FRAKTAL EDEBİYAT-DÜŞÜNCE DERGİSİ--2

104
DOSYA: Dücane Cündioğlu: Cumhuriyet Dindarlığının Trajedisi 50 3 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi Mart-Nisan-Mayıs 2014 Sayı: 2 Yayıncı Kuruluş ve Sahibi Kağıt Market Matbaacılık Reklamcılık Sanayi Ve Ticaret Limited Şirketi Adına Sahibi Özcan Yavuz İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ömer Uyan Genel Yayın Yönetmeni Bilal Demir Yayın Kurulu Mesut Yıldırım / Ilgaz Yeşilçimen / Ahmet Eş / Mustafa Dağ / Ahmet Günaydın / Fatma Arpağ / M. Seyyit Gazel Yazı İşleri Anıl Şen Tasarım Atilla Ceylan [email protected] Adres Kazım Karabekir Mah. 918. Sk. No:9/1 Küçükköy- Gaziosmanpaşa/İstanbul İletişim [email protected] Facebook.Com/Fraktal Edebiyat Düşünce Dergisi Twitter.Com/#Fraktaldergi Basım Yeri Mahir Matbaası İstanbul Cad. Nadide Sk. No: 2/B Beylikdüzü - İstanbul [email protected] Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın ISSN: 2148-1326 Fiyatı: 6 TL Abonelik Koşulları Yıllık Abonelik: 20 TL. Abone Bilgi İçin: [email protected] Abone Kargo Ücreti Alıcı Tarafından Tahsis Edilir Sinan CANAN DÜŞÜNCENİN “FRAKTAL” YAPISI ......................4 Abdullah KARAKAŞ KARA KİTAP’IN ÜST KURMACA ÖZELLİKLERİ ..7 Dursun ÖZYÜREK MODERN TÜRK ŞİİRİNDE HECENİN YÜKSELİŞİ VE BEŞ HECECİLER ....................12 Sabahattin Supi UZDEN NİETZSCHE’DE AHLAK VE DİN ELEŞTİRİSİ ..18 Mustafa DAĞ MEHMET ÂKİF VE İDEOLOJİLER ....................22 Mesut YILDIRIM KLASİK EDEBİYAT’IN TEŞEKKÜL ETTİĞİ MEKÂNLAR..........................................25 M. Sait AKTAŞ MODERN TÜRK ŞİİRİNDE MEKÂN ALGISI VE İŞLEVİ ............................................28 Mehmet GÖZ YAŞAR KEMAL’İN ÇUKUROVASI YA DA KÖYLÜ BİR SES ....................................32 Bilal DEMİR ŞEHRİN SANAT ÜRÜNÜ OLARAK ROMAN TÜRÜ ................................................36 Ömer UYAN KERBELÂ TOPRAĞININ MAHSÛLÜ: FUZÛLÎ ..41 Abdullah BASMACI PLATON’UN DEVLETİ’NDE EDEBİYATÇI OLMAK ........................................47 Sabahattin Supi UZDEN YA SONRA........................................................61 Cüneyt EREN SEN YOKTUN YA..............................................62 Lamia DENİZ UNUTTUM GİTTİ ..............................................63 Özgür ÇOBAN SÜRMENİN HESABI ........................................63 Hikmet KIZIL SANA HİCRET EDİYORUM ..............................64 Ömer UYAN RİNDÂNE ........................................................65 Mehmet Seyyit GAZEL AMERİKA VESPUÇÇİ ......................................65 A. Samet CİNLİ BİR MÜREKKEP İSYANI ..................................66 Ersin AYDIN KANATLI YÜREK ..............................................66 Aleksandr Stepanoviç GRIN BAŞKASININ SUÇU ........................................67 Ümit CAN KARANCALAR İÇİN YOL ..................................73 Gökhan TİRİTÇİ YALNIZLIK ÇEKENLERİN EN GAMSIZI ..........77 Fatih TORUN FAS, MOROCCO ..............................................83 Fatma ARPAĞ BİR GARİP ORHAN VELİ ..................................87 Cemile ORUÇ TÜRK ROMANINDA YAZAR VE BAŞKALAŞIM ............................................91 Müberra COŞKUN UMUT YOLCULUĞUNDAKİ GÖLGELER “GRAPES OF WRATH” ....................................93 Anıl ŞEN SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ ..........................94 Mehmet Seyyit GAZEL “HÜÜÜÜÜÜÜÜP!JJJJJJJJJJJ!NAH-HA!” ............96 Fatma ARPAĞ OKUNMALI OKUNMALI ..................................97 Aleksandr Stepanoviç GRIN BAŞKASININ SUÇU ........................................67 Mustafa DAĞ MUSTAFA KUTLU’DAN MEKTUP VAR ............99 Bilal DEMİR YENİ ORYANTALİSTLER................................100 Anıl ŞEN / Ömer UYAN CÜMLE’DEN ÖTESİ ......................................102 FRAKTAL SON SAYFA ÖNERİLERİ................104 İÇİNDEKİLER DOSYA: Ali Şükrü Çoruk: “Tek Bir İstanbul Yok Binlerce İstanbul Var” Röportaj: Bilal DEMİR 56

Transcript of FRAKTAL EDEBİYAT-DÜŞÜNCE DERGİSİ--2

DOSYA:Dücane Cündioğlu:CumhuriyetDindarlığının Trajedisi

50

3 Aylık Edebiyat Düşünce DergisiMart-Nisan-Mayıs 2014 Sayı: 2

Yayıncı Kuruluş ve SahibiKağıt Market Matbaacılık Reklamcılık Sanayi Ve Ticaret Limited Şirketi Adına

Sahibi Özcan Yavuz

İmtiyaz Sahibi veSorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ömer Uyan

Genel Yayın YönetmeniBilal Demir

Yayın KuruluMesut Yıldırım / Ilgaz Yeşilçimen /

Ahmet Eş / Mustafa Dağ / Ahmet Günaydın /Fatma Arpağ / M. Seyyit Gazel

Yazı İşleriAnıl Şen

TasarımAtilla Ceylan

[email protected]

AdresKazım Karabekir Mah. 918. Sk. No:9/1

Küçükköy- Gaziosmanpaşa/İstanbul

İletiş[email protected]

Facebook.Com/Fraktal Edebiyat Düşünce Dergisi

Twitter.Com/#Fraktaldergi

Basım YeriMahir Matbaası

İstanbul Cad. Nadide Sk. No: 2/BBeylikdüzü - İstanbul

[email protected]

Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın

ISSN: 2148-1326

Fiyatı: 6 TL

Abonelik KoşullarıYıllık Abonelik: 20 TL.

Abone Bilgi İçin: [email protected]

Abone Kargo Ücreti Alıcı Tarafından Tahsis Edilir

Sinan CANAN DÜŞÜNCENİN “FRAKTAL” YAPISI ......................4Abdullah KARAKAŞ KARA KİTAP’IN ÜST KURMACA ÖZELLİKLERİ ..7Dursun ÖZYÜREK MODERN TÜRK ŞİİRİNDE HECENİN

YÜKSELİŞİ VE BEŞ HECECİLER ....................12Sabahattin Supi UZDEN NİETZSCHE’DE AHLAK VE DİN ELEŞTİRİSİ ..18Mustafa DAĞ MEHMET ÂKİF VE İDEOLOJİLER ....................22Mesut YILDIRIM KLASİK EDEBİYAT’IN TEŞEKKÜL

ETTİĞİ MEKÂNLAR..........................................25M. Sait AKTAŞ MODERN TÜRK ŞİİRİNDE MEKÂN

ALGISI VE İŞLEVİ ............................................28Mehmet GÖZ YAŞAR KEMAL’İN ÇUKUROVASI

YA DA KÖYLÜ BİR SES....................................32Bilal DEMİR ŞEHRİN SANAT ÜRÜNÜ OLARAK

ROMAN TÜRÜ ................................................36Ömer UYAN KERBELÂ TOPRAĞININ MAHSÛLÜ: FUZÛLÎ ..41Abdullah BASMACI PLATON’UN DEVLETİ’NDE

EDEBİYATÇI OLMAK........................................47Sabahattin Supi UZDEN YA SONRA........................................................61Cüneyt EREN SEN YOKTUN YA..............................................62Lamia DENİZ UNUTTUM GİTTİ ..............................................63Özgür ÇOBAN SÜRMENİN HESABI ........................................63Hikmet KIZIL SANA HİCRET EDİYORUM ..............................64Ömer UYAN RİNDÂNE ........................................................65Mehmet Seyyit GAZEL AMERİKA VESPUÇÇİ ......................................65A. Samet CİNLİ BİR MÜREKKEP İSYANI ..................................66Ersin AYDIN KANATLI YÜREK..............................................66Aleksandr Stepanoviç GRIN BAŞKASININ SUÇU ........................................67Ümit CAN KARANCALAR İÇİN YOL ..................................73Gökhan TİRİTÇİ YALNIZLIK ÇEKENLERİN EN GAMSIZI ..........77Fatih TORUN FAS, MOROCCO ..............................................83Fatma ARPAĞ BİR GARİP ORHAN VELİ..................................87Cemile ORUÇ TÜRK ROMANINDA YAZAR

VE BAŞKALAŞIM ............................................91Müberra COŞKUN UMUT YOLCULUĞUNDAKİ GÖLGELER

“GRAPES OF WRATH” ....................................93Anıl ŞEN SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ..........................94Mehmet Seyyit GAZEL “HÜÜÜÜÜÜÜÜP!JJJJJJJJJJJ!NAH-HA!” ............96Fatma ARPAĞ OKUNMALI OKUNMALI ..................................97Aleksandr Stepanoviç GRIN BAŞKASININ SUÇU ........................................67Mustafa DAĞ MUSTAFA KUTLU’DAN MEKTUP VAR ............99Bilal DEMİR YENİ ORYANTALİSTLER................................100Anıl ŞEN / Ömer UYAN CÜMLE’DEN ÖTESİ ......................................102

FRAKTAL SON SAYFA ÖNERİLERİ................104

İÇİNDEKİLER

DOSYA:Ali Şükrü Çoruk:“Tek Bir İstanbul YokBinlerce İstanbul Var”Röportaj:Bilal DEMİR

56

‘B ir anlam arayışı’ amacıyla çıktığımız yolculukta ikinci sayımızla karşı-nızdayız. Yüksek lisans derslerinde Behçet Necatigil’in şiirlerini incelerken‘fraktal’ kavramını kullanarak dergimizin ismi için bize ilham veren

Prof. Hasan Akay’a şükranlarımızı sunarak başlamak istiyoruz.İlk sayımızda dergimizin ismi olan Fraktal kelimesini yeterince tarif edeme-

diğimiz eleştirisini almıştık. Biz de Fraktal’ı yetkin bir kalemden tanıtmayıuygun bulduk. Bu sayıda Fraktal’ın anlaşılması ve kelimenin temellendirilmesibakımından ‘Fraktal Düşünceler’ üzerindeki çalışmalarıyla bilinen Doç. Dr.Sinan Canan, sunduğu bilgilerle bizlere yardımcı oldu. Bu sayede Fraktalkelimesinin ‘yabancılığını’ gidermiş olmayı umuyoruz. Sn. Canan’a değerli kat-kılarından dolayı çok teşekkür ederiz.

Edebiyat ve mekân dosyasını kendi görüşümüzle, kendimizce değerlendirirken,önemli bir konuya, edebiyatın temeli olan bir konuya değindiğimizin farkındayız.Dosya konumuzu salt bir ‘yer imgesi’nden farklı olarak ‘edebiyat-mekân dengesi’üzerine oluşturduk. Edebiyatın başladığı yerden aldığı ilhama, edebiyatla mekânınbirbirini tamamlayan özelliklerine, her mekânın kendine has edebî ürününüyaratma sürecine değindik. Birbirinden farklı isimler, farklı mekânlar ve farklıanlayışlar üzerinden bir edebiyat dosyası hazırlamaya çalıştık.

Dosya yazılarımızda; Klasik Edebiyatın doğduğu mekânları, şehir hayatınınedebi türlerle ilişkisini, modern Türk şiirinde mekân algısını, Yaşar Kemal’inÇukurova ve köy eksenli edebiyat anlayışını, hamuru Kerbelâ toprağıyla yoğrulmuşFuzûlî’yi, bir idea olarak Platon’un edebiyatçılarını ve elbette, edebiyatın payitahtıolan İstanbul’u inceledik. Dosya konumuzu hazırlarken İstanbul bölümünü özelolarak düşünüyorduk ve bu nedenle İstanbul’a ayrı bir yer verdik. İstanbulüzerine yaptığı ilmî çalışmalarla bilinen İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiDoç. Dr. Ali Şükrü Çoruk röportaj ricamızı kırmayarak bu konuda dergimizeçok değerli katkılarda bulundu. Eski İstanbul’dan günümüze kadar son dereceönemli bilgilerle dolu bir İstanbul röportajı gerçekleştirdik. Ayrıca Dücane Cün-dioğlu’nun İstanbul’u farklı bir bakışla, üç önemli semtiyle işlediği ‘CumhuriyetDindarlığının Trajedisi’adlı yazısını ilk defa bu isimle dergimizde yayımlıyoruz.Hem Sn. Çoruk’a hem de Sn. Cündioğlu’na teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Dergi yazılarını hazırlarken Türkiye’nin farklı yerlerinden birçok insanınyazısını aldık. Sanırız Fraktal’ın en önemli özelliği de geniş bir kitleden, ‘hertaraftan’ gelen yazılar barındırıyor olması. Deneme, makale, şiir, hikaye ve diğeredebi türlerle Fraktal, bu sayıda dolu bir içerikle hazırlandı. Emeği geçen tümyazar dostlara, bilgilerini ve eleştirilerini eksik etmeyen tüm arkadaşlara selamve saygı ile tekrar buluşmak ümidiyle… ♦

2

BAŞLARKEN...

Frak

tal’d

en

Adam haykırdı: Nemesis, Nemesis! Yıldırımlar gibi ulu çınarlaramusallat Tanrıça... Ben ne Olemp'in sırlarını faş eden bir yari-Tanrıydım ne erguvanlar içinde doğan bir prens. Ama madem kiparmakların bana kadar uzandı, madem ki beni de hışmına layıkgördün, seni utandırmayacağım. Ya ölüm boğacak şarkılarımı yaelimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım. …Ve meçhule tırmanan adam Kelime oldu. (Cemil Meriç, BuÜlke, İletişim Yay.)

3

Resim: Nemesis, Alfred Rethel

İlk kitabım piyasaya çıktığında,kitabın adı olarak neden“Fraktal Düşünceler”i seçtiğim

çok sorulmuştu; halen de ara sırasoruluyor. Bu yazıyı belki kitabınbir yerine dâhil etmek daha iyiolabilirdi ama açıkçası biraz dagizemli kalmasını, bu ismin çağ-rıştırdıklarının kişilere göre serbestkalmasını arzu etmiştim. Fakatdüşüncelerimizin gerçek fraktalözelliklerini de elimden geldiğincesoranlara anlatmaya gayret ettim.Bu yazıda kısaca düşüncelerimizingirift yapısının fraktal geometriile olan benzerliğinden bahset-meye çalışacağım. Amacım dü-şüncelerimizin oluşumu, katmanlıyapısı ve fraktal geometri arasındabir dizi benzeşim kurarak düşün-celerimizin “yapısına” biraz dahanüfuz edebilmeye çalışmak.

Fraktal geometri, basit mate-matiksel formüllerin bilgisayarlartarafından tekrarlanması ile oluş-turulan kompleks biçimlerin geo-

metrisidir. Bu geometrinin belkide en şaşırtıcı olan tarafı, doğa-daki biçim ve süreçlere çok ben-zeyen bazı şekillerin elde edile-bilmesi ve belki de doğadaki okarmaşık şekillerin aslında çokbasit kurallarla üretilebiliyor ola-bileceği fikrini doğurmasıdır.

“Düşüncelerimiz”in bir geo-metri dalı ile ne ilişkisi olabilir?Geometri, düşüncelerimizde biryer kaplamakla birlikte, “düşünce”dediğimiz şey genellikle biçimsiz,sınırları belirsiz, odaklanmaya göreçözünürlüğü ve detayları değişe-bilen, öznel ve tekrarsız deneyimlerolarak tanımlanır. Bir biçimi veyakalıbı yoktur. Düşünme zihinselsüreçlerimizden birisidir ve benimburada kullandığım anlamıyla,belli bir fikirler-edinimler zincirinizihinsel yahut sözel olarak takip

4

DÜŞÜNCENİN “FRAKTAL” YAPISISinan CANAN* / deneme

Düşüncelerimiz, birçok katmandan oluşuyor. Bu katmanlar birbirinden ayrık ve yalıtılmış değil, birbirleri ile karmaşık birtarzda geçiş gösteren katmanlar şeklindedir çoğu zaman. Bir mantık zincirini takip ederken gidebileceğimiz birçok yolmevcuttur ve bu yolların her biri ayrı bir düşünce katmanından geçer.

ederek belli anlamlar çıkartma iş-leminin adıdır. Fakat fraktal geo-metrinin önümüze açtığı yeni-dünya, düşüncelerimizdeki bazıtuhaf özellikleri anlamamızı dakolaylaştırıyor.

Düşünce Bileşenleri ve Düşünce Katmanları

Düşüncelerimiz, birçok kat-mandan oluşuyor. Bu katmanlarbirbirinden ayrık ve yalıtılmışdeğil, birbirleri ile karmaşık birtarzda geçiş gösteren katmanlarşeklindedir çoğu zaman. Bir man-tık zincirini takip ederken gide-bileceğimiz birçok yol mevcutturve bu yolların her biri ayrı bir dü-şünce katmanından geçer. Geçmişeait bir anınızı düşünün: Düşün-cenizde yer alan bir “görüntü”denibaret değildir anılar. Her bir anı,ne kadar kuvvetli kaydedildiğinebağlı olarak farkındalığı değişe-bilen birçok katman içerir. Meselabunlardan en kuvvetlisi duygusalkatmanlardır. Bazı fikir, düşünceve anılar, sadece hissi olarak bizlerifazlaca etkiledikleri için net birşekilde kaydedilirler. Duygusalbileşenleri zayıf anıları bilinçlizihnimize kaydetmemiz zordur.Anının yahut fikrin kronolojisi,çağrıştırdıkları, zihninizdeki diğerfikir veya anılarla olan bağlantıları,ilişkileri, çağrıştırdıkları, takip et-tiğinizde sizi ulaştırdığı zihinselsonuçlar... Bunların hepsi, tümdüşünce ve anılarımızda bulunankatmanlardan bazılarıdır. Rutinbir düşünme işinde bunları bir-birinden ayırmak çok zordur; ge-

rekli de değildir. Özellikle duygusalbileşenlerin etkin yönlendirmesiile fikirlerimizi nasıl yol alacağını,anılarımızın ne bağlamda ve nekadar hatırlanacağı ve zihnimizdekayıtlı bilgilerden hangi mantıksalyolculuğa çıkacağımızı büyükoranda (o anki zihinsel-ruhsaldurumumuzla birlikte) bu kat-manların yapısı belirler.

Dolayısıyla, düşüncelerimizstatik resimlerden çok, girift vekarmaşık fraktal desenlere benzer.Başlangıç koşullarındaki en ufakbir değişiklik (katmanlarda his-sedilemeyen küçük farklılıklar)bütün düşünce deseninin değiş-mesine yol açar ve yepyeni ka-lıpları ortaya çıkartır.

Düşünce ve fikirlerimiz ayrıcaçok fazla bileşen ve ilişki içermesiaçısından da fraktal bir ağaca ben-zer. Bunu daha iyi anlatmak içindüşüncelerimizdeki “detay düzey-lerin” odaklanmakta yarar var.

Değişen Detaylar, Farklı Detay Düzeyleri

Düşünce âlemimizdeki görün-tü, ses, fikir ve tecrübeler, tek bo-

yutlu kaydedilmiş şeyler değiller-dir. Basit bir anınızı hatırlayın vedetaya inmeye çalışın. Ben ilkokulgünlerimden hatırladığım bazısahnelere dönerek bunu yapmayıseverim: İlkokul sınıfımı hatırlarımönce, sonra sıra arkadaşım Mert’i,ardından benim için ciddi tehditoluşturan Kaan’ı, çok güzel bul-duğum bir-iki kız arkadaşı vs. vs.gözden geçiririm. Sonra çantamı,kalemlerimi ve çok sevdiğim ka-lem kutumu, pembe “Arı Maya”desenli kokulu silgimi, onun çileksikokusunu, sildiğim zaman çıkanuzun ve yuvarlak silgi artıklarını,onları topaklayarak yaptığım sahte“sümük”leri, annemin bunlarakızmasını, babamın aldırmama-sını, evimizin kokusunu, anneminsobayı yakışını.... Hatırlama zin-cirinin sonu gelmez. Yine aynıanıdan başlarsak, sınıfım, sıra ar-kadaşım, okulumuzun binası, girişkapısı, merdivenler, sınıfın kapısı,kapıya kafamı çarpışım, buna ne-den olan arkadaşım ve onun dö-nerci dükkanı, döneri ne kadarsevdiğim, kokoreç maceraları....Aynen sizin yaptığınız gibi bende düşünceden düşünceye atlı-

5

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

yorum. Fakat eğer her bir adımaayrı ayrı dikkat edebilsek, her biradımın da inanılmaz bir detayasahip olduğunu fark edebiliriz.Zira düşünceler ve anılar, üzerle-rine odaklandıkça yepyeni ayrın-tıların ortaya çıktığı fraktal birçorba gibi kaydedilmiştir. Hattaçoğu zaman hipnoz altındaki in-sanların, normal bilinç durumun-da hatırlayamadıkları şeyleri veçok ince detayları hatırlayabildik-lerini biliyoruz. Dolayısıyla dü-şüncelerimiz üzerine ne kadarodaklanırsak o kadar derin detayave hiç beklenmedik, şaşırtıcı bağ-lantılara ulaşabiliyoruz. Bu da zih-nimizde kaydedilen düşünceleri“fraktal” bir oluşuma benzetmekiçin iyi bir sebep.

Dallanmalar, Çatallanmalar, Tekrarlar, Benzeşimler

Yukarıda detaylardan bahse-derken, düşünceden düşünceyeolan dallanmalar dikkatiniz çek-miştir. Çoğu zaman kendimizi“ne düşünüyordum, nereye gel-dim?” “Bu mevzu aklıma neredengeldi?” şeklinde kendi kendinizisorgularken bulmuş olabilirsiniz.Hatta bazen aklınıza geleni birbaşkasına anlatırken benim gibi“insan aklı da amma acayip ça-lışıyor yahu!” diyerek söze baş-lama ihtiyacı hissedebilirsiniz.

Gerçekten de zihnimiz, öngö-remeyeceğimiz bağlantılar kurarakçalışır. Bu bağlantıların tamamıaslında potansiyel olarak mevcut-tur, fakat biz, izlemeyi seçtiğimiz(yahut o anki durumun bizi zor-

lamasıyla takip ettiğimiz) zincirbasamakları üzerinde düşünceadımları atar ve o zincirin sonun-daki bir düşünceye, fikre, duyguyayahut yargıya ulaşırız. Yine karşı-mızda bütününü görmekten acizolduğumuz anormal karmaşıklıktabir düşünceler şebekesi var. Buşebekenin “fraktallığı”, onun doğasıgereği aslında: Sinir hücreleri ara-sındaki fraktal dallanma ve bağ-lantılar, düşüncenin de bu şekildeüretilmesini yahut kullanılmasınızorunlu kılıyor olabilir.

Zihin evrenindeki bu dallan-ma ve çatallanmalar aslında ya-ratıcı düşünce süresinin de ze-minini oluşturan önemli faktör-lerden birisidir. Yıllar önce oku-duğunuz bir kitabı tekrar oku-duğunuzda, zihniniz o gündenbu güne muhtemelen çok değiş-miş olduğundan, okuduğunuzşeyler hiç değişmemiş olmasınarağmen, okuduklarınız size yep-yeni düşünceler doğuracak, yep-yeni kapılar açacaktır. Zihin ve-rilerinin bu kaotik dansı, uygunbileşenlerin bir araya gelmesidurumunda (dışardan bir girdiolmasa bile) yeni ve parlak fi-kirlerin bir anda “lamba yanargibi” ortaya çıkmasını sağlayanşeydir aslında. Mesela bilim ta-rihinde bir sorun üzerinde ay-larca çalışmasına rağmen çözümbulamayıp da tamamen alakasızbir anda çözümü zihninde biranda buluveren insanların hikâ-yeleri oldukça fazladır. Bunlardanbelki de en ünlüsü, kimyagerKekule’nin gördüğü bir rüya üze-rine keşfettiği benzen molekü-

lünün halkasal yapısıdır (rüya-sında kuyruğunu ısıran bir yılangörünce yapısını anlamaya ça-lıştığı molekülün “halka şeklinde”olabileceği aklına gelmişti ve ger-çekten de benzen molekülününşekli böyleydi). Bu uç bir örnekolsa da, zihindeki fraktal düşüncedansının yeni ve kararlı fikirleroluşturduğunu biliriz. Aslındabu fikirler her zihinde ortaya çı-kabilir; ama bunların kalıcı fi-kirlere dönüşmesi için zihninbuna hazır olması ve ortaya çık-tığında o fikri “yakalayarak ka-rarlı hale getirmesi” gerekir. Buda ancak çalışan ve sürekli butip fikirlerle meşgul olan zihin-lerin yapabileceği bir şeydir.

Neticede galiba “akıl hazır de-ğilse göz göremez” sözü de bununiçin söylenmiş olsa gerek...

Sonuçta beynimiz bir bilgi-sayar, bir makina olmadığı gibihafızamız ve zihnimiz de statikbir kayıttan ibaret değildir. Çaprazbağlantılar ve öz-tekrarlı şebekeöbekleriyle dolu bir “iterasyon”ormanıdır adeta. Yaklaştıkça de-tayları artan; bizleri sınırlı vesade kurallar üzerinden sonsuzafırlatan fraktal geometri, zihni-mizin bu girift yapısını anlamakiçin iyi bir aforizma, bir analojiolarak kullanılabilir gibi görü-nüyor. Ayrıca son yıllarda “zihninkaotik ve fraktal dinamikleri”üzerine yapılan birçok çalışma,aradaki bir ilişkinin bir analojidençok daha ötede olabileceğine dairciddi ipuçları veriyor.

* Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üni. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

6

Postmodern edebiyat mo-dern edebiyattan sonra or-taya çıkan, edebiyatta ve

sanatın diğer alanlarında kendinigösteren bir edebiyat akımıdır.Postmodern anlayış ile modernanlayışı birbirinden ayırmak çokzordur. “XX.yy’ın edebiyatına, he-nüz ad bulunamayan her akımıyaşarken dendiği gibi, moderndenmiştir, ama gerekli zamanuzaklığı daha sağlanmamışken,modernden de farklı eserler ortayaçıkınca, bunlar da postmodernolarak nitelenmiştir” (Aytaç 317).“Ne modernizm ne de postmo-dernizm belirli ilkeler altında sis-tematize edilebilecek birer edebiyatakımıdır; onları başlangıç ve bitiştarihleri parantezine almak daolanak dışıdır, çünkü özellikle es-tetik düzlemde modernizmin ne

zaman bittiği, postmodernizminne zaman başladığı kesin değildir”(Ecevit 70). Fakat şunu söyleye-bilirim ki 20.yüzyıl hem sanathem edebiyat açısından önemlibir dönüm noktasıdır. Bu yüzyılınbaşında modern edebiyat, orta-sında ise postmodern edebiyatakımı edebi metinlerin merke-zinde kendisini gösterir.

Ben bu bölümde postmodernedebiyatın temel özelliklerindenbahsedeceğim çünkü ele aldığımKara Kitap postmodern edebiyatınbir örneğidir. Postmodern ro-manlarda başkahramanın etra-fında dönen bir olay örgüsü yoktur.Bazen okuyucu kahramanın ne-rede olduğunu sorar çünkü yazarhikayeyi baş kahraman üzerindenanlatmaz. Yazar hikayeye ya daolay örgüsüne devamlı yeni kah-

ramanlar ekler. “Postmodern dü-şünce kaynağını çoğulculuktan alır;onda tek ve mutlak olana yer yok-tur” (Ecevit 68). Bununla beraberpostmodern edebiyat kendi farkınıkendine has yönelimiyle gösterir.Bu yönelim Yıldız Ecevit’in debelirttiği gibi şöyledir: “20. yüzyılınikinci yarısındaki estetik ise dahafarklı bir yönelim gösterir. Artıkedebiyat, dış ya da iç dünyayı, so-mut ya da soyut yaşamı anlat-maktan çok, kendini yansıtmak-tadır; objektifi kendi üstüne çevir-miştir” (19). Artık anlatılan hikayedeğil hikayenin kendisidir. Bu-nunla beraber postmodern ro-manda hikaye içinde hikaye an-latma özelliği karşımıza çıkar. Ro-man boyunca okur birbiriyle doğ-rudan bağı olmayan birçok hika-yeyle karşılaşır. Bu hikayelerin

7

KARA KİTAP’IN ÜST KURMACA ÖZELLİKLERİAbdullah KARAKAŞ / makale

Üstkurmaca gerçek ve kurgu kavramları üzerinde çok duran bir terimdir. Sadece edebiyat eserlerinin değil hayatın kendisinin de bir kurmaca olduğuna inanır üstkurmaca. Üstkurmaca roman ve hikayede anlatılanların gerçek değil birer kurgu olduğunu gösterir okura.

anlaşılması okurun kendi algısınabağlıdır. Yani postmodern roman-da okur pasif değil aktiftir. Post-modern edebiyatın diğer bir özel-liği de yazarın geleneksel metin-lerden faydalanmasıdır. Metin-lerarasılık terimi burada karşımızaçıkar. Yazar romanı kurgularkenkendisinden önce yazılan eserlereatıfta bulunur ve kendi kurgusu-nun anlaşılması için bu eserlerinbilinmesi çok önemlidir. Kendikurgusuna anlam veren yine eskieserlerin manasıdır çünkü. Post-modern edebiyatta yazarlar bunlarıyaparken üstkurmaca anlatı tek-niğini kullanırlar. Yani metinler-arasılık üstkurmacanın alt başlı-ğında yer alan bir terimdir.

Klasik, modern ve postmodernedebiyatın üçünde de bulunan üst-kurmaca anlatı tekniği, postmodernedebiyatla birlikte anlatının mer-kezine yerleşir. Peki, üstkurmacanedir? Üstkurmaca postmodernedebiyatta sadece bir anlatı unsurudeğil eserin vücuda gelmesindekien önemli unsurdur. Üstkurmaca,1980’de Amerikalı edebiyat bilimcisiLinda Hutcheon tarafından “fictionabout fiction”, “kurmaca üzerinekurmaca” olarak adlandırılmıştır(Aykut ve Özcan 255). Üstkurmacagerçek ve kurgu kavramları üze-rinde çok duran bir terimdir. Sadeceedebiyat eserlerinin değil hayatınkendisinin de bir kurmaca oldu-ğuna inanır üstkurmaca. Üstkur-maca roman ve hikayede anlatı-lanların gerçek değil birer kurguolduğunu gösterir okura. Klasikromandaki dünyadaki gerçekliğianlatma isteği postmodern roman-

da kurguyu anlatmak olarak belirirve postmodern yazar bu kurguyuüstkurmaca yoluyla anlatır. Üst-kurmacayı kurmacanın kurmacasıolarak da tanımlayabiliriz. Üstkur-maca için önemli olan şey ne an-latıldığı değil anlatının kendisidir.Buna hikaye anlatmak için yazmakda diyebiliriz. Patricia Waugh’unda belirttiği gibi üstkurmaca gerçekile kurgu arasındaki ilişkiyi sor-gulayan kurmaca yazıya atfedilenbir terimdir (2). Yani üstkurmaca,gerçeklik ve kurmaca kavramlarıile uğraşan, bu kavramları sorgu-layan bir terimdir. Üstkurmacanınen önemli sorunlarından bir tanesinesnel olan dünyadır. Nesnel dün-yayı betimlemek imkansızdır çün-kü gözlemci gözleneni her zamandeğiştirir (Waugh 3). Aslında bugörüş okuru önceleyen bir yapıyasahiptir. O zaman diyebilirim kiüstkurmaca anlatı tekniği ile yazılanedebiyat eserlerinde okur kendisineçok geniş bir alan bulur. Bir dedektifgibi eserin içinde gezinir ve kitabıkendi anlayışı ile bir nevi yenidenyazar. Patricia Waugh’un belirttiğidiğer önemli husus şudur: Üst-kurmaca, çok sayıda hayali ya dakurmacayı içinde barındıran esnekbir terimdir (19). Üstkurmacanınbu esnek yapısı içinde modern hi-kayeler olduğu gibi çok eski anlatılarda vardır. Üstkurmaca bu esnekyapısı içinde yazara birçok imkanverir. Yazar hem gelenekten fay-dalanabilir hem de yenilikçi olabilir.Üstkurmaca, edebiyata yenilik veortak hafızayı yani geleneği önerirve kişisel çalışmaya yani yazarınarzusuna destek olur, geleneğin

zarar görmesini önemsemez (Wa-ugh 12). Buradaki geleneğin zarargörmesini önemsemez sözünü, ge-leneğin imkanlarından faydalanır-ken geleneğin değişmesinden kork-maz şeklinde anlaşılması gerektiğinidüşünüyorum.

Postmodern edebiyatta üstkur-maca oluşturulurken en çok baş-vurulan yöntemlerden birisi demetinlerarasılık terimidir. “Yeniedebiyat terimleri dizgesinde me-tinlerarasılık (intertextuality) diyeadlandırılan olgu, üstkurmacanınbir türevidir... (Ecevit 110). Yazarolay örgüsünü kurgularken ken-disinden önce yazılmış metinleriöyküsünün içine dahil eder. Yazarıneseri kendisinden önce yazılmışeserlerle kol kola yürür postmodernromanda. Yazar bazen tarihi kişilerieserine öyle bir dahil eder ki tarihikişi bilinmeden romanın anlatmakistediği şey eksik kalır. Karşımızaşöyle bir sonuç çıkmaktadır: Me-tinlerarasılık okurdan belli bir dü-zeyde entelektüel bilgi seviyesi ister.Eğer okur o düzeyde bir okumayapmamışsa edebi eserde bulunananlamı çözümlemekte güçlük çeker.Yıldız Ecevit’in de belirttiği gibi:“Öte yandan, üstkurmaca yazarıçoğu kez, kendi ürettiği öykülerinyanı sıra, daha önce başka yazarlartarafından üretilmiş metinleri demalzeme olarak kullanır roma-nında; onlardan yola çıkarak yenimetinler üretir. Kimi kez eski ürün-lerden alıntılar yapar. Somut ger-çekliğin yerini metinlerin dünyasıalmıştır” (110).

Bu bilgiler ışığında Kara Kitap’abakacak olursak metinlerarasılığın

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

8

yazar tarafından sıkça kullanıldı-ğını görebiliriz. Romanın ana ka-rakteri olan Galip’in ismi ŞeyhGalib’e; Galip’in amcaoğlu ve ro-man boyunca Galip’e yazıları ileyol gösteren Celal’in ismi MevlânaCelâleddin Rûmi’ye; romanda Ga-lip’i küçüklükten beri seven kadınolarak karşımıza çıkan Belkıs, Sü-leyman peygamberin eşine; Ga-lip’in çocukluğunu geçirdiği, bü-yüdüğü ve romanın ikinci kıs-mında geri döndüğü apartmanınadı Şehrikalp ise Hüsn ü Aşk’tayer alan Diyar-ı Kalp’e göndermeleryaparak metinlerarası bağ kur-maktadır. Bu saymış olduğumgöndermeler roman okurundanDoğu edebiyatına ve klasik İslamiedebiyatlara dair belli düzeydebilgi birikimi ister.

Yazar birinci kısım on seki-zinci bölümde yaşadıkları apart-manın karanlığından ve apart-manlarının yanındaki bir kuyu-dan bahsetmektedir. Değişendünya ile birlikte apartmanlardayaşamaya başlayan insanlar ya-şadıkları bu binalara apartmanboşluğu yapmışlardır. Eskidenevlerinin yanında yer alan kuyularşimdi apartmanlarının içine gir-miştir: “Sonraları apartman ara-lığına dönüşen o kuyunun sak-ladığı esrar ne oldu acaba, için-dekilerle birlikte kuyu ne oldu?”(Pamuk 203). “Şeyh Galip’inHüsn ü Aşk’ında anlattığı ve Mev-lâna’nın Mesnevi’sinde hikâye et-tiği kuyunun orası olduğunu bi-lirdim” (Pamuk 204). Buradaismi geçen insanların bilinmesikadar kuyu metaforunun da bi-

linmesi gerekir. Üstkurmacanınokura yüklediği müfettişlik göreviburada karşımıza çıkıyor. Kuyuneden anlatılır, apartman boşluğuneden kuyuya benzetilir, ŞeyhGalib ve Mevlana neden kuyuile birlikte anılır ve bunların ro-manın esas hikayesi olan ilişkisinedir: Hepsi birer kurmacadır!

Yazar, romanın ikinci kısmınınüçüncü bölümüne “Şemsi Tebri-zi’yi Kim Öldürdü?” ismini vermiş.Bu bölümde Galip Celal’in evin-dedir ve Celal’in Mevlana hak-kındaki yazılarını okur. Bu yazılarise okuyucuyu Şemsi Tebrizi’ninölümüne götürür. Kitabın sonundaCelal kimliği belirsiz biri tarafın-dan öldürülür. Bu iki bilgiyi yanyana koyduğumuz zaman bizeanlatılan kurmacanın üstünde birkurmaca daha olduğunu anlaya-biliriz. Romanın anlatmak iste-diğini sadece romanın içindendeğil romanın diğer metinlerleolan ilişkisinden çıkarabiliriz an-

cak. Bu bölümde yazar Şems’iMevlana’nın öldürttüğünü söylü-yor: “Şems’i öldürten ve kuyuyaatılmasını isteyen tabii ki Mevla-na’nın kendisidir!” (Pamuk 256).Peki o zaman metinlerarası birilişki kuracak olursak acaba Celal’iGalip mi öldürdü? Üstkurmacabu şekilde bir yapıyı haizdir. Üst-kurmaca okura dedektiflik hissiverdirmekle kalmaz aynı zamanda onun icrasını da yaptırır.

Romandaki epigraflar yazarınkullandığı üstkurmaca tekniğinindiğer bir öğesidir. Epigraflar üst-kurmacanın bir türevi olan me-tinlerarası terimine hizmet etmek-tedir. Yazar mutlaka her bölümdeayrı bir epigraf kullanarak okurundikkatini çekmektedir. Ve biz okur-lar yazarın geldiği okuma dünyasınıöğrenmekteyiz. Bu epigraflar Doğu-Batı fark etmeksizin her iki taraftanda önemli isimlerin sözlerini içerir.Birinci kısmın beşinci bölümündeDante’den bir epigraf varken ikincikısmın ondordüncü bölümündeŞeyh Galip’ten bir epigraf vardır.Bu epigraflarla metinlerarası bağkuran okur, metni çözümlerkendaha bilinçli davranır.

Yazarın kurmuş olduğu me-tinlerarasılık okuru bu metinleribilmeye yönlendiriyor. Bu me-tinleri bilmeyen okur ile bilenokurun romandan anlayacağı şeyaynı değildir. Yıldız Ecevit’in debelirttiği gibi: “Okur ise, bu yenimetin oluşumlarının en önemliöğesi durumuna gelmiştir. Hiçbirşeyin kesin olmadığı bir ortamda,metnin anlamı, onun kararına/üre-timine bağlıdır” (99). Daha önce

9

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Orhan Pamuk

de değindiğim gibi okur romanınanlaşılmasında başat bir unsurdurpostmodern romanda. Yazarınkullandığı eski metinleri anlayacakolan da bu eski metinlerin romaniçindeki manasını kavrayacak olanda okurdur. Postmodern edebiyatüstkurmaca anlatı tekniğiyle okurumerkeze almıştır. Bu üstkurmacaoluşturulurken metinlerarasılıkyazara yardımcı olmaktadır.

Üstkurmaca tekniğinin me-tinlerarasılık unsurundan sonraele alacağım ikinci unsur hikayeiçinde hikaye anlatmaktır. Birçokkurgunun bulunduğu üstkurmacaromanlar genellikle ayrı bölümlerhalinde yazılırlar ve her bölümdeayrı kahramanlar karşımıza çıkar.İhsan Oktay Anar’ın Puslu KıtalarAtlası bunun güzel bir örneğidir.

“Yazma ediminin odak alındığıüstkurmaca metinlerde, roman ki-şileri sürekli metinler üretir. Buromanlar öykü içinde öykülerledoludur. Edebiyat, dış dünyayı/ya-şamı anlatmaktan çok, kendinedönme eğilimi gösterir yeni me-tinlerde. Öyküler içinde öyküleranlatır yazar” (Ecevit 110). KaraKitap bu şekilde örneklerin yeraldığı bir romandır. Kara kitaphikayenin kendisinden çok hikayeanlatma üzerinde duran bir ro-mandır (Moran 84). Kitap, Galip’inkarısı Rüya’yı kaybetmesiyle başlarve Galip roman boyunca karısınıarar; fakat, roman bitene kadaryazar birbirinden farklı ve birbi-riyle pek alakalı olmayan hikayeleranlatır. Yani Kara Kitap’ta tek birhikaye yoktur. Kara Kitap’ta ikikısım vardır ve kitap toplamda

otuz altı bölümden oluşur. Bu bö-lümlerin birçoğunda farklı hika-yeler anlatılır. Ben burada önemligördüğüm hikayelerden bahse-deceğim. Birinci kısım on beşincibölümde üstkurmacanın hikayeiçinde hikaye anlatma özelliğinigörüyoruz. Burada yedi kişi farklıhikayeler anlatır. Bu hikayeler ro-manın asıl konusu olan Galip’inkaybolan karısını araması ile ala-kalı değildir. Hikayeciler sırası ileşöyledir: İngiliz kadın, uzun boylu,gözlüklü yazar, konsomatris kadın,yaşlı fotoğrafçı, yaşlı garson, ihtiyarTrakyalı güreşçi ve son olarak Ga-lip. Bu bölümde Orhan Pamukdikkat çeken bir cümle kurar:“Aşktan çok yalnızlığın, hikayeninkendisinden çok, hikaye anlat-manın üzerinde durduğu için, ya-zarın hikayesi sessizlikle karşılandı”(164). Buradan da anlaşılacağıüzere yazar romanını üstkurmacatekniğiyle yazmıştır: Üstkurmaca,öykü içinde öykü anlatmaktır.

Kara Kitap ikinci kısım onikinci bölümde okuyucunun kar-şısına yine hikaye içinde hikayeanlatmakla çıkıyor. Galip’inRüya’yı nasıl sevdiğini öğrendi-ğimiz bu bölümde yazar genemetinlerarası bir bağ kuruyor.Burada metinlerarası bağ Hüsnü Aşk’a gönderme yapılarak ku-ruluyor. Bu bölümde yer alanÇin padişahının kızı, Sühan,Kalpler Ülkesi ve Kuyu sembolleriile yazar okuru yönlendirmek-tedir. Okur bu tarihi kişileri gö-rünce ister istemez bir bağ kur-maya çalışmaktadır. Bu da üst-kurmacanın diğer önemli özel-

liğidir. Bu özellik yazarın kitabadahil olmasıdır ve bunu ilerdekibölümde ele alacağım.

Kitabın içinde geçen “HikayeciDeğil, Hikaye” bölümünde, yazarOrhan Pamuk, okuyucusuna as-lında romanı yazarken neye dik-kat ettiğini söylüyor: “Çünküönemli olan hikayedir, hikayecideğil. Anlatacak bir hikayemizvar şimdi” (395). Pamuk buradaüstkurmacanın en önemli unsuruolan hikaye anlatmayı okurun dik-katine sunmaktadır. Yıldız Ecevit’inde belirttiği gibi: “Okur ise, buyeni metin oluşumlarının enönemli öğesi durumuna gelmiştir.Hiçbir şeyin kesin olmadığı birortamda, metnin anlamı, onunkararına/üretimine bağlıdır” (99).Yani biz okurlar hiçbir şeyin kesinolmadığı bir kurgunun içinderomanımızı okuruz. Dikkatli birokur dedektif misali bu cümlelerigördüğü vakit kitabın üstkurmacatekniği ile yazılmış bir postmo-dern roman olduğunu anlayabilir.

Kitabın ikinci kısmının on al-tıncı bölümünde yer alan “Şeh-zade’nin Hikayesi” romanda an-latılan diğer önemli hikayeler-dendir. Bu bölümde yazar ne Ga-lip’ten ne de Galip’in kaybolankarısını aramasından bahseder.Yazar bu bölümde tamamen Şeh-zade Osman Celalettin Efendi’ninhikayesine odaklanmıştır. Kendikimliğini arayan Şehzade OsmanCelalettin Efendi kendi hikaye-sinin sonunda bütün kütüpha-nesini yakar. Bütünün içinde birmanası yok gibi gözüken bu hi-kaye teorik olarak Yıldız Ecevit’in

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

10

söylemini doğrulamaktadır:“Postmodern düşünce kaynağınıçoğulculuktan alır; onda tek vemutlak olana yer yoktur” (68).Çok hikayenin içinde bulmaktazorluk çektiğimiz asıl hikaye Ga-lip’in karısı Rüya’yı aramasıdır.Kara Kitap’ta anlatılan hikayelerokuyucuyu kurgunun dışına çı-karır. Zaten üstkurmacanın amacıda budur: Okuyucuya kurgu üstübir kurgunun varlığını sezdir-mektir. Yazar bunu açıkça söyle-mez. Okur üstkurmacanın ipuç-larını kendi bulur. Fakat bu dazahmetli bir okuma gerektirir.

Üstkurmacanın diğer önemliözelliği roman yazarının kitabıniçine girmesidir. Yazımın bu kıs-mında bu nokta üzerinde dura-cağım. Yani yazımın bu bölü-münde Kara Kitap’taki OrhanPamuk izlerini göstereceğim. İh-san Oktay Anar Puslu KıtalarAtlası isimli romanına kendisinidahil etmiştir. Anar, Uzun İhsandiye bir karakter kurgulamıştır.İhsan Oktay ile Uzun İhsan ara-sındaki isim benzerliği dikkatiçeken bir husustur ve dikkatliokuyucuya acaba kendisini mianlatıyor sorusunu sordurur. AkınTek’in de belirttiği gibi kurguyuoluşturan yazar romana yani ya-rattığı dünyaya dahil olabilir (9).

Peki Kara Kitap’ta bunun ör-neği var mıdır varsa nelerdir?Orhan Pamuk Kara Kitap’ta bi-rinci kısmın on beşinci bölü-münde ikinci hikaye anlatanı biryazar olarak kurgular. Bu yazarınfiziksel özellikleri ile Orhan Pa-muk’un fiziksel özellikleri aynıdır.

Romanda bahsi geçen adam hemyazar hem gözlüklü hem de uzunboyludur tıpkı Pamuk gibi. “Göz-lüklü adam anlatacaklarının genebir yazara ilişkin olduğunu söy-leyerek dinleyicilerini bu yazarınkimliğini kendisininkiyle karıştır-mamaları için uyardı” (Pamuk161). Bununla beraber dinleyi-cileri uyaran gözlüklü yazar as-lında biz okuyucuları uyarmak-tadır. Şayet kitap okurken kurguyadalmışsak biz okuyuculara birşok etkisi yapıp bizi kurgunungirdabından çıkartmaya çalış-maktadır. Yani romana dahil olupokuru yönlendirmektedir. Buradaüstkurmacanın en önemli özelliğiolan yazarın romana dahil ol-masını görmekteyiz.

Nükhet Esen’in derlediği KaraKitap Üzerine Yazılar kitabının“Fotoğraflarla Kara Kitap” bölü-mü Pamuk’un kitabın içinde ol-duğuna dair kanıtlar içerir: Apart-man, birahane, manken atölyesi,“Alâaddin’in Dükkanı”. Kitaptageçen Şehrikalp apartmanı as-lında Pamuk’un doğup büyüdüğüPamuk apartmanıdır. “ BeyoğluKarakolu’nun yanında, ‘Dostlar’yazan eski bir taş evin toz ve ku-maş kokan ilk katına girdiler”(Pamuk 142). Kahramanımız Ga-lip Dostlar diye anılan bir yeregider burası gerçekte var olanDostlar Birahanesidir. “Üzerinde‘Merih Manken Atölyesi’ yazankapıyı, soluk yüzlü, otuz yaşla-rında, tıraşsız biri açtı” (Pamuk184). Burada adı geçen mekanaslında Galata Kulesi’ne çok yakınolan bir söndürme sanayiine ait

iş yeridir: Merih Söndürme Sa-nayi. Kitabın birinci kısmınındördüncü bölümünde geçen Alâ-addin’in Dükkanı aslında ‘NecdetGüler Tekel-Kırtasiye’ dükkanıdır.Nükhet Esen tarafından kitabınson sayfasına konulan harita KaraKitap’ta adı geçen mekanları gös-terir. Bu mekanların hepsi Ni-şantaşı’ndadır. Bununla birlikte,Orhan Pamuk’un doğup büyü-düğü yer Pamuk Apartmanı’dırve bu apartman da Nişantaşı’nda-dır. Üstkurmacanın temel öğe-lerinden olan roman yazarınınmetnin içine dahil olmasını yu-karıda açıkladığım gibi açık birşekilde görebiliriz. Orhan Pamukkendi hayatından yola çıkıp, ken-di hayatında var olan nesneleribirer roman unsuru haline ge-tirmiştir. Fakat onları olduklarışekilleri ile değil değiştirerek ro-mana almıştır.

