"1945-1950 Yılları Arasında Türkiye'de Sol Basın: Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları", TSBD...

264
ULUSAL 12 SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14-16 Aralık 2011 TÜRK SOSYAL BİLİMLER DERNEĞİ ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR ve KONGRE MERKEZİ

Transcript of "1945-1950 Yılları Arasında Türkiye'de Sol Basın: Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları", TSBD...

U L U S A L

12S O S Y A LBİLİMLERKONGRESİ

14-16 Aralık

2011

TÜRK SOSYAL BİLİMLER DERNEĞİ

ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİKÜLTÜR ve KONGRE MERKEZİ

12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi

DÜZENLEME KURULU

Prof. Dr. Yüksel Akkaya

Yrd. Doç. Dr. Atilla Aytekin

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ

Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu

Dr. Ömür Birler

Prof. Dr. Korkut Boratav

Prof. Dr. Simten Coşar

Prof. Dr. Fuat Ercan

Dr. Asuman Göksel

Yrd. Doç. Dr. Meltem Kayıran

Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse

Doç. Dr. Hakan Mıhçı

Prof. Dr. Oğuz Oyan

Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir

Doç. Dr. Ali Murat Özdemir

Prof. Dr. Oktar Türel

Prof. Dr. İşaya Üşür

Doç. Dr. Galip Yalman

Doç. Dr. Filiz Zabcı

Kongre Sekretaryası

Ergün Altuntaş

Oturum Görevlileri

ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu ve

ODTÜ Ekonomi Topluluğu Öğrencileri

BASIM YERİ

Tel : (0.312) 435 0 435 - 395 2 116

Onikinci Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi

Kuruluşunun 44’üncü yılını geride bırakan Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD), Haziran1980’denbuyanaikiyıldabirdüzenlemekteolduğuUlusalSosyalBilimlerKongrelerininonikincisinigerçekleştirmektenkıvançduymaktadır. Dahaöncekikongrelerimizdedeolduğugibi,sosyalbilimcilerimiz12.UlusalSosyalBilimlerKongresi’ne yoğun ilgi göstermişlerdir. TSBD’nin düzenleme kurulunda görev alan çalışmaarkadaşlarımızınözverilivetitizçalışmalarısonucubelirlenenKongreprogramımızdaki72oturumdasunulacak olan 286 değerli bildiri bunun bir göstergesidir. Kongremizin, Türkiye’de ve dünyadayaşanan gelişmelerin tarihsel süreç içinde değerlendirildiği ve geleceğe yönelik dönüştürücüaçılımların ele alındığı canlı bir tartışma ortamı sağlayarak bu ilgiyi karşılıksız bırakmayacağınıumuyoruz.

Gücünü somut gelişmeleri kavrayabilmekten alan entellektüel tartışmalara ve bunlardanyeşerecekumutlara son yıllardaher zamankindendaha çok ihtiyacımız var. Toplumsal yaşamıngiderekheralanınayayılmaeğilimigösterençatışma,savaş,gerginlik,acılarveçaresizlikhalleribununenönemlinedenidir.KapanışoturumununtemasınıKrizlerveDirenişlerolarakbelirleyerekdünyanın ve ülkemizin geçmekte olduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımlar sarmalındayaşananlarıdeğişikboyutlarıyladeğerlendireceğiz.

12.UlusalSosyalBilimlerKongresi’ndeyakıngeçmiştearamızdanayrılandeğerlihocalarımız,Prof.Dr.ÜnalNalbantoğlu,Prof.Dr.ServerTanilliveHalitÇelenk’isaygıveözlemleanacağız. TSBD, bundan önceki kongrelerde olduğu gibi, 11. Kongre’ye sunulan bildirilerden belirlitemalar çerçevesinde oluşturulan bir seçkiyiEfil Kitapevi aracılığı ile sosyal bilimcilerin ilgisinesunmaktadır. Derneğimiz, 12. Kongre’ye sunulacak bildirilerden oluşturulacak seçkileri deyayımlamayıvearaştırmadünyamızakalıcıbirkatkıdabulunmayıamaçlamaktadır.

Her zaman olduğu gibi Kongremizin ODTÜ’de gerçekleşmesi için desteğini esirgemeyenODTÜRektörlüğü’ne,12.UlusalSosyalBilimlerKongresi’nidestekleyenTürkiyeCumhuriyetMerkezBankası’na, Microsoft’a,Türkiye İş Bankası ve Tübitak’a, ayrıca Kuru Kahveci Mehmet EfendiMahdumlarına,MurpaÇay’a,EfesPilsen’e,DolucaŞaraplarınaveemeğigeçenherkeseteşekkürediyor,12.UlusalSosyalBilimlerKongresi’nintümkatılımcılarınabaşarılardiliyoruz.

TürkSosyalBilimlerDerneğiYönetimKurulu

712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

5

8 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

6 7

912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

8 9

10 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

10 11

1112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

1312

12 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

14 15 16

1312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

15 16 17

14 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

18 19

1512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

20 21

16 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

22 23

1712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

24 25

18 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

26 27

1912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

28 29

20 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

3130

2112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

32 33

22 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

3534

2312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

36 37

24 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

3938

2512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

1. OTURUM

Prof. Dr. H. Ünal Nalbantoğlu Anısına

SERMAYE-İKTİDAR ŞEMSİYESİ ALTINDA ÜNİVERSİTELER

Sermaye-İktidar-Üniversite Şemsiyesi Altında Bilimsel Bilgi Üretmek

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu Kocaeli Ü., Tıp F.

Bu çalışmada, son yıllarda Türkiye üniversitelerinde de yaşanmakta olan sermaye ve iktidar hegemonyasına kulluk eden üniversite yönetimlerinin bilimsel bilgi +üretimine dolaylı ve doğru-dan müdahalelerinin tartışılması amaçlanmıştır.-

Üniversitelerde “Başkalaşım” ve Aydınlar

Doç. Dr. Sibel Özbudun Hacettepe Ü., Antropoloji B.

“Non serviam/ Hizmet etmeyeceksin!”

“Üniversite” ile “aydın” birkaç düzlemde buluşmaktadır: Bilgi/bilim düzlemi: Hem üniver-site, hem de aydın bilgi/bilimi düstur edinme imperatifi altındadır; her ikisinin de tanımlayıcı özelliği bilgi/bilim üretme, yorum ve görüşlerini bilgi/bilimle destekleme, “bilimin ışığı”nı taşı-ma, yayma vb.dır (ya da neo-liberal üniversite/ postmodern aydın fikrine kadar böyle idi) - ki sanırım bu boyut tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Eleştirellik düzlemi: Aydınlanma fikriya-tı, üniversiteyi yöneticiler karşısında olduğu kadar, halk katmanlarına karşı da eleştirel olmakla yükümlendirir. Kuşkusuz ki bu (kökeni itibariyle) öncelikle skolastik fikirler, mutlak hakikât sav-ları karşısındaki eleştirelliktir ve bilimsellik savlarına içkindir. Ama Kant’ın formülasyonu, üniver-siteyi kendisini buyrukları altına almaya çabalayan yöneticiler ve önyargı, gelenek ve hazır fikir-ler mekânı olarak popüler bilinç karşısında bir eleştirelliğe çağırmaktadır.

26 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Öte yandan eleştirellik, aydını “malumatfuruş”tan ayıran temel özelliktir ve neredeyse tüm aydın tanımlarının ortak paydasını oluşturur. Aydından beklenen “eleştirellik” hiç kuşku yok ki, bir “kurum” olarak üniversitenin eleştirelliğinden daha aktif, daha militan bir dışavurum-dur; aydın eleştirelliği, üniversiteninkine oranla çok daha angaje olabilir, politik alana tercüme edilebilir… Ve de olmalı, edilmelidir.

Politik Olanı Daha Politik Kılmak: Yükseköğretim Üzerine Bir Tartışma

Prof. Dr. L. Işıl Ünal, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri F.

Küresel kapitalizmde sermaye birikiminin kesintisiz ilerlemesi ve yoğunlaşması, bilgi üre-tim sürecini önemli ölçüde elinde tutan yükseköğretim sisteminin yapı ve işleyiş olarak bu ama-ca hizmet edecek biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür. Bu nedenle, yükseköğretim sistemi, yirmi yılı aşkın bir süredir köklü bir değişime/dönüşüme uğratılmakta, küresel ölçekte yeniden inşa edilmektedir. Dünyada bilimsel ve teknik bilgi dağılımındaki mevcut eşitsizlikler dikkate alın-dığında, hem bu eşitsizliklerin “entelektüel mülkiyet hakları” sayesinde gelecekte de devam ede-ceğini söylemek, hem de bu eşitsiz dağılımın giderek daha büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklere yol açacağı konusunda tahminde bulunmak güç değildir. Öte yandan, yükseköğretimde yaşanan dönüşümün, her bir ülkede yükseköğretim hakkına erişmede mevcut eşitsizlikleri daha da artıra-cağının işaretleri şimdiden görülmektedir.

Küresel sermayenin yönlendirdiği ve yalnızca onun çıkarlarıyla bütünleşen “sınırsız ve kont-rolsuz bir toplumsal değişim”, geniş halk kesimlerinin eğitim olanaklarının (özellikle yükseköğre-tim olanaklarının), çalışma ve gelir elde etme haklarının, bilgi üretim süreçlerine katılma ya da en azından üretilen bilgiye ulaşma, doğal ve toplumsal çevreyi anlama ve anlamlandırma yönünde-ki taleplerinin engellenmesi pahasına gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bu sürecin durdurulması, ancak bu sürecin mağdurlarının örgütlü direnişleri ve mücadelele-riyle mümkündür. Geniş toplum kesimlerinin böylesine bir mücadeleye dahil olmalarında özellik-le bilim emekçilerine düşen görevler vardır. Bilim emekçileri, her şeyden önce gelecek tahayyül-leri üzerinde yeniden düşünmeli ve bunları siyasallaştırmalıdırlar.

2712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Pedagojik Olan Politiktir: Eğitime İlişkin Sol Söylemin Eleştirel Analizi

Yrd. Doç. Dr. Seçkin Özsoy, Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.

“Her hegemonik ilişki pedagojik bir ilişkidir”

(Gramsci)

“… [T]ek başına politika bir pedagoji biçimidir,

tek başına eleştirel bir pedagoji de, bir politikadır.”

(Kellner)

Eğitime ilişkin muhalif algı, eğitimi bir gölge olgu (epifenomen) olarak görme eşiğini bir türlü aşamıyor. Eğitim alanına görece de olsa bir özerklik tanımayan bu algılama biçimine göre, eği-timin bir aygıt ve bir araç olmaktan öte kendinde bir anlamı ve değeri yoktur. Eğitime araçsal-cı ve işlevselci yaklaşım, eğitimin politik bir gerçeklik olarak analizini baştan sakatlayan episte-molojik bir engel oluşturuyor. Eğitim kavramının politikayla ilişkilendirilmesi, siyaset yelpazesi-nin sağında olduğu gibi solunda da, genellikle icraat anlamındaki “policy” (siyasa) ile sınırlı kal-mış, eğitim “politics” (siyasal) bir gerçeklik olarak yeterince analiz edilmemiştir.

Pedagojik olanın politikliğini tartışırken, sadece “politics” anlamda politikayla ilgilenece-ğim; şu basit nedenle ki, pedagojik olanın politik olduğu iddiası, ancak “politika” teriminin bu anlamda kullanılması halinde anlamlıdır. Çünkü pedagojik olanın “policy” anlamda politik ol-duğu sıradan bir doğrudur ve politik felsefe bakımından fazla ilginç değildir. “Pedagojik olan politiktir” sloganının politik gücü, pedagojik olanı politik olan içinde eriterek, pedagoji alanına görece de olsa hiçbir özerklik tanımamak da değil, pedagojik olanın en saf halinde bile politik bir bağlam içinde oluştuğunu ve işlediğini ortaya koyabilme kapasitesinde yatar.

Eğitim, politik gündemin en önemli maddelerinden biri olmakla kalmayıp, bizzat politik bir olgu özelliği taşımaktadır. Evrensel ve aşkın bir gerçekliği bulunmayan eğitim, bütünüyle toplumsal ve siyasal bir inşadır. Eğitim olgusu, farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal gruplar ara-sında varolan güç ilişkilerinin biçimlendirdiği bir gerçekliktir. Bireysel ve kolektif özneler, eğiti-min gerçekliğini siyasal güç ilişkilerince yapılandırılmış toplumsal bir çerçeve içinde bütünsel olarak yaşarlar. Eğitimin politik analizi, eğitime dair belli inşaların tarihsel ve toplumsal bağlam-larda nasıl ve niçin ortaya çıktığının, belli inşaların diğerleri üzerinde nasıl ve niçin tahakküm kurduğunun ve eğitime dair egemen inşaların insanların yaşanan somut gerçeklikleriyle nasıl ilişkilendirildiğinin çözümlenmesidir. Eğitimin anlam, değer ve işlevi üzerine tartışmalar, eşit-ler arasında yürütülen basit bir çoğulcu tartışma değil, uzlaşmaz çıkarları temsil eden farklı po-litik referans çerçevelerinin (paradigmaların) çarpışmasıdır. Bir kavram ve gerçeklik olarak eği-timden söz ederken kullanabileceğimiz bilimsel ve teknik olarak doğru ve tarafsız bir dil yoktur. Çünkü hiçbir toplumsal gerçeklik saydam değildir, yani kendi anlamını ve yorumunu kendi için-de taşımaz. Bu nedenle eğitimsel gerçeklik iktidar ilişkileri çerçevesinde anlamlandırılır ve her toplumsal kesim kendi öncelik ve gereksinimleri doğrultusunda oluşturduğu kendi eğitimsel hakikat rejimini egemen kılmaya çabalar. Bunu da kendi eğitim sorununu öyle olmadığı halde herkesin sorunuymuş gibi evrenselleştirerek ve doğallaştırarak yapmaya çalışır. Toplumsal bir gerçeklik, ancak kendisini siyasal bir dille ifade edebildiği sürece ve ölçüde varolur. Eğitimden

28 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

bir kavram ve gerçeklik olarak söz etmek için siyaseten doğru bir dil üretilmelidir. Türkiye’de so-lun eğitimsel söylemi, kendini ifade edebileceği bir politik felsefe ve dil üretememiştir. Eğitim-den söz ederken konuştuğumuz dil, resmî dilden yapısal olarak ayrışabilmiş değildir. Eğitime ilişkin sol düşünce, eğitimsel gerçekliğe ve sorunlara statükonun çizdiği sınırlar ve kapitalist üretim ilişkilerinin tanımladığı bağlam içinden bakmaktan kendini kurtarmalıdır. Eğitime iliş-kin hegemonik bir siyasal dilin oluşturulması için öncelikle yerleşik kamusal dilin çözülmesi ve devletin resmî dili olmaktan çıkarılması gerekiyor. Zira eğitime dair bir politik dil ve felsefe yok-luğunda zaten cılız olan tüm muhalif enerjinin düzen içi kanallara akıtılması imkân dâhiline gir-mektedir.

Üniversite…! mi ? Yoksa Akademisyen Romantizmi mi?

Prof. Dr. Atilla Göktürk, Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Son 20 yıllık bir çok kurum gibi eğitim sistemi ve dolayısı ile üniversite de önemli bir de-ğişim geçirdi. Nicel ve nitel açıdan çok boyutlu bu değişim en somut biçimde üniversite ve öğ-renci sayısının iki kattan daha fazla artması ile gözlenir oldu. Üniversite sayısının artmasının yanı sıra Özel üniversitelerden, İlçe üniversitelerine kadar değişen geniş bir çeşitlilik de bu sis-tem içinde oluştu. Öte yandan değişimin asıl etkisi akademik camiada yaşandı.Hızla çoğalan üniversite tabelaları karşısında aynı hızla artamayan öğretim elemanı sayısı nedeni ile önem-li bir açık doğdu. Bu durum karşısında başta YÖK ve tek tek üniversiteler olmak üzere hemen tüm kurumlar,yurtiçi ve yurt dışından farklı yöntem ve araçlar ile adrese teslim öğretim elema-nı oluşturma gayreti içine girdiler.Akademik ölçütlerin hızla değiştiği, hemen tüm yeterlilikle-rin merkezi süreçlerde belirlendiği, her boyutunda kişisel pragmatizmin hakim kılındığı bu sü-reç hızla akademik camiada yankısını buldu ve “bilmek” önemsizleşirken, “unvan” sahibi olma ön plana çıktı.

Kurumsal ve kişisel anlamda giderek daha da fazla ağırlık kazanan bu yaklaşım, doğal olarak üniversite sisteminin her boyutuna sirayet ederek hakim oldu ve akademik yapılarda da önemli bir değişim oluştu..Bu gelişmenin net çıktısı, öncelikleri ve beklentileri değişen bu yapı içinde,kırpıntıları üzerine tartıştığımız “akademik” ve “bilimsel” özerklik beklentilerinin de biz-zat akademik çevreler tarafından rafa kaldırılmasına yol açtı.Akademik liyakatı bir kenara iten, araştırma, öğrenme ve daha iyiye ulaşma gayretlerini yadsıyan ve farklı boyutlarda ele alan bu yeni yaklaşım karşısında, dünden bu güne aktarılmaya çalışan akademik geleneklere sahip çık-ma gayreti de dar bir çevre için önemli bir soru işareti oluşturdu. Özlük haklarından, bilimsel ve akademik değerlendirmelere, üniversite oluşumundan, kurumsal yapının örgütlenmesine, her düzeydeki “özerklik” taleplerinden, araştırma konuları ve öğreti alanlarına, vb. kadar bir çok alanda uğraş veren bu dar çevrenin “üniversite” tanımlaması ile mevcut üniversite sistemi karşı-laştırıldığında, zaman içinde daha da geriye giden bir yapı ortaya çıkmakta ve yaşanmaktadır.

Bildiri, her şeyin bu kadar hızla ve olumsuz yönde değiştiği, ölçütlerin ve beklentile-rin farklılaştığı bu yapı içinde yer alarak hala çizgilerini sürdürmeye çalışan “dar bir akademik çevre”nin konumu ve bu koşullardaki öncelikleri üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışa-caktır.

2912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Tıp Alanında Bilimsel Araştırma ve Yayıncılık Sistemlerinde Yanlılık ve Ticarileşme

Prof. Dr. Cem Terzi, Dokuz Eylül Ü., Genel Cerrahi ABD

Tıp literatürü, birkaç izole örnekle açıklanamayacak kadar çok sayıda yanlı ve çarpık çalışma içermektedir. Yanlılık ve çarpıtma, araştırma ve yayın sistemlerine ustaca içselleştirildiğinden ge-nel okuyucu (hekimler) için hatalı çalışmaları saptamak neredeyse imkânsızdır. Tıp alanının en-düstrileşmesi ve piyasaya açılması ile bağımsız ve dürüst bilimsel araştırmayı etkileyen ve zayıfla-tan başta biyomedikal endüstri olmak üzere pek çok çıkar grupları oluşmuştur. Bu grupların kar-maşık ve sistematik müdahaleleri sayesinde tıp literatürü hatalı makaleler ve çıkar çatışmaları ile doludur.

Tıp literatüründe sonuçları birbiri ile çelişkili hatta tezat yayınların bu kadar çok sayıda olma-sı açıklanması zor bir durumdur. Köşe taşı olarak nitelendirilen, tüm dünyada tıbbi uygulamalara yön veren, en iyi dergilerde yayımlanan, binlerce atıf alan pek çok çalışmanın sonuçları daha son-ra yapılan ve daha kaliteli çalışmalar tarafından geçersiz kılınmasına rağmen, bu makaleler, yürür-lükteki ‘saygın’ dergilerin seçerek (!) yayımlama politikaları sayesinde, etkilerini uzun yıllar sürdür-meyi başarabilmektedirler. Seçici yayın politikası tıbbi literatürün sistematik olarak yanlı olmasına yol açmaktadır. Bir ilaç ya da ürünün etkin olduğunu gösteren araştırmaların basılma oranları, et-kisiz olduğunu gösteren çalışmalara kıyasla çok daha fazladır. Kaçınılmaz biçimde sistematik der-lemelere ve meta-analizlere daha çok pozitif sonuçlu çalışmalar dâhil edilmekte ve bu derlemeler tedavi etkinliğinin abartılmasına yol açmaktadır. Tanı ve tedavi rehberleri, uygulama kılavuzları, konsensüs raporları da sistematik yanlılıktan ve çıkar gruplarının etkilerinden muaf değildir. Tıp araştırma sistemi finansmanı ve tıp dergileri (özellikle en ‘saygın’ olanları) ilaç endüstrisi-ne bağımlıdır. Bilimsel araştırmalarda finansman etkisi pek çok çalışma ile ortaya konmuştur; en ‘saygın’ dergilerde yayımlanan randomize çalışmaların ezici çoğunluğu endüstri sponsorluğunda gerçekleştirilmiş çalışmalardır. Bu tip çalışmalarda endüstri lehine sonuç bildirme oranı bağımsız çalışmalara kıyasla çok daha yüksektir. Tüm bu gerçeklere rağmen okuyucuya çoğu kez sponsor hakkında bilgi ya hiç verilmemekte ya da yanlış bilgi verilmektedir. Ciddi kar sağlayan bir sektör haline gelmiş olan tıp dergilerinin temel gelir kaynağı endüstrinin verdiği ilaç reklamları ve kendi sponsorluklarında yürütülen çalışmaların tıpkıbasım makale satın alımlarıdır. Tıp yayıncılık siste-mi, büyük çoğunluğu kamu kaynakları ile finanse edilmiş önemli yayınlara ulaşılmasını dergi sa-hiplerine para kazandırmak amacıyla kısıtladığı için aslında tamamen çarpık bir sitemdir. Tıp der-gilerinin ve editörlerin amacı, bilimsel bilginin yayılmasını sağlamak ise PubMed üzerinden ma-kalelere ücretsiz ulaşılmasına izin vermeleri beklenir. Özellikle finansmanı kamu tarafından yapıl-mış çalışmaların kamuoyuna ücretsiz sunulması çok doğal bir beklentidir. Ancak, dergiler gelir kaybı gerekçesi ile buna asla yanaşmamaktadır. Dergilerin bilimsel kalitesinin göstergesi olması gereken impakt faktör, suistimal edilmiş, manipülatif bir sistemdir. Endüstri sponsorluğunda ya-pılan araştırmalarda çalışmacıların verilere, analizlere erişmesi engellenmektedir. Ürün aleyhine sonuçlanan çalışmalar çoğu kez yayımlanmamaktadır. Çalışmalar endüstri tarafından tasarlan-makta, yürütülmekte ve yazılmakta ya da profesyonel şirketlere yazdırılmaktadır. Makalede görü-nene yazarlar, çoğu kez misafir yazardır ve yayında yaptıklarını bildirdikleri işleri aslında yapma-mış durumdadırlar. Çıkar çatışması açıklaması kuralı da işlememektedir. Pek çok yazarın açıklama-dığı çıkar çatışmaları mevcuttur. Günümüzde hekimler geçerli ve güvenilir bilgi için tıp literatürüne güvenemezler.

30 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

T. More Versus Üniversite (Eğitmek / Öğretmek: Ne İçin, Kimin İçin?)

Prof. Dr. Yüksel Akkaya, Yüzüncü Yıl Ü., İİBF, İktisat B.

Çalışma sürelerinin, rekabet gücü yüksek ekonomiler oluşturmak için, yüz yıl öncesine çıka-rılmaya başlandığı bir dönemde üniversiteleri, üniversitelerin eğitim/öğretim müfredatını, üniversi-te politikasını tartışmaya açmak, bu tartışmayı çalışma hakkından çok, tembellik hakkı, çalışmama hakkı, yaşam hakkı üzerinden sürdürmek bir gerçeği ortaya koymak açısından önemlidir. Kuşkusuz bunu yaparken bugünü, dünün ütüpisti T. More’un toplum tasavvuru üzerinden karşılaştırmalı yap-mak oldukça anlamlı olacaktır. Bu sunuşta, insanın özne olmaktan çıkarılıp, üretimin bir nesnesine dönüştürüldüğü, üniversitenin bunun gerçekleştirilmesinde önemli bir aktör olduğu bir süreç tar-tışmaya açılacak, bir durum değerlendirmesi yapılacaktır.

AKP ve Gerici Eğitim

Prof. Dr. Rıfat Okçabol, B.Ü Eğitim Bilimler F.

Gericilik genellikle dinsel bağnazlıkla ilişkilendirilmektedir. Oysa toplum yaşamında ge-linen noktadan geriye gidişler de, kazanılmış hakların kaybedilmesi de, bir tür gericiliktir. 27 Mayıs ve 12 Eylül anayasalarının en önemli maddelerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olduğunu belirten maddedir. Bu bağlamda AKP karar ve uygulamalarıyla, yalnız dincilik konusunda değil, laiklik, demokratiklik ve sosyal hukuk devle-ti bağlamında da topluma gerici dönüşümler dayatmaktadır. AKP, siyasi ve iktisadi yaşamda neo-liberal dönüşümler gerçekleştirdiği gibi eğitim alanında da gerici dönüşümler gerçekleş-tirmektedir.

Eğitim alanındaki gerici uygulamalar, ilköğretimden yükseköğretime, örgün eğitimden yaygın eğitime ve eğitim anlayışından bilim anlayışına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. AKP’nin, eğitim-bilim-kültür alanında 12 Eylül sonrasında uygulanmaya başlayan Türk-İslam sentezi anlayışını, parasalcı (kapitalist)-İslam sentezi anlayışına dönüştürdüğü görülmektedir. Bu makalede, AKP’nin parasalcı-İslam sentezi doğrultusunda olan eğitim ve bilim politikaları irdelenmekte; eğitim ve bilimle ilgili kesimlerin küçük bir bölümünün bu gerici dönüşümlere destek vermesi, başta eğitim fakülteleri ve üniversiteler olmak üzere diğerlerinin sessiz ve ilgi-siz kalışları tartışılmaktadır.

Değişim Değeri Ölçer, Biçer ve Kontrol Altına Alır ve İçerir : Üniversitelerde Akreditasyon-Performans-Yetkinlik

Prof. Dr. Fuat Ercan, Marmara Ü., İİBF İktisat B.

Eğitim ama özellikle yüksek öğretime yönelik talepler belirgin bir biçim aldı. Özellikle geç ulus-devlet oluşumunun belirleyiciliğinde biçimlenen üniversiteler son zamanlarda kapitalist sa-nayileşmenin belirlemeleri ile yeniden biçimleniyor. Bu yeniden biçimlenme bilgi üretim süreçle-

3112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ri ile bu sürecin taşıyıcısı olan bilimsel etkinlik içinde olan bizleri etkiliyor. Bu etkilemenin bir çok boyutu var. Bu boyutlardan biri ve belki de en önemlisi sürecin değişim değerinin egemenliğin-de gerçekleşmesi. Değişim değerinin egemenliği aynı zamanda “normalleştirme” sürecinin nice-lik üzerinden kontrol ve denetimin gerçekleşmesi anlamına geliyor. Metalaşma süreci ile metala-rın belirli bir fiyat üzerinden hiyerarşik bir kontrol-düzeneğe tabi edilmesi hem bilimsel bilgi üreti-mini kontrol altına alma ve hem de bu kontrol altına alınma etkinliğinin metalaşması eş zamanda gerçekleşiyor. Üniversitelerin akreditasyon, mezunların yetkinlik, üniversite çalışanların ve daha sonra çalışma koşullarının performans üzerinden değerlendirmesi metalaşma sürecin temel be-lirleyeni. Bu belirlemelerin bu günlerde yüksek öğretimde etkin bir biçim-organizasyona dönüş-tüğünü aktarmaya çalışacağız.

Türkiye’de Eğitim ve İstihdam Politikaları Bağlamında Hayat Boyu Öğrenme: Sürekli Eğitim Merkezleri

Dr. Özgün Biçer, Marmara Ü., İİBF İktisat B.Dr. M. Meryem Kıroğlu, Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Kapitalizmin geldiği aşamada teknolojik gelişmeyle beraber ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları karşı-layacak ürünler ve üretim süreçleri hızla dönüşmektedir. Bu gelişim süreci mevcut bilgiyi kısa sü-rede atıl kılmakta ve yeni bilgiyle donatılmış nitelikli işgücü ihtiyacı doğurmaktadır. Bireylerden ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda kendini yetiştirmesi beklenmektedir. İş bulabilmek ve işte kalabilmek için sürekli nitelik arttırmak, beceri geliştirmek, işe uygun yeteneklere sahip olmak zo-runda kalınmaktadır. Olgusal olarak açığa çıkan bu durum kavramsal olarak “hayat boyu öğren-me” ifadesiyle karşılık bulmaktadır. Bu çerçevede “İş dünyasının performans taleplerine cevap ve-recek eğitimin verilmesi gereği” sonucu eğitim ve istihdam politikalarının bir arada değerlendiril-mesi gereği vurgulanmaktadır. Son dönemde Türkiye’de bu durum özellikle “Ulusal İstihdam Stra-teji Belgesi” ve “Sanayi Strateji Belgesi”nde açıkça görülmektedir. Zaten yüksek olan işsizliğin 2008 krizi sonrasında daha da artmasıyla beraber “hayat boyu öğrenme” kapsamında yer alan sertifika programları beyaz yakalı işsizlik sorununa çözüm olarak sunulmaktadır.

Bu bağlamda birçok üniversitede Sürekli Eğitim Merkezleri (SEM) açılmıştır ve bu merkezle-rin sayıları hızla artmaktadır. SEM’ler verdikleri sertifikalarla lise ve üniversite mezunlarına kariyer ve kişisel gelişimleri konusunda “fırsat alanları” yaratmayı amaçlamaktadırlar. Bu çalışmada eğitim ve istihdam politikaları arasındaki ilişki ortaya konarak kriz sürecinde üniversitelerin bünyesinde-ki SEM’ler, açtıkları programlar ve beyaz yakalıların bu programlara katılımının Türkiye pratiğinde nasıl biçimlendiği analiz edilerek tartışmaya açılması hedeflenmektedir.

İşsizlik Sorunu ve Bir “Vasıf”-sızlık Sorunu Olarak Üniversiteli

Selma Değirmenci Son dönemlerde işsizlik sorunu Dünyada ve Türkiye’de tartışılan başlıca sorunlardan bi-ridir. İşsizlik, Kapitalist sermaye birikim sürecine içkin olan yedek işgücü rezervi ve bu rezervin genişlemesi olgusudur ve günümüzde aldığı formlar geçmişteki görünümlerinden farklılıklar arz eder. “İşsizlik” olgusu 1930’lu yıllarda kapitalist dünyanın kapısını ilk kez şiddetli olarak çal-

32 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

dığında “uzun işsizlik kuyrukları” görüntüleriyle akıllarda yer etmiş ve bir anlamda vasıfsız, mavi yakalıların işsizleşme sürecini belgelemişti.

Günümüzde ise işsizlik yeni biçimleri de içermeye başlayarak özgünlüğünü ortaya koy-maktadır. “Vasıfsız” olarak nitelendirilen ve toplu işten çıkarmalarda en başta gelen mavi yaka-lıların işsizleşme sürecine artık orta sınıf, beyaz yakalı vasıflı işçiler de eklenmektedir. Bu süreci belirleyen en önemli etmen teknolojik gelişme ile kendini var etme koşulları sağlayan neolibe-ral politikaların sonuçları olan yeni çalışma formları ve yeni üretim sistemleridir.

İşsizliği açıklayan ana akım iktisat yaklaşımlarının dile getirdiği başlıca açıklama işsizli-ğin bir vasıfsızlık sorunu olduğudur. Vasıf kavramını iş bulmaya yarayacak beceriler olarak sıra-layan bu yaklaşım, “vasfı” sürekli arttırılması gereken bir performans olarak tanımlamış ve reka-bet baskısı altına, sürekli olarak verimliliğini arttırmak ve işte kalabilmesini sağlamak adına yeni vasıflar elde etme zorunluluğunda yeni bir iş formunu üreten konuma getirmiştir. Bu anlam-da üniversite mezunu olmak artık tek başına kapitalist çalışmanın arzu ettiği vasfa işaret etme-mektedir. Eğer vasıf bir iş bulmaya yeterlilik anlamına gelmekte ise üniversiteli olmak iş bulma-ya yeterli olmadığı için -günümüzde üniversite mezunu işsizlerin sayısında hızlı bir artış göze çarpar - kendi içinde vasıfsızlaşmaktadır. Bu anlamda bu çalışmanın amacı, üniversiteli işsizliğin vasıfsızlaştırma sürecinin bir parçası olduğu gerçeğini son dönem krizleri üzerinden açıklama-ya çalışmaktır. Bu sürecin nasıl bir aşama geçirdiğini görmek adına eğitim durumuna göre iş-sizlik verileri incelenecek ve güncel toplumsal olaylara bakılacaktır. Buna göre üniversite mezu-nu olma durumu, meslek edinmek için yeterli bir vasıf özelliğinden uzaklaştırılarak hayat boyu eğitim ya da mesleki sertifikasyonlar - yeterlilik belgeleri gibi- ile üniversite mezunu olan kesim içinden başka bir seçkin azınlık yaratılmaya çalışılmaktadır. Kapitalist sistemde, işsizliğin, ya bi-reysel bir tercihin sonucu ya da işgücü piyasasındaki maliyetlerin yüksekliğinin veya emek re-jiminin katılığının dile getiren ana akım söylemi, işsiz kalma durumunu kişisel tercih ya da va-sıf yetersizliğine indirgeyen bir bakış açısıyla kişisel bir mesele haline getirildiği çalışmanın bir konusu ilken diğer yandan işsizleşen ve iş bulamayan üniversite mezunlarının da vasıfsızlaştığı sonucu bu çalışmanın tartışma konusu olacaktır.

Üniversitelerde Örgütlenme Deneyimleri

Semiha GünalProf. Dr. İzge Günal, Dokuz Eylül Ü.,

Türkiye’de son 150 yıl içindeki üniversite örgütlerine bakıldığında üç temel bileşen olan öğ-retim elemanı, öğrenci ve emekçilerin, bir iki istisna dışında, ayrı ayrı örgütlendikleri görülür. Da-hası, asistanlar bile kimi zaman diğer öğretim elemanlarından ayrı örgütlenmeler gerçekleştirmiş-tir. Sonuçta az sayıda, parçalı ve fazla kitleselleşmemiş örgütlerden söz edilebilir. Temel sorun, öğ-retim elemanlarının kendi konumlarını ve diğer örgütlerden ayrım noktalarını tam olarak ortaya koyamaması olmakla birlikte, örgütlenme gereksiniminin görece azlığı ve bireyselliğin abartılma-sı da diğer etkenler arasında sayılabilir. Öğrenciler de ise örgütlenme daha olgun düzeyde seyret-miştir. Öyle ki, örgütlenme kendi sınırlarını aşmış ve pek çok siyasi yapılanmanın temelini oluştur-muştur. Üniversitede emekçi örgütlenmesi ise işçi/memur mücadele tarihinde belirgin bir iz bı-rakmamıştır. Üniversitelerdeki örgütlenme deneyimi bu görüşler ışığında gözden geçirilecektir.

3312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

‘Türkiye’de Faal İlk Kâr Amaçlı Üniversite Şirketi (KAÜŞ)Laureate Education Inc.’In Bilgi Üniversitesi Yatırımını Anlamak ve

Vakıf Üniversitesinde İlk Sendikal Örgütlenme Deneyimini Anlamlandırmak İçin Bir Kaç İpucu’

Araş. Gör. Aslı Odman, İstanbul Bilgi Ü., Tarih B.Hakan Arslan, İstanbul Bilgi Ü., Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.

İstanbul Bilgi Üniversitesi 2011 senesinde 15. Yılını tamamlamış bir vakıf üniversitesi. Yük-sek öğrenim alanının son senelerde geçirdiği başdöndürücü dönüşüme de en uçtaki örnekler-den birini teşkil ediyor. Bilgi, her ne kadar bu 15 yılın içerisinde ismini koruduysa da, kaynak, güç ve iç yapısı radikal bir değişikliğe uğradı. 2005 senesinde çok uluslu, finans sermayesi ortaklı ve kâr amaçlı bir üniversite şirketi olan Laureate ile ‘stratejik ortaklığa’ gittiği açıklanan Bilgi, bu sene-den sonra iki uyuşmaz hukuki formun, vakıf ile şirketin nasıl bir araya getirilebildiğinin çıkarımlar-la dolu bir örneğini teşkil etti. Şirket stratejisi gereği ‘gelecek vaad eden pazarlardaki’ borçlu üni-versiteleri ele geçerek, Güney Avrupa, Türkiye, Kıbrıs, Uzakdoğu ekseninde ‘network’ olarak geniş-leyen New York merkezli Laureate Education Inc., uzun süren bir dava sürecinden sonra 2009’da yönetimi tamamen devralarak, içte yeniden yapılanmayı başlattı.

2010 senesinde ortaya atılan üniversitede hala kadrolu olarak çalışan destek personelin ta-şeronlaştırılması projesi, çalışanların tepkisi nedeniyle hâlâ hayata geçirilemedi. Fakat baskın ola-rak matematiksel iktisat dalı ve İktisadi İdari Bilimler Fakültesi kadrolarından istihdam edilen yeni yönetici elit / akademik işletmecilerin ve üniversitede ‘kâr eden bölümler, öğrenci/müşteri mem-nuniyeti odaklı çıktılar, performans değerlendirmesi, vizyon sunumları, ‘mükemmeliyet merkez-leri’, personel arasında rekabetçilik, sayısallaştırılabilir verimlilik’ şiarlarıyla işleyen bir yeni lugatın konsolidasyonu epeyce ilerledi. Henüz ulusal hukuki zemini oluşturulmadan yaşanan bu ilk ‘kâr amaçlı üniversitecilik’ deneyimi özetle ciddi bir merkezileşme, bu anlamda üniversiteye dair asli tüm kararların müzakere alanı dışında piyasa sinyallerine öncelik veren bürokratik süreçlere ha-vale edilmesini beraberinde getirdi. Aynı düzlem Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesindeki ça-lışanların örgütlenme çabasına da tanık oldu ve olmakta. Destek personelin taşeronlaştırılmasın karşı bir kampanya ile ivme bulan bu hareket, hem mavi yakalı çalışanlar, hem de idari ve akade-mik kadroları, Sendikalar Kanunu’nun mecbur ettiği üzere 17 nolu ‘ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar’ işkolunda örgütlenmeye çalışırken önemi iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Bu iki sene içe-risinde bu sorunlara karşı uygulanabilen ve uygulanmayan stratejiler ve temsiliyet yapıları geliş-tirmeye çalıştı. Bundan sonra ‘üçlü saçayağı sistemi ile işletilmesi düşünülen’ üniversitede, çalı-şanlardan ve uzun vadede özgür bilgi/bilim ve eğitim üretmekten yana ortak güç ve ses oluştur-ma çabasının altına girecek arkadaşlara deneyimlerimizi ve belleğimizi aktarmak tebliğimizin ana amaçlarından biri.

