çünkü dilenciler yüzünden Mekke ve Medine’de ciddi bir temizlik sıkıntısı baş göstermiştir. Hatta temizliğin gerektiği biçimde yapılamaması sebebiyle veba ve kolera gibi bazı salgın hastalıklar da buralarda kol gezmeye başlamıştır. Daha da ilerleyen yıllarda temizlikten yoksun oluşun ve düzensizliğin sık sık çeşitli hastalıklara sebep olması Osmanlı’yı buralarda birtakım tedbirler almaya, bölgede bir karantina teşkilâtı kurmaya sevk etmiştir168.

Osmanlı Devleti, hac vesilesiyle gelip Hicaz’da kalarak bu mekânları dilencilik için yer edinen kişilerin sayısının her geçen yıl artması ve durumun içinden çıkılmaz bir hal alması üzerine bir takım tedbirlere başvurmuştur. Bir kişinin sırf fakir olduğu için hac vazifesini yerine getirmesine

165Aslında dilencilerin dilenmekten men edilerek yol masraflarının karşılanması kaydıyla memleketlerine gönderilmeleri usulünün önceden beri uygulandığı anlaşılmaktadır. Hatta bu emre itaat etmeyenler olduğu takdirde daha şiddetli tedbirler alınması da öngörülmüştü. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Refik Altınay, “ Onuncu Asrı Hicride İstanbul Hayatı (1100-1200)” , İstanbul 1988, s. 194-195. 166 BOA, Dh. İd. nr. 52/1. 167 BOA. Dh. Mui. nr. 22-2/55. 168Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Gülden Sarıyıldız, “Hicaz Karantina Teşkilâtı, TTK Yayınları, Ankara, 1996.

209

engel olunmasının şer’an caiz olmayacağı düşünülerek, başka çareler aranmıştır. Hicaz bölgesinde hacdan sonra dilencilik yapmak üzere kalınmasının önüne geçilmesi amacıyla, buraya pasaportla gelme şartı getirilmiştir. Bunu Hariciye Nezareti’ne gönderilen bir yazıdaki ifadelerde görmek mümkündür. Verilen talimat gereği Afrika’dan pasaportsuz gelecek hacılara Memalik-i Osmaniye’ye giriş izni verilmeyecektir169. Buna ilaveten Hicaz Vilayeti Meclisi’ne çekilen bir telgrafta hac maksadıyla gelen kişilerin, hac farizasını yerine getirdikten sonra memleketlerine dönmeyerek dilencilik etmeleri durumunda, bunlar için “Dilenciliğin Engellenmesi Hakkındaki Nizamnamenin170 (Teseül’ün Men’i Hakkındaki Nizamname)” uygulanması gerektiği belgede geçen “Teker verilen ve Hicaz sahiline çıkmalarının men’i caiz olamayub şu kadarki, bunlar bade’l-hac avdet etmeyibde tese’ülde devam ederlerse tese’ülün men’i hakkındaki nizamname mucibince mahallerine uğramaları lazım geleceğine ona göre muamele ifasına..”ifadesiyle bildirilmiştir171. Dilenciliği engellemek üzere çıkarılan bu nizamname sayesinde, bu kişiler zorla da olsa gerekli hallerde yol masrafları da karşılanarak memleketlerine gönderilebileceklerdi. Hac vesilesiyle Osmanlı topraklarına ayak basanların bir kısmının haccın bitiminde memleketlerine gitmedikleri bilinen bir gerçek olup Dahiliye ve Hariciye Nezaretleri arasındaki yazışmalardan anlaşıldığına göre, Hicaz sahillerine gelecek bu kişiler için pasaport zorunluluğu getirilmesinin yanında mürur tezkiresi alınması da mecbur tutulmuştur. Hatta pasaportların da bu kişileri yeterince tanıtamaması tehlikesinin olmasından dolayı, bu şahısların yanlarında ayrıca bir de tabi oldukları devletin konsoloslukları tarafından kendilerine verilecek kimlik ve teminat ile şehâdetnamelerinin de bulunması gerekmektedir. Bu ve benzeri yazışmaların özellikle Afrika’daki Almanya sefareti ile sık yapıldığı görülmektedir. Hicaz bölgesine gelip de hac sonrası dilencilik edenlerin sebep olduğu sıkıntılar, giriş-çıkışlarda yapılan belge kontrolüyle önlenemeyince, daha ciddi bazı tedbirlerin alınmasını gerektirmiştir. Zaten devletin yetkili makamlarınca yapılan bu belge kontrolü işi de başta “Pasaport Nizamnamesi” gereğidir. Çünkü 1301 tarihli Pasaport Nizamnamesi Osmanlı uyruklu kişilerin ülke dışına çıkışlarına kesin olarak pasaport alma zorunluluğu getiriyordu. 28 sayfadan oluşan pasaportların süresi en çok bir yıl olarak belirlenmiş, pasaport almak isteyenlere nüfus tezkereleri ile birlikte "ilmühaber" ibraz etme koşulu getirilmişti. Nizamnamenin 2. maddesi, pasaportlarda hangi bilgilerin mevcut olacağını belirtmişti. Bu maddeyle kişinin uyruğu, ikamet yeri ve mesleği, doğum yeri ve yaşı, gideceği yer gibi bilgilerin pasaportta bulunması isteniyordu. Ayrıca karısı, çocukları veya hizmetçileri ile seyahat edecekler için, bu kimseler hakkında bilgiler de pasaporta işleniyordu. 3. madde ise pasaport harçları için düzenlenmişti. Bu nizamnamenin gereği de yapılmadığı takdirde, “Dilenciliğin Engellenmesi Hakkındaki Nizamname” devreye sokulacaktı. Ancak alınan önlemler bununla kalmamış, fakir hacılar başta olmak üzere kimsesiz, aciz ve zavallı durumunda bulunanların kutsal topraklarda konaklaması, veba ve kolera başta olmak üzere bazı salgın hastalıkların da önüne geçilebilmesi için Osmanlı Devleti yetkilileri epeyce çaba sarf etmişlerdir. Bu bağlamda Sultan II. Abdülhamid tarafından Mekke’de bir misafirhane inşa ettirilmesi kayda ve takdire değer bir iştir172 .