Kaynakça

Aykut, Kemal ve Nusret Özcan. Mustafa KutluKitabı. İstanbul: Nehir Yayınları, 2001.

Aytaç, Gürsel. Genel Edebiyat Bilimi. İs-tanbul: Say Yayınları, 2003.

Ecevit, Yıldız. Türk Romanında Postmo-dernist Açılımlar. İstanbul: İletişimYayınları, 2012.

Esen, Nükhet. Kara Kitap Üzerine Yazılar.İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.

Moran, Berna. “Üstkurmaca Olarak ‘KaraKitap’ ”. Kara Kitap Üzerine Yazılar. Der.

Nükhet Esen. İstanbul: İletişim Yayınları,2013.

Pamuk, Orhan. Kara Kitap. İstanbul: İle-tişim Yayınları, 2012.

Tek, Akın. “İhsan Oktay Anar’ın Romanla-rında Üstkurmaca.” Basılmamış Yüksek

Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2003.Waugh, Patricia. Metafiction. Yyy: Taylor

& Francis e-Library, 2001. ♦

11

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Giriş

Tanzimat’ la başlayan Türkşiirinin modernleşme sü-reci, yeni edebiyat tahay-

yülüyle eskiye cephe alarak1911’lerden sonra baskın eğilimolan Hececi şiiri doğurmuştur.Osmanlı devletinin zaman içindedağılıp ulus devlete dönüşmesiyleedebiyat da buna paralel olarakmilli bir dönemden geçmiştir.Edebiyatın millileşme dönemi ha-zırlıklarını ilk olarak Tanzimataydınlarından başlatmak müm-kündür. Namık Kemal ve ZiyaPaşa’nın dilde sadeleşmeyi arzu-lamaları ve Namık Kemal’in eskiedebiyata karşı takındığı tavır za-manla Halk edebiyatına yakınlığıarttırmıştır ve hecenin milli vezinolarak baskın eğilim olmasını sağ-

lamıştır. Tanzimat aydınlarıylabaşlanan edebiyatta modernleşmesüreci, Mehmet Emin Yurdakul’un1898’de sade Türkçe ve hece vez-niyle yazdığı şiirlerin de etkisiyle1911’den Garip şiirine kadar He-ceci Şiir’in baskın eğilim olmasıylasonuçlanmıştır.

Hececi şiir denilince iki farklıkuşaktan söz etmek mümkündür.İlki 1911’den itibaren etkili olmayabaşlayan ve Beş Hececiler olarakbilinen şair kuşağıdır. Beş Hececilerkuşağı Faruk Nafız Çamlıbel, EnisBehiç Koryürek, Orhan Seyfi Or-hon, Yusuf Ziya Ortaç ve HalitFahri Ozansoy gibi şairlerden oluş-maktadır. Diğer kuşak ise 1930’luyıllarda yazan ve Bağımsız Hece-ciler olarak bilinen şairlerdir. Ba-ğımsız Hececiler’de, Fazıl HüsnüDağlarca, Ahmet Muhip Dıranas,

Ahmet Hamdi Tanpınar ve AhmetKutsi Tecer gibi şairler anılmak-tadır.1 İlk kuşak, Beş Hececiler,Faruk Nafız’ın dışında genellikleestetik yönden zayıf görünmek-tedir. İkinci kuşak ise hecenin ol-gunlaştığı dönem olarak görünürve bu dönem şiirleri daha başarılıbulunur. Tanzimat’ tan beri süre-gelen dilde sadeleşme isteği, hecevezninin kullanılması ve bunlarınyanında tarihsel arka planda etkiliolan milliyetçilik akımı gibi se-bepler bahsi geçen iki döneminde gelişmesine zemin hazırlamıştır.Beş Hececiler kuşağı estetik yöndençok başarılı bulunmasalar da Türkşiirinin gelişimi adına önemli birtarihsel süreci ifade etmektedir.Bu dönemin öncesinde etkili olantarihi ve edebi süreç Hececi şiirinyükselmesini sağlamıştır, bu sü-

12

MODERN TÜRK ŞİİRİNDE HECENİN YÜKSELİŞİ VE BEŞ HECECİLERDursun ÖZYÜREK / makale

Beş Hececiler, aruzdan vazgeçerek tamamen hecenin etki alanına girmişlerdir. Onların Halk edebiyatının ürünü olan hecedekurmaya çalıştıkları şiir dili çok başarılı karşılanmasa da dile getirdiği sadelik daha sonraki şairlere zemin hazırlamıştır.

recin edebiyat dünyasındaki ka-rakteristik örneğini görmek açı-sından Beş Hececiler önemlidir.2Ben bu yazıda Hececi şiirin nasılyükseldiğini edebiyat ortamı vetarihsel süreç bağlamında anlat-maya çalışacağım. Bununla birliktebu sürecin bir sonucu olarak bi-çimlenen Beş Hececiler’in temelözelliklerinden söz ederek yazıyıtamamlayacağım.

Hececi Şiire Doğru

Tanzimat’la girilen modern-leşme sürecinde edebiyat kendiiç sorunlarından çok kamusalalanın inşa edilmesi sırasındaona yüklenen görevle anılmıştır.Tanzimat’tan sonra edebiyatayüklenen görev, ideal olarak kabuledilen batı edebiyatını yakala-maktır. Bu süreç zarfında ilk dö-nem aydınları mevcut edebiyatbirikimini sorgulamaya girişmiş-lerdir ve yeni edebiyata gidensüreçte fikirler üretmişlerdir.

Yeni edebiyata giden süreçte,yeni edebiyatın programını be-lirlemeye çalışan ilk sistemli yazıNamık Kemal’in 1866’ da yazdığı‘’ Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı

Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâ-mildir’’ adlı makaledir.3 Söz ko-nusu makalenin en önemli özel-liklerinden birisi, Osmanlı Türk-çesi’ni ıslaha çalışmasıdır ve bu-nunla ilgili beş madde önerme-sidir.4 Söz konusu makalenin bi-zim konumuz açısından önemi,bu makaleyle yeni edebiyatın di-linin halkın anlayacağı dilde ol-ması istenmiştir. Namık Kemal’inhalkın anlayacağı dile ulaşmakadına ön gördüğü beş maddedilin ıslahı için tarihi bir önemtaşımaktadır. İleride Hececi şiirinbaskın eğilim olmasının en önem-li nedenlerinden birisi şiir dilinihalkın anlayacağı dile yaklaştır-masıdır. Bu nedenle Namık Ke-mal’in makalesi biçimlenmeyebaşlayan yeni edebiyatın diliniönemli ölçüde belirlemiştir.

Tanzimat döneminin diğer birönemli yazısı Ziya Paşa’ nın1868’de yazdığı ‘’Şiir ve İnşa’’ adlımakaledir. Ziya Paşa’nın yeni ede-biyat ve dil ile ilgili önerisi Halkedebiyatının dilidir. Ziya Paşa sözkonusu makalede mevcut durum-da şiiri sorgulayarak, asıl şiirinhalkın söylediği şiir olduğunusöyler.5 Ziya Paşa’nın metni dilde

halkın anlayacağı dili ve şiirdeHalk şiirini göstermesi bakımın-dan önemlidir. Halk diline ulaş-manın en önemli araçlarındanbirisi ise hece vezninin kullanı-mıdır. Bu yaklaşım Halk şiirineyönelimi açmıştır ve Hececi şiirinyükselmesine zemin hazırlamıştır.

Tanzimat dönemi edebiyatçı-larının öncülük ettiği yeni ede-biyat çığırı eskiyle bağları kopa-rarak yükselmeye başlamıştır.Tanzimat’ tan sonraki dönemleHece’nin hegemonya kurmayabaşladığı dönem arasında Ser-vet-i Fünun edebiyatını anmakgerekmektedir. Recaizade Ekrem,Tevfik Fikret, Halit Ziya, CenapŞehabettin, Süleyman Nazif veHüseyin Cahit gibi edebiyatçı-lardan oluşan Servet-i Fünunedebiyatı Hececi şiirin yükselişisırasında farklı bir edebiyat or-tamını temsil etmektedir. Ser-vet-i Fünun edebiyatçılarının aç-tığı yolu ileri taşımak isteyenFecr-i Âti edebiyatçıları da Hececişiirin yükselmeye başladığı dö-nemde farklı bir edebiyat toplu-luğudur. Fecr-i Âti topluluğu za-manla Hececi şiirin baskın eği-limine dayanamayıp, kısa bir süre

13

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Faruk Nafız Çamlıbel Yusuf Ziya Ortaç Orhan Seyfi Orhon Halit Fahri Ozansoy Enis Behiç Koryürek

varlık bulduktan sonra dağılmış-lardır. Servet-i Fünun ve Fecr-iAti dönemleri etkinliğini zayıf-latırken Hececi şiir etki alanınıhızla genişletmiştir.

Namık Kemal ve Ziya Paşa’nınedebiyat hakkındaki düşüncele-rinin sade dil ve Halk şiirine yö-nelimi başlatmasının üstüne mil-liyetçilik eklenince şiirde Hececihakimiyet daha da güçlenmiştir.XX. yüzyılın en etkili ideolojile-rinden olan milliyetçilik impara-torlukları yıkıp ulus devletleri ku-rarken edebiyatı da millileştirmiştir.Bu dönemin etkili düşünürlerindeolan Ziya Gökalp’in edebiyat hak-kında görüşleri hece vezni ve sadedile olan bağlılığı arttırmıştır. ZiyaGökalp’in milli bünyeye uygunvezin olarak halk dilinin ölücüsüolan heceyi işaret etmesiyle şairlerinbu yöndeki eğilimleri artmıştır.6Tanzimat’ tan beri süre gelen mo-dernleşme sürecinin Ziya Gökalptarafından sistemleştirilmesiyle1911’den sonraki edebiyat ve kültürpolitikalarında Ziya Gökalp’in gö-rüşleri etkili olmuştur. Bu görüş-lerin edebiyat alanında önemli uy-gulayıcılarının başında Beş He-ceciler gelmiştir.

Hececi şiire zemin hazırlayanönemli etkenlerden bir diğeri dilyönündeki kurumsal hareketler-dir. Milliyetçiliğin en belirgin sa-halarından olan dil meselesi, Os-manlı’da Türkçülüğün etkisiylesade Türkçe’ye yönelmeyle geliş-miştir. Dil konusunda ilk ku-rumsal teşebbüslerden birisi1909’da İstanbul’ da Yusuf Akçuratarafından Türk Derneği’nden

gelmiştir. Bunların gayesi Türkdilini, tarihini, kültürünü ve coğ-rafyasını incelemek olmuştur. Buderneğin daha sonra etkinliğinikültür yönüne kaydırmasıyla dilkonusundaki etkinliği zayıfla-mıştır. Bundan sonraki edebiyatve fikir mücadeleleri Genç Ka-lemler ve Türk Yurdu dergileritarafından yürütülmüştür.7

Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in Genç Kalemler dergisinde çı-kan Yeni Lisan adlı makalesiekinlik alanını genişleten Hececişiirin en önemli dinamiklerindenbirisidir. Hakan Sazyek, bununlailgili şunları söyler: “Ülkenin ge-leceği yolunda oldukça gerçekçitespitlerde bulunan hareketin sa-vunduğu dil, edebiyat ve düşündeğerleri, sürecin seyrindeki ge-lişmelerle örtüşmüş ve onlarakarşıt olanların büyük çoğunlu-ğunun katılımını da kapsayanbir genelgeçer ilkeler manzumesihâline gelmiştir. Böylelikle YeniLisan, zamanla avangart bir çıkışolmaktan uzaklaşarak Cumhu-riyet döneminin de yaklaşık ilkonbeş yılını kaplayan bir edebîkanonun kurucusu olma konu-muna ulaşmıştır.’’8 Bununla bir-likte Yeni Lisan hareketi “Türkdili tarihinde sadeleşme konu-sunda önemli bir adım ve ciddibir başlangıç kabul edilmektedir.”9

Dolayısıyla, Yeni Lisan hareketive kurumsal anlamda etkinlikgösteren Türk Derneği, Türk-çe’nin sadeleşmesine giden sü-reçte etkili olmuşlardır ve budurum hecenin etkisini arttır-masını sağlamıştır.

Ziya Gökalp’in edebiyat ve kül-tür alanındaki etkinlikleri, ÖmerSeyfettin ve Ali Canip’in dil ko-nusundaki etkinlikleri milliyetçi-liğin artan gücüyle birlikte önemlibir etki alanı doğurmuştur. Bunlarayni zamanda dönemin en önemlihece savunucularıdırlar. Bunlara,Fuat Köprülü’ nün de hece veHalk edebiyatıyla ilgili araştırma-ları eklenince Türk Şiirinde Hececianlayış baskın olmaya başlar. He-ceci şiirin önderi, özellikle ilk ku-şak olan Beş Hececiler’ in en çoketkilendiği isim olan MehmetEmin Yurdakul olmuştur. “Benbir Türküm dinim, cinsim ulu-dur’’10 diye şiire başlayan Yurdakul’un şiirleri yayınlandığı gündenitibaren Milliyetçiler ve Hececilertarafından övgüyle karşılanmıştır.“Milli Şair” olarak anılan Yurdakul’un şiirleri daha sonraki şiir eğili-mini etkilemiş ve Beş Hececileriçin bir model olmuştur.

Sonuç olarak, Namık Kemalve Ziya Paşa’nın modernleşmesürecinde önderliklerini ettiklerisade dil ve Halk edebiyatındanfaydalanma şiirde Hececiler’ e ze-min hazırlamıştır. Bu süreçte, eskiedebiyat ve onu temsil eden süslüdil sorgulanmıştır ve bunun kar-şısına Halk edebiyatı çıkarılmıştır.Yalçın Armağan bu anlamda Halkedebiyatının keşfini iki nedenebağlar: ‘’Kamusal alanı inşa etmeyeyarayacak bir ‘avam dili’ni mümkünkılmak ve Batı edebiyatının modelolarak kabulünü örtmek için yerlibir model belirlemek.’’11 Bu sürecedönemin etkin anlayışı olan mil-liyetçilik eklenmiştir ve Ziya Gö-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

14

kalp, Ali Canip ve Ömer Seyfettingibi isimlerin heceyi ve sade silisavunmalarıyla Türk şiiri 1911’ler-den itibaren Hececi şiirin etkisialtına girmiştir. Bu etkinin önemliayaklarından olan Beş Hececilertarihsel olarak Türk Şiirinin geldiğinoktayı anlamak adına dikkatedeğerdir.

Beş Hececiler

Beş Hececiler estetik açıdançok fazla başarılı bulunulmasalarda Türk şiirinde önemli bir sürecinkarakteristik özelliğini yansıtmak-tadırlar. Bu şairler şiirlerine ilkbaşta aruzla başlamalarına rağmendaha sonra heceye yönelmişlerdir.Bu yönelme yukarıda sözünü et-tiğimiz edebiyat gelişmeleri ve ta-rihi süreçte yaşanan uluslaşmayladoğrudan ilgilidir. Milliyetçiliğinfikir önderlerinin milli olma veheceyle yazmayı bir değerlendirengörüşlerinden sonra bu şairlerinheceye yöneldikleri söylenebilir.Bu kişilerin başında ilk olarakZiya Gökalp gelmektedir. Beş He-ceciler anılarında yazmaya aruzlabaşladıklarını ama Ziya Gökalp’le tanıştıktan sonra heceyle yaz-manın kendileri için bir zorun-luluk olduğunu belirtirler.12 Buzorunluluk, hecenin milli vezinilan edilmesi ve bunun da doğ-rudan milli değerlere bağlılıklaeş değer görünmesiyle ilgilidir.

Beş Hececiler daha çok I. Dün-ya Savaşı ve İstiklal Mücadelesiyıllarında şiire başlamış şairlerdir.Orhan Seyfi, Enis Behiç ve YusufZiya Beş Hececiler’ in öncüleri-

dirler. Bunlara daha sonra HalitFahri ve Faruk Nafız ekleninceşairler beş tane olmuşlar ve heceyebağlılıklarından dolayı Beş Hece-ciler olarak anılmışlardır. Bu şairlerServet-i Fünun ve Fecr-i Ati gibiedebi hareket yapmak isteyerekyola çıkan şairler değillerdir, dahasonra böyle anılmışlardır.13

Beş Hececiler, I. Dünya Savaşısırasında şiire başlamış olsalar daasıl ünlerine Cumhuriyet devrindeulaştıkları için Cumhuriyet dö-nemi şiiri içinde ele almak dahauygun görünmüştür. Onların herşeyden önce amaçları sade veözentisiz dil kullanmaktır, buTürkçüler tarafından belirlenenedebiyat anlayışının bir ürünüdür.Ziya Gökalp’ in edebiyat dilininkonuşma diline yakınlaştırma ça-bası Beş Hececiler tarafından uy-gulanmıştır. Bu şiirler daha çokHalk şiiri tarzı içinde yeni dü-şüncelerin verilmesi olarak gö-rünebilir. Beş Hececiler’ in Halkedebiyatına olan ilgisi ve milli-yetçiliğin gücünü halktan alantavrıyla şairler yönünü Anadolu’ya çevirmişlerdir. Bunda Ankara’nın başkent olması ve orada ku-rulan yeni elit yapının Anadolukültürüyle tanışmasının etkisi var-dır. Anadolu gerçekçiliği ve halk-çılık bu şiirlerde kendini göster-miştir. Anadolu’ ya yönelen şair-lerin zamanla şiirlerinin bir kısmımemleketçi bir romantizme veAnadolu’ nun tabiat güzelliklerinianlatan eserlere dönüşmüştür.14

Hececi şiirin yükselişi ve buhegemonyanın ilk şairlerindenolan hecenin beş şairinin burada

çok fazla ayrıntıya inmeden temelolarak sanat anlayışları ve önemliözelliklerinde bahsetmeye çalı-şacağız.

Beş Hececiler’ in içinden sa-natsal olarak en başarılı isim FarukNafız Çamlıbel’ dir. O şiir dünya-sına daha çocuk yaşlarda Saatlerşiiriyle girmiştir. Şairliğinin ilk yıl-larında aruzla yazmasına rağmenMilli edebiyat hareketinin güçlen-mesiyle heceye yönelmiştir. Çam-lıbel heceye yönelmesine rağmensonraki dönemlerde aruzla da şi-irler yazmıştır. Çamlıbel’ in Ana-dolu’ ya gitmesi ve Anadolu şe-hirlerini gezmesiyle şiirlerindeAnadolu lirizminin arttığı görünür.Şairin en önemli eserlerinden olanHan Duvarları, Beş Hececiler’ inve Faruk Nafız’ın Anadolu’ ya yö-nelmelerini görmek adına iyi birörnektir: “Gidiyorum, gurbeti gön-lümde duya duya / Ulukışla yo-lundan Orta Anadolu’ ya”15 mıs-ralarıyla Faruk Nafız, Anadolu’ yaaçılışın sembol isimlerindendir.Anadolu’ da verilen İstiklal Savaşı’ndan sonra Anadolu’ ya bir yönelişvardır. Han Duvarları şiiri, İstan-bullu bir şairin Anadolu gerçeğiile ilk temaslarının ardından oluşanduyguları yansıtır.16 Bu karşılaşmave Anadolu’ ya yöneliş Hececişiirin önemli motiflerindendir. Bukarşılaşmanın şairde bıraktığı iz-lenimleri iyi bir şekilde yansıtmasısebebiyle Faruk Nafız diğer şair-lerin önüne geçtiği söylenebilir.Şair ilerleyen zamanlarında şiir-lerinde, Halk edebiyatının etkisiniarttırmıştır, aşk ve tabiat şiirlerinigenellikle Halk edebiyatı nazım

15

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

şekilleriyle ve heceyle söylemiştir. Enis Behiç Koryürek’in şiir

dünyasının gelişmesinde yine dö-nemin etkisi çoktur. Önemli şiir-lerinden olan Vatan Mersiyesi’ ndeOsmanlı’ nın savaşlardan yenilmesive bu yenilginin tesellisi vardır.Dönemin etkili anlayışı milliyetçilikve Ziya Gökalp’ in etkisiyle Kor-yürek heceye yönelerek, Hececişiirin öncülerinden olmuştur. Şi-irlerinde çok fazla derinlik olma-masına rağmen hece vezni içindeçeşitli yenilikler aramasından dolayıönemlidir. Ayrı mısralarda değişikhece vezinlerini kullanmaya çalışanşair, tarihe yaslanan ve eski denizsavaşlarını konu alan şiirleriylefarklılık taşımaktadır. “Biz öyle birmilletiz ki ezeldenberi/ Hak yolun-dan yalınkılıç hep seferberiz./ Zaferbizim şaha kalkmış küheylanımız;Atıldı mı durduramaz ne dağ, nedeniz...”17 mısralarının yer aldığıMilli Neşîde şiiri muhtevası yö-nünden şairin şiir dünyasını yan-sıtmaktadır. Burada olduğu gibişiirlerinde bir savaş atılımı ve cenkhavası vardır. Bu cenk duygusunuTürkler’ in Orta Asya geçmişindevar olan savaşçılık özelliğiyle bir-leştirmesi şiirlerinde etkili olanmilliyetçiliği göstermektedir. Ölü-münün sonuna doğru milli vezinleörtüşmeyen şiirler yazan şair aruzatekrar dönüş yapmıştır ve öncekişiirleriyle ters düşmüştür.18

Beş Hececiler’ in üçüncü şairiolan Orhan Seyfi Orhon şiir dün-yasına ilk büyük başarısı olan Fır-tına ve Kar adlı şiirle girer. Şairaruzda kendi üslubunu ve başarısınıyakalama yolunda ilerlerken Ziya

Gökalp’ ten etkilenerek heceye yö-nelir. Hecede kendine ait bir lirizmkuran şair aşk şiirlerinde Çamlıbelkadar derinlik yakalayamasa daduru bir dil ve duygulu anlatımıyladikkat çekmektedir. Biçim olarakHalk edebiyatının biçiminde fay-dalanmıştır ve sevgi, tabiat güzel-likleri ve ayrılık gibi konulara yö-nelmiştir. Peri Kızı ve Çoban Hi-kayesi şiiri Hececiler tarafındançok önemsenmektedir. “Çok eskibir zamanda/ Oğuz han hüküm-darmış/ İşitmiştim Turanda/ Birperi kızı varmış”19 mısralarıyla baş-layan bu şiir Oğuz Han hüküm-darlığı döneminde bir hikayeyi ya-lın bir dille anlatır. Bu şiir şairinbeslendiği kaynak ve yöneldiğiyerin Orta Asya Türk kültürününolduğunu göstermesi bakımındanönemlidir. Şiir alanında büyük birbaşarı yakalayamayan şair dilindekisadelikle Beş Hececiler arasındabir yer edinmiştir.

Yusuf Ziya Ortaç’ın şairliğininyanında mizahçılık ve fıkra ustalığıönemli yer edinir. Onun bu şah-siyete bürünmesinde yönetmekteolduğu Akbaba dergisinin rolübüyüktür. Yusuf Ziya Ortaç’ın şi-irlerinde olsun düzyazılarında ol-sun en önemli uğraşlarının başındaTürkçe’yi en duru şekilde kullan-mak gelir. Ortaç’ ın Binnaz adlıüç perdelik manzum oyunu onunfarklı bir yönüne işaret etmektedir.Lale devrinde geçen bir hikayeyianlatan bu tiyatro vezin ve sadeTürkçe’ yle şairin edebi anlayışınabağlılığını gösterir. Şiirlerinde İs-tiklal Harbi’ nde verilen mücade-lenin izleri çok yer edinir. Örneğin,

1919- 1933’ ten Bir Parça şiirindeAtatürk’ ün Samsun’ a gidişi vemücadeledeki önderliği anlatılır.Sonuç olarak, sade Türkçe amacıylaedebi anlayışını düzenleyen YusufZiya, Beş Hececiler’ in içinde yeredinir ve sade Türkçe’ sinden dolayıdönemin kanonu olan Hececi Şiirtarafından hürmet görür.

Yazın hayatına Fecr Ati toplu-luğundan sonra başlayan HalitFahri Ozansoy, ilk şiirlerinde dilve üslup bakımından bu akımınizleri görünür. Türkçülük fikriningüçlenmesiyle Halit Fahri de diğerBeş Hececiler gibi Ziya Gökalp’in etrafında toplanmıştır ve edebidünyası bu minvalde gelişme gös-termiştir. Bu gelişmenin sonucuolarak şair aruzdan tamamıylauzaklaşır ve Hececi şiir içinde yeredinir. Hece vezni içinde bireyselyönelimleri, hüzün içeren şiirlerive ölüm gibi konulara yönelenşairin edebi anlayışında farklı izlerde bulmak mümkündür. Gecem,Sulara Dalan Gözler, Mum Işığıgibi şiirler, onun kanonlaşan ede-biyat dünyasında farklı konularayöneldiğini gösterir. Son olarakHalit Fahri’ nin Aruza Veda adlışiiri Beş Hececiler’ in şiir anlayışıve poetikalarındaki değişimi gös-termek adına iyi bir örnektir. Şiirinson iki mısrası şu şekilde biter:“Ah ayrılırken, inleyerek paslı tel-lerin/ Ey eski dost, yâd edelimeski demleri!”20 Sonuç olarak, BeşHececiler için aruz bir eski dostolarak kalmıştır ve artık milli birdavaya dönüşen hece vezniylesade şiirler yazmak onların enbüyük amaçları olmuştur. Milli

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

16

vezinle yazan şairler milliyetçiliğinetkisiyle benzer konulara yönel-seler de edebiyat anlayışlarındakideğişiklikler ve bireysel yönelim-lerle farklılıklar taşırlar.

Sonuç

Namık Kemal ve Ziya Paşa’ nınöncülük ettiği dilde sadeleşmeisteği, eski edebiyatın bertaraf edil-mesi ve Halk edebiyatına yönelimzamanla gücünü arttırarak yeniedebiyatın oluşumuna temel ol-muşlardır. XX. yüzyılda milliyet-çiliğin güç kazanmasıyla birliktehecenin kullanımı zamanla millibir davaya dönüşmüştür ve yeniedebiyatın zemini bu yöne kay-mıştır. Ziya Gökalp, Ali Canip veÖmer Seyfettin gibi isimlerin heceyikuvvetle savunmalarıyla birlikteHececi Şiir bir kanon oluşturmayabaşlamıştır. Bu sürece MehmetEmin Yurdakul’ un şiirleri ekleninceHececi Şiir 1911’ den Garip hare-ketine kadar Türk Şiirinin baskınhegemonyası olmuştur.

Hecenin kurduğu hegemonyayıen iyi örnekleyen şairler Beşe He-ceciler’ dir. Bu şairler ilk şiirlerinearuzla başlamalarına rağmen za-manla Ziya Gökalp ve milliyetçiliğinetkisiyle hece veznine yönelmiş-lerdir. Bu şairler kendi içlerindefarklı yönelimlerle bazı başarılaryakalamışlardır ama bazı konulardatekrara düşmeleri, Anadolu’yu çokfazla odak almaları ve tabiat gü-zelliklerini çok fazla işlemeleri gibinedenlerden dolayı estetik olarakbaşarısız görülmüşlerdir. Beş He-ceciler estetik yönden başarısız gö-

rülseler de Türk şiirinde heceninhegemonyasını karakteristik olarakgöstermesi bakımından önemlidir.Bu hegemonyanın kuşatıcılığı öylegüçlüdür ki zamanla milliyetçilikve milli vezin gibi fikirlerle BeşHececiler, aruzdan vazgeçerek ta-mamen hecenin etki alanına gir-mişlerdir. Onların Halk edebiyatınınürünü olan hecede kurmaya çalış-tıkları şiir dili çok başarılı karşı-lanmasa da dile getirdiği sadelikdaha sonraki şairlere zemin hazır-lamıştır. Beş Hececiler’ in hecedekibirikimini bir basamak olarak kul-lanan Bağımsız Hececiler, heceninolgunlaştığı asıl dönemdir.

Kaynakça

Armağan, Yalçın. İmkânsız Özerklik, TürkŞiirinde Modernizm. İstanbul: İletişimYayınları, 2012.

Kaplan, Mehmet. Şiir Tahlilleri II, Cum-huriyet Devri Türk Şiiri. İstanbul: Der-gah Yayınları, 1980.

Kocahanoğlu, Osman S. Milli EdebiyatHareketi Ve Beş Hececiler. İstanbuk:Toker Yayınları, 1976.

Namık Kemal. ‘’Lisan-ı Osmanî’nin EdebiyatıHakkında Bazı Mülâhazâtı Şamildir.’’Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3- Nesir1. Haz. İnci Enginün- Zeynep Kerman.İstanbul: Dergah Yayınları, 2011.

Özgül, Metin Kayahan. Halit Fahri Ozan-soy: Hayatı Ve Eserleri. Ankara: KültürVe Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986.

Sazyek, Hakan. ‘’Türk Edebiyatının İlkAvangart Hareketi: Yeni Lisan.’’ KocaeliÜniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,S.24 (2012): 113-136.

Uçman, Abdullah. Türk Dilinin SadeleşmesiVe Hece Vezni Üzerine Bir Münakaşa.İstanbul: Kitabevi, 1997.

Yurdakul, Mehmet Emin. Mehmet EminYurdakul: Hayatı Ve Eserleri. Haz.Fethi Tevetoğlu. Ankara: Kültür VeTurizm Bakanlığı, 1988.

Ziya Paşa. ‘’Şiir Ve İnşa.’’ Yeni Türk Edebiyatı

Metinleri 3- Nesir 1. Haz. İnci Engi-nün- Zeynep Kerman. İstanbul: Der-gah Yayınları, 2011.

1 Yalçın Armağan, İmkânsız özerklik,Türk Şiirinde Modernizm, İstanbul: İle-tişim Yayınları, 2012, s.23.

2 Beş Hececiler’ i anlamak önemlidirçünkü 1911’ den sonra etkinliğini art-tıran Hececi şiir, bu şairleri aruzdandönüp heceyle yazmasına neden ol-muştur. Ayrıca, Yalçın Armağan’ a görebu dönemi anlamanın bir gerekliliğide Cumhuriyet döneminde eğitim pa-radigması kurulurken bu dönemin et-kinliği söz konusudur.

3 a. g. e. 47.4 Bkz. Namık Kemal, ‘’Lisan-ı Osmanî’nin

Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şa-mildir,’’ Yeni Türk Edebiyatı Metinleri 3-Nesir 1, Hazırlayan İnci Enginün- ZeynepKerman, İstanbul: Dergah Yayınları, 2011.

5 Bkz. Ziya Paşa, ‘’Şiir ve inşa,’’ Yeni TürkEdebiyatı Metinleri 3- Nesir 1, Hazırlayanİnci Enginün- Zeynep Kerman, İstanbul:Dergah Yayınları, 2011.

6 Armağan, a. g. E, s.63.7 Osman S. Kocahanoğlu, Milli edebiyat

Hareketi Ve Beş Hececiler, İstanbul:Toker Yayınları, 1976, s.40.

8 Hakan Sazyek, ‘’Türk Edebiyatının İlkAvangart Hareketi: Yeni Lisan,’’ KocaeliÜniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, s.24(2012): 133.

9 Abdullah Uçman, Türk Dilinin Sade-leşmesi ve Hece Vezni Üzerine Bir Mü-nakaşa, İstanbul: Kitabevi, 1997, s.12.

10 Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet EminYurdakul: Hayatı ve Eserleri, HazırlayanFethi Tevetoğlu, Ankara: Kültür ve Tu-rizm Bakanlığı, 1988, s.142.

11 Armağan, a. g. e, S.55.12 a. g. e, s. 66.13 Kocahanoğlu, a. g. e, s. 55.14 a. g. e, s.56.15 a. g. e, s.70.16 Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri II, Cum-

huriyet Devri Türk Şiiri, İstanbul: DergahYayınları, 1980, s.20.

17 Kocahanoğlu, a. g. e, s. 91.18 a. y.19 a. g. e, s. 114.20 Metin Kayahan Özgül, Halit Fahri Ozansoy:

Hayatı Ve Eserleri, Ankara: Kültür ve Tu-rizm Bakanlığı Yayınları, 1986, s.75. ♦

17

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Sanırım ki Nietzsche’nin te-melde Hıristiyanlığa ve do-layısıyla dinlere getirdiği eleş-

tiriler günümüz inanç doğmalarıüzerine sert bir balyoz niteliğindeolmalıdır. O, dinlerin kutsallarınasaldırma cüretinde bulunurkenbunu dinlerin temel değerlerinin- iyi, kötü, kutsal, ödev, ahiret, ötevs.- kökenlerindeki etimolojik an-lamları ve psikolojik belirlenimleriüzerinden başlatır. Güçsüzlerinbirbirilerine olan bağımlılığını pe-kiştiren bir iyi, güçsüzlerin ken-dilerini kabul ettirmek için ge-reksindiği bir eşitlik ilkesi olarakiyi kavramını Hıristiyanlıkla eş-değer tutmaktadır. İyi, ondaki an-lamıyla yararlı olması dolayısıylaiyidir. Pragmatist bir iyiyi kasteder Nietzsche. Ve bundandır kio, dinlerdeki iyi kavramını samimi

bulmamaktadır; daha çok rahip-lerin ve din adamlarının otorite-lerini meşrulaştırmak için insanlaravaat ettikleri bir yalan, bir eşitlikve Tanrının cennetinin ön koşuluolan o vaattir iyi.

Tanrı kavramını ele alırkenNietzsche, onun atalar kültü üze-rinden hareketle suç, ceza ve karavicdan kavramları üzerinden varolan bir insanoğlu yaratımı ol-duğu kanaatinde bulunur.1 Atalarzamanla Tanrıya dönüştürüldüve tek Tanrılı dönemlerde buborçluluk ve kara vicdan derin-leşti. Artık insanoğlu bu borcuödeyemez hale geldi. Ve “iyi”olan Tanrı, Tanrısallığını gösteripbütün borçluların borçlarını ken-dini kurban ederek affetti.2

Nietzsche, “Ahlakın Soy kü-tüğü Üstüne” adlı yapıtının son

bölümünde çileci ideallerin an-lamı üzerine bazı yorumlardabulunur. Rahiplerin hastalığı (acı-yı) zorunlu alışkanlık haline ge-tirdiklerini ve bunun merheminide ellerinde bulundurduklarınısöyler. Nedir bu acı ve merhem?Bu acı büyük olasılıkla ilk günaholmalı Hıristiyanlıkta ve merhemde sonsuza yayılmış bir vicdanazabına benzemektedir. Hıristi-yanlığın bu causa priması (ilkneden) ile günahkâr3 sayılmasıve bu günahın çileciliği ancakTanrı krallığında son bulması,dünyeviliğin, insaniliğin, bedenselihtiyaçların hep yadsınması Ni-etzsche’ye göre çok nihilistçe biryapıdır. Burada nihilizm ile birhesaplaşma da söz konusudur.Nietzsche’nin nihilist olarak anıl-masını ele alırsak bu sorun biraz

18

NİETZSCHE’DE AHLAK VE DİN ELEŞTİRİSİSabahattin Supi UZDEN / deneme

Nietzsche hakikate olan inancı doğanın yadsınmasının aksine, doğal olguların (fizyolojik, psikolojik) yeniden ele alınması ve bu çerçevede insan doğasının neden bir acıya gereksinim duyduğunun saptanmasıdır. Nietzsche acıyı yadsır, acınınmutluluğu köreltici etkisi olduğunu ve üretkenliği, yaratıcılığı engelleyici bir şey olduğunu söyler.

derinleşebilir. Heidegger, “ Ni-etzsche’nin Tanrı Öldü Sözü veDünya Resimleri Çağı” adlı ça-lışmasında Nietzsche’nin nihiliz-mini, metafiziğin altüst edilmesiya da duyusal olanın, duyuüstüolanı istikrarsız bir ürüne dö-nüşmesi olarak yorumlar.4

Heidegger “Tanrı öldü” ifa-desinin ne anlama geldiğini araş-tırır. Ona göre kestirmeden ya-pılan -Nietzsche’nin ateist olduğuya da Nietzsche çıldırdı- gibisathi yorumlar olgunlaşmamışkanıtlardır. Nietzsche bu beya-nıyla batı tarihinin iki bin yıllıkyazgısından bahsetmektedir.“Tanrı öldü” sözü şu anlama gel-mektedir: duyuüstü dünya etkingücünden yoksun artık hiçbirhayat bahşetmemektedir, meta-fizik yani bir nevi Platonizm ola-rak anlaşılan batı felsefesi sonunaulaştı gıyabında.

Nietzsche, Hıristiyanlıktakiçileci idealizmin kurtuluş dü-şüncesi ile Budizm’deki brah-manla bir olma (mistik birleşme)düşüncesini karşılaştırırken; Bu-dizm’de bunların bir arınma (tümyapıp etmelerden arınma) şek-linde gerçekleştiği, hayır ve şerrinbirer ayak bağı olduğu, “yapılanve yapılmayan” artık onlara acıveremediğini dile getirirken, Hris-tiyanlığın bu ideallerinin ise hepbir acı çekme şeklinde – ya daerdemli kılınmak maksadıyla –gerçekleştirildiğini vurgular5. Bu-rada zannedilmemelidir ki Ni-etzsche bir inancın savunuculu-ğunu üstlenmiştir. Aslında onunyaptığı değerler üzerinden bir

karşılaştırmadan başka bir şeydeğildir.

Hıristiyan değerlerini küçüm-seyen Nietzsche, komşuluk iliş-kilerinin de bu zeminde, zayıf-ların sürü içgüdüsüyle rahibinçoban olduğu bir yapı olarakgörür. Zayıfların bir tür güç is-temi olarak da yorumlanabilironda.6 Güçlülerin doğal olarakayrılmaya, zayıflarınsa bir arayagelmeye eğilimli olduğundanyola çıkar. Nietzsche güç isteminiele alırken, doğal seleksiyondanhareket eder. Bir nevi Darwincide diyebiliriz ona.7

Anlaşılmıştır ki Nietzsche çi-leci idealizmi acıyla ötelemeyle,vaat etmelerle yani bir bakımaHıristiyanlıkla eşdeğer görmek-tedir. Daha sonra bu idealin karşıtidealinin ne olabileceği üzerinden

tartışmayı yürütürken, bu idealinbilim olmayacağını; çünkü bili-min daha dinin doğmalarındansıyrılamadığını söyler. Aynı şe-kilde felsefenin de bu idealdenuzakta olduğunu söyler. Filozofunyaptığını rahiplerinkiyle aynı ke-feye koyar. Özellikle hakikatindeğeri konusunda aşırı tinselciolduklarından yakınır.8 Kant’ınevrensel ahlak yasası ve numenfenomen ayırımını göz önündebulundurursak bu yakınmayı hiçde haksız bulmayız.9 Hakikatindeğeri konusunda yapılması ge-rekenin bu değerin bir kez olsundeneysel olarak sorgulanması ge-rektiği fikrinden de anlaşılacağıüzere, onun hakikate olan inancıdoğanın yadsınmasının aksine,doğal olguların (fizyolojik, psi-kolojik) yeniden ele alınması ve

19

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Nietzsche

bu çerçevede insan doğasının ne-den bir acıya gereksinim duy-duğunun saptanmasıdır. Nietzsc-he acıyı yadsır, acının mutluluğuköreltici etkisi olduğunu ve üret-kenliği, yaratıcılığı engelleyici birşey olduğunu söyler.

Nietzsche’nin “Deccal” adlıyapıtı başlı başına Hıristiyan vedolayısıyla Yahudi karşıtı bir bil-dirge niteliğindedir. Tanrıbilim-cileri de Hıristiyanca bulup bun-ların doğru ile yanlışın değerleriniterse çevirdiklerinden yakınır.Yaşamı evetleyen her şeyin rahipkıskacında yanlış, yaşamı “hiç-leştiren” her şeyin ise doğru kabuledildiği bir tersine dönüşten bah-

seder. Hıristiyanlığı ‘dekadan’ bu-lur. Değerlerin düşmanıdır Ni-etzsche’ye göre Hıristiyanlık. Hı-ristiyanlığın bir sürü hayali kav-ram yaratarak – ruh, ben, tin,günah, kurtuluş, ödek, Tanrı, tin-ler vs. – varlığı yadsıdığını, ya-şamın anlamına bir hiçlik yük-lemesiyle suçlar10.

Hıristiyanlık ve Budizm kar-şılaştırmasına giderken Nietzscheikisini de nihilist bir konumdagörmektedir. Yalnız Budizm Hı-ristiyanlıktan daha yüksek veyaşamı evetleyen bir konumdadıronda. Uzun yıllar sürmüş birfelsefe geleneğinden beslendiğiiçin daha gerçekçi, daha poziti-vist bulur Budizmi. Gerek te-mizlikte olsun gerekse acı vegünah kavramları dâhilinde elealınmış olsun – Hıristiyanlıktagünaha karşı savaş Budizm’deacıya karşı savaş söyleminde –Budizm yaşamı, bedensel temiz-liği evetlerken Hıristiyanlık ya-şamdan, fizyolojik ihtiyaçlardanbir günah gibi bahseder.

Hıristiyanlığın zemininde (tes-lis) hep Grek motiflerinin bu-lunduğu varsayımını ele alan Ni-etzsche şunu ekler: “Sevginin ola-naklı olması için, Tanrının kişiolması gerekti; en alt içgüdülerinsöz sahibi olması için Tanrınıngenç olması gerekir. Kadınlarıntutkunlukları için bir yakışıklıazizin, erkeklerinki için de birMeryem’in ön plana çıkması ge-rekiyordu. Şu varsayımla ki, Hı-ristiyanlık, Afrodit ya da Adoniskültlerinin cultus (toprağa ve do-ğaya bağlı tapınma biçimi; kavim

düzeyinde din.) kavramının zatenbelirmiş olduğu bir toprak üzerindeefendi olmak istiyordu.” 11 BuradanHıristiyanlığın temel değerlerineyapılan bu eleştiri çok da yad-sınması gerekmeyen bir eleştiriniteliğindedir. Kaldı ki üç ilahidinin temellerindeki mitik akis-lerde böylesi eleştirileri göz önünealarak yorumlayabiliriz. Örneğin;tufan mitosu üç ilahi dinde dekabul gören bir olaydır. Fakatyine köken olarak hem Grek mi-tinde hem de Ortadoğu mitle-rinde karşımıza çıkmaktadır. Kibu mitler üç ilahi dinlerden çokönceden var olan değerlerdir.Buradaki sorunsal bir bakımadinlerdeki doğruluk payını artı-rırken diğer taraftan onların te-mellerini sarsıcı etki niteliği ta-şımaktadır.

Hıristiyanlığın ortaya çıkışıylailgili sorunu ele alan Nietzsche,onun yeşerdiği zemin üzerindenbazı çıkarımlarda bulunur. Onunaslında özünde Yahudi karşıtı birhareket olmadığını, aksine Ya-hudiliğin ileri bir aşaması oldu-ğunu savunur. Yahudiliğin birtakım değerlerini ele alarak buçıkarımını temellendirir: “Yahu-diler dünya tarihinin son dereceilginç olan halklarıdırlar. Çünküolmak ya da olmamak sorusu ileyüz yüze geldiklerinde, eşine azrastlanır bir bilinçle, her ne pa-hasına olursa olsun, olmayı seç-mişlerdir: bu paha da bütün do-ğanın, bütün doğallığın, bütüngerçekliğin, bütün dış dünyanınolduğu kadar bütün iç dünyanında kökten bir biçimde sahteleşti-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

20

rilmesi olmuştur... sırayla, dinitapınmayı, ahlakı, tarihi, psiko-lojiyi onulmaz bir biçimde tersine,doğal değerlerinin çelişkilerine çe-virmişlerdir.” 12 der ve devamındadoğaya karşı, doğal değerlerekarşı bütün dekadan değerlerievetlediği için en inatçı halk ola-rak görür onları. Buradan da Hı-ristiyanlığın aynı dekadan de-ğerleri daha derin bir içgüdü al-tında ortaya tekrardan koydu-ğunu, onları bütün doğal değer-lerden daha üstün değerler sta-tüsüne sokmaya çalıştığını belirtir.Yahudiliğin daha önceki konu-munu, Hıristiyan kılığa bürünenkonumundan birçok yönden dahasoylu bulur Nietzsche. ÖzellikleYahova’sı doğal değerlere dahaçok hitap etmekte idi. Yağmurun,toprağın, verimliğin yüklendiğibir Tanrıydı Yahova Nietzsche’ninyorumunda. Sadece İsrail’in Tan-rısı olması, haklılığın, güçlülüğünTanrısı olması onu değerli kılı-yordu. Daha sonra artık, doğanınverimsizliği (yağmurun yağma-ması, ekinlerin yetmemesi) buTanrının değerinde bir düşüşeneden olmuştur.

Rahipler işte burada karşı-mıza çıkmaktadır Nietzsche’yegöre. Yahudiliğin bu değer dü-şüşünden sonra rahip içgüdüsü– Yahudi rahip içgüdüsü – birTanrı ortaya çıkarttı ki bu daİsa olacaktır. Bütün fizyolojiknedenlerin doğaya karşıt bir ne-denselliğe kurban edilmesi Ni-etzsche’de rahip içgüdüsününbir yaratımı olmuştur.13 Rahipgünah kavramıyla kendisine bir

otorite oluşturmuş, günahlar ol-madan rahibin meşruluğunungeçerliliği söz konusu olamaz;günah çıkarma ve aforoz etmegibi Hıristiyanlık kavramları, ra-hibin Tanrının yeryüzündekitemsilcisi konumunu pekiştirenyalanlarındandır Nietzsche’de.

İsa sorununa gelince, böylebir kişiliğin nasıl da Yahudi ra-hiplerce tersi bir kişiliğe bürün-dürüldüğünden yakınır Nietzsc-he. İsa aslında bir başkaldırıyısimgelemekteydi, Yahudi değer-lerine karşı en pasif, en vurdum-duymaz bir direniş olarak o birevangelium (iyi haber) niteliğitaşımaktaydı. Evangelium kav-ramını açıklarken Nietzsche, buiyi haberdi ona göre. İçinde suçve ceza kavramları, vaat, günahgibi kavramlar yoktur. O biricikgerçeklikti. “Tanrıya giden yollar,pişmanlık değildir, affedilmek içindua değildir: yalnızca evangeli-umca pratik Tanrıya götürür; buTanrıdır zaten – evangelium ara-cılığıyla giderilen günah, günah-ların affı, inanç, inanç yoluylakurtuluş kavramlarının Yahudi-liğiydi – bütün Yahudi kilise öğ-retisi, iyi haber’in içinde değille-nir.”14 Böylece İsa, toplumsal yoz-luğun içinde doğmuş bir iyi haberpratiği taşımaktaydı. Fakat dahasonra Nietzsche’nin hırsız diyetanımladığı o rahip, rahipler, Pau-lus, İsa’nın sözlerini çarpıtarakonları en derin Yahudi içgüdülerihaline sokmuştur. Bundan ötürüde İsa’nın başkaldırısı, büyük birbaşarısızlıkla sonuçlanmıştır Ni-etzsche’ye göre.

Sonuç olarak Nietzsche, din-lerin üzerinde durduğu temelleribir eleştiri süzgecinden geçirmeyeçalışarak, hakikat, gerçeklik, doğaldünya düzeni hakkında bize reelzeminde birçok gerçekliği sun-maktadır. Öte yandan onun bukarşıt görüşleri, batı metafiziğinede bir eleştiri niteliği taşımaktadır.Özellikle alman idealizminin, hı-ristiyanlığın değerlerinden ba-ğımsız bir zeminde ele alınama-yacağı varsayımını da dile getirirpek çok yönden.

Kaynakça

HEIDEGGER, Martin; Nietzsche’nin TanrıÖldü Sözü ve Dünya Resimleri Çağı,Bursa, Asa Kitapevi, 2001.

NİETZSCHE, Friedrich; Ahlakın Soykü-tüğü Üstüne: Bir Kavga Yazısı, çeviren:Ahmet İnam, 5. Baskı, İstanbul, SayYayınları, 2011.

NİETZSCHE, Friedrich; Deccal, çeviren:Hasan İlhan, İstanbul, Sayfa Yayınları,2010.

1 Friedrich Nietzsche, Ahlakın SoykütüğüÜstüne: Bir Kavga Yazısı, çeviren: Ahmetİnam, Say Yayınları, s.105-106.

2 a.g.e, s. 107 –108.3 Friedrich Nietzsche, Deccal, çeviren:

Hasan İlhan, Sayfa Yayınları, s.19. 4 Bkz: Martin Heıdegger, Nietzsche’nin

Tanrı Öldü Sözü ve Dünya ResimleriÇağı, Asa Kitapevi, Bursa.