Zira içinde bulunduğumuz sene içinde yeni YÖK Yasası’nın da müstakbel şeklinin emarele-ri belirmeye başladı. Açıklandığına göre üniversite yapısı, ‘kamu, vakıf ve kar amaçlı’ olarak üçlü saçayağına oturtulacak, kâr amaçlı şirketlerin üniversite yatırımı yapabilmesinin önü açılacak. Bu yeni durumda Bilgi’deki ilk kâr amaçlı üniversitecilik deneyiminin somut olarak üniversitede bil-ginin üretim koşullarına, akademik özgürlüğe ve üniversite çalışanlarının çalışma koşullarına olan etkileri ivedilikle ve derinlikli olarak araştırılmayı bekliyor.

34 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Üniversite’de Örgütlenme Ama Nasıl?

Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Marmara Ü., İİBF

Yükseköğretim sisteminde yaşanan neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte üniversitelerin pi-yasa koşulları içerisinde faaliyet göstermesi, üniversitedeki emek süreçlerinin de piyasa kuralları-na göre düzenlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda giderlerini azaltmak, gelirlerini arttırmak he-defi üzerinden yeniden yapılanan üniversitelerde akademik, idari ve teknik personel için harca-nan giderlerin azaltılması, diğer bir ifadeyle emek maliyetinin düşürülmesi ihtiyacı ortaya çıkmış-tır. Bununla birlikte üniversitedeki personelin üniversiteye sağladığı maddi getiri de bir koşul ola-rak gündeme gelmiştir. Tüm gelişmeler üniversite istihdamın, emek piyasasının genelinde var olan koşulları üniversite için de geçerli hale getirmiştir.

Neoliberal dönüşüm sürecinde emek piyasalarında egemen hale gelen yapı esnekliktir. Bir taraftan emek maliyetini azaltmak, diğer taraftan da emek verimliliğini arttırmak temelinde oluşan esnekliğin çalışanlara yönelik etkisi; iş güvencesinin ortadan kalkması, çalışma saatleri-nin uzaması, işin yoğunlaşması, ücretlerin azalması, sosyal güvencenin zayıflaması ile iş kazası ve meslek hastalıklarının artması biçiminde özetlenebilir. Emek piyasasına egemen olan yapının üni-versitelerde de uygulanması tüm bunların üniversite çalışanları için de geçerli hale geleceği anla-mını taşımaktadır.

Hala hazırda öğretim elemanı başına öğrenci sayısının artışı, ikinci öğretim, yaz okulları gibi uygulamalar başta akademik personel olmak üzere üniversite çalışanlarının iş yüklerini büyük öl-çüde arttırmıştır. Öte yandan üniversite-sanayi işbirlikleri, teknoparklar, çeşitli adlar altında yürü-tülen projeler, sertifika programları gibi uygulamalar ile de piyasaya doğrudan hizmet sunar hale getirilen üniversite çalışanlarından üniversiteye gelir getirme beklentisi ortaya çıkmış ve bu bek-lenti performans değerlendirme sistemi içinde istihdam güvencesinin koşulu haline getirilmiştir.

Üniversitede emek süreçleri üzerinde gerçekleşen değişim, akademisyen ve diğer perso-nelin emek gücü üzerindeki denetim üniversite yönetimleri ve üniversiteyle işbirliği içerisinde-ki sermayenin hakimiyetine geçmektedir. Kapitalist üretim sistemindeki genel yapısına da uygun olan bu koşullara karşı durabilmenin yolu tarihsel süreçte de kanıtlandığı gibi sınıf temeline da-yalı örgütlenmedir. Türkiye’de üniversite çalışanlarının farklı biçimlerde örgütlenme deneyimleri olmuştur. Bu çalışma, üniversitedeki örgütlenme deneyimleri ele alınacak ve üniversitedeki emek süreçlerine en uygun örgütlenme modelini tartışmaya açmayı hedefleyecektir.

3512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE EMEK TARİHİNDEN KESİTLER

Türkiye’de İşçi Hakları: Aşağıdan mı, Yukarıdan mı?

Prof. Dr. Ahmet Makal, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Türkiye’de sosyal politika literatüründe çok uzun yıllardır devam eden bir tartışma vardır: İşçi hakları aşağıdan mı alınmıştır, yukarıdan mı verilmiştir? Burada aşağıdan alınmakla kastedi-len, işçi sınıfı mücadelelerinin bu kazanımları getirdiğidir. Yukarıdan verilmekle kastedilen ise ye-terli bir mücadele olmaksızın, bu hakların yukarıdan siyasal iktidarlar tarafından sağlandığıdır. Bu ikilem varlığını çok uzun yıllardır sürdürmekle birlikte, bugüne kadar sağlam bir metodolojiyle ve yetkin biçimde tartışıldığı söylenemez. İfade edilen düşünceler, her iki görüşün sahipleri açısın-dan da neredeyse bir önkabul niteliğindedir ve bu önkabullerin dahi iyi formüle edildiği söylene-mez. Birinci görüşün temelinde işçi haklarının sadece çalışma ilişkileri alanındaki mücadelelerle kazanıldığı varsayımı zımnen de olsa yatmakta, diğer alanlardaki, özellikle de siyasi alandaki geliş-melerin bu hakların oluşumu üzerindeki etkisi ihmal edilmektedir. İkinci görüş ise siyasete ağırlık verirken, çalışma ilişkileri alanındaki gelişmeleri büyük ölçüde göz ardı etmektedir. Her iki önka-bulü ortaklaştıran bir nokta ise, hakların oluşum sürecinde sadece içsel boyuta odaklanmaları ve uluslararası dinamiklerin rolünü ihmal etmeleridir. Bu tebliğimizin temel amacı, bu iki görüş ara-sında bir tercih yapmak ya da bu tercihin nasıl yapılacağını göstermek değil, böyle bir tartışmanın ya da konunun bu şekilde ortaya konulmasının anlamsızlığını ve yararsızlığını tartışmak olacaktır. Kanımızca, dar anlamda işçi haklarının, geniş anlamda ise tüm iktisadi ve sosyal hakların ortaya çıkma süreci, böyle kısır bir çerçevede değil; bu hakların oluşumuna yol açan karmaşık süreç içe-risinde ve iktisadi, siyasi, sosyal etmenler de dikkate alınarak ve sorunun yanlış formülasyonunda ister istemez merkezde olan içsel dinamikler yanında, dışsal dinamiklerin etkilerine de yer verile-rek analiz edilmelidir. Tebliğimizde konu, tarihsel bir perspektiften, Türkiye’de sosyal hakların ve işçi haklarının oluşum sürecinde yaşanan gelişmelere koşut biçimde irdelenecektir.

2. OTURUM

36 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ABD Diplomatik YazışmalarındaTürkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Aziz Çelik, Kocaeli Ü., İİBF, Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

ABD hükümetinin ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi ça-lışma ilişkileri yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır. Özellikle Türk-İş’in ku-ruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda Türk-İş’li sendikacıların ABD destekli eğitim programları-na yoğun katılımı sıklıkla ele alınmıştır. Ancak bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil kaynaklara dayalı olduğu bilinmektedir. Bu nedenle yapılan değerlendirmeler önemli kısıtlar içer-mektedir. Dönemin sendikal belgelerinin korunmamış olması ve özellikle diplomatik yazışmala-rın belirli bir dönem sonra erişime açılması konunun bütün boyutlarıyla ele alınmasını zorlaştır-mıştır. Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul, Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Konsoloslukları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976 dönemini kapsayan Türkiye’deki sendikal gelişmelere ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA) tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir. 1973 ile 1976 arasında geçen dört yıl, 12 Mart’ın yarattığı baskı ve suskunluğun ardından Türkiye işçi hareketi açısından yeni bir yükselişin başladığı ve canlanmanın yaşandığı yıllarıdır. Dönem sadece işçi hareketinin değil CHP’nin ve solun da yükseliş yıllarıdır. Bu yıllar sendika-siyaset ilişkisi açısından da oldukça önem-lidir.

İncelenen diplomatik yazışmalar işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar ge-niş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından na-sıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir. Çalışmada ABD diplomatik yazışmaları, dönemin sendikal ve toplumsal gelişmeleri ile birlikte, dönemin ulusal ve uluslararası toplumsal-siyasal bağlamı dikkate alınarak irdelenmeye çalışılacaktır.

Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası Örneği Üzerinden “Milli Fabrika Rejimini” Anlamak

Yrd. Doç. Dr. M. Hakan Koçak, Kocaeli Ü., İİBF, Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Türkiye’nin ilk şişe-cam fabrikası 1935 yılında, Birinci Sanayi Planı çerçevesindeki sanayileş-me hamlesi içinde, İş Bankası tarafından kurulmuştur. Gerçekte özel sermayeli bir yatırımcı ban-ka olmasına karşın, Cumhuriyetin kurucu elitiyle organik bağlarından dolayı kendisine “milli” (bir tür yarı-kamusal) bir kimlik atfedilmiş olan İş Bankası’nın kurduğu Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası, Türkiye’nin ulus inşası döneminde sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfı oluşumunun farklı boyutlarını gözlemek açısından özgün bir örnek oluşturur.

1940’lı yıllar boyunca devletin emek sürecindeki doğrudan belirleyiciliği artmıştır. Emeğin denetim altına alınması dönemin sermaye birikim süreci için özel bir önem kazanmıştır. Bu ge-lişmeler Şişe-Cam’da dönem boyunca geçerli olan fabrika rejiminin temel karakterini de belir-ler. Sanayileşme planı kapsamında faaliyete geçen diğer fabrikaların kurucusu kamu bankaları (Sümerbank, Etibank) ile Şişe-Cam ilk anda neredeyse aynı statüde gibi görülür. Ama gerçekte

3712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

kamu-özel ayrımı kendisini asıl çalışma ilişkilerinde, emek sürecinde ve bölüşüm alanında gös-terir.. Paşabahçe fabrikasının sosyal tarihi, sınıfların milli temelde ve/veya şirket kalkınması adına uzlaşmasının tarihi olarak görülemez. Tersine işçilerin; işverenin ve devletin kendilerine uyguladı-ğı baskıya ya da rızaya dayalı yönetsel stratejiler karşısında bazen örtük, bazen de açık örneklerle ortaya koydukları sınıfsal direniş deneyimlerini içerir.

Bu sunuşla Türkiye emek tarihçiliğinin fabrika tarihi ekseninde derinleştirilmesi, işçi sını-fı oluşumunun daha gerçekçi bir resminin oluşturulması, ulus inşası tarihinin emekçilerin dene-yimleri zemininde yeniden yazılması için fabrikanın kapısından girmek amaçlanmaktadır. Erken Cumhuriyet döneminin milli fabrikasında süren sınıf mücadelesini anlamak için Paşabahçe Şişe-Cam’ın ilk 15 yılı, yukarıda sunulan çerçevede öykülenecek ve yorumlanacaktır.

Tarımda Çocuk Emeği Sömürüsü ve Toplumsal Duyarlılık

Prof. Dr. Bülent Gülçubuk, Ankara Ü. Kalkınma Çalış. Uyg. ve Araştırma Merkezi - AKÇAM

Çocuk işçiliği önemli bir sorun alanını oluşturmaktadır. Toplumun gelecek kuşaklarının sağ-lıklı ve mutlu yetişmesi çağdaş bir toplum olmanın önemli ön koşullarından birisidir. Çalışan ço-cuklar kapsamında tarımda çalışan çocuklar içinde bulunduğu koşullardan dolayı ayrı bir yer tut-maktadır. Öncelikle çalışma ve yaşam koşulları, çevre ile ilişkiler, eğitim ve sağlık sorunları açısın-dan bu çocuklar en dezavantajlı gruplar arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Kendi tarım işletme-lerinden yeterli gelir elde edemeyen az topraklı ve/veya topraksız aileler geçimlerini sağlayabil-mek ve çalışabilmek amacıyla daha fazla tarımsal iş olanağı bulunan yörelere mevsimlik göç ede-rek iş aramaktadır. Mevsimlik tarım işçisi aileler çalışma yerlerine giderken ekonomik ve sosyal zo-runluluklardan dolayı çocuklarını da götürmektedir. Böylece, çocuklar aile ekonomisine katkı ne-deniyle yaşlarına uygun olmayan tarımsal işlerde çalışmaktadır.

Türkiye’de çalışan çocukların %40-50’ye yakını tarımda çalışmakta olup, sayıları yaklaşık 350.000-400.000 arasında olup, en kötü konumda çalışan çocuklar arasında ön sırada yer almak-tadır. Bu çocuklar Türkiye’nin değişik bölgelerinde özellikle pamuk, fındık, narenciye, pirinç, şeker-pancarı, tütün vd. tarımında çapa, hasat gibi işlerde yoğun olarak çalışmaktadır. En kötü konum-daki tarım işlerinde çalışan bu çocukların çoğunluğu 15 yaşından küçük olup, ILO sözleşmelerine göre çalışma çağında olmayan ve söz konusu işlerde çalışması arzu edilmeyen çocuklardır. Eği-tim olanaklarından yoksun olan ve çalışmadan dolayı eğitimine devam edemeyen, etmekte zor-luk çeken veya hiç başlayamayan bu çocuklar özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerin-de yaşamakta olup, yılın 4–7 ayını bulundukları yerin dışında, çadırlarda temel gereksinimlerden yoksun olarak sürdürmektedirler. Sosyal Hukuk Devleti ilkesinden hareketle “özel sosyal politika” araçlarının uygulanması gereken bu çocuklar, gelecek açısından en umutsuz kesimlerden birini oluşturmaktadır. Bu bildiride Türkiye’de tarımda çocuk işçiliği ve çalışma yaşamındaki yeri ve ulus-lar arası sözleşmeler hakkında genel bilgiler verildikten sonra, çocuk işçiliğinin azaltılması konu-sunda toplumsal ve kamu duyarlılığının artırılmasına yönelik öneriler sunulacaktır.

38 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye İşgücü Piyasalarında Etnik Bir Ayırımcılık Mevcut mudur?

Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu, Marmara Ü. İİBF, Çalış. Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri B.Mustafa Aslan

Bu çalışma, Türkiye’de oluşan ve işgücü piyasalarında yaygınlaşma eğilimi gösteren bir etnik ayırımcılığa dikkat çekmek ve olası nedenleri üzerinde durmayı amaçlamaktadır. İnceleme kent-lerde ve işgücü piyasalarında ayırıma uğradığı konusunda endişelerin ciddi olarak ortaya çıktı-ğı ve saha olarak en geniş ölçüde istihdam edilen ve işsiz kalan ve iş aramakta olan Kürt köken-li vatandaşlarla yapılmıştır. Esasen bu çalışma Türkiye işgücü piyasalarında etnik bir ayırımcılığın mevcudiyetine dayalı bir varsayımdan hareket etmekle birlikte, bu konuyu net olarak saptama-nın güçlüğü nedeni ile yöntem olarak Güneydoğu Anadolu’da ve bazı büyük batı illerinde yapılan derinlemesine görüşmelerin bulgularına dayanmaktadır. Bu görüşmeler etnik bir ayırımın varlığı-na işaret etmektedir. Etnik ayırımcılığın yasal açıdan suç teşkil etmesi nedeni ile genel olarak işye-ri sahibinin bu konuyu etnik ayırım temelinde ifade etmesi beklenmemektedir. İşe alım esnasın-da işe yerleştirmede, işten çıkarmada veya işteki terfi imkanlarında bu gerekçeden asla söz edil-memektedir. Ancak ayırımın mağduru olan kişiler bu durumu kısmen de olsa dile getirmektedir-ler. Çalışmada sadece ayrımın mağduru olan kişilerin kanaatlerini doğru kabul etme eğilimi be-nimsenmiştir. Buradaki amacımız, nedeni ne olursa olsun kişinin etnik kökeni itibarı ile ayrıma uğ-radığını düşündürten olguların kendisi tarafından önemli kabul edilişidir. Çalışmaya ait görüşme-ler Güneydoğu Anadolu ve Batı Anadolu Bölgesi’nde toplam altı ilde gerçekleşmiştir. Bu görüş-me notları konu ile ilgili sivil toplum örgütleri, belediyeler, sendikalar ve ayırımın bizzat mağdu-ru olan kişilerle gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın amacı, etnik ayırımın formel işgücü piyasaları üze-rindeki etkilerini ortaya koymaktır. Bu çerçeve içinde kamu-özel sektör ayırımı yapılmamış, ancak enformel iş piyasasına dahil olan mağdurların dışlanması kapsam dışı tutulmuştur. Sonuç olarak, yapılan görüşmeler Türkiye işgücü piyasalarında etnik bir ayırımın varlığına dair çok önemli gös-tergeleri, gerek kamu gerekse özel sektör içinde tanımlayabilmektedir.

Türkiye’de Yeni Emek Denetim ve Kontrol Alanı: Kalkınma Ajansları

Yrd. Doç. Dr. Berna Güler Müftüoğlu, Marmara Ü. İİBF, Çalışma Eko. ve Endüstri İlişkileri B.

Dünyada 1960’lı yıllarda, düşmeye başlayan kâr oranları ile birlikte çetinleşen rekabet koşul-ları altında yerel ve bölgesel alanların öne çıkması, mekânların biricikleşmesinin ardında sermaye birikim sürecinin yeniden yapılanmaya başlamıştır. Küresel rekabette bu sürece başat olan neo li-beral politikalar ile devlet/piyasa dengesi piyasa merkezli bir yapıya dönüştürülmeye başlanmış-tır. Devletin fonksiyonları da toplumsal ihtiyaçların yerine esnekliği vaat eden piyasanın ihtiyaç-larına cevap verecek bir yapıya büründürülmüştür. Tüm bu koşullarla birlikte ulus-ulus altı alan-ların işlevselliği merkezi/ademi merkezi yönetim anlayışı yeniden yapılanmaya başlamıştır. Diğer yandan, kendi mekânları ile özdeşleşen emekçi yığınlar çetinleşen uluslar arası rekabet altında es-nekleşme paradigması ağında esnek istihdam politikalarına tabi kılınmaya başlanmıştır. Bu süreç-te yerel ve bölgesel düzeyde kalkınma ajansları vasıtasıyla kendi mekânında emekçiler yeni de-netim ve kontrole tabi olurken, en düşük maliyetli yüksek kârlılığı getirdiği oranda bölgeler cazi-be merkezleri, öğrenen bölgeler, toplaşan ekonomiler vs. adı altında biricikleştirilmiştir.

3912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de yerel sermaye gruplarının uluslar arası piyasalara hızlı entegras-yon sağlama güdüsü, Türkiye’nin gelişen ekonomiler arasında basamak yükselme arzusu, ulus altı yerel/bölgesel alanların rekabet edebilirliğini sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmeye başla-mıştır. Esnek istihdam politikaları, bölgesel asgari ücret tartışmaları, hizmet ve sanayi sektörel yı-ğışmasının sağlandığı organize sanayi bölgeleri, teknoloji bölgeleri, teknoparklar vs. aktifleştirilir-ken, ademi merkezi yönetimin içerdiği yerel yönetimler yasalarının değiştirilme çabası ve Kalkın-ma Ajanslarının kuruluşu farklılaşmayı belgelemektedir. Bu çalışmada sınıf eksenli bakış açısıyla yeni dönemin, yeni ittifaklarını ve işbirliklerini, aynı zamanda yeni gerilim ve çatışma alanlarının olası sonuçları incelenmeye çalışılacaktır.

Güvencesiz Çalışmanın Hukuki Dayanakları

Av. Murat Özveri

Çalışma yaşamını düzenleyen yasaların önemli bir bölümü son on yıl içerisinde değişmiştir. Neredeyse tamamının değiştirilmesine ilişkin sürecin de sonuna yaklaşılmıştır. Yapılan değişiklik-lerin tamamı kamuoyuna çağdaşlık adı altında sunulurken, yine neredeyse tamamında, çalışan-lara ilişkin yasal korumanın zayıflatılması, deyim yerindeyse sulandırılması bir başka ortak payda-yı oluşturmuştur. Değişikliklerin önemli bir bölümü, “bazı kanun ve kanun hükmünde kararna-melerde değişiklik yapılmasına dair kanun” adı altında hissettirilmeden, sessiz sedasız yapılmıştır. Bir kısmı ise PTT A.Ş. kurulmasına dair kanun tasarısında görüldüğü gibi, hemen her kamu kuru-luşunun kuruluş yasasına hükümler konularak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Son torba yasa uygulamasında kamuoyu neler olduğunu biraz olsun fark edebilmiş, ancak işin özü kaçırılmıştır. Akademisyenlerin dışında çok az insan, torba yasanın gerekçesinde yer alan korumayı “iş gücü pi-yasasında katılık” olarak nitelendiren, çalışma yaşamında esnekliği arttıracağını ilan eden tespitler üzerinde odaklanabilmiştir. Güvencesiz bir çalışma yaşamının hukuki alt yapısının inşa edildiğinin ilanı, torba yasanın yanında, ulusal istihdam stratejisi adlı belge ile yapılmıştır. Anılan belgede, alt işveren uygulamasına getirilen kısıtlamaların kaldırılması, 24 ay süreyle belirli süreli iş sözleşmesi-ne olanak tanınması, bu sürenin 25 yaş altı işçilerde 36 aya çıkartılması, tele çalışma, iş paylaşımı, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları aracılığı ile ödünç işçi çalıştırmanın mesleki faaliyet olarak düzenlemesi olmak üzere bir dizi değişikliğin yapılacağının açıklanmasına karşın, bu deği-şikliklerin yeteri kadar algılandığını söylemek de olanaklı olmamıştır. Tebliğde bu süreç, “güven-cesizlik” kavramı ile birlikte ele alınıp, güvencesizliğin yaratılmaya çalışılan hukuki çerçevesi orta-ya konulmaya çalışılacaktır.

40 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KRİZ ÜZERİNE I

İKTİSAT VE TOPLUM DERGİSİ PANELİ:KÜRESEL KRİZ VE BÜYÜME SORUNU

Türkiye’nin Küresel Krize Tepkisi ve İktisadi Gelişme Sorunu

Prof. Dr. Hasan Ersel, Sabancı Ü.

Türkiye küresel krizin ilk büyük şokuyla, iktisadi karar birimlerinin belleklerinde 2001 kri-zinin anıları henüz silinmemişken yüzleşti. Resmi açıklamaların tersine, bu durum Türkiye’nin 2008 şokundan en çok etkilenen ülkeler arasında yer almasını engellemedi. Buna karşılık, şo-kun etkisinden kurtulma aşamasında güçlü tepki gösteren ülkeler arasında yer bulmasına da yardımcı oldu. Bunun nedeni iktisadi karar birimlerinin 1999-2001 döneminde yaşadıkları örse-lenme (travma) ve daha sonraki yıllardaki deneyimleri ışığında bu şoka tepki vermeleri oldu. Bu tepki, kurumsallaşmış iktisadi karar birimlerinde, (iktisat politikası yapımcısı (hükümet+merkez bankası), şirketler kesimi ve bankalar) aşırı ihtiyatlı (over-cautiousness) davranmak biçiminde ortaya çıktı. Öte yandan, Türkiye’nin demokrasi açığı (democratic deficit) şokun etkisinin, ikti-sadi daralmanın çeşitli boyutlarıyla, kurumsallaşması zayıf kesimlere (küçük üretici, işçiler) akta-rılmasını sağladı. Bu kesimler de 2001 sonrası deneyiminin ışığında kayıplarının kısmen ileride iktisat politikası kararlarıyla giderilebileceğini beklemekle yetinmek zorunda kaldılar. Bu iki et-men Türkiye’nin, 2001 krizine oranla daha uzun süre sonra da olsa, toparlanma sürecine girme-sini sağladı. Ancak, bu aşırı ihtiyatlı tutumun Türkiye’nin yeni ve sürdürülebilir bir büyüme yo-luna girmesinde önemli bir engel oluşturması olasılığı ihmal edilmeyecek kadar yüksek. Çünkü bu tutum, gelişme atılımı yapmak için gerekli risk alma cesaretini de törpülüyor. 2003-2008 dö-neminde bu etkinin izlerini yakalamak olanaklı.

3. OTURUM

4112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Para Politikasında Yeni Arayışlar

Prof. Dr. Fatih Özatay, TOBB Eko. ve Tek. Ü., İİBF, İktisat B.

“Küresel krizden alınan dersle para politikasına bakış değişti. 1980’lerin sonlarından bu yana çoğunlukla fiyat istikrarı temel amacına yönelen bir para politikası söz konusuydu. Küre-sel kriz, finansal istikrarın ileride bozulmasına yol açabilecek gelişmelerin (özellikle varlık fiyat-larındaki hızlı yükseliş, hızlı kredi genişlemesi gibi) para politikası tarafından önceden önlen-mesi gerektiği yolunda düşüncelere zemin hazırladı. Fiyat istikrarı ile finansal istikrarı eş değer-de tutan bir para politikası çerçevesi Türkiye’de ne gibi sorunlarla karşılaşabilir? Bu sorunları en aza indirmek için neler yapılabilir? Her şeyden önce de finansal istikrardan neyi kastediyoruz? Bu konuşmanın temel amacı bu sorulara yanıt aramaktır.”

42 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE POLİSİN DÖNÜŞÜMÜ

Türkiye’nin Polis Ekonomisi: Polis Aygıtının Uluslararasılaşması Üzerinden

Türkiye’de Devletin Uluslararasılaşmasına Bakmak

Araş. Gör. Dr. Funda Hülagü, ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.

Bu çalışma, Türkiye’deki Emniyet Teşkilatı’nın özellikle 1940’lardan itibaren uluslararası ile eklemlenme biçimlerini tespit ederken, Türkiye’de devletin uluslararasılaşmasının yeni çehre-lerini görüntülemeyi amaçlamaktadır. Ancak özel olarak 1990’lı yıllarından ortasından sonraki dönem, incelemenin ana odak noktasını oluşturmaktadır. Devletin zor aygıtları arasında Sov-yet sonrası döneme en çabuk entegre olan ve hatta “değişimin şampiyonu” öncü birer devlet aygıtı haline gelenler polis teşkilatları olmuştur. Emniyet örgütleri, ülkelerin dış politikalarını da yürüten ve dahası bulundukları ülkenin yeni dünya düzeni ile kurduğu ilişkiye yön verebi-len örgütler haline gelmişlerdir. Türkiye’deki polis aygıtı da- daha Milli Mücadele dönemindeki İstanbul’un işgal günlerinden itibaren- Türkiye’nin dünya düzeniyle bütünleşmesinin ne’liğine dair her daim bir gösteren olmuştur. Nitekim Türkiye’deki polis teşkilatı gerek 1980’li yıllardan beridir sahip olduğu siyasi güç gerekse de teknik-politik donanımları sayesinde müdahil oldu-ğu uluslararası güvenlik alanının birçok pratiğini Türkiye’de yeniden üretmektedir. Üstelik son yıllarda uluslararası alanın ürettiği polislik politikalarını inceltici, farklı ulusal ölçeklerde bu po-litikaların yeniden üretilme imkanları ve yollarını belirleyici bir aktörlüğe soyunmuştur.

Neoliberal polisin yeni ideolojisini, Türkiye bağlamında yeniden üretmek için türlü araç-lar geliştirilmiştir. 2004 senesinde ABD’de kurulan, Türkiye Polis Çalışmaları Enstitüsü (TIPS) ve Uluslararası Polis Derneği’nin (IPA) Türkiye masaları öne çıkan kurumlar olmuşlardır ve özellik-le kendi yayın organlarıyla Türkiye’nin uluslararasına yeni eklemlenme biçimlerine dair birçok unsura işaret etmektedirler. Bu araçlar haricinde, Türkiye’deki polis teşkilatı, iştirak ettiği ulus-lararası toplumun yürüttüğü barış ve devlet-inşası misyonları üzerinden de Türkiye’nin özel-likle 2000’li yıllarda dünya düzeninde doldurmak istediği alanı konsolide etmekte, bu yeni ek-lemlenmenin dayandığı ideolojik unsurları rafine etme olanaklarına sahip olmaktadır. Bu araş-tırma, Türkiye’de devletin yıllardır göz ardı edilen bir yanına, polis aygıtına bakmakta ve bu ne-

4. OTURUM

4312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

denle de Türkiye’nin Polis Ekonomisine bir giriş yapmayı amaçlamaktadır. Polis Ekonomisi kav-ramıyla işaret edilmek istenen, siyasi mücadelelerin toplam etkisi sonucu bir toplumsal form olarak şekillenen polis aygıtının, belirli bir coğrafyada ulus-aşan sermaye sınıfının lehine siya-set alanını şekillendirme gücüdür. O nedenle, bu çalışma aynı zamanda polis konusunda teorik bir tartışmayı da başlatmayı amaçlamaktadır.

Türk Polis Teşkilatının Son 10 Yılı

Yrd. Doç. Dr. Murat Cem Demir, Tunceli Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu çalışmada 166 yıllık tarihi olan polis kurumun son 10 yılına ait saptamaları göreceksi-niz. Son 10 yılın seçilmesinin en önemli nedeni mevcut politik arenada kuruma ayrılan perfor-manstır. Güvenlik aygıtı olarak polis hiçbir zaman askerin önüne geçmemiştir. Oysa bugün du-rum tam tersidir. Pek çok kişi, polis tarafından yapılan operasyonları, siyaseti dizayn etme giri-şimi olarak düşünmektedir. Bu nedenle iç güvenlik aygıtının son yıllara ait bürokratik yapılan-ması ve kurumsal zihniyeti bu çalışmanın temel konusunu oluşturacaktır. Bu çalışma bir özet-leme girişimi olmanın ötesinde son döneme ait bazı örnekleri belirginleştirip onları çözümle-meyi amaçlamaktadır. Bu örnekler tarihsel kopuşa ait verilerdir.

Devletin Otoriterleşmesi, Yeni Rejim İnşası ve Polisin Yükselişi

Yrd. Doç. Dr. Evren Haspolat, Ordu Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Kapitalist devlet neoliberal birikim rejiminde, Jessop’un Gramsci’ye atıfla genişleyen he-gemonya olarak adlandırdığı kapsayıcı hegemonya projeleri geliştirme olanağının tükendiği oranda otoriterleşen ve toplumun geniş kesimlerini tahakküm yönleri ağır basan güvenlik ay-gıtları olan polis ve özel güvenlik dolayımıyla yönetmeye yönelen bir devlet (otoriter-baskıcı devlet) olarak karşımıza çıkar. Genel olarak dünyada kapitalist devletin 1980’lerden itibaren iz-lediği otoriterleşme eğiliminin Türkiye’de deneyimlenmesi süreci de dünya genelinden çok ay-rışmamaktadır. 24 Ocak 1980-3 Kasım 2002 arasındaki 22 yıllık süreci, Türkiye’de otoriter dev-letçiliğe geçişin ilk aşaması olarak tespit etmek doğru olacaktır. Söz konusu ilk aşamanın ardın-dan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidarı ile başlayan dönem ise hem neoliberal birikim rejimi açısından hem de onunla paralel yürüyen devlet biçimi olarak otoriter devletçiliğin ku-rumsallaşması açısından, neoliberalizmin Türkiye’deki ikinci evresini oluşturmuştur. Her iki dö-nem de hem polis hem de özel güvenlik açısından sayısal artış, denetlediği insan sayısındaki artış, yasal düzeyde görev alanının genişletilmesi ve bütçelerinin artışı bağlamında bir altın çağ olarak deneyimlenmiş ve hali hazırda da deneyimlenmeye devam etmektedir. Türkiye’de neoli-beral birikim rejimi bağlamında Özal-Evren ikilisi döneminde başlayan devletin otoriterleştiril-mesi süreci, 2002’den itibaren AKP önderliğindeki liberal-muhafazakâr blokun kurduğu hege-monya döneminde hızını artırmıştır. AKP iktidarı döneminde Türkiye’de izlenen yeni hegemon-ya stratejisi 2005’e kadar sermaye ile karşılıklı dayanışma, farklı düşünceleri içerme, bürokratik devlete savaş açma ve AB’ye uyum süreci türünden eğilimler sergileyerek kapsayıcı bir hege-monya stratejisi olarak belirirken, 2005’ten itibaren özellikle polisin sayısında yaşanan artış ve Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda yapılan yeni düzenlemelerle birlikte yeni bir aşamaya gir-miştir. Polis söz konusu süreçte özellikle 2007’den itibaren kapısı aralanacak olan devlet aygıt-

44 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ları içinde ve siyasal partiler alanında yeniden yapılanma şeklinde gözlemlenen rejim inşası sü-recinde başlıca aktör olarak belirmiştir. Bu bağlamda devletin otoriterleşmesinin birinci aşama-sında (24 Ocak 1980-3 Kasım 2002) orduya yüklenen tüm anlamlar ve görevler, 2002’den sonra AKP ile kapısı aralanan yeni otoriterleşme evresinde AKP’nin yeni rejim inşası hedefi ile de bir-leştiği oranda polis ve genel olarak emniyet aygıtında kümelenmeye başlamıştır.

Bu bağlamda bildiride yanıt aranacak sorular şunlardır:

• Türkiye’dedevletinotoriterleşmesisürecinin1980-2002evresinasıldeneyimlenmiştir?

• Türkiye’dedevletinotoriterleşmesisüreciAKPiktidarıilebirliktenasılbiryöneevrilmiştir?

• DevletinotoriterleşmesisürecindeyıllaritibariylepolissayısındaveEmniyet’inbütçesindeyaşanan artış nedir? Bu artış AKP döneminde nasıl ve hangi yöntemlerle hız kazanmıştır?

• Devletinotoriterleşmesibağlamında1980’deordununişlevineidi?2007vesonrasındapo-lise biçilen işlev nedir?

• DevletinotoriterleşmesininAKP’ninyenirejiminşasıhedefi(vebubağlamdatümAKPkar-şıtlarının tasfiyesi) ile birleştiği aşamada polise biçilen rol nedir?

• BubağlamdaPVSK’dayapılandeğişikliklerneanlamifadeetmektedir?

• ToplumDestekliPolislik,AilePolisliği,MOBESEgibiuygulamalardevletinotoriterleşmesi,polis devletinin inşası sürecinde nereye oturmaktadır?

• Polisaygıtındagözlemlenentahkimat,“ileridemokrasi”tartışmasıiçindenasılkonumlandı-rılabilir?

Devletin PolisiTürkiye’de Polis Kurumuna Nitel ve Nicel Bakışlar

Doç. Dr. Ayşen Uysal, Dokuz Eylül Ü., Kamu Yön. B.

Polis kurumu, Kıta Avrupası polis modelini benimseyen ülkelerde devletin “cisimleşmiş” bi-çimi ve hatta günlük hayatta devletin “görünen yüzü” olarak karşımıza çıkar. Bu değerlendirmeler devleti zorun yoğunlaşmış biçimi olarak açıklayan devlet teorileriyle (Tilly) yakından ilintilidir zira polis devletin zor öğelerinden biridir. Polis, devletin sağ elidir (Bourdieu). Kıta Avrupası polis mo-delini benimseyen Türkiye’de de polis kurumu devlet aygıtının ayrılmaz bir parçasıdır.

Polis kurumu Türkiye’de akademik dünyanın –çok çeşitli nedenlerle- ilgisini oldukça sınır-lı ölçüde uyandırmış bir meseledir ve daha çok polisin kendisi polisi inceleme konusu yapmıştır. Bununla birlikte polis, bilimsel araştırmalara son yıllarda daha çok konu olmaya başlamıştır.

Bu tebliğ polisin sokakta görünen yüzü olarak Çevik Kuvvet ve toplumsal olaylarla ilgile-nen diğer polis birimlerinin stratejilerini ve siyasetle ilişkisini tartışmayı hedeflemektedir. Bu tar-tışmayı yapabilmek için ise, 1990’ların başından 2000’li yılların ortalarına kadar uzanan dönemde Türkiye’de düzenlenen protesto eylemlerini örneklem olarak ele almaktadır. Böylece, devlet-siyaset-polis ilişkisini toplumsal olay polisliğinden hareketle analiz etmektedir. Protesto eylemleri üzerindeki polis denetimi –dolayısıyla devlet denetimi- bize polisin siyasallaşmasına dair nasıl ve-riler sunar? İktidar değişimleri polisin toplumsal olayların denetiminde izlediği stratejilerde ve iz-lediği denetim repertuarlarında bir değişikliğe yol açar mı? Tebliğ bu iki temel sorudan hareket-le polisi ve dolayısıyla da bir zor aygıtı olarak devleti analiz etmeyi amaçlamaktadır. Bu inceleme-de, polisin toplumsal olaylar arşivi ve protesto eylemlerinde yapılan katılımcı gözlemlerden olu-şan bir veri seti kullanılacaktır.

4512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

MİLLİYETÇİ ZİHNİYET VE TOPLUMSAL CİNSİYET

Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Millileştirilmiş Cinsiyetler, Cinsiyetlendirilmiş Milletler

Doç. Dr. İnci Özkan-Kerestecioğlu, İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.

Cinsiyetin toplumsal olarak kurgulanışında milliyetçiliğin önemli bir değişken olduğu ve aynı zamanda millî kimliklerin inşası sürecinde toplumsal cinsiyetin aslî unsurlardan birini oluş-turduğu yaklaşımı, son yirmi yılın gerek milliyetçilik çalışmalarında gerek feminist yazınında sıklıkla vurgulanıyor. Bildiride Ömer Seyfettin hikâyelerinin bu yaklaşımla okunması amaçlanı-yor. Cinsler arası ilişkilerin toplumsal bağlamda kendini ifade etme temsillerini içeren metinle-riyle Ömer Seyfettin, millet kurgusunun kadınlık ve erkeklik tanımlarını yeniden üreten ve aynı zamanda “ideal” kadınlık ve erkeklik hallerinden millî kimliği üreten süreçleri görünür kılmada zengin örnekler sunuyor. Ziya Gökalp’in teorik ve soyut kalan Türkçülüğünü edebiyat aracılığıy-la popülerleştiren yazar, hikâyelerinde Türk milliyetçiliğine uygun yeni değerler ve yeni bir aile modeli sunmanın peşindedir. Milliyetçi gramerin vazgeçilmez özneleri olan “biz” ve “onlar” kar-şıtlığını en keskin ve en kaba haliyle kuran Ömer Seyfettin’in bu kurguda en çok kullandığı cin-siyet kimlikleri ve cinsiyet ilişkileridir. “Biz”i “onlar”dan ayıran en önemli özellik, milliyetçi yazı-nın başka örneklerinde de kolayca rastlanabileceği gibi kadınlık halleridir. Testilerle şarap içen, coşan, erkeklerin kucaklarında dolaşan, hain ve mavi gözleriyle vahşi bir hayvan gibi Türkle-re bakan “onlar” ve mütevazı, gösterişsiz, ciddi, sabırlı anneler olarak “biz”. Ki ancak böylesi bir “biz”, “Batı’nın şehveti” ve “Doğu’nun afyonu”yla uyuşmuş olan “Türk ruhu”nu derin uykusundan uyandıracaktır.