169BOA. Dh. Mui. nr. 22-2/55. 170 Zeki Tekin’in ifadesiyle dilenciliği önlemek adına alınan tüm tedbirler sonuçsuz kalıp 19. yüzyıl sonundan itibaren dilencilerin kontrol edilmelerinin iyice zorlaşması üzerine bu nizamname çıkarılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Zeki Tekin, “Osmanlı Döneminde Dilencilik”, Osmanlı, C. 5, Yeni Türkiye Yay., İstanbul 1999, s. 581. Ayrıca bkz. Faruk Ilıkan, “Hazine-i Kavanin-i Cedide-i Osmaniye Serseri Nizamnamesi” Tarih ve Toplum Dergisi, S. 107, İstanbul 1992, s. 49. 171BOA. Dh. Mui. nr. 22-2/55. 172 Gülden Sarıyıldız, “ II. Abdülhamit’in Fakir Hacılar İçin Mekke’de İnşa Ettirdiği Misafirhane, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul, 1994, s. 121-145.

210

2.2. Diğer Nedenlerle Dilencilik İçin Osmanlı Topraklarına Gelenler Osmanlı topraklarına hac vesilesiyle gelenlerin haricinde başka bir takım yollar ve bahanelerle de dilencilik etmek üzere gelenler olmuştur. Bu tür insanların geldikleri yerlerden biri de Bağdat’tır. Bağdat da yabancı dilencilerden yana oldukça sıkıntılı başka bir Osmanlı şehridir. Bağdat Sıhhiye Müdürü Vekili’ne Dahiliye Nezareti’nden çekilen bir telgraf keyfiyeti gözler önüne sermektedir. 8 Şubat 1915 tarihli belgeye göre, üç yüzden fazla Hintli ve Afganlı dilenci Bağdat’taki Şeyh Abdülkadir-i Geylani dergâhında kalmıştır. Bu dilencilerden gelen veba yüzünden dergâhın kapatılmak zorunda kaldığı anlaşılmaktadır173. Ancak bahsi geçen Hintli ve Afganlı dilencilerin hangi sebeplerle, nasıl ve ne zamandan beri Bağdat’ta bulundukları ve dilendiklerine dair bir bilgi mevcut değildir.

Osmanlı topraklarında dilencilik yapan yabancılar arasında belki de en ilginci Fransız Topal Piyer’dir. İki ayağı da sakat olan Topal Piyer adındaki bu dilencinin yanında küçük bir de çocuk bulunmaktadır. Bu şahıs yanındaki küçük çocukla Galata civarında dilenirken görevli memurlar tarafından yakalanmış ve Fransa konsolosluğuna teslim edilmiştir174. Çünkü Osmanlı Devleti, 27 Ağustos 1902’de bilhassa İstanbul’da dolaşan dilencilerin toplanarak bunlardan taşralı olanların memleketlerine, yabancı uyruklu olanların da konsoloslukları vasıtasıyla yurt dışına gönderilmeleri gerektiğini karara bağlamıştı. Ancak konsoloslukta bu işten men edilerek, sahip çıkılmak suretiyle ülkesine gönderilmesi beklenen bu şahıs serbest bırakılmıştır. Hiçbir yaptırıma veya engellemeye uğramayan Topal Piyer de doğal olarak tekrar dilenmeye başlamıştır. Yine dilencilik yaparken memurlar tarafından görülüp, konsolosluğa teslim edilmiş ancak yeniden serbest bırakılmıştır. Dilencilikte ısrar eden Topal Piyer, yeniden derdest edilmiş ve bu kez Emniyet-i Umumiye Müdürlüğü Birinci Şubesi’ne getirilmiş ve hakkında “Dilenciliğin Engellenmesi Hakkındaki Nizamname” nin uygulanması için gerekenin yapılmasına dair Dahiliye Nezareti’ne rapor gönderilmiştir175. Fransa Devleti’nin sahip çıkmadığı bu vatandaşının sonunun ne olduğuna dair bir bilgiye ulaşılamadığından netice hakkında kat’i bir görüş bildirmek mümkün olamamaktadır.

Tıpkı Topal Piyer gibi Romanya’dan gelen Yani veledi Françesko Tıraki adlı şahıs da iflah olmaz bir dilencidir. Romanya Sefareti’nden yazılan bir yazıya göre, Romanya’da dilencilik yaparken kovulan şahsın Köstence’den hareket ederek İstanbul’a yola çıktığı anlaşılmıştır. Üstelik bu onun aynı yolla İstanbul’a ilk gelişi de değildir. Ancak bu kez hangi vapurla ve ne zaman geleceği tespit edilememiştir. Bu bilginin ulaştırıldığı Osmanlı yetkilileri de Romanya Sefareti’nden gelen uyarıyı dikkate almıştır. Onun yakalanması için görevlilere uzun boylu, şişman vücutlu, kara gözlü, kara sakallı ve esmer benizli olarak eşkali bildirilmiştir. Bu şahsın vapurda görüldüğü takdirde oradan ayrılmasına engel olunması ve meydana gelecek her gelişmeden Deniz Polisi Serkomiserliği’nin haberdar edilmesi de ayrıca istenmiştir176.

3. OSMANLI DEVLETİ’NDEN DIŞARIYA YAPILAN DİLENCİ GÖÇLERİ Osmanlı, dilencilere karşı önceleri daha müsamahakâr davranmış olsa da zaman içerisinde bu tutumunu değiştirmiştir. Çünkü Osmanlı vatandaşlarının çeşitli bahanelerle yurt dışına çıkışları artmış ve bunlar başka amaçlarla gittikleri ülkelerde dilencilik yapmaya başlamışlardır. Bunun üzerine devlet de ülke dışına çıkışı zorlaştırıcı bazı kurallar koymuş, bu bağlamda başta dilenciliği engellemek adına, eskiden olmayan, pasaportu ve pasaport kontrolünü zorunlu hale getirmiştir. Ancak bazı kişiler ülke dışına çıkışta pasaport gerekliliği olmasına karşın, bu kuralı

173 BOA. Dh. İd. nr. 165/55. 174 BOA. Dh. Mkt. nr. 538/78. 175 BOA. Dh. Eum. K. Adl. nr. 17/ 15. 176BOA. Zb. nr. 27/8.

211

hiçe sayarak çeşitli yollarla Avrupa’ya ve Amerika’ya geçmişlerdir. Osmanlı Devleti’ne dilencilik yapmak için gelen çeşitli kimseler olduğu kadar, Osmanlı’dan dilencilik yapmak üzere bazı Avrupa ülkelerine ve hatta Amerika’ya dahi giden Osmanlı vatandaşları da olmuştur. Bu şahıslardan çeşitli meslekleri bahane ederek yurt dışına çıkanlar olduğu gibi, Maruni papazlarından ve Ermeni rahiplerinden de kiliselerine maddi destek sağlamak için Osmanlı toprakları dışına dilencilik yapmaya gidenler vardır.