5 Friedrich Nietzsche, Ahlakın SoykütüğüÜstüne s. 153–154.

6 a.g.e, s.155–157. 7 Friedrich Nietzsche, Deccal, s. 10. 8 Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü

Üstüne s. 175. 9 Friedrich Nietzsche, Deccal, s. 15–16. 10 a.g.e, s. 30.11 a.g.e, s. 31. 12 a.g.e, s. 34. 13 a.g.e, s. 34. 14 a.g.e, s. 46–47. ♦

21

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Günümüzde Mehmet Âkifdenilince nedense ilk ola-rak “muhafazakârlık” ve

“dindarlık” kavramları akla gelir.Peki, Mehmet Âkif sadece bukavramlara mı dâhil edilmelidir?Böylece Mehmet Âkif ‘i dar birülküye hapsetmez miyiz? MehmetÂkif ne kadar muhafazakâr idiorası bilinmez ama onun bu kav-ramlara sıkıştırılması apaçık biryanlışlıktır. Çünkü Mehmet Âkifne bir milletin, ne bir devletinne de bir ülkünün şairidir. O bü-tün bu mefkûreleri kendisindebarındıran, İslamiyet’in ve insa-niyetin şairidir. Onun Safahat’ındaÂkif yoktur, bizim hayatımız veinsanlığın hayatı vardır.

Sezai Karakoç’un deyimiyle;“Âkif, insanlığın günlüğünü yaz-mıştır.” Onu abideleştiren ve ev-

renselleştiren en büyük özellikbu olsa gerekir. Uluslararası Meh-met Âkif Sempozyumu’nda Mı-sırlı bir akademisyen, MehmetÂkif ’in sadece bir kavrama veyabir ülküye hapsedilmesine tepkigöstererek şöyle diyor: “ Âkif sa-dece bir milletin veya bir ülkününşairi değildir. O bizim de millişairimizdir.” Başka bir ülkeninakademisyenleri Mehmet Âkif ’ikendi şairi olarak kabul ediyorsabu durum O’nun evrenselliğinigöstermez mi? Biz, neye binaenO’nu hâlâ dar bir kavrama veyaülküye hapsetmeye çalışıyoruz?Kim bilir belki de Mehmet Âkifunutturulmak isteniyor. Nedenmi? Bu sorunun cevabını almakiçin Kurtuluş Savaşı yıllarına geridönmek gerek… (Âkif niye Mı-sır’da yaşadı ve orada vatan öz-

lemiyle yanıp tutuşurken, niyeTürkiye’ye dön(e)medi?)

Bir de Mehmet Âkif mutaassıpolmakla suçlayan bir kesim var:Modernistler! Modernizimdenbîhaber olan bazı sansüalistler.Mehmet Âkif ’in şairliğini ve şi-irlerini modernizmden ve sanat-tan uzak gören, hem tipolojikolarak hem de patolojik olarakbenzer özelliklere sahip olan bazıkimseler… Evet, bunlar patolojikkimselerdir. Bunlar patolojik kim-seler değillerse Mehmet Âkif, Sa-fahat’ında amacının sanat olma-dığını defalarca vurguladığı halde,neden Safahat’ta hâlâ bir sanatarama telaşına düşüyorlar? Peki,Mehmet Âkif ’in amacı sanat yap-mak değilse, nedir? Bu soruyaisterseniz Mehmet Âkif ’in bizzatkendisi cevap versin:

22

MEHMET ÂKİF VE İDEOLOJİLERMustafa DAĞ / deneme

İnsanların ne dinleri ne dilleri ne de kimlikleri Mehmet Âkif ’i ilgilendirirdi. O, herkesi kucaklayan, insanlığın derdiyle dertlenen tarihi bir şahsiyet idi.

Hayır, hayal ile yoktur benimalışverişim

İnan ki: Her ne demişsem gö-rüp de söylemişim

Şudur cihanda benim en be-ğendiğim meslek

Sözüm odun gibi olsun hakikatolsun tek. (Fatih Yolunda)

Kendisinden sanat adına, ede-biyat adına manzum ve mensurürünler bekleyen bir kesime deÂkif şunları söylemektedir: “ Sa-nat için, edebiyat için ‘süs, çerez’diyenler var. Karnı tok sırtı pekmilletlere göre bu söz belki doğ-rudur. Lakin bizim gibi aç, çıplakmilletlere; süsten, çerezden evvelyiyecek, giyecek lazım. Onun içinne kadar süslü, ne kadar tatlıolursa olsun giyecek hizmetini,yiyecek vazifesini görmeyen ede-biyat bize hiçbir şey söylemez. “

Peki, Mehmet Âkif modernbir yazar ve şair değil midir? Mo-dern yazar ve şair olmanın kri-terleri nelerdir ve modern yazarve şair nasıl olmalıdır? Modernyazar ve şair bir fikir işçisi gibidir.Düşünceden başka hiç kimseyeve hiçbir şeye boyun eğmeyenÂkif ’ten daha büyük bir fikirişçisi var mıdır? Dönemin zavi-yesine göre değerlendirmek şar-tıyla Âkif modern bir şairdir.Hayatı ve eserleriyle insanlığınüzerine çöreklenen karanlığı yır-tan modern bir şair…

Sonuç olarak diyebiliriz ki in-sanların ne dinleri ne dilleri nede kimlikleri Mehmet Âkif ’i il-gilendirirdi. O, herkesi kucakla-yan, insanlığın derdiyle dertlenen

tarihi bir şahsiyet idi. Geriye dö-nüp O’nun hayatına baktığımızdaÂkif ’in modernizmden bîhaberolmadığını O’nun da Bâkî gibi

bu kubbede hoş bir sada bırakıpgittiğini görürüz. Yunus Emremisali hüviyeti kimliğine sığma-yan bir şahsiyet… ♦

23

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Mehmet Âkif Ersoy

DOSYA:

İllüs

trasy

on: M

arie

Mon

tard

, Vill

age

de li

vres

(P

hoto

Artis

t, Fr

ance

)

Altı asırlık Osmanlı İm-paratorluğu’nun kuru-luşuyla başlayıp yıkılı-

şına kadar devam eden KlasikTürk Edebiyatı, mazisi Orta Asyatopraklarına kadar uzanan vedaha sonra Anadolu’da teşekkülalanı bulan bir milli şuurun veanlayışın tecellisidir. Kurulanküçük bir beyliğin cihana hâkimolmasıyla bu çınarın hüviyetindeyeşeren Klasik Türk Edebiyatı,her dönemin insanını ve zihni-yetini yansıtması bakımındankültür tarihimiz adına çok önem-li yer teşkil eder. Türk Edebiya-tı’nın hangi şartlar altında ge-lişme imkânı bulduğunu ve bugelişmeyi hızlandıran Osmanlısaray çevresinin şiire bakış açısınıdeğerlendirmesi bakımından Di-van edebiyatı, araştırmacılarının

ve tarihçilerinin çalışmaları ilebu alanda önemli ipuçları ver-mektedir.

Özellikle İstanbul ile İstanbuldışındaki şair, musikişinas vehattatların kendilerini himayeeden ‘haminin’ zevki doğrultu-sunda eserlerini ortaya koymasıve bu amaçla bulunduğu edebimuhit içerisinde kalıcı olmakiçin mücadele etmeleri; ayrıcadönem koşulları itibariyle sanatındoğmasında, yayılmasında ve birnevi oluşmasında hamilerin şa-irlere maddi manevi destek ver-meleri, Türk edebiyat tarihi açı-sından oldukça önemlidir.

Matbaanın geniş kitlelere ulaş-makta yetersiz kaldığı dönem-lerde, bir yazarın ilmi ve edebieserlerinden gelir beklemesimümkün değildi. Bu nedenle sa-

natkârlar ve bilginler, hükümda-rın ve hatta seçkin sınıfın hima-yesine muhtaç olmuşlardır. Özel-likle 15.yy.’dan itibaren devletmerkezi olan payitaht İstanbul’dapadişah sarayları ve önemli mev-kilerde bulunan şahsiyetler et-rafında edebi muhitler önemliderecede artmaya başlamıştır.‘Devlet Merkezi’nde I. Mehmed,II. Murad, II. Bayezid, I. Selim,Kanuni Sultan Süleyman, II. Se-lim, III. Murad ve III. Mehmeddönemlerinde saraydaki edebimuhitlerde, padişahların da sa-natın türlü yönleriyle uğraşmalarınedeniyle, bu dönemlerde yaşa-mış ve padişaha musahiblik yap-mış olan şair, musikişinas, âlim,hattat ve ressamlar değer gör-müşler ve çok cömert bağışlaralmışlardır.

25

KLASİK EDEBİYAT’IN TEŞEKKÜL ETTİĞİ MEKÂNLARMesut YILDIRIM

Edebi muhitlerde gördüğümüz kadarıyla edebi muhitlerin teşekkülünde devletin ileri gelen şahsiyetlerinin şiire ve edebiyata verdikleri ehemmiyet ve şairlere olan ihsan ve caizelerinin miktarının da büyük tesiri olduğuna şahit olmaktayız.

Yine bu dönemde kendisineedebi bir muhit arayışı içerisindeolan ancak padişah sarayına gi-remeyen bazı sanatkâr ve bilgin-lerin devlet ricalinden paşaların,defterdarların, bazen nişancıların

konaklarında kendilerine yeredindiklerini görüyoruz. Padişahsarayına girmenin öncelikle birpaşanın himayesinde olmaklamümkün olacağını söyleyen Ha-luk İpekten, devrin önemli devlet

büyüklerinin konakları hakkındabilgiler verdiği Divan Edebiya-tında Edebi Muhitler adlı kita-bında, bir paşanın himayesi al-tında edebi bir çevre oluşturansanatkârların verdikleri eser mik-tarınca ihsana layık görülüp, ma-kam ve mevki kazandıktan sonrapadişah sarayındaki edebi mu-hitlere iştirak edebilme ve hattapadişahın musahibi olabilmeşanslarının olduğunu belirtmek-tedir. İpekten, bilgin ve sanat-kârlara konaklarını açan devletbüyüklerinin adlarını şu şekildesıralar: ‘‘İstanbul’da XV. ve XVI.yüzyıllarda şair toplantıları ya-pılan, kabiliyet sahiplerine cezbederek bir edebi muhit meydanagetiren belli başlı saray ve konaksahipleri; Mahmut Paşa, Müey-yed-zade Abdurrahman Efendi,Taci-zade Cafer Çelebi, Pir Meh-met Paşa, İbrahim Paşa, İskenderÇelebi, Şeyhülislam Kemalpaşa-zade, Kadir Efendi, Rüstem Paşa,Seydi Ali Reis, Koca Nişancı Ce-lal-zade Mustafa Çelebi’dir.’’1

Osmanlı Devleti’nde şairlerikoruma anlayışının XVII. yüzyılakadar devam ettiği, şehzadelerinbelli yaşlarda sancak beyi olarakAnadolu ve Rumeli’de bazı mer-kezlerde tecrübe kazanması içinoluşturulan sarayların, edebi mu-hitlere ev sahipliği yaptığı görül-mektedir. Bu saraylarda pek çokşair, musikişinas ve hattat bazıgörevlerle şehzadelerin yakınındabulunmuş ve onlardan himmetgörmüşlerdir. Şehzadelerin bu-lundukları vilayetler edebi muhitkonusunda ‘merkez’ yani padi-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

26

Yavuz Sultan Selim’in Cülüs Töreni (Hünername)

şahın bulunduğu yerden çok farklıdeğildir. Buralarda da edebi mu-hitler oluşur ve şairler şehzadeninözel musahibleri olurlardı. Şeh-zadenin sonraki yıllarda tahtageçmesi durumunda sanatçı gru-bundan bu musahibler saraydakiedebi muhiti oluştururlardı. Şairve bilginler böylece vilayetlerdehem eser verebiliyor hem de edebialanda yetkinliklerini göstermeşansı elde edebiliyorlardı. Dola-yısıyla Anadolu’daki vilayetler deedebi muhit oluşturmada oldukçaönemli yer teşkil etmekteydiler.Halûk İpekten’e göre bu vilayetler:‘‘XV. asrın başında, Emir SüleymanÇelebi zamanında Edirne; dahasonra Anadolu’da S. Cem ile S.Bayezid II.’in şehzadesi ŞehzadeAbdullah ve S. Selim II’in sancakbeyliklerinde Konya; Şehzade Ba-yezid II, oğlu Ahmet ve ŞehzadeMustafa’nın valilikleri devrindeAmasya; sancak merkezi olarakpek çok şehzadenin valilik ettiğiManisa; Yavuz Sultan Selim’insancak beyi olduğu Trabzon veKanuni S. Süleyman’ın şehzadeleriBayezid ile S. Selim II’in bulun-dukları devirlerde Kütahya’dır’’2

Edebi muhitlerden olan şu’arameclisleri de şair ve sanatçılarınkendi aralarında yaptıkları top-lantılar, sohbetler sonucu oluş-muştur. Anadolu ve Rumeli’dengelen birçok şairin kendini tanı-tabilmesi için bir fırsat alanı olanbu meclisler, genellikle hali vaktiyerinde olan bir şairin evindeveya şairlerin kendi evlerindedostlarını çağırması şeklinde or-ganize edilirdi. Bu mekanlarla

ilgili bilgileri tezkiretü’ş-şu’ara’lar-dan öğrendiğimiz edebi muhitler,atışmaların, eğlencelerin, bazenokuma yarışmalarının düzenlen-diği edebi mekanlardı.

İstanbul’da ve Anadolu vila-yetlerinde padişah ve şehzade-lerin yakın muhitlerine gireme-yen ve geçim sıkıntısı çeken bir-çok şair, geçinebilmek için iş-lettikleri dükkânlarda devrindekişairleri toplayarak, buraları bireredebi muhit haline getirmişlerdir.Dolayısıyla yazarlar tarafındanaçılan ‘dükkânlar’,o dönemlerdeönemli edebi muhitlerdendir.İstanbul’da Zati’nin remilci dük-kânı; Sübuti’nin Karaman Pa-zarı’ndaki sahaf dükkânı ile İs-tanbul dışında Edirne’de Nasuhive Safayi’nin attar, Bursa’da Sey-hi’nin çakşırcı dükkânları önemliedebi muhitlerdendi.3

Bir edebi muhit olarak ‘mey-haneler’ de bazı şairlerin zevkve safaya düşkün olması sebe-biyle uğrak yeri olmuştur. Özel-likle Âşık Çelebi, Latifî, SehîBey ve Gelibolulu Âli’nin tezki-relerinden öğrendiğimiz kada-rıyla meyhaneler hem edebi birmekan hem de şairlerin eğlenceyerleri olma unsurunu taşıyordu.Tokat’lıMelihî, Mesihî, Revanî,Âhî, Benli Hasan, Fizanî, Ma-nastırlı Haverî, Aydınlı Selman,Gelibolulu Seyfî meyhanede ede-bi muhit oluşturabilen isimlerarasındadırlar.

Edebi muhitlerde gördüğümüzkadarıyla edebi muhitlerin te-şekkülünde devletin ileri gelenşahsiyetlerinin şiire ve edebiyata

verdikleri ehemmiyet ve şairlereolan ihsan ve caizelerinin mik-tarının da büyük tesiri olduğunaşahit olmaktayız.

Bir toplumun bilgi ve kültürseviyesi ne olursa olsun, toplumayön veren hiyerarşinin kültürelfaaliyetlere olan ilgisi, sanatınyönünü belirlemesi bakımındanönemlidir. Daha XV.asırda şair-lere sarayını açıp onlara etraflıcaihsanda bulunan padişahlarınsanatsal faaliyetlere olan ilgisive padişahı örnek alan devletkademesindeki önemli şahsiyet-ler, Osmanlı Devleti topraklarıiçerisinde hamilikleri ile şair vesanatkârlara ilgi göstermiş veaynı oranda ilgi ve alaka gör-müşlerdir. Bu yakınlık sayesindeönemli bir edebi muhitin temel-leri atılmış ve bu muhitler, gü-nümüzde de kendinden söz et-tirecek olan büyük sanatkârlaryetiştirmiştir. Bu bakımındanklasik edebiyatın patronaj bir sa-nat kültürüne sahip olduğu inan-cı tartışmaya açıktır. Ünlü tarihçiHalil İnalcık’ın ‘Şair ve Patron’adlı eseri ve Osmanlı edebiyatıüzerine dersler veren Tuba IşınsuDurmuş’un ‘Tutsan Elini Ben Fa-kirin’ adlı eseri üzerinden yapılanbu tartışmanın klasik edebiyatınoluşmasında, yayılmasında vegünümüze gelmesinde padişah-ların ve devlet büyüklerinin kat-kısı unutulmamalıdır.

1 Halûk İpekten, Divan EdebiyatındaEdebi Muhitler, Milli Eğitim BakanlığıYayınları, İstanbul, 1996,s.135.

2 a.g.e, s. 162.3 a.g.e, s. 238. ♦

27

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Başlangıçtan günümüze ka-dar dönem incelendiğindeTürk edebiyatının şiir üre-

timindeki bolluğu hemen dik-katimizi çekmektedir. ÖzellikleDivan edebiyatının başlangıcın-dan bu yana Türk şiiri oldukçagüçlü bir hazineye sahip olmuştur.Türk şiirinin sahip olduğu güçlühazinelerin bulunduğu mekânlarise yine Türk şiir tarihi için çokönemli işlevlere sahiptirler. Şiirinoluşmasını sağlayan, şiire özünüveren ve böylece şiirin fark ediliryanını temsil eden bir muhtevayasahiptir bu mekânlar.

Dünyada her varlık kendi me-kânını arayıp bulurken, şairlerde buna ilgisiz kalmamışlardır.Şairin doğduğu, büyüdüğü, ya-şadığı, gezdiği coğrafya şiirinede yansımış; bu sayede edebiyat-

mekân ilişkisini doğmuştur. Di-van şairlerinden Fuzulî ve Ruhî,Bağdat şehriyle, Nedim İstanbulşehriyle özdeşleşmiştir. Lamii’ninBursa, Zatî’nin Edirne şehrengiziDivan şiirinde mekân-edebiyatörneklemelerinde önemli bir iş-leve sahip olmuşlardır. Bu durumBatı edebiyatının tesirine girilen1839’dan günümüze, kısa tabirlemodern Türk şiirine de yansı-mıştır. Bunu iki başlık altındaörneklerle inceleyeceğiz.

A.) Tanzimat Edebiyatından Cumhuriyet Devrine Kadar (1839-1923)

1839’da Tanzimat’ın ilan edil-mesiyle siyasi, sosyal, ekonomikalanlarında batıyı örnek almafikrinin kısa bir süre sonra ede-

biyata da yansıdığını görüyoruz.I. Dönem Tanzimat edebiyatçılarıŞinasi, Ziya Paşa ve Namık Ke-mal’in bu tür gelişmelerden et-kilenerek Türk Edebiyatı’na batılıbir hüviyet kazandırmak için ça-lışmaya başlarlar. Divan şiirinigeriye iterek Halk şiirini öne çı-karma, dilde sadeleşme, konuşmave yazı dilini birleştirme fikri bumantığın başlıca tezahürleridir.Bu sırada batıdan temaruz edilenkimi fikirler de eserlere yansı-maktadır. Bu süreçte şiirde yenibir anlayışın hâkim olacağınınilk kıvılcımlarını bu şairlerde gö-rebiliriz. Bu anlayış o zamanakadar ki bilindik mekân algısınında dışındadır. Şinasi:

Paris’in bade-i şevki ile olupmest u harab

28

MODERN TÜRK ŞİİRİNDE MEKÂN ALGISI VE İŞLEVİM. Sait AKTAŞ

Türk şiirinin sahip olduğu güçlü hazinelerin bulunduğu mekânlar ise yine Türk şiir tarihi için çok önemli işlevleresahiptirler. Şiirin oluşmasını sağlayan, şiire özünü veren ve böylece şiirin fark edilir yanını temsil eden bir muhtevaya sahiptir bu mekânlar.

Bir gazel eyledim averde-ibezm-i tibyan

Rum’a bir Avrupalı büt verelirevnak ü şan

Reşk-i iklimi Firenk olmadadırTürkistan 1

diyerek Divan şiirindeki mekânolgusuyla taban tabana zıt düşer.Divan şairleri mekân olarak enbaşta imparatorluğun pay-ı tahtıİstanbul’u sonra Mekke, Medine,Hicaz gibi kutsal toprakları vebirçok medeniyete tanıklık etmişDoğu şehirlerini ön plana çıka-rırken, Şinasi tam aksine Paris,Avrupa, Frenk gibi Avrupa mer-kezlerini öne çıkararak Batı me-kânlarına yönelir. Şinasi için me-kân algısı sadece Batı coğrafyasıile sınırlı kalmaz. “Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemindir.”diyerek din, dil, ırk ayrımı gö-zetmeksizin bütün dünyayı vatanıolarak kabul eder. Şinasi’nin budüşüncesi öğrencisi olan NamıkKemal tarafından eleştirilir. Buanlayış daha sonra Servet-i Fünunedebiyatının en önemli şairi ola-rak kabul edilen Tevfik Fikret’tede görülür. Tanzimat edebiyatınındiğer bir temsilcisi Ziya Paşa:

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler,kâşaneler gördüm.

Dolaştım mülk-i İslamı bütünviraneler gördüm.2

dizeleriyle hem Batı hem de Doğucoğrafyasının fotoğrafını çeker.Batı ülkelerindeki beldelerden,büyük köşklerden hayranlıklabahsedilirken, Doğu -İslam- ül-

kelerinin içinde bulunduğu pe-rişan vaziyetten dem vurulur. Birnevi Doğu ülkelerinin Batıyı ör-nek alması gerektiğini vurgulan-mak istenir.

Türk Edebiyatına batılı bir hü-viyet kazandıran Servet-i Fünundevri edebiyatçılarının Yeni Ze-landa’ya gitme arzusu olmazsaManisa’nın Sarıçam beldesine yer-leşme istekleri, kendi temayülle-rindeki mekân algısını bize gösterir.

II. Meşrutiyetin ilanıyla siyasiliteratür yeni yeni ideolojilerletanışır. Bu dönemin şairlerindemekâna ideolojik bir misyon yük-leme fikri belirginleşir. Türkçülükakımının önde gelen isimlerindenZiya Gökalp:

Vatan ne Türkiyedir Türklerlene Türkistan

Vatan büyük ve müebbet birülkedir Turan3

şeklindeki meşhur dizeleriylekendi ideolojik duyarlılığıyla yenibir vatan idealize eder. Bu fikri-yata -Turancılık- göre Türklerinvatanı sınırları çizilmiş bir karaparçasından ibaret değildir. ZiyaGökalp bu anlayışla vatanın Tür-kiye ve Türkistan’dan ibaret ol-madığını Türklere haykırır. Böy-lece mekâna, ideolojik bir anlamyükleme anlayışını görmekteyiz.

Yine II. Meşrutiyet sonrasıMilli edebiyat cereyanının yoğunşekilde hissedildiği günlerde ismiön plana çıkan fakat hiçbir edebicereyanın içinde yer almayanYahya Kemal’de farklı bir mekânalgısı dikkat çeker.

Yahya Kemal önceleri Tanzimatedebiyatçılarının tahayyüllerinebenzer bir mekân anlayışıyla Türk-lerin, Akdeniz kültür ve medeni-yetinin içinde olduğunu göstermekiçin çaba sarf eder. Yakup Kadriile birlikte başlattığı Nev-Yunanilikakımı ve ‘beyaz lisan’ anlayışı bu-nun delilidir. Yahya Kemal dahasonraki dönemde bu anlayışa tamzıt düşebilecek bir şekilde yerlikaynaklara yönelir. Osmanlı ta-rihini ve medeniyetini şiirininana damarı haline getirir. Tanzi-mat’tan beri Batı coğrafyasına yö-nelme anlayışı daha hâkim iken

29

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Yahya Kemal

Yahya Kemal yerli bir coğrafyayıbenimseyerek hâkim anlayışa tersdüşer. Yahya Kemal’deki mekânalgısı ile Divan şairlerinin mekânalgısı birçok yönden birbiriyleuyum içindedir. Divan şairlerinintemellük ettiği başta İstanbul ol-mak üzere Doğu coğrafyasınınkimi önemli mekânları Yahya Ke-mal şiirinde de önemli bir yeresahiptir. Yahya Kemal ‘Bir BaşkaTepeden’ şiirinde:

Sana dün bir tepeden baktımaziz İstanbul!

Görmediğim gezmediğim sev-mediğim hiçbir yer!

Ömrüm oldukça gönül tahtımakeyfince kurul

Sade bir semtini sevmek birömre değer 4

şeklinde İstanbul’a olan hayran-lığını belirtir. Ayrıca İstanbul’ukendi tahayyülü ile tasvir eder.Yahya Kemal’in bu şiiri ile 18.yy.Divan şairi Nedim’in;

Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl übehâdır

Bir sengine yekpâre Acem-mül-kü fedâdır5

adlı beyti oldukça benzer anla-yışların tezahürüdür. Yahya Ke-mal’in şiiri Nedim’in bu beyti ilemetinlerarası ilişkiye de örnekteşkil eder. Şiirlerinin yanı sıranesirlerinde de İstanbul’u ön pla-na çıkaran Yahya Kemal bu bağ-lamda modern bir şehrengiz sa-yılabilecek ‘Aziz İstanbul’ eserinikaleme alır. 6

B.) Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Mekân

Cumhuriyet’in ilk yıllarındayeni biten Kurtuluş savaşının et-kisi her alanda yoğun şekildehissedilir. Kurtuluş savaşına ka-tılmak amacıyla Anadolu’ya geçenedebiyatçılar, yeni tanımaya baş-ladıkları Anadolu’yu eserlerindemekân olarak kullanmaya baş-larlar. Dönem şiirde bu anlayışınizlerini Faruk Nafiz Çamlıbel’deyoğun olarak görürüz. Bu dö-nemde dar bir mekân anlayışınahapsolunsa da 1941’den başlayanGarip Akımı’yla şiirimizde mekânanlayışı giderek genişleyecektir.Orhan Veli, Oktay Rıfat ve MelihCevdet’in öncülük ettiği GaripAkımı, Türk şiirine bambaşka

bir boyut kazandırır. Garip Akı-mı’nın ömrü uzun olmasa da şi-irde açtıkları çığır kısa süredeçok etkili olur. Türk şiirinde bir-birinden farklı bakışlarının oluş-masının önünü açar. Edebiyattaise mekân algısı farklı ve ‘geniş’unsurlarıyla bir işleve sahip ol-maya başlar. Garip Akımı’nınöncü ismi Orhan Veli, şiirlerindeİstanbul’u kendi mekânı halinegetirmiştir. ‘İstanbul Türküsü’ ve‘İstanbul’u Dinliyorum’ adlı şi-irlerinde bunu görebiliriz.7 OrhanVeli’nin İstanbul’a olan tutkusukendi bireysel temayüllerinin birsonucudur.

Zaman ilerledikçe şairlerdekimekân algısı hem bireysel birtercih hem de ideolojik olarakşiirlere yansıyacaktır. 1940’lı yıl-ların ikinci yarısında şiirleri ya-yımlanmaya başlayan ve sonrakidönemlerde Türk şiirinin usta-ları arasına giren Ahmet Arifdoğup büyüdüğü, kültürünü al-dığı Doğu Anadolu coğrafyasınışiirinin merkezi haline getirir.Eleştirmenlerin de söylemiyleAhmet Arif, ‘Doğu Anadolutopraklarının şairidir.’ Bu top-rakların töresi, dramı, insanları,sosyal meseleleri onun şiirineyansımıştır.

İkinci Yeni şiirinde İslamcımistik duyarlılığın şairi olarakortaya çıkan Sezai Karakoç mekanolarak Doğu -İslam- coğrafyasınıgöz önüne getirir. Diğer bir İkinciYeni şairi Ülkü Tamer ise şiirindemekân olarak kendi memleketiAntep’i öne çıkarır. Ve “AntepNeresi” adlı şiir kitabını yayımlar.

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

30

Ahmet Erhan

60 kuşağı şairlerinden RefikDurbaş ise şiirinde İstanbul’umekân edinir. Bu bağlamda Dur-baş ‘İstanbul hatırası’ adlı şiir ki-tabını yayımlar.

1980’li yıllarda Türk şiirindeolumlu gelişmeler yaşanır. Şiir ol-dukça özerk bir hale gelir. Bu yıl-larda şiirlerini yayımlatmaya baş-layan şairlerden Hüseyin Ferhad(1954), şiirlerinde bütün bir Doğu(Asya) coğrafyasını kuşatır. Bukuşatma Mezopotamya’dan Çin’ekadar uzanır. Benzer bir anlayışıBatı coğrafyasında gerçekleştirmekisteyen şair ise Enis Batur’dur.

Şair Ahmet Erhan (1958-2013) mensubu olduğu Akdenizkültür ve duyarlılığını şiirine deyansıtmıştır. Adnan Özer (1957)bir Trakyalı olması dolayısıylahem Trakya’nın hem de Balkantopraklarının kültürel ve folklorikbirikimlerini şiirinde öne çıka-rarak edebiyat-mekân ilişkisinegüzel örnekler sunar.

Örneklerini çoğaltabileceği-miz şair ve mekân ilişkisi mo-dern Türk şiirinde önceleri darbir kapsama alınırken 1940’lıyıllardan itibaren daha geniş birmekâna kavuşmuştur diyebiliriz.Bu sayede daha özgür, daha re-fah ve daha evrensel şiir örnek-leri görülmüştür. Ki zaten me-kânın özelliğine göre edebiyatınoluşumu en önemli sanat ola-yıdır.

Kaynakça

AKTAŞ, Hasan; Çağdaş Türk Şiirinde Coğ-rafya, Yort Savul Yayınları, Edirne 2003.

BEYATLI, Yahya Kemal; Kendi Gök Kub-bemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti, İs-tanbul 2008.

BEYATLI, Yahya Kemal, Aziz İstanbul,İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1999.

KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı, Cilt3.4.5. Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,İstanbul 2008

MAZIOĞLU, Hasibe; Nedim, Kültür Ve Tu-rizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988.

TAMER, Ülkü; Antep Eresi, Can Yayınları,İstanbul 1986.

TANPINAR, Ahmet Hamdi; XIX. AsırTürk Edebiyatı Tarihi, Haz. AbdullahUçman. YKY Yayınları, İstanbul 2010.

1 Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır TürkEdebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları,s.186.

2 Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Tarihi,Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, s.96.

3 A.g.e, s.96.4 Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kub-

bemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları,s.12.

5 Hasibe Mazıoğlu, Nedim, Kültür veTurizm Bakanlığı Yayınları, s.105.

6 Bkz. Yahya Kemal Beyatlı, Aziz İstanbul,İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları

7 Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, YapıKredi Yayınları, s.74-115. ♦

31

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Nazım Hikmet

Yaşar Kemal’e göre insanolmanın temeli ‘yarat-ma’dır. İnsanoğlu için,

içinde yaşadığı dünya ne kadargerçekse, kurduğu düşler, yarattığımitler de o kadar gerçektir. Onagöre sanatçı; insanları, doğayı,her şeyi dolu dolu yaşayarak zen-ginleşir ve gelişir. Halkın dilinibilmek de büyük olanaklar sağlarsanatçıya. Halk kültürü ana kül-

türdür, kaynaktırama taklit için de-ğil, öykünmek içindeğil. Bir romancıhem doğunun hembatının klasiklerini,ustalarını özümse-mek zorundadır:“Karacaoğlan da,Dadaloğlu da, PirSultan Abdal da be-

nim ustamdır. Cervantes de, Tols-toy da, Stendhal de, Çehov da.Dede Korkut’tan da çok şey öğ-rendim, İlyada’dan da…”

Yaşar Kemal bu yönüyle birsentezdir, bir bütündür. Onunhalk edebiyatının sözlü ve yazılıkültürü içinden çıkarıp içselleş-tirdiği, önce sestir, sonra sözdür.Yaşar Kemal’in sözlü edebiyatdenince, en çok etkilendiği Deng-bej Êvdalê Zeynikî başta gelir.Doğduğu evde Kürtçe, köydeTürkçe konuşuluyordu. Bu evÊvdalê Zeynikî’nin diz çöküpdestan söylediği yerdir. Aile dahaÇukurova’ ya göçmeden, bu bü-yük Kürt halk şairi evlerine konukolup destan söylemişti. Eve gelenkimi konuklar ve Kürt destancılarıhep Êvdalê Zeynikî’den söz edi-yorlar. Böylece Yaşar Kemal’de

daha çocukluktan çok derin birhalk kültürü yerleşir.

Yaşar Kemal, Anadolulu âşıkhikâyecilerinin geleneğine göbekbağıyla bağlı kalmış bir yazardır.Onu ta çocukluğundan başlaya-rak Anadolu sözlü geleneğinindestansı türleri büyülemiştir. Buyolda çıraklık dönemini Çuku-rova’nın Türk âşıklarını ve Kürtdengbejlerini dinlemekle geçirmişolan Kemal Sadık Göğceli, YaşarKemal olma kararına varınca daBatı romancıları arasında Faulk-ner, Şolohov gibi romana destansıboyutlar verenlerden bu yolu se-çiyor. Yaşar Kemal toplumcu vegerçekçi bir bakış açısıyla kalemealdığı Binbir Çiçekli Bahçe adlıyazısında; “İnsanoğlu mit, umut,düş, sevgi yaratan bir yaratıktır.İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı,

32

“Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o güzel atlara… O yiğitler, her birisi kaplan ör-neği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de, başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir dahahiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık. Şu dünyanın ya-şaması müşkül hal iken. Bin iyiyi bir kötüye kul eden…”

YAŞAR KEMAL’İN ÇUKUROVASI YA DA KÖYLÜ BİR SES Mehmet GÖZ

Yaşar Kemal’in Çukurova’da kapitalist gelişmenin, burjuvalaşmanın öğeleri olarak gördüğü karakterleri “Ağa”, çökmekte olan bir çağı temsil eden ve güzel atlara binip gitmiş “derebeylik” temsilcilerini “Bey” olarak betimlemesi, onlara bu sıfatları uygun bulması da çok ilginçtir. Onun ‘bey’leri, komünal çağın geleneklerini belli ölçüde korumayı başarmış göçebe kan demokrasisinin temsilcileridirler. ‘Ağa’larıysa, küreselleşen kapitalizmin Çukurova’daki gerici ayakları, işbirlikçileridir.

açlığa, doyumsuzluğa karşı, mit-leriyle, düşleriyle, umutlarıyla,sevgileriyle yeni bir dünya kurupo dünyaya sığınıyor. Benim ro-manım bu temellere dayalı.”

Yaşar Kemal romancılığınıntemel kaynağı Toroslarla çevriliÇukurova’dır. Söylencelere, des-tanlara, Karacaoğlan’a, Dadaloğ-lu’na, isyanlara, halk âşıklarına,türkücülere kan ve soluk verenToroslarla Çukurova... Yaşar Ke-mal sanatının ana kökleri ve sa-natının gücünü bu yörelerin bü-yüleyici ruhundan alır. Her yö-nüyle Çukurova ve insanı onunortaya koyduğu yaratmalardakendi hayatının, değerlerinin iz-lerini bulmuştur. Osman Şahin,Yaşar Kemal yapıtları için: “Birdil ağzı, bir dil sütü, bir çağlatadı bulur, bir sözcük tomurcu-ğunun coşkusunu yaşarım. Ya-pıtlarındaki doğayı, yöreleri, ır-gatları, köylüleri, yörükleri oku-dukça daha önce oraları görmüş,yaşamışım gibi, konuşmalar ak-rabalarımın ağzından çıkmış gibitaze bir soluğun, taze bir dilin sesizlerini bulur, yoğun duygular ya-şarım” der. Yine Pertev Naili Bo-ratav, Yaşar Kemal ve eserleriiçin; “…köyden gelme delikanlı,hamuru köy geleneklerinin mayasıile yoğrulmuş” der. Berna Moran,Yasar Kemal’in tüm Çukurovaromanlarında “yozlaşma” mito-sunun varlığına dikkat çeker. Ber-na Moran’ın üzerinde durduğuyozlaşma, insanı ve doğasıylatoplumsal bir yozlaşmadır.

Yaşar Kemal, pamuk işçilerini,ter kokan köy insanlarını, köy

ağalarını, zulmü, haksızlığı an-latırken kullandığı canlı ve ha-reketli tasvirlerle adeta okuyucuyater kokusunu, beyazı ve gerçekolanı her yönüyle aktarabilmiştir.Yaşar Kemal’in romanlarında ge-çen insanlar, geçimlerini Çuku-rova’da pamuk toplayarak, çocu-ğundan gencine, gencinden yaş-lısına, erkeğinden kadınına ça-lışmak zorundadırlar. Bunun ya-nında zorlu tabiat koşulları vesağlık hizmetlerinin yetersizliğive bunların insanlar üzerindekiolumsuz etkileri anlatılır. YaşarKemal Çukurova’dır, Çukurovaise Yaşar Kemal’dir. Çukurovasızbir Yaşar Kemal düşünülemez,aynı şekilde Yaşar Kemal’siz birÇukurova’da hayal edilemez. YaşarKemal Çukurova ile özdeşleşmişbir isimdir. Ölmez Otu’nda öylebir betimleme yapar ki, adetaÇukurova’ya kişilik verir: “Ovayıyağlı, mazot dumanlı, sıcak, bu-ğulu, terli, ışıklı, fırın ağzı gibikokulu bir gürültü almış çalkala-nıyor, Çukurova uyanıyordu. Çu-kurova yorgundu. Serilmişti. Ağırağır soluk alıyor, homurdanıyordu.Sıcak, yakıcı, şehvetli, azgın, ku-durtucu, uyuşuk, devingen, ele

avuca sığmayan bin başlı ejder-ha… Uyanıyordu. Yağlı, güneştekavrulan, yanmış bir sarı… Fırınağzı. Billur kırmızısı yalımı, toza,tozu savrulan.”

Yaşar Kemal’in Çukurova’dakapitalist gelişmenin, burjuva-laşmanın öğeleri olarak gördüğükarakterleri “Ağa”, çökmekte olanbir çağı temsil eden ve güzelatlara binip gitmiş “derebeylik”temsilcilerini “Bey” olarak be-timlemesi, onlara bu sıfatları uy-gun bulması da çok ilginçtir.Onun ‘bey’leri, komünal çağıngeleneklerini belli ölçüde koru-mayı başarmış göçebe kan de-mokrasisinin temsilcileridirler.‘Ağa’larıysa, küreselleşen kapita-lizmin Çukurova’daki gerici ayak-ları, işbirlikçileridir. Onlar be-zirgânlıktan tekelci çağdaki gericikapitalistliğe sıçramışlardır. Em-peryalizm çağında finans oligar-şisi ile tefeci bezirgân sermeyesilahlarını gömmüş, bağlaşıklıkkurmuşlardır. Bu nedenle YaşarKemal gibi Köy Enstitülerindenöğretmenler bir zamanlar en çokbu konuyu işliyor, bilinçli olarakburaya eğiliyorlardı.

Türkiye’de bir dönem romantürünün en önemli eserleri 1949-1950 yıllarından başlayarak köykökenli ve çoğu Köy Enstitüle-rinden genç romancıların verdiğiçok sayıda yapıtla ortaya çıktı-ğında, aralarından ilki ve en ün-lüsü olan Mahmut Makal, BizimKöy’ü yazmıştı. Anadolu yayla-sındaki bir köyün neredeyse an-tropolojik bir durum saptamasıolmaktan öte bir amaç taşımayan

33

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

bu yapıt, hem büyük yankı uyan-dırdı hem de sade ve dramatikbir yazınsal biçem örneği oluş-turdu. Makal’la söz konusu olankuşkusuz bir roman değildi amabiçeminin kesinliği ve anlatım-sallığı yazınsal eğilimi olan gençköylülere kurgunun yolunu açı-yordu. Köy ortamından çıkmabu yazarlar arasında en önemlive kuşkusuz en popüler romanınıise 1955’te Yaşar Kemal yayımladı.Bu da Türkiye’de ve birçok ülkedebirçok baskısı yapılan ve yapıl-makta olan ve Türk romanınındünyaya açılmasını sağlayan İnceMemed’dir. İnce Memed romanıbaşkaldıran, mecbur insanın des-tanıdır. İnce Memed, halkın ya-rattığı bir kahramandır, bu ne-denle halkın rahatını sağlamaya,bolluk ve bereket kazandırmaya,haksızlıkları önlemeye mecbur-dur. Hükümetin yapamadığınıhalk kendi kahramanından bek-ler. Cumhuriyetin ilk yılları ol-duğundan henüz bir kargaşa or-tamı vardır. Köylü kendi kaderineterk edilmiş, eşraf ve ağalar toprakkazanma ve köylüyü sömürmeyarışına girmiş, yöneticiler deeşraf ve ağalarla işbirliği yaparak,her biri bir yandan halkı ezmek-tedir. Bunlara karşı çıkmak içinhalkın önünde iki seçenek vardır:Ya bir kahramana ya da dinî birlidere sığınmak. Bu durum, ola-ğanüstü özelliklerle süslenen birkahramanı, karşılarına bir kur-tuluş umudu olarak belirmesinesebep olacaktır. Hükümetin du-yarsız kalması nedeniyle haksız-lıkları önleme, zalimleri cezalan-

dırma görevi soylu bir eşkıyaya,yani halkın kendi yarattığı birkahramana, İnce Memed’e veril-miştir. İnce Memed romanınınen belirgin konusu ağaların yok-sul halka yaptığı zorbalıklar, zu-lümlerdir. Romanda “zulüm, acı-masızlık, sömürü, baskı, adalet-sizlik, bencillik, toprak hırsı, acizlik,sahipsizlik” temaları çarpıcı birbiçimde işlenmiştir.

İnce Memed, ağalığa karşımücadelesiyle topluma bolluğugetiren mitolojik kahramanlarAdonis, Otis’ten Bolu Beyi’nekarşı direnen Köroğlu’na, oradangünümüz toplumuna geçişin iz-lerini taşır. Batı toplumu menip-pea’larında da bolca örneklerigörülen “soylu haydut”tur o...Berna Moran’göre İnce Me-med’deki Abdi Ağa, Oğuz Des-tanı’ndaki gergedanı, Battal Ga-zi’deki ifriti temsil eden bir ka-rakter gibidir. Memed’in AbdiAğa’yı öldürmesiyle bereket olur.Her yıl tekrarlanan bir ayinleanılmaya başlanır İnce Memed’indestansı eylemi. Destan, soylueşkıya anlatıları ile zaman zamanfanteziye varan kurgulama gü-cünün karmaşası gözlenir İnceMemed’de. Berna Moran, YaşarKemal’in köylü değerlendirme-sinin kendisine özgü yanını vur-gularken onun gerçekçi bir tutumiçinde olduğunu söyler: “Eşkiyaöykülerinde halk silik bir yığındır;işlevleri yalnızca yardıma muhtaç,ezilen, sömürülen insanları temsiletmek olduğu için, iyi, saf ve edil-gendirler. Yaşar Kemal ise bu ko-nuda gerçekçi davranır; köylüyü

idealize etmeden, erdemleri vekusurlarıyla, psikolojik doğruluğaişaret ederek canlandırır. Köylülerİnce Memed’in iyiliğini gördüklerizaman onu nereye koyacaklarınıbilmezken, kendilerine zararı do-kunacak işler yaptığına ve AbdiAğa’nin geri geleceğine inandıklarızaman döneklik eder, Memed’inaleyhine atıp tutarlar. Edilgen dedeğildir Ince Memed’in köylüleri;onu yargılar, ne yapması gerekti-ğini söyler ve sonunda Abdi Aga’yiöldürmeden onun yakasını bırak-mazlar.”

Berna Moran, Yaşar Kemal’ide Orhan Kemal, Fakir Baykurt,Talip Apaydın’la benzeşik bir yapıiçinde değerlendirir, Anadolu ro-manının aynı katmanına yerleş-tirir. Berna Moran, onlar gibi Ya-şar Kemal’in yarattığı karakter-lerinin iç dünyasına eğilmediğini,ruh çözümlemeleri yapmadığını,karakterleri olay örgüsü içindebir araç gibi göstermediğini söy-lese de onun yarattığı kahraman-ların garip huyları, beklenmedikdavranışları olduğunu, merakla-rıyla başkalarına benzemedikle-rini, sıradışı, çarpıcı, ilginç kişi-likler olduğunu söyleyerek biranlamda çelişkiye düşer. Kahra-manların ayrıntılı ruh çözümle-melerinin yapılması romantikyazının, neoklasizmin yöntemleriolabilir ama çoksesli bir romandakarakter çözümleri, insanları nes-neleştiren psikanalitik açıklamalaryerine onların hitapları öne çık-malıdır; Yaşar Kemal’in yaptığıtam da budur. Berna Moran, ka-rakterlerin “iç dünyalarına eğilme

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

34

ve ruh çözümlemeleri yapma”ediminin bir yazarın sesi olarakayrıca var olmasını beklemektebelki ancak, çoksesli roman, içinsana başka bir şekilde yaklaşır:“İç insan üzerinde hâkimiyet kur-mak, onu yalnız bir analiz nes-nesine dönüştürerek kavramak veanlamak mümkün değildir; onun-la bütünleşerek, onunla empatikurarak ona hükmetmek de müm-kün değildir. Hayır, ona yalnızcadiyalojik olarak hitap edilerekyaklaşılabilir ve ancak bu yollaaçığa vurulabilir –daha doğrusu,kendisini açığa vurmaya zorla-nabilir. Dostoyevski’nin anladığışekliyle iç insanın resmedilmesiancak onun bir başkasıyla söyle-şisinin (communion) resmedilme-siyle olanaklıdır. ‘İnsandaki insan’ötekiler için olduğu kadar kişininkendisi için de yalnızca söyleşide,bir kişinin bir diğer kişiyle etkile-şiminde açığa çıkarılabilir” (M.Bahtin, Dostoyevski PoetikasınınSorunları, s. 336).

Köylü kesimin sesini keskinbir çığlığa dönüştürmeyi başaranyazar, fakir insanların sorunlarınıkravatlı adamlara duyurabilmeyegayret etmiştir. Bu tutumuylatoplumcu görevini yerine getir-meye çalışmıştır. Kendi kendiniyetiştirmeyi ve geliştirmeyi ba-şaran yazar, kendi coğrafyasındanyola çıkıp bütün insanlığa sesiniduyurabilmiştir. Kendi deyişiyleonun “bir ayağı Anadolu’da, birayağı da dünyadadır.” Yaşar Ke-mal, modernleşme sürecindekiTürkiye’nin köylü aydınıdır. Köyile büyük dünya arasında bir nevi

katalizördür. Yaşar Kemal, Çu-kurova’yı anlatırken yeniden ya-ratır. Artık o hem bildiğimiz Çu-kurova’dır hem değil. Çukurovabin türlü anlatılabilir; çünkü bintürlü gerçeklik katmanı var. Tu-ristik gerçeklik, onun altında ga-zetecilik gerçekliği, onun altındasiyasi-ekonomik-sosyolojik ger-çeklik ama en derin gerçek, ro-man gerçekliği.

Latin Amerika’dan UzakDoğu’ya kadar, kitap okurlarıÇukurova adını öğrendi. ÇünküYaşar Kemal Çukurova mikro-kozmosunda insanlar yarattı vehareket ettirdi. Bu zenginliği birtipler galerisi, karakterler galerisiolarak gözünüzün önüne getirin.Onun romanlarındaki insanlarihtirasla kıvranırlar, zengin olmahırsına kapılırlar, onur mücade-leleri yaparlar, kendilerini kanıt-lamak için adam öldürürler, kor-karlar, korkunun üstüne giderler,cinsel şiddetle doğadaki şiddetibirleştirirler ve bütün bunlardanortaya bir insanlık senfonisi çıkar.

Yaşar Kemal, söyleminin gü-cünü, çok geniş bir halklar mo-zaiğinden, geniş bir ülkeler coğ-rafyasından alır. Yazar, ele aldığıher olayı, evrensel bir temayadönüştürerek, insanlığın geçmi-şiyle geleceğini, doğa, tarih, insan,folklor sevgisiyle yoğurur. Özetleedebiyat, Yaşar Kemal için birbaşkaldırıdır; tıpkı Mario VargasLlosa’nın, “Edebiyat, bir süreklibaşkaldırı biçimidir… Edebiyat,yazgılarına boyun eğen, yaşadık-ları yaşamdan hoşnut olan in-sanlara hiçbir şey söylemez. Ede-

biyat asi ruhu besler, uzlaşmazlıkyayar; yaşamlarında çok fazla yada çok az şeyi olanların sığınağı-dır.” söylemi gibi.

Kaynakça

Akçam, A. Alper; Yazıda Yenilenen Yaşam:Yaşar Kemal Romanı, İstanbul, AdamYayınları, 1998.

Demirer, Temel; Çukurovalı Kürt Tiplive Yazar; Yaşar Kemal, Ankara, 2010

Gümüş, Semih; “Bin Bir Çiçekli Mucize”,Radikal Kitap, no; 444, yıl;8, 20 Eylül2009.

Kabacalı, Alpay; “Bir Destan Rüzgârı” Fo-toğraflarla Yaşar Kemal’in Yaşam Öy-küsü, İstanbul, Sel Yayınları, 1.Baskı,1997.

Kemal, Yaşar; Binbir Çiçekli Bahçe, İs-tanbul, YKY, 1.Baskı, 2009.