Öte yandan, Ömer Seyfettin’in izleğinde “biz” ve “onlar” ayrımının her zaman bu kadar net kurulamadığını, milliyetçi söylemin doğasındaki korku, nefret, özenme ve beğeni duyguların-dan kaynaklanan çelişki ve gerilimlere sıklıkla rastlandığını da söylemek gerekir. Bu bildiri, söz konusu çelişki ve gerilimleri, milliyetçi zihniyet dünyasının toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafın-dan beslenen ve bu ilişkileri besleyen yönleri ekseninde açığa çıkarmaya çalışacaktır.

5. OTURUM

46 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Milliyetçilik, Militarizm, Erkeklik: Simbiyotik Bir Âlem Olarak Futbol

Tanıl Bora, İletişim Yayınları

Futbol ortamı, milliyetçilik, erkeklik/maçizm ve militarizmin simbiyozuna elverişli bir âlem kurar. Birbirlerini besleyebilir, ikame ve temsil edebilirler. Milliyetçiliğin, ideolojik hege-monya gücü bakımından bu üçlünün baskın etkeni olduğunu vurgulamamız gerekir. Özellik-le futbolun ideolojik ortamından (medya, tribün şarkıları, söylem…) söz ettiğimizde, bu böyle-dir. Futbolun oyun dinamiğinin, (kurumsal-olmayan futbol deneyimlerinde nefes alan) ‘otanti-sitesinin’ ve sosyalliğinin ise, öncelikle erkekliğin deneyimlenmesinin bir küresi olduğunu söy-leyebiliriz. Toplamda milliyetçilik, erkekliğin çoğaltanı, kışkırtanı olur; hâkim ve mütehakkim er-keklik kalıbını işleyerek kendini de çoğaltır. Militarizm, diyebiliriz ki yardımcı etkendir; milliyet-çiliğin ve onun kışkırttığı erkekliğin saldırganlaşma istidadını işaretler, şovenizmin ve maçizmin mecazı ve aleti olarak iş görür.

Fakat hâkim söylemlerde ve yaygın öznellik biçimlerinde gözleyebildiğimiz böyle bir sim-biyozu, bir otomatizm olarak, yapısal bir zorunluluklar olarak göremeyiz. Futbolun cilvesi, tek kale oynayan güçlü takımın da yenilebilmesi değil mi? Futboldaki yerleşik milliyetçilik söyle-min, militarist imgelere ve maist edaya itibar etmeyen, onları sorgulayan eleştirel tutumların da kendi mecralarını açabildiklerini gözardı etmemek gerekir.

Milliyetçi Terbiyeyi Popülerleştirmek: Kahraman Erkekler, Uslu Kadınlar

Prof. Dr. Simten Coşar, Başkent Ü., İİBFProf. Dr. Aylin Özman, Hacettepe Ü., Siy.Bil. Kamu Yön. B.

Bu çalışmada, Türkiye’de milliyetçi ideolojinin popüleştirilmesinin temel araçlarından olan edebiyat alanında toplumsal cinsiyet temsilleri feminist perspektiften analiz edilmekte-dir. Çalışmanın örneklemini Turgut Özakman’ın edebî çalışmaları oluşturmaktadır. Çalışma üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, genelde milliyetçi ideoloji özelde Türk milliyetçiliğin ulus-devletleşme sürecinde toplumsal cinsiyet rollerinin kurgulanışındaki rolü ele alınmakta-dır. İkinci bölümde, milliyetçi (popüler) edebiyatın milliyetçi ideolojiyi gündelik dile aktarışı ve bu aktarıştaki hâkim üslûp toplumsal cinsiyet ekseninde detaylandırılmaktadır. Üçüncü ve son bölümde, Turgut Özakman’ın edebî çalışmalarını ürettiği tarihsel ve siyasal bağlam içerisinden Türk milliyetçiliğinin ulus-devletin inşa dönemine özgü söylemin toplumsal cinsiyet rolleri üze-rinden yeniden-üretilişi analiz edilmektedir.

4712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Neoliberalizm ve Neomuhafazakarlık Kıskacında Türkiye’de Özel Alan Siyasası ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Gülbanu Altunok, Bilkent Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.Prof. Dr. Feride Acar, ODTÜ, İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Feminist kuram, devlet, siyasa ve kamusal düzenlemeleri inceleyen çalışmaları toplumsal cinsiyet nosyonunu ve özel alanı göz ardı ettikleri gerekçesiyle eleştirir. Buna göre, toplumsal cinsiyet rolleri, hem sosyokültürel hem de politik ve ekonomik dinamiklerce belirlenmiş tarih-sel kurgulardır. Özel alan ise hem patriyarkanın işleyişinin dolayımsız hale geldiği, hem de mo-dern iktidarın—kişilerin bedenlerinden yakın ilişkilerine, cinsel yönelim ve tercihlerinden ve üreme faaliyetlerine— düzenleme ve denetleme yoluyla gün geçtikçe artan bir biçimde mü-dahil olduğu bir ilişkiler alanıdır.

Böyle bir yaklaşım çerçevesinde çalışma, Türkiye’de geçtiğimiz on yıl süresinde cinsellik/cinsel kimlik, üreme ve eşlik/evlilik başlıkları altında önemli özel alan siyasalarını ve bu konular-da öne çıkmış siyasa tartışmalarını gözden geçirmeyi amaçlamaktadır. Bildiri, bireylerin cinsel, duygusal, ailevi özneler olarak kurgulanış süreçlerinde toplumsal cinsiyet rollerinin ne şekilde tahsis edildiği, ilişkilerin ne şekilde düzenlendiği, hangi grupların hak ve yükümlülük paylaşı-mı açısından avantajlı, kimlerin dezavantajlı konumda olduğuna bakmayı, dolayısıyla özel alan düzenlemelerini (ve siyasa tartışmalarını) ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ perspektifinde ele almaya çalışacaktır.

Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama amacı ile önemli yasal reformlar gerçekleştirilmiş, bu gelişmelerde AB’ye katılım süreci, uluslar arası normların kabulü ve kadın örgütlerinin çalışmaları etkili olmuştur. 2000’ler aynı zamanda dün-yada ve Türkiye’de neo-liberalizmin ekonomik-politik bir rasyonalite olarak etkinliğini arttırdı-ğı, özelleştirme ve kamu reformları aracılığı ile devletin yeniden yapılandırıldığı ve refah sağ-layıcı rolünün kısıtlandığı bir döneme de tekabül etmektedir. Ahlaki-politik bir rasyonalite ola-rak neo-muhafazakârlığın yükselişi de dönemin önemli dinamiklerinden biri olmaktadır. Bildi-ri, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından değerlendirmeye alacağı özel alan politikalarının üreti-minde bu dinamiklerin işleyişini ve etkisini de anlamaya çalışacaktır.

48 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SERMAYE BİRİKİMİ VE ŞİRKETLER

İstanbul’un Müteahhitleri: Sermaye Birikim Sürecinde Siyasetin Belirleyiciliği

Araş. Gör. Osman Savaşkan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

1980 sonrası yasal dönüşümlerle birlikte yerel yönetimlerin gerek yetki ve sorumlulukları gerekse gelirleri ciddi oranda artırılmıştır. Örneğin, toplam kamu yatırımları içinde yerel yönetim-lerin payı AKP döneminde yüzde 40’a kadar çıkmıştır. Bu durum özellikle büyükşehir belediyele-rini yeni sermaye birikim süreçleri açısından önemli hale getirmiştir. Yalnız, yerel yönetimlerin ar-tan önemi bizi merkezi devlet kurumlarının neo-liberal dönemde etkisini kaybettiği gibi bir sonu-ca ulaştırmamalıdır. Başta TOKİ ve Karayolları Genel Müdürlüğü gibi olmak üzere merkezi kurum-lar belediyelerin yanı sıra kentsel alana müdahale etmeye başlamışlardır. Bu bildiride özellikle İs-tanbul Büyükşehir Belediyesi’nin alt-yapı yatıırmlarına odaklanılarak devlet-iş adamları ilişkileri-nin neo-liberal dönemde dönüşümünün dinamikleri tartışılmaya çalışılacaktır. İstanbul’da gün-deme gelen alt-yapı projelerinin sadece İstanbul’a özgü olmadığı, Mumbai, Sao Paulo, Şankay, Johannesburg, Cape Town gibi nüfusu çok hızlı artan ve “ küresel kent” adayı şehirlerde de görül-düğü özellikle belirtilecektir. Bildiri üç ana bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde 2000’li yıllar-da neo-liberalizmin yaşadığı dönüşüme odaklanılacaktır. Başta Dünya Bankası, İMF gibi kurum-lar olmak üzere birçok uluslar arası örgüt piyasanın “etkin” işleyişi açısından formal-informal ku-rumların önemine dikkat çekmeye başlamıştır. “Post-Washington Konsensus” diye de adlandırı-lan neo-liberalizmin bu ikinci evresinde siyaset-ekonomi, ekonomi-toplum ilişkileri birçok yasal dönüşümlerle yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu süreç etkisini Türkiye’de 2001 krizi sonrası Kemal Derviş dönemi ile göstermiştir. Fakat, bir yıl sonra iktidara gelen AKP bu sürece ciddi şekil-de müdahale ederek siyaset-ekonomi, ekonomi-devlet ilişkilerini yeniden tanımlamıştır. Burada kurumsal dönüşümlerle ilgili analizlerde göz ardı edilen siyasi dinamiklerin süreç üzerindeki et-kisi vurgulanacaktır. AKP iktidarı yasal değişikliklerle “ istisna” ve “belirsizlik” lerle dolu, son dere-ce esnek, “ ad hoc” yönetim teknolojilerine geçmiştir. Bu süreç sermaye birikim sürecini de etkile-miştir. İkinci bölümde devlet-iş adamı ilişkilerini etkileyen Kamu İhale Kanunu’na ve bu kanunlar-da yapılan değişikliklere odaklanılacaktır. Son bölümde ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile çalı-şan bazı müteahhitlerle yapılan mülakatlara dayanılarak yeni sermaye birikim süreçlerinin meka-nizmaları, “ müteahhitlik” mesleğinin yaşadığı dönüşümler tartışılacaktır. Sürecin formal-informal, kamu-özel arasındaki sınırları bulanıklaştırarak ilerlediği bu bölümün ana temalarından birisi ola-caktır.

6. OTURUM

4912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Munzur’dan Anonim Şirket Yaratmak:Munzur A.Ş. Örneği Üzerinden Dersim’de Kapitalist İnşa Süreci

Yrd. Doç. Dr. Ş. Gürçağ Tuna, Tunceli Ü., İİBF İktisat B.Yrd. Doç. Dr. Bayram Güneş, Tunceli Ü., İİBF İktisat B.

Bu çalışma, sosyo-ekonomik açıdan neredeyse hiç analiz edilmemiş olan bir kentte, Tunceli’de/Dersim’de, kolektif bir su şişeleme yatırımı olan Munzur A.Ş. üzerinden kapitalist inşa sürecini ele almayı amaçlamaktadır. Çalışmamız, geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye’nin, kapitalist ilişkilerin en az olduğu bölgelerinden biri olarak Dersim’de anonim şirket kurulması sü-recini analiz edecektir. Kapitalist ilişkilerin görece “gelişmemiş”, sanayinin yok denecek kadar az olması, çalışmanın konusunu kapitalist gelişmeye ilişkin bir laboratuvar haline getirmektedir. Bu yönüyle Dersim’de Munzur A.Ş.’nin kuruluş sürecinin araştırılması, Türkiye’de kapitalist gelişme-ye ilişkin önemli çıkarımlar yapılmasını sağlayacaktır. Dersim’in birçok yönden Türkiye’de özgün-lük arz etmesi, kapitalist gelişmenin bu özgünlükleri nasıl içerdiği Munzur A.Ş.’nin kuruluş süre-ci üzerinden incelenecektir. Bu açıdan Munzur A.Ş. kültürel değerler ile kapitalizm arasındaki iliş-kiye dair çok şey söyleme potansiyeline sahiptir. Diğer bir nokta ise bölgesel kalkınma tartışma-larına katkı yapmak açısından Munzur A.Ş.’nin iyi bir fırsat sunmasıdır. Munzur A.Ş., Dersim dışın-da yaşayan Dersimli küçük ve orta ölçekli yatırımcılara bölgeyi sermaye için normalleştirme, ser-maye için model oluşturma fırsatı sunması yönüyle kapitalist inşa süreci kapsamında analizimize konu edilecektir. Munzur A.Ş. yerel sermaye-ulusal sermaye ilişkisini tartışma olanağı da sunmak-tadır. Kentin bir diğer özgünlüğü de Türkiye geneline oranla sol muhalefetin güçlü yapısıdır. Bu çalışma, kentin önemli bir aktörü olan sol yapılanmanın kapitalist gelişmeye ilişkin tutumunu tar-tışma fırsatı vermektedir. Bu yönüyle de Türkiye’deki sol siyasetin teori ve pratiğine ilişkin önem-li bir tarihsel kesit sunmaktadır. Çalışmanın dolaylı olarak ilgilendiği bir diğer konu ise bölgedeki ekolojik hassasiyetin, fabrikanın kuruluş döneminden günümüze değin geçirdiği dönüşümü iz-leme fırsatı vermesidir. Dolayısı ile bu özgün örnek genele dair birçok çıkarsama yapmaya olanak tanımaktadır. Munzur A.Ş.’ye ilişkin tek bilgi edinme kaynağı sürece çeşitli boyutlarıyla tanıklık et-miş, müdahil olmuş kişilerdir. Fabrikanın kuruluş fikrinin oluştuğu günden bu yana olan sürecin her bir aşamasının aktörleri ile mülakat gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerden çıkardığımız sonuçlar, kentteki deneyimlerimizle birlikte teorik bir bakış açısıyla yorumlanmıştır.

Türkiye’de Ulusötesi Sermaye Egemenliği: Koç Holding Örneği

Dr. Mehmet Gürsan Şenalp, Atılım Ü. İİBF İktisat B.

Bu bildirinin temel önermesi Türkiye finans kapitalinin belirli bir fraksiyonu ulusötesi bir ni-teliğe sahip olduğu ve bu ulusötesi sınıf nüvesinin sermayenin önder fraksiyonu konumunda ol-duğudur. Bu önerme, bildiride, Türkiye finans kapitalinin merkezinde yer alan Koç Topluluğu ör-neği üzerinden tartışılacaktır. Koç Topluluğu, gerek ülkemizdeki kapitalist ilişkilerin yerleşmesi bağlamındaki tarihsel / öncü rolü, günümüzde erişmiş olduğu mali gücü, yönetim / organizas-yon yapısı, faaliyet gösterdiği sektörlerin çeşitliliği, uluslararası / sınır-ötesi ortaklık ve girişimle-ri, STK’larla ve gönüllü kuruluşlarla yakın diyaloğu ve uluslararası siyasal / finansal kurum ve fo-rumlardaki seçkin konumu itibariyle, ülkedeki diğer rakip sermaye gruplarıyla karşılaştırıldığın-da bir hayli öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, bildirinin bir diğer amacı Türkiye’de devlet / toplum kompleksinin içinden geçmekte olduğu dönüşüm sürecinde sermayenin rolünü ortaya koymak ve bunu Koç Holding’in gelişim süreci üzerinden açıklamaktır.

50 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

OSMANLI İKTİSADİ VE SİYASAL DİNAMİKLERİ

Osmanlı İthalatında İngiltere’nin Payı:Azalışın Muhtemel Bazı Sebepleri (1880-1914)

Doç. Dr. M. Murat Baskıcı, A.Ü. SBF İktisat B. İktisat Tarihi Anabilim Dalı

İngiltere, XIX. yüzyılın neredeyse tamamında Osmanlı İmparatorluğu’nun ithalatında en bü-yük paya sahip ülke idi. 1880-1882 döneminde payı % 45’in üzerine çıkmıştı. Daha sonrasında ise, yine en büyük paya sahip olmayı sürdürmekle birlikte, payı giderek azaldı; 1911’de % 24 dü-zeyindeydi. Otuz yıl içinde % 50’ye yaklaşan bu kaybın arkasında özellikle Almanya’nın sanayile-şen bir rakip olarak yükselişinin olduğu düşünülmekte ve belirtilmekteyse de bu yükselişin niteli-ği konusunda bir açıklama getirilmemektedir. Dönemin İngiliz arşiv belgeleri ise bu olgunun ola-sı bir açıklamasını sunmaktadır. Buna göre İngiltere, Osmanlı piyasası ile ticaretini sürdürmek/ge-liştirmek konusunda bazı hususlara dikkat etmediği ya da gönülsüz davrandığı için Osmanlı itha-latındaki payı, bu hususlara dikkat eden Avrupalı rakiplerine kıyasla azalmaktadır ve Almanya bu rakiplerden biridir. İngiliz ticari çevrelerinin, Osmanlı piyasasında ticaret yapabilmek için önem-li olduğu bildirilen Osmanlı tüccarına vadeli satın alma imkânı tanımak, her şey dahil mal teslim fiyatları söylemek, seyyar ticaret acentalarından yararlanmak, ucuz ürünler satmak ve işlemlerin-de Fransızca kullanmak gibi hususlara pek dikkat etmediği ifade edilmiştir. Bu durumun, aynı za-manda coğrafi yakınlıktan ve ülkelerinin demiryolu ve buharlı gemi hatlarının sağladığı kolaylık-lardan yararlanan Almanya, Avusturya gibi bazı kıta Avrupası ülkelerinin Osmanlı dış ticaretinde-ki paylarının İngiltere aleyhine artmasında etkisi olduğu söylenebilir.

Toprağı Yeniden Dağıtmak: 19. Yüzyıl Yunanistan’ında Çiftliklerin Siyasal İktisadı

Uğur Bahadır Bayraktar, Boğaziçi Ü. Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Enst.

Bu bildiri, Osmanlı Devleti’nin on dokuzuncu yüzyıl içinde geçirdiği reformlar nezdinde Ku-zey Yunanistan yakınlarındaki Tırhala ve Yanya civarındaki çiftlikler üzerindeki el değiştirmeleri in-

7. OTURUM

5112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

celemektedir. Bir önceki yüzyılda Balkanlar’da egemen olmuş olan – özellikle Arnavut – paşalar-dan ele geçirilen toprakların yeniden bölüştürülmesinde sınıf analizinden yararlanılmaktadır.

‘Toprak’ mefhumunun Osmanlı düzeninde sahip olduğu önem göz önünde bulundurulursa, Tanzimat’ın ilk on yılında adı geçen iki bölgedeki çiftlik satışları Osmanlıların toprak ve mülkiyet üzerine ideolojisine de ışık tutmaktaydı. Her ne kadar çiftlik satışları önceki açık artırma pratik-lerini andırsa ve bunun amacının tarımsal üretim ve dolayısıyla vergi olduğu belirtilse de bu bil-diri, ‘füruht’ (satış) adı verilen bu muamelelerin Osmanlı taşrasındaki sosyal yapıları nasıl değiş-tirmediğini öne çıkaracaktır. Satılması arzulanan 930’a yakın çiftlikten yaklaşık 100 tanesinin ya-kından incelenmesi sonunda bu çiftliklerin bir nevi ‘özelleştirme’ olduğu iddia edilebilir. . Zira bu topraklarda fiili bir nüfuz kurmakta zorlanan Babıâli’nin bu satışlar ardından zaten bir önceki yüz-yılda hâkimiyeti paşalara terk ettiği bu topraklardaki yönetimden çekildiği de eklenebilir. Aynı zamanda atıl durumda olan çiftliklerin yeniden dağıtımında da Osmanlı yönetiminin vücuh ve İstanbul’daki bürokratları tercih etmesi toprak transferinin iç yüzünü göstermektedir. Sonuç ola-rak sahipsiz ya da altyapıya ihtiyaç duyan çiftlikler genellikle açık artırma ile merkez ve taşradaki maddî olarak güçlü sınıflara transfer edilmiştir. Bu transferler sonrasında Osmanlı merkezî yöneti-mi ve taşradaki vücuh arasındaki ‘karşılıklılık’ ilkesini de gözeterek, dağıtılan toprakların çok azının Osmanlı köylüleri lehine olduğu ve sonuç olarak bölüştürülen toprakların – geçmişte olduğu gibi – yine İstanbul çevresindeki ve bölgedeki güçlü ağalara aktarıldığı gösterilecektir. Bu noktada Ar-navut paşalarının nüfuzu bir önceki yüzyıla nazaran – köylülerin aleyhine - pek de değişmemişti.

II. Meşrutiyet Dönemi’nde İşçi Hakları ve Demokrasi: Osmanlı Demokrat Fırkası

Dr. Gökhan Kaya

1908 Meşrutiyeti’nin ilanından hemen sonra ortaya çıkan hemen her türlü siyasal dernek, cemiyet, parti, hayır kuruluşları gibi sivil inisiyatifler, örgütler, siyasetin toplumsallaşmasının en iyi örneklerinden birisini oluşturmuştur. Bu aynı zamanda bir yüzyıl öncesinden başlayarak evrilen siyasal düşüncenin gerekli özgür ortamı bulduğunda, toplumun benimseyebileceği, içten ve sa-mimi bir karşılık verip onu kendisinin kılabileceğinin de kanıtı olmuştur. Siyaseti, sıradan Osman-lılar için geçerli olan siyaseten katl algısından ya da bir hanedanın yönetim tekeli anlamına sahip olmasından çıkarıp, bizzat toplum tarafından deneyimlenen, kendisinin bir pratiği, becerisi kılan bu dönem, Türk siyasal hayatının rüşdünü ilk kez ispat ettiği dönem olmuştur. Osmanlı Demok-rat Fırkası, her türden siyasal aktörün epey arttığı bu dönemde, kısa bir süre faaliyet gösterse de; bir toplumun siyasal, düşünsel, örgütsel hayli çoğul bir döneminin siyasal alanında; öncelikle sa-mimi ve ısrarlı bir şekilde savunduğu demokrasi düşüncesi ile bu demokrasi düşüncesini dayan-dırmak istediği kesimler itibariyle istisna bir parti olmuştur. Osmanlı toplumunun nüfus ve ekono-mik üreticilik olarak büyük kısmını oluşturan köylüler, işçiler, ameleler, rençberler kısaca her tür-den emeği ile geçinenleri kapsayacak şekilde demokrasi düşüncesi yaymak ve bu kesimlerin si-yasal bilinçlenmelerini de en çok demokrasi üzerinden geliştirme amacı Demokratların değişmez hedefi olmuştur. Sonuç olarak Osmanlı Demokrat Fırka’sı kimi zaman gerek örgütlenme çabasıy-la gerekse savunduğu fikir, ilke ve değerler ile meşrutiyetin getirdiği çoğulculuğu savunarak, Os-manlı tarihinin özgül ıslahat ve baskıcı yönetimlere karşı gösterilen muhalefet tecrübelerine sa-hip çıkarak, yaşanılan çağın tarihselliğini dikkate alarak, XX. yüzyılın içinde olmak için, bu fikir-ler temelinde toplumsal bir yapılanmayı arzu etmiş, bu yapılanmayı da Osmanlı toplumunun en mağdur kesimlerine dayandırmak istemiştir.

52 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Periferide Mekân ve Mekânsal İlişkilerin Üretimi: Porfirio Meksika’sı ve Abdülhamit Türkiye’sinde

Kapitalist Mekânın Gelişimini Anlamak

Ertan Erol, Nottingham Ü.,Siyaset ve Uluslararası İlişkiler B.

Periferik coğrafyalarda kapitalizmin gelişimi coğrafi konumlandırılmalarından dolayı mer-kez ülkelerdeki kapitalist gelişimden farklı bir yol izlemişlerdir. Günümüz kapitalist mekânın olu-şumunun tarihsel maddeci analizinde kapitalizmin eşitsiz dolaşımı ve genişlemesi merkezi so-runsal olarak karsımıza çıkmaktadır. Bu tip münhasır coğrafyalarda kapitalizmin ve kapitalist mekân/mekânsal iliksilerinin analizinde Troçki’nin eşitsiz ve bileşik ekonomik gelişme kuramı pe-riferide mekânsal gelişimin yapısal ve içsel koşullarını anlamada önemli bir araç olarak ortaya çık-maktadır.

Periferide üretim araçlarının eşitsiz ve bileşik bir bicimde gelişimi Gramsci’nin pasif devrim kavramının kullanımını periferide kapitalist mekânın oluşumunu bu surecin belirli bir zaman ve belirli bir coğrafyadaki kendine münhasır özelliklerini anlamak bağlamında önemli ve hatta bir bakıma zorunlu kılmaktadır. Meksika ve Türkiye’nin çepersel coğrafi konumları üretim araçlarının eşitsiz ve bileşik bir bicimde gelişimini de beraberinde getirmiş, dolayısı ile kapitalist mekânın, kapitalist mekânsal iliksilerin ve mekânsal simgelerin gelişimini de bu bağlamda biçimlendirmiş-tir. Meksika’da 1910-1917, Türkiye’de ise 1909-1923 yılları arasında gerçeklesen pasif devrimler iki ülkenin de kapitalist moderniteye ulus-devlet biçiminde geçişini son tahlilde belirleyen süreçler olmuşlardır. Bu sebeple, bu çalışma Meksika ve Türkiye’nin kapitalist mekânsal üretimini önem-li ölçüde General Porfirio Díaz ve Sultan Abdülhamit’in ancienne regimeleri altında gerçeklesen eşitsiz ve bileşik iktisadi gelişim çerçevesinde ortaya çıkan pasif devrimlerinin birer sonucu olarak analiz edilmesi gerektiğini savunmaktadır.

5312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

BASIN TARİHİ VE MEDYA:İÇERİK, SÖYLEM VE TEMSİL

Bazı Osmanlı Gazetelerinde Siyasal Reklam (1908-1918)

Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kaya, Niğde Ü., Fen-Edb. F., Tarih B.Fatma Sinem Siklon, Kocaeli Ü., SBE İletişim ve Halkla İlişk. ABD

Siyasal yaşamın vazgeçilmez yönleri arasında medyanın önemli bir rolü vardır. Bu rolün siya-sal yaşamın şekillenişinde, propaganda ve büyük insan kitlelerine ulaşmada göz ardı edilemeye-cek bir etkisi söz konusudur. Medyanın bir parçası olan gazeteler de liderlerin halka ulaşmasında önemli bir işlev görmektedirler.

Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal yapısında da dönemin basının önemli bir rol üstlendiği görülmektedir. İkinci meşrutiyetle birlikte basın üzerindeki baskıların bir ölçüde azalması siyasal yaşamda basının ve özellikle de belli periyodik aralıklarla çıkan gazetelerin katkısı büyüktür. Bu anlamda bildiri konusu olarak İkinci meşrutiyetle birlikte imparatorluğun sona erişine kadar bazı gazetelerde siyasal reklamlar üzerinde durulacaktır.

Konunun işleyişinde dönem içerisindeki (1908-1918) gazetelerin iktidar ve muhalefet tara-fında yer alışlarıyla birlikte, bağımsız özelliğe sahip olmaları da dikkate alınmıştır. Bildiri konusu-nun belirlenmesinde örnekleme yapılmış, belirtilen özelliklere göre gazeteler seçilmiştir. Siyasi yelpazenin çeşitli yönlerini yansıtması bakımından da seçilen gazeteler daha geçerli sonuçlara varabilmek açısından önem taşımaktadır. Bu anlamda Tanin (İttihat ve Terakki), Alemdar (Hürriyet ve İtilaf ), Tanzimat (aşırı sol), İkdam (ılımlı muhalefet), Yeni Gazete (bağımsız olmakla birlikte mu-halefete yakın), Sabah (bağımsız, fakat hükümete yakın) gazeteleri seçilmiştir.

Bildiride gazetelerde yayımlanan siyasal reklamlar ele alınacak, bu reklamların görselliği ve halka ulaşmadaki etkileri irdelenmeye çalışılacaktır. Böylece on yıllık bir kesitte siyasal partilerin halka vermek istedikleri mesajlar gazete sütunlarına yansıyan reklamlarla ele alınacaktır. Verilerin el verdiği ölçüde çeşitli istatistik bilgileri de hazırlanacaktır. Konunun görsel bakımdan da daha iyi anlaşılması ve daha gerçekçi saptamalara ulaşılması bildirinin amaçları arasında yer almaktadır.

8. OTURUM

54 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

1945-1950 Yılları Arasında Türkiye’de Sol Basın: Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları

Araş. Gör. Kadir Dede, Hacettepe Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Çalışmanın amacını, çok partili hayata geçiş süreci olarak da adlandırılan 1945 – 1950 yılla-rı arasında sol hareketin genel karakteristiklerinin ve dönem siyaseti içindeki konumunun tahli-li oluşturmaktadır. Tek partili siyasal yapının ortadan kalkarak yeni partilerin faaliyete geçtikleri ve “demokrasi”nin adeta bir sihirli sözcük halini aldığı zaman diliminde, solun siyasal yapıdaki ye-rinin yeni dönemin ne derece demokratik olduğunun tespitinde önemli bir ölçüt olduğu savu-nulmaktadır. Önceki dönemin Türkiye solu açısından karşımıza çıkardığı manzara, siyasi mücade-lenin legal anlamda bir parti ya da farklı bir örgüt altında sürdürülemeyişidir. Bu dönemde der-gi ve gazeteler ise solun siyasi mücadeledeki başlıca aracı olmuşlar, siyasal muhalefet ve müca-dele pratiğinin üzerlerinden gerçekleştiği bir geleneği de tesis etmişlerdir. Yeni dönemin teoride bu durumda değişiklik yaratması ve faaliyetlerin merkezinin partiler ve sendikal örgütlenmelere kayması beklenecekse de dönem pratiği bunun oldukça uzağındadır. Bu açıdan “sol basın” ola-rak adlandırabileceğimiz yayın türleri sayısal olarak bir zenginlik kazanmış ancak oldukça kısa bir süre içinde oluşum halindeki siyasal parti ve sendikalarla birlikte sistemin dışına itilmişlerdir. Si-yasal ortam dâhilinde kurulan partiler bir yana, dergi ve gazeteler ile onların yayıncılarına yönelik tutumların ise Türkiye demokrasinin geneline etki eden önemli yönleri olduğu görülmektedir. Si-yasal sistem içerisinde uzlaşmacılıktan yoksunluk, muhalefet kavramına dair sağlıksız bakış açısı ve muhalefete biçilen tartışmalı konum gibi yönler, demokratik yapının taşıdığı belli krizlerin kay-nağı olarak okunmaktadır. Dolayısıyla çalışmada, siyasal sistem ve kültüre dair söz konusu sıkıntı-lar ile “demokrasinin kurulduğu”nun iddia edildiği bir dönemde solun sistemden dışlanması du-rumu arasında bir ilişkinin olduğu savunulmaktadır. Bu doğrultuda çalışma, solun 1945-50 arasın-daki siyasi pratiğinin genel olarak yayıncılık alanı odaklı oluşundan hareket ederek, ilgili dergi ve gazeteler üzerinden Türkiye’de sol hareketin çok partili hayata geçiş sürecindeki konum, tutum ve sürece bakışını ele almaktadır. Yayınlarda sürdürülmüş tartışmaların iki başlık altında sınıflan-dırılabilir. Bunlardan ilki demokrasinin anlamı, nitelikleri ve onunla ilgili temel problemleri üzeri-ne görüşleri içermektedir. Ayrıca dönemin başlıca iki büyük siyasi partisi olan CHP ve DP’ye dair dergi ve gazetelerce yöneltilen eleştiriler de yine demokrasi tartışmaları bağlamında ele alınmış-tır. Tartışmaların ikinci parçası ise solun kendi gündemini ve yürüttüğü teorik tartışmaları kapsa-maktadır. Marksizm, sosyalizm, işçi sınıfı ve sendikaları konu edinen yazılar, bu kısım altında de-ğerlendirilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Türkiye Solu, Demokrasi, Çok Partili Hayata Geçiş, Basın, Marksizm, Sosyalizm.

Basında Anayasa Referandumu: Neden Evet, Neden Hayır?Zaman ve Hürriyet Gazetelerinde

12 Eylül Referandumunun Yansımaları

Yrd. Doç. Dr. Derya Erdem, İstanbul Arel Ü., İletişim F.

Türkiye toplumunda uzun yıllardan beri 1982 Anayasası, geniş çevrelerce “darbe anayasası” olarak eleştirilmiş ve anayasanın değiştirilmesi ve sivil bir anayasa yapılması gereği toplumda çok farklı çevrelerce sıklıkla dile getirilmiştir. AKP hükümeti 2010 yılında bu konuyu gündeme getire-

5512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

rek, kısmi anayasa değişikliği konusunda bir anayasa değişiklik paketi hazırlayarak önce mecliste oylamaya sunmuş, daha sonra anayasa değişiklik paketini halkın oylamasına sunmak üzere refe-randuma götürmüştür.

Referandum öncesi siyasal partiler, anayasa değişiklik paketine, halkın “evet” ya da “hayır” tercihi kullanması yönünde geniş bir siyasal kampanya yürütmüşlerdir. Bu süreçte, anayasa de-ğişiklik paketine “evet” ya da “hayır” diyenler, siyasal alanda keskin bir kutuplaşma içine girmişler-dir. Çoğu basın-yayın organı da bu kutuplaşma içinde, evet ya da hayır yönünde eğilimini açıkça ortaya koymuştur. Bu basın-yayın organları içinde özellikle yüksek tiraja sahip iki gazete; AKP hü-kümetine ve anayasa değişiklik paketine desteğini açıkça ortaya koyan Zaman gazetesi ve hükü-met/AKP karşıtı sayılabilecek ve anayasa değişiklik paketine olumsuz yaklaşan yayınlarıyla Hürri-yet gazetesi dikkat çekmektedir. Çalışmada, Zaman ve Hürriyet gazetesinde, referandum sürecin-de ve hemen sonrasındaki 1-15 Eylül 2010 tarihleri arasında, anayasa referandumuyla ilgili haber ve köşe yazıları irdelenmiştir. Söz konusu dönemde, ele alınan iki yayın organında referandumla ilgili hangi konuların ele alındığı, hangi siyasal partilerin söylemlerinin öne çıkarıldığı, anayasada değiştirilecek maddelere nasıl yaklaşıldığı ve referandum sonucunun nasıl ele alındığı değerlen-dirilmiş ve Zaman gazetesinin anayasa değişiklik paketini onaylarken bunu nasıl gerekçelendirdi-ği ve yine Hürriyet gazetesinin bu değişikliğe olumsuz yaklaşırken ve “hayır” eğilimini ortaya ko-yarken bunu nasıl gerekçelendirdiği ilgili haberler ve köşe yazılarıyla analiz edilmiştir. Çalışmada eleştirel söylem analizi yöntemi kullanılmıştır.

Zaman gazetesinin anayasa değişiklik paketine olumlu yaklaşımı ya da Hürriyet gazetesinin olumsuz yaklaşımı, gerçekte Türkiye’nin siyasal geleneğinde, cumhuriyetçi-laik-ulusalcı kanatla, dini inançlarını özgürce yaşamaları baskı altında tutulmuş, askeri vesayete karşı olan daha İslami ve muhafazakâr-demokrat kesimin yıllarca süren köklü mücadelesini de gözler önüne sermiş, re-ferandum süreci basın organlarında AKP hükümetini destekleyenlerle AKP karşıtı olanlar arasın-da siyasal bir çekişmeye sahne olmuştur. Bu süreç aynı zamanda toplumda statükocu söylemle, değişimci/dönüşümcü ya da özgürlükçü söylemin mücadele dinamiklerini de ortaya çıkarmıştır. Referandum sürecinde “evet” ya da “hayır” diyenlerin yanında, “boykot” kararı alan siyasal çevre-lerle, “yetmez ama evet” diyen çevreler de söylemleriyle güçlü bir biçimde sürece dahil olmuşlar-dır. Anayasa değişikliği, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra da gündemin önemli madde-si olmaya devam edecektir. Bu bakımdan mevcut çalışma, anayasa değişikliği konusunda yapılan referandum sürecinin ve bu süreçte basın yayın organlarında görünür hale gelen söylemsel mü-cadelenin önümüzdeki süreçte nasıl şekilleneceği konusunda ipuçları vermesi bakımından ve bu söylemsel mücadelenin dinamiklerini ortaya koyması bakımından önemlidir.

Türkiye’de Bilim Haberciliğinde Yapısal Eğilimler ve Temel Sorunlar

Prof. Dr. Çiler Dursun, Ankara Ü., İletişim F.

Medyanın bilimsel ve teknolojik gelişmelerin olası sonuçlarına ilişkin toplumsal tartışmala-ra ve müzakerelere katkıda bulunabileceği saptaması, bilim iletişimi çalışmalarının temel hare-ket noktalarından olagelmiştir. Bunu da medyanın okurlarına ve izleyicilerine tartışmalarla ilgi-li bilimsel ve teknolojik bilgiyi anlaşılabilir hikayeler olarak sunmasıyla gerçekleştirebileceği var-sayılmaktadır. Dolayısıyla medya, bilim iletişiminde temel aktörlerden biri olarak kabul edilmek-tedir. Bilim iletişimi araştırmalarının çoğu da, yazılı ve görsel medyanın bu konudaki rolünü ne ölçüde yerine getirdiğini saptamaya yöneliktir. Bunu saptamak amacıyla özellikle son yirmi yıl-dır gelişmiş endüstriyel ülkelerde kapsamlı ve çoğu da nicel araştırma yöntemleriyle gerçekleş-

56 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

tirilen analizler yapılmaktadır. Türkiye’de bu bağlamda ilk kez yapılan ve Tübitak tarafından des-teklenen Türkiye’de Bilim Haberlerinin Görünürlüğü ve Temsili: 1993-2008 başlıklı araştırmamızla, yazılı medyanın bilim teknoloji ve yenilik içeriğini son onbeş yıl boyunca nasıl sunduğu ve tem-sil ettiği incelenmiştir. 1993- 2008 yılları arasındaki on beş yıllık süre boyunca Hürriyet, Cumhu-riyet ve Zaman olmak üzere üç ulusal ve çok satan gazetede yayınlanan bilim, teknoloji ve yeni-lik haberlerinin nasıl sunulduğunu, göründüğünü ve temsil edildiğini ortaya koymaya yönelik bu araştırma nicel içerik çözümlemesine dayanmaktadır. Üç gazetede belirlenen 4568 habere uygu-lanan soru yönergesiyle, Türkiye’deki bilim gazeteciliği ve haberciliğinin yapısal eğilimleri ve te-mel sorunları saptanmıştır. Araştırmanın bulguları, bilim gazeteciliğinde Türkiye’deki gazetelerde Batı ülkelerindeki habercilik eğilimlerinden önemli bir kısmının geçerli olduğunu, ancak bazı fark-lı eğilimlerin de bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Sözkonusu farklılıkların bilim gazeteci-liğinde yarattığı sonuçlar ve varolan sorunlara ilişkin çözüm önerileri de, bu bildiriyle birlikte ileti-şim alanında ilk kez tartışmaya açılacaktır.