3.1. Dilenmek İçin Avrupa ve Amerika’ya Giden Osmanlı Vatandaşları Gerçek niyeti dilenme olmasına rağmen başka işleri bahane ederek, Osmanlı topraklarından ayrılan Osmanlı tebaası kişiler, İspanya başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine ve Amerika’ya gitmişlerdir. Bunlardan özellikle Cebel-i Lübnan halkından bazı kimseler, ticaret maksadıyla gittikleri Avrupa ülkelerinden işleri bittiği halde memleketlerine dönmemişlerdir. Bunların Avrupa’ya Suriye ve çevresindeki liman ve iskelelerden çıkış yaptıkları tespit edilmiştir. Osmanlı Hükümeti, bu durumun farkına varınca Suriye Vilayeti’ne bir yazı yazmış, bu yazıda; fakir halktan olup yurt dışına çıkacaklar için şehbenderlikten kendilerine pasaport harcı ve vs. evrak için yapılan masrafa kefil göstermeleri istenmiştir. Aksi takdirde bunlara pasaport verilemeyecekti. Buna rağmen özellikle Cebel-i Lübnan halkından bir takım kimselerin ticaretlerini bitirdikten sonra, Avrupa’da dilencilik yaptıkları anlaşılmaktadır. Osmanlı’da bunun üzerine harekete geçmiş ve kendi kurallarını ihlal ederek Avrupa’ya gidenlerin önce pasaport kontrollerinin yapılmasını, bilhassa yanlarında Osmanlı tarafından verilen pasaportları taşımayanlar hakkında daha etkili tedbirler alınmasını talep etmiştir. Hatta bu kimselerin Osmanlı’ya iade edilmelerini hem o ülkelerdeki kendi görevlilerinden hem de Hariciye Nezareti vasıtasıyla o ülkenin ilgili makamlarından istemiştir. Bu halin devam etmesi üzerine de bu şekilde dilencilik eden şahısların Avrupa’ya gidişlerinin engellenmesi gerektiği sefaretlere ve şenbenderliklere yazılan yazılarla bildirilmiştir. Yine aynı belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, bir nevi kaçak olarak giden bu şahıslardan üzerinden pasaport çıkmayanlarının, göstermiş oldukları kefiller hakkında da işlem yapılması gerekmektedir177. Osmanlı hükümetince bölgeye dilencilikle alakalı sık sık yazı yazılması devletin, bu durumu ne derece ciddiye aldığının ve meseleye verdiği önemin göstergesi olarak düşünülebilir178. Osmanlı Devleti kendi topraklarından dilencilik yapmak için göç edenlerin, göçüne son verilmesi açısından etkili tedbirler almak ve bunları uygulamaya koymak üzere Cebel-i Lübnan Memuriyeti’ne kesin emir vermiştir. Ancak yine de göçün önünü alamamış, bu göçmenler bu kez de Avrupa’ya ve Amerika’ya gitmek için Mısır yolunu kullanmaya başlamışlardır. Bu nedenle buradan Avrupa’ya giden şahıslardan düzenli olarak pasaport istenilmesi, pasaportu olmayanların gemilere binmesine engel olunması hakkında İskenderiye Memurluğu’nun da gerekli tedbirleri almasının uygun olacağı bildirilmiştir. Ayrıca Barselona’daki Osmanlı Şehbenderi’nin burada bulunan dilenciler hakkında almış olduğu tedbirlerin Barselona’da oturan Lübnanlılar için de alınması istenmiştir179.

Yine benzer bir yazı Suriye vilayetine yazılmış, bölge halkından mürur tezkiresi alarak Mısır’a giden dilencilerin buradan yurt dışına çıktıkları belirlendiğinden, bu şahıslar için de gerekli muamelenin yapılması ve buraya gelişlerinin yasaklanması talep edilmiştir. Bu hususlar yazılı olarak da Mısır Vilayeti’ne bildirilmiştir. Özellikle Suriye ve Cebel-i Lübnan halkının yurt dışına çıkış istekleri uzun süre devam etmiş olmalıdır ki, bu kez de 8 Haziran 1889 tarihinde Osmanlı hükümetince Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı’yla, Suriye ve Beyrut Vilayetleri’ne uyarı ve önerilerin belirtildiği bir yazı yazılmıştır. Çünkü Barselona Şehbenderliği’nden bildirildiğine

177BOA. Dh. Mkt. nr.1379/94, Dh. Mkt. nr.1601/57. 178 BOA. Dh. Mkt. nr.1614/117, Dh.Mkt. nr.1379/94, Dh. Mkt. nr.1601/57. 179BOA. Dh. Mkt. nr.1614/117.