Kemal Yaşar; Ölmez Otu/Dağın Öte Yüzü3, İstanbul, YKY, 5. Baskı, 2004.

Livaneli, Zülfü; Yaşar Kemal Üzerine BirKonuşma (2), Vatan Gazetesi, 2012

Moran, Berna; Türk Romanına EleştirelBir Bakış, İstanbul, İletişim Yayınları,12.Baskı, 2004.

Mortan, Kenan; “Çok Yaşa Yaşar Kemal...”,Radikal Kitap, No; 457, yıl;8, 18 Aralık2009.

Sakça, Bülent; Yaşar Kemal’in İnce MemedRomanı, www.yenimahhalle.com, 2008

Şahin, Osman; Yaşar Kemal Geniş BirNehrin Akışı, İstanbul, Can Yayınları,2004. ♦

35

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Edebi tür olarak roman, me-kân olarak şehre denk dü-şer. Romanın diğer edebi

türlerden farklı olarak savunduğugeniş kadro ve betimleme anlayışı,şehirlerin sahip olduğu hetero-jenlikle birlikte düşünüldüğündeşehir ve roman arasında uyumlubir ilişki ortaya çıkar. Şehir hete-rojenik bir bütünleşme, romanayrıntı sanatıdır. Şehir hayatı veşehrin karmaşık mekân unsurları,romanın kurgusal sürekliliğinikolaylaştırırken, romanın varlığıiçin gereken muhteva çeşitleme-sine doğal olarak sahiptirler. Bubakımdan mekân olarak şehir,romanın ‘kamusal alanını’ oluş-turur.Fakat ek olarak, bize göreroman türü, şehir insanının, şehirhayatının ve şehrin karmaşık me-kânlarının tarihsel,sosyolojik ve

teknik bakımdan sanatsal bir so-nucudur.

18. yy.’dan itibaren gelişen sa-nayileşmeyle birlikte Avrupa’dakihalklar, iş, ekmek, para gibi ne-denlerle küçük kentlere kitleselgöçler yaptılar. Bu sayede kent-lerde yoğun nüfus oluştu. Yoğunnüfus, şehir hayatını, şehir hayatısosyolojik tabirle toplumsal iliş-kileri doğurdu. Rönesans’ın et-kisiyle sanayileşmeden daha öncebaşlamış olan aydınlanma, felsefe,sanat ve diğer alanlarda çeşitliakımları doğurduktan sonra buakımlar, uygulama alanları olarakşehirlere göç eden ve zamanlayığın olmaktan çıkıp bilinçli birbirlikteliğe dönüşen, bu bilincintoplumsal alanda ilişkilere nedenolduğu bireyler üzerine eğildi.19.yy.’a gelindiğinde bütün bu

sürecin değeri, şehirlerin birer“kamusal alan” haline gelmesiydi.Böylece çağdaş manada şehir-kavramı, “Medine-medeniyet”bağlantısından farklı olarak 19.yy.’da oluştu.

Edebi tür olarak roman, şehirgibi 19. yy.’dan sonra Batı Avru-pa’da verilmiştir. Romanın ilközelliklerini taşıyan ve “pitoreskroman” denilen tür, nesrin cazi-besi ile daha önceden yazılmış;fakat kabul edilmeli ki bunlarancak romanı doğurmuş olaneserler olarak tarif edilebilir. Ro-man türünün ‘asıl yetkin özellik-lerini’ taşıyan ve romantizm ilerealizm eşliğinde doğan ilk eser-ler,19. yy.’dan itibaren önce BatıAvrupa’da daha sonra Doğu Av-rupa’da olmak üzere diğer kıta-larda verilmeye başlanmıştır. Ro-

36

ŞEHRİN SANAT ÜRÜNÜ OLARAK ROMAN TÜRÜBilal DEMİR

Roman türü, edebiyatın diğer türlerinden farklı olarak sahip olduğu düz yazı mantığı, sonsuz cümle kullanımı, olay, tip, zaman ve mekân unsurlarını kurguda derinleştirebilme imkânı, anlatım unsurlarını yeterince kullanabilme özgürlüğü nedeniyle şehrin sahip olduğu heterojenik bütünleşmeyi, yoğun insan iletişimini, mekânların karmaşıklığını rahatça anlatabilme fırsatını sunmaktadır.

man, özellikle 19.yy.’da, Fransa’daV. Hugo, A. de Musset, Stendhal,Balzac, G. Flaubert, Emile Zola,yine İngiltere’de Charles Dickens,Jane Austen, George Eliot, W.Scott ve Rusya’da Gogol, Turgen-yev, Gonçarov, Dostoyevski, Tols-toy, Gorki gibi günümüz çağdaşedebiyatında klasikleşmiş isim-lerle asıl hüviyetine ulaştı. Türkedebiyatında ise ilk olarak 1851’deAkabi Hikâyesi – kabul edilendiğer bir eser 1872’deki Taaşşuku Talat u Fitnat- adıyla ilk romanörneği görülmüştür. Dolayısıylatarihsel anlamda şehir ve romanaynı yüzyılın ürünüdürler. Ancakbu tarihsel kesişim, bize göre te-sadüfî değil, 19.yy. şehir hayatındayaşanan sosyal değişimlerin ede-biyata etkisi sonucu edebiyatın,zamanın ve mekânın ruhuna göreyeni bir ürün doğurması ihtiya-cından kaynaklanmaktadır.

Değişen Sosyal Yapı’da Romanın İşlevi

Hız, makine, evrim, emek, bi-lim ve gelecek kavramları etra-fında aslında her şeyin “aniden”değiştiği, inancın, düşüncenin vegenel anlamda zihniyet algısınınher yenilikle yeni bir hal aldığı19. yy. insanlık tarihinin en büyükdeğişimlerinin yaşandığı bir yüz-yıldır. Bu değişimlerin ana me-kânı ise Batı Avrupa’daki şehir-lerdir. Özellikle çağımızı oluşturanve her görüşün yeni bir zihniyetinşekillenişine ya da çöküşüne ne-den olduğu 19.yy. ortamı, çokkısa bir zaman diliminde yeni

düşünce, sanat, teknik, ekonomi,inanç, politika alanları yaratmıştır.Kapital anlayışla hem ekonomikyönlerin hem de ekonomik ihti-yaçların değişmesi sonucundayeni reel politik anlayışlar doğ-muş, bu durum batılı milletleri‘yeni bir ahlak yapısına’ sürük-lemiştir. Siyasal alanda doğanyeni ideolojiler, yönetme ve yö-netilme şekillerine yeni yorumlargetirmiş, insanların düzen ve öz-gürleşme fikirlerine yeni bakışaçıları geliştirmelerine neden ol-muştur. Bilimsel icatlar,insanındünyaya karşı konumunu yenidenşekillendirmiş, artık eskinin değil,yeninin üzerine kurulu bir bi-lincin önünü açmıştır. Böylecetoplumsal ilişkilerin başladığı,hukuk, eğitim, sağlık, bürokrasikurumlarının görüldüğü, bellialan uzmanlıklarının belirdiği,merkantilist –daha sonra prag-matist- ve rasyonalist bir düşüncebiçiminin sürüklemesiyle yenideğer yapılarının türediği ve bu

değerlerin yeni birey tiplerini ya-rattığı 19.yy. şehir hayatı, kendiyaşam felsefesini ve sanatını tümgeçmiş zamanlardan farklı olarakyeni bir anlayışla, yeni bir dünyaalgısıyla kurmuştur.

19.yy.’da Batı’da insanlık tari-hinin en büyük değişimlerininyaşanması, bunların yeni bir türleifade edilmesinin yolunu açmıştır.Batıda görülen değişimlerin edebisanata etkisi, edebiyatta yeni birtürün sivrilmesine neden olmuş-tur. Yeni hayat anlayışı, edebiyatınicra aracını roman olarak belir-lemiştir.

Roman türünün 19.yy.’da po-püler şiir türü yerine ön planaçıkmasındaki asıl neden ‘sıradanbireyin hayatının’ bu yüzyıldaönemsenmeye başlanmasıdır. 19.yy.’da kavram olarak birey, tümakımların, ideolojilerin ve biliminana meselesiydi. Psikolojisi, ki-şiliği yeniden tanımlandı ve birey‘insanî özellikleri’ ile tanınmayabaşlandı. 19. yy.’da birey, çağlar

37

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

atlamış, ‘değerli bir varlık’ halinegelmiştir. Hem güçlenmiş hemde o zamana kadar otoriteye karşıçıkaramadığı sesini, meydanlarda‘protestoyu’ icat ederek duyurmuş,artık bir ‘kamuoyu’ oluştururhale gelmiştir. Ancak bireyi ilgi-lendiren tüm pozitif gelişmelererağmen 19.yy. şehir hayatındabirey, refahın ve huzurun değil,geçim derdinin peşindedir.

Şehirler o dönemde ‘refah’merkezinin aksine, ‘sürekli üre-timin’ merkezleriydiler. Bugünbile az nüfuslu şehirler daha çokrefahı temsil ederken, 19. yy.’daçok nüfuslu şehirler teşvik edil-mekte, siyasal anlamda da birgüç ifade etmekteydi. En çoküretim yapan, en büyük ekono-mik statüye sahipti. Bu sebeptendolayı en iyi üretimi sağlamakiçin şehirlere milyonlar aktıkça,şehir alanı büyüdükçe ‘insan so-runu’ belirdi. İş hayatı üzerinekurulu şehir hayatı, monotonluğuve makineleşmeyi temsil ediyor-du. İşte bu nedenlerle roman,edebiyatın; insanın ve toplumuniçinden çıkma rolüne uygun şe-kilde, insanlara dertlerini anla-tabilecekleri, istediklerini yaza-bilecekleri inanılmaz imkânlarıolan bir mecra sundu. Bu mecrayıkullanan ise ‘değerlenen’ ve artık‘önemsenen’ birey olmuştur.

19.yy.’ın her alanında yaşanandeğişimleri anlatabilmek, sanatsalhissiyatlarla, estetik kriterlerle,kafiye gibi sınırlamalarla yapıla-mazdı. Roman türü, edebiyatındiğer türlerinden farklı olarak sa-hip olduğu düz yazı mantığı, son-

suz cümle kullanımı, olay, tip, za-man ve mekân unsurlarını kur-guda derinleştirebilme imkânı,anlatım unsurlarını yeterince kul-lanabilme özgürlüğü nedeniyleşehrin sahip olduğu heterojenikbütünleşmeyi, yoğun insan ileti-şimini, mekânların karmaşıklığınırahatça anlatabilme fırsatını sun-maktadır. Romanın sıradan herinsan için sunduğu “anlamlı bu-lunan her şeyi yazabilme” fırsatı,19. yy.’ın “yaşamış” her türlü in-sanına, -saraylarda mevki bula-mamış, toprak sahibi olamamış,yenilik getirememiş, her cinsi-yete- yazı yazdırdı. Diğer başkabir tür yerine roman türünün buyüzyılda öne çıkmasındaki birbaşka temel, romanın kurguda“istediğini yazma-anlamlandırma”fırsatını sunuyor olmasıdır. Gü-nümüzde kalıcı olabilenler elbetteöz yazabilenler oldu; ancak 19.yy.insanının, kendini anlatabileceği,hayatına yer açabileceği alan olduromanlar.

Roman, Batı modernitesininbireyci, akılcı, laik dünya görü-şünün bir ifadesi olduğu inancı,romanı üreten zihniyetin kendideğerleriyle onu oluşturması so-nucudur. Batı şehirlerinin geçir-miş olduğu değişim süreci, budeğişimin muhtevası, romanlar-daki bireyin ve bireyin etrafındadönen dünyanın içeriğini oluş-turmuştur. Çünkü roman türü-nün ilk örneklerini veren isim-lerin, dönemin en büyük şehir-lerinde yaşamış olmaları ve ilkromanlar için seçilmiş konulardaşehirli insanın sorunları ve şehirli

insanın hayatına değinilmesi bir‘mekân-sanat dengesini’ gösteriyor.Ayrıca bunu, değişimin sonu-cunda elde edilen sanatsal üretimolarak da belirtebiliriz. Zola, Flau-bert romanlarında kadının hayatkarşısında şehirle birlikte değişenalgıları, Hugo, Tolstoy gibi ya-zarlarla Fransız ve Rus toprakla-rında 19.yy.’da insanların hemtoplumsal hem de bireysel öz-gürlük arayışları, Balzac’ta şehrinverdiği yavanlıktan kurtulmakiçin köye ve geniş kırlara duyulanözlem, babasız hayatın ve batılıdeğişimlerin etkisiyle şehirdekendisiyle beraber kültürünü dekaybetmiş tiplerin simgesi olarakBihruz, hepsi 19.yy’ın şehirli in-sanının “yaşanmış hayatlarının”betimlenesi hayatlarıydı. Dola-yısıyla romanın 19.yy.’da öne çık-masındaki neden bir edebi türünpopülaritesi değil; tüm bu deği-şimleri, olayları, zamanın ruhunu,bunları yaşayan şahsiyeti en ay-rıntısına kadar anlatmak isteyeninsanların, bunun imkânını bul-dukları türe –romana- sarılma-sındandır. Ama romanlar yazı-lırken, gerçekliğin türlü görünüşbiçimleri, romanın iç gerçeklik-lerine uydurularak kurgulandı.

Mekân-Sanat Dengesi ileŞiirden Romana Geçişte Teknik

Bir zamanlar kimse ondantahtı alamaz denen edebi şiir tü-rünün,19.yy.’ın ikinci yarısındansonra tahtını yavaş yavaş romanadevretmesinin nedeni şehir ha-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

38

yatıyla birlikte değişen toplumsalyapıdır. Yeni toplumsal yapı kendisanatsal edebi aracını yaratmıştır.Ancak romanın öne çıkmasınadiğer bir neden de edebiyatınçıktığı ortamın değişmesi nede-niyle tekniktir. Edebiyat ortamınındeğişmesi -küçük şehirden büyükşehre geçiş- edebi konu, tip veolayın şekillendiği yerin değişmesianlamına gelir ki; bu da yeni or-tama göre ‘yeni bir kurgu tekni-ğini’ doğurur. 19.yy.’dan sonratüm diğer sanatlar gibi edebiyatınmerkezi ve edebi eserlerin anamekanı da şehirlerdir. Şehirlerinedebi eserlerde mekân unsuruolarak yer almasında romanların,şiir türüne nazaran betimlemeve mekânı canlandırma işlevinedaha uygun olması nedeniyledir.

Romanlar, şehirleri ayrıntıylaanlatır. Oysa şiirdeki şehirlerinisimleri değiştirilirse geriye aynısözler, aynı güzellemeler kalır.Bir şehri diğerinden ayıran “ay-rıntısıdır”. Romandaki şehir, so-kak isimleri, caddeleri, apartmangirişleri, tabelaları ile vardır. Birövgü ve alâyişle değil, görüldüğüan tanınabilecek somut haliylevardır. Romanın teknik olarakşehirle iyi bir ilişki kurmasınınnedeni, “kurgunun sürdürebilirliği”için şehirde “kaçış yolları” bul-masıdır.

Romanlardaki şehirler aynıdeğildir. Bir romandaki şehir ismideğiştirilip yerine bir diğeri ko-namaz şiirlerdeki gibi. İstanbulParis’ten, Dublin Kahire’den fark-lıdır. Sokakları, yapı süslemeleri,suları, ilişki tipleri ile farklıdır.

Bir şehrin herhangi bir farklılığınıbilebilmek için şehrin betimlenmişayrıntılarını bilmek zorunludur.Roman betimlemeleri ise bu zo-runluluğa cevap verir. Şiirin için-deki bireyin duygularıyla süslen-miş şehirlerde ayrıntı değil, gü-zellemeler vardır ve bunlar retoriküzerinedir. Örneğin herhangi birşiirdeki şehrin ismi değiştirilsehiçbir anlam kaybı yaşanmaz. Ta-lât Sait Halman’ın da belirttiğigibi “Sana dün bir tepeden baktım,aziz Helsinki!” gibi değiştirilmişbir mısrada sadece retorik olarakbir şehirden bahsedilebilir. Şiirdekişehir şairin şehridir, herkesin bil-diği şehir değildir. Çünkü bura-daki mesele şehir değildir, bir sa-nat olayıdır. Şiirde şehre övgüvardır ve şairin gördükleri değil,sadece hissettikleri söz konusudur.Ama Huzur romanındaki boğaz

tasvirinden oranın Paris değil,İstanbul olduğu hemen anlaşılır.

Burada elbette tür farkındandolayı bir ayrıma gitmek gerekir.Şiirlerin bir mekânsal unsuru ay-rıntısıyla anlatmasını beklemi-yoruz; ancak bahsettiğimiz, artıkyaşam alanlarının şehirler olma-sıyla şehirlerin gittikçe büyümesisonucunda, edebi sanat aracınınromana kaymasının nedeni, şe-hirdeki insanların anlatma der-dine cevap veren anlatım tekni-ğinin roman olması meselesidir.Şehir, içinde barındırdığı toplumve mekân yapısıyla, romanın sa-hip olduğu istenileni anlatma veayrıntı sunma unsurlarıyla bir-leşince karşımıza birbirini ta-mamlayan doğal bir mekân-sanatdengesi çıkmıştır. Bu yüzden şiirinroman karşısında niceliksel kay-bının sebebi ortamın kendi sa-

39

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Jodi Harvey-Brown

natsal üretim aracını ve tekniğinidoğurmasıyla ilgilidir.

Şehir Kültü

İki tür arasındaki teknik me-selesi, şairlerin şehir kültü ile ro-mancıların şehir kültünü de bir-birinden ayırmıştır.

Şairlerin şehir kültü bağlanma,romancıların faydalanma üzeri-nedir. Şairler bir şehre bağlanırkenşehrin romantizmini yaşarlar.Roman yazarları ise şehri ne ka-dar iyi tanırsa kurgusunu o kadariyi oluşturabileceklerine inanır.Bir şehir kültü romantik, diğeripragmatik anlayıştan türer. Ne-dim’in, Yahya Kemal’in İstanbul’abağlılık yönü ile Orhan Pamuk’unİstanbul’a bağlılık yönü birbirin-den farklıdır. Yine Puşkin ileDostoyevski’nin Petersburg’a ba-kışı farklı, Zola ile Baudelaire’inParis’e bakışı çok daha farklıdır.Dolayısıyla Nedim, Puşkin, Bau-delaire, Yahya Kemal’in şehir kül-tü birbirine benzerken, yine Dos-toyevski, J. Joyce, Necip Mahfuzve Orhan Pamuk’un şehir kültüdiğerlerinden farklı olarak bir-birine benzerdir. Romancılar,şehrin sokaklarından, caddele-rinden, insanından kurgu oluş-turmak için faydalanır. Her an,her mekân onların hafızalarındafarklı yer edinebilir.

Orhan Pamuk’un romanların-da mekân olarak Teşvikiye, her-kesin bildiği şekliyle adeta adresverilerek tarif edilir. Petersburg’uhiç görmemiş biri Dostoyevskiaracılığıyla Petersburg’un sokak-larında yürür. Joyce’un Dublin’i

çoğu kişinin gitmeden tanıdığışehirdir. N. Mahfuz’un Kahire’sin-de, Tanpınar’ın İstanbul’unda za-manla nerede, özellikle, ne de-ğiştiğini görmek, ülkenin zihniyetdeğişimini de ele verir. Değişencami ise, yapılan yollar ise oradadeğişimin ayrıntıları sayesinde,şehrin değişimindeki zihni bilincigörürüz. Burada aslında şehirlerinsahip olduğu farklı yaşam tarzıve detaylı mekân yapısının, ro-manın sunduğu ayrıntı sanatı ilebirleşince şehirlerin tekniksel an-latımı için şehir ile romanın dahaiyi bir ilişki kurduğunu söyleye-biliriz. Şiir edebiyatta zirvedir an-cak şehir hayatının temsiliyetinişiir değil roman üstlenmiştir.

Zaman, Mekân ve Tip

İnsanlığın tarihsel evrim süre-cinde 19.yy.’daki düşünce ve anlamdeğişimine paralel olarak 20.yy dadüşüncenin uygulamaya, tekniğedöküldüğü ve yaşadığımız çağ açı-sından devam niteliğinde bir yüz-yıldır. Bu nedenle 19.yy.’dan pekfarkı olmayan 20.yy.’da roman tü-rünün adeta “patlamasının” nedenide yine elbette şehirlerin geçirdiği‘travmalardan’ dolayıdır. 20.yy’ıntüm savaşları, bağımsızlık müca-deleleri, hiçliğe varan değer sis-temleri, teknolojisi, ideolojileri, fe-minizmi, ekolojistliği gibi bir yüz-yılda olabilecek her şeyin olduğu20.yy’da, romanın hem ‘nitelik’hem de ‘niceliğini’ inanılmaz se-viyelere yükselten ve bundan dolayıromanın en prestijli edebi ürünolmasını sağlayan sebepler, yineşehir ve şehrin insanı olmuştur.

Günümüzde ise romanın tümdünya ülkelerinde en çok üretileneserler olmasının nedenleri halaaynıdır. 21. yy.’ın henüz ilk çeyre-ğinde şehirler daha karmaşık, dahafazlalaştı. Artık on milyonları ta-şımaktadırlar. Üstelik yeni yüzyıldahem bireyin romana sarılmasınınnedenleri hem de roman tekniğiartık çeşitlenmiş durumda.

Edebiyatta postmodern anla-tıyla birlikte zaman iyice kırılır-ken, küreselleşmeyle birlikte “me-safe kavramı”da aşıldı. Şehir in-sanına küreselleşmeyi körükleyenteknolojik araçların etkisiyle artıkonda bilgi anonimleşmiş, kültürstandartlaşmıştır. Bilginin ano-nimleştiği, kültürün standartlaş-tığı ve yeni değer yargılarınıntüm dünyada ‘aynılaştığı’ bir yerdebirey çareyi yine romanda ara-maktadır. Romanın son iki yüz-yılda popüler edebi tür olmasınınnedeni, şehir hayatı içinde bireyin“derdini anlatma” amacından do-ğan bir sanatsal sonuçtu. Oysaartık romanın yeni görevi, gü-nümüzün modern-bohem tipinebir “varoluşsal kaçış alanı” sun-mak ve “görüntü medeniyeti”ndeona kendini tanıma imkânı ver-mektir. Modern tip şehirde yal-nızdır ve yalnız olduğu için as-lında kendi içinde oldukça kala-balıktır.Kalabalık ise romanlarataşmaktadır. Yani, şehir hayatınınzaman algısı, barındırdığı bireyinyönelimleri değişse de ve edebi-yatın tekniksel yöntemleri çeşit-lense de roman, şehir hayatınınbir refleksi olmayı hala sürdür-mektedir. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

40

Kaba bir tasnifle her insantekinin şahsiyetini/kimli-ğini, ferdiyetini/kişiliğini

ve buna bağlı olarak ortaya koyduğueserleri oluşturan üç unsur vardır:mîzaç1, eğitim ve aile terbiyesi,maddî ve sosyal yönleriyle bulun-duğu muhit/şehir. Biz Fuzûlî’ninmîzâcına (şâirlik tabiatı bağlamında)ve eğitimine kısaca değindiktensonra, asıl konumuz gereğince, ya-şadığı ve acılarını, yaşanmışlıklarınışiirine katık yaptığı diyâr olan Ker-belâ unsuruna ağırlık vereceğiz.

1. Fuzûlî’nin Mîzâcı Yahut İlâhî Bir Bağış Olarak Şâirliği

Fuzûlî’nin mîzâcını burada psi-kolojik açıdan değil, klâsik edebiyatterminolojisi ile tab’/tabî’at (Allahtarafından insana bahşedilmiş şiir

kâbiliyeti, güzel ve bedî’ söz söy-leme yetisi) olarak ele alacağız.

Tab’ ve tabî’at gibi kullanımlarınyanında bu kabiliyeti anlatmakiçin cibillet, hilkat, istidat, mîzaçgibi kelimeler de kullanılır.2

Fuzûlî bu meyanda TürkçeDivanı’nın önsözünde kendisineişbu şâirlik gücü ve yetisinin ve-rildiğini belirtir:

Bana gelince; kazâ kalemi, ya-ratılışımın sayfasında ezelden şiiremuhabbet yazısını yazmış idi vekabiliyetimin bahçesinde, dünyayagelişimden önce ölçülülük, güzelliksevgisi tohumu dikilmiş idi.3

Ansızın şeydâ bülbül gibi sar-hoş oldum ve o güllere karşı şakı-maya yaradılışın imkânlarındanruhsat buldum. Tabiatımın ufkunaölçülülük, güzellik hilâli doğup ogüneş yüzlülerden neş’e nuru al-

mam günden güne öylesine arttıki çok kısa bir müddet içinde şii-rimin yaydığı ışıklar ile birçok şe-hirler ve vilâyetler doldu4

Bir gün de karayağız bir güzel(nigâr-i müşgin-hatt) şâirimizinşiirlerine övgüler dizer ve onunşâir tabî’atinden bahseder5: Eyfesâhat (uzdillilik) bostanının çiçeğive ey güzel sözler ilkbaharının çi-meni! Hamd olsun ki Allah’ın yar-dımı ve desteği, nazım ve nesirsanatları ülkesine hükmetmeyisana nasip kılmıştır. Şâir tabiatınındalgıcı halka ve ileri gelenlere fe-sâhat deryasından belâğat cev-herleri çıkarıp saçmaktadır.6

Bu örnekleri çoğaltabiliriz.Görüldüğü gibi Fuzûlî dildendile dolaşan başarılı şiirlerininarkasındaki ilk muharrik gücüntab’/tabî’at olduğunu söyler.

41

KERBELÂ TOPRAĞININ MAHSÛLÜ: FUZÛLÎÖmer UYAN

Kerbelâ’nın Fuzûlî üzerinde (ve tabi eserlerinde) iki türlü yansıması olduğunu düşünebiliriz: 1. Kerbelâ hâdisesi vedevamında süregiden iktidar savaşları, mezhep çatışmaları açısından, 2. Osmanlıdaki patrimonyal sistem bağlamında merkezden uzaklık ve yalnızlık duyguları açısından.

Şiirin Kerbela’yla başladığını anlamak için bu yaşa geldim. (Haydar Ergülen)

2. Eğitimi

Fuzûlî’nin eğitim hayatına dairveriler de maalesef kısıtlıdır. Ba-bası Süleyman’ın Hille müftüsüolduğu da kendisinin Rahmetul-lah isimli bir âlim tarafından ye-tiştirildiği de ancak rivayet dü-zeyindedir. Fakat onun üç dildedivan oluşturacak kadar bilginbir şâir olduğunu; yine çeşitliilim dallarında derinleşmiş, râsihbir âlim olduğunu hem kendiifadelerinden hem de elimizeulaşan eserlerinden biliyoruz.

Fuzûlî Türkçe Divanı’nınönsözünde ilimsiz şiiri temelsiz,itibarsız (sırtını yaslayamayacağın,güvenilmez) duvara, ruhsuz cesedebenzetir. Onun tabî’atı, şiirinin ilimve irfandan yoksun kalmasını haz-medemez.7 O, ilimden yoksun âşı-kâne gazeli ilimlerin inceliklerinehenüz vâkıf olamayacak yeni-yet-melere (nev-res) lâyık görür ve hayatnakdini aklî ve naklî ilimleri ka-zanmaya sarf eder; tefsir ve hadiste,hikmet ve hendesede derinleşir.8

Gerçekten onun şiirlerindentemel İslâm ilimlerine, tasavvufave pozitif bilimlere; Sıhhat ü Marazisimli eserinden tıp ve insan psi-kolojisine; Hadîkatü’s-Sü’edâ9 ese-rinden peygamberler tarihi ve İs-lâm tarihine; Matla’u’l-İ’tikâd fî-Ma’rifeti’l-Mebde’ ve’l-Me’âd ese-rinden ise kelâm ilmine olan enginvukûfiyetine şâhit oluyoruz.

3. Yaşadığı ve Özdeşleştiği Toprak: Kerbelâ

Nasıl ki bir edebî eserin üslû-bunu belirleyen tür, zaman ve ya-

zarın şahsî üslûbuysa; yazarınşahsî üslûbunu da yetişme tarzıve eğitimi kadar çevresi, doğduğu,yetiştiği, bulunduğu mekânın sos-yo-kültürel yapısı, seviyesi, coğrafîgüzelliği ve konumu belirler.10

Tezkireciler ihtilafa düşmüşolsa da Riyâzî’nin söylediği gibive Fuzûlî’nin bizzat kendi Divanmukaddimeleri doğrultusunda do-ğum yeri Kerbelâ’dır. Fakat Necefve Bağdat’ta da yaşamıştır. NitekimFarsça Divanı’nın önsözünde şöyleder: Bu dünya görmemiş körpegençlere ve gurbet çekmemiş ye-timlere benzeyen şiirlerim Kerbelâsahasında, Necef toprağında doğupBağdat havasında yetişmişlerdir.11

Kerbelâ’nın Fuzûlî üzerinde (vetabi eserlerinde) iki türlü yansımasıolduğunu düşünebiliriz: 1. Kerbelâhâdisesi ve devamında süregideniktidar savaşları, mezhep çatışma-ları açısından, 2. Osmanlıdaki pat-rimonyal sistem bağlamında mer-kezden uzaklık ve yalnızlık duy-guları açısından:

3.1. Kerbelâ Hâdisesi ve Süreğindeki Gelişmeler

Hilâfet Hz. Ali’den sonra Mua-viye eliyle saltanata dönüştürülm-üştür. Hz. Hüseyin’in kardeşi Hz.Hasan, kan dökülmemesi ve fitneçıkmaması için Muaviye ile şartlıolarak sulh yoluna gitmiştir. Şart-lardan biri de Muaviye’nin oğlunutahta geçirmemesi idi. Hz. Hasan,Emevi devletince, eşi tarafındanzehirlenilip öldürülür ve Muaviyeölmeden önce, oğlu Yezid’i veliahttayin eder. Hz. Hüseyin artık sulhudeğil kıyam’ı ihtiyâr eder. Sevenleri

ve akrabalarıyla Kûfe’ye, Kerbelâ’yagelir. Kûfeliler daha önce Hz. Alive Hz. Hasan’a yaptıkları gibi Hz.Hüseyin’e de önce muhabbet vebağlılıklarını bildirip sonra onuyalnız bırakırlar.12 Hz. Hüseyinve beraberindeki 72-73 kişi 4.000kişilik bir ordu tarafından kuşatılır.Ordudan kimileri onları, uzakmemleketlere gitmeleri şartıyla,serbest bırakmayı düşündüyse deŞimr b. Zilcevşen ve Ömer b. Sa’dgibi kan avcıları, Fuzûlî diliylesöylersek, “Ya Yezîdün bey’atinkabûl itmek gereksen ya terk-ihayât eylemek”13 demiş ve susuzbıraktıkları Peygamber torununuve onun oğullarını şehit etmiştir.14

Böylece tarihindeki belki de enacı olaya tanıklık eden bu top-raklar, sonrasında da ıslah olmayıpsürekli saltanat-imâmet, saltanat-hilâfet, sünnî-şiî, tekke/tasavvuf-medrese/fıkıh arasındaki çatış-malara sahne olmuştur.

Fuzûlî bu Kerbelâ dramını Ha-dîkatü’s-Sü’edâ (saadete erenlerinbahçesi) eserinde yaşatmaya çalış-mıştır. Şiirlerinde de içinde yaşadığıtopraklarda yaşanan bu acılarlakendi acılarını mezcetmiştir. O,Türkçe Divanı’nda tam 88 kere“belâ” kelimesini kullanarak15 sankiçağrışım yoluyla da “Kerbelâ”yıimler ve bu dramı/başkaldırıyı/maz-lumiyeti bu tür feryatlarla da canlıtutmaya çalışır.16

3.2. Sultanların Gölgesinden Uzak17 Bir Taşra: Kerbelâ

Fuzûlî’nin ızdırâbını duyduğuKerbelâ hâdisesi yanında bir degüncel Kerbelâ’sı18 vardır. O, ya-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

42

şadığı topraklardan merkeze/di-yâr-ı Rûm’a gidememiş; bir dö-nem Şah İsmail’in himâyesinegirdiyse de Osmanlı’nın Bağdatseferinden sonra, belki de sici-lindeki “Şah İsmail” unsurundandolayı, Kanuni’den beklediği hi-mâyeyi görememiştir. Bağdat se-ferinden sonra kendisine bağla-nan günlük 9 akçeyi almakta bileproblemler yaşayan Fuzûlî meş-hur “Selam verdim rüşvet değildirdeyü almadılar” ibâresinin geçtiğiŞikâyetnâmesi’ni yazmıştır.

Fuzûlî’nin bu sistemdeki ar-zusunu, istediklerini elde ede-medikten sonraki ruh hâlini, te-sellisini ve uzaklığının/yalnızlı-ğının kendisine sağladığı imkânve kazanımları da üç başlık hâ-linde ele alabiliriz:

3.2.1. Osmanlı’da Himâye/Patronaj Sistemi ve Fuzûlî

Genelde, bilim adamı ve sa-natçı, belli bir toplumda egemensosyal ilişkiler ve belli bir kültürçerçevesinde sanatını ifade eder.Osmanlı toplumu gibi patrimon-yal türde bir toplumda, başkadeyimle, sosyal onur, statü vemertebelerin mutlak egemen birhükümdar tarafından belirlendiğibir toplumda bu gerçek daha dabelirgindir. Matbaanın geniş kit-lelere okuma imkânı verdiği, böy-lece edebî ve ilmî eserlerin, ya-zarına geçimi için yeterince gelirkaynağı sağladığı dönem gelin-ceye kadar, bilgin ve sanatkâr,hükümdarın ve seçkin sınıfındesteğine muhtaç idi. “Sâhib-iMülk” hükümdar; bilgin ve sa-

natkârın en önde gelen veli-ni-meti, hâmisi idi.19

Otorite sahibine kendini kişiselolarak adamayı ve boyun eğmeyigerektiren bir sistemde fiilî kişiselilgi ancak birkaç şahsa gösterilebilirve potansiyel katılımcıların sayısıçoksa, sistemin kişiselleşmesi yal-nız dolaylı biçimde gerçekleşebilir.Böylece Osmanlı devlet sistemin-de, padişahla dolaysız bağlantıiçindeki birkaç kişi, ikinci düzey-deki bir tebaanın doğrudan ula-şabileceği ve kendini adayabileceğihedefler hâline geldi.20 Nitekimistediği şöhreti ve maddî karşılığıbulamayan Fuzûlî’nin terk-i diyâredip hükümdara/monark’a yakın-lık isteği o denli fazladır ki o,değil hükümdara, hükümdarınkölelerine dahi köle olmaya râzıdır:Mâ gılmân-i mâh-rûyânîm / Mâh-rûyân heme gulâm-i şomâ.21

Osmanlı gazel geleneğinin enyaygın temalarından biri ayrılıkve ayrılığın sonuçlarıdır. Bu tema-nın getirdiği henüz incelenmemişönemli bir boyut şudur: Şiir, otorite

sahibine yakın olmayı önemli birhedef gösterip otorite ilişkisininkişisel olma niteliğinin altını çiz-mekle kalmaz, ayrıca otorite sahi-binin bulunduğu mekânı aşkındeğer taşıyan bir yer hâline getirir.22

Bu mekân Fuzûlî’nin dilinde “di-yâr-ı Rûm”dur: Fuzûlî ister isen iz-diyâd-ı rütbe-i fazl / Diyâr-ı Rûm’ugözet terk-i hâk-i Bağdâd et.23

Bu diyâra gidemeyen Fuzûlîkendisini dikenler arasında kalmışbir gül gibi düşünür: Lâ’l-veş taşiçindedir vatanım24 / Gül kimihârı kılmışım me’vâ.25

3.2.2. Eziklik Psikolojisi, Hüzün ve Teselli

Fuzûlî hükümdarın lütuf veihsanlarına ulaşamamanın, Rûmşâirleri ile dost meclislerinde hem-dem olamamanın üzüntüsünü ya-şar, bunun ezikliğini hisseder vefırsat buldukça kalem sahiplerineözür beyan eder: Ümit ediyorumki fesâhat ve belâğat sahipleri doğ-duğum ve yetiştiğim yerin Irak-ıArab olduğunu ve bütün ömrümboyunca buradan başka bir ülkeyeseyahat etmediğimi öğrendiklerinde,bu kusuru itibar düşürücü bir şeyolarak değerlendirmezler ve yerimeyurduma göre, istidâdımın dere-cesine hakâretle bakmazlar.26

Latîfî, Fuzûlî’yi orijinal bulur;fakat “üslûb-ı ‘acîbi vardur” der.27

Fuzûlî böyle düşünenlerden deşu şekilde mazur görülmeyi bekler:Umûmî olarak izzet ve itibar sa-hiplerinden, husûsî olarak da Rûm(Anadolu) beliğlerinden ve Tatarfasihlerinden beklentim şudur: Eğer

43

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

güzel sözlerimin dilberinde o di-yârın lâfızları ve ibârelerinden be-zek olmazsa ve nazmımın gelini oülkelerin latîfeleri ve darbımesel-lerinden süs taşımazsa, bu duâcıyımazur görsünler.28

Fuzûlî, tasavvuf ıstılâhınca söy-lersek, bu dünyada garîbdir, gur-bettedir; asıl vatanından ve mâ-şuğundan ayrılıp dünyaya gel-miştir. Şiirlerindeki aşk, ayrılık,hüzün vb. duyguların kökeniniönce burada aramak gerekir.29 Buanlamda O, Allah’tan ayrıdır. Diğertaraftan “Allah’ın gölgesi” (zıllul-lah)30 addedilen ve bu dünyadadiğer kulların üstünde bir konumayerleştirilen hükümdardan uzak-tır.31 Üçüncü olarak, şiirlerininbizde uyandırdığı yaşanmışlıkhissi vesilesiyle beşerî aşk ve ayrılıktecrübesine de sahip olduğunudüşünebiliriz. Şâirimiz tüm buşahsî ve toplumsal ızdıraplardan,dertlerden, yalnızlığından (tıpkıilk zühd hareketlerinde ve Ana-dolu sûfiliğinde olduğu gibi) aşka,tasavvufa sığınmış ve bu yoldasamimî şiirler yazmıştır.

Fuzûlî her ne kadar vatanınitibârının, kişinin özündeki kâ-biliyetlere tesir etmeyeceğini söy-lese de32 bir başka yerde fazileti-nin, kemâlinin fazlalaşmasını,bulunduğu toprakları bırakıp di-yâr-ı Rûm’a gitmeye bağlar.33

O’nun bu tezatlı, gelgitli ifa-deleri fazladır. Farsça Divanı’nınmukaddimesinde bir öğütçüye(ki muhtemelen yine şâirimizinkendi kendine konuşması ve ya-şadığı gelgitleri anlatan iki farklıyönüdür) eski şâirlerin iyi huylusultanların ilgisine mazhar ol-duklarını, cennet gibi bahçelerdegezip tatlı şaraplarla neşelendik-lerini, gönül okşayan nağmelerdinleyip ay yüzlü güzellerle vakitgeçirdiklerini ve böylece sanat-larının zirvesine ulaştıklarını34;kendisinin ise tüm bunlardanmahrum olduğunu söyler.35 Ar-dından kendini teselli için sul-tanların yakınlığının ancak baş-kalarının hasedini çekmeye ya-rayacağını, şarabın azaba sebepolacağını, nedimlerle dostluğunzihni hayallerle baş başa kalmak-

tan alıkoyacağını; nasibinin butopraklara yazıldığını ve şiirinsermâyesinin dert olduğunu,36

asıl tesirli şiirin ızdırâbın doğur-duğu şiir olduğunu söyler.37 YineO, şiirini dert ve hüzün yetiştirenKerbelâ toprağına benzeterek,hangi diyâra giderse gitsin şiir-lerine hürmet edilmesi gerektiğinisöyler: Ey Fuzûlî! Benim maka-mım Kerbelâ diyârı olduğu için /Nereye ulaşırsa ulaşsın, şiirlerimehürmet edilmesi lazımdır / Bubendenin şiiri altın değil, gümüşdeğil, inci değil, lâ’l değil; topraktır/ Fakat Kerbelâ toprağıdır.38

3.2.3. Fuzûlî’nin Kazanımları Yahut Bir “Muzaffer Yenilgi”Öyküsü

Fuzûlî’nin melankolik tabiatı,yalnızlığı, bulunduğu diyârdanmerkeze ve başka bir yere (msl.İran’a ve Rûm diyârına gitmekistemiş) gidememiş olması, yanibulunduğu yerde tevakkuf 39 etmişolması, O’nun belki de en büyükkazanımıdır. Bu, O’nun kendihayal dünyasında,40 iç yolculu-ğunda derinleşmesini; başta şiirsanatı (fenn-i şi’r) olmak üzere,çeşitli ilimlerde vukûfiyet kazan-masını sağlamıştır.

O, gönlünce bir hâmi bula-mamış; himâyeden, maddî im-kânlardan, şöhretten uzak kal-mıştır. Eserleri ve şiirleri de, he-men her klâsik gibi, devrindehak ettiği itibârı görmemiştir.Ancak klâsiğin, belki en mühimniteliği olan, çağları aşma özelli-ğini onun eserlerinde görebili-yoruz. Bu yönüyle Fuzûlî sadece

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

44

devrinin değil, devirlerin şâiriolmuş; eserleri de klâsik hüviyetinialmıştır. Tanzimat’tan beri süre-gelen eski edebiyat karşıtlarıncada Fuzûlî ve şiiri ayrı bir konumayerleştirilmiştir.

Şiirleri yanında, yaşadığı gel-gitler, trajediler, arada kalmışlıklarile de insan rûhuna ayna tutanbir şâir olan Fuzûlî; toprağının,rûhuna işleyen ızdırapları ve yal-nızlığı sâyesinde, bugün de şevkleokunan samimî şiirler yazmıştır.

Herhalde artık şâirin dediğigibi, İyi ki bilmiyor kalabalıklar41

diyebilir ve O’nun durumunumuzaffer yenilgi42 olarak nitelen-direbiliriz.

Toparlarsak Fuzûlî’nin şiir-lerinin ardındaki ilk muharrikgüç: şâirlik tabiatı; şiirlerininsağlam temeli: ilim; sermâyesi,katığı ise dert, ızdırap ve Kerbelâtoprağıdır.

Kaynakça

ANDREWS, Walter, Şiirin Sesi ToplumunŞarkısı, (çev. Tansel Güney), İletişimYayınları, İstanbul, 2009.

DOĞAN, Muhammet Nur, Fuzûlî’ninPoetikası, Ötüken Yayınları, İstanbul,2002.

Fuzûlî Divanı, (hzl. Kenan Akyüz, SüheylBeken, Sedit Yüksel, Müjgan Cunbur),Akçağ Yayınları, Ankara, 1990.

Fuzûlî, Hadîkatü’s-Sü’edâ, (hzl. ŞeymaGüngör), Kültür ve Turizm BakanlığıYayınları, Ankara, 1987.

İNALCIK, Halil, Şâir ve Patron, DoğuBatı Yayınları, Ankara, 2010.

KARAHAN, Abdülkadir, Fuzûlî, Muhiti,Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür BakanlığıYayınları, Ankara, 1989.

Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ, (hzl. Rıdvan Canım), AKM.Yayınları, Ankara, 2000.

PARLATIR, İsmail, Osmanlı TürkçesiSözlüğü, Yargı Yayınevi, Ankara, 2012.

SOLMAZ, Süleyman, “Hasan Çelebi Tez-kiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri”,Turkish Studies, S. 7/1, Kış 2012, s.1891-1904.

1 Eski âlem nazariyesine göre âlemde 4 temelunsur (anâsır-ı erba’a: su, hava, ateş, toprak)bulunduğu gibi insanda da 4 karışım/hılt(ahlât-ı erba’a: kan/dem, balgam, safra, karasafra/sevdâ) bulunur. İnsanın mîzâcının budört unsurun birbirine göre oranı ile ilgilibir husus olduğuna inanılırdı. İsmail Parlatır“ahlât-ı erba’a” için şöyle der: “İnsanın bi-yolojik, ahlâkî ve psikolojik fonksiyonlarınıetkilediği kabul edilen ve “demevî” (sanguin),“balgamî” (flegmatique), “safravî” (colérique),“sevdâî” (mélancolique) olarak adlandırılandört unsur. (Osmanlı Türkçesi Sözlüğü,Yargı Yayınevi, Ankara, 2012.). Daha genişbilgi için bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi,“Ahlât-ı Erba’a” mad.

2 Muhammet Nur Doğan, Fuzûlî’ninPoetikası, Ötüken Yayınları, İstanbul,2002, s. 47.

3 A.g.e., s. 81. [Ayrıca bkz. Fuzûlî Divanı,(hzl. Kenan Akyüz, Süheyl Beken, SeditYüksel, Müjgan Cunbur), Akçağ Ya-yınları, Ankara, 1990, s. 13.]

4 A.g.e., s. 81. (Bkz. Fuzûlî Divanı, s. 14.)5 Tabi büyük ihtimalle bu hayâlî bir ko-

nuşma olup aslında Fuzûlî’nin kendisözleri, kendini medhidir.

6 A.g.e., s. 83. (Bkz. Fuzûlî Divanı, s. 15.)7 Pâye-i şi’rimi hilye-i ‘ilmden mu’arrâ

olmağı mûcib-i ihânet bilip ve ‘ilmsizşi’rden kâleb-i bî-rûh gibi teneffür kı-lıp… (Fuzûlî Divanı, s. 14.)

8 Fuzûlî Divanı, s. 13, 14.9 Bu eser Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Rav-

zatü’ş-Şühedâ isimli Farsça eserindentercümedir. Ancak Fuzûlî eseri modamodçevirmemiş, kendi nezih üslûbunu yan-sıtarak ve bu elîm hâdiseyi tarihî verilerede uygun olarak dramatize etmiştir.

10 Süleyman Solmaz, “Hasan Çelebi Tez-kiresi’nde Mekân Tasvir ve Tavsifleri”,Turkish Studies, S. 7/1, Kış 2012, s.1892.

11 Abdülkadir Karahan, Fuzûlî, Muhiti,Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür BakanlığıYayınları, Ankara, 1989, s. 71.

12 Fuzûlî’nin Farsça Divanı’nın önsözünde“ahâlisinin şuursuzluğu” derken kas-tettiği şuursuzluk (en azından yaptıklarışuursuz işlerden biri) bu olsa gerek:Benim gibi aşkın hışmına uğramış zavallıbirinden şiir beklemek çok şaşırtıcıdır.Çünkü benim doğduğum ve yaşadığımyer Irak-ı Arab’dır. Burası Sultanlarıngölgesinden uzaktır ve ahâlisinin şu-ursuzluğu yüzünden harap kalmış biryerdir. Burası öyle bir bahçedir ki salınanservileri, sam yeli kasırgasının hortumları;açılmamış goncaları ise mazlum şehitlerinmezar kubbeleridir. Burası öyle bir mec-listir ki şarabı, parça parça olmuş ciğer-lerin kanı; musıkisi ise âvâre gariplerininiltileridir. Ne mihnet (sıkıntı, meşakkat)artıran sahrâsına bir rahatlık esintisiuğramış ve ne de belâlarka dolu çölündeşefkat bulutunun, gam tozunu yatıştırmaümidi kalmıştır. Böyle bir çile ve riyâzetbahçesinde gönül goncası nasıl açar vedil bülbülü ne terennüm eder? (Mu-hammet Nur Doğan, a.g.e., s. 93.)

13 Fuzûlî, Hadîkatü’s-Sü’edâ, (hzl. ŞeymaGüngör), Kültür ve Turizm BakanlığıYayınları, Ankara, 1987, s. 350.

45

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

14 Şehîd-i Kerbelâ’ya su getirmek kasdın etmişsin/ Seni elbette âlemde bu niyyet pâydâr eyler.(Fuzûlî Divanı, 22. Kasîde, s. 83.)

15 Nükteli bir “belâ”lı beyit şöyledir: Düş-tüm belâ-yı aşka hıredmend-i asr iken /İl imdi benden aldığı pendi bana verir.(Fuzûlî Divanı, g. 109, s. 183.)

16 Fuzûlî’nin ehl-i beyt sevgisi ve Kerbelâhâdisesini bu denli içselleştirip yaşat-maya çalışmasında, kendi yalnızlığı, ga-ripliği ve mazlumiyeti ile onlarınki ara-sında bir bağ kurmuş olmasının ve top-rağından devraldığı bu hüzün mirasınınkendi melankolik mîzâcı ve şiiri içinzengin bir katık olmasının yanında, şiîolmasının da büyük tesiri olduğunudüşünüyorum. Bu hususlar ve Fuzûlî’ninşiîliği ile ilgili olarak bkz. AbdülkadirKarahan, a.g.e., “Üçüncü Bölüm Fu-zulî’nin Şahsiyeti”.

17 Bkz. 12. dipnot.18 Çöl başlı başına zaten uzaklığı, bitmez

yalnızlığı çağrıştırır. Fuzûlî Divanı’ndaKerbelâ, bir yerde “deşt-i Kerbelâ” (KerbelâÇölü) olarak geçer (26. Kaside). Divanda“deşt” (çöl) 9 defa, yine çöl anlamındaki“beyâban” ise 2 kere söylenir.