Gönülçelen Dizisinde Çingene Kimliğinin Temsili:İki Dünyanın Karşılaşma Mekanı Olarak Kent ve Müzik

Özlem Bayraktar Akkaya, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Enst.

Bu çalışma 2010 yayın döneminde ulusal TV kanallarından ATV’de yayınlanmaya başlayan Gönülçelen dizisi özelinde Türkiye’de medyada Çingene kimliğinin temsilini sorunsallaştırmakta-dır. Dizinin Şubat 2010-Haziran 2010 arasında yayınlanan ilk 16 bölümüne odaklanan çalışma po-püler medya ürünlerinde Çingene kimliğinin kurgusu ve temsili açısından Gönülçelen dizisinde-ki süreklilikleri ve farklılıkları ortaya koyacaktır. Medya ürünlerinde Çingenelerin hayatı “dışarıdan bakanın” bakış açısıyla “renkli bir panorama” olarak karşımıza çıkmakta; Çingenelerin madun ko-numları kültürel özlerine atfedilerek ya “tedavisi mümkün olmayan bir hastalık” ya da “öteki dün-yaya ait seyirlik bir nesneye” dönüştürülmektedir. Popüler kültür ürünlerinde Çingenelerin dün-yasıyla “bizim dünyamız” arasındaki karşılaşmalar seyrek ve gelişigüzeldir; ayrıca bu karşılaşmalar kültürel farklılıkların şeyleştirilerek vurgulanmasını amaçlamaktadır.

Türkiye’de Çingenelerin temsil edildiği popüler dizi ve filmlerde bu “farklı iki dünya” arasın-daki arabulucu karakter, genellikle ataerkil bir figür olan “babacan tavırlı komiserdir.” Böyle bir ko-miser figürünün bulunmadığı Gönülçelen’de, diğer popüler kültür ürünlerinde olduğu gibi “fark-lı dünyalar” vurgusu sürekli korunurken, kentin ve müziğin bu iki dünya arasındaki karşılaşmala-rın ve ortak deneyimlerin cisimleştiği alanlar olarak özellikle ön plana çıkarılması diziye özgün bir yön vermektedir. Dizinin ikinci önemli farklılığı, pek çok popüler kültür ürününde Çingenelerin “hakim kültürün dünyasını tehdit etmediği sürece bir güldürü nesnesi” olarak şeyleştirilen “asilik ve uzlaşmacı olmama” gibi kimi özelliklerinin pejoratif kodlarla temsil edilmemesi, hatta “korun-ması gereken kültürel bir zenginlik” olarak sunulmasıdır. Ancak ana teması Çingene kızı Hasret’in “eğitim görmemiş” ve “doğuştan gelen” müziksel yeteneğinin üst orta sınıf aileden gelen, iyi eği-timli müzik hocası Murat tarafından “sivilleştirilmesi” olan dizide Çingenelerin olumlu bir şekil-de temsil edilen kimi özellikleri Çingeneliğin özüne ve hatta bedenine atfedildiği; Hasret “gerekli eğitimi almadan” kentin öteki dünyasına kabul edilmediği ve müziksel yeteneği “müdahale bek-leyen bir nesne” olarak kodlandığı sürece Gönülçelen dizisi hakim kültürdeki Çingene imajını ye-niden üretmektedir.

5712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KENTSEL DEĞİŞME

Türkiye’de Kentsel Yeniden Yapılandırma Süreçlerinde Gözlene[meye]n Kavramlar:

Yaratıcı Kent, Yaratıcı Endüstri, Yaratıcı Sınıf

Yrd. Doç. Dr. Reyhan Varlı Görk, Çankırı Karatekin Ü., Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.Doç. Dr. Helga Rittersberger-Tılıç, ODTÜ, Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Doç. Dr. Güven Arif Sargın, ODTÜ, Mimarlık F. Mimarlık B.

1970’lerin sonunda, dünya petrol krizinin ardından uygulanan iktisadi yeniden yapılan-dırmaların travmatik sonuçlarına çare olarak 1980’lerin sonundan itibaren kentsel yeniden ya-pılandırma (KYY) süreçleri önem kazanmıştır. 1997’de İngiltere’de iktidara gelen İşçi Partili Tony Blair’ın “Üçüncü Yol” adıyla anılan kentsel kültürel siyasaları (KKS), “kültür endüstrisinden yara-tıcı endüstriye geçişi” imleyen bir söylemle diğer Avrupa ülkelerinde de kabul görmeye başla-mıştır. 1990’ların sonundan itibaren İngiltere’de bulunan ve KKS’lar alanında uzmanlaşmış da-nışmanlar, akademisyenler ve stratejistler iktisadi kalkınmada kültürün önemi ve yaratıcı en-düstri konularında tavsiyelerde bulunmak üzere diğer Avrupa kentlerine davet edilmişlerdir. Kıta Avrupa’sının da dışına taşan bu süreçte kent sosyolojisi ve kentsel politika yazınında; ‘yara-tıcı kent’, ‘yaratıcı endüstri’ ve ‘yaratıcı sınıf’ kavramları ortaya atılmıştır.

Türkiye’de neoliberal belediyeciliğin en belirgin uygulamalarının gözlendiği 2004-2009 yerel yönetim döneminde kentler, küresel sermayeyi çekebilmek adına kentsel yönetişim pra-tiklerinde, KKS’lar temelli KYY stratejilerini benimsemişlerdir. Böylesi kentler; bir yandan kültür ve sanat alanında yatırım yapacak olan yabancı sermayedar girişimciler aracılığıyla küresel ser-mayeyi kente çekmeye çalışırken, bir yandan da kentte kültür endüstrisinin oluşmasını ve kü-resel eyleyicilerle doğrudan iletişimi sağlayacak olan ve Florida’nın (2002) ‘yaratıcı sınıf’ olarak kavramsallaştırdığı nitelikli emek gücünü kente çekmeye çalışmaktadırlar. Yaratıcı sınıfın çekir-değini oluşturan ‘süper-yaratıcı’ meslek grubunun içinde; bilim adamları, mühendisler, üniver-site profesörleri, şairler, romancılar, sanatçılar, eğlence dünyasının çalışanları, sinema oyuncu-ları, tasarımcılar, mimarlar ve ayrıca bilim-kurgu yazarları, editörler, araştırmacılar, kültür siyasa-ları üreten entelektüeller gibi yeni stratejiler ve projeler geliştirme potansiyeline sahip kanaat önderleri yer almaktadır.

9. OTURUM

58 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bu bildiride 2004-2009 yerel yönetim döneminde Antalya’da gözlenen KYY sürecinde uygula-nan KKS’ların temel aktörleri esas alınarak Türkiye’de ‘yaratıcı kent’, ‘yaratıcı endüstri’, ‘yaratıcı sı-nıf’ varlığı tartışılacaktır.

Emeğin Kenti İstanbul: Metropolde Çalışma Hayatının Toplumsal

ve Mekânsal Pratikleri

Yrd. Doç. Dr. Yıldırım Şentürk, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., fen-Edb. F. Sosyoloji B.

İster eleştirel ister taraftar olsun, kentleşme ve küreselleşme üzerine yapılan pek çok araş-tırma “dünya ekonomisinin çalıştığına dair” gizil bir işlevselci anlayışa dayanmaktadır. Dünya ekonomisi çalışmaktadır, ama bir “sistem” gibi çalışmamaktadır. Bir kent içinde farklı sektörle-rin ve semtlerin gelişmesine yönelik harcanan farklı çabalar ve kaynaklar kentin toplumsal ve mekânsal yeniden yapılandırılmasını şekillendirmektedir. İstanbul örneğinde, kentin gelişimi-ne yön verenler, kenti bir “dünya kenti”, “finans merkezi” veya bugünlerde “Avrupa Kültür Baş-kenti” yapmaya daha fazla çaba ve kaynak vakfederken, aynı kentin başka semtlerinde sürege-len ekonomik aktivitelerde çalışanlar yeterli düzenlemenin olmadığı iş ortamlarında zor koşul-larda çalışabilmekte ve hatta hayatlarını kaybedebilmektedir. Gelişmekte olan sektörlerde bile, “yeni iş ortamları sağlamak” veya “teşvik” etmek çoğu zaman “girişimcinin” öngörüleri doğrul-tusunda bir iş ortamı hazırlamak anlamına gelirken, bu ortamda çalışan kişilerin öncelikleri göz ardı edilebilmektedir. Özetle, kentlerin mekânsal yeniden yapılandırılması bu kentlerin tüm sa-kinleri için “çalışıyor” anlamına gelmemektedir.

TÜBİTAK destekli projemizde 100 meslek üzerine yaptığımız niteliksel saha çalışması (900 görüşme) kapsamında, İstanbul’da mavi yakalıktan beyaz yakalığa kadar farklı iş kollarında ça-lışan kişilerin hayatlarını nasıl sürdürdükleri araştırılırken, bu kişilerin yaşamlarını ve çalışma ha-yatlarını daha olumlu hale getirebilecek toplumsal ve mekânsal örgülerin neler olabileceği, ki-şilerin kendi deneyimlerinden hareketle irdelenmektedir. Bu sayede, kentte farklı iş ve yerlerde çalışan kişilerin gündelik yaşamları içinde belli toplumsal ve mekânsal pratikleri nasıl yeniden ürettikleri ve onların pratikleri ile egemen toplumsal ve mekânsal pratiklerin nasıl karşı karşıya geldiği veya çeliştiği hakkında kapsamlı analiz sunmak mümkün olacaktır. Aslında, bazen kişi-ler küresel ekonominin egemen imge ve pratiklerinin değersizleştirdiği veya göz ardı ettiği yer ve mesleklerde hayatlarını sürdürebilmektedir. Kentin mekânsal örgüsü, farklı işlerde çalışan ki-şiler için belli olanaklar sağladığı gibi engeller de çıkarabilmektedir. Bu tarz bir yaklaşım, önce-likle kentlerde çalışma hayatının etrafında süregelen egemen toplumsal ve mekânsal pratikleri sorgulamamıza yardımcı olacaktır. Öte yandan, küresel ekonomin “çalışmasından” ziyade kent sakinlerinin genelinin refahını sağlamaya yönelik alternatif kentsel kurguların neler olabileceği konusunda çıkarım yapmamıza da olanak sağlayacaktır. Sunuş, Ekim 2010’da başlanılan ve Ka-sım 2011’e kadar tamamlanacak olan saha çalışmasının temel bulgu ve analizlerini paylaşırken, kent çalışmalarında yaygın olan sektörel yaklaşımlara karşı emeğin tarafından kente bakmayı hedeflemektedir.

5912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Aşınan Beyaz Yaka: İstanbul’da Sigortacılık Deneyimi

Üzerinden Tartışmayı Açmak

Ayşe Berna Uçarol, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., Sosyoloji B.

1980’li yılların başları; Türkiye için politik, ekonomik ve toplumsal yapının değişmeye, ne-oliberal ekonomi-politikalarının yürürlüğe konulduğu bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu sü-reçle birlikte hızla artan bir ivmeyle hizmet sektörü yaygınlaşmaya başlamış ve bu alanda istih-dam artmıştır.

1990’ların başında, küresel kent söyleminde İstanbul’da yükselmeye başlayan plazalar ça-lışma kültüründeki değişiklikleri temsil eden mekânlar, açık tarz ofisler ise ‘modern iş yapma tarzının’ sembolleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu çerçevede son yirmi yıldır sermayedar-lar için iktidarlarını ve imajlarını yansıtacak genel merkez inşa ettirmek bir yarışa dönüşmüş ve bu yarış tasarımdan mimari özelliğe kadar şirketler arası bir rekabet alanı oluşturmuştur. Pla-zaların cam yüzeylerinin içini görünür kılmaya çalıştığımızda ise karşımıza; takım çalışması, yo-ğun teknoloji kullanımı, emek sürecinin kontrolü ve gözetimi, çalışma zamanı ile çalışma za-manı olmayan zaman arasında ki sınırın belirsizleşmesi, şirket söylemleri, performans ve kari-yerizm çıkmaktadır. Sıralanan unsurlar, bu çalışma koşullarına sahip olan aktörler için nasıl bir deneyimdir?

Bu sorunsal üzerinden yürütülen araştırmada, hizmet sektörü içinde yer alan sigortacılık dalı üzerinden İstanbul’da sigorta şirketlerinin genel merkezlerinde çalışan aktörlerden yola çı-kılarak; çalışma mekânı, emek süreçleri ve şirketlerin kültürel kontrol yöntemleri arasında ki iliş-ki okunmaya çalışılınacaktır. Ve aynı zamanda eylemlilik pratiği içinde olan insanın; taktikleri, alternatif pratikleri üzerinden yeni direnme biçimleri tartışmaya açılacaktır. Araştırmanın ama-cı: bu alanda ki aktörlerin sınıfsal konumlarını tartışmaya açarken; işçi sınıfının stratejik olarak dışında bırakılmaya çalışılan ‘beyaz yakalıların’, bugünkü sosyo-ekonomik konjonktürde aslın-da işçi sınıfının bir parçası olduğunu vurgulamaktır.

Neo-Liberal Hegemonyanın Kentlerde İnşası: Büyük Ölçekli Kentsel Projeler ve Mekanın Üretimi

Araş. Gör. Mehmet Penpecioğlu, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama B.

Neo-liberal hegemonyanın ulaştığı evre sadece Dünya’da değil Türkiye’de de devlete daha müdahaleci bir rol tanımlamaktadır. Devletin müdahaleci rolünün ön plana çıktığı bu “açan neo-liberalizm” rejiminde devlet; mekanı ve doğal kaynakları metalaştıran, sermayenin tahakkümüne sokan çeşitli müdahale kanaları oluşturmaktır. Bu süreçte AKP, devletin tüm ide-olojik (hegemonya inşa edici) ve baskı-zorlama aygıtlarını (kolluk güçleri veya yasaya dayalı zorlayıcı mekanizmaları) kullanarak kentlerde neo-liberal hegemonya projesini inşa etme he-defindedir. Neo-liberal hegemonyanın Türkiye kentlerindeki inşası, devletin yapılı çevre üre-timini destekleyen müdahalelerine, rant-odaklı büyük ölçekli kentsel projelere, bu projelerle farklı toplumsal-sınıfsal kesimlerin rızasının-desteğinin ne ölçüde alındığına bağlı olarak şekil-lenmektedir.

60 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Neo-liberal hegemonyanın kentlerde nasıl inşa edilmekte olduğunu gözlemleyebilece-ğimiz en uygun inceleme alanı büyük ölçekli kentsel projelerdir. Büyük ölçekli kentsel proje-ler, neo-liberal rejim içerisindeki sermaye birikimi ilişkilerini yeniden üreten ve siyasal olarak inşa edilen “mekan üretiminin hegemonik projeleri”dir. Bu projeler; (1) kentsel planlamaya iliş-kin önceliklerin yeniden tanımlanmasında hegemonya inşa etme amacında iken diğer yandan, (2) belirli bir hegemonik bloğun kentsel bağlamda oluşmasına zemin oluşturarak bu bloğun çı-karlarına hizmet eder. Bu projeler; “yatırım”, “istihdam”, “ekonomik büyüme”, “turizm gelirlerinde artış” “dünya kenti”, “marka kent” gibi hegemonik argümanlar, söylemler ve anlatılarla inşa edi-lir ve bu söylemsel pratiklerin projelerin arkasındaki toplumsal desteğin ve rızanın elde edilme-sinde ikna-edici mekanizmalar olarak işlev görmesi hedeflenir. Diğer yandan bu projelerin si-yasal kurgusunda sadece “hegemonya inşasının ikna-edici söylemsel mekanizmaları” değil “ka-pitalist devletin zorlayıcı yasa-yapıcı mekanizmaları” da önemli rol oynar (yeni yasalar, mevcut yasalarda yönetmeliklerde değişikliler, kanun hükmünde kararnameler…vb.)

Büyük ölçekli kentsel projelerin siyasal inşası; (1) hegemonya inşa etmeye odaklı söylem-sel mekanizmalar ve (2) devletin zorlayıcı yasa-yapıcı mekanizmalarının, birbirlerini tamamla-yıcı (bazı bağlamlarda dönüştürücü ve yeniden tanımlayıcı) diyalektik bir ilişkisinden, eklem-lenmelerinden oluşur. Bu projelerle, kentlerin gelişimi açısından devletin ve kentsel planlama-nın rolü ve öncelikleri yeniden tanımlanmaktadır. Kapitalist güçler açısından bir tür hegemon-ya inşa etme çabası olarak da değerlendirilebilecek bu süreçte planlama; “yatırımı kolaylaştı-ran”, “kentin markalaşmasını ve pazarlanmasını sağlayan”, “rant açısından atıl kalmış alanlara ya-tırım çeken”, kısacası Lefebvre’nin tabiri ile “kapitalizmin soyut mekanı”nı üreten bir araç rolün-de yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. Ancak tamda bu hegemonya inşa etme çabası ekseninde bir toplumsal-siyasal mücadeleye tanık oluyoruz. Bir yandan AKP kontrolündeki kapitalist dev-let gücü ve sermaye planlamayı yukarıda belirttiğimiz çerçevede “kapitalizmin soyut mekanı”nı üreten bir rolde tanımlamaya, konumlandırmaya çalışırken diğer yandan buna karşı örgütlü bazı toplumsal-siyasal yapıların yükselen mücadelesine tanık oluyoruz. 2010’lu yıllarla birlikte, kentsel mekanı sadece değişim değeri ve rant üzerinden ele alan ve ekolojik değerleri serma-yenin çıkarlarına feda eden neo-liberal hegemonyaya karşı mekanın kullanım değerini ön pla-na çıkaran ve ütopyacı bir eko-sosyalizmi merkezine alan toplumcu bir kentsel gelişme tahay-yülünün nasıl kurulabileceği üzerine düşüncelerimizi ve eylemlerimizi yoğunlaştırmamız gere-ken bir döneme giriyoruz.

6112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KRİZ ÜZERİNE II

KRİZ TEORİSİ

Kriz Teorisinin Üvey Kardeşleri: Marx ve Schumpeter

Dr. Bahar Araz Takay, Başkent Ü., Ticari Bil. F. Uluslar. Tic. B.

Bu çalışma, kapitalizmin dinamiklerini analiz eden iki ünlü iktisatçının, sistemi sorgular-ken ortaya koydukları farklı bakış açılarını kriz teorisi temelinde açıklamayı amaçlamaktadır. Marx ve Schumpeter kapitalizmin geleceği ile ilgili olarak aynı kehanette bulunan ve bu siste-min yaşayamayacağını ileri süren görüşlere sahiptirler. Bu iki iktisatçı, kapitalizmin geleceği ile ilgili olarak aynı söylemde bulunmuş olmalarına rağmen, bu sonucun ortaya çıkmasının ne-denlerini birbirlerinden oldukça farklı yöntemler ve kavramlar ile açıklamışlardır.

Marx sistemin başarısızlıkları sonucu yok olacağını belirtirken; Schumpeter, tam tersi bi-çimde, aslında sistemin kendi başarıları sonucu yıkılacağını söyler.

Sosyal Bilimlerinin Yöntemine Dair İktisat Özelinde Bir Deneme

Derya Güler Aydın, Hacettepe Ü., İİBF İktisat B.

Bilim felsefesindeki tarihsel gelişmelere bakıldığında sosyal bilimlerin yöntemde esas olarak doğa bilimlerinin yönteminin hakim olduğunu söylemek mümkündür. Bu egemenlik, genelde sosyal bilimler özelde ise iktisadın fiziğin yönteminden etkilenmesine neden olmuş ve bilimselliğin ölçütü salt “ölçülebilirlik” olarak kabul edilmiştir. Bu çalışma esas olarak sosyal bi-limlerin yönteminin sorgulamasını yapmayı hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışma-nın üç bölümden oluşması planlanmaktadır. Birinci bölümde bilim felsefesine tarihsel bir bakış sunulacaktır. İkinci bölümde iktisat özelinde doğa bilimlerinin sosyal bilimlerdeki etkisi ve po-zitivist yöntem tartışılacaktır. Üçüncü bölümde ise, açıklamayı içeren doğalcı yaklaşım dışında-

10. OTURUM

62 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ki yaklaşımlar; yorumsama (hermeneutik) ve eleştirel yaklaşım ele alınacaktır. İnsan davranış-ları temelde niyetlenmiş (amaçlı) davranışlardır. Bu nedenle çalışmada amaç, sosyal bilimlerde doğalcı /positivist yöntemin aksine, eleştirel bir yaklaşımın benimsenmesi gereğinin ortaya ko-nulmasıdır.

Kapitalizm ve Küreselleşme: Sermayenin Gerçek Boyunduruğu

Gökçer Özgür, Hacettepe Ü, İİBF, İngilizce İktisat B.Doç. Dr. Hüseyin Özel, Hacettepe Ü, İİBF, İngilizce İktisat B.

Bu çalışmanın amacı küreselleşme “portmanto” terimi ile betimlenen, yeni birikim süreci-nin sermayenin “gerçek boyunduruğunu” (real subsumption of capital) yaygınlaştırma yolun-da önemli bir aşama olduğudur. Bu boyunduruk, artık temel olarak finansal kanal yoluyla işle-mekte, kendisini de neoliberal ideoloji yoluyla yeniden üreterek bütün toplumsal alanlara ya-yılmakta ve derinleşmektedir. Ancak bu durumun sonucu olarak ise küreselleşme, görünürde kapitalist ilişkilere ters düşen geleneksel ilişki, kurum ve süreçlerle uyum içerisinde ilerleyebil-mekte ve bu geleneksel yapıları güçlendirmektedir. İnsanın yalnızca bir birey değil, toplumsal bir varlık da olmasının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve kapitalist ilişkilerin toplumsal alanda giderek artan etkisine karşı kullanılabilecek “kalpsiz dünyadaki sığınaklar” yaratmakta-dır. Ancak bu sığınaklar ise sermayenin boyunduruğunu güçlendirmektedir.

Ekonomik Emperyalizmden Siyasal Emperyalizme Dönüş: Yeni Emperyalizm Tartışmaları Işığında 19. Yüzyıl Deneyimine

Yeniden Bakmak

Dr. Muammer Kaymak, Hacettepe Ü., İİBF İngilizce İktisat B.

Son on yılda Marksist çevrelerde emperyalizm tartışmaları yeniden canlandı. Bu tartışma-larda ABD hegemonyasının belirlediği uluslararası sistemin temel karakteri ele alınırken, em-peryalizm, ekonomik temellerinden koparılarak siyasal bir kavram olarak ele alınıyor. Sözgelimi Leo Panitch ve Samuel Gindin 2000 yılında yayınlanan Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmpa-ratorluğu adlı çalışmalarında İngiltere’nin 19. yüzyıldaki serbest rekabetçi gelişme aşamasında, sömürgecilik ve gayri-resmi imparatorluk yoluyla sürdürdüğü ekonomik genişleme politikası-na dayanarak emperyalizmin tekelci kapitalizmle özdeşleştirilemeyeceğini savunuyor. Burada örtük olarak emperyalizm, işgal ve fetih politikasıyla özdeşleştiriliyor. Bu çerçevede 1870’lerden itibaren Almanya, Japonya, ABD gibi ileri sanayi ülkelerinin “emperyalist” politikalara yönelme-si İngiltere’nin bu ülkeleri “serbest ticaret emperyalizmi”ne eklemleyememesine bağlanıyor. Bu ülkelerdeki emperyalist politikalar ise, pre-kapitalist kalıntılara, kapitalist ulus devletin kurulu-şuna eşlik eden milliyetçi duygulara, jeopolitik ve askeri rekabete verilen stratejik yanıtlara da-yanarak açıklanıyor. Bu yazıda günümüz tartışmalarının temel referansını oluşturan bu argü-manın dayandığı yöntemsel ve olgusal sorunlara işaret etmek üzere başta İngiltere ve Alman-ya olmak üzere ileri kapitalist ülkelerin 19. yüzyıldaki iktisadi evrimi ele almaya çalışacağım.

6312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

DEĞİŞEN GÜVENLİK İLİŞKİLERİ

Toplumsal Çatışmalardan Sonra Uzlaşma Arayışları: Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları

Murat Papuç, İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. ABD

“Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” çalışmalarıyla toplumsal uzlaşma sağlayabilen ülke-lerde rejim –düzen- değişiklikleri olduğu ön çıkarımı vardır. Bu çıkarım veri olarak alınırsa; Türkiye’de kurulabilecek komisyonun başarıya ulaşması, uzlaşma sağlaması -rejim-düzen de-ğişikliği olmaksızın- mümkün olabilir mi sorusu ilgililer için temel soru olmalıdır. Kürt Sorunu, bugüne kadar Kürtler ile devlet arasındaki bir siyasal sorun olarak görülmekle birlikte sosyal bir soruna dönüşmemiş olarak kabul edilmektedir. Son dönemlerde ise sorunun hızla bir Türk-Kürt gerilimine, hatta çatışmasına dönüşme tehlikesi bulunmaktadır.

Toplumsal çatışmalar devam ederken, uzlaşma çabalarının karşılık bulabilmesini sağla-yabilecek olan şartların -öncesinde- tarafları ikna edebilecek düzeyde nasıl oluşturulabileceği-ni belirleyebilmek öncelikli olarak amaçlanmamış, çatışmasızlıktan da öte “kalıcı barıştan” son-rasına havale edilmiştir. Kurulması talep edilen hakikat komisyonunun biçimi, bileşeninin nasıl olacağı, işlevi, gerekliliği üzerine yapılan tartışmalar ve çalışmalar, Kürt siyasi hareketlerinin ve çeperindeki sivil toplum kuruluşlarının iç gündemlerinde uzun süredir öncelikli olarak yer al-makta, komisyon kurulmasını sağlayabilmek için ortak hareket etmekte ve çalışmaları çalıştay-lar içinde birleştirmektedirler. Kurulabilecek hakikat komisyonunun işlevi ve etkisinden daha çok, sadece var edilmesinin şimdiden pazarlık konusu edilmesi, komisyonun biçimlendirilme yöntemleri ile ortaya çıkartacağı sonuçların yok sayılmasına neden olmakta, toplumsal barışın temelinin atılması aracılığını üstlenebileceği konusundaki şüpheleri yoğunlaştırmaktadır.

Bildiri “Hakikat Komisyonu” tartışmalarının yapılabileceği düşünsel zeminin bir parçası-nı oluşturabilmek için hazırlanmıştır. Benzer çalışmalarla eş zamanlı olarak da geliştirilecek ve güncellenecek konu ile çalışmalar devam edilecektir. Dünyanın başarıya ulaşıldığı iddia edi-len örnekleri üzerinden söyleyebiliriz ki; Hakikat Komisyonları yeni düzenin -değiştiği varsayı-lan düzenin- devamlılığı için geçmişin gerçekliklerini yeniden kurgulayarak -hakikat oluştura-rak- meşrulaştırma çabasını sistematikleştirilmektedir. Geçmişin yükünden kurtulmak için yeni gerçekler [hakikatler] kurgulanmakta ve hesap sorulduğu ve bedel ödetildiği “kanaati” komis-yonlar tarafından oluşturulmaktadır. Türkiye’de barışın sağlanması için kurulması gerektiği sık-

11. OTURUM

64 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ça dile getirilen -ve pazarlık konusu yapılan- çeşitli ad ve bileşenlerle tarif edilen komisyonları-nın temel amaçlarının; toplumsal vicdanı rahatlatmak ve zedelenen duygudaşlığı tamir etmek, eski suçların konuşulmasını sağlamak, mağdurda da acısını birileriyle paylaşmak, fail ile mağ-duru yüzleştirmek ve karşılıklı uzlaşmayı veya vicdani sorgulamayı sağlamak olduğu tartışma-lıdır/tartışılmalıdır.

Güvenlik Algısının Gölgesinde Türkiye’de İnsan Hakları

Dr. Berivan Gökçenay, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.Dr. Elif Bali, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.

Kurulduğu günden itibaren devlet bekasını öncelikli kılan ve milli güvenlik söylemi üze-rinden kurgulayan politik yapıda, Türkiye’de insan hakları, hiçbir zaman ülke güvenliğinin önünde ve üstünde bir değer olamamıştır. Güvenlik kaygısının dışarıdaki etkisi, insan haklarıy-la ilgili sözleşmelere koyduğu çekincelerde veya sınırlamalarda yahut bunların iç hukuka akta-rılmasındaki gecikmede; içerde, devlet politikalarının tespitinde ve yasama sürecinde kendisi-ni göstermektedir.

1980’li yıllarla birlikte yaşanan olağanüstü ortam, koşullar, beraberinde getirdiği kimlik sorunları ve demokratik haklara ilişkin tartışmalarla Türkiye-AB ilişkilerinin siyasi nitelik kazan-ması, ülkenin insan hakları sorunu söylem dışında hukuki düzleme de yansıtmaya başlamıştır. AB-Türkiye ilişkilerinin hız kazandığı üyelik sürecinin etkisiyle 2000’lerin başında ilk kez güven-lik – özgürlük dengesi ikincisi lehine gelişme göstermiş; mevcut yasal düzenlemelerdeki insan haklarının kapsamı genişletilmiş, devletin yeniden yapılandırılması sürecine girilmiş, Anayasa-dan başlanmak üzere çeşitli yasal düzenlemelerde insan haklarını iyileştirme çalışmaları baş-latılmış, sivil ve siyasi hakların demokratik toplumun gerektirdiği yönde genişletilmesi, asker sivil ilişkilerinin hukuk devleti ilkesine göre yeniden düzenlenmesi amaçlanmıştır. Ancak ge-rek 11 Eylül sonrasında dünyada uygulanmaya başlanan güvenlik temelli politikalar, gerekse AB-Türkiye ilişkilerinin 2006 sonrası olumsuz bir seyir izlemesi, otoriter - güvenlik eğilimli çev-relerin yeniden güvenlik temelli politikaları ön plana çıkarmasına araç olmuştur. Bazı düzenle-meler ya kaldırılmış ya da bireyin özgürlüğünü devlet güvenliği lehine sınırlayan hükümler ge-tirilmiştir.

Bildiride yukarıda çizilen tabloyu ele alan çeşitli örnekler üzerinden, gerek hukuki gerek-se söylemsel düzeyde Türkiye’nin insan hakları sorunsalına yaklaşımı ve bunun içselleştirilme-sinin incelenmesi amaçlanmaktadır.

Türkiye’de Neoliberal Dönüşümün Çelişkileri Bağlamında Devlet-Sınıf-Zor İlişkisini “Özel Güvenlik” Üzerinden Anlamak

Çağlar Dölek, ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Toplumsal yaşam alanlarının sınırsız bir sermaye saldırısına maruz kaldığı neoliberal dönemde, gündelik hayatta artan toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi yeni tahakküm biçimleriyle dene-tim altına alınmaya çalışılmaktadır. Devletin polis teşkilatının daha otoriter ve profesyonel bir

6512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

şekilde yeniden yapılandırıldığı, “toplum destekli polislik” gibi uygulamalar ile “sivil toplum”un devletin güvenlik paradigması içine daha fazla çekildiği ve MOBESE gibi sürekli gözetimi müm-kün kılan teknolojik araçların yaygınlaştığı bu dönemde ortaya çıkan en önemli toplumsal de-netim biçimlerinden biri de özel güvenliktir. Piyasa ilişkisiyle yönetilen bir polislik biçimi olan özel güvenlik, temel olarak sınıf çelişkilerinin derinleştiği bir dönemde “özel alan”dan yükselen ve sınıfsal bir temelde örgütlenen bir tahakküm aygıtının gündelik hayatın idaresinde başat hale geldiğini göstermektedir.

Çalışmanın temel iddiası odur ki; özel güvenlik olgusu kapitalist devlet, zor ve sınıfsallık meselelerinin radikal bir biçimde yeniden tanımlandığı tarihsel bir dönüşümün analizini ge-rektirmektedir. Bu analiz, öncelikle kapitalist devletin tarihsel özgüllüğü konusunu sınıf-zor iliş-kisi bağlamında yeniden düşünmenin önemine vurgu yapmakta ve 19. yüzyılda sınıfsal çelişki ve çatışmalarla belirlenmiş olan ve kamusal bir biçimde örgütlenen kamu kolluğunu inceleme-ye tabi tutmaktadır. Açık bir sınıfsal içerik ve biçimde tanımlanan eski “polislik” biçimlerinden kamu kolluğuna geçiş, kapitalist devletin söylemsel ve maddi dolayımlarla temellenen “sınıf ta-rafsızlığı” iddiasının kurulmasının temel bir dayanağı olmuştur. Ancak, eldeki çalışmanın vur-gulayacağı üzere, bu süreç güvenliğin özel tedariki konusundaki pratiklerin tamamen ortadan kalkmasıyla değil, bunların belli bir “meşruluk” kategorisi içinde burjuva demokratik kurumsal-lığa içerilmesiyle belirlenmiştir.

Böyle bir tarihsel-kuramsal çerçeve içinden konuşan bu çalışma, Türkiye’de güvenli-ğin özelleştirilmesi sürecinde yaşanan özgül deneyimi, devletin bu süreçte içine düştüğü meşruiyet-toplumsal denetim ikilemi bağlamında açıklamakta ve 2004’te çıkarılan yasanın il-kel birikim sürecinde fiili olarak kurulan bir sektörün siyasal ve hukuksal olarak meşrulaştırılma-sı niteliğini taşıdığını iddia etmektedir. Piyasa dolayımıyla sağlanan güvenlik, şiddetin sınıf te-melinde örgütlenmesinin önünü açması itibariyle toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi bağla-mında yeni tahakküm biçimlerinin işe koşulduğunu, ancak tam da bu yeni teknikler nedeniyle kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiasının krizde olduğunu göstermektedir.

Anahtar Kelimeler: Kamu kolluğu, kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiası, özel güven-lik, devlet-sınıf-zor ilişkisi

66 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRK EDEBİYATI VE SİYASİ TARİH

Türk Edebiyatında Suat Derviş: Sınır Romanı Üzerine Bir Çözümleme

Dr. M. Gül Uluğtekin, ODTÜ Türk Dili B.

Suat Derviş (1905-1972) köşe yazısı, öykü, çeviri ve roman gibi farklı türlerde yapıtlar ver-miş üretken bir yazardır. Bu çalışmada, yazarın 1943-1944 yıllarında Son Telgraf gazetesinde tefrika olarak yayımlanmış olan ve sınıfsal uçurum nedeniyle bir araya gelemeyen iki gencin tutkulu aşkını anlatan Sınır adlı romanı ele alınmıştır. Romanın çözümlemesi, biçim ve içerik arasındaki ilişki temelinde gerçekleştirilmiştir. Georg Lukács’ın gerçekçilik, şeyleşme ve roman kuramı alanında verdiği katkıların, popüler roman kategorisinde ele alınan bir yapıtın incelen-mesinde anlamlı sonuçlar vermesi, “popüler edebiyat-yüksek edebiyat” ayrımını sorgulamaya yol açmıştır. Bu bağlamda, Türk edebiyatında 1960’lara kadar etkinliğini sürdüren ve (popüler) romanın özgül bir biçimi olarak beliren tefrika üzerinde durulmuştur. Sınır’da popüler ögelerin gerçekçi bakış açısıyla ele alınması ve yazarın gazetede yayımlanan bir tefrika yoluyla güncel politika yapması, romanın yayımlandığı dönem açısından özellikle dikkat çekicidir. Çalışmada, Suat Derviş’in diğer romanlarına yapılan göndermeler, yazarın Türk roman geleneği ile kurdu-ğu dönüşüm ve süreklilik ilişkisi çerçevesinde anlamlandırılmıştır.

Suat Derviş’in ilk işçi romanlarını yazan öncülerden olduğu gösterilmiştir. Yazarın yapıtla-rının Türk edebiyatına olan katkısının değersizleştirilmesi, Derviş’in edebiyat tarihlerinde anıl-mamasıyla ve/veya popüler romanlar yazarı olarak dışlanmasıyla gerçekleşmektedir.

Samet Ağaoğlu’nun Perspektifiyle Yüzyıllık Batılılaşma Serüveni

Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, Ankara Ü., DTCF Tarih B.

Samet Ağaoğlu yazdığı edebi ve sosyolojik metinlerle yüzyıllık modernleşme tarihini ir-delemeyi denemiştir. Böylesi bir amaçla oturup düzenli sayılabilecek bir metin yazmaktan ziya-de meseleyi çok değişik kitaplarında kendi içinde tutarlı bir mantık çerçevesinde ifade etmiştir.

12. OTURUM

6712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Samet Ağaoğlu’nun bütünlüklü bir metin dışında yazdığı değişik, hatta dağınık olarak bile ni-telenebilecek kitaplar daha bütünlüklü bir bakış açısı sunmaktadır. Babamın Arkadaşları mese-leyi daha erken bir tarihe çekerken ve Aşina Yüzler 1946-1964 yılları arasına kilitlenmişken bile bir yüzyıllık serüveni anlatmayı başarmaktadır. Soğukkanlı bir şekilde çizilen portreler çerçeve-sinde yüzyıllık süreç bütünlüklü bir şekilde yansıtılmaktadır. Osmanlı son döneminden 1960’lı yılların ortalarına kadarki bir süreci anlatmayı denemiştir. 1960 yılından itibaren hayatında yer eden Yassıada ve Kayseri trajedisi modernleşme sürecinin değerlendirilmesi konusunda önüne önemli bir imkan getirmiştir. 1972 yılında yayınlanan Demokrat Parti’nin Yükseliş ve Çöküş Se-bepleri başlıklı kitap dönemi en soğukkanlı bir şekilde tahlil eden bir metin olarak tezahür et-mektedir. 1960’lı yılların ateşli dönem eleştirilerinden ve 2000’li yılların ateşli dönem savunula-rından daha gerçekçi bir dönem fotoğrafı çekmektedir. Dönemin anlamlı bir tarihsel ve sosyo-lojik tahlilini gerçekleştirmektedir. Babamın Arkadaşları’ndan 1970’li yılların sonları ve 1980 yılı dolaylarında kaleme aldığı köşe yazılarına kadar tarihsel süreci gerçekçi bir şekilde anlatma de-nemesi içinde olmuştur. Babasının ve oğlunun topluma bakışlarının farklılığı başka düşüncele-re daha tahammüllü olmasının da dayanağı olarak anlaşılmalıdır.