212

göre, bu bölgedeki halktan bazıları İspanya ve Amerika’ya göç etmişler, bu göçü durdurmak üzere alınan tedbirlerse işe yaramamıştır. Hükümetin bunun önüne geçmek için tavsiye ettiği yol da, kat’i surette ve düzenli bir şekilde bu şahıslardan pasaport istenip, pasaportu olmayanların sefarete gönderilmesidir. Hatta aynı konuda daha önceden İskenderiye’deki memurluk da uyarılmış ve Suriye ve Cebel-i Lübnan bölgelerinin halklarından gelecek kişilerden bilhassa işçi ve dilencilerden, Mısır’a giriş için mürur tezkiresi olmadan yabancı memleketlere gitmelerine müsaade edilmemesi istenmiştir. Çünkü işsiz güçsüz bu kimseler öncelikle yakın liman ve iskele şehirlerine geçiyor, Avrupa ve Amerika’ya oradan daha kolay ulaşabiliyorlardı180. Hatta bu gidişlerin önüne geçebilmek için Hariciye Nezareti’nden sefaretlere tebligat gönderilmiş ve Avrupa ve Amerika’ya pasaportsuz olarak dilencilik için giden veya göç edenlerin181 engellenmesi için, bu hususa iskeledeki memurların dikkatleri çekilmiştir. Çünkü yapılan tahkikat sonucunun verdiği kaçak göçmen rakamı hiç de az olmayıp, bunun sadece bir yıllık bilançosu iki binden fazladır. Mesela Trablusşam’dan gelen İngiliz Kumpanyası’na ait Elbire adlı vapur Cebel-i Lübnan’da iskeleye yanaşarak buradan yolcu almıştır. Yine Messajeri Kumpanyası’nın Lasıyye adlı vapurunun aldığı pasaportsuz yolcular İzmit limanında fark edilmiş ve bu yüzden kırk beş yolcu vapurdan ihraç edilmişlerdir182.

Yalnızca sıradan bir vatandaşın içerde veya dışarıda da olsa dilenmesi belli bir dereceye kadar izah edilebilir bir durumdur. Ancak burada dikkat çeken nokta; din adamlarının da dilencilik yapmış olmasıdır. Bilhassa Cebel-i Lübnan, Trablus ve Suriye ahalisinden bazı rahipler kendi manastırları adına dilenmişlerdir. Çünkü belgede belirtildiğine göre, bu din görevlileri yabancı ülkelerde dilenmişler ve bu husus Madrit Sefareti’nce de tespit edilerek, durum Hariciye Nezareti’ne bildirilmiştir183. Bu din adamlarının içinden dikkat çeken birisi vardır. Cebel-i Lübnan, Trablus veya Suriye halkından olduğu belirtilen fakat adı şimdilik tespit edilemeyen bu şahıs Madrit’te ihbar edilmiştir. Bunun üzerine bu rahibin durumu Suriye Vilayeti’nden sorulmuştur. Yapılan araştırma sonucunda Suriye’de bulunan Rum ve Katolik Patrikhaneleri’nce Avrupa’ya kimsenin gönderilmediği öğrenilmiştir. Bu rahip, Cebel-i Maruni Patriği tarafından gönderilen bir şahıstır. Ancak onun gönderilmesi de Osmanlı makamlarınca onaylanmamıştır. Bu nedenledir ki, Osmanlı merkezi yönetimi bu ve benzeri şahısların Madrit’e gitmelerinin önlenmesini Adliye ve Mezâhib Nezareti’nden istemiştir184. Yine belgelerden edinilen bir diğer bilgi, işçilik yapmak ve dilencilik etmek üzere yurt dışına çıkan, göç eden veya kaçan kişilerin sayısının her yıl artması, özellikle Ermeni olanların Avrupa ve Amerika’ya gitmelerinin Osmanlı Devleti’ni harekete geçirdiğidir. Bu grubun Avrupa ve Amerika’ya gidişleri engellenmeye çalışılmıştır. Bunların ülke sınırları içinde dahi bir vilayetten diğerine geçerken Osmanlı vapurlarını kullanmaları zorunluluğu ve mürur tezkiresi ile bu tezkire için 50 liralık bir kefil göstermesi şartı vardır. Bundan sonra bu şahıslar için mürur tezkiresi ve pasaportun verilmemesi de gündeme gelmiş ancak tutumun devam ettirilmesi mümkün olmamıştır. Bu sebeple Adana Vilayeti tarafından durum Bahriye Nezareti’ne bildirilerek, mürur tezkirelerinde Osmanlı vapurlarıyla yolculuk yapacağı yazanların hakkında tezkirelerinde yazılı

180 Pek çoğu birbiriyle ortak konuları içeren bu belgelere bkz. BOA, Dh. Mkt. nr:1379/94, Dh. Mkt. nr:1601/57 ve Dh. Mkt. nr: 1614/117. 181Özellikle Cebel-i Lübnan bölgesinden göç eden bu kişilerin göç nedeni başlangıçta dilencilik olmamakla beraber, gittikleri ülkelerde genelde dilendikleri anlaşılmaktadır. Bu göçmenlerin çoğu bir işi veya mesleği olmayan kişilerdir. Bunlar arasında az sayıda toprak sahibi olan varsa da bu topraklar onların yıllık geçimlerini temine yaramamaktadır. Ayrıca bu bölgede güvenlik sorununun olması, göçü teşvik eden ve bu işten aracılık ederek para kazanan simsarlar ve şirketlerin varlığı göçün diğer nedenleridir. Hamdi Genç- İ. Murat Bozkurt, Osmanlı’dan Brezilya ve Arjantin’e Emek Göçü ve Göçmenlerin Sosyo Ekonomik Durumu 1850-1915, “Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi”, İstanbul, 2010, C. XXVIII, S. 1, s. 72-77. 182BOA, Dh. Mkt. nr. 1578/ 14. 183 BOA, Dh. Mkt. nr. 1627/ 58. 184 BOA, Dh. Mkt. nr.1647/ 131.

213

olandan başka iskeleye gideceklerin varmak istedikleri yerlerde indirilmemesi konusunda nasıl bir tavır takınılması gerektiği sorulmuştur185.