19 Halil İnalcık, Şâir ve Patron, Doğu BatıYayınları, Ankara, 2010, s. 9-10. (Konuylailgisi bakımından Ahmet Hamdi Tanpı-nar’ın meşhur “saray istiâresi”ne bakılabilir:19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ÇağlayanYayınları, İstanbul, 2003, s.5-7.)

20 Walter Andrews, Şiirin Sesi ToplumunŞarkısı, (çev. Tansel Güney), İletişimYayınları, İstanbul, 2009, s. 122.

21 Biz, sizin köleniz olan o ay yüzlülerinkölesiyiz.

22 Walter Andrews, a.g.e., s. 125.23 Fuzûlî Divanı, g. 41, s. 151. (Fuzûlî Di-

vanı’nda “Rûm” kelimesi çeşitli konularve söz oyunlarıyla 15 defa kullanılır.)

24 Terk-i diyâr edemeyen Fuzûlî, vatanıiçin bir başka yerde şöyle der: Edementerk Fuzûlî ser-i kûyın yârün / Ne kadarzulm yeri ise bana hoştur vatanım.(A.g.e., g. 204, s. 230.)

25 A.g.e., 21. Kaside, s. 81. (Vatanım kankırmızı lâl gibi taş içindedir. Gül gibi,dikenliği kendime mesken edinmişim.)

26 Muhammet Nur Doğan, a.g.e., s. 84.(Bkz. Fuzûlî Divanı, s. 16.)

27 Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıra-tü’n-Nuzamâ, (hzl. Rıdvan Canım),AKM. Yayınları, Ankara, 2000, s. 435.

28 Muhammet Nur Doğan, a.g.e., s. 85.(Bkz. Fuzûlî Divanı, s. 17.)

29 O, Nedim gibi şûh ve hadarî diyebilece-ğimiz gazeller yerine çoğunlukla uzrî veyamistik/ilâhî aşkı anlatan gazelleri tercihetmiştir. Fakat bu, onun beşerî aşktanbahsetmediği anlamına gelmez. NitekimLeylâ ve Mecnûn mesnevisi başta olmaküzere birçok eserinde, şiirinde realisthayata ve beşerî aşka dâir canlı tasvirlererastlıyoruz. [Hadarî ve Uzrî gazel hakkındabkz. Sadık Armutlu, “Arap ve Fars ŞiiriBağlamında Gazel Türünden Gazel NazımŞekline Geçiş”, Çukurova ÜniversitesiTürkoloji Sempozyumu (20-22 Ekim2011) Bildirileri, Adana, 2012.]. (Fuzûlî’ninmistik/ilâhî aşka yönelmesi ile ilgili ilginçbir yorum için bkz. Abdülkadir Karahan,a.g.e., s. 156-157.)

30 Halife, emîrü’l-mü’minîn vb. kullanımlarınhalifetu’llah, halîfe-yi rûy-i zemin, Allah’ıngölgesi (zıllullah, sâye-i ilâhî) gibi söylemleredönüşmesinin ardındaki sosyal ve siyâsîsebepler için bkz. İbrahim Sarmış, ŞûrâdanSaltanata, Teokrasiye ve Lâisizme Yö-netim, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2010.

31 Tezkireciler O’nun için “tarzında ferîdsemtinde vahîd bir şâir-i belâğat-şi’âr”derken sanki orijinalliğinin ve yaratıcı-lığının yanında yalnızlığına da bir gön-derme yaparlar. (bkz. Kınalızâde HasanÇelebi ve Beyânî tezkireleri, “Fuzûlî”.)

32 İ’tibâr-ı vatan isti’dâd-ı zâta te’sîr etmez vetoprakta yatmakla tılâdan cilâ gitmez. Neehl-i bilâd olmakla nâdân sâhib-i kabûlolur ve ne beyâbânlarda durmakla dânâkabûl-i vahşet kılar. (Fuzûlî Divanı, s. 17.)

33 Bkz. 23. dipnot.34 Muhammet Nur Doğan, a.g.e., s. 34.

Ve bkz. 12. dipnot.35 Bir belde ki orada rahattan, huzurdan

eser yoktur / Ve üzerinde bir ferahlık vesevinç havası asla esmemiştir / Böylebir yerde oturanların ve esirlerinin / Birhünerden dem vurmaları mümkün olurmu? (a.g.e., s. 93.)

36 Allah’a şükürler olsun ki bu âfetlerdenuzak bir diyarda ve kötülük sebeplerininasla ulaşamayacağı bir makamdasın.Bil ki ilâhî aşk şarabı ile kendinden geçenve hakîkî sevgilinin cemâline âşık olupdaima dünya zevklerinden el etek çekipnefislerinin arzularını terk eden niceâlimler, şeyhler, sâlih insanlar ve velîlermuhabbet kılıcı ile ölünce hep bu diyârda

toprağa karışmışlardır. Şimdi bu diyârıntoprağı o mazlumların toprakları ile ka-rışmış, o şehitlerin kanları bu toprağadökülmüştür. Kader senin çamurunu butoprakla yoğurmuş ve nasibini bu toprağayazmıştır. İşte sen bu mihnet beşiğindemeşakkat sütü ile beslenmiş ve buranınsuyu ve havası ile büyümüşsün. Biliyorumki sen dertli yaratılmışsın. Dert iseşâirliğin sermâyesidir. Şiir söylemek içinzevk ü safâ, yiyip içmek lazımdır deme;dertten söz et! Çünkü söz oyunundayarışı kazanan derttir. (a.g.e., s. 35.)

37 Sanma ki gönlünde bir derdi bulunmayan/ Ve ciğeri yaralı olmayan insanın sözündetat vardır / Zevk ü safâ ve rahatlık şiiretat vermez / Asıl, ızdırâbın doğurduğuşiir müessir olur. (a.g.e., s. 28.)

38 A.g.e., s. 99.39 “Tevakkuf” (توقف), va-ka-fe kökünden,

“durmak, beklemek” demektir. Bugünde kullandığımız “vâkıf” bu kökten gelir.Yani bir şeye, bir meseleye, bir ilme“vâkıf” olmak, “durabilenin, bekleyebi-lenin, sabredenin, ayakları yere sağlambasabilenin…” işidir. Anlamak ve anlamdaderinleşmek; “durmakla, durup düşün-mekle” mümkündür. İngilizce “unders-tand” (anlamak) fiilinde de anafiil“stand”dir, yani “durmak, beklemek”.

40 “Nedimlerle arkadaşlık, zihni hayallerle baş-başa kalmaktan alıkoyar…” (a.g.e., s. 35.) “…ve hayâlimin has odasında Farsçagazel yazma arzusunun mumunu alev-lendirdi…” (a.g.e., s. 98.)Ayrıca “hayal” ile “görme”nin mukâye-sesi, hayal yetisinin mâhiyeti ve getirilerihakkında bkz. http://ducanecundiog-lusimurggrubu.blogspot.com.tr/, “Yeterki Ateş Sönmeyi Dilemesin!” ve “Hayalmi Ediyorsunuz, Plan mı Yapıyorsunuz?”başlıklı yazılar.

41 İyi ki bilmiyor kalabalıklarYağmura bakmayı cam arkasındanİnsandan insana şükür ki fark varBirine cennetse birine zindanİyi ki bilmiyor kalabalıklar(Sezai Karakoç)

42 Çünkü şiir çöldür bize Ve her Muharrem’de kanlı su yerine geçerİmam HüseyinVe kalbi Hüseyin doluların aşkınaUnutmak düz yazıdır şiirse şehitlerinçığlığıBir yudum su istemeden bekleyenin mu-zaffer yenilgisi (Haydar Ergülen) ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

46

47

Antik Yunan kenti Polis,kurumsal yapı bakımın-dan günümüzün kentleri

gibi ulus kimliği üzerinden inşaedilmemiştir. Kendisine has mi-marisiyle kentte ancak tek ruhunhâkimiyetine olanak sağlanmıştır.Bu tek ruh ve tek beden Akro-polis’i kutsal sayıp, Agora’yı her-kese açık bir alan yaptı. Kamuyapılarının -Tiyatro, Stadyum vekonutlar- görevleri tek bir ruhtarafından belirlenmiştir.

Bu belirlenmişliğin farkındaolmayan halk, tiyatrolarda Dio-nisos festivalleri, ilahiler ve siyasaltoplantılar yapardı. Stadyumlardayarışmalar düzenlenir, kamu yer-leri olarak bilinen toplantı yer-lerinde ve meclislerde şiirler oku-nur ve kitaplar tartışılırdı. Kentmeydanı olarak bilinen Agora’da

başka polislerden gelen halk ilekarşılaşıp onların dertlerini, sı-kıntılarını, yaşam tarzlarını, mü-zik kültürlerini öğrenirlerdi. Buöğrenmelerin Polis’te farklılaş-malara ve çok başlılığa neden ol-duğunu gören Platon, şiir gibitek bir ahengin hâkim olduğubu kentin, değişip çok notalı birmüzik parçası gibi olmasını ka-bullenmeyip, Divan edebiyatın-daki estetik kalıplar olan maz-munlar ile şehir planlaması al-gısını benimseyince ideal polis’iortaya koymaya çalışmıştır.

Peki, kimdir Platon? Ve nedirbu ideal polis? Nedendir ki bubireyci anlayışa karşı alınan tavır?Ve kimlerdir hedef gösterilenler?

Platon (M.Ö 427- 347) KlasikAntik Yunan filozofu, matema-tikçi ve Batı dünyasındaki ilk

Yüksek Öğretim kurumu olanAtina Akademisi’nin kurucusu-dur1. İdeal polis ise bizim sıkduyduğumuz “Devlet” adlı kitaptaPlaton’un kurduğu kenttir. Ki odönemde “Doğu’da ve Batı’daHristiyanlık ve Müslümanlıktanönce kutsal değilse bile, en önemlikitap Devlet’ti.”2 Bireyci anlayışakaşı gelme nedeni de devlettetek ruhun hâkimiyetinin tehditsayılmasıdır. Hedef gösterilip suç-lu gösterilenler ise edebiyatçılar(şair, yazar, senaristler), ressamlar,müzisyenlerdir. Bu nedenledirki Hegel, ‘Platon’un Devlet’te üto-pik bir kent kurmamış’3 olduğudüşüncesindeydi. Aynı düşüncedeolan Nihal Petek Boyacı“Platon’unideal polisi ortaya koymadakiamacı politikayı evrensel bir bilgianlayışı ile temellendirmekti”4 yo-

PLATON’UN ‘DEVLET’İNDE EDEBİYATÇI OLMAKAbdullah BASMACI

Platonun edebiyatçılara ideal devletinde yer vermemesi, edebiyatın bir memesis olmasından gelir. Sanat ürünleriiçin “tazelikten başka güzellikleri olmayan” demesi onun sanatı memesis olarak görme anlayışındandır. Edebieserlerin toplumun ruh sağlığını bozduğu, gayet net bir ifadeylegevşettiğini belirtir. Sanatın ve sanatçının devlette değersizleşmesi,polisin yani halkın bir arada yaşadığı ortamın, sanattan arındırılması amaçlıydı.

rumu da Hegel’in yorumunu des-teklemekte. Bir başka düşünürGodamar ise “Platon’un Devlet’in-de tasarladığı devlet, gerçek bireğitim devletidir”5der.

Bu söylemleri göz önünde bu-lundurarak geçmişe dair okuma-lar yaptığımızda, Platon’un şiir,resim ve müzik tadında dizaynedilmiş bir ortamda -Antik Yu-nan’da- yaşadığını ve bu ortamdanetkilenmiş olduğunu tahmin et-

mek zor olmasa gerek. Ki aşk,sevgi, dostluk gibi soyut kavram-lar üzerine saatlerce konuştuğunugöz önünde bulundurduğumuzdatahminimizin daha çok realistolduğunu görüyoruz.

‘’Polis’’ şehir tasarımı ise yurt-taşlar için taşıdığı anlam bugününkentleri için önemli bir örnekoluşturuyor. Özel konutlar, alçakve iç içe dönük yapılardadır.Kamu alanları (tiyatro, tapınak,

stadyum, agora) tersine büyük,geniş inşa edilmiştir. Polis, herkentlinin kendi tinsel (spritüal),ahlaki(moral) ve düşünsel(intei-lectual) potansiyelinin farkınavarmamasına olanak verecek tarz-da inşa edilmiştir.6 Ama bu or-tamın insanı bozacağını sonradanfark etmiş olmalı ki; Platon bugüzelim şehir inşasını bozamadığıiçin şehri yasaklar devleti halinegetirmiştir. Şiirlere yasak koy-muştur. Şairleri sürgün etmiş,şehrin dışında tutmuştur. Tiyat-royu yasaklamış, sansür kuru-lundan geçen oyunları oynatmış-tır. Müzik ve ritimlere yasak ge-tirilmiştir. Müzisyenlerin ruha,akla ve duyguya hitap eden müzikçalmalarını engellemiştir. Olguninsan şeklindeki eğitim sisteminideğiştirmiş, eğitimin küçük yaştave çok yoğun programla veril-mesini önermiştir.

Bu kadar yasak neden idealbir devlet için gerekliydi? Sanateserlerini yasaklama ve kısıtlama,sanatçılara sürgün ne içindi? Pla-ton Diyaloglar’da, Devlet’te, Ya-salar’da hep eğitimden söz etti.Ama İdeal Polis için yasaklar üze-rinden yol seçti. Üstelik İdeal Po-lis’in dünya görüşünün sloganını“her şeyin ölçüsü insandır”olarakbelirlemesine rağmen yasaklamayıönerdi. İnsan ve yasağın herhaldebirbiriyle uyumluluğunu gördü.Ayrıca “doğa ile baş etmeli”diyerekdünyaya tam bir hâkimiyetin deyolunu açtı.

Platonun edebiyatçılara idealdevletinde yer vermemesi, ede-biyatın bir memesis olmasından

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

48

Platon ve talebesi Aristo

gelir. Sanat ürünleri için “taze-likten başka güzellikleri olmayan”demesi onun sanatı memesisolarak görme anlayışındandır.Edebi eserlerin toplumun ruhsağlığını bozduğu, gayet net birifadeyle gevşettiğini belirtir. Sa-natın ve sanatçının devlette de-ğersizleşmesi, polisin yani halkınbir arada yaşadığı ortamın, sa-nattan arındırılması amaçlıydı.Böylece daha diri, daha savaşçıve Devlet’e daha iyi boyun eği-lebilecekti. Belki de sistem’e de-memiz gerekirdi. Demek ki; sa-natın ve bir kolu olan edebiyatınsisteme olumsuz etkiler yapa-bileceği akla gelebilir.

Sanatın ve sanatçının yaşadığışehirde baskı sorgulanır. Platonbunu bin yıllar önce biliyordu.Biz edebiyatın bir yaratma ürünüolup olmadığını tartışmak yerineişlevi üzerinden gidersek Platon’un

oldukça haksız olduğunu söyle-yebiliriz naçizane. Günümüz dev-letler sistemi ‘doğa ile baş etmeli’diyen Platon ve ‘iktidar için herşey mubahtır’ diyen Machiavelliüzerinden yoluna devam ederken,misesis ya da ideal farketmez, ede-biyatın bu sistemde aynı mekânıpaylaştığı insanlara, toplumlarasorguyu öğretmesi gerekliliğineve evren temalı olduğu müddetçeşehri ve içindekileri daha iyi ko-ruyabileceğine inanıyoruz.

Kaynakça

Hyppolite Jean; Marx ve Hegel Üzerine Ça-lışmalar, çeviren: Doğan BarışKılınç,Doğubatı yayınları, 1. Baskı, Ankara,Tem-muz 2010.

TunçelAhu -GülençKurtul; Siyaset FelsefesiTarihi Platon’dan Zizek’e, DoğubatıYayınları, Ankara,Ekim 2013.

Platon; Devlet, Hasan Ali YÜCEL kla-sikler dizisi çevirenler: SabahattinEyüpoğlu-M.Ali Cimcoz, Türkiye İş

Bankası Yayınları,23.basım, İstanbul,Ekim 2012.

Platon; Sofist, eski Yunancadan çeviren:Furkan Akderin, Say Yayınları, 1. Ba-sım,İstanbul,2012.

Platon; Şölen-Dostluk, Devlet, Hasan AliYücel Klasikler Dizisi, çevirenler: Sa-bahattin Eyüpoğlu-Azra Erhat, Türkiyeİş Bankası Yayınları, 10. Basım, İs-tanbul.

1 http://tr.wikipedia.org/wiki/Platon2 Platon; Devlet, Hasan Ali Yücel Klasikler

Dizisi, çevirenler: Sabahattin Eyüpoğ-lu-M.Ali Cimcoz, Türkiye İş BankasıYayınları,23.basım, Ekim 2012, s.4

3 Hegel’den aktaran: Jean Hyppolite;Marxve Hegel Üzerine Çalışmalar, çe-viren: Doğan Barış Kılınç, DoğubatıYayınları, 1. Baskı, Temmuz 2010, s.150

4 Ahu Tuncel-Kurtul Gülenç; Siyaset Fel-sefesi Tarihi Platon’dan Zizek’e, DoğubatıYayınları, Ekim 2013, Ankara, s.27

5 Bkz: Hasan Ürder, Platon’un DevletindeEğitim ve İnsan Doğası

6 H.D.F. Kitto (1951) “The Polis”, LeGa-tes&Stout, 2001, The City Reader içindes. 31-36. ♦

49

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

İstanbul’un en çok kitap satılansemt ve/veya ilçelerinin han-gileri olduğu sorulsa, sanırım

listenin hemen başında İstan-bul’un şu üç ilçesi yer alır: Be-yoğlu, Beşiktaş, Kadıköy...

İlk ikisi Boğaz’ın Avrupa ya-kasında, üçüncüsü ise Anadoluyakasında. Kitabın en çok satıl-dığı, yani en nitelikli kitaplarındeğil sadece, en nitelikli kitapçı-ların da bulunduğu yerlerin ba-şında geliyor bu üç ilçe.

Niçin sadece Beyoğlu, Beşiktaş, Kadıköy?

Sevimsiz bir yükü omuzla-maktan kaçınamam, açıkça sor-mak zorundayım bu yüzden.Acaba Fatih, Eyüp, Üsküdar gibigörece muhafazakar ilçeler bu

koca şehirde kitaba ve kitapçılaraev sahipliği yapmaktan kaçınır-larken, onları, niçin Beyoğlu,Beşiktaş ve Kadıköy ilçeleri ba-ğırlarına basmakta? Bir rastlantımı? Şehre özgü ulaşım olanak-larının kahredici bir cilvesi mi?Yerel yöneticilerin basiretive/veya basiretsizliği mi? NiçinEyüp değil de Beyoğlu mesela,Üsküdar değil de Kadıköy, yoksabu karşıtlık nasıl işlediğini bil-mediğimiz bir mekanizmanınmı eseri?

Karşıtlığın nedenlerini belirginkılmak istiyorsak, soru sormayadevam etmeli, örneğin yanı sırakafelerin, restoranların, bar vemeyhanelerin, kültür ve eğlenceyerlerinin yoğunlaştığı semtve/veya ilçelerin hangileri oldu-ğunu da sormalıyız.

Bu sefer alacağımız yanıtlarbir farklılık arz edecek mi?

Hiç sanmıyorum, çünkü ki-tapçıların yanı sıra eğlence me-kânlarının, tiyatroların, sinemaların,barların en çok yoğunlaştığı semtlerde yine bu üç ilçe içerisinde yeralmakta. Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta,Kadıköy’de. Üstelik birbirinden ya-lıtılmış bölgecikler halinde değil,yan yana, bitişik halde, neredeyseiç içe. Üç uzun cadde. İstiklal, Or-tabahçe, Mühürdar caddeleri.

İstiklal caddesinin renkliliğiniayrıca tasvire ne hacet, sade ta-savvuru bile yeterli. Beşiktaş’taIhlamurdere’ye çıkan OrtabahçeCaddesi sizi iki büyük kitapçınınarasından hoşâmedi ederken,daha ikinci adımınızı atmışkenÇarşı size hemen ellerini uzatır.Kadıköy’de Mühürdar caddesi iki

50

CUMHURİYET DİNDARLIĞININ TRAJEDİSİDücane CÜNDİOĞLU

Ne yapıp edip Tanrı’yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine usulca şehrinara sokaklarına dağılmalı! Aramıza ‘rahmet’in inmesini istiyorsak, korkmamalı, neşeyle semayayükselip oradan tekrar şehrin üstüne damla damla düşmeli!

taraflı kitapçı dükkânlarının ara-sından bir lalezar gibi sizi sînesinedavet ederken, cafe ve restoranlarbiraz ötenizden size seslenirler.Hele akşam olmaya görsün, ışılışıl yanar her yer. Apolloncu yararilkesi, Dionysosçu haz ilkesinedaha fazla direnemez, pazarlıkyapmak zorunda kalır. İkisi debir türlü birbiriyle başedemez.Pazarlık pazarın şanındandır çün-kü. Müzakere ve diyalog. Eşit veözgür olanların diyaloğu, farklıolanların müzakeresi.

Yaşamın olduğu yerde haz vardır

Kitaba ve kitap okumaya düş-künlük ile eğlence, haz ve zevkbir arada yaşamak için bu semtleritercih ettiklerinden, üçü de zamaniçinde kendilerine özgü birer kül-tür havzasına dönüşmüş. Her bi-rinin belleği var, çünkü muhay-yilesi var. Muhayyilesi var, çünküönlenemez bir devinimi var. De-vinimin olduğu yerde yaşam, ya-şamın olduğu yerde haz vardır,hazzın olduğu yerde de kültür.Bir tek iktidar yoktur. Tek bo-yutluluk. Her halükarda farklı-lıklara hürmet vardır çünkü.İster istemez bir de gürültü vardır.Gürültü, hem de ne azîm bir gü-rültü, koca bir ırmağın çağıldayansularının gürül gürül akışının de-ğil ama, aksine insan yığınlarınıno muazzam yayılışının gürültüsü.Bulutların arasından sızan ışıklaişbirliği halinde talihsizliklerin,alınganlıkların, kibir ve hasedinüzerini bir şal gibi örten şehringürültüsü. Bireye, bireyselliğe,

dolayısıyla farklılıklara nefes al-dıran ortamların bu denetimsizgürültünün ortasında saklanma-sından daha doğal ne olabilir?

Olmaz, olamaz, çünkü şehiryaşamının canlı olduğu yerlerdebelirir neşenin alametleri. Sadeceneşenin mi, hüznün de! Taşra’nıntekdüzeliğine, hatta teksesliliğinekarşın şehrin o akıl almaz kar-maşası. Bir senfoni. Akıl ile kalbinçatıştığı nice ara sokak. Çatıştığıve uzlaştığı… İkinci doğa âdeta.Kültür. Bir şaka gibi sanki, kültür,yani hars veya ekin. Ama bu sefertoprağa değil, insan bilincine.Şehrin bilincine.

Şehir varoluşunu akli-kalbi gerilime borçlu

Her kadim şehir varoluşunuhem aklî (Apolloncu), hem dekalbî (Dionysosçu) ilkelerin ya-rattığı gerilime borçludur bu yüz-den. Bu gerilim değil midir kişehir halkının, Nietzsche’nin de-yişiyle, hem daha neşeli (heiterer),

hem daha bilimsel (wissenschaft-licher) olanın arasında salınmasınımümkün kılan? Bir yandan aklınve düzenin, uyumun ve kontrolün,nizam ve intizamın hükümfermâolduğu ana caddeleri inşa edenApolloncu ilke, öte yandan taşkınve coşkun duyguların esrimelereyol açan o denetlenemez usdışı-lığının saklandığı arka sokaklar-daki mütebessim Dionysosçu sezişve kavrayış! Atina’da agora mey-hanelerinde, yani çarşıda sadecelâf u güzafla vakit öldürülmez,Greklere özgü o şölenler (sympo-sium) en ciddi felsefi tartışmalarada ev sahipliği yapardı.

Köyceğiz Gölü’nü Akdeniz’ebağlayan Dalyan Çayı’nın sağ kı-yısındaki Kaunos (Kbid) antik ken-tini bilir misiniz, ne ilginçtir ki ar-keologlar o kentte hâlâ bir odeonveya bouleuterion izi bulamadılar,bu nedenle theatron’da sadece tra-gedya ve komedyalar oynatılmaklakalınmadığını, yanı sıra müzik din-letilerinin ve politik kararların alın-

51

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

İstiklal Caddesi

dığı halk meclisi toplantılarının daorada yapıldığını söylüyorlar. 

Şaşırmamalı tarihin cilvelerine,Dionysos’un mabedinde, hem gös-teri, hem müzik, hem siyaset.

‘Principium Individuationis’

Dağlar gibi dalgaların dörtbir yana doğru, uğultuyla yük-seldiği ve indiği azgın bir denizde,bir gemici, bir sandalın içinde,güçsüz teknesine güvenerek nasıloturursa, yalnız insan da böylecesakin oturur, bir acılar dünyasınınortasında, principium individua-tionis’e dayanarak ve güvenerek.

Schopenhauer’in tasvir ettiğiişbu hayal (maya) perdesini Apol-loncu ilkeye uyarlamakta hiç te-reddüt etmez Nietzsche.

Bakmayın siz tablonun or-tasında bir gemiciye rol verildi-ğine, gerçekte, şehrin törpüleyicidüzenliliği tarafından sürüklenenmasabaşı insanının yazgısıdıranlatılmak istenen. Büro yaşa-

mının eşitlikçi düzenekleri ara-sında eriyip giden zavallı insanın.Kısaca bireyin.

Principium individuationis!

Neşe ara sokaklarındansızar şehre

Türkçesini nasıl bulalım da söy-leyelim, eskilerin diline başvuracağızçaresiz. Toplumsal olanın ortayaçıkardığı bu halin adı teferrüd veteşahhus. Çağdaşlarımız bireyleşme,bireyselleşme diyorlar, hem de te-ferrüd’de kendisini saklayan ferdile, teşahhus’un içinden gözlerinibize dikmiş bakan şahsın varlığınakarşın. Ferd ve şahıs sözcüklerininyanında birey de biraz cılız kalıyorne yazık ki, bireyleşme de. Öyleya, hani nerede şu canım ferdiyet,nerede şahsiyet, nerede çağrışımlarülkesinin, yani dilin insanın ayağınıyerden kesen şu baştan çıkarıcı ka-dim cilveleri?

Neşe ara sokaklarından sızarşehre. Derken, ciğerleri doldurankokusu, farklılıkların yanındansüzülmeden edemez özgürlüğün.Kuruntularına aldırmaz bile, birçırpıda eşitliği ihlal eder. Bilhassageceleri. Işıkların körelttiği kar-altıların arasında. Meydanlarda.

Kentin eşitlikçi düzeni, anacaddelerinde, ferdiyeti ve şah-siyeti adım adım oluşturmaklakalmaz, şehrin insanlarını arasokakların o özgürlükçü belir-sizliğiyle tehdit etmeyi de sür-dürür. Üstelik farklılıkların öl-çüsüzlüğüyle. Bireylerin.

Kitap ve eğlence. Düşünce vesanat. Düzen ve düzensizlik. Mü-

zik ve belirsizlik. Kısaca haz ileanlam’ın aniden ve yeniden çar-pışması: Sevinç.

Öncelikle yığınlar, ve pek tabiiki sonra şehrin tam da ortasındafıçılarının içinde kimseyi rahatsızetmeden oturmayı beceren bi-reyler. Görünüş’ün alametleri ço-ğaldıkça inadına gözden yitip gi-den Aristotelesçi cevher-i ferd’ler.Ama hep yanyana. Birlikte. Çe-lişkiden çok karşıtlık. Birbirinihem iten hem çeken beşik tonozukıvamında. Bir kemer gibi. Ki-littaşı da, insanın, kaslarını, kar-şıtlıkların oluşturduğu yüreği.Mırıldanmaya ne gerek var, açıkçasöylemeli, şehrin ana sermayesiinsan yüreğidir. Ölçüye ve ölçü-süzlüğe aynı anda hürmet etmeyibilen insan yüreği.

Sıkıntının hası: Can sıkıntısı

İnsanın beyni kitapçılara ge-reksinim duyduğu kadar, gönlüde yanı sıra teselliyi bazen kafe-lerde, restoranlarda arar. Hemhüzün, hem neşe. Geçim sıkıntı-sının lafı mı olur, sıkıntının hası:Can sıkıntısı. Daralan ruhlar. Devpanoların altında, parlak neonışıklarının önünde karaltılar. Bellibelirsiz üstelik. Yığın ve birey.Eşitlik’le çatışan özgürlük. Tek-düzeliğe teslim olmamakta dire-nen farklılık. Her daim ölçü veölçüsüzlük. Başka bir deyişle, vé-rités de la raisonun (akıl gerçek-liği)  yanı sıra bir de vérités dufait (olgu gerçekliği). İstanbul’dakültür ve sanat denince, çaresizBeyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy.

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

52

İstanbul’un gerçek karakteri:kosmopolis. Farklılıklar-arası ge-rilimin yarattığı cennetler. Ren-garenk bahçeler yani. Her dinden,dilden, kültürden çiçekler. Herşehirden, her bölgeden, Türki-ye’nin her kesiminden. İnsan,hep insan! Önce ve sonra insan!

Gayrimüslim vatandaşlar, di-ğerlerine nisbetle üç ilçede dehâlâ hatırı sayılır bir nüfusa sahipbu yüzden. Bir türlü içimin ısı-namadığı o sözcükle azınlıklar.Yanı sıra sol ve liberal kesimlerinağırlıklı olarak yaşadığı yerler bu-ralar. Başka deyişle, çokluk İstan-bul’un şehirleşmiş popülasyonu.Esasen İstanbullu değilse bile,artık İstanbullu olmuş kesimleri.

Hazdan uzakta üç kadimbelde: Fatih, Eyüp, Üsküdar

Ve öte yanda, mahcup birhalde susakalmış üç koca ilçe,hazdan ve zevk ilkesinden uzaktaüç kadim belde, hem de bir ka-nadı kırık tam üç yüzük kaşı.Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asrayakın bir süredir kendilerine ge-lemiyorlar, bir türlü geçmişlerineyaraşır bir kültür havzası olmayıbaşaramıyorlar. Bugün’de ve şim-di’de yaşamadıkça, zamanda vemekânda geçmişin mirasına birgelecek sunamayacaklarını an-layamıyorlar.

Niçin? Henüz terk ettikleri köyün

hatıralarıyla meşgul yerel yöne-ticilerinin beceriksizliği mi, yoksailçe sakinlerinin yaşamdan uzak,neşeden uzak, devinimden uzaktaşralı ufukları mı?

Her ikisi de değil, çünkü buihtimalleri geçersiz kılacak bir geç-mişe sahip oldukları malumumuz,zira gayet iyi biliyoruz ki ne eskiFatih, ne eski Eyüp, ne de eskiÜsküdar bugün işaret ettiğimiztürden uzaklıklara aşina idiler.

Her türlü değişimedirenen töreler

Peki sorun nerede? Cumhu-riyet dindarlığının bu denli hazilkesinden, yani şehir yaşamın-dan, kültürden, neşeden, umutve sevinçten uzak oluşunun asılsebebi ne?

Fatih’in merkezinde Fatih Ca-mii, hemen yanında çarşısı (Mal-ta). Eyüp’ün merkezinde EyüpSultan, hemen yanında çarşısı(İkram ve Arasta). Üsküdar’ınmerkezinde Mihrimah Sultan veYeni Cami, yine hemen yanındaçarşısı (Atlama Taşı). Benzerlerinebütün Osmanlı şehirlerinin mer-kezinde rastlayabileceğiniz tür-den, loncaların belirleyiciliğindeoluşmuş küçük dükkanlardanmüteşekkil tipik çarşılardır bunlar.Örneğin Bursa’da, Muğla’da veyaÜsküp’te, Saraybosna’da, hep aynıarasta’lar. Cami ile çarşı yanyana,hatta içiçe. Pek tabii ki yanı sıramedreseler, ve (sonraları) taşmektepler. Kısaca düzen ve inti-zam. Kurallar ve yasalar. Hertürlü değişime direnen töreler.

Günaha hiç mi izin verilmez?

Peki zevk ilkesi? Şiir ve mu-siki? Bunca yasaya, bunca kuralarağmen, hani kuraldışılık, hanifarklılık, hani çeşitlilik? Özgürlük

nerede? Deliler ve sarhoşlar? Şa-irler ve dervişler? Fransızların“La raison a toujours raison” de-dikleri gibi haklı olan, hâkimolan hep akıl mıdır bu beldelerde?Yegâne belirleyici, tartışmasız ha-kem, topluluğu kayıtsız şartsızzapturapt altına alan hep Mu-sa’nın şeriatı mıdır? Hızır’a hiçmi yer yoktur? Hep Arapçanınkesinliği mi Türkçenin yalınlığınaeşlik edecek olan, hani neredeFarsçanın kıvraklığı ve ürkekliği?Bu kadar mı tek boyutludur buşehirler? Yoldan çıkmaya, günahahiç mi izin verilmez? Günaha,yani mahremiyete, yani sırr uesrara, yani neş’eye, hüzne, eğ-lenceye, şiiriyete?

Ömer Hayyam Nerede?Neyzen’den neden sözetmiyorsunuz?

Nizam’ul-Mülk yaşıyor hâlâ,ama Ömer Hayyam nerede? MollaKasım’lar da tamam artık, pekiya hani Yunus’larımız? Vani Efen-di’ler her yerde, peki ama NiyaziMısrî’ler nerede? Ebusuud Efen-di’lere sözümüz yok, İbn Kemal

53

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

adaylarına da, iyi ama a dostlarbizim gözlerimiz İbrahim Maşu-kî’leri arıyor. Hani şu, ey canlardedikçe canlarına okunan şah-ımerdan çocuklarını. Çentik atılmışisimsiz mezar taşlarıyla bile na-danın nazarından saklanan şehrinus’lanmaz deli çocuklarını.

Mehmed Akif ’i dilinizden dü-şürmüyorsunuz, ama siz bize niçinNeyzen Tevfik’ten hiç söz etmi-yorsunuz? Hani şu Yenikapı Mevl-evihanesi’nin eşiğinde büyüyenser-mestten. Akif ’in dostundan?Medreselerin estirdiği poyraz velodos şöyle dursun, seher vaktitekkelerde esen meltemlerin bileciğerlerini harab ettiği İstanbul’unhas evladından? Sokakların sul-tanından, delilerin, meczubların,serserilerin pirinden?

Cibril’in inişi için insana hü-zün ve keder gerek, peki ya Cibril’ibile geride bırakacak mirac için?Hani sizi yedi kat semanın üzerineuçuracak Refref ’iniz, hani üzerinebineceğiniz Burak, lütfen söyleyina dostlar hani nerede semavi ca-zibe, mehabbet ve aşk nerede?

Dindar semtlerde derinkültür tekkelerde

Dindar semtlerde neş’e, hüzünve yanı sıra derin kültür arıyorsak,çaremiz yok, tekkelerinin izlerinitakip edeceğiz.

Fatih’in Haliç’e bakan tarafımedresenin, medresecilerin yakası,peki Hırka-i Şerif ’e mücavir olanyaka? Avam bir yanda, peki havass?Hani İskenderpaşa’nın eski asaleti?Asitane’nin sesi hiç mi ulaşmazMihrimah Sultan’ın civarına? Asi-tane’nin, yani Yenikapı Mevlevi-hanesi’nin? Cerrahi Tekkesi’nde

inleyen ses, içten gelen bir sestir,ama Fatih hiç duymaz bu sesi,duysa bile hazmetmeyi beceremez.Hele hele delilerine ve sarhoşlarınatahammül bile edemez.

Eyüp Sultan’da, Haliç’in kena-rında suya dudaklarını değdireno ünlü Bahariye Mevlevihanesi’ninyerinde yeller esti yıllarca. Güyarestore edildi de n’oldu, şimdiideolojinin merhametsiz pençeleriel koydu o canım binaya.

Çırağan Sahilhanesi’ne fedaedilmiş Beşiktaş Mevlevihanesi’ninbedeninden eser kalmamış olsada, İstiklal caddesinin tutunama-yan çocuklarına kucak açan GalataMevlevihanesi Tünel’in yanı ba-şında veya Üsküdar Mevlevihanesibaşından itibaren hem bedenen,hem ruhen tüm haşmetiyle sak-landı durdu Doğancılar’ın arkasokaklarında. Eyüp’te Haki BabaTekkesi’nin İstiklal Harbi’ndensonra nasıl hiç esamesi okunmadıise, Üsküdar’da Özbekler Tekke-si’nin de bir daha doğru dürüstçığlığı duyulmadı. MehmedAkif ’in ve dostlarının ziyaretçi-lerinden oldukları Beylerbeyi’nde-ki Bedevi Tekkesi’nin de, Havuz-başı’ndaki Afgani Tekkesi’nin debugün adını da, yerini de bilenne az kimse var.

Hüzün ve neşe vardıbir zamanlar...

Sözün özü, Eyüp’te de, Fatih’tede, Üsküdar’da da hüzün ve neş’evardı bir zamanlar. Haz ve zevkilkesinin hası hem de. Çünkü yüz-lerce tekkeyi sînelerinde saklıyor-lardı. Sadece sarhoşlara, berduşlara,

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

54

Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar, bir türlü geçmişlerine yaraşır bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar.

Ömer Hayyam

külhanbeylerine mi, bahtı karalarada, aşıklara da, tutunamayanlarada kucaklarını açıyorlardı. Delilere.Şairlere, hep şairlere. Şiire.

Cami ve Medrese ve Çarşımerkezi temsil ediyordu, nizamve intizamı. Anacaddeleri. Mu-sa’nın şeriatını. Hızır ise tam daaksine ara sokaklarda dolaşırdı,iktidarın aşinası olmadığı izbemahallerde, bazen mehtaba çıka-mayacak kadar yorgun aşıklarındüşlerine girer, bazen tekkelerintevhidhanelerinde, kafeslerin ar-kasından da seyretseler el-âlemi,o gönülleri kıpır kıpır genç kızlarınhayallerini zenginleştirirdi.

Konaklar arasında sevgilileremektupları kimlerin taşıdığınısanıyorsunuz, elbette öncelikleçocuklar, sonra bohçacılar, derkendeliler, meczublar, dervişler...

Şehir yaşamının işaretleri birzamanlar bu dindar semtlerdede vardı. Öncelikle diri bir yaşam,özellikle düşünce ve sanat, yanikültür, yani neşe! Cami ile tekkearasında oluşan gerginliğin tümmeyveleri. Yasak olduğu için ya-sak çiğneyiciler de eksik olmazdışehrin sokaklarından. Günah.

Cumhuriyet dindarlığıhülyasız

Cumhuriyet dindarlığınındünyasını sadece Cami şekillen-dirdi, hâlâ da şekillendirmeyedevam ediyor. Anlamı hazla bu-luşturamadığından olsa gerek ge-nellikle neşesiz ve hülyasız. Hadve hududdan ötesini bilmeyenbir dindarlık bu! Güya yüzünügeleceğe dönmüş ama ‘şimdi’siz

ve ‘burada’sız, yıldızlara gözünüdikmiş yürürken çakıl taşınabasıp düşen bilgeler misali. Mı-sır’dan, Pakistan’dan, İran’dan ya-pılan beylik çevirilerce ideolojikufku belirlenen Cumhuriyet din-darlığı, yıllardır Tanrı’yı şehrenasıl davet edeceğini düşünüyor.Sadece camilerde toplanmayı bi-liyor, derneklerde, kurs binala-rında, bir de gençken göçmenliğinbütün faturasının kendisine çı-karıldığı bekâr odalarında.

Evet, içim yanarak söylemekzorundayım, neşeden ve hüzündenuzak bir dindarlık bu. Farklı olanı(hoş)görme yetisinden neredeysemahrum. İlmihal sadeliğinde venamaz hocası katılığında.

Aşure tadındaki çoğulculuk

Şehrin aşure tadındaki çoğul-culuğu sadece farklılıklar-arasıgerilimin yol açtığı zenginliği or-taya çıkarmakla kalmaz, insanaolduğundan daha farklı olabil-menin olanaklarını da sunar.Korkma, istersen değişebilirsin,der. Sana güven veren alışkanlık-larını gözden geçirebilirsin, di-lersen bir başkası bile olabilirsin,diye kulağına fısıldar. Süreklilikilkesinin yanı sıra değişmenin he-yecanından da mahrum etmezinsanı. Hiç çekinme, şiirin, mü-ziğin ve raksın (semahın) eşliğinderuhunu pekâlâ katılaşmaktan kur-tarabilir, bakışlarını kendine çe-virmeyi bildiğinde dünyayı da ye-rinden oynatabilirsin diye muş-tulamaktan kaçınmaz insanı.

O halde bir türlü şehre ısına-mamış yığınların desteğinde ku-

rumasına izin vermemeli canımyaşam ilkesinin, inat edip onuasla ideolojik müsamahasızlığıncenderesinde öğütmemeli, eski-lerin tabiriyle havalandırmalı,onu sevinçle şehrin üstüne serp-meli. Yaşamın en temel ilkesi-ni… Arzu’yu, sevgiyi, aşkı amaher daim aşkı…

Tanrı’yı şehre çağırmalı!

Tüm şehir o aşktan nasiplen-meli, Bektaşilerin duasıyla, evvela,aşkolsun erenler, demeli. Aşkol-sun, yani her şey aşka dönüşsün,diye seslenmeli. Israr edilecekse,aşkta ısrar edilmeli.

Ne yapıp edip Tanrı’yı şehreçağırmalı! Belki de meydanlardatoplanmak yerine usulca şehrinara sokaklarına dağılmalı!

Aramıza ‘rahmet’in inmesiniistiyorsak, korkmamalı, neşeyle se-maya yükselip oradan tekrar şehrinüstüne damla damla düşmeli!

NOT: Bu yazı, ilk olarak “Tanrıyı ŞehreÇağırmalı”  başlığıyla 12.05.2013 tarihliHürriyet Gazetesi’nde yayımlanmış olupdergimizde, yazarın izniyle orijinal başlı-ğıyla yayımlanmıştır. ♦

55

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Galata Mevlevihanesi

K lasik Edebiyat’ın ilhamaldığı İstanbul algısı na-sıldır? İstanbul, Klasik

Edebiyat’ta hangi unsurlarıyla önplandadır?

Öncelikle Fraktal olarak yayınhayatınızda başarılar dileyereksöze başlamak istiyorum. Divanedebiyatında İstanbul’un şairler

tarafından nasıl görüldüğüne ge-lince bunun büyük ölçüde toplu-mun padişah algısıyla bağlantılıolduğunu söylemek durumunda-yız. Divan tertibinde de gördü-ğümüz şekliyle varlık hiyerarşisiiçinde kutsal bir anlama sahipolan padişah ve onun yaşadığıyer hâliyle diğer mekanlardan ayrıbir yere konulacaktır. Dolayısıyla

başta Saray olmak üzere kainatınmerkezi kabul edilen İstanbul, di-van şairleri tarafından cennetindünyadaki bir yansıması olarakgörülmüştür. Hatta bazen müba-lağaya kaçarak cennetten öte biranlam yüklenmiştir. İstanbul’unbahçeleri cennet bahçelerine, ağaç-ları Tuba ağacına, insanları gü-zellikte hurilere, gılmanlara ben-

56

“TEK BİR İSTANBUL YOK, BİNLERCE İSTANBUL VAR”Röportaj: Bilal DEMİR

“Modernite dediğimiz şey eskiye ait her şeyin değiştirilmesi yahut yeni düşünceler doğrultusundaevrilmesidir. Geleneksel yaşantıya sıkı sıkıya bağlı Osmanlı toplumunda böyle radikal bir değişikliğegitmek zihniyet dünyasını tümüyle değiştirmek demektir.”

Doç. Dr. Ali Şükrü Çoruk: İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Çoruk, İstanbul’untarihi, edebiyatı ve şahsiyetleri üzerinde yaptığı çalışmalarla biliniyor. Eski İstanbul’u‘makul kozmopolit’ bir şehir olarak tanımlayan Çoruk, son dönemdeki büyük çaplı bü-yümeye rağmen İstanbul’un hala edebiyata bir ilham unsuru olabileceğini düşünenlerden.Divan şiirinin ‘patronaj şiir’ olduğu fikrine ise karşı çıkarak, “tam tersine dönemiiçinde olması gereken ve edebiyatı büyüten bir sanat olayı” olduğunu vurguluyor. Eski İstanbul’un sosyal hayatı, eğlenceleri ve sanatsal üretimleri üzerinde birçok eseresahip olan Çoruk’la Klasik Edebiyat’tan Tanzimat’a, eski İstanbul’un sosyal hayatındanson dönemdeki restorasyon çalışmalarına kadar bir çok konuda sanatın, edebiyatın vepayitahtın şehri İstanbul’u konuştuk.

zetilir. Sevgilinin yaşadığı yeriklasik şiir mantığıyla başka türlünasıl tasvir edebilirsiniz ki? Budurum bütün divan geleneği içingeçerlidir. Bu soyutlama mantı-ğının devam ettiği mensur eserlerebaktığımızda şiire nispeten daharealist ve somut İstanbul manza-raları yer almaktadır. Sözgelimibugün de şikâyet konusu olanşehrin kalabalıklığı, pahalılığı, dü-zenbaz kişilerin çokluğu gibi pekçok husus mensur eserlerde açıkçaişlenmiştir. Bununla birlikte bütüncefasına rağmen yazarların, şair-lerin İstanbul’dan ayrılma niyetleriyoktur. Padişahın yaşadığı bir şe-hirde köle bile olsa yaşamanınayrıcalığını kimseyle paylaşmakistemezler.

♦ Peki, Klasik dönemde İstan-bul’da yaşayan şairlerle, merkezin

dışındaki şairler arasında İstanbulne ifade ederdi? İstanbul konumuitibariyle şairler için patronaj şiirimi öne çıkartıyordu?

Bilindiği üzere büyük şehir-lerin, başkentlerin siyasi ve ikti-sadi bir merkez olmalarının yanısıra aynı zamanda kültür ve sanathareketleri açısından da belirleyicive yönlendirici bir konuma veözelliğe sahiptirler. Her zamaniçin geçerli olan bu durum özel-likle modernite öncesinde dahabelirgin olarak karşımıza çık-maktadır. Çünkü devletin yöne-ticisi hatta sahibi olan kral, pa-dişah, sultan aynı zamanda sa-natkârları himaye etmişler hattabizzat kendileri sanat ve edebiyatlailgilenmişlerdir. Aslında bunukarşılıklı bir ilişki olarak görmekgerekir. Çünkü şair ne kadar hi-

mayeye muhtaçsa sultan da okadar övülmeye, methedilmeyemuhtaçtır. Yani bir anlamda yap-tıklarının şiir ve edebiyat yoluylakalıcı hâle gelmesini, herkes ta-rafından bilinmesini istemektedir.Sarayın bu talebi şiir arzını daberaberinde getirecek, devletinbaşkenti olan İstanbul söz sana-tında hünerlerini göstermek is-teyen şuara için bir çekim merkeziolacaktır. Tabiî büyük bir rekabetneticesinde bunlardan çok az kıs-mı böyle bir saadete ulaşma im-kânına sahip olacaktır. Estetikölçüleri konusunda kimseninşüphe duymadığı bir kültür sanatortamında gerçekleşen, iyiyi kö-tüden ayırmak noktasında sadecebaşarının esas alındığı bu rekabetaynı zamanda edebiyatın geliş-mesine, rafine bir hâl almasınada hizmet edecektir.

57

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

Aynı durum vezir ve paşa ko-nakları için de geçerlidir. Tıpkıpadişah gibi vezirler ve paşalarda şairlerin hamileri durumun-dadırlar. Taşraya göreve gidenvezirlerin kapı halkı arasında şa-irler ve musahipler de vardır.Gittiği, görev yaptığı yerlerdeşiire kabiliyetli kimseleri kona-ğında istihdam etmek de vezir-liğin, valiliğin şanındandır. Buaynı zamanda devlete, bürokra-siye kabiliyetli memur kazandır-manın da bir yoludur. Taşradakeşfedilen bir şair, diğer memur-larla birlikte kendisine referansolan hamisinin sayesinde devletbürokrasisinde iyi yerlere gelebilir.Patronaj olarak nitelendirilen budurumu dönem şartlarını bilme-den eleştirmek doğru değil. Tamtersine dönemi içinde olması ge-reken ve uzun yıllar bizde ve ba-tıda başarıyla uygulanmış bir sis-temdir. Siyasetin, ideolojilerin,içi tam olarak bugün de doldu-rulamayan hürriyet fikirlerinin,kamu yararı gibi hususların aklınucundan bile geçirilmediği birdönemde şairleri iktidarın hiz-metinde oldular diye eleştirmek,daha kötüsü küçümseme, ortayakoydukları eserlerin hakkını ver-memek olur. Tam tersine bu pat-ronaj sayesinde Baki Baki olmuş,Nedim Nedim olmuştur. Divanşairinden realist ve toplumcu şiirbeklemek, neden 16. Yüzyıl insanıcep telefonunu icat etmedi demekkadar abestir. O dönemde top-lumun sıkıntılarını devlete du-yuran, işler iyi gitmediğinde sesiniyükselten ve âdeta toplumun

temsilcisi olan başta YeniçeriOcağı olmak üzere kurumlar za-ten vardı. Tarihte olmuş Yeniçeriayaklanmalarını sadece bir gru-bun rahatsızlığı olarak düşün-memek lazım. Bu konuda resmîtarihçilerin yazdıkları eleştiriyemuhtaç gözüküyor. Kimse durupdururken kendi rahatını bozmakadına sesini yükseltmez.