Cumhuriyet’in Geleceği: Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaos-manoğlu ve Peyami Safa’nın Ütopyacı Gelecek Kurguları

Dr. Sinan Yıldırmaz, İstanbul Ü., SBF

Türkiye’de ütopya edebiyatı, roman ve hikâye türlerinin gelişmeye başlamasıyla birlik-te var olagelmiştir. Önceleri “rüya” formunda oluşturulan ütopyalar, ilerleyen dönemlerde çok etkin olamasalar bile edebiyatın içerisinde kendilerine yer bulabileceklerdir. Ütopyalar çoğu zaman, yazarın söylemek istediğini doğrudan söyleyemediği zamanların bir ürünü olmuştur. Rüya görerek ya da başka bir zamana, coğrafyaya, gezegene seyahat sonrasında yazarın gör-düklerini anlatması biçiminde oluşturulan ütopyalar, bu dünyadan başka bir dünyanın müm-kün olduğunu göstermek için yazılmışlardır. Bu anlamıyla da politik bir duruşu içermektedir-ler. Cumhuriyet döneminde etkin olmuş, farklı köken ve ideolojik yönelime sahip, üç önem-li entelektüelin farklı zamanlarda yazmış oldukları ütopya tipi eserlerinin karşılaştırması, bu üç etkin düşünce insanının geleceğe dönük nasıl bir toplumsal biçim öngördüklerini de ortaya koymaktadır. Halide Edip Adıvar’ın Cumhuriyet döneminden önce yazılmış olmasına rağmen 1923 yılında yeniden basımı yapılan ve bu özelliği ile yeni döneme ilişkin bir bakışın oluşması-na da etkide bulunan Yeni Turan romanı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanında Cumhuriyet’in nasıl bir geleceğe yöneldiğini tasvir eden son bölümü ve Peyami Safa’nın Yalnı-zız romanının içerisinde yazarı simgeleyen karakter eliyle roman boyunca yazılmakta olan Si-meranya ütopyası karşılaştırıldığında farklı dönemler ve farklı ideolojik yönelimler üzerinden Türkiye düşünce tarihinin farklı bir değerlendirmesini yapmak mümkündür. Ütopyalar, söyle-nebilenlerin daha ötesinde söylenemeyenleri de içerdiği için, bu üç önemli entelektüelin yeni Cumhuriyet’e dönük eleştirilerini bu eserlerden izleyebilmek mümkündür. Aynı zamanda her-birinin oluşturduğu Cumhuriyet’e ilişkin gelecek projeksiyonu her yazarın kendi düşüncesinin en temel unsurlarını içereceği için, yazarların en önem verdiği veya eleştirdiği toplumsal biçimi de bu eserler üzerinden görebilmek mümkün olabilecektir.

Kısacası bu çalışma, Türkiye’deki siyasal gelişime ve hâkim düşünce yapısına etkide bu-lunmuş üç önemli entelektüelin, Cumhuriyet’in geleceğine dönük beklenti ve eleştirilerini, her yazarın kendi “mükemmel toplum tasarımı” üzerinden belirlemeye çalışmaktadır.

68 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Roman ve Siyasal Hayat: Hanımın Penceresinden Demokrat Parti Sorunsalı

Doç. Dr. Gökhan Atılgan, Ankara Ü., İletişim F.

Korkut Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm adlı eserinde “Sınıf terminolojisini kullanmayı seven çok sayıda toplumsal bilimcinin halk sınıflarından gelen edebiyatçılarımızın ürünleriyle ilgilenmemeleri ne büyük ayıptır. Sayısı hiç de az olmayan bu yapıtların bir bölümü benim için Türkiye köylü ve işçi sınıflarının içsel tarihi, gündelik mücadeleleri üzerinde kimi aka-demik çalışmadan daha değerli malzeme taşımaktadır” der ve ekler: “Bunları bu çalışmada açık-ça kullanmayı beceremediğim için hayıflanıyorum.”

Bu bildirinin amacı; Orhan Kemal’in üç ciltlik Hanımın Çiftliği adlı romanının Demokrat Parti’nin ve iktidara geliş sürecinin toplumsal sınıflar açısından değerlendirilmesinde ne gibi önemli olanaklar verdiğini çözümlemektir. Böylelikle, Türkiye’de toplumsal sınıfların içsel tari-hinin siyasal düzeyde kavranmasında halk sınıflarından gelen önemli bir edebiyatçının katkıla-rından yararlanılmış olacaktır.

Eğer içindeki karmaşık aşk, cinayet ve gündelik hayat izleklerinden iyi ayrıştırılabilirse Ha-nımın Çiftliği’nin başından sonuna kadar önemli bir izleği olan siyasi öykü, günümüz Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ilişkin tartışmalarda sıkça göndermeler yapılan Demokrat Parti’ye iliş-kin yapılacak yeni çözümlemelerde hakikatli bir kaynak rolü oynayabilir. Orhan Kemal, Hanı-mın Çiftliği’nde 1940’lı yılların ikinci yarınsının kırsal alandaki temel toplumsal sınıfların pence-resinden nasıl göründüğünü betimler. Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin yörüngesine girmekte oluşunun hem emekçi hem de hâkim kırsal sınıflar tarafından nasıl algılandığı; Kema-lizmin ve tek parti rejiminin her iki kesim tarafından nasıl değerlendirildiği: Demokrat Parti’nin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın akıbetlerinden kaçınıp kaçınamayacağı-nın nasıl yorumlandığı; sınıfsal konumlar ile siyasal tercihler arasındaki ilişkilerin nasıl şekillen-diği gibi sorular Orhan Kemal’in Çukurova’da kendi gözlemlerinden yola çıkarak romanında ya-nıtını aradığı belli başlı sorulardır. Kırsal alanda hâkim sınıflara yaslanmasına rağmen Demok-rat Parti’nin toplumun çoğunluğunu oluşturan en alt sınıflar üzerinde ideolojik hegemonyası-nı nasıl tesis ettiği, bunun için gerek örgütsel gerek söylemsel düzeyde ne gibi stratejiler geliş-tirdiği Hanımın Çiftliği’nin bir başka sorunsalıdır. Beri yandan Demokrat Parti’nin iktidara gel-dikten sonra geliştirdiği patronaj sistemin kırsal dünyadaki uygulanma biçimlerinin ne gibi gö-rünümler kazandığı ve bu sisteme ilişkin tepkilerin hangi çare arayışları doğurduğu da yazarın üzerine eğildiği konulardan biridir.

Bildiri, Hanımın Çiftliği’ni siyasal öyküsünün temel eksenlerinden çözümlemeyi deneyen ve edebiyat eserlerinden siyasal çözümlemede nasıl yararlanabileceğine ilişkin soruya yanıt arayan bir girişimdir.

6912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

NEOLİBERAL SÜREÇTEKAMUNUN DÖNÜŞÜMÜ

Türk Ekonomi Bürokrasisinde Örgütsel Dönüşüm, 1980-2010

Dr. Caner Bakır, Koç Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Günümüzde kamu bürokrasisi ulusal kurumsal öğeler (yasalar ve normlar gibi) iç dinamik-lerin yanında artan bir şekilde ekonomik küreselleşme sürecinin beraberinde getirdiği kurumsal öğeler (uluslararası rejimler, kuruluşlar ve fikir akımları gibi) dış dinamikler ile etkileşim halinde-dir. Türkiye ölçeğinde de bu etkileşimin yansımalarını zaman içinde yeniden tanımlanan ekono-mi politikalarının değişen amaç, hedef ve araçlarında gözlemlemek mümkündür. Bu çerçevede, ekonomi bürokrasisi örgütsel bir değişime uğramakta ve değişen şartlar ve çevreye uyum sağ-lamaya çalışmaktadır. Bu çalışmanın amacı para ve maliye politikalarının oluşturulması ve yürü-tülmesinden sorumlu en önemli üç bürokratik kuruluşun – Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Hazine Müsteşarlığı ve Maliye Bakanlığı’nın– 1980–2010 yılları arasında örgütsel değişimin kay-naklarını iç ve dış yapısal ve kurumsal dinamikler ile bu kuruluşların etkileşimi temelinde incele-mektir.

Anahtar Kelimeler: Bürokrasi, Globalleşme, Örgütsel Değişim

Kamu İşletmeciliği Olgusuna Kuramsal Bir Bakış

Yrd. Doç. Dr. Yiğit Karahanoğulları, Ankara Ü., SBF Maliye B.

Bu çalışmada, neoklasik fayda-değer ve marksist emek-değer kuramlarından hareketle, kamu işletmeciliği olgusu üzerine kuramsal bir inceleme geliştirilmeye çalışılacaktır. Bu çerçeve-de etkinlik-eşitlik kavramları ile mülkiyetin ilişkisi iki farklı kuramsal perspektif ile ele alınacaktır. Bildiride kamu işletmeciliğinin, iktisadi ve mali krizin aşılmasında bir iktisadi politika aracı olarak gündeme getirilip getirilemeyeceği kuramsal olarak tartışılacaktır.

13. OTURUM

70 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Kamu Personel Sistemi Nasıl Dönüşüyor?

Yrd. Doç. Dr. İpek Özkal Sayan, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

1980’li yıllarla birlikte küresel ekonomik yapının yarattığı yeni sürecin Türkiye’ye yansıması, devletçi ekonomi politikalarının hızlı bir dönüşüm ile yerini piyasa ekonomisine bırakmasıyla ol-muştur. Türkiye de yaşanan bu süreçten etkilenmiş, devletin rolü yeniden tanımlamış, serbest pi-yasa ekonomisi gereği üretimden çekilen devlet özelleştirmeler ile küçültülme yoluna gidilmiş-tir. Uygulamada kamu yönetiminin küçültülmesi kamu hizmetlerinin daraltılması ve kamu perso-nelinin sayısının azaltılmasıyla olmuştur. Bununla birlikte kamu personel sisteminde yapılan bir takım düzenlemelerle sistem 1980 öncesinden farklılaştırılmıştır. Türkiye’de “kariyer sisteminden kadro sistemine dönüşen” kamu personel sistemi taşeronlaşma, sözleşmeliliğin ve geçiciciliğin temel olduğu yeni istihdam biçimleri, performans değerlendirmesi ve esnek çalışma yöntemle-ri ile yeniden tanımlanmaktadır. Bu amaçla 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda çeşitli yıllar-da parça parça değişiklikler yapılmıştır. Ağustos 2004, Ekim 2005 döneminde hazırlanan ve 657’yi tümden değiştirmeye yönelik Kamu Personeli Kanun Tasarısı, Ağustos 2006’da hazırlanan Devlet Memurları Kanun Tasarısı yasalaşmamış ve 657 sayılı DMK’nın yerine yeni bir düzenleme koyul-mamıştır. Son dönemde ise kamu personel yönetimi 657’nin temel ilkelerinde önemli değişiklik-ler öngören “torba kanun” ve 6223 sayılı yetki kanuna dayanılarak çıkarılan çeşitli KHK’lar tarafın-dan yeniden biçimlendirilmiştir. Dönüşüm kelime anlamı olarak “olduğundan başka bir biçime girme” demektir. Bu vurgu önemlidir çünkü DMK’da parça parça yapılan değişiklikler uygulamayı değiştiren teknik ayrıntılar değil, sistemin dönüşümüne yönelik önemli düzenlemelerdir. Sonuç olarak yapılan bu çalışmada Türkiye’de kamu personel sisteminin nasıl bir dönüşüm sürecinden geçtiği özellikle istihdam biçimlerinin dönüşümü, teknik bir değişiklik olarak algılanan ama aslın-da kariyer sisteminin temel unsuru olan sicil sisteminin sona erdirilip performans değerlendiril-mesine geçilmesi üzerinden incelenecek, 657 sayılı DMK’yı değiştiren torba kanun ve son dönem KHK’lar ele alınıp personel yönetimindeki dönüşüm açısından yorumlanacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kamu personel sistemi, esneklik, istihdam, performans değerlendirmesi, torba kanun

Türkiye’nin Rasyonel Bürokrasi Arayışı: 1930’lardan 2000’lere Değişmeyen Ne?

Y. Doç. Dr. Nuray Ertürk Keskin, Ondokuz Mayıs Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Türkiye’de kamu mali yönetimi ve denetim sistemini yeniden düzenleyen 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’yla merkezi kontrol-denetim işlevi ademi merkezileştirilmiş ve bu işlev kamu idarelerine devredilmiştir. Söz konusu yasa ve bu yasaya ilişkin ikincil mevzuat, kamu kurumlarında ABD’de geliştirilmiş COSO modelini esas alan bir iç kontrol sisteminin ku-rulmasını hedeflemektedir. Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nce, mer-kezi uyumlaştırma çalışmaları kapsamında, kamu kurumlarından iç kontrol sistemlerinin kamu iç kontrol standartlarına uyumunu sağlamak üzere yapılması gereken çalışmaları belirlemeleri, bu çalışmalar için eylem planı oluşturmaları ve planda öngördükleri eylemleri 2011 yılı Haziran ayı sonuna kadar tamamlamaları istenmiştir. Kamu kurumları, Kamu İç Kontrol Standartları Tebli-ği gereğince Kamu İç Kontrol Standart-ları’na Uyum Eylem Planı Rehberi doğrultusunda hazırla-dıkları İç Kontrol Sistemi Eylem Planlarını 2009 yılı başından itibaren uygulamaya koymuşlardır. İç kontrol sistemi, “idarenin amaçlarına, belirlenmiş politikalara ve mevzuata uygun olarak faaliyet-

7112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

lerin etkili, ekonomik ve verimli bir şekilde yürütülmesini, varlık ve kaynakların korunmasını, mu-hasebe kayıtlarının doğru ve tam olarak tutulmasını, mali bilgi ve yönetim bilgisinin zamanında ve güvenilir olarak üretilmesini sağlamak üzere idare tarafından oluşturulan organizasyon, yön-tem ve süreçle iç denetimi kapsayan mali ve diğer kontroller bütünü” olarak tanımlanmıştır. Özel sektörden kamu yönetimine taşınan toplam kalite yönetimi, stratejik planlama, norm kadro, iş sü-reçlerinin standartlaştırılması, performans değerlendirme sistemi, risk değerlendirmesi gibi araç-lar iç kontrol sisteminin yapı taşlarını oluşturmaktadır. ‘Yeni’ tekniklerin amaçları şöyle sıralanabi-lir: “En iyi hizmeti en kısa sürede üretmek”, “hizmet üreten kuruluşun maliyetini düşürmek”, “reka-beti öngören bir örgüt kültürü oluşturmak”, “rekabet gücünü geliştirmek”, “müşteri ihtiyaç ve bek-lentilerini karşılamak”, “verimlilik”, “kârlılık”… Günümüzde 21. yüzyılın bürokrasisini inşa eden re-formlar, 1929-1949 döneminde yönetim düşüncesini özetleyen ve bürokratik örgütlenmede ve-rimliliği, kârlılığı ve ekonomikliği hedefleyen “rasyonalizasyon” kavramıyla büyük benzerlik için-dedir. Her iki reform sürecinin arkasında Frederick W. Taylor’un hayaleti dolaşmaktadır. Bilimsel iş-letim ilkeleri adıyla 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Taylorizm akımı bir asır boyunca süren dü-şünsel egemenliğini 21. yüzyılda da devam ettirmektedir. Örgütlenmede ve yönetimde “iş” üzeri-ne odaklanan Taylor’un amacı, üretimi ve emeğin verimliliğini artırmaktır. Bu çalışma, Türkiye’de kamunun yönetiminde ABD kaynaklı işletmecilik damarının ortaya çıktığı-geliştiği 1929-1949 dö-nemini rasyonalizasyon kavramı üzerinden irdelemekte ve 2000’li yılların bürokratik reformları-nın içerik, amaç ve sonuçları itibariyle yeni olmadığını iddia etmektedir.

Anahtar Sözcükler: Kamu yönetimi, reform, rasyonalizasyon, iç kontrol, verimlilik.

Kurumsal Yönetişimin Kurumsal İletişime Yansımaları: İMKB Kurumsal Yönetim Endeksi Şirketleri Üzerinden

Bir Değerlendirme

Araş. Gör. M. Umut Tuncer, Akdeniz Ü., İletişim F.Didem Çabuk, Akdeniz Ü., İletişim F.

Kurumsal yönetişim kavramı 2000’lerden bu yana OECD’nin önderliğinde, gelişmiş ve ge-lişmekte olan ülkelerde şirketlerin iş yapma standartlarını belirleyen temel kavram olarak karşı-mıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların yerleştiği son 20 yılda şirketlerin iş yapma biçimlerinin düzenlenmesi son derece güçleşmiş, yaptırımlardan ziyade şirketlerin re-kabet avantajı olarak kendiliklerinden benimseyecekleri bir biçim alması sağlanmaya çalışılmış-tır. Bu doğrultuda ortaya çıkan kurumsal yönetişim endeksi OECD ilkelerinin farklı ülkelerde uy-gulamaya geçirilmesini ifade etmektedir. Genel olarak paydaş ilişkilerinde şeffaf, dengeli ve so-rumlu yönetim anlayışının beraberinde kurumsal verimliliği yapılandıran kurumsal yönetişim uy-gulamalarının önemli bir boyutunu iletişim uygulamaları oluşturur. Sermaye Piyasası Kurulu ta-rafından hazırlanan ve Kurumsal Yönetim İlkeleri, yönetim kurulunun yapısına, kamuoyunun ay-dınlatılmasının, esaslarına ve araçlarına, paydaşların bilgi almasına ve temsiline, şirketin sosyal so-rumluluk uygulamalarına yönelik düzenlemeler getirmektedir. Bunlar da Kurumsal Yönetim En-deksinde yer alan şirketlerinin benimsemesi gereken kurumsal iletişim politikalarını şekillendirir. Bu doğrultuda kurumsal iletişim perspektifinden tasarlanan bu araştırmada iki temel soruya ya-nıt aranmıştır: (1) kurumsal iletişim uygulayan şirketlerde geleneksel/teknik halkla ilişkiler anlayışı dönüşüme uğramış ve iki yönlü simetrik iletişim uygulamaları haline evrilmiş midir? (2) kurumsal yönetişimin önemli bir bileşeni olan sosyal sorumluluk anlayışı bu dönüşüm sürecinde hak ettiği yeri almakta mıdır? Bu araştırmada İMKB Kurumsal Yönetim Endeksinde yer alan şirketlerin 2009 yılı kurumsal yönetişim raporları ve web siteleri incelenmiş, kurumsal iletişim uygulayıcıları ile gö-rüşülmüştür.

72 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

MEKAN VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Gecekonduluların Gözünden Türkiye’de Gecekondunun Dönüşümü ve Güncel Durumu

Burcu Şentürk, University of York, Siy. Bil. B.

Türkiye’de kırdan kente göçün tarihi 1920’li yıllara kadar uzanırken, 1960’lı ve 1980’li yıl-larda özellikle üretim biçimi, devlet yapısı ve iktisadi alandaki büyük değişimlerin etkisiyle iki büyük göç dalgası yaşanmış ve temelde bu göç hareketi ile birlikte ilk olarak büyük kentlerde, sonrasında bir çok şehirde gecekondu semtleri ortaya çıkmıştır. Başlangıçta gerek siyasetçiler, planlamacılar gerekse kentli orta sınıf tarafından benimsenemeyen ve varlıkları geçici olarak kurgulanan/ümit edilen gecekondulular, süreç içerisinde kendilerine özgü yöntemlerle şehir-lerde kalıcı olmayı, ayakta kalmayı başarmıştır.

Türkiye’nin gecekondu hikayesi gecekondu sakinlerinin şehir hayatında ‘asimile olmaları’ ile değil, kabullenilmesi, tanınması ile şekillenmiştir. Bu olgunun içi ise, çeşitli dönemlerde, si-yasi, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlara göre yeniden doldurulmaktadır. Gecekondu olgusu hem siyasi zeminde hem de akademik tartışmalarda, bu olgunun ortaya çıkmasından itibaren “geri kalmışlıktan”, toplumsal dışlanma, “suç-tehlike”, yoksulluk, kentsel dönüşüm, enformel emek, hemşehri ilişkilerine denk uzanan geniş bir yelpazedeki çalışma alanlarına konu olmuştur. Bir-çok değerli çalışmanın yanı sıra, gecekonduluların kendi göç, kentli yaşam, yaşam stratejileri ve kentteki konumları hakkındaki tutumları gecekondu olgusunu anlamak için oldukça önemlidir.

Bu sunum, gecekondu ve gecekondulu olgusunun değişen yorumlarını, gecekondulula-rın günümüz Türkiye’sindeki konumunu bizzat gecekonduluların dilinden anlatmayı amaçla-maktadır. Gecekonduluların Türkiye’nin siyasi-ekonomik ve kültürel düzleminde kendilerini na-sıl konumladıkları temel araştırma sorusunu teşkil etmektedir. Sunum temel olarak Ankara’da bir gecekondu semtinde gerçekleştirilen alan çalışmasına dayanırken, 1940’lı yıllardan itibaren gecekondulular üzerine gazetelerde yayınlanan haberler ikincil bir veri kaynağını oluşturmak-tadır.

14. OTURUM

7312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Ankara’da Kent Sakinlerinin Konut Tercihlerinde Aktör- Yapı Etkileşimi

Dr. Aysu Kes- Erkul, Hacettepe Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu araştırma Ankara’da özellikle kent merkezindeki semtlerden kentin gelişme alanların-daki sitelere doğru yaşanan hareketliliğin dinamiklerini incelemeyi amaçlamaktadır. Bu bağ-lamda kent sakinlerinin kişisel tercihleri ile kentin fiziki yapısında meydana gelen değişim ve dönüşümlerin nasıl bir etkileşim yaratarak belirli tercihleri şekillendirdiği araştırılmıştır. Araş-tırmanın verileri Ankara’nın ilk site projesi olan Or-An Sitesi ile yine Ankara’nın önemli gelişme alanlarından olan Çayyolu yerleşiminin önemli bir parçası olan Koru Sitesi sakinleri ile yapılan görüşmeler ile toplanmıştır. Bu görüşmelerde özellikle sosyal, ekonomik ve kültürel sermaye kavramları Bourdieu’nun Sermayeler Kuramı 1 dahilinde tanımladığı biçimde araştırmaya yansıtılarak bu kavramların ter-cihlerle ilişkisi incelenmiştir. Bu derinlemesine görüşme verilerinin yanı sıra Ankara’nın başkent oluşundan bu yana geçirdiği planlama süreçleri, konut piyasasındaki gelişmeler ve kenti şekil-lendiren önemli yatırımlar gibi yapısal süreçler de araştırmaya dahil edilerek analiz edilmiştir. Tüm bu verilerin değerlendirilmesi sonucunda bireysel tercihlerin oluşumunda, başka bir de-ğişle aktörlerin konut tercihi davranışlarında, sosyal ve kültürel sermaye birikimlerinin önemli bir rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Ekonomik sermaye ise aktörler tarafından genellikle geri plan-da bırakılmış ve ancak bir ‘araç’ olarak davranışlara yansımıştır. Diğer yandan kentin yapısal özelliklerine dair faktörler bireyler açısından alternatiflerin belirlenmesi noktasında önem ka-zanmaktadır. Özellikle artan sayıdaki alışveriş merkezleri vb. yatırımlar, tüketim tercihleri bağlamında önem kazanmakta ve bu tercihler dolaylı olarak konut ve yaşam alanı tercihlerini de şekillendir-mektedir. Dolayısıyla hiçbir konut seçme davranışı tümüyle aktörün tercihlerine bağlı olmadığı gibi, bu davranışlar yanlızca yapısal dönüşüm ve yatırımların yönlendiriciliğiyle de açıklanama-maktadır. Ankara’da kent sakinleri, gerek sahip oldukları ekonomik sermayeyi, gerekse kentin yapısında meydana gelen değişimleri sosyal ve kültürel sermaye süzgecinden geçirerek tercih-lerini ortaya koymaktadırlar.

1 Bourdieu, P. (1986). The Forms of Capital. Handbook of Theory and Research for the Sociology of Education. (der. John

G. Richardson) içinde. Greenwood Press, Connecticut

Kent Yoksulları Arasındaki Dayanışma Ağlarının Çözülüşü:

Ankara Bostancık Mahallesi Örneği

Duygu Tanış Zaferoğlu, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

İnsanlık tarihi boyunca, iktidarın ve zenginliğin eşitsiz dağılımı yoluyla beslenen hâkim rejimler insanlar ve toplumlar arası eşitsizlik ve yoksulluğu yaratmış ve yeniden üretmişlerdir. Tarihin bazı dönemlerinde yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adalet kavramları ve/veya çalışmala-rı “gözde” araştırma konuları olmuştur. Günümüzde hâkimiyetini sürdüren kapitalist sistem de gittikçe derinleşen yoksulluğu ve sosyal adaletsizliği çoğu zaman kendisine yönelmiş bir teh-dit olarak algılamaktan, kimi zaman da “bireysel özgürlük” vaadinin inandırıcılığını kaybetme-

74 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

sinden kaynaklı bu konulara ilgisini arttırmıştır. Dünya üzerinde, şanslı bir “azınlık” zenginlikle-rine zenginlik katarken, onlar kadar “şanslı” olmayan “çoğunluk” sefalet çekmektedir. Bu açıdan, eşitlik ve hatta özgürlük dünya nüfusunun çoğunluğu için bir “rüya” olmaktan öteye gideme-mektedir.

Bu araştırma yoksulluk ve sosyo-mekansal dışlanmanın yerel topluluklar ve yoksullar ara-sındaki dayanışma bağları üzerindeki etkisine yoğunlaşmaktadır. Bostancık Mahallesi‘nde ger-çekleştirilen alan araştırması iki temel soru üzerine kuruludur; yoksul toplulukların toplumdan sosyo-mekansal ayrışması ve bu ayrışmanın bu toplulukların iç yapısı –özellikle dayanışma ağ-ları ve ilişkiler– üzerindeki etkileri. Araştırmanın bulguları, ana ekonomiden, ve bunu da öte-sinde sosyal ve siyasal süreçlerden ve kentin kamusal mekanlarından dışlanmaları sonucun-da; kent yoksullarının getto benzeri fiziksel ortamlara kapatıldıklarını göstermiştir. Aynı şekilde bulgular, Bostancık Mahallesi‘nin artan yoksulluk ve eşitsizlikle birlikte dayanışma ağları ve or-tak değer ve çıkarlar üzerine kurulu topluluk ilişkilerinin zedelendiğini ortaya çıkarmıştır. Buna bağlı olarak, topluluk içinde yüksek seviyede gerilim ve düşmanlık olduğu gözlemlenmiştir. Bir bütün olarak bulgular, ekonomik, sosyal, politik ve mekansal dışlanma ve sosyal yalıtım sonu-cunda mahalleyi topluluk yapan özelliklerinin, birlikte yaşamanın koşullarını tehdit eden ato-mistik yaşam şekline dönüşmesiyle büyük ölçüde çözüldüğünü göstermektedir.

Türkiye’de Sosyo-Mekansal Ayrışma Dinamikleri Üzerine Bir Tartışma: Diyarbakır, Mersin ve İzmir Örnekleri

Dr. Mim Sertaç Tümtaş, Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Türkiye’de mekansal ayrışmalar kentleşme dinamiklerine bağlı olarak ivme kazanan ge-cekondulaşmayla birlikte kentsel mekanda belirginleşmeye başlamıştır. Süreç içerisinde, kent-teki baskın doku haline gelen gecekondulaşma, hem yaşam alanında hem de işgücü piyasa-sında kimliğe ve kökene bağlı bir ayrışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda 1980 son-rası küreselleşme çerçevesinde uygulanan neo-liberal politikaların gelir dağılımı dengesizliği-ni ve yoksulluğu arttırması ve 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki çatışma ortamından kaynaklanan zorunlu göçe bağlı olarak, Kürt vatandaşlarının hazırlıksız ve birikimsiz bir şekilde Batı’daki kentlere, kitle halinde zincirleme göç etmesi, mekansal yapıda-ki ayrışmaları belirgin hale getirmiştir. Bu çerçevede Türkiye’deki mekansal ayrışmaların temeli-ninde bir yandan kapitalist sistemin bölüşüm ilişkilerinin yarattığı gelir durumu, konut, eğitim, sosyal güvencesizlik, gibi sosyo-ekonomik eşisizlikleri içeren sınıf temelli ayrışmalar yer alırken, öte yandan da etnik, dini, kültürel vb. her türlü kimliksel farklılıkları barındıran etno-kültürel ay-rışmalar yer almaktadır.

Bu çalışmada, son yıllarda kentsel mekanların sermaye birikim sürecinde edindiği misyo-nun sonucu olarak, yeni dokuda oluşan ayrışma dinamikleri, Mersin, Diyarbakır ve İzmir’den, 2133 haneden anket yoluyla elde edilen bulgular üzerinden tartışılmaktadır. Bu üç kentin seçil-mesindeki en önemli faktörler, kent merkezlerinin son dönemde yoğun olarak göç alması, met-ropol olma özelliği sergilemeleri, siyasal ve toplumsal çatışmaların gözlemlenmesi ve bunların yanında kentsel mekanlarda ayrışmış dokuların sıklıkla görüldüğü kentler olmasıdır.

7512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Pastoral Nomadizmde Mekânsal Hareketlilik ve Yerleşikleşme:Sarıkeçili Yörüklerde Yerleşikleşme Algısı

Murat Yağcı, Hacettepe Ü., Antropoloji ABD

İçinde yaşadığımız coğrafyada, pastoral nomadizmin çağdaş bir kaç temsilcisinden biri olan Sarıkeçili Yörüklerin, konar-göçer yaşam tarzlarının ve mekânsal hareketliliğe dayalı üre-tim biçimlerinin sürdürülebilirliğine yönelik kuşkular son yıllarda hızla artmaktadır. Bu kuşkula-ra karşılık, Sarıkeçililer göçmeye devam etmekte, çeşitli iskân çabaları ve dış dünyanın/yerleşik-liğin üzerlerindeki tüm baskısına rağmen göçebelik, yeni uyarlanmalarla birlikte sürdürülmek-tedir. Bu bildiri, göçebe Sarıkeçili Yörük topluluğunun, güncel yerleşikleşme süreçlerine yönelik algılarına odaklanmaktadır.

Pastoral nomadik toplulukları iskân etmeye yönelik geliştirilen politikalar ve bu topluluk-ların karşılaştıkları zorluklar ya da fırsatlar çerçevesinde yaşanan yerleşikleşme süreçleri, her za-man bir uyum içerisinde gerçekleşmemektedir. Bu politikalardan olumsuz yönde etkilenmeler ya da yine bu politika ve pratikleri savuşturmanın çeşitli biçimleri de gelişebilmektedir. Sarıke-çililer örneğinde göçer hayatın sürdürülmesi ve yerleşikleşme süreçleri modernleşme, özgün yaşam alanı ve uyarlanmalar ile yerleşik dış dünyanın etkilerinden kaynaklı kendine özgü dina-miklere sahiptir. Bildiride özellikle, topluluğun yerleşikleşmeden yana ve yerleşikleşmeye karşı tutum ve söylemleri ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Konar-göçer yaşam tarzını sürdürme ya da yerleşikleşme süreçlerinde yaşadıkları tercihler ve gerilimler üzerine düşünülmektedir. Top-luluk içi çeşitli düzeylerdeki göçer olarak kalma ya da yerleşikleşme talep ve beklentileri ile top-luluk dışından gelen ve habitatlarında var olan genel yerleşik çevrenin ve idari politikaların rol-leri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu problematiklerin bir tamamlayıcısı olarak konar-göçer hay-vancılığın nasıl çözülerek yerleşikliğe yöneldiğiyle birlikte, tüm bu süreçlere nasıl direndiği ve kendini sürdürme olanak ve kapasitelerinin neler olduğu da ele alınmaya çalışılmaktadır.

Mersin, Karaman ve Konya illeri boyunca uzanan cevelan alanlarında yaşamlarını sürdü-ren Sarıkeçili topluluğunun yerleşikleşmeye yönelik anlamlandırma ve yorumlamalarına yöne-len bir çalışma olarak bildiride, etnografik alan çalışmasından elde edilen malzemelerden ya-rarlanılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Sarıkeçili Yörükler, Pastoral Nomadizm, Yerleşikleşme, Etnografya

76 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TOPLUMSAL CİNSİYET VE BEDENİN TERBİYESİ

Tersyüz Eden, Bozan, Eğip Büken Tutunma Stratejileri: Genç Kadınların Yetiştirme Yurdu Deneyimleri

Araş. Gör. Nihan Bozok, Artvin Çoruh Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu sunum, hayatının bir dönemini yetiştirme yurtlarında geçirmiş olan genç kadınların yurt-tan ayrıldıktan sonraki döneme ilişkin bireysel deneyimlerini ve bu deneyimleri kuşatan toplum-sal eksenleri anla(t)mayı hedefliyor.1 Yetiştirme yurdu deneyimi olan genç kadınların kendi birey-sel ve toplumsal konumlarına dair öznel değerlendirmelerine yalnızlık, güvensizlik ayrıştırılmış-lık, umutsuzluk, çaresizlik ve en çok da terk edilmişlik tanımlamaları eşlik ediyor. Diğer taraftan sözkonusu yaşamlar yoksulluk, şiddet, işsizlik, toplumsal etiketlenme ve dışlanma, kadın olmak-tan dolayı ikincilleştirilme gibi nedenleri yapısal düzlemde açıklanabilecek meseleler aracılığıyla biçimleniyor. Dolayısıyla, yetiştirme yurdu yaşantısı toplumsal bağlamdan kopuk, kesin sınırlar-la yalıtılmış ve yurdun kapalı kapıları ardında kendi iç dinamikleriyle işleyen bir süreç olarak de-ğil; gündelik olanın akışı içerisinde, hâlihazırdaki toplumsal değer yargılarının, belli sınıflara özgü (tersyüz edici) yaşam pratiklerinin ve ekonomik koşulların etkisi altında şekillenen bir süreç olarak çıkıyor karşımıza.

Bu bağlamda sunum, yetiştirme yurdunda “yetişmiş” genç kadınların “hayatla başa çıkmak adına geliştirdikleri stratejiler nelerdir” sorusu etrafında şekillenecektir. Sunum, genç kadınların “yetiştirme yurdu çocuğu” tanımlamasıyla başa çıkmak için geliştirdikleri dil, bedenleriyle kurduk-ları çetrefilli ilişki, yerleşiklik duygusunu reddetmek için sürekli adres değiştirmeleri, kamusalın kurallarını ve özel alanın korunaklı sınırlarını muğlaklaştıran barınma pratikleri gibi bir dizi başa çıkma stratejisini ele alacaktır.

1 Sunuma kaynaklık eden veri iki yıl süren bir alan araştırması sonucunda derlenmiştir. Araştırma süresi boyunca, yetiştirme yur-

dunda kalmış 18-24 yaş arası 18 genç kadınla ortalama 3 saat süren derinlemesine mülakatlar ve 50 genç kadınla da yarı yapılan-

dırılmış görüşmeler yapılmıştır. Tüm bu görüşmeler, Nar Taneleri Projesi’ne “araştırmacı” olarak dahil olunan bir süreçte gerçek-

leştiğinden, sözkonusu genç kadınlarla 2 ay birlikte yaşama fırsatı da bulunmuştur.

15. OTURUM

7712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İnsanlar özgür olmaya zorlanmalıdır!

Türkiye Cezaevlerinde Gardiyan, Mahkûm İlişkisinde ‘Sağaltıcı’ Dönüşümler

Yonca Güneş, Yücel Yıldız Teknik Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Prog.

Hapishanenin bir cezalandırma yeri değil, topluma kazandırma ve yeniden toplumsallaştır-ma yeri olması gerektiği fikri 1945’ten sonra gün ışığına çıkmıştır. Ardından altmışlı ve yetmişli yıl-larda, bir kısım sosyolog, hapishanenin ıslah edebilecek bir kurum olmadığı, fakat “gerekli bir kö-tülük” olduğu sonucuna varmıştır. Eğer bu kötülük gerekliyse, yokmuş gibi davranılamaz; hapis-hanelerin toplumun bir parçası olduğu kanaati ileri sürülmüştür. Bu durum devletin mahkûmla, toplumla; suçluyla, masumiyetle kurduğu ilişkinin her zaman ve koşulda mutlak olamayacağı gerçeğidir. Gardiyanların, devlet hizmetine içkin mevzuat ve yönetmelikler kapsamında mah-kumların ıslahı, iyileştirilmesi ve rehabilitasyonu süreçlerine dahil edilmeleri, kamu, sosyal hatta insanlık hizmeti adı altında inisiyatifleri iletişim biçimlerini dönüştürmüştür. Gardiyanlara özne-likleri iade edilerek; meslek onurları inşa edilerek ve kutsanarak mahkûmun ahlaki nesneleşme-sinin önü açılmıştır. Hapishaneler, ceza sisteminin bir parçası olarak adli, idari, hizmet, eğitim, tıp gibi farklı alanlarla/kurumlarla bağlantılarına ilişkin karşılaştırmalı değerlendirmelere zemin ha-zırlamıştır. Bu zeminin kayganlığı, tabakalı ve kaotik yapısı ilişkilerin iktidarla bağlantısını da ma-nipülasyona açık hale getirebilmektedir.

Sosyal iyileşmeler olarak tarif edilen, toplumun hastalıklı/patolojik tarafının tedavisi, treat-manı gibi her normalleştirme pratiğinde göze çarpan, bilginin yönettiği ve rasyonelliğin tekilli-ği ile biçimlenen metodolojilerdir. Söz konusu metodların insanı nesneleştiren, eğip, büken, ince-leyen, deneyleyen ilişki ve iletişim biçimleri için ne söyleyebiliriz? Teorik yaklaşımların uygulama-lardaki yetersizlikleri, memnuniyetsizlikleri ya da niyetsizlikleri hapishanelerin insansızlaştırılama-yan gerçekliğini mi ortaya koymaktadır? Hapishane hayatı olan mahkumla, iş hayatı hapishane olan gardiyanın iletişimlerine sağaltıcı işlevler yükleyen deneyimler nasıl edinilmektedir? Çalış-mada hapishanelerde görev alan gardiyanların, mahkûmlarla kurdukları iletişimin kuramsal dili, söylemin inşası ve yeniden üretimi örnekler üzerinden irdelenecektir.