3.2. Dilenmek İçin Yunanistan ve Türkistan’a Giden Osmanlı Vatandaşları Osmanlı vatandaşı olan işsiz-güçsüz kimseler başlıkta da belirtildiği üzere, en çok Avrupa ve Amerika’ya gitmişlerdir. Avrupa ve Amerika’ya gidişlerin yanında daha yakın bölgelere ve ülkelere gidip oralarda dilenenler de bulunmaktadır. Türkistan ve Yunanistan gibi bölgeler bu yerler arasında bulunmaktadır. Ahmed oğlu Mehmed ve Mehmed oğlu Akîl Efendiler bunlardan yalnızca ikisidir. Adı geçen şahıslar, izinsiz olarak Türkistan’a gitmiş ve Taşkent şehrinde dilenmişlerdir. Bu iki kişi Taşkent’te yakalandıktan sonra, Rusya tarafından sınır dışı edilmişlerdir. Bunların pasaportları Rusya Sefareti tarafından Osmanlı’dan istenmiştir. Osmanlı yetkilileri de istenen belgeleri Rusya Konsolosluğu’na göndermiş, İstanbul’daki Rusya Genel Konsolosluğu tarafından da bu hususta bir yazı kaleme alınmıştır186. Ayrıca yine Osmanlı tebaasından olan bazı kişiler yanlarında mürur tezkiresi ve tezkire-i Osmaniye bulunduğu halde Yunanistan’a geçmişlerdir. Bu kişiler burada hizmetkârlık, ırgatlık ve dilencilik yapmışlardır. Osmanlı, kendi tebaasından olup da yabancı ve Müslüman olmayan bir ülkede insan onurunu kırıcı veya küçük düşürücü meslekleri icra eden şahısların varlığına razı gelmemiş ve hükümet, Manastır Vilayeti’nden duruma engel olunmasını istemiştir. Bunun için Manastır Vilayeti’ne 20 Aralık 1900 tarihli bir yazı gönderilmiş ve Yunanistan’a giden yolcuların neredeyse tamamının ırgat ve hizmetkâr olduğu ve zaten bunlar için daha düşük ücretli olan bir pasaportun tahsis edildiği, bu yüzden bunlara artık tezkire-i Osmaniye verilmemesi gerektiği bildirilmiştir. Ancak bu kez de Manastır’daki görevliler bir karmaşaya düşmüşler ve Bâb-ı âli’ye “dilencilere, hizmetkârlara ve ırgatlara karşı nasıl davranacaklarını kestiremediklerini “yalnız seele güruhunun mu yoksa seele ile beraber bütün ırgatların mı Yunanistan’a gelmelerinin engellenmesi gerektiğini” anlamadıklarını yazmışlar, kendilerine ve bütün vilayetlere bu konunun açıklığa kavuşturularak, cevap yazılmasını talep etmişlerdir. Görünen odur ki, bu kişilerin tamamı Osmanlı Devleti’nin belirlediği yurt dışına çıkış kurallarına uygun bir biçimde çıkış yapmışlardır. Üstelik bunlardan bazılarının da aslında dilencilik etmek niyetiyle ırgat veya hizmetkâr adıyla çıktıkları belgelerdeki187 kayıtlardan anlaşılmaktadır188. Mezhebi veya dini ne olursa olsun Osmanlı vatandaşı birisinin böylesi işler için Müslüman olmayan bir ülkeye gitmesi Devlet-i Aliyye’nin kabul edebileceği bir şey olmadığından, hükümet nezdinde bu konuyla ciddiyetle ilgilenilmiştir189.

SONUÇ-TARTIŞMA Osmanlı çalışamayacak durumda olduğu için dilenenlere “cer’ kağıdı” denilen izin belgesi vererek, dilenmeyi bir bakıma yasal hale getirmiştir. Aksi halde bulunup da çalışabilecek durumda olanların ise yol masraflarının karşılanarak memleketlerine gönderilmeleri sağlanmıştır. Dilencilerden çocuk olanlarıysa ailelerine teslim edilmişlerdir. Yine bu şahıslara belli bir miktar yardım yapılmak suretiyle dilenmeleri engellenmeye çalışılmıştır. Osmanlı uzun süre dilenen

185 BOA, Dh. Mkt. nr. 288/ 78. 186 BOA, Dh. Eum.Thr. nr. 53/2. 187 BOA, Hr.Sys., nr.77/25, 77/42, 1523/23 bu belgelerden sadece birkaç tanesidir. 188 Burada enine boyuna incelenmesi gerektiği düşünülen bir başka konuyla karşı karşıya gelinmektedir ki; meselenin bir kısmı üzerinde Hamdi Genç ve İ. Murat Bozkurt’un “Osmanlı’dan Brezilya ve Arjantin’e Emek Göçü ve Göçmenlerin Sosyo Ekonomik Durumu 1850-1915”, başlıklı makalesinde durulduğu görülmektedir. Ayrıntılı bilgi için makalenin tümüne bakılabilir. 189BOA, Dh. Mkt. nr. 2450/51.

214

kişilere büyük bir sabır ve hoşgörü ile yaklaşmış olmasına rağmen, yapılan yardımlar, hastalık sebebiyle çalışamayan kimsesizlerin tedavi ettirilmeleri ve memleketlerine dönmelerine yardım edilmesi gibi hususlar dilenciliğin önlenmesi ve ortadan kaldırılması için yeterli olmamış, Osmanlı sadece dilenciliği kısmen kontrol altına alabilmiştir. Ancak yalnızca kendi vatandaşının dilenmesiyle değil, aynı zamanda bir de dışarıdan topraklarına gelen dilencilerle de mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır.

Arşiv kaynaklarına dayanarak yapılan bu çalışmada, Osmanlı Devleti’nin kendi bünyesinde dilencilik yapanlar hariç, hac için ve başka kişisel nedenlerle gelenlerin de burada dilencilik yaptıkları görülmektedir. Bunun yanında ticaret yapmak ve çeşitli mesleklerde çalışmak üzere Avrupa ve diğer ülkelere giden Osmanlı vatandaşları da buralarda dilenmişlerdir. Böylece bir uluslararası dilencilik faaliyeti ve dilenci göçü oluşmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta dilenmek için büyük ve zengin veya kutsal şehirlerin tercih edildiğidir. Bu merkezlerin başında Mekke, Medine, Bağdat ve İstanbul gibi dinî ve stratejik öneme haiz merkezler ile yine Avrupa’da Barselona, Madrid gibi şehirler ve Amerika bulunmaktadır. Bilhassa Amerika’ya günümüzde olduğu gibi kaçak yollardan gitme vakalarının oldukça sık yaşandığı anlaşılmaktadır. Bu çalışmadan anlaşıldığı kadarıyla, özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti dilencilik meselesine ve dilenciler üzerine ciddi bir biçimde eğilmiştir. Özellikle Sultan II. Abdülhamit döneminde bu konuda etkili tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Dilenciliğin yurt içinden yurt dışına taşıp uluslararası bir boyut kazandığı bir dönemde Osmanlı zorlu bir mücadeleye girmiştir. Dilenme eylemi uluslararası bir karakter kazanınca da dilenciliği önleme ve kaldırma çalışmalarına bu yönde istikamet verilmiştir. Ancak yine de Osmanlı’nın bu meseleyi tam olarak halletmesi mümkün olmamıştır.