♦ Edebiyat’tan farklı olarakİstanbul’un sosyal yaşamı, Tan-pınar’ın ifadesiyle bir ‘terkip şe-hir’di. Birkaç ırk ve dinin bir aradayaşadığı bir şehir. Sizce bu terkibisağlayan neydi?

İstanbul hakkındaki en isabetlitespitleri yapan, bu yönüyle İs-tanbul edebiyatının önemli tem-silcilerinden olan Tanpınar’ın budeğerlendirmesi çok yerindedir.Bir defa İstanbul’un bir impara-torluk başkenti olduğunu unut-mamak lâzım. İmparatorluk kül-türü, doğası gereği imparatorluksınırları içinde yaşayan topluluk-lara ait kültür unsurlarının biraraya gelmesinden oluşan yeni veorijinal bir kültürdür. Elbette bukültürün motor gücü ve hayat ar-teri imparatorluğu kuran iradeninait olduğu medeniyettir. Çünküo medeniyetin dışa açık ve bir-leştirici gücü olmasa bu terkipmeydana gelmezdi. Bunun dünyaüzerindeki en başarılı örneği Os-manlıdır. Bunu da Fatih’e borçlu-yuz. Fatih İstanbul’u aldıktan sonrapekâlâ yüzde yüz saf İslam veTürk şehri yapabilirdi ama yap-madı. Çünkü büyük düşünüyordu.

Sadece Müslümanların değil Hris-tiyanların, bütün dünyanın hâkimiolmak istiyordu. Fetih’ten sonraoluşmaya başlayan İstanbul kül-türü İslamiyet’in müsamahası sa-yesinde dışlayıcılıktan ziyade kap-sayıcılığı esas aldığından dolayızengin ve dinamik bir karakteresahip oldu. Benim doğru yanlış,eksik fazla olarak “makul kozmo-politizm” olarak nitelendirdiğimbir yapıdır bu. Neticede sarayınönderliğinde ve rehberliğinde za-manla gündelik hayattan sanat veedebiyata, teşrifattan ev düzeninekadar ince ve rafine bir İstanbulkültürü oluştu. Bu kültür yerliRumlardan ve Ermenilerden, Le-vantenlerden etkilenmekle kal-madı aynı zamanda onları da et-kiledi hatta daha incelmesini sağ-ladı. Bugün Cumhuriyetten sonraYunanistan’a göç eden RumlarAtina’da İstanbulluyuz diye övün-mektedirler. Unutulmaması ge-reken bir nokta da Asya’dan Av-rupa’nın ortalarına Kırım’dan Ku-zey Afrika’ya ve Ortadoğu’ya kadarbütün İmparatorluk coğrafyasınınİstanbul kültürünün oluşmasınatürlü şekillerde katkı yapmasıdır.Maalesef bugün mazide ve kitap-larda kalan bu kültürün gündelikhayatta kalan tek öğesi İstanbulTürkçesidir.

♦ 19.yy.’a geldiğimizde politikyönlerin değişmesi sonucu oluşanbatılılaşma süreciyle İstanbul’unhem yaşam gelenekleri hem de me-kânları değişiyor. Alafranga hayatkendi batılı mekânlarını doğuru-yor.Tanzimat devri eserlerine bak-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

58

tığımızda bu mekânlara uğrayanyeni tipler görüyoruz. Bu dönemdeİstanbul’daki hem mekân hem sosyaldeğişimleri biraz anlatır mısınız?

Modernitenin günümüzü deetkileyecek şekilde batıda patlamayaptığı 19. yüzyıl her şeyde olduğugibi şehirleri ve şehir kültürünüde değiştirdi. Özellikle sanayidevrimiyle birlikte değişen ikti-sadî anlayış geleneksel şehirleribir kabuk değişimine zorladı. Ta-rih boyunca batıyla yakın ilişkiyegirmiş olan İstanbul’un bu deği-şimden ayrı kalması düşünüle-mezdi ve öyle de oldu. Artık Di-van edebiyatında kendisi etrafındadüşünülen ve rakipsiz kabul edi-len İstanbul sanayi devrimiylebirlikte yeni bir hayatın temsil-cileri olan Paris ve Londra ilekıyaslanmaya başladı. Tabiî bukıyasta İstanbul modern hayatıngerisinde düşünüldüğü için hepkötü yönleriyle anıldı ve eleştirildi.Zamanına göre modern bir şehrinnasıl olması gerektiğini gösterenmetinler kaleme alındı. Bunlararasında Namık Kemal’in Lon-dra’yı anlattığı ‘Terakki’ makalesiönemlidir. Kemal, bu makaledeadeta modern şehrin ilmihaliniyazmış, aynı şeylere İstanbul sahipolmadığı için içten içe hayıflan-mıştır. Peki, İstanbul modern an-lamda bu değişimi gerçekleşti-rebilecek kabiliyete sahip bir şehirmiydi? Elbette hayır. Bir defamodernite dediğimiz şey eskiyeait her şeyin değiştirilmesi yahutyeni düşünceler doğrultusundaevrilmesidir. Geleneksel yaşantıya

sıkı sıkıya bağlı Osmanlı toplu-munda böyle radikal bir deği-şikliğe gitmek zihniyet dünyasınıtümüyle değiştirmek demektir.Hayatında masaya oturmamış,yazısını bile oturarak yazmış birtoplumu kolay kolay masaya ça-tala bıçağa alıştıramazsınız. So-kakları dar, adım başında bir tür-benin, hazirenin, mescidin yeraldığı, ev dışı hayatın batıya göreçok sade olduğu bir şehirde yollarınasıl genişleteceksiniz? Üstüneüstlük mali gücünüz de yok.

İstanbul bir başkent olduğuiçin bir memur ve asker şehri.Bir de bu sınıfın maaşlarıyla ge-çinen bir küçük esnaf var. Yanikendi üreten ve ürettiğini dışarıyasatarak para kazanan, sermayebiriktiren bir şehir değil de ta-mamen imparatorluğun diğeryerlerinden toplanan vergilerleayakta durmaya çalışan bir şehirvar karşımızda. Paris ve Londragibi kapitalist iktisat düzeniylezengin olmuş, kazancının bir kıs-mını devlete vergi olarak verenbir burjuva sınıfı yok İstanbul’da.Herkes devlete bakıyor. Uzun sü-ren ve yenilgiyle sonuçlanan sa-vaşlar, yaşanan göçler de bırakınyeni bir şey yapmayı eskiyi bilemuhafaza etmeyi engelliyor. Av-rupa’dan alınan borçlar devletinmodern yüzünü batıya göstermekiçin yapılan saraylara harcanmış.Bununla birlikte bir şeyler ya-pılmaya çalışılıyor ancak yeterlideğil. Neticede Avrupa’yı görenyahut büyük Avrupa şehirleriyleilgili kitaplar okuyan aydınlar İs-tanbul’a ilkçağların, ortaçağların

aralığından bakıyorlar. Bu konudaisim vermeye gerek olmadığınıdüşünüyorum. Ancak Servet-iFünuncuların bu noktada diğer-lerinden daha ileride olduklarınısöyleyebiliriz. Yazdıkları eserlerdeyerli hayata ait unsurların asgariseviyede kalması başlı başına birtercihi gösteriyor zaten.

♦ Tarih içinde İstanbul hepgözde bir şehir oldu. Hem Doğuhem de Batı için önemli bir şehirdirİstanbul. Siz, tarih içinde İstanbul’agelmiş yabancı konukları anlat-tığınız aylık seminerler veriyor-sunuz. Ayrıca seyyahlar üzerindeçalışmalarınız var. Onlara bakarakyabancı gözüyle İstanbul nasıl al-gılanıyor?

Tarih boyunca yabancılarınİstanbul’a bakışında dönemleregöre farklılıklar ve ortak taraflarvar. Bir defa gelenlerin kimliği,yaptıkları işler, geliş sebeplerigezginlerin İstanbul’a bakışlarındabelirleyici oluyor. Bir sanatkârile bir din adamı, bir tüccar ilebir diplomatın, askerin İstanbulalgısı farklılık gösterebiliyor. Hep-sinin ortak noktası doğal güzellikitibariyle İstanbul’un dünyanınen güzel şehirlerinden birisi ol-duğu yönünde. Büyük bir kısmıİstanbul’un Türkler tarafındanfethini kabul edemiyor, tekrarHristiyanların eline geçmesi te-mennisinde bulunuyorlar. GerekOsmanlı Devleti gerekse Müs-lümanlar hakkında nesilden ne-sile aktarılan ön yargılı değer-lendirmeleri taşıyorlar. 19. Yüz-

59

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

yılda ise gelenlerin arasında mo-dern edebiyatın önemli temsil-cileri var. Nerval, Lamartine,Gautier bunlardan bir kısmı.Bunlar meseleye sadece sanat ta-rafından baktıkları için tabiat,tarihi eserler gibi daha çok İs-tanbul’un kendilerine ilham ve-recek taraflarıyla ilgileniyorlar.Hatta romantikler bu yönleriyleYahya Kemal ve Ahmet HamdiTanpınar, hatta Orhan Pamuk’uetkilemişler, başka bir deyişle bi-zim yazarlarımızın İstanbul’a bak-malarını sağlamışlardır.

♦ İstanbul’un tarihi mekânlarıson zamanlarda restore edilerekyeniden düzenlenmekte. Siz res-torasyon fikrine nasıl bakıyorsu-nuz?

Tarihî eserlerin ve mekânlarındurumuyla alakalı olarak iki farklıgörüş var. Bunlardan birincisiromantizmle yakından alakalı.Romantikler tabiata zaman vemekan bütünlüğüyle yaklaştıklarıiçin, yaşanmışlıkları ortadan kal-dıracağı, eserin yapıldığı zamanlagünümüze kadar geçen süre için-de kazandığı hüviyeti, pitoreski“aslına uygunluk” adına yok ede-ceği düşüncesinden hareketle res-torasyon fikrine karşı çıkarlar.İlhamını tarih ve tabiattan alan,tabiatla iç içe geçmiş tarihî eserlerkarşısında murakabeye dalarakzaman yolculuğuna çıkmayı se-ven, eser etrafındaki yaşanmış-lıkları keşfe çalışan bir romantikiçin bir eseri restore etmek kabuledilemez bir durumdur. Aslında

zamanın ve tabiatın tesiriyle pi-toresk bir anlam kazanan, bu yö-nüyle tarihîlik vasfını elde edeneseri restore etmek hele hele birşekilde kullanıma sokmak o ese-rin faal olduğu dönemdeki in-sanlar ve hayat tarzı olmadıktansonra tipik bir “kitsch” örneğiolarak kalacaktır neticede. Bukonuda bir diğer görüş de tariheve ecdada saygı, geçmişin mirasınıkoruyarak geleceğe bırakma dü-şüncesinden hareketle eserlerinaslına uygun olarak muhafazaedilmesi yani restorasyondur.Özellikle kullanımda olan eserleriçin bu zorunluluk hâlini almak-tadır. Meselâ camiler bizim içinhem tarihî eser hem de ibadetmekânlarıdır. Bu iki özelliktenferagat etmemiz mümkün değil-dir. Yani bir camiyi restore etmek,bakımını yapmak o yapının ya-pılış amacına hizmet etmektirayrıca. Bir de restore edilen eser-lerin nasıl kullanıldığı da önemli.Bir eseri restore ettikten sonrayapılış amacıyla ilgisi olmayanbir surette kullanıma sokarsanızgarip bir durum ortaya çıkmazmı? Maalesef pek çok restorasyonsonrasında bunu görüyoruz. Res-tore edilen sebiller büfe olarakkullanılıyor, içinde tost yapılıp,menemen pişiriliyor.

♦ Artık özgün bir İstanbul’dan,edebiyatın ilham alabileceği birİstanbul’dan bahsedebilir miyiz?

Elbette bahsedebiliriz.Sanataçısından İstanbul, şairlere, ya-zarlara, sanatkârlara ilham vere-

cek kabiliyete sahip bir şehir ol-muştur. Bunu geçmişten biliyo-ruz. Aynı durum günümüz içinneden geçerli olmasın? Bu ko-nuda endişelenmeye yahut ma-zeret üretmeye gerek yok. ÇünküAyasofya, Süleymaniye, TopkapıSarayı, Sultanahmet Camii, Bo-ğaziçi, yerinde duruyor. Tabiî İs-tanbul’dan ilham almak, İstan-bul’u anlatırken hayatı, insanı,tarihi, tabiatı, aşkı, gurbeti, ölümü,üzüntüleri, sevinçleri anlatırkenbir bakıma kendini anlatmak birsanatkâr için kolay değil. Bununiçin velut bir duyarlılığa, genişbir insan, tarih ve kültür biriki-mine ihtiyaç var.

♦ Son olarak sizin İstan-bul’unuzu konuşalım. Orhan Pa-muk için İstanbul hüzündür. Siziniçin İstanbul ne ifade ediyor?

Hani bazı beylik klişe cevaplarvardır ya isterseniz o cevabı ve-rerek başlayalım. “Bu konuda ce-vap vermek benim için kolay de-ğil.” Hakikaten zor bir soru. Çünküİstanbul kitabının henüz başın-dayım. Bu soruya net bir cevapvermek bir kitabı okumadan anafikrini çıkarmak gibi bir şey olur.Ayrıca tek bir İstanbul yok, bin-lerce İstanbul var. İşin kötüsü bukitap postmodern bir roman kur-gusunda ilerliyor, neyin ne olduğu,neyle karşılaşacağınız belli değil.Düğümü çözecek anahtar kelimeve kelimeler bir yerlerden bakıpbakıp kıs kıs gülüyor. Bu soruyacevap veremedim ama artık sizkanaat notu kullanırsınız. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

60

61

Bir buruşuk zaman üstü tedirginliği üretirken saatHer şey öldürebilir kendiniBak mesela bardağım kafeinsizlikten attı kendini masadanDağıldı portre, sigara kül olduAsıl mesele intihar değildir ölmek içinHerkesin ötelediği, öte yarısı gibi kaldığında cüzzamınKendine bir yabancı ararken biraz zenci kesilirsinVe intihardan daha fazlasıdır senin makul gölgenVaktidir belki de Ya sonra…

Antik sırlar taşıyan bir yalnızlıktırBütün şarkılar o saat.Ezel ile ecel arasında gider gelir bütün eşyalarAynı soydandır ikisi de habil ile kabinden beriToprakla örtülü boz kanatlı bir borazan kuşu dirilir sonra Sonradan anlaşılır Ölen de katil de aynı şahsın geçmiş zaman kipinde tezahürüdürBunu da söylemez kitaplarda filozoflarTılsımı bozulmasın diye tarih iksirinin.Bir keresinde schopenhauer evinin balkonunda sıcak birasını yudumlarkenKaçırmıştı ağzından köpükle birlikte,Metresi o sırrı öğrenen ilk kişi olmuştu balkondan düşmeden önce.Ya sonra…

YA SONRASabahattin Supi UZDEN

62

Yollar hep yokuşa sardı Gün karanlığa doğru Dansetmiyordu artık rüzgâr Toprağa küskün yağmur Bir hüzün çiçeklerde Boynu bükük yapraklar, ağaçların Mahcup, sessiz, beklemede

Kabir toprağı örtülmüştü, adeta Sen yoktun ya…

Boğazımda bir düğüm Hüzün devşiriyor yaralı yüreğim Yer arıyor kendine solgun umut, Rüyalardan medet... Bekliyorum, Vefalı bir ses, Özlüyorum… Ağlıyorum

Kabir toprağı örtülmüştü, adeta Sen yoktun ya…

Hani o ateş vardı ya Hani o saran alev Hani o sessiz haber Hani o sensiz haber Hani o ölüm haber Ölmüştüm ölmeden Efsunlu o geceden sonra Sabahı beklemeden

Kabir toprağı örtülmüştü, adeta Sen yoktun ya…

SEN YOKTUN YACüneyt EREN

Bir ebed bestesiydi sevdam sana Bir sözdü, Perde kalmamıştı oysa vuslata Kurşun gibi saplandı, şimdi Yani o anda Hani öldüğüm, Hani şakaklarımda çıldıran sesin; Gidiyorum...

Kabir toprağı örtülmüştü, adeta Sen yoktun ya…

Güller kokmaz oldu artık, Çiçekler solgun ve ölgün Çöle döndü mahzun bahar Güfteler elem üflemekte Vedâ üflemekte Cefâ üflemekte, Alevden bir kor, sinelerde Beyhûde…

Kabir toprağı örtülmüştü, adeta Sen yoktun ya…

63

Sana dair her şeyi tüketiyorum artıkBüyükşehir yalnızlıklarımda olmayacaksınHer şeyin vakti doldu gibime geliyor

Ne kahve fallarına ne papatyalara inanacağım artık.

Sonsuz bir körebe oynanıyor etrafımda sankiSeni görmek için tek çaba harcayan bir benKalıntılarımdan artırdım sanma bu kalbiYıkıntılarımın arasında gezerken

Ne enkazlara ne depremlere inanacağım artık.

Bir görseler gözlerini bir dem kuruluğundakiYine de bakar mısın öyle acımasızcaYoksa kaybolur musun ortadan Cismi var ismi yokların gittiği yere kadar gidip

Ne gözlere ne közlere inanacağım artık.

Diyelim ki tek bir yıldız bile yok gökteVe sen içmişsin elinden ne kadar gelmişseVe acı bir kahve istedi canınVe telvesinde beni aradın

Ben de bir papatyada akşama kadar seni

Ben papatyalarla kahvelere İnanmayacaktım!

UNUTTUM GİTTİLamia DENİZ

Küçük hatamı büyük, büyük sevdamı küçükGörmenin hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsunDerdim yetmezmiş gibi sırtıma bu kadar yükVurmanın hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsunFerhat şirin yarine böyle gönül verdi miZulmedenler dünyada muradına erdi miSen olur olmaz yere benim şair kalbimiKırmanın hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsunBedenim dost olunca hüzne derde hüsranaAşkı Kays’a bıraktım mutluluğu zamanaAkrebi intizara, yelkovanı hicranaKurmanın hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsunZülfündeki tellerin bağlansam her birineİdamı göze aldım, artık bundan kime neBeni samimiyetle takdir etmek yerineYermenin hesabını vermezsin diyorumİnanmıyorsunBilesin eller gibi konmadım gülden güleElimden tutmak varken düşürdün dilden dileFermanınla sultanım köleni ilden ileSürmenin hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsunBir zamanlar gerçekti yüreğimi yaktığınGönül deryama doğru çağlayarak aktığınBenim başım yerdeyken gözlerine çektiğinSürmenin hesabını veremezsin diyorumİnanmıyorsun

SÜRMENİN HESABIÖzgür ÇOBAN

Gitsen yalnızlığın kalır geride/Yarım kalır yaşamakŞahdamarımda süzülür çığlıklar/Ve gitsen türkülere karışır aşıklarFırtınalar kopuyor gayrı kalemden/Kalem kelamı yontuyor yenidenAşka ram olmuşken keder;/Sussan konuşacak yine şairler.

Şairler yanılgı büyütür/İlenci kanırtırlar her dem yenidenŞiirler yarım kalır gitsen/Dostluklar yarım,Gitsen ağlamaklar kalacak yarım.

Sana hicret ediyorum/Peygamber aşkına/Medine ol çağır beni…

Gitsen hüzün kalır senden geriye/kabenin duvarına asılır şiirlerkays ezberini bozar/elif der şair, lam ve mim…

suçu şiir olan adamlar gördüm/utanç bahçelerinden geçiyordularellerinde kufi sahifeler/şeyh galip misali ağlıyordulargitsen esrar dede ölür/ve galip yazar mısrasını esrarınağlar o dem tüm mahlukat/hüznün ırmağı bana kalır.

Gitsen ağlamaklar kalır bana/Söz meryeminin pınarlarıKelimenin düğünü güveysiz kalır/Gitsen her damla kanınHesabı bana kalır…

Yalınayak yürür kelimeler/Açılır dillerdeki esrar perdesiAma olur çeşm, dil lal kesilir/Esrikliğin melali yine bana kalır

Gitsen iniltiler kalır geriye/Ayın meçhul yüzündeEn insafsız mısralar, kelimeler/Kan rengi acıların çetelesi bana kalır

Sana hicret ediyorum/Peygamber aşkına/Medine ol çağır beni..

SANA HİCRET EDİYORUMHikmet KIZIL

64

Yahya Kemalvârî...

Selam varmış Acem’den ya Hayyam’dır ya HâfızBudur âciz şairin ilhâmı ve çâresiSöyleyin konuşmasın bize karşı muârızAnlamadan gönlüme şevk dolduran bu sesi

Bir lâhutî seda bu dinleyeni mest edenGönülden gönüllere lisandan önce gidenUzaklarda dostlarım İstanbul’da ise benAkseder dört bir yanda hülyâmızın nâlesi

Filizlenmeye mâil toprak altında tohumNihayet toprak imiş hem ikbâlim hem soyumSözümüz âb-ı hayat içilsin yudum yudumMâziden yarınlara erecektir meyvesi

Selam varmış ufuktan selam götürün siz deBahtiyârız duyduk ki gelen var izimizdeRindâne gittik bizler rindâne döneriz deVakit geçti demesin esen yelin bûsesi…

RİNDÂNEÖmer UYAN

1Şiir yazamayan bir şair gibiyimKorkak bir amerika gibiTerk edilmiş evler gibiKorkak amerika.

Kafamı paralayan bir soruViski bardakları neden tam dolmaz?Nar çiçeği rengi hayaller kurardık halbukiTam dolmuş viski kadehi üzerine.Çift buzlu lakinamerika mazlum.

Ama ben sensizTuzu alınmış, dalgasız bir deniz gibiyim.amerikadan bize ne?Dev bir kelebek kadar korkunç olurTuzu alınmış denizler.

tanrım!Dünya nereye gidiyor?

2tanrım!Dünya nereye gidiyor?

tanrım!Dün nereye gidiyor?

Diploma ve belge manyağı insanlar?Sizler nasılsınız bugün?

“En başta size günaydın bayan!”Atak olduğuma bakmayınMum ışığı kadar ürkeğim.

tanrım!Leyla için minnettarım.

amerika sen mızıkçısınBen seninle oynamıyorum.

Ha bir de tanrım!Allah sizi affetsinGerçekten çok amerikancısınız.

aMERİKA VESPUÇÇİMehmet Seyyit GAZEL

65

66

Yine kaybettik kalbimin sevdalı devrimcileri Yine kaybettik...Hayatın şurasına bir virgül koysamSensizlik noktaya kadar taşıyabilir mi beni...

Her gözyaşı için aşk suçlusu sayılsamVe yargılansam kalbinin engizisyonunda Aklanabilir miyim senden...Sensizlik kazık çaksa kalbimeVe sana emanet etse annem beniSenin çoktan gittiğini bilmeden...

Ne şairliği ne intiharı var çocuğumuzunAllah’ın emriyle istiyorum ölümü kendime;Kalbinin tuzlu bir kahve gibiKursağımdan geçeceğini bile bile...

Babama mı çekmiş terkedilmelerimYoksa daha ufak bir çocukken Babasının cennete koştuğu anneme mi?Yorgunluğum kime çekmiş meselaHayatının son günlerinde dinlenenVe secdeye duran dedeme mi?

Bence ruhum kalu belada karışmışVe kötülüğe soyunan bu bedende hayat bulmuş Ötenazisini istiyorum bu birlikteliğin...

BİR MÜREKKEP İSYANIA. Samet CİNLİ

Derin dalgaların içinde yüzenBir küçük balıktım mavilerdeYeşile hayran...Küçük kanatlarım olsun isterdim hepKoparsın beni zincirlerimdenAcıyı doldururken yüzgeçlerimeAmansız çırpınışlar içindeBıçak gibi keserken yüreğimi susuzlukÖlüme çırpınan kanatlarımlaSonsuz parçalara bölünmek isterdim...İçimden,Binlerce kuş kanatlanırkenEn yükseğe ulaşabilmek sevdasıyla her biriBir bir teslim olurken yer çekimineDirenmek isterdim gücümün son damlasına kadarSonunda kaybedeceğimi bilsem de...Zirveye ulaşmanın hazzı içindeÖlüme gülümseyerek...

KANATLI YÜREKErsin AYDIN

1

Ruanta nehrinin kıyısını Konkaib ve Ahu-an-Skap arasındaki göllerle birleştiren ormanyolu, bir kuşağın çabalarıyla yapılan ve tüm

benzer yollar gibi aşırı dolambaçlılığı yüzündeninsanlardan daha çok kuşların tercih ettiği biryoldu. Ancak nadir de olsa yoldan geçenler oluyordu.Daha bu sabah otuz beş yaşlarındaki iri yapılıpostacı atıyla geçiyordu ki, beklenmedik bir engellekarşılaşmıştı.

Eyeri üzerinde olan postacının atı güneşin ay-dınlattığı orman yolunda dolaşıyordu. Bir yandanyabani akasya ağaçlarının yapraklarını koparıyor,bir yandan da kuyruğunu bir taraftan öbür tarafasallayarak sinekleri kovuyordu. Onlar da kendilerinitehlikeye atmadan kuyruğun hareket ritmine göreuçup tekrar konuyorlardı.

Fundalıkta güneş batmıştı. Etrafta günün sıca-ğında kavrulan yaprakların yakıcı sessizliği vardı.

Yolun ortasında sırt kısmı yırtılmış çuha ceketliceset, omuzunun üstünden ormanı izler vaziyettehareketsizce yatıyordu. Sağ elinin parmaklarının

arasında bir tabanca vardı. Başından biraz ötedetersyüz olmuş muşamba siperlikli yassı kasketininüstünden bir böcek geçiyordu.

Yere serilmiş  ağır bedeninin altındaki ıslaktopraktan gelen çiğ et kokusuyla sarhoş olmuşsinek sürüsü cesedin üstünde uçuşuyordu.

Atın her adımında terkisindeki deri çantadanbirbiri ardına zarflar kayarak yere düşüyor, bazılarıda toynakları altında ezilerek şekilsiz prizlere dö-nüşüyordu.

Farkında olmadan cesede yaklaşan at postacınıncansız bedenini gördüğünde çok yakın bir zamandayaşanan kargaşayı hatırlarcasına kişneyerek arkabacakları üzerinde sıçradı. Kafasını sağa sola sallayarakgeri geri yürümeye başladı. Burun deliklerindengüçlü bir biçimde nefes alıp vererek horultular çı-karıyordu. Sonra kafasını öne eğdi. Bakışları tek birnoktada sabitlendi, sol gözü istemsizce seğiriyordu.

Avcı çizmeli bir adam dallardan ve yapraklardanoluşan kesif perdeden tek hareketle sıyrılarakkendini gösterdi. Tıraşsız, tez bakışlı, donuk suratlıcılız bir adamdı.

67

BAŞKASININ SUÇUAleksandr Stepanoviç GRIN (1926) / hikâye

Önündeki cesedi fark ettiğinde ise aynı hızlageri dönerek ortadan kayboldu. Alacakaranlık fun-dalığın içinde hareket etmeden durdu ve ağaranyüzüyle yola doğru bakındı.

Sonra yeşil örtüyü eliyle açarak etrafı dikkatlibakışlarla süzdükten sonra ikinci kez ortaya çıktı.Etrafta tehdit edici bir şey yoktu. At yol kenarındaotluyordu.

Bu esnada sırtındaki çantadan iki mektup dahayere düştü.

Cesedin ensesinde bir güneş lekesi vardı.

2Adam cesedin yanına kadar yaklaşıp dizleri

üzerine çöktü, elinin tersiyle alnına dokunup talihsizadamın kafasını çevirdi ve yüzüne baktı.

- Demek, bu yüzden bu taraftan silah seslerigeliyordu. Genniser bir daha posta getirmeyecek.Büyük olasılıkla yanında para götürüyordu ve canlıteslim olmak istemedi. Zavallı karın…, dedi adamayağa kalkarak. Kafasını salladı ve bu durumdaherkesin yapacağı gibi hızlı bir tahkikat yaptı. Ce-sedin etrafında dolandı, tabancayı aldı ve mermiyuvalarından bir tanesinin boş olduğunu gördü.Postacı bir kez ateş edebilmişti.

Ölüme olan saygısı adamda bir dakikalık dur-gunluk yaratmıştı. Rengi atmıştı. Parmaklarını şak-latarak mektupları toplamaya başlamış, avucunumektuplarla doldurmuştu.

Zaman zaman elindeki zarflardan birini çeviriyor,üzerindeki yabancı ve tanıdık isimleri boş zamanasahip bir insan rahatlığıyla okuyordu.

Yerden bir mektup daha aldı, birden duraksadı,zarfta yazılan isme bir süre baktı, ardından elindekitüm diğer mektupları yere attı. Bu beklenmedikdurum karşısında ne yapacağını bilmeden düşün-celerini toparlamaya çalışıyordu. Asabileşmişti, yü-zünden ağır    kaygı hali okunabiliyordu. Utançduygusu onun bu zamana kadar yaşadığı tüm duy-gularından güçlü olan başka bir duyguyla karşıkarşıyaydı.

Bu durum en sabırlı insanı bile günaha sürüklerdi.Adamın içgüdüsü mektubun açılmasını istiyordu.

O da içgüdü insanıydı. Kısa bir tereddütten sonratüm benliğini kaplayan müthiş bir arzuya yenikdüşerek ilk hırsızlığın acemiliğiyle zarfı parçaladı.

Bir erkeğin aceleci el yazısıyla yazılmış olanmektubu okuduktan sonra özenli bir şekilde katlayıpcebine koydu. Mektubun cebindeki varlığını tas-diklercesine eliyle cebini yokladı. Sakinleştiktensonra bir taş görüp üzerine oturdu.

Şimdi, dedi düşünceye dalarak.Kafasını eğdi. Parmaklarını kafasının arkasında

kenetleyip dirseklerini dizlerinin üzerine koydu.İleri geri sallanarak: “şimdi… şimdi…”, diye tekrarediyordu gittikçe alçalan ses tonuyla. Aniden tümbedeni bir eylem ihtiyacıyla sarsıldı. Öne doğrueğdiği kafasını yukarıya kaldırdı ve ayağa kalktı.Bilinçsizce, tuhaf sayılabilecek bir gülümsemeifadesi takınan adama dışarıdan bakan birisi çokgüzel şeyler yaşadığını düşünebilirdi.

Aynı bilinçsiz surat ifadesiyle kürk yeleğiniçıkarıp atı yakalamak için kafasına doğru fırlattı.Birkaç başarısız denemeden sonra atın dizginleriniyakalamayı başardı ve üzerine çıktı, atın debelenenkafasını Konkaib’e doğru çevirdi.

Sağrısına yediği topukla çığırından çıkan at,yüzüne çarpan ağaç dallarına aldırış etmeden dört-nala koşmaya başladı.

Adam suratına gelen acı rüzgârı önemsemeyip,üç yaşındaki saf kan kısrağın olanca hızını kullan-mak, adeta tüketmek istercesine sürmeye devamediyordu.

3Neredeyse iki saattir yoldaydılar. Dik yokuşları

çıkarken adamın öfkeli seslenmelerine karşılık vermeyeçalışan at iliklerindeki bütün gücü harcarcasına ho-rultular çıkartarak tırmanışa geçiyor, inişlerdeysedüşüş hızıyla giden bir canavara dönüşüyorlardı.Minik çatlakların, tepeciklerin ve su birikintilerininüzerinden geçerlerken zemin canlı bir beden gibiatın toynakları altında kıvranıyordu. Bazen nala denkgelen taşlar kendilerini bir yana savuruyorlardı.

İndikleri ormanlık yamacın bitiminde daha yu-muşak zeminli çayır başlıyordu. Atın adımları ağır-

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

68

laşmıştı, ancak binicinin şiddetli   ayak darbelerive aşırı gerginliği ona çılgınlık sınırından kahra-manlığa geçmesini emrediyordu. Atın gözlerindeyanıp kül olmaya başlayan akciğerlerinin dumanıbeliriyordu. Kamışların arasından görünen eskibir evin çatısı onu kendisine çekmişti. Yüz adımkoşmamıştı ki, birden kurşun yarası almış gibi sar-sılarak gürültüyle yere yığıldı. Ağzından  köpüklersaçarak ve istemsizce havayı tekmeleyerek can ve-rirken, adam sallanan bir kütüğün üstünden atlargibi atın üzerinden sıçradı, bir an için bile arkasınadönüp bakmadan  kızıl renkli kürk şapkanın gö-ründüğü kıyı girintisine doğru koştu. Kıyıdan birazaçıkta bir sandalın içinde kavruk suratlı yaşlı biradam nehrin dibine kazık kakmaya çalışıyordu.Bir an için meşgul olduğu işten başını kaldıranihtiyar adam kıyıda şakağına silah dayamış birisinigördü. Hayal gördüğünü sandı.

Tabancayı şakağına bastıran el bir anlık titredi,ardından ateş sesi duyuldu, adam kafasını eğereksırt üstü yere düştü.

Dalgın düşünceli halinden bir anda uyananyaşlı adam gözlerini kısarak ahşap çekicini kenaraattı ve telaş içinde adama seslenerek üç hamledekıyıya vardı.

Kıyıdaki tepeciğe sincap gibi tırmanıp cesedeulaştı… Öldüğünü düşündüğü adam birden ayak-lanıp suya doğru atladı, sandalın içine girip yaşlıadamın ona ulaşmasına fırsat vermeden hızlı birşekilde kürek çekmeye başladı.

“-  Ort  Ganuver!”, dedi dizlerine kadar suyuniçinde duran yaşlı adam. “Tanıdım seni. Yakındayakalanacaksın. Yakalanacaksın!”, diye tekrarladı kı-yıya çıkarken. Karşılığında da: “Sandala ihtiyacımvardı”, cevabını duydu.

4Sinirlenen yaşlı adam yeri tekmeledi ve aceleyle

evine doğru koştu. Hırsızı cezalandırmaya kararveren ihtiyar, tüfeğini alıp evinin çatısına tırmandı.

Ganuver yarışçı hızıyla akıntı yönünde ilerliyordu.Düzenli ve geniş daireler çizen kürekler gıcırtılıbir biçimde esneyip suya girip çıkıyor, akıntıda yol

bulmaya çalışan kabuk gibi sallanan sandala yönveriyorlardı. Dönüşü alan Ganuver’in gölgesi pa-rıldayan suyun üzerinde göründü.

8 yaşlarında asık suratlı, beyaz kafalı bir çocukyaşlı adamın yanında duruyor, adamın kolununaltından olup bitenleri seyrediyordu. Dişlerininarasında bir ekmek parçası olan bu çocuk adamınpeşinden merdivenlerden çatıya tırmandı.

Bitir işini!, dedi çocuk babasına ağzındakiekmeği geveleyerek.

Ateş edildiği esnada Ganuver küreğin kanadıylakafasını kapattı ve kurşun kanada değip kamışlığauçtuğunda istemsizce öne doğru edildi. Adam hız-landı ve tehlikeli bölgeden çıkıp sola doğru yönel-mişken bir ateş sesi daha duyuldu. Bu sefer kilitçiğeçarpıp sıçrayan kurşun adamın serçeparmağınıkopardı.

Sıcağı sıcağına acıyı hissetmeyen Ganuver, incebir kan akımının kürekten suya damladığı sakat-lanmış sol eline aptallaşmış vaziyette bir süre baktı.Bir dönüşü daha geçtikten sonra aceleyle elinimendille sardı ve güneşe baktı.

Güneş beşinci saatin sonuna gelindiğini göste-riyordu.

“Bir mil kaldı”, dedi kendi kendine. Tekrar eskigücüyle kürek çekmeye başladı ve gözlerini yakanterinden kurtulmak için kafasını salladı. Elinisardığı mendil siyahlaşmış kan lekeleriyle doluydu;yanık acısına benzer keskin bir acı duyuyordu.

“Sandalı iade etmeme gerek kalmadı”, dediadam. “Serçe parmağımı bunun gibi yüz sandalkarşılığında bile geri alamam”.

Nihayet, koyu saraylar, bahçeler, kereste fabrikası,değirmen, meydan ve levhalar gözükmüştü. OrtGanuver tahta köprünün direkleri arasından geçti,sandaldan kuma atladı ve şehrin diğer tarafınageçmek için acele etti.

5İki yüz çatının hepsini  büyük sandal  iskele-

sinden aynı anda görmek mümkündü.Ganuver şehrin diğer sakinleri gibi her sokağınher köşesini ezbere biliyordu.  Ancak şu anda

69

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

içinde bulunduğu özel durumun yarattığı endişeliruh hali yakalanma korkusunun da önüne geçmiş,dolayısıyla kendisini unutması gereken bir işekoyulmuştu. Otelin açık kapılarını gören Ort Ga-nuver her dakikanın hesabını yaptığından, dolaylıyollar aramaktan vazgeçmişti. Otelin yakınındankoşarak geçerken birkaç adama rastladı. Adam-lardan birinin sigarasını şaşkınlık içerisinde ağ-zının bir köşesinden diğer köşesine götürdüğünüve onu açıkça incelediğini gören Ganuver, onlarınkendisini tanıdıklarını anlamıştı. Eğer o esnadaarkasına dönüp baksaydı,  tüm bakışların güneşışınlarının parlattığı toz tanelerinin arasındankendisine yöneldiğini görürdü. Gerçi bunu anla-ması için arkasına bakmasına gerek yoktu.

Ganuver  kendisini çılgın seyahatine o kadarkaptırmıştı ki birileri tarafından arandığı gerçeğiniönemsemiyordu. Vapurun ilk sirenini duyduktansonra ulaşmak istediği eve girmek için daha daacele etti. Nihayet, kapıyı açıp evin içine girdiğinde,yaşlı bir kadınla yüz yüze geldi. Ganuver’i görenkadının sert ifadeli bakışları başka bir noktayaodaklandı.

Onu tanımıştı. Tek bir kelime etmeden baharçiçekleri hakkında şarkı söyleyen genç kadının se-sinin duyulduğu odayı işaret etti.

Yaralı elini arkasına gizleyen Ganuver tüm ce-saretini toplayıp genç bayanın karşısına çıktı. Büyükbir şaşkınlık içerisinde Ganuver’e bakakalan bayanınsuratındaki gülümseme kayboldu, yüzünde cansızbir pembelik oluştu.

Kadının yola çıkmak için  hazırlık yaptığı vehazırlığının sonlarına geldiği anlaşılıyordu. Büyükvalizi açık bir şekilde yerde duruyordu.

Ganuver yalnızca: “Korkmayın, Fen, bu benim”,diyebilmişti.

Kadının gözlerinde  kendisi  ile ilgili herhangibir düşünce görmek istemiş, ama görememişti. Ses-sizce mektubu uzattı.

Bunun karşılığında genç kadın onu merak doluve kızgın bir bakışla uzun uzun süzdü. Aceleyle mek-tubu alıp okudu ve birden dengesini yitirdi. Ne ya-pacağını şaşırmıştı. Genç kadının suratını

gören Ort da heyecanlanarak geri çekilmiş, söyle-yeceklerini unutuvermişti.

Genç kadın gözyaşlarını gizlemek için gözleriniküçük eliyle kapattı ve olduğu yere çöktü. Ardındanderin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştı.

“Beni öldürseydiniz, daha iyiydi,  Ort!,” dedi,“Utanmadan mektubu da okumuşsunuz. Size nedenir ki?!”

“Ama bunu yapmasaydım, burada olmazdım”,diye karşılık verdi Ganuver, “Beni dinleyin, Fen.Size yemin ederim ki, bu Fitsroy denen adamınhayatınızdaki öneminden haberim yoktu. Eğerbilseydim, bana söylediklerini görmezden gele-bilirdim. İş işten geçti, ikimiz de sarhoştuk,olay “Üç Ayı” meyhanesinin önünde yaşandı.Kapıştık. Benim alçak olduğumu söyleyip elindekibardağı bana fırlattı. Ben de silahıma davrandımve onu vurdum. Benim yerimde olsaydınız, sizde aynısını yapardınız. Bu tarz olaylar yüzündenbaşım çok derde girdi, ancak kanın beyne sıç-radığı o anda her şey unutuluyor… Okuduğunuzgibi, Fitsroy yaralı, ancak hayatta ve sizi yanınaçağırıyor. Siz vapura binmeden mektubu ulaş-tırmam gerekiyordu. Bugün yola çıkacağınızıda bu mektuptan öğrendim. Hiç zaman kaybet-medim. Suç benim olsa bile, zamanında yetiştiğimiçin mutluyum.”

-Mektubun sizde ne aradığını açıklayacak mısınızartık?

-Elbette. Onu yolda buldum. Yoldan geçiyor-dum.  Genisser’i kimin hallettiğini bilmiyorum,ama  çantasındaki tüm mektuplar  20-30 adımlıkbir alana saçılmıştı.  Genisser ölmüştü. Pis bir iş,onu  kimin soyduğunu bilmiyorum. Mektuplarıtoplarken sizin adınızı okudum… Başka bir du-rumda mektubu okumazdım. Ama o zaman…

Ganuver  tesadüf eseri karşılaştığı bu korkunçolayın tuhaf bir şekilde içine çekildiğini anlatmayaçalışmış, ancak bunu ifade edecek kelimeler bula-mayıp susmuş ve kadına pişmanlık ve endişeylebakarak duvara yaslanmıştı.

“Mektubu açmak?! Ne cüretle! Sizi tanımamı-şım, Ort!”

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

70

“Bende aynı fikirdeyim”, diye cevap verdi Ga-nuver sinirlenerek, “Başka türlü durumdan haberdarolamazdınız”.

-Evet, ama sizin yüzünüzden bu durumdayım!-Ne yazık ki, benim! Bu bir çıkmaz döngüdür,

istediğiniz şekilde yorumlayabilirsiniz.-Genisser’e yaptıklarınız yanınıza kar kalmayacak”,

dedi Fen biraz sustuktan sonra, “ve diğer şeylerinde”.

-Genisser’i  ben öldürmedim”, dedi  Ganuver,“bunu söylemiştim zaten”.

Somurtarak duvara yaslandı ve farkında olmadangizlediği yaralı eline dokundu. Soğuk soğuk terledive acıdan iki büklüm oldu.

-Peki ya bu ne? dedi, bayan sargıyı göstererek.-Hiçbir şey, dedi  Ganuver  ucu gevşemiş sargı

bezini dişleri ve sağ eliyle çekerek. “Hoşçakalın,Fen. Fitsroy’a üzgün olduğumu söyleyin… Ben…”

Ganuver  mahcup bir ifadeyle  Fen’e baktı veşapkasıyla selam verip kapıya yöneldi.

Eşikte: “Bunu neden yaptınız?”, sorusunu duydu.Ses olabildiğince kuruydu.

-Daha önce de açıkladığım gibi, dedi Ganuver dö-nerek hüzünlü bir ses tonuyla, “tüm o hakaretler”

-Saçmalamayın, Ort! Başka şeyden bahsediyo-rum.

Çünkü… dedi o ensesini ovuştururken titrekbir ses tonuyla, “sizi seviyorum. Bunu zaten bili-yorsunuz, Fen. Sormanıza gerek yoktu.”

Gerek yoktu, diye tekrarladı bayan düşüncelibir şekilde. “Sizi gören oldu mu?”

-Olmuştur.- Her ihtimale karşı sizi arka kapıdan çıkaracağım,

sonrası için bir şey diyemem. Ganuver bayanın pe-şinden kısa bir koridordan parlayan kanlı gözlerlekürk yelekli bir adama bakan zincirlenmiş birköpeğin tasvir edildiği tablonun bulunduğu açıkkapıya doğru yürüdü. Artık kapının arkasında onubekleyen bir hayat yoktu. Orada sadece asılmadanönce zihninde canlandırabileceği bir hayat tablosununolduğunu biliyordu. Korku tüm benliğini sarmıştı.

Çıkarken dönüp baktı ve bayanın kapıyı sıkıcakapattığını gördü.

Ort Ganuver tam da dış kapıdan çıkmak üze-reyken vazgeçti, çok yüksek olmayan taş duvardanatlayarak komşu bahçenin kenarından komşusokağa yöneldi. Yarım saat önce mektubu vermesineengel oluşturabilecek her şeyi ortadan kaldırmayahazır olan Ganuver artık normal olmayan bir bi-çimde sakin ve durgundu. Düşünme yeteneğinikaybettiğini hissediyordu.

İçinde bulunduğu tehlikenin farkında olmasınarağmen, bir süre duraksadı. Sonra sokağı geçipnehre yöneldi.

6Sonraki günün akşamında “Yujnıy Kuryer” ga-

zetesinin editörü baskıya hazırlanan yazıların bu-lunduğu bir deste kâğıdı eline aldı ve mırıldanarakonları gözden geçirmeye başladı. “Zurbagan’daDeprem”, “Vakelberg Sirk Topluluğunun Oyunları”,“Sıradaki Borsa Kokteyli”, “Ganuver’in Tutuklan-ması”…

Bu yazının olduğu sayfayı ayırdı, kurşun kaleminieline alıp okumaya başladı:

“Bu akşam Knay şehrinde Ort Ganuver tutuk-lanmıştır. Durumunun pek parlak olmadığı söy-lenmektedir. Postacıyı öldürme ve soyma ile suç-lanmakta. Bu adam eski günahlarından ötürü zatenserseri ve şiddet yanlısı olarak tanınmakta, bu ne-denle…”

Yazının geri kalanı da bu şekilde devam etmek-teydi, sessizce sonuna kadar okuduktan sonraeditör haber başlığı olarak “Ganuver’in Tutuklan-ması”, “Postacının soyguncusu hak ettiği cezayıalacak”, “Düzenin ve toplumun düşmanı olan herkesibret verici bir cezalandırma örneğine tanık olacaktır”cümlelerini yazdı.

Tamam, dedi düzeltmeleri çalışana verirken.Baskıya gönder.

Çalışan, yazıyı inceledikten sonra editörün ma-sasına geldi.

-Hangisi baskıya gidecek? dedi, “Elimde Ganuverhakkında iki tane yazı var.”

- Nasıl yani?- Sizin verdiğiniz ve bir tane daha.

71

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

İkinci yazı aşağıdaki şekilde düzenlenmişti:“Ganuver’in tutuklanması şehrimizde birçok

dedikodu ve söylentiye neden olmuştur. O, postacıyısoymak ve öldürmekle suçlanmaktadır. Bununlabirlikte soruşturmaya sunulan şüphe götürmez de-lillerle Ort Ganuver’in yolda bulduğu mektuplardanbirini vermek için Knay’a geldiği tespit edilmiştir.Bu durumun yargının hükmünde nasıl bir etki ya-ratacağının bilinmemesiyle birlikte, adalet gereğiGanuver’in bu üzücü ve iç karartıcı olaya dâhil ol-madığının basın yoluyla dile getirilmesi gerektiğikanısındayız”.

Bunu kim kayda aldı?, diye sordu editör. “Sizolmalısınız”, Tsikus?

-Evet. Siz yoktunuz.-Orijinalini imzalayan kim?-İmzalayan…Kızıl saçlı genç adam masasından “F. O. Teron”

imzası olan bir kâğıt bulup editöre uzattı.Biraz kişisel, biraz da düşüncesizce hazırlanmış

bir yazıya benziyor, dedi editör, kimseye hitap et-meden ve sırayla her iki yazıyı gözden geçirerek,“Yargı yargıdır. Gazete de gazetedir. İlk yazınındaha elverişli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzdeno yazıyı baskıya gönderin, F. O. Teron’un mektubunagelince, editörlük ona özel mesajla geri dönüş ya-pacaktır.”