Medya’da Tıbbi Söylem Aracılığıyla Bedensel Formların Denetlenmesi

Araş. Gör. Meral Timurturkan, Akdeniz Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Toplumsal yapıda ve kültürel değerlerde ortaya çıkan değişimler, bedenin görünümüne iliş-kin algılara da yansır. Bunun en önemli göstergesi tarihsel süreç içinde bedensel formlara ilişkin değişen algılardır. Günümüz tüketim toplumu da bu algılara göre bedeni değiştirmiş, dönüştür-müş ve beden üzerinde uygulayacağı politikaları belirlemiştir. Çünkü günümüzde bedenleri dü-zenlemek, onlar üzerinden söylem oluşturmak önemli bir uğraş alanı haline gelmiş ve bedenler yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Modernizmle başlayan ve bedeni bir proje olarak gören anlayış tüketim kültürü içinde de devam etmiş, bedeni değiştiren ve onun üzerinde denetim ku-ran farklı söylemler gelişmiştir. Bunlardan biri bedenin görünümü kadar onu sağlıklı işleyişini dile getiren, görünümü sağlıkla bütünleştirmiş olan tıbbi söylemdir. Tıbbi söylem, uzaman hekimle-

78 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

rin görüşlerine başvurularak üretilmiş ve içinde bilgi-güç ilişkisini barındıran söylemlerdir. Özel-likle tıbbi güce başvurularak oluşturulan “sağlık söylemi”, içinde siyasi, tıbbi, kültürel, toplumsal, ticari birçok ilişkiyi barındırmaktadır. Günümüz tüketim kültüründe tıbbi söylemi popülerleştire-rek yaygınlaştıran en önemli araç medyadır.

Bu çalışma medyada bedensel formlara ilişkin üretilen tıbbi söylemler üzerinde durmayı amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda çalışma teorik ve analiz olmak üzere iki aşamadan oluş-maktadır. Çalışmanın teorik kısmını tarihsel süreç içinde bedensel formlarda ortaya çıkan deği-şimler ve günümüz tüketim toplumunda zayıflık- sağlık gibi formlar arasında kurulan ilişki, gün-delik hayatın nasıl tıbbileştirildiği, sağlığın kültürel ve tıbbi yönüne yapılan vurgu oluşturmakta-dır. Aynı zamanda tıbbi bilginin beraberinde getirdiği güç ve iktidar ilişkisi bu bölüm içinde tartı-şılacaktır. Çalışmanın ikinci kısmında ise Hürriyet, Posta ve Radikal gazetelerinin sağlık köşelerin-de düzenli yazan Osman Müftüoğlu, Ender Saraç ve bu aylar boyunca Radikal’e konuk yazar ola-rak katılan Serap Güzel’in köşe yazıları çerçeve yöntemi kullanılarak analiz edilmiştir. Çalışmanın örneklemi Mart-Nisan 2010 olarak sınırlandırılmıştır. Tıbbi bilgi yardımıyla bedene dayatılan çe-şitli disiplin stratejileri ve bunların amaçları, zayıflık-sağlık-diyet arasında kurulan ilişki söz konusu yazılarda nasıl işlendiği araştırılmaya çalışılmıştır.

7912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

MEKAN VE TARİH

Tarih Yazımı ve İdeolojinin Uzamsallaşması OlarakKeçiören Vakası

Doç. Dr. Aslı Yazıcı Yakın, Ankara Ü., Antropoloji B.Arş. Gör. Ceren Aksoy Sugıyama, Ankara Ü., Antropoloji B.

Bu bildiri Keçiören Belediyesi tarafından ilçe merkezinde 2005 yılında yapılan Estergon Ka-lesiyle çevre düzenlemesini, bir tarih yazımı girişimi, muhafazakâr-neoliberal planlama ideoloji-sinin uzamda cisimleşmesi ve bu doğrultuda bir ortak bellek ve topluluk inşasına ilişkin tasarının ürünü olarak okumayı hedeflemektedir. Macaristan’daki adaşıyla mimari benzerlik taşımayan Es-tergon Kalesi, surlarıyla çevredeki konut alanlarına kadar uzanırken Özbek, Kırgız, Semerkant, Os-manlı sofraları ve zaman dışı bir Türk kültürünün simüle edilmeye çalışıldığı müzesiyle de kurgu-sal bir Türklük ve Osmanlılık uzamına işaret eder. Kültür Merkezinin giriş katında “Türkiye’de ilk defa boyundan kalçaya kadar ovma, vurma, sıvazlama Shiatsu ve Tahi masajı” yaptığı söylenen masaj koltuğunda gergin kaslar gevşetilirken, duvar boyunca yer alan “Yüksel Türk senin için yük-sekliğin hududu yoktur, işte parola budur” yazısı okunabilir. Kaleden aşağı inildiğinde önündeki alana bir Atatürk heykeliyle, tarihteki kimi Türk liderlerine ait 16 büstün sıralanmış olduğu Keçi-ören Belediye binasına gelinir. Cumhuriyet Caddesinin karşı yakasında ise içinde simüle edilmiş Orhun Anıtlarını barındıran bir açık hava müzesi oluşturulmuştur. Tüm bu düzenlemenin labiren-tinden geçip, Fatih Caddesi boyunca inşa edilmiş yapay şelale ve Tuna göletinin önünden kale-ye ulaşacak kişinin, güzergâhı üzerinde dizilmiş, görece daha az önem taşıyan diğer kutsal yerler/nesneleri de ziyaret eden bir hac yolcusu gibi, tarihe ve değerlere saygı ile dolması, hürmet duy-gularının artması beklenebilir, ancak ana mabet ziyaret edilip geri dönülürken, Çubuk Çayı’nın ya-nında monoblok bir görüntü sergileyen Migros alışveriş merkezi ile karşılaşılacaktır. Topluluk ile ilişkisini anakronik biçimde bugün tasarlanmış ve kayaların üzerinde yükselen bir kaleyi arkasına alarak üstlenen belediye binasıyla, söz konusu düzenleme, iktidar odağının arzuladığı neoliberal-muhafazakâr ilişkiler bütünü olarak “mekânın temsiline” tekabül eder.

16. OTURUM

80 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Eskişehir’in Bir Yer Olarak Tarihsel Kuruluşu: 1908–1980

Yrd. Doç. Dr. Nadide Karkıner, Anadolu Ü., Sosyoloji B.

Bu bildirinin konusu Eskişehir’in bir yer olarak tarihsel kuruluşudur. Kentin bir yer olarak ku-ruluşunun temelinde Osmanlı geçmişi ile ilişkisini kesmek isteyen cumhuriyet Türkiye’sinin eko-nomik, ideolojik ve siyasal iddiaları yatar. Yeni cumhuriyetin modernist ve laik yapılanması kentte dini yapının egemenliğini temsil eden ve ilk yerleşim yeri olan Odunpazarı’nı görmezden gelir.

Dolayısıyla kentin gelişim eksenini devletin kurduğu şeker ve basma fabrikalarının yanı sıra 1930’larda devlet sermayesi ile kurulan demiryolu oluşturur. Bu kuruluşlar yeni ve modern bir ya-şam tarzı oluşturmakla kalmaz, Şeker, Sümer ve Raykent gibi yeni mahalleler ortaya çıkarır. Sü-mer Mahallesi adını yeni kurulan Sümerbank basma fabrikasından alırken, Şeker mahallesi ise Şe-ker fabrikasından alır. Bu mahallelerle birlikte fabrikalar kendi bandoları ve tiyatroları ile özellik-le 1950’ler ve 1960’larda kentin kültürel yaşantısına önemli katkılar sunar. Batılı ve modern yaşam tarzı kentin yeni mahallelerinin kimliğini oluştururken, Odunpazarı geleneksel ve dini yaşam tar-zının yeri haline gelir.

1960 ve 1970’lerde Eskişehir güçlü sendikaları ile bir işçi kenti haline gelir. Kentin siyasallaş-mış bağlamına gelişen bir entelektüel yaşam eşlik eder. Sonuç olarak Eskişehir devlet ideolojisi tarafından ekonomik, siyasal ve kültürel bir kent olarak yeniden kurulur. Cumhuriyetçiler birçok dini yapıyı görmezden gelirken, muhafazakarlar tiyatroları, sinemaları ve opera binalarını gör-mezden gelirler. Eskişehir 1960’larda futbol takımı ve stadyumlarda maç seyreden kadın taraftar-ları ile meşhur olur.

Eskişehir, eski ile yeni arasında, modern ile geleneksel arasında ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel olarak bölünür. Bu bölünme kentin yaşayanlar için bir uzam olarak kurulmasını olanak-sız hale getirir. 1990’lar la birlikte fabrikaların özelleştirilmesi, Odunpazarı’nın turistik bir gezi ala-nına dönüşmesi, fabrikaların adını taşıyan işçi ve mühendis mahallelerinin spekülatif alanlar hali-ne dönüşmesi kentin uzamsal kuruluşunu olanaklı hale getirir.

Bu bildiri Eskişehir’in 1980’lere kadar olan ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel bölünme-sini ve bir yer olarak kuruluşunu tartışacaktır.

Bir Mekânın Değişim Öyküsü: Evvel Zaman İçinde Vatan Kıraathanesi

Dilek Metin-Sert, Antalya Kent Müzesi

Antalya’nın Yenikapı semtinde bulunan ve Erken Cumhuriyet Dönemi münevver insan/er-kek modelinin kendini ifade ettiği bir mekân olan Vatan Kıraathanesi’nin değişimi üzerine olan bu çalışmada; Vatan Kıraathanesi’nin mübadele öncesi, sonrası ve yıkılışı üzerine sözlü tarih anlatıla-rından yola çıkarak yüklendiği anlam ve geçirdiği değişim ülke tarihindeki değişimler ile paralel-likleri çerçevesinde incelenecektir.

8112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

PLANLAMA OTURUMLARI

PLANLAMAYA YAKLAŞIMLAR

Planlama ve Piyasa: 21. Yüzyıl ve Sonrası

Dr. A. Yavuz Ege

20. yüzyılın başları, planlama fikrinin güçlü bir biçimde ortaya çıktığı ve gelişip yayıldığı yıllardır. Bunda kapitalizmin yaşadığı ve tüm dünyaya yaşattığı bunalımların yanı sıra kapitalist sisteme getirilen eleştiriler temelinde oluşan sosyalist birikimin önemli boyutlara ulaşmış ol-ması da önemli bir etken olmuştur. Bu yüzyıl sosyalist planlamanın yanı sıra piyasayı bütünüyle dışlamayan bir planlama yaklaşımına da tanıklık etmiştir. Türkiye bu ikinci tür planlamanın uy-gulama alanı bulduğu bir ülkedir. 1980’li yıllar ve sonrası, dünyada ve Türkiye’de piyasanın öne çıktığı ve plan fikrinin gözden düşürüldüğü bir dönem olmuştur. Bir taraftan, dünyanın piya-sa güçlerinin egemen olduğu yeni bir entegrasyon sürecine doğru yol aldığı ve bu tür bir küre-selleşmenin tüm sorunları çözeceği şeklindeki köktenci görüş yayılırken, çevre ile ilgili olanlar-da görüldüğü gibi, kontrolsüz piyasa güçlerinin yarattığı küresel sorunlar giderek çok daha be-lirgin bir hal almıştır. Ayrıca, küreselleşmeden en büyük çıkarı gelişmiş kapitalist ekonomilerin sağlaması beklenirken, pek de hesapta olmayan bir şekilde Çin faktörü ortaya çıkmıştır. Ve ni-hayet, 21. yüzyılın başında anglo-saxon kapitalizminin çöküşü ile birlikte yeni arayışlar dünya gündemine oturmuş bulunuyor. Bu arada Türkiye, yüksek işsizlik, yüksek ödemeler dengesi açı-ğı gibi plansız bir ekonominin tipik sorunlarıyla karşı karşıyadır. Bu çalışmada, günümüz dünya-sına egemen olan kargaşada dünyayı ve Türkiye’yi nelerin beklediği, olası gelişmeler ve çözüm önerileri tartışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: planlama, piyasa, küreselleşme, kriz

17. OTURUM

82 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Piyasalar, Kamu Müdahaleleri ve Planlama Yaklaşımları: Türkiye Planlama Deneyimi

Doç. Dr. Adil Temel

İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki planlama uygulamaları değerlendirildiğinde, piyasayı esas alan ve özel sektörü yönlendirmede seçici bir yaklaşım uygulayan ve kamu yatırımları için makro çerçeve ortaya koyan ülkelerin emredici yaklaşımı uygulayanlara göre daha başarılı olduğu görül-mektedir. Gelişmekte olan ülkelerde plan uygulamasının, iç tasarrufları artırarak sermaye birikimi-nin hızlandırılmasına ve sanayileşmeye katkısı olumlu bulunurken, ihracatın ve istihdamın artırıl-ması, gelir dağılımının iyileştirilmesi ve bölgesel gelişme konularında yeterince başarılı olamadığı görülmektedir. Benzer bir değerlendirmeyi ülkemiz planlama tecrübesi için de yapabilmek müm-kündür. Gelişmiş piyasa ekonomilerinde de öngörülen amaçlar ile makroekonomik ve yapısal po-litikaların uyumunu sağlayıcı bir teknik olarak planlama kaynak kullanımında etkinliğin artmasına katkıda bulunmuştur.

Dışsallıklar, beşeri ve sosyal sermayenin geliştirilmesi, göreli fiyat sapmaları, artan getiri, ge-rice yörelere kaynak tahsisi, sağlık, eğitim ve çevre, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, kamusal mal ve hizmet üretimi, gelir dağılımının iyileştirilmesi konularında piyasa mekanizmasının yeter-sizliği nedeniyle kamu müdahalesi ve planlamaya ihtiyaç devam halen etmektedir. Ayrıca, serma-yenin kıtlığını esas alan Keynesyen büyüme modelleri ile büyümeyi önemli ölçüde teknolojik ge-lişme ile açıklayan Schumpeteryen, Solow ve içsel büyüme modellerinde de kamu yönlendiricili-ğine ihtiyaç bulunmaktadır.

Küreselleşme sürecinde de seçici kamu müdahalesi uygulayan ülkeler, büyüme ve yerel teknoloji kapasitelerini artırabilmeleri bakımından serbest piyasa ekonomisi uygulayan ülkelere göre daha başarılı olmuşlardır. Yine, DTÖ ve ikili anlaşmalar, hali hazırda gelişmekte olan ülkelere sanayileşme ve teknoloji politikalarını uygulamada belirli bir serbestlik alanı bırakmaktadır. Ayrı-ca, son küresel krizden çıkış için uygulanan politikalar da, Keynesyen kamu müdahalelerinin ge-rekliliğini göstermiştir.

Dünyada ekonomik güç merkezi batıdan doğuya kaymakta ve çok kutuplu bir yapı ortaya çıkmaktadır. Dünya ekonomik büyümesinde gelişmekte olan ülkeler daha belirleyici olmakta ve bunların kendi aralarındaki ticaretin hacmi gelişmişlerde yaptıkları ticareti aşmış bulunmaktadır. Uluslararası ekonomik düzen ve para sistemi tartışma konusu olurken, uluslararası sermayenin ve nüfusun yapısı da değişmektedir. Ülkemizin bu gelişmeleri yakından izlemesi, AB üyeliği pers-pektifi kaybedilmeden yurt içi tasarrufların artırılması, ihracat ve üretimin yapısının orta ve yük-sek teknoloji ağırlıklı ve yüksek katma değer üretecek bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir.

Ülkemizin, yurt içi yatırım eğiliminin dolayısıyla tasarruf eğiliminin düşüklüğü, yüksek işsiz-lik, artan cari işlemler açığı ve büyüyen dış borç stoku gibi temel sorunları mevcuttur. Söz konu-su sorunlara çözüm getirebilecek strateji ve politikaların tutarlı bir şekilde hazırlanıp uygulanabil-mesi için planlamaya olan ihtiyaç devam etmektedir. Dünyadaki benzerler kurumlarda olduğu gibi yatay bir örgüt yapısına, sınırlı sayıda yaratıcı bir uzman kadrosuna sahip olması gerekli Plan-lama Kurumunun, kısa ve orta vadede planlama işlevinde yoğunlaşırken, uzun vadede stratejik düşünce üretim kurumuna dönüşmesinde yarar bulunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Piyasalar, Kamu Müdahalesi, İktisadi Planlama, Planlama Teşkilatları.

8312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Yirmibirinci Yüzyılda Ulusal Planlamayı Yeniden Düşünmek

Dr. Suat Özeren, Devlet Planlama Teşkilatı

Türkiye’de kapitalizmin kendini yeniden üretebilme sürecinin önemli unsurlarından olan devletçilik ve planlama günümüzün toplumculuk ve bağımsızlıkçılıktan arındırılmış neoliberal dünyasında tasfiye edilmesi gereken fazlalıklar olarak görülmektedir. Bugün Türkiye’de devlet-çilik ve planlamaya aşılmış tartışma başlıkları gözüyle bakılmakta, bu kavramlara planlı dönem-de yüklenen anlamlar perspektifinden yaklaşılmaktadır.

1980’lerde uygulanmaya başlayan ve halen sürdürülen neoliberal politikalar ulusal plan-lamanın rolünü ve ağırlığını tümüyle değiştirerek ortadan kaldırmıştır. Bu dönemde, kaynak tahsislerinin piyasa tarafından belirlenmesine dönük politikaların hakim kılınarak devletin kal-kınmanın temel aktörlerinden biri olmaktan çıkarılması, devletin küçültülmesinin temel politi-ka olarak benimsenmesi, sosyal devlet anlayışının ortadan kaldırılması ulusal planlama anlayı-şının da terk edilmesi anlamına gelmektedir.

Bu süreçte uluslararası mal ve finansal piyasalar ile bütünleşmenin artmasına bağlı ola-rak ulusal ölçekte karar alma mekanizmalarının büyük ölçüde ortadan kalkması ulusal planla-manın varlığını, uygulanabilirliğini mümkün kılmamaktadır. Ulusal planlama sürecinde kaynak tahsislerini yapabilmek için büyük öneme sahip olan temel faktör fiyatları büyük ölçüde ulus-lararası mal ve finans piyasaları tarafından belirlenmektedir. Temel faktör fiyatlarına; mal, para, emek fiyatlarına ve kura müdahale ya da neoliberal model içinde farklı bir uygulama kendi için-de bütünlüğü olan bu modelin işleyişinin bozulmasına neden olabilmektedir.

Sıkı sınırlamalara tabii neoliberal modeli son on yıldır ortodoks bir anlayışla uygulayan Türkiye’de ulusal planlamayı hangi çerçevede tartışabiliriz, uygulayabiliriz, bugünkü dünya ve ülke konjonktüründe ulusal planlamanın kapsamı, yöntemi nasıl olmalıdır, ulusal planlama ne-oliberalizmin aşıldığı bir durumda mı hayat bulabilecektir, gerçekliğe ulaşabilecektir? Bu bildi-ri bu sorulara cevap bulabilmeyi, tartışmayı amaçlamaktadır. Mayıs ayında Ankara’da düzenle-nen “Yirmibirinci Yüzyılda Ulusal Planlama” başlıklı Kurultaydaki ulusal planlama tartışmalarını sürdürmek, konunun gündemde kalmasına katkı sağlamak bildirinin yan amaçlarındadır.

SOSYAL PLANLAMA

Türkiye için bir Sosyal Stratejik Plan Önerisi

Prof. Dr. Esin Ergin, İstanbul Ü., İktisat F. Yön. ve Org. AD Baş.

Bu yüzyılın ilk on yılı, İkinci Dünya Savaşından beri dünyanın karşı karşıya kaldığı en bü-yük ekonomik ve sosyal krizin yaşanmasıyla başlamış bulunmaktadır. Bu krizin boyutları, ülke yönetimlerini, ekonomik büyüme ve toplumun refahının ileriye dönük planlanmasında geçmi-şe göre daha farklı dünya görüşü ile farklı yaklaşımlar, ölçütler ve değerlerle yola çıkılması ge-reği ile karşı karşıya bırakmıştır. Sosyal planlama, toplumların gelişmesini desteklemek için ta-sarlanan politika ve stratejilerle ilgilidir. Ülkelerin ekonomik büyümesi, toplumsal gelişmeye

84 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

paralel olarak gerçekleşmediği takdirde gerçek bir refah toplumundan bahsetmek mümkün değildir. Bir toplumun erişmek için çalışacağı sosyal amaçlar, hedefler ile bunlara erişmede kul-lanılacak olan stratejiler, ekonomik politikalardan bağımsız olarak düşünülemez. Dolayısıyla, toplumun ilerlemesi, gelişmesi ve refahı için hangi politikaların katkıda bulunabileceğinin ka-rarlaştırılmasında dikkate alınması gereken çok yönlü ve kapsamlı ölçütler gerekmektedir. Öl-çütler, neler yapılacağının da kararlaştırıcısı olduğu için, varılacak amaç ve hedeflerin saptan-masında toplumun tüm katmanlarının karara katılımı önemli bir önkoşuldur.

Bir toplumun refah düzeyinin ölçümü, toplumdaki maddi yaşam standartlarını; bireylerin sağlık ve eğitim hizmetlerine erişebilirliğini; bireylerin iş ve toplumdaki diğer faaliyetlerini; top-lumun ülke yönetimine bilinçli katılımı ve ifade özgürlüğünün yaygınlığını; bireylerin sosyal ör-gütlülüğünü; fiziksel çevrenin toplumsal boyutlarının saptanmasını; bireylerin ekonomik ve fi-ziksel güvenliklerinin varlığının ölçümünü; bireyin mevcut durumu yanında, geleceğe yönelik beklentilerinin değerlendirilmesini de içermektedir. Bu ölçütler, toplumun ve bireyin refahı-nın bütüncül olarak ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda sosyal plan-lama çok disiplinli bir çalışma ürünü olmak durumundadır. Türkiye’nin bulunduğu politik, eko-nomik, sosyal ve çevresel koşullar içinde, vatandaşlarının hak ettikleri çağdaş bir yaşam kalite-sine ulaşabilmesi için ciddi bir planlama atılımı yapma zorunluluğu bulunmaktadır.

Sağlık Planlamasını Yeniden Düşünmek

Yrd. Doç. Dr. Gülbiye Yenimahalleli - Yaşar, Ankara Ü., Sağlık Bilimleri F.

Yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyi-lik hali olarak tanımlanan sağlık, toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel etmenlerle sıkı bir iliş-ki içerisindedir. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir temel bir insan hakkı olarak kabul edilen sağ-lık hakkı, devletin bireyin yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi için gerekli önlemleri alma-sını gerektirmektedir. Ekonomik ve toplumsal yapının bir bütün olarak belirli amaçlar doğrul-tusunda yönetilmesi olarak tanımlanabilecek planlama, sağlık alanında dar ve geniş anlamda ele alınabilmektedir. Dar anlamda sağlık planlaması, sağlık hizmetlerinin planlanması olarak ele alınırken, geniş anlamda sağlık planlaması, sağlığın tüm belirleyicilerini dikkate alarak ya-pılan bir planlamadır. Geniş anlamda sağlık planlaması için ulusal sağlık politikasının da top-lumun tümünün sağlıklı olmasını sağlayacak koşulları yaratma çabası içerisinde olması, diğer bir anlatımla tıbbi bakım politikası sınırlarını aşarak sağlığın politik, ekonomik, sosyal ve kültü-rel belirleyicilerini göz önünde bulundurması gereklidir. Sağlık hizmetleri planlaması için bir-çok yöntem bulunmakta olup nüfus temelli planlama, kurum temelli planlama ve program te-melli planlama başlıcaları olarak sıralanabilir. Piyasa ekonomisine bir müdahale yöntemi olan planlama, geçmiş yarım yüzyıl içerisinde sağlık alanına önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak yaklaşık çeyrek yüzyıldır planlamanın yerini alan piyasa, sağlık hakkını ortadan kaldırmakta ve eşitsizlikleri arttırmakta sınır tanımamayı sürdürmektedir.

Çalışma, Türkiye’de yarım yüzyıllık bir deneyime sahip sağlık planlamasını, kapitalist plan-lama deneyimi ile sınırlı tutarak incelemeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede sağlık planlamasının gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki deneyimleri ele alınacak, sağlıkta piyasa yerine planla-manın yeniden gündeme getirilmesinin önemine vurgu yapılacak ve Türkiye için bir yol harita-sı önerilecektir.

8512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Sosyal Politikanın Neo-Liberal Dönüşüm Sürecinde Sosyal Planlama

Doç. Dr. Seyhan Erdoğdu, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Türkiye’de sosyal planlama esas olarak 1960 sonrası Kalkınma Plancılığı sürecinin bir par-çası olarak gündeme gelmiştir. Nüfus, işgücü, çalışma koşulları, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal koruma, kentsel, kırsal ve bölgesel yerleşme, içme suyu gibi bazı temel altyapı hizmet-leri, sosyal planlama konuları olarak ele alınmıştır. 1980 sonrasındaki neo-liberal dönüşüm sü-recinde ise, sosyal planlama alanları, başta IMF ve DB olmak üzere küresel kapitalizmin güç odaklarının mali baskısı altında ve neo-liberal politika transferine aracılık eden epistemik top-lulukların yönlendirmesinde yeniden yapılandırılmış, ticarileştirilmiş ve özelleştirilmiştir. Bu sü-rece paralel olarak, 1980 sonrasında sosyal planlama nitelik değiştirmiş, sosyal sektörlere yö-nelik neo-liberal değişim projeleri, plan belgelerinde ağırlık kazanmıştır. Planın ekonomik ön-görüleri gibi sosyal öngörüleri de, AB’ye üyelik sürecinin gerektirdiği Katılım Öncesi Ekonomik Program ve Uyum İçin Stratejik Çerçeve gibi dokümanların yanında, başta Orta Vadeli Program olmak üzere diğer ulusal ve bölgesel plan ve programlar ile sektörel ve kurumsal strateji belge-lerindeki sosyal öngörülerin dayanağını oluşturmaktan çok, bütün bu belgelerin ortak yakla-şımı olan neo-liberal dönüşümün özelliklerinin bir bileşkesi niteliğindedir. Planlama sürecinde öne çıkan bir başka husus da, makro düzeyde uygulanan yeni liberal politikaların sonucu ola-rak artan işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmaya karşı politikalar önerilmesidir. Bu tür politika-ların geliştirilme ve uygulama süreçlerine STK’ların katılımının da öngörülmesi ile katılımcı bir planlama modeli yaratıldığı izlenimi verilmektedir.

SANAYİ VE ENERJİ PLANLAMASI

Sanayileşme Nasıl Olmaz? Ya da Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011–2014)

Dr. Serdar Şahinkaya, Ankara Ü., SBF

Bildiri ile Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011 – 2014) hakkında bir içerik çözümlemesi amaç-lanmaktadır. Altı bölüm halinde tasarlanan bildiride, belgede öne çıkan hazırlanma süreçleri, viz-yon, genel amaç ve stratejik hedefler, bölgesel gelişmeler ve KOBİ’lerin finansmana erişimi ile bel-genin bir numaralı eki olan eylem planı üzerinde durulacaktır.

Sanayileşme ana eksenli topyekûn bir iktisadi kalkınma heyecanını yaratmak önemlidir. Bu heyecanı yaratmak kadar, yeniden toplumun bütün katmanlarına yayabilmek için, sanayileşme gibi derin ve tarihsel kökenleri olan olguyu, ülkenin temel amacı haline getirmek gerekmekte-dir. Bu belgedeki gibi kısa dönemli strateji/ler böyle bir heyecanı yaratamaz. Sanayi sektörünün gelişme dinamiklerine, milli gelire katkısı açısından bakılmalıdır. Belgede hâkim olan toplam ih-racat içinde sanayi ihracatının payının olumlu bulunması, imalat sanayi ihracatının yoğun ithalat

86 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

bağımlılığı düşünüldüğünde gerçeğin örtülmesi anlamına gelir. 1980 yılında sanayi sektörünün GSYİH içerisindeki payı yüzde 19,6 idi. Bu oran 1980 – 1986 döneminde yaklaşık olarak 7 puan ar-tış gösterdikten sonra nerede ise sabit / sıkışmış bir düzeyde günümüze kadar gelmiştir. Günü-müzde bu oran yüzde 26-27 bandında salınmaktadır.

Türkiye kendi ufkunu çizebilen, strateji oluşturabilen, Dünya Ekonomisinden ve dünyanın örgütlü baskısından neler gelebileceğini kestirmek, esnekliğe sahip olmak ve bir takım ‘kırmızı çizgileri’ni çizebilmek, toplumun üretici ve yaratıcı güçlerini harekete geçirmek için mutlaka tüm dogmalardan (iktisadi dogmalar da dâhil) arınmalı ve bir anlamda aklın seferberliği olan planla-mayı yeniden düşünmelidir. Sanayileşmesini başarı ile tamamlamış ülkelerin sunacağı modeller yanında, Cumhuriyetimizin parlak sanayileşme süreçlerindeki stratejik tercih örnekleri de, hâlâ esin kaynaklarımız arasında olabilir.Hatırlanmalıdır ki, “Akan suda iki kere yıkanılmaz sözü eskidir. Eskiyi birebir yaşayabilmenin olanaksızlığını insan unutursa, bu sözü hatırlamalıdır. Ama eskinin ciddi birikimi, onu silme çabalarıyla yüzleşip yeni birikimleri filizlendirir. İnsan bunu da unutma-malıdır”.

İmalat Sanayisinin Performansı, Yapısal ve Mekânsal Analizi

Oktay Küçükkiremitçi, Türkiye Kalkınma Bankası, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Müdürü

Bildiride Türk İmalat Sanayisinin seçilmiş göstergeler bazında ve 2005-2010 dönemi için alt sektörler bazında performansının değerlendirmesi, imalat sanayi alt sektörlerinin birbirleri ile et-kileşimleri ve sektörlerarası bağımlılıkları ile sektörel istihdamlar baz alınarak kümelenme yaklaşı-mı ile mekânsal dağılımı değerlendirilecektir.

Üç ana bölüm halinde tasarlanan bildirinin ilk bölümünde, imalat sanayinin 2005 ve 2010 yı-lına ilişkin temel göstergeleri ve gelişimi incelenerek, 2005-2010 dönemi için de alt sektörler ba-zında tarafımızca geliştirilen bir yöntemle sektörel performans değerlendirmesi yapılacaktır. Bu-rada kullanılacak kriterler (alt sektörler bazında) üretim endeksi, kapasite kullanım oranı, ihracat, dış ticarette rekabet gücü, istihdam endeksi, üretimde çalışan kişi başına kısmî verimlilik endeksi ve üretici fiyatları endeksidir.

Bildirinin ikinci bölümünde 2002 yılı Girdi – Çıktı tabloları kullanılarak, imalat sanayi alt sek-törlerinin birbirleri ile etkileşimleri, bağlantıları, sektörler arası bağımlılık ve üretimin ithalata bağ-lılığı kavramları bazında imalat sanayi ve alt sektörlerinin yapısal analizi gerçekleştirilecektir.

Bildirinin son bölümünde ise, kümelenme kavramı çerçevesinde ve Düzey 2 bölgeleri bazında İmalat Sanayinin mekânsal dağılımı analizi irdelenecektir. Bu bölümde, imalat sanayinin alt sek-törlerin yoğunlaştığı bölgelerin yanı sıra, bölgelerde yoğunlaşan imalat sanayi sektörleri ve yo-ğunlaşmanın teknik detaydaki analizi de sunulacaktır.

Bildiri ile amaçlanan, Türk İmalat Sanayisinin farklı cephelerden görünümünü (ve gelişimi-ni) ortaya koymak ve sanayileşme stratejilerinde izlenebilecek politika demetlerinin oluşturula-bilmesi için yapılacak değerlendirmelere baz teşkil edebilecek bazı analitik bulguları ortaya koy-maktır.

8712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye Enerjide Nereye Gidiyor ?

Oğuz Türkyılmaz, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı

Bildiride enerjide artan dışa bağımlılık konusunda bilgi verilmekte,artan enerji ithalat fa-turasına değinilmekte,elektrik kurulu gücünün gelişimi,kurulu gücün kuruluşlara ve kaynakla-ra göre dağılımı incelenmektedir.Elektrik enerjisi sektöründeki özelleştirme süreciyle ilgili bilgi verilmekte,sektörün özel tekellere devredilmekte olduğu anlatılmakta,enerjide dışa bağımlılığı daha da arttıracak yeni ithal kömür ve doğal gaz santralları projeleri irdelenmektedir.Enerji sek-töründe politika ve paradigma değişikliklerine ihtiyaç olduğu vurgulanmakta,değerlendirilmeyi bekleyen yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları potansiyelinin altı çizilmekte,yerli enerji ekipman-ları üretimine olan ihtiyaçtan söz edilmekte ve enerji sektörünün yeniden yapılandırılmasının ge-reği belirtilmektedir.Bildirinin son bölümünde ise enerji sektöründe izlenmesi gereken politikalar konusunda kapsamlı öneriler yer almaktadır.

Küresel Politikaların Etkisi Altında Türkiye’nin Enerji Politikaları:

Mevcut Durum, Sorunlar, Çözüm Önerileri

Necdet Pamir, ASAM Genel Koordinatörü

Enerji, ülkelerin ekonomik ve toplumsal gelişimlerinin vazgeçilmez girdisi ve gereksinimidir.

Enerji kaynakları ile bunlardan elde edilen enerjiye erişim, ülkelerin gelişim düzeylerini ol-duğu kadar, ekonomik ve ulusal güvenliklerini de doğrudan etkileyen, bağımsız ve çağdaş top-lumlar açısından yaşamsal bir olgudur. Enerjinin güvenilir kaynaklardan, yeterli, zamanında, ke-sintisiz, ödenebilir, temiz ve kaliteli biçimde sağlanabilmesi; ayrımsız tüm insanlar için, su ve hava kadar gerekli bir temel haktır. Enerjinin üretilmesi ve tüketilmesi süreçlerinde, sıraladığımız bu temel hususlardan birinin ya da birden fazlasının sağlanamaması, enerji güvenliğimizi ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, enerji politikalarımız, bu yaşamsal gerekliliklerin bir arada sağlanmasına odaklanacak biçimde tasarlanmalı, planlanmalı ve uygulanmalıdır.

Enerji alanının bir diğer önemli niteliği, yaşamın sürdüğü hemen her alanla ilgili olmasıdır. Enerji politikaları belirlenirken; dış politikadan güvenlik politikalarına, ekonomiden sanayi ve ta-rım politikalarına, çevre politikalarından hukuki düzenlemelere ve eğitim politikasına kadar uza-nan çok geniş bir yelpazede, bu alanların birbiri ile vazgeçilmez ilişkileri dikkate alınmalıdır.

Sağ iktidarların enerji politikaları, yandaş şirketlerin zenginleşmesine yarayan ve enerji alanı-nı salt ticaretin bir aracı olarak gören politikalar olmuştur. Enerjinin stratejik önemi, tam bağımsız-lık için vazgeçilmez konumu ısrarla gözden kaçırılmaktadır. Enerji kaynakları sıradan varlıklar ola-rak tanımlanmakta ve sadece alım satım işlerinin unsuru olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. İm-zalanan uluslar arası anlaşmaların ülkemiz açısından taşıyabileceği sakıncalar yerine, özel şirket-lere sağlayabileceği yararlar belirleyici olmaktadır. Oysa tüm bu uygulamalarda, temel hedefler, ulusal çıkar ve kamu yararı olmalıdır.

Enerji politikalarının nasıl belirlenmesi, neyi hedeflediği ve neleri kapsaması gerektiği husu-sunda, genel geçer doğruları sıralamakla, bu gereklilikleri yerine getirmek arasında, en azından ülkemizin pratiğinde büyük uçurumlar vardır. Özelleştirmeyi, serbest piyasaları “her derde deva”

88 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

gören sağ iktidarlar, bu ilkeleri sıralayıp, ülkenin yaşamsal kurum ve kuruluşlarını yok pahasına el-den çıkarmışlar ve Türkiye’yi enerjide % 72 dışa bağımlı hale getirmişlerdir. Enerji ithalatı, cari açı-ğın en önemli nedenlerinden biri haline gelmiştir. Petroldeki bağımlılığımız % 92, doğal gazdaki bağımlılığımız ise % 98’dir.

Oysa ülkemiz, gerek yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları ve gerekse insan kaynakları bakı-mından, bölgedeki en zengin ülkeler arasındadır. Halen tükettiğimiz brüt elektriğin 4 katı kadar yerli ve yenilenebilir kaynak ile enerji verimliliğinden (talep tarafı yönetimi) sağlanabilecek, “kul-lanılmamış” kaynağımız mevcuttur. Çözüm vardır; bu çözüm de yerli ve yenilenebilir kaynaklara öncelik veren, insanca kalkınmayı, sürdürülebilir bir yaşamı hedefleyen, planlı bir enerji politikası-dır. Sürdürülebilir büyümeyi ve planlı kalkınmayı sağlayacak kaynaklarımız vardır.

TEKNOLOJİ VE

PLANLAMA

Jan Nahum

Türkiye’de Nanoteknoloji Politikaları ve Planlama

Prof. Dr. Hacer Ansal, Işık Ü.,

Çağımızda bilişim teknolojilerinin yarattığı büyük değişimi takiben nanoteknolojinin de çok ciddi teknolojik gelişimler ortaya çıkaracağı ve 2025 yılı itibariyle hayatımızı büyük ölçüde etkile-yeceği düşünülmektedir. Günümüzde nanoteknoloji hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkeler için stratejik bir önem taşımaktadır ve bu konuda çeşitli ulusal teknoloji politikaları geliş-tirilmektedir. Tübitak’ın 2023 Vizyon Programı’nda “zamanında sanayi ve mikroelektronik enfor-matik devrimlerini yakalayamamış olan ülkemiz için, nanoteknoloji bir son fırsattır” denilmekte-dir. Bu çalışmada, nanoteknolojinin bazı spesifik özelliklerine değinildikten ve bunun teknoloji politikalarına olası yansımaları tartışıldıktan sonra, nanoteknoloji politikası konusunda ülkemiz-de gelinen noktanın tesbit edilmesine çalışıldıktan sonra bu konuda büyük mesafeler almaya başladığı görülen Çin’de nasıl bir planlamaya gidildiği irdelenecektir.

8912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

FİNANSALLAŞMA VE RİSK YÖNETİMİ

ABD Ekonomisinin Yapısal Sorunları ve Kriz

Özgür Orhangazi, Kadir Has Ü., İİBF İktisat B.