Osmanlı’ya dışarıdan gelen dilenci sayısı her yıl katlanarak artmaktadır. Tabi olarak bu artış beraberinde pek çok sorunu da getirmektedir. Hal böyle olunca Osmanlı, bilhassa kutsal topraklara hac niyetiyle gelen ve daha sonra kalarak dilenen kişileri önce memleketlerine gönderme yoluna gitmiş, fakat bununla başa çıkamayınca da, ülkeye gelecek yolculara pasaport taşıma zorunluluğu getirerek ve pasaport kontrolü yaparak bu gidişe dur demeye çalışmıştır. Her geçen yıl hacca geldiği halde dönmeyenlerin sayısı binlerle ifade edilen miktarda artış gösterdiğinden, bu yöntemlerin de işe yaramadığı ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine mevcut şartlarda bir düzenleme ve iyileştirme yapılması yoluna gidilmiştir. Fakir olduğu için dönemeyen ve kutsal topraklarda ciddi temizlik ve sağlık problemlerinin oluşmasına yol açan hacıların bu durumdan zarar görmemeleri için Mekke’de misafirhane yaptırılmıştır.

Dilenirken dini bir sömürü aracı olarak kullanan insanların varlığı, yapılan yazışmalardan anlaşıldığı üzere Osmanlı Devleti’ni sıkıntıya sokmuştur. Kabe’de dilenen hacıların sebep olduğu daha önce belirtilen sıkıntıların yanında bir de Müslüman bir ülke vatandaşının gidip de Müslüman olmayan başka bir ülkede dilenmesi Devlet’in onuruna dokunan bir husus olmuştur. Bu yüzden Osmanlı, özellikle Avrupa ülkelerindeki çeşitli görevlileri vasıtasıyla bu kişileri engelleme yolunda epey çaba sarf etmiştir.

215

KAYNAKÇA ARŞİV BELGELERİ A.MKT.UM., nr. 1/16. DH.EUM.THR., nr. 31/4.

DH. MKT. nr. 1578/ 14. DH. EUM. K. ADL. nr. 17/ 15.

DH. EUM. THR. nr. 53/2. DH. İD. nr. 165/55.

DH. İD. nr. 52/1. DH. MKT. nr. 1627/ 58.

DH. MKT. nr. 2450/51. DH. MKT. nr. 288/ 78.

DH. MKT. nr. 538/78. DH. MKT. nr.1379/94.

DH. MKT. nr.1614/117. DH. MKT. nr.1647/ 131.

DH. MKT. nr.1379/94. DH. MKT. nr.1601/57.

DH. MUİ. nr. 22-2/55. HR. SYS., nr.77/25.

HR. SYS., nr.77/42. HR. SYS., nr. 1523/23

MD-XXXI, nr. 69/27. ZB. nr. 27/8.

TELİF ESERLER ALTINAY Ahmet Refik Altınay, “ Onuncu Asrı Hicride İstanbul Hayatı (1100-1200)” , İstanbul 1988.

DEMİRTAŞ Mehmet, “Osmanlı Başkentinde Dilenciler ve Dilencilerin Toplum Hayatına Etkileri”, Bir Kent Sorunu: Dilencilik Sempozyumu Tebliğler Kitabı, 18-19 Ekim 2008, İstanbul, s. 81-104. DEVELLİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Aydın Kitabevi Yay., Ankara 1993.

216

DÜZBAKAR Ömer, “Osmanlı Devleti’nin Dilencilere Bakışı (Bursa Örneği)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1(5), ISSN:1307-9581, s. 290-312.

GENÇ Hamdi- İ. Murat Bozkurt, Osmanlı’dan Brezilya ve Arjantin’e Emek Göçü ve Göçmenlerin Sosyo Ekonomik Durumu 1850-1915, “Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi”, İstanbul, 2010, C. XXVIII, S. 1, s. 71-103. GÖKTAŞ Uğur, “Dilenciler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.III, İstanbul 1994, s. 53-54. ILIKAN Faruk, “Hazine-i Kavanin-i Cedide-i Osmaniye Serseri Nizamnamesi” Tarih ve Toplum Dergisi, S. 107, İstanbul 1992. KOÇU, Reşat Ekrem,“Dünden Bugüne Dilenciler” , Hayat-Tarih Mecmuası III, İstanbul 1970, s. 25-28. KODAMAN Hulusi,“Eski Dilenciler”, Yedigün Dergisi, İstanbul, Nisan 1936, S. 161, s.16-17.

KONYALI İbrahim Hakkı, “Tarihte İstanbul Dilencileri”, Tarih Hazinesi Dergisi, C. VIII, İstanbul 1951, s. 353-362.

ÖZBEK Nadir, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Dilenciler ve Serseriler 1750-1914”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet: Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914), İstanbul 2008, s. 65-114. SAKAOĞLU Necdet, “ Dersaadet Dilencileri ve Bir Belge”, Tarih ve Toplum Dergisi, XXXVIII, İstanbul 1987, s. 86-88. SARIYILDIZ Gülden,“ II. Abdülhamit’in Fakir Hacılar İçin Mekke’de İnşa Ettirdiği Misafirhane”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul 1994, s. 121-145.

SARIYILDIZ Gülden, Hicaz Karantina Teşkilâtı, TTK Yayınları, Ankara 1996. TEKİN Zeki, “Osmanlı Döneminde Dilencilik”, Osmanlı, C. 5, Yeni Türkiye Yay., İstanbul 1999, s. 570-583. TOKSARI Ali, “Dilencilik”, DİA İslam Ansiklopedisi, C.9, İstanbul 1994, s. 298.