Rusçadan Çeviren: Guzel Sadykova ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

72

73

Yanık parmağı arada bir sızlıyor, sızlayıncada hemen ağzına sokuyordu. İşte genesızladı! “Kızım, parmağını ağzına sokup

durma!” Hemen arkasında, bir minderin üzerinebağdaş kurarak oturan annesi saçlarını tarıyordu.Elif, annesini göremese de sesinin perdesinden öf-kelendiğini ve kaşlarını çattığını anladı. Kaşlarıçatıktır şimdi, yine kızdırdım onu, parmağım dasızlıyor, sızlayan parmak ıslanınca iyi olur, ıslakıslak, hem ıslat diyen o değil miydi, evet, oydu, osöyledi, kızım parmağını ıslat, iyi olacak dedi, bil-miyor mu yoksa, yoo, biliyor, niye o zaman kızıyor,kızıyor işte, hep kızıyor, kızmak için kızıyor, gözlerinikötü kötü yapıp öyle kızıyor, deli mi bu kadın,gözlerini kötü yapmadan kız…“Baksana, bu kıztırnaklarını yiyor!” İspiyoncu anne, hem tırnaklarımıyemiyorum, parmağımı ıslatıyorum sadece…

Babası hiç oralı değil; kadını duymadı bile. Mü-temadiyen duymadığı bu kadın, ne zaman bir şey-lerden yakınsa, baba ona aldırış etmeden bir işivarmış ya da unuttuğu bir şeyi hatırlamaya çalışı-yormuş gibi yapar, boş boş etrafına bakardı. Yine

odanın ortasında dikildi ve unuttuğu bir şeyi ha-tırlamaya çalışıyormuş gibi yapıp etrafına baktıdalgın gözlerle. Başı ampule değecek neredeyse,babamın boyu kocaman, ampul kadar, ev kadar,büsbüyük! “Baba, gömleğinin yakasında bir sinekdolaşıyor.” Elif ’e döndü; yüzü solgun ve kaşlarıçatık, bir şeylere kızmış gene. Küçük bir şirkettekiişinden çıkarıldıktan sonra her şeye öfkelenir ol-muştu. Niye hep öfkeli, kaşlarını çatıp öyle kötükötü bakıyor, sanki beni sevmiyor, annem gibi oda kızıyor bana, öyle bakmasa, geçen gün baktığıgibi baksa, o gün Keremler yarasaya vuruyordu,işte o gün, eve geldim, babam bahçedeydi, gelbakim dedi, koştum gittim, omuzlarında güneşbatıyordu, yüzü gölgeliydi, ağladım, yarasaya vu-ruyorlar baba dedim, niye öyle yapıyorlar dedim,eğildi, eğilince yüzündeki gölge gitti, kocamanbıyığı vardı, çenemden tutup yüzümü okşadı, bı-yığının içinden konuştu, gelince kulağını çekerimdedi, sonra ben güldüm, o da güldü, Selim’in dekulağını çek dedim, tamam dedi yine güldü, sonrakocaman eliyle göstererek gel şu otları yak dedi,

KARINCALAR İÇİN YOLÜmit CAN / hikâye

hep gülüyordu, canım babam öyle bak işte bana,gülerek bak, kötü kötü bakıyor, kötü bakma, bakmaişte öyle baba, bakma…

Baba, koca elini yüzüne götürüp uzamış sakal-larını yokladı; sinek uçup perdeye kondu ve kararsızadımlarla gezinmeye başladı; anne, zayıf gövdesininürpermesine aldırış etmeden, tarağı kızının saçlarınadaldırdı.

Su kabında yüzen bir saç yumağı. Elif ’in midesinibulandırdı bu görüntü. Bakmamaya çalışıyor.Annesi saçlarını o kadar ıslatmasına rağmen, tarakgene de takılıyor, başını acıtıyordu. Elif, korkudanannesine tarağın başını acıttığını söyleyemediğiiçin uslu uslu katlanıyor bu işkenceye. Çünküannesi komşuları Mevhibe Hanım’a, aklına estikçeElif ’in bir bir yaramazlıklarını ve saçları taranırkennasıl ağlayıp hırçınlaştığını anlatarak sızlanırdı.Şermin de –Mevhibe Hanım’ın kızı– iğrenç, kirlibir böceği gösterir gibi parmağıyla onu işaret edippis pis sırıtırdı. Hiç komik değil üstelik, ben deonlar gibi, saçlarımı kendim tarasam hiç ağlamam,ağlamam tabii, acıtmadan, yavaş yavaş tararım,boynuz da yapmam… Elif, ‘Anne Mevhibe teyzelereağladığımı söyleme, sonra Şermin okulda herkeseanlatıyor,’ dese de, annesi bunu unuttuğu ya dabazen sohbetin verdiği heyecana kapıldığı içinkızının bu küçük sırlarını ağzından kaçırıveriyordu.İspiyoncu anne, ağlamayacağım...

Elif sımsıkı kapalı gözleriyle olacakları sessizcebeklerken, annesi, varlığını sezdirmemeye çalışankızının başına var gücüyle tarağı bastırdı. Sankitırmık, çok acıtıyor, niye bana kızıyor ki… Babasıtırmıkla böyle temizlerdi bahçeyi, iyice bastırarak.Sonra topladığı kurumuş otları, bahçenin ağaçlardanuzak bir köşesinde, Elif ’in yakmasına izin verirdi.Bu ince otlar yanarken çıt çıt diye sesler çıkarırdı.Kül birikintisini ayaklarıyla dağıtırdı Elif. Toprakkararırdı; ayakkabıları ve çorapları da kararırdı.Annesi kapıya çıkıp Elif ’i o halde görünce bağırır,“Pis!” derdi.

“Saçlarımı boynuz yapma anne!” Tarağı bastırdıgene. Elif ’in suratı buruştu. Boynuz yapma, iste-miyorum, yapma boynuz, ortasında da çizgi olacak,

kocaman beyaz bir şey, inşallah boynuz yapmaz,inşallah yapmaz, inşallah yapmaz… Yerde de çizgileroluşurdu, bahçede; ince, uzun ve çoğu eğri büğ-rü… Tırmığın bıraktığı izler. Bazı karıncalar, buküçük izleri yol bellemişlerdi. Kullandıkları yolbazen bir ağacın gövdesinde son bulurdu. “Karıncalariçin yol,” derdi babası. O izlerde yürüyen karıncalarasu dökerdi Elif, serinlesinler diye. Ama küçücükayaklarıyla çamurda yürüyemedikleri için tıkanır-lardı; Elif küçük bir sopanın yardımıyla onları kur-tarmaya çalışırken daha çok batar, sonra hareketsizkalırlardı. Bu karıncalar, üstlerine su dökülmediğizaman, konuşmak ya da selamlaşmak için bazendurur, birbirlerini koklar, antenleriyle birbirlerinedokunur, sonra yine yollarına devam ederlerdi.Bir defasında bir çekirge ölüsü taşımışlardı; kocaman,Elif ’in yanık parmağının ucundan daha büyük.Karıncaların tadını da biliyordu Elif. Bir iki tanesiekmeğinin üzerinde gezinirken farkında olmadanyemişti bir keresinde. Sahi, karıncaların tadı neyebenziyor, başımda da çizgi çıkıyor mu? “Anne,boynuz yapma, olur mu!?”

Baba, elinde tıraş takımıyla kapıda belirdi. Elin-dekileri pencerenin önüne dizip bir sandalye çekti.“Sıcak su!” diye bağırdı. Elif babasına baktı. Kocabıyığının altında gizlenmiş büyülü bir kapı gibiaralanan ağzını gördü. “Bir kere de unutma!” Yanıkparmağının ucuyla dudağının üst tarafını yokladı.Yumuşak bir pürüzsüzlük… Küçük ağzını saklayacakbir bıyığı olmadığı için üzülüyordu.

Elif, su kabındaki tarağı inceledi: Dişlerininarasında saçlar vardı. Islak saçlar! Yine midesi bu-landı. Yüzünü başka tarafa çevirdi. Annesi mutfaktangetirdiği sıcak su kabını biraz da öfkeyle kocasınınönüne bıraktı. “Anne, saçlarımı nereye atıyorsun?”Annesi mindere oturdu, tarağı su kabından çıkarıpaldı. “Sus!” dedi, “Bir de senle uğraşmayayım!”Elif ’in saçlarını arkada topladı, köklerinden tutupçekiştirdi ve sertçe tarağı daldırdı. Elif olacaklarıbildiği için gözlerini sımsıkı kapatmıştı, ama tarağınhoyrat dişleri alnını ısırınca ‘Ayyy!’ diye bağırmaktankendini alamadı. Bu kez çok acıtmıştı. Alnındakırmızı izler... “Haarrttt, haarrttt…” Tarak durdu.

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

74

75

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

“Şu sesi çıkarmasana!” Hayır, bağırmayacağım!“Haarrttt!” Annesi kızgınlıkla tarağı Elif ’in başınavurdu. Elif ’in eli hızla başına gitti ve acıyan yerituttu. Gözleri hâlâ kapalıydı. “Sus, dedim sana! Si-nirlerim tepemde zaten!” Yüzü asıldı, alt dudağıdişlerinin arasında eziliyordu. Ağlamayacağım!

Saçlarımı gene ortadan ayıracak, ortasında çizgiolacak, biliyorum, iki boynuz yapacak kenarlardave koştuğumda sallanacaklar, Selim gülecek, çirkinsindiyecek, öyle dediği için Şermin de gülecek, ya ka-rıncalar, onlar da gelirse, yok gelmezler, Şermingülecek ama, biliyorum gülecek, karıncalar, yokyok gelemezler, burayı bilemezler ki, tabi bilemezler...“Anne, boynuz yapma!” Annesi onu duymamışgibi sessizce devam etti işine. Tarağın dişlerindenaldığı saç tutamlarını su dolu kaba koydu. O sıradaElif sızlayan parmağını gene ağzına soktu ve emmeyebaşladı. Karınca tadı, ıyyy iğrenç, geldiler mi yoksa?Parmağını ağzından çıkarıp korkuyla baktı: Ufacıkbir nokta, pembe ve ıslak. Dilinin ucuna sürüp çı-kardı bu kez. Aaa bir karınca, gelmişler, burayanasıl gelmiş, nasıl buraya geldin karınca?

Annemin saçlarını, lavabonun deliğini tıkadı-ğında ve yemek yerken dilime dolandığında sev-miyorum, tarağın dişlerine takıldığında, halınınüstünde, elbiselerime ve somun ekmeğin tırtıklarınayapıştığında da sevmiyorum, görünce midem bu-lanıyor, hiç sevmiyorum, babam da sevmiyor...“Anne, saçların lavabonun deliğini tıkamış!” An-nesinin azarlayıcı sesi mutfaktan duyuldu: “Onlarsenin saçların!” Elif, lavabonun deliğini tıkayansaçlarına baktı. Islak ve iğrenç! Eliyle oradan çı-karması gerek. Annesine ait değildi, ama gene deiğrendiğini fark etti ve midesi bulandı. Önce neyapacağını bilemedi, sonra musluğu açtı, birazbekledi, ama saçlar gitmedi. Parmağını suya tuttu.“Cızzzzz!” Böyle bir iki dakika durdu. Eğer diş ağ-rısını biliyor olsaydı, sızlayan parmağının acısınıona benzetirdi. Parmağımın ucunu sanki arı sok-muş… Parmağı ıslanınca sızı diniyordu. Bunu par-mağı yandığı sırada, bir refleksle onu ağzına sokuncakeşfetmişti. Parmağım ıslanınca sızı gidiyor, bugünağlamadım, annem başımı acıttı ama gene de ağ-

lamadım, ben ağlayınca hemencecik uyuyakalıyorumzaten, sonra da niye ağladığımı unutuyorum, uyu-duktan sonra parmağım acımıyor, çünkü parmağımıağzıma sokmuyorum, annem söyledi, o biliyor,insan uyuyunca acıyı unutur dedi, annem ağlayıncaacıyı unutup rahatlıyor, ama onun parmağı acımıyor,başka yeri acıyor, biliyorum, niye biliyorum, çünküo söyledi, ama uyumuyor, deli mi bu kadın, iştedeli, git çizgi film izle diyor, sonra kendi kendineağlıyor, babamın yüzünden ağlıyor, hep ona kötülükyapıyor, babam ağlamıyor, o ağlamaz ki, çünkükocaman bıyığı var, hep kızıyor, sonra küfrediyor,ama o da uyumuyor, niye uyumuyor ki, hem ouyusa annem ağlamaz, bunlar da niye gitmiyor…Musluğu kapattı. Saçlar olduğu gibi lavabonun di-binde, midesini bulandırmaya devam ediyor. Deliklertıkalı. Su bile lavaboda bir müddet bekliyor gitmekiçin. Ben onları elimle alamam ki, üstelik çamaşırsuyu kokuyor her taraf, iğrenç, babam hiç sevmezbu kokuyu...

Pencerenin önünde, küçük aynasına bakıp tıraşolan babasının yüzünde öfkeden çok köpük vardı.Fakat alnı, pırıl pırıl... Elif, dışarıdaki aydınlığı buparlak alında seyretti, kuş gölgeleri aradı. Ama ba-basının tıraş bıçağını tutan eli, sürekli hareket ettiğiiçin dikkati dağıldı. Sonra kuş gölgelerinin bu bı-çaktan korktukları için babasının alnına konma-dığına karar verdi. Ben de kuş olsam konmazdımoraya... Babası işini bitirince tıraş takımını topla-madan lavaboya gitti. Elif, bir müddet hiçbir şeyyapmadan öylece odanın ortasında dikildi, sonrabiraz da korkarak küçük aynayı eline alıp kendisiniseyretti, boynuzlarına ve saçlarını ortadan ayıranbeyaz çizgiye baktı. Başını salladı, dilini çıkardı vekaşlarını çatıp gözlerini devirdi. Yalancı Selim,çirkin değilim bi kere, aptal o, kocaman kulaklarıvar, kepçe kulaklı aptal, hem Şermin çirkin, bendeğilim, annem söyledi, sen çirkin değilsin güzelkızım dedi… O sırada, açılıp kapanan bir musluksesi duyuldu. Elif babasının musluğa eğilişini, suyueline dolduruşunu, yüzünü yıkayışını, lavantakokulu havluyla kurulayışını ve terliği sürüyerekbanyodan çıkışını canlandırdı gözünde. “Allah’ın

cezası! Ne laf anlamaz insansın!” Bu babasının se-siydi. Elif korkuyla arkasına baktı: Kimseler yoktu.“Yine pislik içinde! Suyla da gitmiyor!” Biraz sonrahızlı ve sinirli adımlarla babası girdi içeriye, kapıyadöndü, bir şey söyleyecekmiş gibi alt dudağı kıpır-dadı, ama ağzından bir söz çıkmadı. Limon ko-lonyasını alıp asık yüzüne boca etti. Hemen arka-sından annesi süzüldü odaya ve yavaşça köşedekidivana ilişti. Dolu gözleriyle oturduğu yerde birbulut kadar sakindi.

Babasının yüzünde kolonyayla yıkanmış biröfke vardı şimdi. Elif korkuyla bir annesine, birbabasına bakıyor, olup biteni anlamaya çalışıyordu.“Bırak onu, kıracaksın!” İrkildi birden. Yüzü buruştu,dudakları titremeye başladı. Babası bir baba gibideğil, ödevini yapmadığı için kızan öğretmeni gibikonuşmuştu. Elindeki küçük aynayı yerine koyupannesine sokuldu hemen ve ağlamaya hazır, do-kunaklı yüzünü bu sıcak gövdeye bastırarak gizledi.Burnuna yumuşak, tatlı bir koku geliyordu.

Babası kapıyı çarpıp evden çıktıktan sonraElif, annesinin ağladığını gördü. Birazdan rahat-layacak, belki uyur, hadi uyu anne, Mevhibe tey-zelere ağladığını söylemeyeceğim... “Anne?” Elif ’insaçlarını şefkatle okşarken göğsü inip kalkıyor,sessizce ağlıyordu. Gözleri hâlâ duvardaki fotoğ-raflarda, belirsiz bir noktadaydı. “Anne?” Annesi,nemlenen gözlerini ve yanaklarını eliyle kurulayıpgülümsedi, “Efendim kızım?” dedi sesi titreyerek.Yüzünde, bir zamanlar kendisinin de çocuk ol-duğunu hatırlayan ve az önceki üzücü olayı unut-tuğunu söyleyen bir gülümseme vardı şimdi. İyioldu işte, babam bana da kötü kötü bakıyor, bakağlamıyorum, kızıyorum birazcık, ama birazcıkçok az, yanık parmağımın ucu kadar, iyi olacakcanım annem, üzülme, kimseye de söylemem ağ-ladığını… Elif, işaret parmağıyla saçlarını ortadanayıran beyaz çizgiyi gösterirken ince sesi odanıniçinde çın çın öttü: “Karıncalar başıma üşüşmez,değil mi anne?” ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

76

77

Gerçek adını unutmuştu, çünkü ona yıllardır“Ayı” diyorlardı. Uzun ve iriydi; gövdesinde,omuzlarında, kollarında, bacaklarında kara

kıllar vardı. Kısa saçı, uzun sakalı sık ve gürdü.Çatık kaşları çıkık alnına dolan teri emer, çevirirdi.Çok terliyordu, çünkü çok çalışıyordu. Üzeri çıplak,bacağında bir kot pantolon, ayaklarında eski sporayakkabılar olurdu. Gündüzleri ormanlara, korularadolanıp odun toplar, kırar; akşamları da karısınınbelini kırardı. Topladığı odunları evlere, ocaklaradağıtır, karşılığında aldıklarıyla geçinirdi. Karısını,işini sevmiyordu, fakat ikisini de bırakamıyordu.Ne çiftçilik bilirdi, ne zanaat. Ne hayvandan anlardı,ne hesap kitaptan. Bununla beraber odunculuktanhayatını kazanmaz, ara sıra da denk getirdiğihayvanı öldürür, satardı. Neticede iptidai yaşıyor,kendi kendine hırlıyor, dünyada dönüyordu.

Aynı orantılı günlerinden birinde, neredeysehiç binmediği katırını yularından çeke çeke ilerlerkeniçi bu dipsiz düzenden bunaldı. Arkasına döndü,yaşadığı kasabanın basık evlerini minicik gördü.Tepelerin arasında dolana dolana epey tırmanmıştı.

Henüz öğleydi. Pek görmediği batı tepelerininardını bilmeyi istedi. Otuz yaşına kadar duymadığıbu arzuyla otuz senedir yapmadığı bir şeyi deyaptı: Nefret ettiği katırına, hep sahip olmak istediğiata bakar gibi baktı, ilk defa sevdi, sağrısını okşadıve bindi. Katır uysal davrandı, Ayı buna şükretti.Batıya gidiyordu.

Kara düzen memleketi; irili ufaklı tepelerin dol-durduğu, ormanların bittiği, dağların çevirdiği birvadide korunaklıydı. Yaşayan herkesin bir şekildekarnı doyardı, toprak bir şeyler verirdi. Bu yüzdenon yıllardır birkaç maceracı dışında kimse, dünyadaherkesin unuttuğu bu yeri terk etmemişti. Bol yağ-murlu, ıssız vadide herkes yaşar giderdi. Şimdikineslin hepsi, bu vadinin dışında yaşanan kıtallerin,atalarına zulmeden yabancı ırkın, onlardan kaçıpburaya sığınılışın öyküleriyle büyümüştü. Fakat Ayıböyle şeylerden korkmazdı. Korkmaya ihtiyacı dayoktu, çünkü yaşamaya ihtiyacı yoktu. Babasınınöğrettikleriyle yetinmişti ve babası gibi yaşayıp gi-diyordu. Onun dolaştığı yollarda dolaşır, asla dışlarınaçıkmazdı. Fakat bugün başkaydı, bugün merak

YALNIZLIK ÇEKENLERİN EN GAMSIZIGökhan TİRİTÇİ / hikâye

etmişti. Her sabah aynı pınardan doldurup ateşinharıyla kaynayışını, buharlanarak boşalışını izlediğikazanını bugün bir başka ocağa sürecekti. Bununfarkında değildi, çünkü ilk kez meraka düşüyordu;bu garipsediği duyguyu içine sığdırmaya uğraşarak,katırın üstünde kalmaya çabalayarak tepeleri tırmandı,çakılları ezdi, her zaman dolaştıklarından pek defarklı olmayan bir ormana girdi.

Çamların dibinde dolanırken bir patikaya girdi.Patikanın sonunda kavakların boy verdiği, toprağınemli bir açıklığa geldi. Burası bir tavan gibi dik-leşmişti, meydanı geçip ağaçların açıldığı arayageldiğinde bir kayanın dibinden baldır kadar birsuyu şelaleleşip dökülür buldu. Etrafında ufak ka-vaklar, bodur çalılar boy vermişti, pek çok datepesi kesilmiş kavak kökü vardı. Suyun izlediğiyol boyunca orman açılıyor, ufak parsellere bö-lünmüş tarlalara çıkıyordu. Tarlaların ardı iki uzuntepe silsilesinin bitimlerinin çakıştığı bir boğazdı.Ayı çok şaşırdı, burada insanlar mı vardı? Kaynağınbaşına oturup, kafasını kaşıyarak, şapşalca ıslıkçaldı. Berisinde birinin güldüğünü duydu, hızlakalkıp ardına döndü.

Tuhaf giyimli ama sevimli, saçlı sakallı birihtiyar, duman rengi atını bir kavağa bağlıyor, biryandan da gülüyordu. Ayı katırında sallanan bal-tasına koşacak oldu.

“Dur!” dedi ihtiyar; “Ben de senin gibi bir insa-nım, üstelik ne tüfeğim var ne bıçağım. Sana nezararım dokunabilir?”

“Kimsin?” dedi Ayı terleyerek.“Kim olacağım? Neye benziyorum? İnsanım

dedik ya.”“Bana benzemiyorsun.” dedi Ayı. İhtiyarın başına

doladığı mor bezi, yeşil keten gömleğinin altındakirengârenk şalvarı süzüyor, hiç de kendine benze-temiyordu. Yine de ihtiyarın yeşili derin gözlerindenetkilenmişti.

“Eh,” dedi ihtiyar; “Sana benzemediğim doğru,ama biraz da bu beni insan yapmaz mı? AdımCelal, bana millet adımdan sonra bir de Baba der.Ara sıra da buraya gelir, mantarlarıma bakarım,olgunlaşanı toplarım.”

Celal Baba cebinden bir çakı çıkarırken Ayı:“Hani bıçağın yoktu?” dedi.

Celal Baba güldü: “Bu bıçak değil ki! Kesmez,toplar. Mantarları kazıyorum kavak köklerindenbununla. Çok çekindinse git, al baltanı.”

Ayı şöyle bir toparlanıp: “Çekinmedim.” dedi; “Sengerçekte kimsin? Kasabada göremedim seni hiç.”

“Dağları dolaşırım. Bana lazım olanı toplarım,herkese ve her şeye lazım olana bakarım: Ağaçlarıbudarım, yolları düzlerim, kaybolan keçileri çoba-nına götürürüm, yumurtadan yeni çıkan keklikyavrularını engerekten korurum.”

“Niye?”“Ben böyleyim de ondan. Seni niye odunculuk

yapıyorsun?”“Oduncu olduğumu nereden anladın?”“İlahi! Katırın var, baltan var. Ne olacaktın?

Gerçi bugünü boş geçirmişsin herhalde, yükünyok.”

“Ben seni şimdiye dek hiç görmedim. Dağlarınardından mısın?”

“Dağın ne tarafında olduğuna göre cevap değişir.Sen de dağların öte yüzündekilere göre dağlarınardındansın.”

“Sen bizim kasabadan kaçanlardan mısın?” Celal baba, gülümser bir suratla gözlerini devirdi:

“Evet, kasabada bulundum.”Ayı, Celal Baba’ya hiddet ve merakla karışık

yürüdü: “Dağların ardında ne var?”Celal Baba çakısını açtı, koluna sürdü: “İnsanlar,

hayvanlar, ağaçlar, otlar...”Ayı şaşırdı. Merakı bir anda sönmüştü, fakat

bu umursamazlık çok sürmedi, ihtiyarın atı gözünetakıldı. “Çok güzel bir atın var.” dedi.

“Kısrak. Güzeldir. Aygırlar bunun için kavgaederler. Çok yaşlıdır ama göstermez, tecrübeli ka-dınlardandır yani, karşı duramazsın. Adamcağızlarne yapsın?”

Ayı kısrağı hayranlıkla süzüyordu. “Adı Kül.”dedi Celal Baba; “Ama şimdi yorgun, kendi halinebırakılmak ister. Gel senle biraz oturalım. Açsanazığım var, senin de olsa gerek. Hem şu kaynağınsuyu çok lezzetlidir, buz gibidir.”

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

78

Ayı atındaki azığını almaya giden ihtiyara dönüpdönüp bakarak katırındaki azık çıkınını kaynağınbaşına getirdi, yere açtı. Mısır ekmeğiyle yeşil soğanıvardı. İhtiyarın azığındansa elmalar, mısır ekmeği,kuru mantarlar ve küçük domatesler çıktı.

“Her gün bu ormanlardayım, ilk defa bu kadarçeşitli azığı yiyeceğim.” dedi Ayı.

“Neden her gün çıkıyorsun ormanlara? Haftadabir kaç gün çıksan da evine doyasıya ekmek girer.”

“Pek duramıyorum kasabada. Bir de her günormanlara dalıp çıktığımdan korkar millet benden,bundan huzursuz oluyorum. Hem babam da hergün çıkardı, vardır bir bildiği. Hava böyle güzelseçıplak, kötüyse sırtımda bir ceket çıkarım. Akşameve dönünce de odunumu istifler, topladıklarımıyığar, baltamla bıçağımı biler, vurup kafayı uyu-rum.”

“Yok mu karın, çocuğun?”“Olmaz olur mu? Kadınsız erkek mi olur, olsa

nasıl durabilir kaşına kaşına? Uzun zamandırevliyim ama henüz bizimki gebe kalmadı. Rahminihiç dinlendirmeyince, ürün vermiyor herhalde,toprak gibi bu kadınlar.”

Celal Baba epeyce güldü: “Bak hele! Benim ka-dınım yok, hiç de olmadı, kaşınmıyorum da. Bunane diyeceksin bakalım?”

Ayı, dişlediği ekmekten kafasını kaldırdı, doluağzını yayarak: “Nasıl?” dedi; “Hiç mi varmadınbir kadına?”

“Yok, varmadım. Eksiğim, gediğim de yok.”“Sen erkek misin?”Celal Baba yine epeyce bir güldü: “Sakalım var

ya!”Ayı kaşlarını çatarak ihtiyarı süzdü bir süre,

sonra yemeye devam etti. Bu durum pek aklınayatmamıştı. Çok sağlıksız geliyordu kulağa. İhtiyarda bir yandan gülüyor, bir yandan yiyordu. “İnan-madım.” dedi Ayı; “Aklıma yatmadı, yalan söylü-yorsun.”

“Peki, yalan söylemiş olayım.”Bir müddet sessiz kaldıktan sonra Ayı: “Bu ya-

şında neden dağlarda dolanıyorsun?” diye sordu.“Gücüm kuvvetim yerinde ki dolaşıyorum.”

“Hiç hayvanın, tarlan, zanaatın yok mu?”“Yok. Okuma yazma da bilmem. Cahilim. Ben

küçükken, anamla ben vardık. Sonra anam öldü.Ölümü belleyenin başka şey öğrenmesine gerekyoktur, dedim ben de.”

“İyi de, nasıl yaşayıp gidiyorsun? Evin nerede?”“Evim bu dağlar dedim ya! Dağlarda yatar kal-

karım, dağlardan geçinirim.”“Hava kötüyken nasıl oluyor da üşümüyorsun?”“Öyle zamanlara tedbirliyim. Mağaraları bilirim,

neden boş dursunlar ki? Mağaralar varken, benneden ev yapayım?”

“Konuşmayı nasıl unutmadın?”Celal Baba yine güldü: “Kimseyle konuşmaz

mı sandın beni? Konuşuyorum yahu. Benim dekendime göre arkadaşım, yarenim var.”

“Kim onlar?” “Canım ne yapacaksın, ben sana soruyor muyum

hiç, karının adı ne diye?”Ayı’nın yüzü düştü: “Yok,” dedi; “beğenmedim.

Benim sevmesem de bir evim, karım, kasabamvar. Senin gibi yalnız değilim en azından, akşamane yiyeceğimi biliyorum.”

“İstemez miydin benim gibi olmayı?”“Bazen isterdim, ama benim hayatım daha otu-

raklı.”“Oturmak güvenlidir. Herkes oturur. Ayağa kal-

kan azdır. Yürüyen daha azdır. Koşan ondan daazdır. Hele zıplayanlar belki de hiç yoktur, bir elinbir parmağı.” Gökyüzünü gösterdi: “Bulutlara de-ğemesen de arada zıpla. Bacakların açılır. Belkioturunca kıçın ısınır ama bacakların tutulur, otur-duğun yerden kıpırdayamazsın bir daha, ona göre.Hem zıplayanların da bir seveni vardır.”

“Kimmiş?”“Kimmiş de kimmiş, neymiş de neymiş! Senin

de adını bilmiyorum ya, sana ne diye seslensem,onu da bilemedim.”

“Ayı benim adım.”“Doğrusu adın sana yakışıyor, sen de adına ya-

kışıyorsun. Ayılar da meraklıdır hem.”Celal Baba doydum der gibi karnını okşadı.

Ayı sofrayı topladı. Önce kendi çıkınını, sonra ih-

79

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

tiyarınkini bağladı, çıkınları pınarın yanına yanyana koyup, yere çöktü. İhtiyar berisinde bir kavağınkökünü çakısıyla eşeliyordu. Ayı’ya döndüğündeelinde üç küçük, mor mantar tutuyordu:

“Eh, bunlar da idare eder.” dedi. “Sen çıkınlarıtopla, ben de biraz mantar toplayayım.”

“Ne işe yarar o mantarlar? Yenir mi?”Celal Baba güldü: “Yenir, tüttürülür. Sen ne işe

yaramasını istersen de ona yarar, değil mi Alaca?”Ayı arkasını döndü. Az berisinde, şimdiyece

gördüğü en alımlı kadınlardan biri duruyordu:Saçları kızıl ve dalgalıydı, yüzü hafiften çilliydi,gözleri yeşildi, incecik dudakları vardı. Narin ya-pılıydı, eteği allı morlu ve kat kattı, gömleği ketendi.Ayı biraz daha baktığında, kadının saç dalgalarınınarasında yaprakların, çiçeklerin, kıymıkların yüz-düğünü gördü.

“Bu kızın adı da Alaca!” dedi ihtiyar. “Obasıdağlardadır, gezinir durur. Hep gençtir, hep alımlıdır.Kaç kişinin kanı ellerinde, bir bilsen Ayı kardeş!”

Alaca güldü, denizi yarar gibi yürüdü, ihtiyarasarılıp yanağından öptü. Sonra Ayı’ya dönüpdişiliğini dudaklarında kıvırıp gülümsedi. Ayı’nınaklı şaşmıştı. Kadını sadece beğenmiyor, kuvvetleistiyordu da. Bunu belli etmemek için yere bağdaşkurdu. Alaca gözlerini yerde sürüyerek kaynağınbaşına oturdu, elini suya soktu. Ayı kadının ihtiyarıöpüşüne, kendinden bu kadar uzak kalışına ina-namıyordu.

“Mantar ister misin?” dedi Celal Baba.“Nasıl yiyeceğim?” dedi Ayı.“İster çiğne, ister benim pipomla iç. Tadı acıdır

amma, söyleyeyim.”“Tütün içmiyorum ne zamandır.”Celal Baba cebinden, biraz yamrı yumru bir

pipo çıkardı. Haznesine, sofradaki kuru mantar-lardan biraz ufaladı, biraz da cebinden çıkardığıkıyılmış tütünden bastı, karıştırdı. Pipoyu ağzınaaltı, bir eliyle altından tutarken diğer elinin avuçiçiyle hazneyi kapadı. Derin bir nefes çekti, bur-nundan dumanlar çıktı. Birkaç nefes daha çektiktensonra, pipoyu kendisine uzattığında Ayı alıklıkla:“Nasıl yaktın?” diye sordu. İhtiyar güldü. Al, gibi-

sinden bir jest yaptı. Ayı pipoyu aldı, içine çekti,dumanı bırakırken hayretle ihtiyarı izlemeye ko-yuldu. İhtiyar bir yandan gülüyor, bir yandanağaçtan ağaca, kökten köke, sanki uçarcasına gidi-yordu. İhtiyarın çevikliğine hayret etti. Bir zamansonra, kendisinde Alaca’yla konuşacak cesaretibuldu. Yeni çıkan ikindi rüzgârıyla eteği uçuşan,bacakları süt kaymak kadına, uçuşan saçlarınıgözüne dolayarak baktı:

“Sen kimsin?” dedi.Alaca başını geriye atarak güldü. İhtiyar da ona

uzaktan katıldı. “Ne olmamı isterdin?” dedi kadıntutkuyla.

“Benim ol!” dedi Ayı burnundan dumanlar çıkaçıka.

“Senin karın yok mu, aptal!”“Var, ama neye yarar!”“Sana yarar, belki de yarıyordur.”Ayı pipoyu ağzına zamklanmışçasına emiyor,

çıkaramıyordu. Dumanlar ciğerlerinde duvardanduvara sekiyordu. Pufurdayarak: “Şeytan görsünyüzünü!” dedi.

“Ne o, beni eve atmaya mı niyetlendin yoksa?”dedi Alaca.

“Evime gir, hiç çıkma!” “Sen önce kendi hayatının cehenneminden bir

kurtul!”Renkler zıplıyordu; Evet, aynen böyle görüyordu

Ayı! Alaca’nın bacaklarındaki süt beyazı saçlarınatırmanıyor; saçlarının kızılı gömleğe ilişiyor; göm-leğin yeşili eteğe tutunuyor, eteğin moru göğe sıç-rıyordu; Evet, aynen ve ancak böyleydi. Sonundagökyüzü mosmor, yeryüzü masmavi kesildi. Tümbunların uzağında Celal Baba renklerinin hiçbiriniatmadan ağaçların arasında dolanıyor, her adımdagülüyordu.

“Hayatım bir cehennem, hayatım berbat!” dediAyı: “Babamın donunda dolanıyorum hala. Or-manları eziyor, ağaçların canını alıp üstüne cankoyuyorum. Her gün aynı koruları geçiyor, hergün aynı ağaç diplerine işiyorum. Her gün aynıazığı yiyor, her gece o kaltağın koynunda terliyorum,niçin? Bu karı beni neden sever, ben neden böyle

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

80

yaşarım? Benden neden korkar millet? Dağlarınardında ne var, senden gelen koku neden bu kadargüzel?”

Alaca güldü, güldü, güldü; ne güzeldi! Ayı şimdionu sadece görmüyor, kokluyordu; Burnu ondansüzülen her bir zerre tütüşü okşuyor, öpüyordu.

“Sarhoş oldum ben! Hadi, gel yanıma! Gelaltıma! Neden kaçıyorsun?”

Ayağa kalktı, başı dönerek de olsa birkaç adımattı, pipoyu yere fırlattı. Alaca olduğu yerdensıçramış, koruluğa girdiği yöne geri geri yürüyordu.Ayı’nın gözündeki renk cümbüşü gırgırı tutturmuşcoşuyordu. Alaca bir ıslık çaldı, arkasında ahreçdonlu bir at peyda oldu. Alaca hemen üzerinezıpladı. Ayı onun kaçacağını anlayınca, hemen CelalBaba’nın atına koştu. Ellerini parçalayarak ağacadolalı uzun dizginini çözdü, sırtına çıktı. Alaca’nınsuyun yoluna koyulduğunu gördü, atın sağrısınabir şaplak attı. Acemilikle yapıştığı at, sanki sahibinitanımıyormuş gibi Celal Baba’nın yanından ok gibigeçti. İhtiyar bıçağı elinde dikiliyor, gülüyordu.

Alaca atı rüzgârla doldurmuş, uçuyordu. Ayı’nıngözleri ilk defa bu kadar çok ürün ekilmiş tarlagörüyordu, ama bunun şaşkınlığı kısa sürdü. Ala-ca’nın atın üstünde sallanan bedeninin çekimi okadar büyüktü ki her şeyi unutturuyordu. Bodurağaçların arasından geçtiler. Su, birkaç başka kay-naktan besleniyor olacak, dereye dönmüştü. Sağlısollu tarlaları besliyor, büyütüyordu. Atların topuklarısuyu sıçratıyor, havayı ıslatıyordu. Zamanla Alacaarayı iyice açtı. İki tepe silsilesinin çakıştığı geçittekayboldu. Ayı pek zaptedemediği atı delice tokatladı,karnını topukladı, hırstan köpürdü. Kül koştukçaaçılıyor, köpürüyordu. En sonunda fırtına gibigeçti geçitten.

Geçti geçmesine de, Alaca ortalarda yoktu. Ayısağına soluna bakındı, göremedi. Atı durdurmayaçalıştı, başaramadı; zaten zaptedebildiği de söyle-nemezdi. Renkler gözlerinden fışkırıyordu, başıda dönmeye başlamıştı. Başını atın boynuna koydu,soluna döndü, sarıldı. Kül kendi ritmini bulmuştu.Suya daldı, Ayı’nın suratına su sıçrattı. Ayı’nınçemberine karşı o hayatı bir doğru gibi algılıyordu.

Sadece başlangıç ve bitiş vardı, arası da bir uzunkoşuydu. Ayı ise her günü, çapına ve kalınlığınakadar aynı bir çemberin üzerinde dolanarak, baş-ladığı yere dönerek geçiriyordu. Kül’ün üç, dörtrengine karşılık, Ayı’nın görecek çok rengi vardı.Gittikçe gördüğü renkler matlaştı. Küçük bir kızınelinden tutan bir adamın yanından geçtiler ve AyıKül’ün üzerinde doğruldu. Yıldırım gibi geriye dö-nüp, gördü: Saçları kızıl, yüzü çilli kızın elindentutan adam uzun kara sakallı, yeşil ve derin gözlü,kafası mor dolaklıydı. Alaca’yla Celal Baba’nın bil-mem kaç yıl önceki hallerini gördüğünü anlayacakkadar dimağı açılmıştı. Kül öyle bir koşuyordu ki,çok geçmeden ufacık kaldılar. Geçtikleri tarlalar,bu güneş, hepsi geçidin ardı gibiydi. Önüne dön-düğünde, Alaca’nın peşine düşünce bir yay olupkendisini fırlatan koruya gittiklerini gördü. CelalBaba, şimdi suyunun üzerinde Kül’ün koştuğukaynağın başındaki taşa oturmuş onlara bakıyordu.İliklerinin boşaldığını, ayaklarının koptuğunu, bö-ceklerin vücudunu kemirdiğini hissetti ama birgram kıpırdayamadı. Kül yolu göz açıp kapayanakadar aldı, eşkine vurdu, Celal Baba’nın önündedurdu. İhtiyar, atın başını okşadı. Ayı dengesinibulamayarak attan indi, ihtiyarın ayakları dibineoturdu, kayaya yaslandı. Başını da koymuştu ki,ihtiyar yüzüne su serpti. Gözlerini açtı, mavisinekavuşan gökyüzünü gördü.

“Şimdi kendini daha bir bildin mi?” dedi CelalBaba. Ayı konuşmadı. Celal Baba: “Beni ben bilezor bilirim, sorma.” dedi; “Dağlara sorsan belki bi-lirler. Alaca’yı sorsan, onu da bilemem. Onu dabelki şu kanını döktüğün ağaçlar bilir. İnsan bukadar koştuktan, aynı mesafeleri eskittikten sonraancak kendini tanır. Başkasını tanıyamazsın, insandenen testi bu kadar su alır. Senden yıllarca öncebu dünyanın üzerinde kuş gibi uçan insanlar, de-nizlerde yüzen insanlar; barutla, ateşle birbiriniöldüren insanlar kimin öcünü aldıklarını, kimi öl-dürdüklerini biliyor muydu sanıyorsun? Çemberdenbaşka bir şeyin üzerinde koşamasan da, bari çem-berini büyüt. Alnında tomurcuklanan terden sor-sunlar seni. Şimdi, sen kimsin?”

81

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

“Ben,” dedi Ayı, gözleri aşağı dönerek, göz ka-pakları kısılarak, burnu küçülerek; “Yalnızlık çe-kenlerin en gamsızıyım.”

“Eh,” dedi ihtiyar: “Bu da bir şeydir.” Kalktı,atının başını okşadı, kayanın öbür ucuna dolandı.At da peşinden geldi, yerdeki otlara uzandı. Atınbaşucunda, ihtiyarın topladığı mantarlar bir öbekti.İhtiyar, atın terkisinden bir keten torba çıkardı,teker teker mor, taze mantarları pamuk atar gibidoldurdu torbaya. Torbanın ağzını kapattı, azıkçıkınını da aldı, ikisini terkiye astı. Ayı’nın fırlattığıpiposunu yerden kaldırdı, parmağıyla haznesinitırnaklayarak boşalttı, tekrar tütünle doldurdu.Bir elinde pipoyu evirip çevirirken diğer elinibeline koydu, Alaca’nın kaybolduğu geçide uzunuzun baktı. Aile kurmuş erkek geyikler gibi, gös-terişli boynuzlarını dengelercesine dimdik ve kor-kusuzdu. Gözlerini Ayı’nınkilere kenetledi, güldü.Ayı’yla Celal Baba’nın gözlerinin arasındaki me-safeye öyle geldi ki, şimdi kendisi mesafeliktençıkmış, bir köylü çocuğunun ağzındaki karayük

sakızı gibi esnemekte, esnedikçe kayınlar gibi uza-maktadır. Ama bu kişilik hali uzun sürmedi:İhtiyar gözlerini piposuna daldırdı çünkü, yineelini hazneye kapatarak derin nefeslerle piposunuyaktı, Ayı’yla Celal Baba’nın gözlerinin arasındakimesafede ne hissettiğini unuttu. İhtiyar çeviklikleatının sırtına atladı, yönünü suyun uzadığı tarlalara,tepelere verdi. Ayı’ya son kez bir baktı, sonra ufakbir şaplakla atı eşkine kaldırdı. Ayı büzülmüş göz-leriyle ihtiyarı izledi: İhtiyar suyun doğrulduğuyol boyunca atı açtı, dörtnala çıkardı. At suyunüzerinde tepinip suyu parçalarken rüzgar ihtiyarınsaçlarını tellendiriyordu. Celal Baba, bir rüyanınuzaması gibi ilerledi, geçidin ortasında kayboldu.

Gökhan TİRİTCİ, (1991) Çilimli’de doğdu. IV. “Hişt, Hişt! GençSait Faik!” Liselerarası Öykü Yarışması’nda birinci oldu. (2009).Tokat BİLSEM bünyesinde iki kitabı yayımlandı. İstanbul ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı ve ikinci sınıfta bıraktı.Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde Özel Eğitim Bölümü okuyor.Öyküleri Siyah Beyaz ve Mürekkep dergilerinde yayımlandı. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

82

4 -5 saat süren uçak yolculuğum sonunda ül-kenin en büyük şehri Kasablanka’ya -Ca-sablanca- iniş yaptım. Aktarma uçağına bin-

dikten bir saat kadar sonra Marrakech kentindeydim.Gece vakti vardığım için çevreyi keşfetmeye çıka-madım. Ama Marakeş -Marrakech- Havaalanı’nınilginç tarihi dokusunu unutamadım. Havaalanınışehrin bir parçası haline getiren Fas temalı duvarlargörmeye değerdi. Elimdeki Euro’ları ülkenin parabirimi olan Fas Dirhemine -MAD- çevirirken elimegeçen paranın çokluğuna şaşırmıştım.

Kısa bir taksi yolculuğu sonunda otele vardım.Taksici yol süresince gece yarısı bana turistik geziyaptırıyormuşçasına çevrede olan yerleri anlattı.Sağda şu, solda şu var… Arapça konuştuğu için pekbir şey anlamadığımı söyleyebilirim. Ama ben İn-gilizce konuşup o Arapça konuşurken nasıl anlaştıysak,havaalanından otele doğru gittiğimiz geniş ve uzunyolu Türklerin yaptığını söylediğini anlamıştım.Otele vardığımızda taksiciyle fotoğraf çekildiktensonra Fas plakasının nasıl olduğunu görmek içinarabanın arkasına şöyle bir bakış attım.

83

FAS, MOROCCOFatih TORUN / gezi

Otelde yer ayırtmış olmama rağmen yer ol-madığını öğrendiğim zaman resepsiyonist benihemen yandaki otele yönlendirdi ve o geceyiorada geçirdikten sonra eski otelde yer ayarlandı.İlk gün otel kahvaltısındaki çeşitlerde yöresel lez-zetler aradım. Bir teyzeyi özel bir tezgahta hamuraçarken gördüm ve önünde inanılmaz sıra vardı.Oteldeki herkes o şeyi yemek istiyordu. Gözucuyla baktıktan sonra gözleme ya da pancakebenzeri bir şey yaptığını ve sonra onu bala bulayıpsunduğunu gördüm. Sonraki günlerde kahvaltıdahep ondan yediğimi itiraf etmeliyim.

Oteli keşfettikten sonra yaptığım ilk şey, kamerayıalıp kendimi dışarı atmak oldu. Kaybolmak ister-cesine -ki bunu başarmıştım- o sokak senin busokak benim dolaşmaya başladım. Aklımda birharita çiziyordum ama gitgide karışmaya başlamıştı.Marakeş sokakları çok temiz ve düzenli görünü-yordu. Ama şehrin eski sokaklarına girdiğimdedurumun daha farklı olduğunu gördüm. Oradakaldığım günler boyunca her gün şehri gezdim.Süslü Bahçeleri, Jemaa el-Fnaa Meydanı, KoutoubiaCami, Harti Stadı gezdiğim yerlerden bazılarıydı.Marrakech insanı çok cana yakındı. Fakat İstan-

bul’daki ‘turistten para yolma’ alışkanlığı buradada vardı. Faslıların deri rengi siyahi denilemeyecekkadar açık, beyaz olamayacak kadar koyu olduğuiçin -sütlü çikolata rengi diyorum ben- oranın ya-bancısı olduğum çok belli oluyordu. Beni görenher taksicinin durduğunu söyleyebilirim. Şehiriçinde her yere yürüyerek gittim. Tüm şehir kıp-kırmızıydı. Çok eskilerden beri şehir yapıları -evler, oteller, sokaklar...- kıpkırmızı idi ve zatenbaşka renk bina inşaatı yapmakta yasakmış. Şehrinbu tarihi kırmızı yapısının hala korunuyor oluşutek kelimeyle muhteşemdi. Gezdiğim yerler arasındaJemaa el-Fnaa Meydanı ve Koutoubia Cami’sibenim favorimdi. Jemaa el-Fnaa Meydanı tarihibir mekan olmakla birlikte şehrin en büyük mey-danıydı. Otelde bulunan eski şehir resimlerindede Jemaa el-Fnaa’yı görmüştüm. Eskiden de şehirtüccarları, satıcılar pazarlarını bu meydanda ku-rarlarmış. Meydan çok aktif ve kalabalıktı. Hediyelikeşya alışverişi yapıp etrafa bakarken bir satıcıdabir sürü şal gördüm ve hemen oraya yöneldim.Satıcı nereden geldiğimi sordu ve Türkiye diyecevap verince ‘aaa Turkıyee’ ardından ‘IbrahimTatlısees’ diye bağırınca karşılıklı gülmeye başladık.Sonra herkesin taktığı puşilerden sordum ve oradabunların adının ‘Kifya’ olduğunu söyledi ve gele-neksel bir kifya modelini hemen çıkarıp banauzattı. Ardından bana nasıl bağlanacağını gösterdive çok uygun bir fiyata verdi. Satıcı çok sevecenbiriydi. Meydandaki gezimi bitirdikten sonra mey-danın hemen yanında Koutoubia Cami’sine gittim.Caminin oldukça uzun ve tek bir minaresi vardı.Şehirde yüksek binalar zaten olmadığından buminare şehrin birçok sokağından görünüyordu.Dışarıdan bakıldığında caminin bir cephesindesütun kökü olduğu anlaşılan taşlar duruyordu. Otaşların caminin eski halinin bir bölümü olduğunufakat günümüzde varlığını sürdüremediğini dü-şündüm. Caminin hemen girişindeki dilencileriatlatarak içeri girmeyi başardım. Hemen peşindenbir adam beni buldu ve kızarak bir şeyler söyledi.Aralarında anladığım tek şey ‘müslim’ kelimesiydi.“Yea muslim, im muslim!” şeklinde karşılık verip

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

84

elimi kalbime götürdüm ve adam anladı. Benirahat bırakıp sessizce gitti. Sonrasında aynı adamınbenim ardımdan girmeye çalışan çekik gözlü tu-ristleri içeriye sokmadığını fark ettim. Adamınbeni bırakmasıyla camiye göz gezdirmeye başladım.Caminin büyüklüğüne hayran kaldığımı söyle-meliyim. Beyaz sütunlar, yeşil orta bahçe, morocişlemeleri... Sonra Cami minaresinin dibine kadargittim ve tüm minarenin o muhteşem oymalarınadaha yakından baktım. Cami elips şeklinde ve he-men ortasında da bir bahçe bulunuyordu. Bahçenintüm zemini çok nazik seramiklerle döşenmişti.Ortasında ise abdest alabilmek için bir yer bulu-nuyordu. Sonradan öğrendim ki Cami 1180-1190tarihleri arasında inşa edilmiş. Böylesine tarihibir yapının tüm görkemiyle hala duruyor oluşubir harikaydı. Ardından içeri girdim ve cami ho-

casını görebilmek için en öne gittim. İmamın dur-ması gereken yer paravan ile kapatılmıştı. Fakatkim olduğunu hala anlayamadığım bir adam pa-ravanın hemen önünde diğer herkesin önündeoturmuş Kuran okuyordu. Simsiyah bir peleringiymiş ve siyah kukuletasını takmıştı. Çok garipduruyordu. Orada namaz kılmanın zevkini tattıktansonra ayrılma vaktim gelmişti. Gizlice bir kaç fo-toğraf çekip oradan ayrıldım.