Bu tebliğde ABD ekonomisinin içinden geçtiği ‘büyük durgunluğun’ yapısal nedenleri tartı-şılacaktır. Krizin nedenleri üzerine giderek çeşitlenen literatürde iki ana eğilim tespit etmek müm-kündür. Bunlardan birincisi, krizi giderek kontrol dışına çıkan finansal unsurlar, deregülasyon ve spekülasyonun bir sonucu olarak açıklama yoluna giderken ikincisi, reel ekonomideki bir takım sorunların krizin ana nedeni olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu çalışmada ise, 1980 sonrası ABD ekonomisinde finansal sektörün rolünün reel sektörle ilişkisi itibariyle giderek daha karma-şık ve çelişkili bir hal aldığı ve dolayısıyla literatürde yapılan finansal-reel ayrımının gözden geçi-rilmesi gerektiği vurgulanacaktır. Finansal sektördeki dönüşümler, deregülasyon ve artan spekü-latif faaliyetler, bir yandan reel sektördeki sorunlar tarafından yönlendirilirken bir yandan da farklı mekanizmalar aracılığıyla bu sorunlara hem katkıda bulunmuş ve hem de geçici çözümler suna-bilmişlerdir.

Bu çelişkili ilişki, hanehalkları, finansal olmayan işletmeler, finansal varlık spekülasyonları ve küresel dengesizlikler arasındaki ilişkiler üzerinden incelenecek ve süregiden durgunluğun yapı-sal nedenleri, finansal ve reel kesimler arasındaki ilişkiler üzerinden tartışılacaktır. Böylelikle, ge-rek krizin gidişatı gerekse de krize karşı uygulanan iktisadi politikaların potansiyel sonuçları üze-rine fikir yürütmek mümkün olacaktır.

Devletin Finansallaşması: Bir Çerçeve Denemesi

Araş. Gör. Ali Rıza Güngen, ODTÜ İİBF Siy.Bil. Kamu. Yön. B.

2007-2009 kredi çöküşü ve takip eden finansal kriz sonrasındaki kurtarma operasyonla-rı finansal sektörün kayıplarının toplumsallaştırılması için devlet müdahalesinin önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir. 1960’lardan itibaren finansal işlemlerin ve finansal sektörün küresel ekonominin gidişatı ve genel olarak toplumsal ilişkilerde giderek daha fazla önem kazanmasına

18. OTURUM

90 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

eleştirel bir yaklaşım getiren finansallaşma tartışması krizin nedenleri ve seyrinin anlaşılması yö-nünde önemli bir zemin sunmasına karşın devlet müdahalesinin niteliği üzerine kapsamlı bir çer-çeve ve kavramsal bir tartışma barındırmamaktadır. Bu eksiklik kısmen disiplinler arası bölünme-nin sosyal bilimlerdeki diyaloğu kısıtlayıcı etkisinden, kısmen de devlet müdahalesinin öneminin kabulünü ifade eden kısmi referansların yeterli görülmesinden ileri gelmektedir.

Oysa 1970’lerde dünya pazarı ve ulus-devletin dönüşümü üzerine başlayan eleştirel dev-let tartışması, devlet müdahalesinin toplumsal ilişkilerin çelişik karakterinin yeniden üretilmesini sağladığı ölçüde hem kapitalizmin yeniden üretimi doğrultusunda kritik önem arz ettiğini, hem de bizzat müdahalenin, çelişkileri uzlaştırmaktan ziyade yeniden üreten bir rol oynadığını vurgu-lamıştır. Bu tartışmanın ışığında “devletin uluslarasılaşması” ve ekonomi yönetiminin siyaset dışı-laştırılması” kavramlarıyla karşılanmaya çalışılan finansallaşma sürecinde devletin yeniden yapı-landırılmasına ilişkin dönüşümleri “devletin finansallaşması” olarak kodlamak bahsedilen finan-sallaşma tartışmasına bir katkı sunabilecektir.

Böyle bir kavramsal tartışma ve bir çerçeve denemesi iki noktada ön açıcı olmayı vaat et-mektedir: Birincisi erken kapitalistleşen ülkelerde finansallaşma süreci türev piyasalar ve borsa-lar üzerinden yol alırken geç kapitalistleşen ülkelerde kamu borç kağıtları ve kamu borç piyasası daha fazla önem arz edebilmiştir. Finansal piyasaların derinleşmesi yönlü devlet müdahalesi de dikkate alındığında geç kapitalistleşen ülkelerde faiz getiren sermaye biçimi olarak borç kağıtları-nın daha ön planda olduğu bir finansallaşmanın bizzat devlet öncülüğünde başladığını söylemek mümkün görünmektedir. İkincisi her iki ülke grubunda da finansal getirinin meşru görülmesini destekleyecek bir yasal zeminin oluşturulması ve kriz ya da istikrarsızlık koşullarında finansal sek-törün kayıplarının toplumsallaştırılması devlet eliyle gerçekleştirilmektedir. Bu bize kamusal çıka-rın finansal sektörün çıkarlarıyla özdeşleştirildiği bir dönemin devlet biçiminin tanımlanması ge-rekliliğini ifade etmelidir.

Bu vurgular bir açıklayan olarak devlet ve siyasal kurumları çözümlemeye katmaktan ziya-de eleştirel bir perspektiften finansallaşma sürecinde devlet müdahalesinin kavramsallaştırılması yönünde bir çabanın önemine işaret etmektedir. Aynı zamanda eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir si-vil toplum alanının karşısında siyasal ve hukuksal eşitlik üzerinden tanımlanan modern devletin, toplumsal eşitsizliğin yeniden üretiminde bizzat eşitlerin değişim alanı görüntüsü sunan piyasa-nın varlığına göbekten bağlı olması finansallaşma sürecinde kazandığı yeni boyutlarla birlikte ele alınmalıdır.

Paranın Koridorlarını Islah Etme Çabası ve Sosyal Risk Yönetimi:Sermayenin Çevrimini ‘Sosyal Risk’lerden Arındırmak…

Gökhan Gökgöz, Gazi Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi-Sosyoloji Bilim Dalı

1970 sonrası dönem, kapitalizmin ontolojisi baki kalmak kaydıyla, işleyiş biçimindeki-epistemolojisindeki önemli farklılıkları imliyor. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine dönük farklılıklara gerek devlet formundaki gerekse de devletin ve dolayısıyla sermayenin toplumla kur-duğu ilişkideki dönüşüm eşlik ediyor. Bu dönemde, kapitalizmin finans-kapital üzerinden artan akışkanlığı ve çevre ülkelerin bu akışkanlıktan giderek artan oranda pay alma arzusu, ulusal mer-kez bankalarının faiz kararları üzerinden döviz kurunun düşürülüp ulusal paranın değerlendiril-mesi, bu yolla ithalatın artması ile birleşince sanayisizleşme, cari açık, işsizlik ve en nihayetinde reel ücretlerin düşürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla finans-kapitalin küresel çevriminin

9112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

en önemli ağırlığı emeğin sırtına yüklenmektedir. Küresel-kapitalizmin bu tahribatına karşı, bu tahribatın etkilerini ve bu tahribatın yaratacağı olası karşı duruşların şiddetini azaltmak amacıy-la bir diğer banka, Dünya Bankası devreye girmektedir. Sorun bu noktada kendisini çözüm olarak sunmakta; Monbiot’un çarpıcı ifadesiyle, “Önce bacaklarımızı kırmakta, sonra pedikür önermek-tedir.”

En nihayetinde geldiğimiz noktada, finans piyasasının işleyişini sekteye uğratacak potansi-yeli içeren ve kapitalizm doğasında mevcut insani risklerin, risk olmaktan çıkarılması hedeflen-mekte ancak bu hedefin gerçekleşmesi de devletin geri planda tutulduğu, hayırseverliğin ve kü-resel aktörlerin ön planda olduğu bir sosyal politikaya bağlanmaktadır. Bu politika içerisinde so-runun kaynağı olan unsurlar, bu sorunun kültürel görüngüleriyle yer değiştirirken ve sessizlik, dışlanmışlık, yoksunluk gibi kültürel engeller bireysel sermayenin yetersizliğine bağlanırken, yar-dımlar da mikro-ölçekte bireysel sermayenin makro-ölçekte ise piyasaların ve bütün olarak ser-mayenin sağlıklı gelişimi için tramplen işlevi görmektedir.

Türkiye’de bu küresel-çevrimin yerel payandası AKP iktidarı olmuş ve 2001 yılından itiba-ren Dünya Bankası ile Sosyal Riski Azaltma Projesi devreye sokulmuştur. 2007’de biten bu proje-nin en önemli ve politik iktidar için de en stratejik ayağı olan yerel girişimler bileşeni halen, ‘dev-letin kendi kaynaklarıyla’ devam etmektedir. Yerel girişimler bileşeni altında destekte bulunulan beş kentteki (Bitlis, Çanakkale, Çorum, İzmit ve Kayseri) ‘girişimciler’le ve ilgili ‘kamu görevlileri’yle 2007-2009 yılları arasında yapılan görüşmelere dayanan bu etnografik çalışmada, görüşmeci-lerin söylemlerinden ve/veya kişisel anlatılarından yola çıkarak, kapitalizmin bu “yeni yüzünün” ideolojik-içerimlerine ulaşılmaya çalışılmıştır.

92 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SİYASAL İKTİSAT PERSPEKTİFİNDENTÜRKİYE I:

1950-1980 DÖNEMİ

II. Dünya Savaşı Sonrası Kalkınma Bankacılığının Politik İktisadi Analizi: 1950-1953 Döneminde

Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB)

Gülçin Manzak Aydın, ODTÜ İİBF İktisat B.

Kurumlar dönemlerinin politik iktisadi koşullarını yansıtmaları bakımından önemlidir. Bu bil-diri, Dünya Bankası yakın temasında Türkiye Sınai Kalkınma Bankası‘nın kuruluş sürecinin özel-liklerini ve 1950-1953 yılları arasındaki ilk dört yıllık faaliyetlerini incelemektedir. Çalışmanın ana amacı, gelişmekte olan ülkelerde özel sanayiyi teşvik için, özel sermayeli kalkınma bankalarının kurulmaları ve daha sonraki faaliyetleri ile bu ülkelerin ekonomi politikalarını belirleyen kapitalist ilişkiler arasındaki bağlantıyı Türkiye özelinde açığa çıkarmaktır.

Sonuç olarak, TSKB’nin kuruluşunu konu edinen çalışma üç düzlemde değerlendirilebilir. Bunlardan ilki; TSKB’nin kuruluş evresinde hakim olan Soğuk Savaş atmosferi sayesinde özel ku-rumlara sınai kalkınmada önemli rol vermenin kapitalist ve komünist rejimler arasındaki ayrımı belirgin hale getirilmeyi amaçladığıdır. TSKB’nin özel sermayeli yapısını ve özellikle özel sanayiyi desteklemek üzere kuruluyor olmasını bu koşullar altında anlamlandırmak daha kolaydır. İkinci olarak; dış kaynak girişlerinin ve çevre-merkez ilişkilerinin önemini vurgulayan Kalkınma ekono-misi, bu kurumların entelektüel alanda nasıl bir karşılık bulduğunu ortaya koymaktadır. Bir baş-ka deyişle Kalkınma ekonomisinin argümanları; IBRD aracılığıyla çevre ülkelere aktarılan kaynak-ları rasyonalize etmektedir. Son olarak savaş süresince güçlenen burjuvazi ile birlikte Demokrat Parti’nin tabanını oluşturan toprak sahiplerinin oluşturduğu yerli koalisyon; hem Türkiye’de ha-kim olan uluslararası piyasalarla bütünleşme eğilimi hem de TSKB’nin faaliyetleri açısından resmi tamamlamaktadır. Ayrıntılı bir biçimde incelendiği üzere 1950-53 yılları arasında TSKB, mevcut uluslararası işbölümüne uygun biçimde, ağırlıklı olarak tarıma dayalı sanayiyi kredilendirmiştir. Bir başka deyişle TSKB’nin, belirtilen dönemde yönetimine verilen uluslararası fonları, Türkiye‘nin dünya piyasalarına tarıma dayalı sanayi malları üreticisi olarak eklemlenmesi yönünde kullandığı görülmektedir.

19. OTURUM

9312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Demokrat Parti Dönemi Ortadoğu Politikasının Ekonomi Politiği (1954-1960)

Murat Kasapsaraçoğlu, Boğaziçi Ü., Atatürk ilk. ve İnk. Tar. Ens.

Demokrat Parti dönemi (1950-1960), iç politika gelişmeleri açısından olduğu kadar dış po-litika gelişmeleri açısından da günümüzde dahi tartışılmaya devam edilen bir dönemdir. Son yıl-lara kadar yapılan çalışmalarda, Demokrat Parti döneminin dış politikası, özellikle dönemin sü-per gücü ve NATO lideri ABD ile olan ilişkiler ve ABD politikasının bir uzantısı olduğu düşünülen Ortadoğu’ya yönelik politikalar, Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu ve esneklikten uzak olduğu varsayılan, dar kapsamlı siyasal, askeri ve ekonomik yapıları çerçevesinde açıklanmaktaydı. Oysa-ki son yıllarda, gerek dünyada gerekse Türkiye’de, dış politika ve diplomasi üzerine yapılan çalış-malar, meydana gelen olayları devletlerin karar alma süreçlerini etkileyen iç ve dış faktörler bağ-lamında daha geniş kapsamlı analiz etmeye çabalamaktadır.

Demokrat Parti dönemi dış politikası da bu tarz bir analitik çalışmayı gerektirmektedir. Daha net bir biçimde ifade etmek gerekirse, birçok siyaset bilimci tarafından zamanın “orta büyüklük-te devleti” olarak tanımlanan Türkiye’nin dış politikası tek başına dış dinamikler veya dış baskılar bağlamında açıklanamaz. Bu dönemi daha iyi kavrayabilmek için, Türkiye’nin sahip olduğu jeo-politik konumu ve stratejik önemi kadar, ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını da göz önünde bu-lunduran analizlere ihtiyaç duyulmaktadır.

Bu çalışmada; Demokrat Parti’nin 1954 ve 1960 yılları arasındaki Ortadoğu politikası incele-necektir. Demokratik Parti iktidarının ilk yıllarında, dış ekonomik yardımlar ve tarıma dayalı eko-nominin elverişli koşullarda gösterdiği gelişim sayesinde sağlanan ekonomik yükseliş, 1954 yılı sonrasında yerini ekonomik krizlere ve bununla bağlantılı olarak da yeni dış yardım ve alternatif ekonomi politikası arayışlarına bırakmıştır. Aynı yıl, dış politikada, Demokrat Parti’nin Ortadoğu’da başat bir güç olmak amacıyla daha aktif bir siyaset uygulamaya başladığı (Bağdat Paktı görüşme-lerinin yapılmaya başlandığı) yıldır. Bu dönemde Demokrat Parti’nin Ortadoğu siyaseti, Batı’dan ve özellikle ABD’den daha fazla ekonomik yardım almak için, Türkiye’nin bölgede ABD uydusu gö-revi gördüğü şeklinde açıklanmaktadır ki bu tarz bir açıklama, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişki-leri göz önünde bulundurulduğunda eksik kalmaktadır. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin İran, İsrail, Libya, Ürdün gibi bölge ülkeleriyle olan ilişkileri, bölgedeki ABD, İngiliz ve SSCB etki ve politikala-rının gölgesinde kalmakta ve bulanıklaşmaktadır. Bu çalışmanın amacı bir nebze de olsa, bu ek-sikliğin giderilmesine katkıda bulunmaktır.

Bu amaçla, öncelikle Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı bloğuyla, özellikle de ABD ile olan ekonomik ilişkileri ve bu ilişkiler kapsamında verilen yardımların da etkisiyle Türk ekono-misinde 1954 yılına kadar sağlanan yükseliş ve 1954 yılı sonrası yaşanan ekonomik krizler kısaca anlatılacaktır. Ardından, 1954 yılı sonrasında yaşanan bu krizleri aşmak için yeni dış yardım arayış-larına (ABD ve İngiltere ile sürdürülen görüşmelere), alternatif politikalara (İran ve İsrail ile yapı-lan clearing görüşmelerine) ve bölgede daha etkin bir ülke pozisyonuna gelmek için bölge ülke-leri (Libya, Ürdün ve Lübnan) ile yapılan askeri anlaşmalara, İngiliz arşiv belgeleri ışığında değini-lerek Demokrat Parti’nin Ortadoğu politikası daha geniş bir çerçeveye oturtulmaya çalışılacaktır.

94 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Burjuvazinin Hegemonya Krizine Cevabı:Türk Hür Teşebbüs Konseyi, 1975 - 1980

Yard. Doç. Dr. Ebru Deniz Ozan, Dumlupınar Ü. İİBF Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.

Türkiye, 1970’lerin özellikle ikinci yarısında, iktisadi krize temsil krizinin eşlik ettiği bir hege-monya krizi deneyimliyordu. Hür Teşebbüs Konseyi’nin (HTK) kurulması, sermaye sınıfının bu dö-nemde krize karşı geliştirdiği stratejilerden biriydi. Sermaye sınıfının farklı kesimlerinden temsilci örgütler, HTK bünyesinde biraraya geldi ve aralarındaki çelişkilere rağmen bir tür ittifak içinde yer aldılar.

Bu çalışma, böyle bir dönemde burjuvazinin bu tür bir alternatif örgütlenmeye gitmesinin ardındaki nedenleri irdeliyor. Bu tür bir örgütlenmenin ortaya çıkışının, dönemin temsil krizinin bir göstergesi olarak değerlendirilebileceğini ileri sürüyor. Ayrıca bu çalışma, büyük sanayi ser-mayesi öncülüğünde, burjuvazinin iktisadi hegemonyasını kendi içinde tesis etmesinde HTK’nın önemli bir araç olduğunu göstermeye çalışıyor. Sonuç olarak bu çalışmada, HTK’nın yükselen işçi sınıfı hareketine karşı bir “ortak cephe” olarak kurulduğu ve bunun burjuvazi içinde bu tür bir itti-fakın kurulmasının ardındaki temel neden olduğu ileri sürülüyor..

9512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM I:DİN VE İDEOLOJİ

Değişen Sosyo-Politik Alanın Sosyo-Kültürel Hayattaki İzdüşümü: Muhafazakarlaşan Türkiye Sorunsalı

Yrd. Doç. Dr. Adem Sağır, Karabük Ü., Fen-Edb. F., Sosyoloji B.

Türkiye’de 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelişinden beri sıklıkla tartışılan konular-dan birisi kuşkusuz Türkiye’nin yeni binyılda gittikçe İslamlaşacağı ya da muhafazakarlaşaca-ğı kaygılarıydı. Bu kaygılar, AK Parti’nin 2007 seçimlerinde %47’lik oy oranıyla yeniden tek ba-şına iktidar olmasıyla birlikte korkuya dönüşerek “endişeli modernler” sınıfı yarattı. Bu korku-lar Türkiye’deki muhafazakarlığı konu olan farklı kavramlarla gündeme gelmiş ve konuyla ilgi-li araştırmalarla farklı alanlarda tartışılmaya başlanmıştır. Dünyada 1990’lı yıllardan beri yükse-len yeni küresel dalga, 90’ların sonunda ve yeni binyılın başlarında din olgusunun gittikçe yük-selen bir değer olmasıyla sonuçlandı. Dünyada İslamın radikal görünümleri etrafında 11 Eylül 2011 yılından sonra yaşanan tartışmaların ve eylemlerin yönlendirdiği dünya; Ortadoğu ülke-lerinde Batı muhalifi dinsel hareketlerin ön plana çıkmasına neden olurken, Türkiye’de ise ken-dini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan, kökleri itibariyle ise milli görüş tabanından ge-len politik aktörlerinden oluşan bir siyasal partinin iktidarı devralmasına neden olmuştur.

Hazırlanacak olan bu çalışmanın temel problemi; zaman zaman“mahalle baskısı” tartış-malarıyla görünürlük kazanan, zaman zamansa “endişeli modernler”in kaygılarıyla açığa çıkan, her iki durumda da Türk toplum yapısının değişmesi sürecinde ortaya çıkan sonuçlar, muhafa-zakarlaşma tartışmaları ve mevcut siyasal yapıda yaşanan dönüşümleri anlama çabasıdır. Bu değişimler, “bilgi/zihniyet anlayışını” , “bürokrasiyi” ve “üniversitelerin dönüştürülmesi” gibi ge-niş bir alanı kapsamaktadır. Anlama çabamız ise 2002 yılından sonra değişen iktidar aktörleri-nin zamanla Türkiye’nin sosyo-politik alanında oluşturmuş oldukları değişimlerin sosyal haya-ta yansımalarını değerlendirmeyi kapsamaktadır. Çalışmada iki farklı noktadan hareketle bir ör-nek olay değerlendirmesi yapılacaktır. Çalışma ilk olarak seçilmiş 3 örnek olay üzerinden mev-cut politik dili analiz ederek sosyal yapıdaki yansımasını ve oluşturduğu baskıyı analiz edecek-tir. Seçilen örnek olaylar; “Ocak 2011 de yeni yasayla gündeme gelen “içki ve alkol kullanımın sı-nırlanması bağlamında yaşam tarzına müdahale tartışmaları”; “Ankara Üniversitesi ve yumur-talı protestolar etrafında yaşanan tartışmalar”; “Heykel ve ucube tartışmaları”dır. Bu olaylar sü-

20. OTURUM

96 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

recinde oluşturulan muhafazakar ve ulusal/muhalif sosyo-politik dil, ortaya çıkan tartışmalarla değerlendirilecektir. Çalışmanın ikinci bağlamı ise yukarıdaki değişimlerin tabanını yansıtması bakımından “mahalle baskısı” kavramı etrafında yaşanan tartışmalara değinecektir. Bu bağlam-da Şerif Mardin’in ilk olarak kullandığı kavramın içeriğini, muhafazakar ve muhalif/ulusal dilin doldurma biçimleri tartışılacaktır.

Çalışmada temel yöntem olarak söylem ve içerik analizi kullanılacaktır. Bu bağlamda söy-lem analizi olarak seçilen 3 örnek olay üzerinde iktidara ve muhalefete ait söylemleri basına yansımış şekliyle analiz edecektir. Arkasından ulusal/muhalif ve eleştirel dilin mahalle baskısı-na odakladığı ve Binnaz Toprak ve ekibinin çalışmasıyla da gün yüzüne çıkan mahalle baskısı tartışmalarının basına yansıyan haberlerden de örnekler seçilerek içeriği analiz edilecektir. Son olarak referandum sürecinde her iki söylemin mahalle baskısına gönderme yaptığı noktalar tartışılacak ve analiz edilecektir.

Anahtar Kavramlar; Sosyo-politik dil, Mahalle baskısı, Muhafazakarlık, İslamcılık, Endişeli Modernler.

Refah Devleti, Din ve Politika: Avrupa ve Türkiye’de Din Temelli STK’ların Yükselişi

Dr. İpek Göçmen, Max Planck Institute for the Study of Societies Köln, Almanya

1980 sonrası Avrupa’da birçok refah devleti içerisinde sivil toplum kuruluşlarının rolü önemli ölçüde artmıştır. Rolü artan STK’lar arasında en büyük grup ise hiç istisnasız din temel-li yardım organizasyonlardır. Bu makale, din temelli sivil toplum örgütlerinin sosyal yardım ala-nındaki artan rolünü açıklamak amacı ile yazılmıştır. Makale iki temel araştırma sorusuna odak-lanmaktadır: 1980 sonrası dönemde din temelli STK’ların sosyal politika alanındaki rolü hangi sebeplerle artmıştır? Bu artış farklı sosyal devlet modellerinde hangi nedenlerle açıklanabilir?

Tarihsel kuramcılığın ana metod olarak kullanıldığı çalışmada, Türkiye, İngiltere, Alman-ya, Fransa ve İsveç karşılaştırılmıştır. Çalışmanın ana bulgusu günümüz sosyal devletleri içinde din temelli organizasyonların yerini anlayabilmek için iki alana odaklanmak gerektiğini göste-rir. Bunlardan ilki din devlet ilişkileri ve farklı sekülerleşme tarihleri, bir diğeri ise sosyal devlet alanında devlet ve vatandaş ilişkileridir.

Türkiye’nin dört gelişmiş kapitalist ülke ile karşılaştırıldığı bu çalışmanın sonuçları, din te-melli STK’ların yükselişinin en belirgin olarak görüldüğü ülkenin Türkiye olduğunu ortaya koy-muştur. Buna karşın Fransa ve Almanya en az; İngiltere ve İsveç ise orta derecede değişimin ol-duğu ülkeler olarak belirtilmiştir. Bu dört ülkede Türkiye’ye kıyasla daha az değişim görülmesi din, refah devleti ve vatandaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumsal düzenlemelerin de-ğişimin önünde koruyucu bir tampon olmasına bağlanmıştır. Türkiye’de son yıllarda bu organi-zasyonların sayısının sosyal yardım alanında çok yükselmiş olması ise sosyal devletin zayıflığı-nın ve dinin politik alanda varlığını arttırmasının ortak bir sonucu olarak tanımlanmıştır.

9712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kemalist İdeolojinin ODTÜ Öğrencilerinin Algısındaki Yansıması

Araş. Gör. Yıldırım Uysal, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Cumhuriyetin kurucu ve resmi ideolojisi olan Kemalizm, Cumhuriyet tarihi boyunca çe-şitli ideolojiler ışığında yorumlanmıştır. 1990’lara gelindiğinde ise, gerek 1980’ler boyu uygula-nan neo-liberal politikalar, gerek giderek etkisini hissettiren küreselleşme ve Avrupa Birliği sü-reci, gerekse ulus devlete yönelik tehditler olarak görülen Kürtçülük ve dincilik akımları, Kema-lizmin 1990’larda toplumsal hayata çok güçlü bir geri dönüş gerçekleştirmesine yol açmıştır. Bu dönüş, hız kaybetse de, var oluşunu 2000’lerde de devam ettirmiştir. Bu durum Kemalizme 1930’larda sunulan ‘toplumsal sahiplenmenin’ tekrarlanmasıdır; ‘yalnızca devlete ait’ bir ideolo-ji olmaktan çıkıp sosyolojik bir fenomen haline dönüşmesidir.

Yüksek lisans tezimin uygulama yönünü oluşturan kendi araştırmamda, bu dönüşün ODTÜ öğrencilerinin zihninde nasıl bir algılama ve yansıma ürettiğini görmek istedim. 2008 Mayıs ayında toplamda 300 ODTÜ öğrencisiyle ‘non-probable group administered’ araştırma tekniğinin yardımıyla 30 soruluk bir anketi gerçekleştirdim. Bu araştırmada katılımcı öğrenci-lerin cevapları, sayısal veya sözel, erkek veya kadın, lisans veya yüksek lisans veya doktora, yaş grupları gibi kriterlere göre değerlendirildi. Anketin neticesi ise, beklediğim gibi, ODTÜ öğ-rencilerinin Kemalist argümanlara yoğun desteğini gösterdi. Çeşitli kriterlere göre bu desteğin yüzdesi azalsa veya artsa da, ODTÜ öğrencileri büyük bir çoğunlukla Kemalist ideolojiyi sahip-lendi.

Konferans sunumumda yapmaya çalışacağım şey, bu desteğin nedenlerini ve anket-te sorulan sorulara göre, desteğin hangi konularda ve ne ölçüde gerçekleştiğini sorgulamak-tır. Kemalist ideolojinin 90’larda ve 2000’lerde toplumun bir kısmı tarafından çılgınca ve ko-şulsuz desteklenmesinin üniversite bazında bir yansıması olan ODTÜ öğrencileri, Kemalizme gösterdikleri bu bağlılık nedeniyle bilimsel incelenmeye layıktır. Bazı sosyal bilimcilerce ‘Neo-Kemalizm’ olarak değerlendirilen bu yükselişi ODTÜ özelinde de değerlendirmek, Kemalizmin günümüzde toplumsal yapıda oynadığı rol üzerine bize bilgi sağlayacaktır.

98 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ULUSLARARASI HUKUK I

Küreselleşme ve Hukukun Sınıflandırılmasında Paradigma Kayması: Ekonomi Hukuku

Önder Perçin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu

“Ekonomi hukuku”, kimi üniversitelerde yüksek lisans programı dalı olacak kadar yaygın kullanılan ve genel kabul gören bir terim haline gelmiştir. Bu terimin yanı sıra, anayasal iktisat, ekonomik kamu hukuku, ekonomik ceza hukuku, ekonomik idare hukuku ve ekonomik özel hukuk gibi terimler de teorik çalışmalarda ve uygulamada sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak söz konusu terimlerle işaret edilen alanlarla ilgili iki temel sorun vardır. Bunlar sınıflandırma ve mü-kerrerlik olarak ifade edilebilir. Sınıflandırma ile ilgili sorun, anılan terimlerle işaret edilen alan-ların, kamu hukuku – özel hukuk ayrımındaki yerlerinin neresi olduğu konusunda fikir birliği sağlanamamasıdır. Mükerrerlik ile ilgili sorun ise, ortaya yeni çıkan söz konusu alanların konu-larının, hukukun mevcut sınıflandırmasında eskiden beri var olan alanların konuları ile çakış-ması şeklinde tezahür etmektedir. Bu durumun analizi amacıyla, söz konusu terimlerle işaret edilen alanlar incelendiğinde, bu alanların, mevcut kamu hukuku – özel hukuk ayrımında fark-lı yeri olan birden çok alanın konularını, mevcut başlıklarından çekip, başına “ekonomi” terimini ekleyerek bir araya getirdiği tespit edilmektedir. Söz konusu konuların ortak özelliği ise ulusal ekonominin küresel ekonomiye entegre edilmesi için gerekli olan alanlara ait olmaktır. Dola-yısıyla küreselleşme yapısal bir dönüşüm getirerek, hukukun ulus devlet paradigmasına dayalı mevcut tasnifini, küreselleşme paradigmasına dayalı yeni bir tasnif sistemi ile değiştirmektedir. Bu durumda, sınıflandırma ve mükerrerlik “sorunları” da esasında birer sorun olmayıp, yeni pa-radigmaya dayalı tasnife göre ortaya çıkan alanların, eski paradigmaya dayalı tasnifle uyuşma-maları durumudur.

Ezilenlerin Uluslararası Hukuku: Üçüncü Dünya Yaklaşımı

Arş. Gör. Göksu Uğurlu, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Son onyıllarda “Üçüncü Dünya” ülkeleri/az gelişmiş ülkeler anaakım yaklaşımların öne sürdükleri gibi iyiye giden koşullara değil, aksine daha kötü koşullara sahiptir. Bir dönemin

21. OTURUM

9912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Üçüncü Dünyasının oluşturduğu coğrafyada yerleşik toplumlar neo-liberal küreselleşme ile kü-resel eşitsizlik durumunun “ezilen” tarafında yer almışlardır. Neo-liberalizm aynı zamanda anı-lan ülkeler içindeki eşitsizlikleri de keskinleştirici bir etkiye sahip olmuştur. Dünyada birçok ül-kenin uluslararası alanda bulundukları “az gelişmiş” konum ve bununla bağlantılı olarak bu ülke halklarının karşı karşıya kaldıkları sefalet, açlık, sağlık sorunları, kötü hayat şartları, vb. düşünül-düğünde dünya üzerinde -özellikle de anılan ülkelerde yaşamış olan- birçok akademisyen/dü-şünürün bu sorunlara aradığı çareler incelenmeye değer görünmektedir. Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları (TWAIL: Third World Approaches to In-ternational Law) Üçüncü Dünya’da kalkınmacılık söylemlerinin kredilerini yitirdiği ve liberal korporatist dönemde hakim düzenin kurumları olan Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın yeni biçimine büründüğü bir dönemde değişen haliyle “Üçüncü Dünyacılık”ın gö-rünümlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. TWAIL’in özgüllüğü, Üçüncü Dünyacı hareketi uluslararası hukuk teorisi ekseninde şekillendirmesi ve küresel düzende adaleti sağlamak mak-sadıyla bu alana vurgu yapmasıdır. TWAIL’e mensup düşünürlere göre uluslararası hukuk, ana-akım fikir gruplarının iddia ettiği gibi küresel çapta eşitsizliklerin yeniden üretiminde kullanılan bir araçtır ve tarihsel olarak sömürgecilik politikalarının izlerini taşır. Bu bildiride, Üçüncü Dün-yacılığın nasıl dönüştüğü ve yeni haliyle ne olduğu sorgulanacak; TWAIL taşıyıcılığında ifadesi-ni bulan Üçüncü Dünyacılık biçiminin hangi akımların etkisiyle belirdiği ve neden uluslararası hukuka yöneldiği/neden bu alan üzerinden çözüm üretme çabasında olduğu tartışılacak; ha-reketin uluslararası hukuk üzerinden elde etmeye çalıştıklarının neler olduğu araştırılacak ve uluslararası hukukta tespit ettikleri sorunlar ile bunların çözümü için ortaya koydukları öneriler genel hatlarıyla betimlenecektir.

Küresel Düzenleme Sürecinde Uluslararası Hukuk

Arş. Gör. Engin Sune, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte küreselleşme tartışmaları gerek anaakım, gerekse eleştirel kuram içerisinde genişçe bir literatür yaratmıştır. Anaakım etrafında şekillenen litera-tür küreselleşmeyi çoşkuyla karşılamış ve bu durumu demokrasilerin zaferinin bir sonucu ola-rak yüceltmiştir. Eleştirel kuram ise küreselleşmenin öznelerinden ilki olan sermaye ilişkisi üze-rine yoğun bir kaynakça üretmiş olmasına karşın; aynı sürecin diğer bir öznesi olan devlete ge-reken ilgiyi göstermemiştir. Özellikle Sovyetler’in mevcut olmadığı bir dünya düzeninde, kü-resel ölçekte liberal devlet biçimini oluşturan unsurların zorunlu dönüşümü, Amerikan hege-monyası altında, sermaye gruplarının farklı devletler içerisindeki temsiliyetini değiştirecek şe-kilde olgunlaşmıştır. Bu süreç belirli bir biçimin yayılışı olarak tezahür etmekte ve uluslararası hukuk, araçsallaştırılarak; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelerle, bu dö-nüşümün önemli unsurlarından biri olmaktadır. Biçimsel demokrasilerin evrensel bir form ha-line gelmesi, Soğuk Savaş boyunca kendilerine yaşam alanı bulmuş az gelişmiş kapitalist ülke-lerin devlet yapılarında, kimi zaman ekonomik unsurlarla sağlanan zorla uyum programlarıy-la, kimi zaman muhalif gruplar aracılığıyla ve bunların mümkün olmadığı durumlardaysa sa-vaş yoluyla gerçekleşmiştir. Uluslararasılaşma süreci olarak tabir edilen bu durumun anlaşılma-sı için konuşma boyunca, devletin, zamandan ve mekandan bağımsız olmadığı göz önünde bulundurularak, sermaye ve devlet arasındaki ilişkinin gerekli kıldığı yeni biçimi ortaya konu-lacaktır. Bu yeni biçimin anlaşılmasında eksik kalan klasik emperyalizm teorisine devlet teorisi eklemlenerek, bir sermayenin birden çok devlete ve bir devletin de birden çok sermayeye ba-ğımlılığının getirdiği yeni düzenin unsurları analiz edilecektir. Bu bağlamda hegemon devletin, bu yeni düzenlemenin koordinasyonunun siyasi odağı olarak, dönüşümdeki yeri ve işlevi; ulus-lararası hukukun da, liberal devlet biçiminin yaygınlaştırılması için girişilen savaşın bir uzantısı olarak, rolü tartışlacaktır.

100 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İSLAM VE KADIN

Alevilikte Kadın: Şahkulu Sultan Dergâh’ında Kadınların “Alevi Kadın” Algısı

Nazlı Gümüş, Kadıköy Bld. Engelsiz İş ve İstihdam Mrk. Eğ. ve Araş. Sorumlusu

Alevilikte kadın konulu bu çalışmada amaç, Alevi kadının konumuna yönelik söylemlerin pratikte ne oranda karşılık bulduğunu irdelemektir. Tarih boyunca erkek egemenliği karşısında hep ikinci planda yer edinen kadınların, Alevi topluluğundaki konumlandırılması sorunsallaştı-rılmaktadır. Alevi söylem ve yazınlarında Alevi kadını, erkek ile eşit gösterilip özgürlüğüne vurgu yapılan bir konumdadır. Ancak Alevi topluluğunda da kendini gösteren ataerkil yapı göz önünde bulundurulunca Alevi kadının tarih boyunca süregelen bu yapılanmanın dışında konumlandırıla-mayacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır.

Alevi topluluğunda kadının, sürekli Sünni kadın üzerinden ve hep aynı söylemlerle erkekler-ce tanımlanıyor olması, Alevi topluluğunda bir kadın sorununun olmadığı yanılgısına neden ol-maktadır. Alevi kadının söylemlerde belirtildiği kadar özgür ve erkek ile eşit konumda olmadığı feminist bir bakış açısıyla tartışılmaktadır. Dedelik makamında kadının temsil oranın yok denecek kadar az olması, Alevi liderlerinin çoğunun erkek olması, erkek ile her alanda eşit olduğu vurgusu yapılan kadın konusunu sorunlu bir alana taşımaktadır. Bu anlamda Alevi kadınlarının söz konu-su topluluk içerisinde ki konumlandırılışlarını nasıl değerlendirdiklerini anlayabilmek adına Şah-kulu Sultan Dergâhı’nda bir alan araştırması gerçekleştirilmiştir.

Hem Alevi kadınına yönelik çalışmaların az olması hem de Alevi kadının konumunu daha iyi anlayabilmek adına yapılan anket çalışması ile kadınların; ailede, sosyal hayatta, ibadette, çalışma ve izin gibi pek çok konuda belirttikleri görüşler istatistiksel veriler ışığında değerlendirilmekte-dir. Alevi kadınlarının kendilerini Sünni kadından farklı konumlandırdıkları, Aleviliği savunma eği-limi ile kadınlık kimliklerinde taviz vermekten çekinmemeleri ve kadın dede kavramını yadırgıyor olmaları gibi söylemleri destekleyen pek çok sonuç çıkmaktadır. Ancak şiddette maruz kalan, er-kek egemenliğinin her alanda olduğu vurgusunu yapan ve kadınların dedelik makamında erke-lerle aynı oranda olması gerektiğini belirten pek çok katılımcıda olmuştur.

22. OTURUM

10112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

“İslam ve Demokrasi” Tartışmalarında Müslüman Kadının Yeri

Zehra Yılmaz, Ankara Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.