217

YAYIM ALANI, YAZIM KURALLARI ve YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ

YAYIM ALANI Dergi, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde yapılan bilimsel nitelikli çalışmaları yayınlar. YAZIM KURALLARI 1. Çalışmalar 5000 ile 7000 kelime arasında olmalıdır.

2. Türkçe çalışmalarda İngilizce, İngilizce çalışmalarda Türkçe özet eklenmelidir. Özet, makalenin sonunda kaynaklardan önce ve 800 – 1000 kelime uzunluğunda olmalıdır.

3. Gönderilecek çalışmaların daha önce yurt içi veya yurt dışında herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekir. Fakat bilimsel toplantılarda (kongre, sempozyum, seminer vb.) sunulan ve tam metni yayımlanmamış bildiriler, sunulduğu yer ve tarih belirtilmek şartıyla kabul edilir.

4. Yazıların manyetik ortamda (CD/DVD) veya elektronik posta ile gönderilmesi gerekmektedir.

5. Yazılar; Microsoft Word'de tek satır aralığı, Times New Roman ve 12 punto; kâğıt ölçüsü A4 olacak şekilde hazırlanmalıdır. Metin içinde yer alacak şekiller ve tabloların bu ölçülere uyması gerekmektedir.

6. Türkçe çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 – 200 kelimelik bir Türkçe öz ve anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben İngilizce başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. İngilizce çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 - 200 kelimelik bir İngilizce öz ve anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben Türkçe başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. Her iki öz de tek satır aralığı ve 8 punto ile yazılmalıdır. Anahtar kelimeler, 4 - 7 kelime arasında olmalıdır.

7. Kaynaklara göndermeler dipnotlarla veya metnin içinde açılacak ayraçlarla yapılabilir.

8. Makalede yer alan ekler, metodolojik ayrıntıları ve ek bilgileri içermelidir. Birden fazla ek olduğu durumda EK A, EK B başlıkları kullanılmalıdır. Eklere kaynaklardan sonra yer verilmelidir. Makalenin tamamı için okuyucuya bilgi verecek mahiyette ve makale başlık sayfasında yer alması uygun görülen 20 – 25 kelimelik kısa anlatım, özet bölümünün ardından yazılmalıdır.

9. Yazarın akademik unvanı, görevi, bağlı bulunduğu kuruluş elektronik posta (elmek) adresi ilk sayfanın altına 8 puntoluk dipnotla yazılmalıdır.

10. Yazının anlaşılmasını kolaylaştıran kısa bilgiler, 20 kelimeyi geçmeyecek şekilde ve her sayfa için en fazla bir tema olmak üzere altı çizilerek belirtilmelidir.

11. Tablo ve şekillere başlık ve sıra numarası verilmeli, başlıklar tablo ve şekillerin altında yer almalı, kaynaklar ise başlık satırının altına yazılmalıdır.

12. Denklemlere sıra numarası verilmelidir. Sıra numarası yay ayraç içinde ve sayfanın sağ tarafında yer almalıdır.

13. Öneri yazıları A-4 veya 8.5"x11" boyutundaki kağıda 1.5 aralıklı olarak yazılmalıdır. Yazılar okunabilecek koyulukta basılmalı ve çoğaltılmalıdır. Sayfa kenar boşlukları üst: 3cm, alt: 3cm; sol: 3,5

218

cm, sağ: 2,5 cm olmalıdır. Sayfaların altına sağ köşesine sayfa numarası konmalıdır. Font büyüklüğü en az 10 punto olmalıdır.

14. Öneri yazısının ilk sayfasında yazının başlığı, yazarların adları ve kurumları, öz ve anahtar kelimeler (en az 3, en çok 7) bulunmalıdır. Yazı başlığı, öz ve anahtar kelimeler, hem Türkçe hem de İngilizce olarak verilmelidir. Yazışmaların yapılacağı adres dipnot ile belirtilmeli ve yazarın açık posta adresi yanında, varsa faks numarası ve elektronik posta adresi de verilmelidir. İlk sayfada ayrıca, dipnot olarak çalışmayı destekleyen kuruluşlar, vb. de belirtilebilir.

15. Öz, derleme ve araştırma makaleleri için 200 ve editöre mektup için 50 kelimeyi aşmamalıdır. Özde denklem, atıf, standart dışı kısaltmalar, vb. yer almamalıdır.

16. Yazı, Giriş bölümüyle ikinci sayfadan başlamalı ve uygun bölümlere ayrılmalıdır. Bölümler, ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Bölüm başlıkları numaralarıyla birlikte büyük harflerle ("1. GİRİŞ" şeklinde) yazılmalıdır. Gerekli durumlarda bölümler alt bölümlere ayrılabilir. Alt bölümler, her bölüm içinde bölüm numarası da kullanılarak "1.1", "1.2" şeklinde numaralandırılmalıdır. Alt bölüm başlıkları numaralarıyla birlikte her kelimenin ilk harfi büyük olacak şekilde sola dayalı olarak yazılmalıdır. Son bölüm, Sonuç(lar)/Tartışma bölümü olmalı ve bu bölümü takiben Kaynakça ile varsa Teşekkür ve Ekler yer almalıdır. Not: İsteğe bağlı olarak şekil listesi ve tablo listesi kaynakçadan hemen önce verilebilir.

17. Öneri yazılar, şekil ve tablolar dahil, 40 sayfayı ve editöre mektuplar 10 sayfayı aşmamalıdır.

18. Notasyon (işaretlerle gösterim) ve kısaltmalar ilgili bilim alanının standart notasyon ve kısaltmaları olmalı veya metin içinde ilk geçtiği yerde tanımlanmalıdır. Gerekli durumlarda, notasyon ve kısaltmalar Giriş bölümünde veya bu bölümü izleyen ayrı bir bölüm içinde verilebilir.

19. Tüm çizimler, haritalar, grafikler, fotoğraflar, vb. şekil olarak değerlendirilmelidir. Her şeklin bir örneği öneri yazısına eklenmelidir. Baskıya hazır özgün şekiller yazı basıma kabul edildikten sonra gönderilmelidir. Şekiller, ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Bunlara metin içinde "Şekil 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir şekil için uygun bir başlık kullanılmalı ve başlık şeklin altına numarasıyla birlikte yazılmalıdır.