Başka bir günkü keşif yürüyüşümde şehrin,bizim Bağdat Caddesine benzettiğim bir caddesiile karşılaştım. Şehrin diğer kısımlarından çokdaha bakımlı duruyordu. Çeşitli kafeler, mağazalarve restoranlar orada bulunuyordu. Restoranlarınmenülerine göz ucuyla baktım. Tüm yazılar Fran-sızcaydı. Sonra bir KFC gördüm ve hemen girdim.Türkiyedekinden çok daha az yemek menüsü se-

85

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

çeneği vardı. Yemek arasından sonra yoluma devamettim ve birden sokaklar kalabalıklaşmaya başladı.Yürümeye devam ettim ve az ileride bir kutlamaolduğunu gördüm. Daha da yaklaşınca bir motosikletyarışı olduğunu farkettim. Geleneksel bir motosikletyarışmasıymış. Kutlamanın olduğu yerde şehrinbaşka bir meydanıydı. Daha çok dört yol ağızı gibibir yerdi. Orada bir çadır kurulmuştu ve içeridebir fuar vardı. Kadınların el emeği işlerini sattıkları,çeşitli kıyafetlerin, hediyeliklerin satıldığı bir fuardı.Meydanın başka bir tarafında da içerisinde birsürü kaktüs ve çeşitli tropik ağaçların bulunduğuçok hoş bir bahçe vardı. Aslında şehrin genelindepalmiyeler ve kaktüsler süsleme olarak kullanılmıştı.Bir sokakta, yol boyunca meyve vermiş ağaçlarbile vardı. Kıpkırmızı bu şehrin en güzel tarafı,binaların o toprak kırmızısı, palmiyelerin o canlı

yeşili ve masmavi gökyüzünün muhteşem uyu-muydu. Marok kırmızısı olarak adlandırdığım burengi şehrin her yerinde görebiliyordunuz. Aynışekilde benim İslam yıldızı olarak adlandırdığımsekiz köşeli yıldızın işlemelerini, kabartmalarınıda sık sık kullanmışlardı. Kaldığım otelin duvarlarıbir sürü eski Fas fotoğrafları ve kültürlerine aitçeşitli resimlerle bezenmişti. Çok güzellerdi. Sadecebir akşamımı oteldeki tüm resimlerin fotoğrafınıçekmek için harcamıştım.

Son olarak birkaç gün daha şehri keşfetmek,farklı lezzetler denemek için harcadıktan ve Kou-toubia Camisine tekrar gelme sözü verdikten sonrageri dönüş yolunu tuttum. Havaalanına gidip elimdekalan Dirhemleri tekrar Euro yaptıktan sonra uça-ğıma bindim.

Fas, Morocco, 03.04.2012 - 08.04.2012 ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

86

S elim İleri, raflara yeni düşen “İstanbul MayıstaBir Akşamdı” isimli kitabının ‘BaharYemekleri’bölümünde “Dünkü İstanbullular mart ayına

pek iyi gözle bakmazlardı. Hatta marttan biraz kor-kulurdu. Kış mevsimi geçip gitmiş sanılırken, baharınilk ayının başa işler açacağı akıldan çıkarılmazdı.”cümleleriyle sohbete başlar.Ben ne dünkü İstan-bulluyum, ne de büsbütün İstanbullu; lakin çoknet bildiğim bir şey vardır, baharın adı Nisan’labaşlar.

Şiir, şair, bahar ve Nisan deyince aklımızakolayca gelen üç kelime: Orhan, Veli, Kanık. Busene doğumunun 100. yılı olan Orhan Veli, şiirle-rinde baharı ve Nisan ayını cıvıl cıvıl giydirir,ahenkle konuşturur. Evet, Orhan Veli tam bir Nisanşairidir ve adeta Nisan çocuğu/şairi/insanı olduğunugöğsünü gere gere, meydan okurcasına haykırır:

“Ne çıkar bahar geldiyse?Bademler çiçek açtıysa?Ucunda ölüm yok ya.Hoş olsa da korkacak mıyım zaten

87

BİR GARİP ORHAN VELİFatma ARPAĞ / anlatı

Güneşle gelecek ölümden?Ben ki her Nisan bir yaş daha genç,Her bahar biraz daha aşığım;Korkar mıyım?”1

Şiir ülkesinin “Garip” prensi Orhan Veli asker-deyken arkadaşlarından Sami Onat’a gönderdiğimektuplardan birinde yaşam öyküsünü gözlerönüne adım adım şöyle serer: “1914’te doğdum. 1yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya,10 yaşında yazmaya merak saldım. 13’te OktayRifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşındabara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra dapara kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim.25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşıkoldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.”

Hem bu mektubundaki anlatışından hem depek çok dizesinden açık açık görülen ‘hayatı ti’yealma’ hali Orhan Veli’de baştan ayağa tecessüm et-miştir. Bugün yaşasaydı “100 yaşımda…” diye baş-layacak bir cümle kursaydı acaba nasıl tamamlardı?

Ya da soruyu şöyle biraz daha genişletelim: Garipmizaçlı şairimiz bugün yaşasaydı nasıl bir hayatsürerdi? ‘Yalandan kim ölmüş’ derler ya hayaldende kimsenin öldüğü yok. İstanbul’u Dinliyorum’unşairini işte hayal ediyorum gözlerim kapalı:

Hım… (“İçkiye çok düşkün” ve “sigaranın tiryakisi”olduğu için büyük ihtimal çoktan Hakk’ın rahmetinekavuşmuştu; ama dedik ya hayal bu.) Beykozçocuğu olduğu için her ne kadar liseyi Ankara’daokumuş ve memuriyet hayatı dahi Ankara’da geçmişolsa da hem:

“Rumelihisarı’na oturmuşum;Oturmuş da bir türkü tutturmuşum”2dizelerindeki

hüzünden hem de:

“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;Serin serin Kapalı Çarşı;Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;Güvercin dolu avlular.Çekiç sesleri geliyor doklardan,Güzelim bahar rüzgarında, ter kokuları;İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı”3

dizelerinin yer aldığı o meşhur şiirinden taşan İs-tanbul’un çeşitli ve birbirinden farklı tınıdan oluşanseslerinden ve daha pek çok şiirinde envai çeşitsedasıyla karşılaştığımız İstanbul, muhakkak OrhanVeli’nin hala yaşamını sürdürüyor olduğu şehirolurdu. Belki de

“Dikilir Köprü üzerindeKeyifle seyreder…”4 idi bizi Galata’da.

Çocukluğunun geçtiği üç semtten(Beykoz-Be-şiktaş-Cihangir) biri olan Beşiktaş’ta yaşardı sanırım.Hem halkla daha fazla iç içe olmak için hem dekardeşi Adnan Veli’nin “en çok sevdiği yemek balık”idi dediğini bildiğimiz için. Eee Beşiktaş’ın albenili,deniz kokulu balık tezgâhlarını bilmeyen mi var.Beşiktaş deniziyle, balık tezgâhlarıyla, mahalle sa-kinleriyle, cıvıl cıvıl yaşantısıyla O. Veli’nin gönlünegirmeyi başarmıştır. “Her sınıftan, her meslektenahbapları, arkadaşları” olduğu için Beşiktaş esnafıyla

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

88

da muhakkak kırk yıllık hatrı olan nice kahveleriçmiştir. Hatta aylardan Nisan mıdır bilinmez; sa-hildeki çay bahçesinde otururken;

“Çayın rengi ne kadar güzel,Sabah sabah,Açık havada!Hava ne kadar güzel!Oğlan çocuk ne kadar güzel!Çay ne kadar güzel!”5

dizeleriyle oluşturmuş olduğu “Ne Kadar Güzel”adlı şiirini elinde ince belli çay bardağıyla karşıyıseyrederken ince ince mırıldanırdı, ne güzel.(Hayaletmek ne kadar güzel.)

Küçükken spora özellikle de ayaktopuna olandüşkünlüğünün yanına bir dönem Galatasaray Li-sesi’nde geçen öğrenciliğini de katarsak Galatasaraylıolduğunu düşünüyorum. Öyledir de büyük ihtimal.–Galatasaray Lisesi’nin kendine bağlayıcı bir ruhuolduğuna inanıyorum. Şimdilerde olmasa da eskidenmuhakkak vardı. Yoksa dostlarının anılarında bah-settiğine göre sporla uzaktan yakına ilgisi bulun-mayan Kadıköylü, kibar, derviş ruhlu şairimiz ZiyaOsman Saba, Galatasaray’ın bütün maçlarını takipeder miydi?- Ama kombine almazdı, ona vereceğiparayı daha tutkulu olduğu tiyatro için harcardı.

“Yürümekten hiç bıkmaz” hatta “bazen Beyoğ-lu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek ıslık çalarak gittiği”için bugün de bu alışkanlığını devam ettirir, çoknadir binerdi tramvaya, otobüse, vs.ye. Metrobüsünönünden bile geçmezdi diye düşünüyorum. İstan-bul’un trafiği gençken çekilmiyor, 100 yaşındansonra adamın iliğini kemiğini kurutur. Üstelik oyaşa kadar alkolden, sigaradan, dertten, kederden,sevgiliye hasretten, geçim sıkıntısından hatta oto-mobil kazasından ölmemiş adamı verem ederverem. Fakat Boğaziçi’ne bayıldığı için vapurahaftada bir binmeyi ihmal etmezdi. Kim bilir belkide Nisan yağmurlarının altında gene bir delikanlıgibi elleri cebinde yine yıllar evvelki gibi ıslık çalaçala Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürür, ordan Bo-ğaz’ı seyretmenin keyfini çıkarırdı. Ne de olsa;

“Bu şehirde yağmur altında dolaşılır”6

Bir zamanlar kendinden emin bir şekilde;

“Ben Orhan Veli,…Duydum ki merak ediyormuşsunuzHususi hayatımı,Anlatayım:”

diye kendini tanıtmaya başladığı şiirinin sonunadoğru;

“Bir de sevgilim vardır pek muteber;İsmini söyleyemem,Edebiyat tarihçisi bulsun.”7

89

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

cakasıyla ser verip sır vermediği sevgilisinin kimolduğunun artık bilindiğini duysaydı kızacağınıdüşünmüyorum, aksine mutlu olurdu. Bununlaberaber o pek muteber olan sevgilisine yazmış ol-duğu mektupların ifşa edildiğini ve elden ele do-laştıklarını öğrenseydi memnuniyet duyacağınısanmıyorum.(Fakat biz okuyucular için onu ve şi-irlerini daha yakından tanımamızı sağlayan oldukçahoş okumalar.)

Her şeye diyecek bir sözü olan fakat herkesçebilinen veya allayıp-pullamadan en doğal haliyleortaya koyan ve böyle yaptığı için de “Garip” olarakadlandırılan Orhan Veli’ye göre

“Ölünce kirlerimizden temizlenir,Ölünce biz de iyi adam oluruz.”8

Ölümü böyle sükût içinde, arınılmış şekildetarif eden şair, bakın yaşamayı, bir insan olarakyaşamayı, sade bir insan olarak yaşamayı nasıl dilegetirmiş:

“Ne kağıt yeter ne kalem,Mesut sanmam için kendimi.Bunların hepsi fasafiso.Ne takayım ne tekneyim.Öyle bir yerde olmalıyımÖyle bir yerde olmalıyım ki,Ne karpuz kabuğu gibi,Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi…İnsan gibi.”9

“Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” deme cesaretinigösteren Orhan Veli bugün bu kör olası dünyanınhalini görseydi “kendi pisliğinde boğul” der miydiacaba? Ya da yeni bir şey demeye ne hacet; ölmeden

yaklaşık dokuz ay evvel yayımlamış olduğu “Rahat”adlı şiiri kör olasıca dediğimiz dünyayı kör olasıcahale sokan (biz) limitsiz enaniyet sahiplerine engüzel hitapdeğil midir:

“Şu kavga bir bitse dersin,Acıkmasam dersin,Yorulmasam dersin,Çişim gelmese dersin,Uykum gelmese dersin;Ölsem desene!”10

1955’de cezaevinde bulunan Nazım Hikmet’inkurtarılması için yakın arkadaşları Oktay Rifat veMelih Cevdet’le üç günlük açlık grevine yatmalarısonucunda vatan hainliği, Moskova uşaklığı gibisert ithamlara “… Bir şairin öldürülmesine şairgönlümüz razı olmadığı için, sırf onu kurtarmayıistediğimizi belirtmek için iki gün aç durduk. Niyetimizkimseyi tehdit değildi, sadece şairlik borcumuzuödemekti.” cevabını veren bu Garip şairimize vehayatını kaybetmiş olan, unutulan, önemsenmeyen,tutunmasına müsaade edilmeyen ya da hala yaşıyorolduğu halde hala hak ettiği değeri görmeyen şair-lerimize, yazarlarımıza, edebiyatçılarımıza, sanat-çılarımıza her şeyden evvel bir okur olarak okurlukborcumuzu hakkıyla ödeyebiliyor muyuz?

1 Derdim Başka2 İstanbul Türküsü3 İstanbul’u Dinliyorum4 Galata Köprüsü5 Ne Kadar Güzel6 Bir Şehri Bırakmak7 Ben Orhan Veli8 Ölüme Yakın9 Dalga10 Rahat ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

90

Roman türü edebiyatımıza Tanzimat döne-minde girmiştir. Roman türü bizde eğiticibir işleve sahip ve toplumsal bilinci harekete

geçiren unsurdur. Buna mukabil Batı edebiyatında‘künstler roman’ olarak adlandırılan sanatçı romanlarıbulunmaktadır. Amaçları sanat olan bu türün baş-kahramanları şair ve yazarlardır. Jale Parla bu tanıtımyazısına konu olan çalışmasında romanlardaki yazarve şair olan kahramanları ele alır.

Romanlarda ana karakterlerin yazar olmasınınsebebini Parla, Türk kültürünün yazmaya verdiğiöneme bağlar. Parla’ya göre Türk romanında iki türyazar figürasyonu vardır. İlki, toplumdaki ideolojik,sosyolojik, kültürel, ahlaki vasıfları üzerinde bu-lunduran mükemmel yazar yahut şair olan kahra-manlardır. İkinci tip yazar figürasyonu ise istediklerinielde edememiş, toplumun dışına itilmiş, marjinal,yabancılaşmış, yenik düşmüş yazar olmaya çalışanaciz kahramanlardır. Parla kitabında ikinci tip yazarfigürasyonunu önceler ve Yakup Kadri’nin KiralıkKonak isimli eserinde yer alan Hakkı Celis’i ikincitip yazar figürasyonuna örnek olarak verir.

II. Mahmut’tan başlayarak Osmanlı toplumubüyük bir değişim yaşamaya başlamıştır. Bu değişimsüreçlerinin nedenlerini kayda alan kişi ve kurumlarortaya çıkmıştır. Bu değişimi kayda alan kişileryazarlardır. Türk romanında daha ilk örneklerdebu değişimi kayda alan idealize edilmiş tipler kar-şımıza çıkar. Bu idealize edilmiş tiplerin karşısındaise hiçbir denetlenmeyikabul etmeyen, başka-laşım yaşamış yazarlarbelirir. Peki, başkalaşımnedir? Başkalaşım hızlıdeğişmelerin yarattığıbilinçteki şok dalgala-rıdır. Başkalaşım yaşa-mış tipler hiçbir kalıbagirmez ve büyük bir de-ğişimin ilk merhalesidir.Başkalaşım topyekûn vekökten bir değişimingidebileceği bütün yön-leri alabileceği bütün

91

TÜRK ROMANINDA YAZAR VE BAŞKALAŞIMCemile ORUÇ / kitap yorum

şekilleri varabileceği bütün noktaları gösterir. Yanibaşkalaşımı arzulamak her şeyi göze almak demektir.Başkalaşımı kısaca şu şekilde özetleyebilirim: Türkedebiyatına yeni girmiş olan roman türünde yeralan kahramanlardan aciz, yere düşmüş, yenik vemarjinal olanlar bir değişim yaşar. Bu değişimiParla, başkalaşım olarak adlandırır.

Jale Parla kitabın ikinci bölümüne “TehlikeliYönelişler: Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpı-nar’a Yazar Figürasyonu” ismini verir. Bu bölümdebaşkalaşım yaşayan en önemli roman kahramanlarıMai ve Siyah’taki Ahmet Cemil ile Huzur’dakiMümtazdır. Başkalaşım, yazarın üslubunda ve li-sanında geleneğe uymayıp değişim yaşamasıdır.Halit Ziya lisan ve insan hakkındaki düşüncesiniAhmet Cemil üzerinden vermiştir. Ahmet Cemilile birlikte Türk edebiyatında yenik yazar figürasyonubaşlar. Ahmet Cemil eşi ve benzeri olmayan, herduyguya ve her insana hitap edebilecek bir romanyazmak ister. Bu romanı yazma sürecinde maddi,manevi, psikolojik engellere maruz kalır. Bu ba-kımdan Mai ve Siyah ilk künstlerromanımızdır.

“İki Yazar Bir Melez: İhsan, Mümtaz, Hayri İrdal”kitabın üçüncü bölümüdür. Parla, bu bölümde Tan-pınar’ın yazar figürasyonunda dengeci rolde vetarihçi kalıcılığın sembolü olan İhsan’ı, İhsan’ın kar-şısında aciz yazar Mümtaz’ı ve sonunda melez yazarHayri İrdal’ın portrelerini incelemiştir. Parla’ya göreTanpınar, Freud ve Baudelaire’den etkilenmiştir.Tanpınar’ın sürrealist yanı Huzur romanında Suatkarakteri üzerinde hissedilir. Tanpınar, Suat üzerindenyenik yazar Mümtaz’ı sorgular. Parla’nın belirttiğinegöre Ahmet Hamdi Tanpınar medeniyet değişimiyleberaber yeni bir neslin geldiğini görür. Bu neslin enönemli özelliği şüpheci, tereddüt sahibi ve dargınolma halidir. Parla bu hasletlerin Mümtaz ve Suatkarakterlerinde belirdiğini düşünür.

Parla dördüncü bölüme “Bohemya ve DistopyadanBaşkalaşım İmgeleri: Atay, Karasu, Tekin, Burak,

Toptaş” ismini verir. Sanatsal bir güce dönüşemeyeneylemler sonucu yazarın tükenişini Tutunamayanlar’dabuluruz. Roman hem biçim hem de içerik bakımındanyenilik arz eder. Atay’ın Tutunamayanlar’da başlattığıdilsel başkalaşımın devamını Tehlikeli Oyunlar’dagörebiliriz. Bilge Karasu’nun Gece isimli romanındabaşkalaşım yaşayan özne yani romandaki yazan kişi(yazar) bedensizleşerek başkalaşım geçirir. Bilge Ka-rasu Gece ve Hasan Ali Toptaş Bin Hüzünlü Hazisimli eserlerinde şiddet imgesini kullanmışlardır.Toptaş, Bin Hüzünlü Haz adlı eserinde bir şiddet ti-yatrosu kurmuştur. Metinde semboller betimlemelerşekilden şekle girer. Çoğunlukla kimin konuştuğunuizlemek dahi zordur.

“Orhan Pamuk’un Romanlarında Arayış ve Baş-kalaşım” kitabın beşinci bölümünün ismidir. OrhanPamuk Türkiye’nin modernleşme sürecinde birtakımyanlışlar görür. Bu yanlışların bireye yansımasındandolayı romanlarında eksik yazarlarla karşılaşırız.Pamuk’un metinlerinde gölge yazarlar bulunmaktadır.Onlar boyun eğen kimi zaman bencil kimi zamanuysal kimi zaman da kötü olan yazar figürasyonlarıvardır. Başkalaşma imgesi Pamuk’un kahramanlarınahem kaçma hem var olma olanağı sağlar. Bunlarkimi zaman isimlerinden bile vazgeçerek ‘başka’laşırlar.Pamuk’un öykülerinin başkalaşımla ilişkisi onunöykü anlatma arzusunu içerir. Pamuk’un kahramanlarıhem gücü hem güçsüzlüğü sergiler.

Parla ayrıca Murat Gülsoy’un Karanlığın Ayna-sında isimli romanında yazarlık-yaratıcılık-başka-laşım izleğini anlatmıştır. Parla’nın belirttiğine göreGülsoy, yaratıcılığın bir yansıtma değil bir başkalaşımolduğunu düşünür. Ayrıca Parla şunu da belirtirki sanatçıya özgü olan şey bireyin kendi bedenindenve benliğinden çıkıp başka kimliklere bürünebil-mesidir. Parla bu çalışmasında Tanzimat’tan gü-nümüze kadar romanlardaki eksik yazar ve başka-laşım eşleştirmelerini yapmıştır. Değişim karşısındabirey ya değişime ayak uydurur ya da başkalaşır. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

92

Türkçe karşılığı Gazap Üzümleri olan 1940ABD yapımı Grapes of Wrath, sinema veedebiyat tarihinin kült yapıtlarındandır.

ABD’li yazar John Steinbeck’in aynı isimle sinemayauyarlanan klasiklerindendir. Kitap, Amerika’nınfelaketi olan Büyük Ekonomik Buhran Dönemi’ndegerçekleşen bir hikayeyi konu almaktadır. Doğupbüyüdükleri topraklardan kuraklık, işsizlik, eko-nomik ve sosyal kriz gibi sebeplerden dolayı fakir-leşen Oklahoma’lı bir ailenin topraklarını terkederek umutlar şehri “California”ya mevsimlik işçiolarak gidişini konu alır. California, Joad ailesi veekonomik buhrandan kaçan binlerce insan içinumut kapılarının aralandığı yerdir.

1939 yılında yazılan ve 1940 yılında sinemayauyarlanan bu film, yazarına Pulitzer Ödülü’nü ka-zandırmış, 1941 yılında yedi dalda Oscar Ödülü’nelayık gösterilip En İyi Yönetmen Akademi Ödülü’nüJohn Ford’a, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Aka-demik Ödülünü de Jane Darwell’e kazandırmıştır.Ayrıca film çeşitli yarışmalarda 5 ödül daha ka-zanmış, Amerikan Birleşik Devletleri Kongre Kü-tüphanesi’ne bağlı Ulusal Film Arşivi’nin korumaaltına alınması gereken filmleri arasında gösteril-miştir.

Gazap Üzümleri’nin, John Ford’un en iyi filmiolduğu söylenmektedir. Aynı zamanda uyarlandığıedebiyat eserinden daha üstün olan ender Hollywoodfilmlerinden biridir.(Bu fikre romanın yazarı JohnSteinbeck de katılmıştır.)

Amerikan Film Enstitüsü tarafından tüm za-manların en iyi filmleri arasında 23. sırada gösterilenbu filmin sendika yanlısı duruşu, hem romanınyazarı John Steinbeck’in hem de yönetmen JohnFord’un McCarthy tarafından komünizm yanlısıeğilimleri olduğu iddiasıyla soruşturmaya uğra-masına sebep olmuştur.Bu tür sebeplerden dolayıkitap ve filmin Rusya ve ABD’nin çeşitli eyaletlerindeyasaklandığı ve daha da ötesi John Steinbeck’inölüm tehditleri aldığı bir gerçektir.

12 Angry Man’ den bildiğimiz 1940’lı yıllarınünlü oyuncusu Henry Fonda, filmde başroldekiTom Joad karakterini canlandırarak usta oyuncu-luğunu kanıtlamıştır.

Siyah-beyaz bir film olmasına rağmen seyircisiniderinden etkileyen Grapes of Wrath filminde AlfredNewman’ın başarılı müziklerinin etkisi de oldukçabüyüktür. Benlikten yola çıkıp bize varan film, si-yah-beyaz film tutkunları için vazgeçemeyecekleribir başyapıttır. ♦

93

UMUT YOLCULUĞUNDAKİGÖLGELER“GRAPES OF WRATH”Müberra COŞKUN / film yorum

Onur Ünlü’nün İstanbul Film Festivali’ndeAltın Lale ödülü alan son filmi Sen Ay-dınlatırsın Geceyi, izleyicilere sıradan

bir Anadolu kasabasında yaşayan insanların fan-tastik gibi görünen; ama özünde insanların yineinsan olduğunu hatırlatan ve anlatan bir hikâyesunuyor. Filmde kasabalılar birtakım olağanüstügüçlere sahip olsalar dahi içlerinde endişeler, sı-kıntılar, arayışlar yaşamaktadır. Nitekim film,Europides’in “İnsan endişeden yaratılmıştır.” sözüylebaşlayıp; izleyiciye insan olmanın getirdiği bazıgereklilikleri sorgulama fırsatı sunuyor.

Filmde karşımıza duvarların ardını görebilen, du-varlardan geçebilen, elleriyle nesneleri kontrol edebilen,zamanı durdurabilen, ellerini bir silah gibi kullanabilen,görünmez olan, ölümsüz olan karakterler çıkıyor.Tüm bu sıra dışı – olağanüstü- güçlere sahip olsalarda karakterler, yine de bir trajedinin ortasındadırlarve bu trajedinin onlara yaşattığı endişe, sıkıntı vearayışlardan kurtulmanın yollarını aramaktadırlar.

Film, baş karakter Cemal’in (Ali Atay) trajedisinimerkeze alarak ilerlemekte. Cemal, az konuşan,

sürekli uzaklara dalan, sakin bir kişiliğe sahiptir.Kasabanın çarşısındaki berber dükkanında babasıylabirlikte berberlik yapar, aynı zamanda amatör maç-larda yan hakemlik yapmaktadır. Cemal’in intiharakalkışmasıyla başlayan film, yine onun arayışları,hataları ve hatalarını düzeltme çabasını işliyor. Ce-mal, duvarların ardını görebilen, duvarlardan ge-çebilen olağanüstü bir güce sahiptir. Bir arayışiçindeki bu genç adam, ilk başta kendine ölümüseçer -ölüm belki de ona kaybettiklerini bulmafırsatı tanıyacaktır-; ama başarılı olamaz. Kasabanınzengini Dündar Bey’in çiftliğinde güzeller güzeliYasemin’i (Demet Evgar) gören Cemal, hayatınabaşka bir şekilde yön vermeye karar verir. Arayışıartık aşk olmuştur Cemal’in. Yasemin’le evlenirler;fakat Cemal bir şeylerden emin değildir. Eşininkendisini aldattığını düşünür. Bir başka trajediyleboğuşan Yasemin ise geçmişte yaşamış olduğukötü hatıraların izlerini Cemal’e sığınarak unutmayaçalışmaktadır. Her şey güzel başlamışken, en güzeledoğru gidecekken Cemal’in şiddeti Yasemin’in be-deninde yankılanır. Hızını alamayan Cemal, Yase-

94

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİAnıl ŞEN / film yorum

95

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

min’in kendisini aldattığını düşündüğü DündarBey’in yanında alır soluğu. Onu vurur. İzleyicigibi o da Dündar Bey’in öldüğünü düşünür; fakatDündar Bey, ölmemiştir. Çünkü o ölümsüzdür.Onun trajedisi de ölememektir. Sahip olduğu ölüm-süzlük onu mutlu etmez. Çünkü Tanrı’ya ait olanbir özellik insana çok gelmektedir. Cemal hatayaptığını anlar ve hatasından dönmek için ilkokulöğretmeninin yanına gider. Bilgi sahibi bu kadıngörünmezdir. Cemal’in karısını sevdiğini anlar;ona tavsiyelerde bulunur, karısından özür dilemesigerektiğini söyler. Bunun üzerine çarşıya çıkanCemal, çarşıda gezerken kasabada daha önce hiçgörmediği bir kızdan kitap alır. Özür dilemeninyolu bu kitaptaki (Shakespare’ in Soneleri) şiirlerdenbirini Yasemin’e okumaktır. Kızla dertleşirken kızınsahip olduğu bir olağanüstülüğü keşfeder. Kızellerini kavuşturduğunda zamanı durdurabilmek-tedir. Kızın bu özelliği Cemal’in dikkatini çekmiştir.Aralarında bir yakınlaşma başlayacakken Cemal,günaha bulanmaktan korkar ve koşar adımla Ya-semin’e gider. Cemal bir gece vakti tüm saflığı veiçtenliği ile Yasemin’e serenatını yapar, geceleri ay-dınlığa dönüşecektir… ama yine olmaz. Yaseminhamiledir ve bu utançla gözden kaybolur. Cemalise çatışmalarına, hatalarına, endişelerine rağmenhala Yasemin’i istemektedir. Yasemin yoktur. Birkuş gibi uçup gitmeye karar vermiştir. Cemal iseonun peşinde. Tek çare zamanı durdurmaktır.Bunun için bir cinayet işlemekten bile çekinmez.Kendisinin olmayan bir gücü kullanır ve zamanıdurdurur. Zaman durmuştur, ama karşısında ne

ardını görebileceği ne de içinden geçebileceği birduvar vardır. Yasemin göklerde Cemal yeryüzündekalmıştır. Yani trajedileri onları bırakmamıştır.

Film; fantastik, absürt, sıra dışı anlatımıyla iz-leyiciye insanın içini binlerce yıldır kemiren vehala cevap bulamadığı kavramları sorgulama fırsatısunuyor. Hatalarımız, hatalarımızdan dönme ça-balarımız ve bunların sonunda ortaya çıkan traje-dinin insanı sürüklediği endişelerimiz. ♦

Bu yazıya Efendimiz İdris Amil Efendi’nin omübarek nidasıyla başlamanın uygun ola-cağını düşündüm. Efendimiz, yani İdris

Amil Efendi, romanımızın başkahramanıdır. Fizikselolarak tıknaz, şişman, sivilceli bir şahıstır. Huyolarak ise üçkağıtçı, tembel, düzenbaz ve affedersinizbiraz da dişi kişilik meraklı bir abimizdir.

İhsan Oktay’ın 7. yani son kitabı olan “GalîzKahraman”dan bahsediyoruz tabii ki. Galîz kelimeanlamı olarak çirkin, hoş olmayan manasına gelir.Zaten kitabın başkahramanı olan Efendimiz ile deyazar çirkinliği açısından iğneleyici cümleler kurar.

Kitabın kapağında bir kalp içinde o meşhurhasır şapkası ile Efendimiz’in bir portresi yer al-maktadır. Kapakta bulunan her resim içeriklealakalı bilgiler sunar bize. Kitabın kapağı bu açıdangüzel bir imge çalışmasıdır, diyebiliriz.

Olay, alışılagelmiş İhsan Oktay romanlarınındışında Cumhuriyet Türkiye’sinde geçmektedir.Daha doğrusu Cumhuriyet İstanbul’unda. İstan-bul’un Kasımpaşa semtinde yaşayan Efendimiztembelliği ve üçkağıtçılığı dışında “birazcık” kadın

meraklısıdır. Bunun için kabadayılığa soyunur,edipliğe(daha çok şairlik) ve sinemaya el atar. İşteroman, Efendimiz’in bu maceralarını konu edinir.

Kitap bize Kasımpaşalılık ve kabadayılık hakkındada güzel ve yararlı bilgiler sunar. Kanımca kitabınen önemli kavramları kabadayılık, sokak kültürüve edebiyattır. Çünkü Efendimiz kabadayılık veedebiyata merak salan ve sokak kültüründe yetişmişdünyanın “en güzel” mahlukudur.

Son olarak; siyasete de çok fazla girmeden,“Efendimiz yani İdris Amil Hazretleri hem semtiitibariyle hem de biraz iğneleyici bir dille Sn. Baş-bakan’ı temsil ediyor diyebilir miyiz?” acaba de-mekten kendimi alamıyorum. Tabii bunda yüzdeyüzlük bir örtüşmeden bahsetmek mümkün değildir.Zaten bu edebiyatın doğasına da aykırıdır.

İhsan Oktay Anar, Galîz Kahraman, İletişim Yayınları, 2014. ♦

96

“HÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜÜP!JJJJJJJJJJJJJJJ!NAH-HA!”Mehmet Seyyit GAZEL / kitap tanıtım

97

Okumayı “yaratıcı etkinliklerin en insaniolanı” olarak adlandıran Alberto Manguel’inOkumanın Tarihi, Hayali Yerler Sözlüğü,

Okumanın Günlüğü gibi diğer eserlerinden bilindiğiüzere “Okumalar Okuması” adını taşıyan yenikitabı da okuma sanatı üzerine kurulmuş seçkinbir eser. Fakat okumalar konusunda bir kâşif do-nanımına sahip olan Manguel’in, okumayı öyleboş zamanlarda yapılan basit bir iş olarak değil;kitabın içerisinde kendisinin bizzat verdiği şu ta-nımdan da iyice anlaşıldığı üzere profesyonelceyaptığı su götürmez bir gerçek: “Okumak, bir metnegirme ve onu bireysel kapasitenin tamamıyla keşfetme,yeniden icat etme edimi içinde yeniden sahip olmayeteneğidir.”

Okumakla ilgili denemelerden müteşekkil olankitap bir bakıma Manguel’in okuma serüveninivermenin yanında birçok eser ve şahsiyeti yenidenve yepyeni bir pencereden okuma zevkini sunarokuyucularına.

Kitabın girişi, önsöz hatta kaynaklar kısmının ya-nında sekiz başlıktan oluşan tüm bölümlerinin ‘Alice

Harikalar Diyarında’ kitabından alınan epigraflarlaaçılması bu zevkli okuma yolculuğunda bizlere Ali-ce’in refakatçilik edeceğini gösteren nazik dokunuş-lardır, Manguel’in kalemiyle çizilmiş.

“Kimim Ben?” başlıklı ilk bölümde yazarınokuma serüveninin nasıl başladığını ve Alice Hari-kalar Diyarında’nın hayatında ne derece büyük biröneme sahip olduğunu(büyük kızının adını Alicekoyacak kadar) görmek mümkün. İkinci bölümdedünya edebiyatının usta yazarlarından Jorge Luis-Borges’in aşklarını, bilinmeyenlerini öğrenmeklekalmaz üstelik ünlü öyküsü Alef ’i bir kez daha,ancak bu sefer bir başka açıdan okumamız gerektiğihissine de kapılırız. Bu bölümde ayrıca Borges’inmetinlerinde hayat bulmuş olan erkek ve kadın kah-ramanlar üzerinden usta yazarın hayatındaki kesit-leri, Manguel tarafından verilen anlam yoğunluğuile okuma şansını yakalar okur.

Her devirde toplum hayatının olmazsa olmaz-larından olan adalet kavramının samimiyetle olanözel bağlılığını veren “Hakikatin Israrı” adlı de-neme gözden kaçırılmayacak bir yazı.

OKUNMALI OKUNMALIFatma ARPAĞ / kitap tanıtım

Kitabın dördüncü bölümüne ad veren “Cinas”başlığının altında sıralanmış olan yazılar/okumalarokuma-yazma yolunda en az okumak ve yazmakkadar önem arz eden ancak pek fark edilmeyen un-surları fark etmemizi sağlıyor. Manguel’in“Yazmasistemlerimizin takdir edilmeyen kanun koyucusu”diye nitelendirdiği noktanın macerasını okumak,insanı şaşırtmıyor değil. “…Napoleon’unki gibi kı-sacık boyundan doğan belli bir kibre sahiptir. Baş-lamaya istekli olduğumuz için, başlangıcımıza işareteden bir şeye ihtiyacımız yoktur ama ne zaman du-racağımızı bilmemiz gerekir: Bu minik mementomo-ribize kendimiz dahil her şeyin bir gün mutlakadurması gerektiğini hatırlatır.”

“Coğrafyamın haritası okumalarımdır. Tecrübe,hafıza, arzu onu renklendirir ve biçimlendirir amakitaplarım onu tanımlar” diyen ve kendini profesyo-nel bir okur olarak tanımlayan Manguel’in sağlam,esaslı ve oldukça da zengin bir coğrafyaya sahip ol-duğu aşikâr. Bu coğrafyada kimlerle karşılaşmıyoruzki: Homeros, Dante, Borges, Che, Auden, Doris Les-sing ve daha nice yazar, şair, edebiyatçı… Alice Ha-rikalar Diyarında, İlyada, Odysseia, Don Quijote,Pinokyo, İlahi Komedia’yı yeniden yenileyerek oku-mak… Daha önce karşılaştığımız, günlerce yan yanadolaştığımız pek çok kitap kahramanına da bu say-falarda rahatlıkla rast gelmek mümkün.

Her kitap, her okuma okuyucusuna ufak,küçük, basit de olsa bir şey kazandırıyorsa iktifa et-memiz gerektiğine inanıyorum. “Edebiyat çözümönermez ama ortaya iyi açmazlar atar.” diyen ustayazar Manguel, edebiyatın gücünü çözmüştür. Vekalem tutan elin, silah tutan elden üstünlüğünü el-bette savunanlardandır.

Tabi kitaptan bu kadar haz almamıza katkı sağ-layan Sevin Okyay’ın yaptığı çevirinin hak ettiğideğeri de görmezden gelmek olmaz. Son derecetitiz ve akıcı bir dil kullanmış olan Okyay’ın yıllar-dır yaptığı çevirmenlikte sağlam bir zemin oluştur-duğunun yeni kanıtıdır adeta ‘Okumalar Okuması’.

‘Okumalar Okuması’ “Deneyimin kitapları, ki-tapların kişisel deneyimi zenginleştirdiği ve dönüş-türdüğü yaratıcı bir okuma nasıl olur?”sorusunacevap vermekle kalmayıp beraberinde okurun zih-nini meşgul edecek sorular da sorar:

•“Neden, hayatımızın belli anlarında, bir kitabınarkadaşlığını diğerininkine tercih ederiz?”

•“Ne amaçla okuruz?”•“Daha fazla bilmeye, entelektüel keşfimizin hep

geriye bakan ufkuna erişmeye çalışmamızın sebebinedir?”

•“Okumanın sonu nedir?”Öğrenci, öğretmen, editör, yazar, çevirmen,

ideal okur veya yazarlık yoluna girmeye hevesli hertürden okuyucunun tavsiyeler bulacağı OkumalarOkuması’nı okurken yüzlerde tatlı tebessümler çiz-diren denemelerden akla gelen ilk üç yazı:

- İdeal Okurun Tanımına Yönelik Notlar-İdeal Kütüphanenin Tanımına İlişkin Notlar-Yuva Olarak KütüphaneKitabın son başlığını içeren “Akıl Almaz Kütüp-

hane” bölümü neredeyse Manguel’le konuşma ha-vasında okunuyor. Son kelimeyi de iştahlayuttuktan sonra sayfalardır okunan o kadar keli-meye karşılık ağzınızdan yalnızca iki kelime dökü-lüveriyor usulca: Teşekkürler Manguel!

Alberto Manguel, Okumalar Okuması, YKY, 2013. ♦

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

98

99

Günümüzün en önemli hikâye yazarlarındanolan Mustafa Kutlu, “Nur” hikâyesiyle oku-yucuya yeniden merhaba dedi. 207 sayfalık

uzun bir hikâye olan “Nur”, Ocak ayında DergâhYayınları tarafından yayımlandı. Taşralı hikâyeciyine uzun anlatmaktadır; ama kısa ve sade cümlelerle.Kutlu, okurla söyleşen, halk deyimleriyle bezenmişbir sözlü edebiyat dilini tercih etmiştir Nur’da. An-latmanın eski ve yeni hünerlerini Nur’da toplamıştır.Kutlu hikâyeyi akıcı kılmak için yer yer Dede Korkutanlatımına, yer yer de meddah tekniklerine başvur-muştur. Kutlu, diğer hikâyelerinde olduğu gibi Nur’dada bizi tasavvufun derinliklerine çekmektedir.

Hikâyenin kahramanı Nur bir arayış içindedir.Dünyevi zenginlik açısından en had safhaya ulaşanNur, bir boşluktadır. Bu boşluğu doldurmak içinbir arayışa girer. Nur aslında bir “insan-ı kâmil”olma arayışındadır. “İnsan-ı kâmil” olma isteği isebir “mürşid-i kâmil” arayışına sürükler Nur’u. Nurbu arayışını neticelendirmek için yollara düşer veMecnun misali diyar diyar gezer. Nur, bu uğurdanice dünyevi gayret içinde mümkünlerin kıyısına

biraz olsun yaklaşmak ister. Peki, ne için? Bütünmümkünlerin ötesine varmak için. “Bütün müm-künlerin kıyısına” değil, “bütün mümkünlerin öte-sine” varmak için. Mümkünlerin ötesine varmakiçin Nur, bir “mürşid-i kâmil”in eteğinden tutmakister; ancak Nur’un bu arayışı hep cevapsız kalır.Nihayetinde, bu arayış sırasında karşılaştığı birimam Nur’a şunu söyler:

“ …. Tasavvuf, kitaplardan öğrenilmez kızım. O,bir yaşama biçimidir.” (s.78)

Nur, bu cevaptan sonra tasavvufu okuyarakdeğil, yaşayarak öğrenmeye başlar. Tasavvufu, ki-taptan değil, geldiği yer olan topraktan öğrenmeyebaşlar. Hikâyenin sonunda ise Nur, geldiği yere –toprağa- geri döner.

Nur, bize yazılmış bir mektup gibidir adeta.Kutlu, bu hikâyede bizi bize anlatmakta, kahra-manlarını da bizden seçmektedir. İnsan kendisineyazılan bir mektubu nasıl heyecanla açıp okuyorsaNur da bir oturuşta okunacak bir mahiyettedir.

Mustafa Kutlu, Nur, Dergâh Yayınları, 2014. ♦

MUSTAFA KUTLU’DAN MEKTUP VARMustafa DAĞ / kitap tanıtım

Edebiyat profesörü Ian Almond’un “Yeni Or-yantalistler” kitabı, oryantalizmin geldiğison noktayı göstermesi bakımından ayrıntılı

ve önemli bir çalışma. Edward Said’den aşina ol-duğumuz oryantalizm kavramına Almond, Batılıbazı aydınların metinleri üzerinden İslam’a ve Do-ğu’ya bakarak yeni oryantalistleri işlerken, ayrıcason derece önemli bir konuya, Doğu’nun kendiiçindeki oryantalistlerine de değinmekte.

Kitap üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümdeAlmond, ‘Modernite Eleştirisi ve İslam’ başlığı al-tında Nietzsche, Foucault ve Derrida’nın metinleriüzerinden onların İslam’a ve Doğu’ya bakışlarınıişliyor. Batı ve Hristiyanlıkta çok önemli bir isimolan Nietzsche’nin İslam’a dair okumalarını irdeleyenAlmond, bu okumalarda Nietzsche’nin İslam’ı an-lama yönünün “araçsal” bir nitelik taşıdığını be-lirtmekte: “Mesele İslam’ın daha iyi anlaşılmasıdeğil, kendini daha iyi anlamanın bir aracı olarakİslam’ın kullanılmasıdır.” Diğer taraftan Doğuyave İslam’a karşı diğer Batılı entelektüellerden birnebze daha reel baktığını düşündüğümüz Fouca-

ult’nun Doğusunun, Almond’ a göre, pek çokaçıdan Nietzsche’nin Doğusuna benzer. Foucaut’nunTunus izlenimleri ve İran devrimi üzerine söylediğisözlerin onun kendi zamanına ve kendi anlayışıdoğrultusunda “moderniteye karşıtlık” üzerindengeliştirdiğini belirtir. Yani Almond, Foucault’dameselenin kendi içinden tutarlılığıyla ilgilendiğinidolaylı olarak da olsa anlatır. Derrida bahsindeise Almond, İslam’ın Derrida’da “öteki” olarak kal-dığını söyler. İslam’ın Derrida nazarında hepçevrede kaldığını, İslami algılarının hiçbir zamanderin bir şekilde işlenmediğini ve Derrida’da sözkonusu olanın sadece “meseleye bakıp geçmek”olduğu belirtilir.

Yeni Oryantalistler kitabının ikinci bölümü ‘İs-lam ve Postmodern Kurgu’dur. Almond bu bölümdeBorges, Salman Rüşdü ve Orhan Pamuk’un ro-manlarında oryantalizmi işler. Borges’te İslam, birimgeler havuzu, bir egzotik motiftir. Borges’teİslam, kendi eserlerini renklendirmek ve canlan-dırmak için İslam’ı kullanan Goethe, Byron, Emer-son, Joyce gibi batılı sanatçılara benzer. Borges’in

100

YENİ ORYANTALİSTLERBilal DEMİR / kitap tanıtım

101

Mart-Nisan-Mayıs 2014 / Sayı: 23 Aylık Edebiyat Düşünce Dergisi

metaforlarında İslam’ın “araçsallığı” söz konusudur.Salman Rüşdü ve Orhan Pamuk özelinde ise Al-mond’a göre dikkat çekici nokta, her iki yazarında Müslüman bir çevrede doğup büyümelerinerağmen eserlerindeki ‘yerli oryantalist’ ruhtur. Bu-güne kadar Hilmi Yavuz’un birkaç kez bahsettiğiancak pek dillendirilmeyen “yerli oryantalistler”bahsi, Almond’la birlikte Orhan Pamuk ve SalmanRüşdü metinleri etrafında işlenir. Biri Türkiyelidiğeri Hintli, Müslüman coğrafyalarda yetişen buiki yazar, diğer yazarlardan farklı olarak Doğununkendi çocuklarıdır. Ancak Doğuya ve İslam’a karşıseküler duruşlarıyla ön plana çıkan bu iki yazar,Almond’a göre Batı gözüyle Doğuya bakan yerlioryantalistlerdir. Pamuk’ta İslam, bir hüzün duy-gusuyla iç içedir. Pamuk’un Kara Kitap adlı eseriüzerinden Almond, kitapta “İslam’ın mana coğ-rafyasına dair yapılan her göndermenin rahatsızedici bir kayıp ve terk hissi taşıdığını” söyler. Al-mond, Kara Kitap’ı şöyle tanımlar: ‘bir yabancıtarafından yabancılar için yazılmış İslam hakkındaTürkçe bir roman.’

Kitabın son bölümünde Almond ‘İslam, Teorive Avrupa’ başlığı altında Kristeva, Baudrillard veZizek metinleri üzerinden İslam’a bakar. Zizek veKristeva’ya karşılık Almond’a göre Baudrillard’inoryantalizm yaklaşımının, Said’in oryantalistlerekarşı geliştirdiği itirazın çağdaş bir karşılığıdır.

Ian Almond’un Yeni Oryantalistler kitabı hemBatının kendi içinden gelen geç bir itirafı hem deDoğunun son halini anlama adına “artık yeri gelen”önemli bir tespitidir.

Ian Almond, Yeni Oryantalistler, Pinhan Yayıncılık, 2013. ♦

Ian Almond

102

CÜMLE’DEN ÖTESİ / İz Bırakan Replikler

Hazırlayan: Anıl ŞEN / Ömer UYAN

ESARETİN BEDELİ Yönetmen: Frank Darabont

– Hücrede iki haftaya değdi mi?– Gözümü açıp kapayıncaya kadar geçti.– Saçmalama hücrede zaman öyle geçmez.– Bay Mozart bana eşlik etti.– O pikabı aşağı indirmene izin verdiler yani?– Buradaydı ve burada (kafasına ve kalbine işaret ediyor), müziğin güzelliği budur. Kimse onu

sizden alamaz. Daha önce müzik için böyle hissetmediniz mi?– Gençken mızıka çalardım, zamanla ilgimi kaybettim. Burada bana çok anlamlı gelmedi.– Bana en çok burada anlamlı geldi. Bir tane alsan unutmazsın.– Neyi unutmam?– Dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı şeyler var. İçinden alamayacakları ve

dokunamayacakları şeyler. – Ne hakkındalar?– Umut. – Umut. Sana bir şey söyleyeyim dostum. Umut tehlikelidir. Umut bir insanı deli edebilir. İçerde bu

iyi değildir. Bu fikre alışsan iyi olur.– Brooks gibi mi?!

103

SASOM I EN SPEGEL (AYNADAKİ GİBİ)Yönetmen: Ingmar Bergman

– Bana Tanrı’nın varlığını gösteren bir örnek ver.Veremezsin.

– Verebilirim, ama benim dediğimi dinlemelisin,Minus.

– Dinliyorum, baba.– Şöyle yazılıdır kitapta: Tanrı sevgidir.– Bütün bunlar yalnız söz benim için, tümüyle

anlamsız sözler…-–Bekle biraz, hem de sözümü kesme. Sana biraz

kendi umudumdan söz edeceğim.– Tanrı sevgisi mi bu?– Sevginin gerçek bir duyu olarak, insanların

dünyasında var olduğunu bilmemdir bu.– Senin demek istediğin, sevginin apayrı bir şekli.– Her türlü sevgi, Minus! En yüksek ve en alçak,

en yoksul ve en zengin, en gülünç ve en güzeli.Çılgıncası ya da marazisi. Sevginin her çeşidi.

– Sevgiye karşı duyulan özlem.– Sevgiyi özlemek ve yadsımak. Umutsuzluk ve

umut.– Öyleyse sevgi bir delil.– Sevginin Tanrı’nın varlığını ortaya mı koyduğunu

ya da Tanrı’nın kendisi mi olduğunu bilemeyiz.Ama bunların ikisi aynı şey.

NİNJANIN İNTİKAMIYönetmen: James Mc Teigue)

– Bence hangi yöne doğru büyüyeceğine ağacın kalbi kararvermeli.

– Ağaçların kalbi yoktur.– Her şeyin kalbi vardır.– Benim yok.– Öyle mi, bakayım.– Merhaba! O da merhaba diyor. Benimle tanıştığına memnun

olmuş. Ama seni özlüyor.

kitap

Alberto ManguelOKUMALAR OKUMASI

Ian AlmondYENİ ORYANTALİSTLER

İhsan Oktay AnarGALÎZ KAHRAMAN

Yönetmen

Mustafa Fazıl CoşkunYOZGAT BLUES

film

Yönetmen

Reha ErdemŞARKI SÖYLEYEN KADINLAR

Yönetmen

Emin AlperTEPENİN ARDI

Fraktal Son Sayfa Önerileri

104