20. Tablolar ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Tablolara metin içinde numaralarıyla "Tablo 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir tablo için uygun bir başlık kullanılmalı ve bu başlık tablonun üzerine numarasıyla birlikte yazılmalıdır.

21. Başka eserlere yapılan atıflar aşağıdaki iki şekilden biri tercih edilerek gösterilebilir:

A. Metin içinde başka eserlere yapılan atıflar;

Yazar soyadı, yıl ve sayfa kullanılarak "(Yazar, 2010, s.15)" şeklinde yapılmalıdır.

İki yazarlı eserlerde iki yazarın soyadı "(Yazar ve Yazar, 2009, s.135)" şeklinde kullanılmalıdır.

Daha çok yazarlı eserler, yalnızca ilk yazarın soyadı verilerek "Yazar vd." şeklinde ve yine benzer biçimde yıl ve sayfa numarası yazılarak kullanılmalıdır.

Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine yansıyışını ifade eder.( Erdoğan, 2005, s.92)

B. Yukarıdaki yöntem benimsenmez ise atıflar dipnot yönteminde ve aşağıdaki kurallara göre yapılır:

219

Kitap dipnotta ilk kez tanıtılırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir:

Yazar adı-soyadı (ilk harf büyük); Kitap başlığı (ilk harfler büyük); Kitabın yayım bilgileri (İlk kez basılmamış ise baskı sayısı, basıldığı şehir, yayınevi, yayın yılı) ve (eğer alıntı yapılmış ise alıntının) ve sayfa numarası (tek sayfadan alıntı ise s.95 şeklinde, birden fazla sayfadan ise ss. 95-98 şeklinde gösterilir).

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine yansıyışını ifade eder.

Bir dergideki makale dipnotta ilk kez tanıtırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir: Yazar adı-soyadı; Makalenin başlığı; Derginin adı; Dergiye ait bazı yayım bilgileri (Cilt no.su + Sayı no.su + Ay ve yıl + sayfa no.su).

İnternetteki belgelerin gösterimi şu şekilde yapılır:

“Son Yazarın Adı-Soyadı; “Belgenin Başlığı”; Tüm Eserin Başlığı, Belge Tarihi ya da Belgenin Son Güncellenme Tarihi, Adres, Sayfa ve parantez içinde Erişim Tarihi.

Bütün kaynaklar için geçerli olmak üzere; aynı kaynağa ikinci ve sonraki başvurular yazarın soyadı ve sayfa numarasını göstermek yeterlidir.

Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

22. Açıklama Dipnotu:

Bilgi ve açıklama dipnotu sayfa altında ve (*) işareti ile gösterilir. Açıklama dipnotlarının gereğinden fazla verilmemesi gerekmektedir.

23. Kaynakça yazımında aşağıdaki hususlara dikkat edilecektir:

“KAYNAKÇA” başlığı sola hizalı, tüm harfleri büyük, kalın yazılmalıdır.

Atıfta bulunulan eserler “Kaynakça” bölümünde ilk yazarın soyadına göre alfabetik liste olarak sıralanmalıdır.

İlk yazarı aynı olan eserlerde sıralamayı belirlemek için sırasıyla ikinci ve daha sonra gelen yazarların soyadları kullanılmalıdır.

Tüm yazarları aynı olan eserler yılına göre eskiden yeniye doğru sıralanmalıdır.

İlk yazarı ve yılı aynı olan üç ve daha fazla yazarlı eserler de aynı şekilde ayrılmalıdır.

Kaynakçada tüm yazarların soyadları ve diğer adlarının ilk harfleri yer almalıdır.

YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ 1. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde, en az 2 (iki) hakem tarafından incelenip "Yayımlanabilir" oluru alınmış bilimsel makaleler yayımlanır.

2. Yayın Kurulu tarafından gerek duyulduğunda hakem sayısı artırılabilir.

3. Hakemler yazıları; özgünlük, bilimsel katkı, ilgili literatürden yararlanma düzeyi, bilimsel makale hazırlama düzenine uygunluk, (varsa) alan araştırmasında kullanılan yöntem ve bulguları, üslup ile önemli buldukları diğer unsurlar açısından değerlendirerek yazılı görüşlerini Yayın Kuruluna iletirler.

220

4. Hakemler tarafından düzeltme talep edilirse düzeltmelerin Yayın Kurulunun uygun gördüğü sürede tamamlanıp tekrar gönderilmesi beklenir. Düzeltilmiş makaleler yeniden hakemlerin görüşüne sunulabilir.

5. “Yayımlanabilir” kararı verildikten sonra yazı yayım sırasına alınır ve bu durum yazar(lar)a bildirilir.

6. Dergide örnek olay incelemeleri, raporlar, bilimsel etkinlikler hakkında haberler, kitap tanıtım ve eleştirileri, yayım duyuru ve özetleri, önceden yazılmış bir makaleye getirilen ekler, eleştiri ve yorumlar, yanıtlar ve eleştirilere cevaplar da yer alabilir.

7. Bilimsel makalelerden ayrı yayımlanacak bu tür yazıların dergide yayımlanması ile ilgili karar, Hakem raporu aranmaksızın Yayın Kurulu tarafından verilir.

8. Dergiye gönderilen tüm yazılar önce Yayın Kurulu tarafından ön değerlendirmeye alınır. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi kapsamında yer alması öngörülmüş konular ile doğrudan ilişkili olmayan ya da bilimsel bir yazı biçiminde içerik ve şekil açısından uygun olmayan yazılar, Yayın Kurulu tarafından hakemlik süreci başlatılmadan geri çevrilir ya da ilgili değişiklik önerilerinde bulunulur.

9. Bilimsel çalışmalar, Türkçe veya İngilizce hazırlanabilir.

10. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan düzeltmeler yapılabilir.

11. Makalesi yayımlanan yazarlara telif ücreti ödenmez.

12. Makalesi yayımlanan yazara makalesinin yayımlandığı sayıdan üç adet dergi gönderilir. Makalelerin yazarları ve makaleleri değerlendiren hakemlerin isimleri karşılıklı olarak gizli tutulur.