İslam ve demokrasi arasında varsayılan “tezatlık” ilişkisi son yılların en önemli tartışmaların-dan biridir. Demokratik bir İslam modelinin mümkün olmadığını savunanlar olduğu gibi tam ter-si İslam’ın demokrasi ile uyumunun önünde hiçbir engel olmadığını iddia edenler de mevcuttur. Bu tartışmanın nedeni küresel ve yerel düzlemdeki değişikliklere uygun bir İslam anlayışının inşa edilmeye çalışılmasıdır. İslam coğrafyasında hız kazanan şehirleşme ve buna bağlı eğitim düzeyin-deki artış, toplumsal koşulların değişmesi, diğer taraftan özellikle genç ve kadın nüfusunda eği-tim düzeyinin artması neticesinde orta sınıfın taleplerindeki dönüşüm; küresel düzlemdeki deği-şiklere paralel olarak devlet temelli siyaset açıklamalarının sivil toplum temelli açıklamalara evril-mesi, insan hakları, çoğulculuk gibi normların öncüllenmesi ve elbette iletişim imkânlarındaki ar-tış gibi nedenler İslam’ın “yeni dünya”nın koşullarına göre yeniden yorumlanması gerektiğine iliş-kin tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Kadınların “İslam ve demokrasi” üzerine yapılan tartış-malarda merkezi rol üstlendiğine ilişkin iddiamı temel olarak üç başlıkta açıklıyorum: i) Müslüman kadınların “İslam ve şiddet”in ilişkilendirmesine karşı eleştirileri ve daha barışçıl bir İslam modelin-den bahsetmeleri “İslam ve demokrasi” tartışmalarına kaynaklık etmiştir; ii) Müslüman kadınların, 1990’lardan sonra feminizmin etkisiyle “Kur-an’ı kadın perspektifinden yeniden okuma girişimleri bugün, öncüllenen İslam’ın çoğulluğu/bireyselliği argümanının tesisinde önemli bir referans ola-rak kullanılmaktadır; iii)Müslüman kadınların bu eleştirileri, gündelik ve siyasal hayatı kadınlar le-hine, eşitlikçi bir temelde dönüştürmeye imkân tanıdığı için daha ‘modern’ bir yaşam tahayyü-lünde ayrıca öne çıkarılmıştır. Bahsettiğim bu çerçeve içinde, küresel düzlemde reformcu Müslü-manlar ve batılı liberaller arasında uzlaşma sağlanması neticesinde inşa edilmeye çalışılan yeni İs-lam modelinin, yerel bir yansıması olan Türkiye örneği üzerinden, Türkiye’deki Müslüman kadınla-rın süreç içindeki durumunu değerlendirmeye çalışacağım. Zira bugün küresel düzlemdeki deği-şiklikler yerelle iç içe sürmektedir. Türkiye’deki siyasal İslam’ın sivilleşmesi tartışmaları küresel düz-lemdeki bu değişikliklerden bağımsız değildir. Bu nedenle, son yılların temel tartışmalarından biri olan sivil toplumculuk ile İslam’ın nasıl iç içe geçtiğini ve bu iç içe geçişte Müslüman kadınların sü-recin nasıl taşıyıcıları haline dönüştüğünü tartışmak önemli görünmektedir. Özetle bildiride küresel düzlem ile yerel düzlem arasında Müslüman kadın sivil toplum ör-gütleri aracılığıyla nasıl bir dönüşüm tahayyül edilmeye çalışılıyor ve bu süreçte Müslüman kadın-lar nasıl rol alıyor, bu soruların cevaplarını arayacağım. Soruları cevaplandırabilmek için de küre-sel düzenin ‘düzenleyici’ araçları olan uluslararası örgütlerin Müslüman kadın sivil toplum örgüt-leri ile girdiği ilişkiyi sorgulamaya çalışacağım. Bu sorgulama aynı zamanda bize İslamcı hareke-tin, demokratikleşme, sivilleşme sürecinde, sivil toplum alanını kadınlara terk ederek muhafaza-kar anlayışını nasıl sürdürdüğünü açıklamada da yardımcı olacak.

İslam ve Sekülerizm Kıskacında Türkiye’de Feminizm ve İslam İlişkisi Algısı

Asuman Özgür Keysan, University of Strathclyde, Glasgow Politika B.

İslam ve feminizm arasındaki ilişki dünyada ve Türkiye’de göreceli olarak yeni ve tartışmalı bir konu olup hem feminist hem de Müslüman gruplara dahil akademisyenler ve aktivistlerin son 20 yıldır ilgisini çekmektedir. Bu alandaki başlıca tartışmalardan biri, bu iki terimin uyumlu olup olmadığı sorunsalı üzerinedir. Bu konu sadece akademik tartışma başlığı olması sebebiyle değil; toplumdaki bireylerin yaşam biçimleri üzerinde pratik etkilere sahip olması sebebiyle de önemli-

102 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

dir. Ayrıca, özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra medyanın ve akademik çalışmaların da et-kisiyle çok daha geniş kitlelerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu durum, Ahmed-Ghosh (2008)’un da dediği gibi, meseleyi sadece Müslüman toplumlarda kadının durumunu ilgilendiren bir mev-zu olmaktan çıkarıp uluslararası ve yerel siyasi gündemlerle yakından ilişkili hale getirmiştir. Bu bağlamda, feminizm ve İslam arasındaki ilişki üzerine kurulan politik tartışma, feminizmin İslam’ın prensipleri ile zıt anlayışlara sahip olduğu düşüncesi üzerine kurulu Batı bakış açısının hakimiye-ti altında kalmıştır. ‘Devlet feminizmi’ dönemi ve 1980’li yıllarda gün yüzüne çıkan seküler ve İs-lamcı kadınlar arasındaki çatışmanın etkisi Türkiye örneğini, feminizm ve İslam arasındaki ilişki-nin analizi açısından önemli ve farklı kılmaktadır. 1980 sonrası dönemde Türkiye’de İslamcı hare-ketlerin ortaya çıkışıyla birlikte İslamın siyasallaşması tartışması gündeme gelmiştir. 28 Şubat Kri-zi sonrasında Refah Partisi’nin kapatılmasıyla gelen başörtüsü yasağı ve başörtülü kadınların ak-tif siyasete katılımının engellenmesi sonucunda bu sorunu çözmek amacıyla başörtülü kadınlar çözüm yolları aramaya başlamıştır. 1990’lı yıllarda İslamcı kadın örgütlerinin kurulması; Mazlum-der, Başkent Kadın Platformu, AK-DER, Özgür-Der, bu çözüm yollarından birisi olmuştur. Bu nok-tadan hareketle, İslam ve feminizmin yapısal olarak uyumlu kavramlar olup olmadığı sorusunu merkeze alan bu çalışma Türkiye’deki İslamcı kadınların politik algılarını görünür kılmaya çalışa-rak yine kadınların perspektifinden bu soruya yanıt aramaktadır. Bu kapsamda, İslamcı kadınla-rın söylemlerinin ve anlayışlarının İslam ile kurdukları ilişki çerçevesinde hangi feminizm tanımla-rını ve uyum-uyumsuzluk algılarını doğurduğuna odaklanacaktır. Bu çalışma İslam ve feminizm arasındaki ilişki sorununa Türkiye bağlamında verilecek yanıtların, sadece seküler ve İslamcı ka-dınlar arasındaki çatışma ve farklılıklarla açıklanamayacağını iddia etmektedir. İslam ve feminizm arasındaki ilişkinin nasıl algılandığı üzerine İslamcı kadın gruplarının kendi içlerinde gösterdikleri çeşitlilik ve farklılıklar üstünde durulması gereken önemli bir noktadır. Çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Türkiye örneğinin özgün karakterini göstermek amacıyla tarihsel ola-rak Türkiye’de kadın hareketi içerisinde İslamcı kadınların nasıl konumlandığına bakılacak, ikin-ci bölümde ise, İslam ve feminizm arasındaki ilişkinin Türkiye’deki İslamcı kadın grupları tarafın-dan nasıl algılandığı analiz edilecektir. Bu analiz, Haziran-Temmuz 2010 arası tarihlerde Ayrımcı-lığa Karşı Kadın Hakları Derneği (AK-DER)-İstanbul ve Başkent Kadın Platformu (BKP)-Ankara’dan 13 dindar kadınla yapılmış derinlemesine görüşmeleri ve kadın örgütü dökümanlarını (broşür, ki-tapçık vs.) temel alacaktır.

Dindar Kadın Edebiyatı: Beden, Özne ve Terbiye

Arş. Gör. Elifhan Köse, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Hidayet romanlarının ilmihalci dilinden farklı olarak 1990lardan sonra yazılı ürünler veren dindar kadın edebiyatı, İslamcılığı gündelik yaşama tercüme etmek yolunda kadın dindarlığının beden terbiyesi yöntemlerini etkili olarak kullandı. Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma Kara-bıyık Barbarosoğlu, Nazife Şişman, Sibel Eraslan, Halime Toros ve Hidayet Şefkatli Tuksal gibi isim-lerin edebiyat ürünleri orta sınıf dindar kadının yaratılması adına tesettürün, hem orta sınıf se-küler kadınlıktan hem de geleneksel Müslüman kadın motifinden ayırt edilmek üzere yeniden anlamlandırılmasıyla mümkün oldu. Dindar kadın yazınında iradi bir seçime dayanılarak, özgür-ce tercih edildiği belirtilen tesettürün günümüzdeki karşılığı, kendi bedenine hakim, ataerkil iliş-kilerden bağımsızlaşmış, kendi kendinin temsili haline gelen “başörtülü kimlik”tir. Kimliğin bü-tüncül, total yapısı hem kadını kamusalda özneleştirmekte, hem de iktidar ilişkilerinden bağımsız bir özneleşme sürecinin yaşanabileceği sanısı yaratmaktadır. Dindar kadınların “kimlik” iddiasına karşın özellikle hikayelerden oluşan dindar edebiyat ise dindar kadınlığın birdenbire kurulmuş, total bir kimlik olmaktan çok uzakta olduğunu iç gerilimleriyle gösterir.

10312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

EMEK SÜREÇLERİ ÜZERİNE

Neoliberal Politikalarının Sağlık Çalışanları Üzerine Etkileri

Yrd. Doç. Dr. Assiye Aka, Çanakkale Onsekiz Mart Ü., İİBF Kamu Yön. B.Yrd. Doç. Dr. Sebiha Kablay, Ordu Ü., Ünye İİBF Çalış. Eko. B.

1980’lerden beri ağırlığı ile kendini ekonomi, politika, eğitim ve son zamanlarda sağlık ala-nında ciddi bir şekilde hissettiren neoliberal politikalar toplumsalın yeniden düzenlenmesinde önemli olma özelliğini ciddi olarak korumaktadır. Bu politikaların sağlık çalışanlarının üzerine et-kilerinin ampirik verilerini paylaşmak bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.

Araştırma Ankara’da bulunan Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Çanak-kale Devlet Hastanesi’nde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini (E) ÇHD ve TYİH çalışanları oluştur-maktadır. Bu iki hastanenin toplam çalışan sayısı 2254’dür. Örneklemede (n) sadece çalışan dok-tor, hemşire/sağlık memuru ve yardımcı hizmetli alınmış olup ve bu çalışanların toplam sayısı ise 1754’dür. Bu sayının yaklaşık %17 (310 kişi) ile anket yapılmıştır. Bu üç meslek grubunun seçilmiş olmasının nedeni sağlık çalışanları içerisindeki en büyük popülasyona sahip olmaları; sağlık kuru-munun temel taşları olarak görülmeleri ve aynı zamanda sosyo-kültürel ve ekonomik düzey ola-rak birbirlerinden oldukça farklı katmanları temsil etmelerinden kaynaklanmıştır. Uygulanan neo-liberal sağlık politikalarının etkisinin birbirinden farklı bu üç katman üzerinde incelenmesi bu açı-dan oldukça manidardır.

Ayrıca nüfus ve yüz ölçüm bakımından iki farklı kentin (metropol ve küçük kent) seçilmesi-nin nedeni ise neoliberal sağlık politikalarının kentin büyüklüğüne göre etki alanının farklı olup olmadığını belirleyebilmektir. Çalışmaya katılanların %47, 7’sini (148) ÇDH, %52,3’ünü (162) ise TYİH çalışanları oluşturmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Sağlık, Neoliberal Sağlık Politikaları, Merkez ve Çevre Bölge

23. OTURUM

104 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bilgi İşçilerinin Yükselişi: TEPAV Örneği

Yrd. Doç. Dr. Özlem Tezcek, Ordu Ü., İİBF

Türkiye’de 1990’lardan itibaren hızla gelişen, oluş halindeki bir toplumsal olgu ile karşı karşıyayız. Düşünce fabrikaları olarak ifade ettiğimiz bu olgu, risk, belirsizlik ve rekabet süreçle-rinin hızlandığı küresel birikim sürecinde farklı sermaye gruplarının ihtiyaç duyduğu bilgiyi üre-ten kurumsal yapılanmaları içermektedir. Düşünce fabrikaları ürettikleri bilgiye dayalı projeler-le, sermaye gruplarının risk ve belirsizlikler karşısında pozisyon almalarını sağlamaktadır. Dü-şünce fabrikaları ürettikleri bilgi geniş etkileşim ağları içerisinde (medya, devlet kurumları, üni-versiteler, v.b.) toplumsal gerçekliğe sermayelerin talepleri doğrultusunda müdahale etmek-te ve gerçekliği dönüştürmektedir. Bilginin genel kabul gören “yansızlık” algısının aksine top-lumsal güç ve iktidar ilişkilerinin önemli bir aracı haline gelişi/oluşu, toplumsal gerçekliğe dö-nüşüm yönünde müdahaleyi sağlaması bilgi üreten kesimlerin de sermayeler açısından işlevi-ni arttırmıştır. Sermayelerin varoluşları açısından böylesine önem kazanan düşünce fabrikaları beraberinde gittikçe artan sayıda bilgi işçisini istihdam etmektedir. Birikimin değişen güncel di-namikleri doğrultusunda toplumsal yaşamın farklı alanlarına yapılması gerekli hale gelen mü-dahaleler, düşünce fabrikalarını ve bilgi işçilerinin statüsünü, çalışma koşullarını niteliksel ola-rak farklılaştırmaktadır.

Güncel olarak oluşum halindeki bilgi piyasasının aktörleri farklı nitelikteki düşünce fab-rikalarıdır. Gerek devlet üniversiteleri gerekse özel üniversiteler birer düşünce fabrikası olabil-mektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde ya da TOBB-ETÜ Üniversitesi’nde çalışan bir akademisyen olarak bilgi işçisinin ürettiği bilgi bir metadır. Devlet üniversiteleri özel üniversiteler gibi ticari işletmeler değildir, artı-değer üretimi söz konusu değildir ve akademik personel kamu çalışanı pozisyonundadır. Ancak sermayelerin proje sponsorluğu yoluyla üretilen bilgi metadır. Danış-manlık şirketleri ise gerek kamu kurumlarında gerekse üniversitelerde belirli bir süre çalışarak deneyim kazanmış bir bilgi işçisi tarafından kurulmaktadır. Bu şirketler bilgi işçisinin bir kapita-list haline gelmesi ve alışma süresi boyunca elde ettiği bilgiye dayalı deneyimi bir meta olarak satmasıyla ortaya çıkan ticari işletmelerdir. Diğer yandan şirket içinde belirli alanlarda uzman-laşma sürecindeki bilgi işçileri çalıştırılmakta ve meta üretimi sağlanmaktadır. TUSEV, TTGV gibi araştırma şirketleri ise vakıf şeklinde kurulmuş düşünce fabrikalarıdır. Vakıf şeklinde kurulduk-ları için kar amacı güden ticari işletmeler olmasalar da, bu vakıflarda istihdam edilen bilgi işleri çeşitli sermaye gruplarının ihtiyaç duyduğu bilgi sponsorluk mekanizması ile üretmektedir. Do-layısıyla üretilen bilgi metadır.

Son olarak gözlemlediğimiz bir diğer türdeki düşünce fabrikaları TEPAV, EAF gibi sade-ce belirli bir sermaye grubu tarafından bizzat kurulan kurumlardır. Bu kurumdaki bilgi işçileri tarafından yazılan raporlar, hazırlanan konferanslar v.b. bu sermaye grubu tarafından finanse edilmektedir. Dolayısıyla bu kurumlarda üretilen bilgi meta niteliği taşımamaktadır. Ancak bu kurumlarda çalışan akademisyenler zihinsel emek-güçlerini ücret karşılığı satmak durumunda olan bilgi işçileridir. Çalışmamızda bu genel çerçeveden hareketle zihinsel emek-gücünün gün-cel kapitalizmdeki yerine ilişkin bir literatür taraması yapıldıktan sonra, TEPAV’da çalışan bilgi iş-çilerine yönelik bir alan çalışması yapılacaktır. Teorik ve ampirik bulgular ışığında, günümüzde yükselen bilgi işçilerinin kapitalizmdeki işlevi incelenecektir.

10512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Öğretmenlik: Cephedeki Bürokratların Hikayesi

Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ, ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Önerilen yazı, devletin küçültülmesi stratejisi bağlamında kamu personel rejiminde ger-çekleşen dönüşümün, halka doğrudan hizmet sunan bürokratlara etkilerini tartışmaktadır. Ça-lışma bu bağlamda, son dönem reformların bürokratları istihdam statüsü üzerinden ayrıştırma-sının hizmet sunum sürecine, işyeri barışına, bürokratların öz-algısına ve hizmet alanlara bakış-larının ne yönde değiştiğini ve/veya farklılaştığını incelemektedir.

Çalışma, özel olarak iki temel meseleyi sorgulamaktadır:

a) Michael Lipsky’nin “Sokaktaki Bürokrat” (Street Level Bureaucrat) olarak tarif ettiği; özellikle kamuya doğrudan hizmet sunan ve kamu personelinin ana gövdesini oluşturan, ver-diği hizmetin öncelikleri ve doğası itibariyle toplum, devlet ve siyasetle daha derinden ilişkile-nen bu bürokratların (eğitim ve sağlık çalışanları) çalışma statüsündeki erozyon, verdikleri hiz-metin içeriğini ve sunuş biçimini nasıl etkilemektedir?

b) Bir hizmet üretim birimi ve çalışanlar topluluğu olan “okul”un sosyo-kültürel dokusu, aynı işi yapmalarına karşı kurumsal statüleri ve maaşları farklılaşan öğretmenlerin bulunduğu bir ortamda - özetle yeni kamu işletmeciliği mantığı etrafında - nasıl dönüşmektedir?

Bu sorular, yazarın daha önce hazırlamış olduğu bir çalışmada vardığı bir sonuçtan yola çıkarak, özellikle lise düzeyindeki okullarda çalışan öğretmenler örneği üzerinden yanıtlanma-ya çalışılacaktır. Çalışma, “ücretli öğretmen”, “sözleşmeli öğretmen”, (kadrolu) “öğretmen”, (kad-rolu) “uzman öğretmen” ve (kadrolu) “başöğretmen” statüsüne sahip öğretmenler; ve eğer mümkünse, okul yöneticileri ve bakanlık yöneticileri ile yapılacak derinlemesine mülakatların sonuçlarını yukarıdaki sorular ışığında tahlil etmeyi ve tartışmayı amaçlamaktadır.

106 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

BİLİM, TEKNOLOJİ VE SOSYAL MEDYA

Politik İktisadın Kavramlar Dünyasındaki Ayak İzleri: Bilim ve Teknoloji Politikaları

Doç. Dr. Sinan Alçın, Maltepe Ü., İİBF İktisat B.

Dünya ölçeğinde kapitalist ülke devletlerinin 70’li yıllarla birlikte uygulamaya başladığı “neo-liberal” politikaların kuramsal ve kavramsal dayanağını oluşturma görevini organik biçim-de üstlenmiş olan Anaakım iktisadın “pratik” yönü kendisine “politik” bir karakter kazandırmak-tadır. Her ne kadar söz konusu politika önermelerinin temelini oluşturan kuramsal ve kavram-sal biçimlendirme arayışları “ideoloji dışı” olarak betimlenmiş olsa da mevcut baskın İktisat, -ta-rihin hiçbir döneminde olmadığı kadar- politiktir.

Anaakım iktisadın kavramlar dünyasındaki ayak izlerini başkalaşım geçiren birçok kav-ram üzerinden okumak mümkündür: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yerine; İş Sağlığı ve Güvenliği, Esneklik ve Güvence yerine; Esnek Güvence, Yoksulluğun Giderilmesi yerine; Yoksulluğun Yö-netilmesi, Sosyal Devlet ve Piyasa Ekonomisi yerine Sosyal Piyasa gibi. Bu deformasyona ve da-hası yeni bir görünüme kavuşan kavramlardan günlük üretim ve bölüşüm ilişkileri ile bilimsel üretim alanlarını en çok etkileyen ise Bilim, ve Teknoloji kavramlarının bir arada “Bilim ve Tek-noloji Politikası” olarak kullanımıdır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kavramın da ardındaki ideo-lojik ve politik örüntü kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı yıkıcı boyutu göstermektedir.

Gerek günlük literatürde gerekse resmi metinlerde, “Bilim ve Teknoloji Politikası” ola-rak ifade edilen paradigma, kendi içerisinde birçok yapısal sorun barındırmaktadır. “Bilim” ve “Teknoloji”nin bir arada kullanılışı gerçekten öylesine bir kullanış mıdır? Ya da bilim ve teknolo-ji birbirinden ayrılmaz biçimde var olmuş ve var olan alanlar mıdır? Bu sorular üzerinden: Bir ül-kenin bilim politikası ile teknoloji politikası bir potada eritilebilir mi?

Bu çalışma, yukarıdaki sorulara cevap ararken, gündelik hayatta “öylesine” kullandığımız birçok kavramın ardında gizlenen baskın ideolojik söylemin ayak izlerine bakış amacını taşı-maktadır.

Anahtar Kelimeler: Bilim, Teknoloji, Politik İktisat JEL Kodları: B40, O39, Q55

24. OTURUM

10712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Teknoloji ve Değer Kuramı: Bilişim ve Otomasyon Teknolojileri Değer Kuramının Geçersizleştiriyor mu?

Yrd. Doç. Dr.Özgür Narin, Ordu Ü., İİBF İktisat B.

Yaşadığımız dönemde teknolojik gelişmenin toplum üzerindeki etkisi değişik adlarla ta-nımlanıyor. “Bilgi toplumu”, “bilişim toplumu”, “bilişsel kapitalizm”, bu adlardan sadece bazıları. Teknolojinin toplumu köklü olarak etkilediği ve dönüştürdüğü bir gerçekse de, toplumun tek-nolojilerle tanımlanması, teknoloji üzerindeki muammayı daha fazla artırıyor. Teknolojinin üre-timinin toplumsal olduğu göz ardı ediliyor. Teknoloji ile toplumsal ilişkiler arasındaki bağı ku-ramsal olarak açıklamada tutarlı bir yaklaşımı aslında emek-değer kuramı tartışmaları içerisin-de bulmak olanaklı. Bu bildiri, teknoloji ile değer kuramı arasındaki ilişkinin tarihsel dönemeç-lerini açıklarken, esas olarak güncel bir tartışmayı ortaya koymayı ve belirli kavramlarda açık-lık getirmeyi hedefliyor. Bu amaçla şu soruya yanıt aramayı amaçlıyor: Yeni iletişim teknolojile-ri, bilgisayar ve bilişim teknolojilerindeki gelişme, değer kuramını ortadan kaldırıyor mu?

Sermaye birikimi doğası gereği krizli bir süreçken, her kriz teknolojik gelişmeyle koşullan-dığı gibi, bu süreci belirler. Ancak teknoloji birikimin bir aracı iken, merkezde olan değer yarat-ma sürecidir ve değer yaratma süreci dolaysız biçimde toplumsal sınıfların ilişkileriyle, bu ilişki-lerin yeniden üretimiyle belirlenir.

Otomasyon teknolojileri, 20. yüzyılın ilk büyük buhranı ile birlikte ortaya çıkıp güçlen-mişken, ikinci büyük buhran, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinde köklü dönüşümleri getirdi. Gerçekte tüm bu dönüşümler, toplumsal sınıfların mücadele alanında, onlarda yaşanan dalga-lanmalarla, krizlerle birlikte yaşandı. Bu dalgalanmalar, teknoloji çözümlemeleri ve değer ku-ramı tartışmalarını da belirledi. Bu tartışmalar içerisinde pek çok kez değer kuramı reddedildi; gereksiz ilan edildi. Değer kuramı üzerine tartışmaların bu med cezirleri, sınıfsal dalgalanma-lar ve gel-gitler tarafından birikim sürecinin tarihsel gelişimi ile belirlendi. Bildiri, değer kuramı tartışmalarının bu dönüm noktaları ile sınıf hareketi, teknolojik gelişme arasında bağ kuracak-tır. En son dönüm noktası, 21. yüzyılda bilişim teknolojilerindeki gelişmedir. Bu çerçevede bil-diri, bu gelişmeyle birlikte değer kuramını geçersiz ilan eden yeni kuramlar ve tartışmaları gün-demine alacaktır. “Bilişsel kapitalizm”, “değerin ölçülemezliği”, “sabit sermayenin muazzam ge-lişimi karşısında canlı emeğin önemsizleşmesi”, yeni tür emek biçimlerinin değer kuramına ge-rek duymadan çözümlenmesi gibi önermelerin arasından değer kuramının önemini sürdürdü-ğünü açıklamaya çalışacaktır.

Gereksinim Olarak Toplumsal Etkileşim ve Sosyal Medya

Doç. Dr. Seçil Deren van het Hof, Akdeniz Ü., İletişim F.Araş. Gör. Aslı İcil Tuncer, Akdeniz Ü., İletişim F.

İletişim araştırmaları arasında en eski ve en yaygın kabul gören kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının temel sorusu insanların kitle iletişim araçlarını neden kullandıklarıdır. Literatürde 1940lardan bu yana ağırlığını koruyan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı güçlü etkiler paradig-masının aksine, pasif izleyici varsayımına karşı çıkmış, bunu da tekil izleyicinin belli güdülerle çeşitli medya içerikleri içinden bilinçli bir tercih yaptığı varsayımına dayandırmıştır. Blumler ve Katz’ın (1974) sıklıkla alıntılanan ifadeleriyle kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı bireylerin med-

108 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

yayı çeşitli gereksinimlerini karşılamak için kullandıklarını öne sürer. Bu yaklaşım çerçevesinde gerçekleştirilen araştırmalar, medyaya maruz kalmada farklı kalıplara yol açan farklı gereksinim tatmini biçimleriyle sonuçlanan, kitle iletişimi ve diğer kaynaklara yönelik beklentileri ortaya çı-karan gereksinimlerin toplumsal ve psikolojik kökenleriyle ilgilenir (McQuail 1983: 163). Kısaca-sı medya kullanımının gerekçelerinin ardında toplumsal ve psikolojik sorunlar vardır ve bu so-runların çözümü için medyaya başvurulmakta, gereksinimler bu şekilde karşılanmaktadır. So-run ve gereksinimler enformasyon, toplumsal bağ, eğlence, eğitim ve toplumsal gelişimle ilgi-lidir. Bu çalışmada özellikle internet ve sosyal medya kullanımını kullanımlar ve doyumlar yak-laşımı çerçevesinde açıklamaya çalışan literatür taranmakta ve insanların neden Facebook kul-landıkları, bunun bireyin hangi toplumsal ve psikolojik gereksinimini karşıladığı araştırılmakta-dır. Internet ve sosyal medya üstüne yapılan araştırmalar toplumsal etkileşimin bir gereksinim olarak farklılaştığını ortaya koymaktadır. Bu literatürdeki araştırmalar temel alınarak hazırlanan anket kartopu tekniği ile gerçekleştirilmiş ve sonuçlar faktör analiziyle değerlendirilmiştir.

10912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

EĞİTİM - SEN PANELİANADİLDE EĞİTİM HAKKI

Eğitimde Anadilinin Kullanımı ve Çiftdilli Eğitim, Eğitim Sen Halkın Tutum ve Görüşleri Türkiye Taraması 2010

Prof. Dr. Adnan Gümüş

Türkiye’nin sosyo-kültürel ve siyasal yapılanmasında önemli yapı taşlarından birini anadil-lerinde eğitim konusu oluşturmaktadır. Anadilleri konusu, salt eğitimle sınırlı olmayıp çoğulcu bir toplum ve toplumsal bütünleşme için de aciliyet oluşturmaktadır. Eğitim Sen yıllardır konuy-la yakından ilgilenmekte, hem bilgi-veri oluşturmaya, hem de kamuoyunu bilgilendirmeye ve so-nuçta sorunun çözümüne katkı sunmaya çalışmaktadır. Anadillerinin dağılımı ile Anadillerinin Eğitim-Öğretimi ve Anadillerinde Eğitim-Öğretime dair halkın tutum ve görüşlerini tespite yöne-lik bu tarama da bu duyarlılığın bir parçası özelliğindedir. Araştırmanın ana amacı; halkın mevcut anadili durumları ile anadilinin eğitimi ve anadilinde eğitime yönelik tutum ve görüşlerinin tes-pitidir. Ayrıca halkın anadilinde eğitim ile ilgili görüş ve tutumlarının bazı ana değişkenlere göre - anadili, doğum yeri (bölge), ikamet yeri (bölge), doğum yerleşkesi (kentlilik-kırsallık), hane bü-yüklüğü, yaş, cinsiyet, eğitim, meslek, hane üyelerinin istihdam durumu, aile geliri gibi- değişken-lik gösterip göstermediğinin analizi de yapılmaktadır. Veriler geliştirilen görüşme formuyla top-lanmıştır. Örneklemde DPT’nin illerin sosyo-ekonomik gelişmişliğine göre tasnifi de dikkate alı-narak Türkiye’yi temsil edecek şekilde 26 il seçilmiş, yaş grupları da dikkate alınarak 390 kadın ve 391 erkekle görüşme yapılmıştır. Araştırmanın temel bulgusu, Türkiye’nin Türkçenin yanı sıra en büyüğü Kürtçe (Kürtçe % 11, Zazaca % 3, Arapça % 2…) olmak üzere çokdilli ve çokkültürlü bir toplum olduğudur. Ancak Türkçe dışındaki dillerden birinde anne-babaların % 20,1’nin konuşa-bilmesine rağmen mevcut görüşmeciler arasında bu oran % 16,9’a düşmüş bulunmaktadır. Bu da tek bir kuşakta bile ciddi bir asimilasyon yaşandığını göstermektedir. Ana bulgulardan bir diğeri de tüm yurtta anadilinin gerek eğitim-öğretimi, gerekse anadillerinde eğitim-öğretim konusun-da genel bir kabulün bulunduğu; sorunun siyasal süreçte ve devlet katında çözümsüz hale geti-rildiğidir. Eğitim Sen’in önerisi, anadili eğitim-öğretiminin ötesinde çiftdilli eğitime (Türkçe ile bir-likte anadillerinde eğitim-öğretime) geçilmesi için biran önce gerekli reformların yapılmasıdır. Bu konudaki birincil sorumluluk da başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere hükümetindir. Anahtar Sözcükler: Anadili, Anadillerinin Eğitim-Öğretimi, Anadillerinde Eğitim-Öğretim, Çoğulculuk, Çokkültürlü Toplum, Çokkültürlü Eğitim, Asimilasyon, Çiftdilli Eğitim

25. OTURUM

110 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bir Kültürel Hak Olarak Anadilinde Eğitim

Yrd. Doç. Dr. Elçin Aktoprak

Kültürel haklar insan hakları alanında kültürel grupların haklarını korumak için karşımıza çı-kan haklardır. Kültürel grupların korunmasından bahsedildiğinde, genellikle farklı kültürel grup-ların birbirine karşı ve çoğu zamanda çoğunluğa karşı azınlığın korunması ön plana çıkar. Bu ne-denle de kültürel haklar ve azınlık hakları sıklıkla bir arada ele alınan bir grubu oluşturur. Bu bağ-lamda kültürel kimliğimizin birincil tanımlayıcılarından ve sembollerinden biri anadildir ve ko-runması ve geliştirilmesi gereken en önemli niteliklerden biri olarak karşımızdadır. Anadilin ko-runması ve geliştirilmesi için en önemli araçlardan biri anadilinde eğitimdir. Bu sunuşta anadilin-de eğitim hakkının kültürel bir hak olarak uluslararası alanda nasıl düzenlendiği ele alınacak ve aynı zamanda farklı devletlerin uygulamalarına yer verilerek anadilinde eğitim hakkının sosyo-ekonomik ve kültürel sonuçları karşılaştırmalı olarak incelenecektir.

Bir Eğitim Sendikası Anadilinde Eğitim Hakkını Savunursa

Mehmet Bozgeyik, Eğitim-Sen

Anadilinin kişiler açısından olduğu kadar toplumlar açısından da büyük önem taşıdığı bilin-mektedir. Kişinin düşünsel, ruhsal gelişiminde ve eğitim hayatında olduğu kadar, sosyal ve eko-nomik hayata katılarak, toplumsal refahtan ve maddi/manevi olanaklardan eşit şekilde yararla-nabilmesinde de anadili çok büyük bir önem taşır. Yaklaşık yüz bin üyeli bir eğitim sendikası olan Eğitim Sen, anadilinde eğitimi, temel insan haklarından biri durumundaki eğitim hakkının doğal bir uzantısı olarak görmüş ve sendika tüzüğünde de anadilinde eğitim hakkına yer şu cümle ile vermişti: “[Eğitim Sen] Toplumun bütün bireylerinin demokratik, laik, bilimsel ve parasız bir eği-timden kendi anadilinde eşitlik içinde ve özgürce yararlanabilmesini savunur”. Söz konusu cüm-lede yer alan “kendi anadilinde” ibaresi, sendikanın kapatılması için dava açılmasına neden oldu. 2002 yılının başlarında Ankara Valiliği, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının isteği üzerine, Anayasanın 3. ve 42. maddelerine aykırılık gerekçesiyle “kendi anadilinde” kelimelerinin tüzükten çıkarılmasını istedi, ardından da bu isteğinin “dikkate alınmadığı”nı gerekçe göstererek Cumhu-riyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Böylece Eğitim Senin kapatma davası başladı. Bu bildiride, tüzüğünde anadilinde eğitim hakkına yer veren bir eğitim sendikası olan Eğitim Sen’in uzun yargı süreci üzerinden, ülkemizde anadilinde eğitim konusunun ne tür bir “güvenlik” kon-septinde ele alındığı ve nasıl kriminalize edilebildiği tartışılacaktır.

Eğitim Hakkı Bağlamında Anadilinde Eğitim

Prof. Dr. Fatma Gök, Boğaziçi Ü. Eğitim F.

Eğitimin temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi uzun bir tarihe sahiptir. Türkiye’de eğiti-min devlet sorumluluğunda olduğunun kabul edilmesine rağmen, devlet her yurttaş için nitelikli ve eşit eğitim sağlama konusunda başarısız olmuştur. Etnisiteye dayalı ayrımcılıklardan birisi ana-

11112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

dili eğitimi ve/veya anadilinde eğitim önündeki yasaktır. Kürtçe dil haklarını talepler, eğitimsel ve dilsel bir husus olarak değil “güvenlik” meselesi olarak değerlendirilmiş ve talep edenler baskıya mazur kalmış ve koğuşturmaya uğramıştır. Bu bildiride, eğitim alanıyla ilgili iki konu incelenmek-tedir. Birnicisi eğitim hakkı, ikincisi anadilinde eğitim hakkı. İki alana özetle değinildikten sonra, bildiride eğitim hakları bağlamında anadilinde eğitim hakkı analiz edilecektir.

Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve Türkiye’deki Kürt Öğrencilerin Deneyimleri

Dr. Nesrin UçarlarŞerif Derince, Sabancı Ü.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dil, din ve etnik köken bakımından aralarında farklılıklar bulunan bi-reylere standart bir kimlik ve yaşam tarzı dayatan vatandaşlık anlayışı, bilhassa son yirmi yıldır cid-di itirazlarla karşılaşmaktadır. Zaman içerisinde çeşitlenen ve artan bu talepler arasında en belirle-yici öneme sahip olanlardan biri de, Kürtlerin kendi etnik ve kültürel kimliklerinin tanınmamasına yönelik itirazlarıdır. Bu kapsamda, üzerinde en çok durulan ve kültürel hakların ağırlıklı bir bölü-münü oluşturan talep, anadilinin –Kürtçenin– eğitimde kullanılmasıdır. Eğitimde anadilinin kul-lanılmasının bir insan hakkı olduğu; bunun, Kürt dilinin korunması ve geliştirilmesi için “olmazsa olmaz” olduğu; ve Kürtçenin eğitimde kullanılmasının, Kürt meselesinin çözümüne pozitif bir kat-kı yapacağı gibi en temel olgulardan hareket eden bu talep, anadili Kürtçe olan öğrencilerin okul başarılarının ve gündelik hayat deneyimlerinin iyileştirilmesi açısından da önemli bir gereklilik olarak kendini göstermektedir. Bu çalışma, sözü edilen gereklilik ve taleplerden yola çıkılarak ha-zırlanmıştır. Çalışmada, eğitim süreçlerinde anadilleri olan Kürtçenin kullanılmamasının ve bunun yasaklanmasının, anadili Kürtçe olan öğrenciler açısından ne gibi psikolojik, eğitsel, dilsel ve top-lumsal sorunlara yol açtığı araştırılmıştır. Bu amaçla, farklı dönemlerde ve yerlerde okula başlamış öğrencilerle, hiç Türkçe bilmeden okula başlayan öğrencilere öğretmenlik yapmış olan Kürtçe bi-len ve bilmeyen öğretmenlerle ve son olarak da velilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır.

Elde edilen bulgular, mevcut eğitim politika ve pratiklerinin siyasî, dilsel, eğitsel ve kültürel açılardan zayıflatıcı ve dışlayıcı olduğunu göstermiştir. Bu politika ve pratikler, öğretmenler ve öğ-renciler arasında baskıcı ilişkilerin gelişmesine, öğrencilerin eğitime geriden başlamalarına ve do-layısıyla sınıfta kalmalarına, okulu terk etmelerine ve okulda başarısız olmalarına, Kürtçe konuş-tukları için damgalanmalarına, farklı şiddet türlerine maruz kalmalarına, bunların etkilerinin ha-yatlarının ileriki aşamalarında da devam etmesine ve kendilerini ifade etmekte sorunlar yaşama-larına, anne-babalarıyla ilişkilerinin zedelenmesine ve nihayetinde anadillerini kaybetmelerine yol açmıştır. Ayrıca, mevcut eğitim politikaları, öğretmenlerin çalışma koşullarını da olumsuz yön-de etkileyerek, verimli ve etkin bir eğitim-öğretim sürecini engellemektedir. Bu sonuçlar, daha önce yapılmış yerel ve uluslararası çalışmalarla ve kuramsal tartışmalarla birlikte ele alınıp detay-lı bir şekilde tartışıldıktan sonra çözüme yönelik gerek kısa vadede gerekse de uzun vadede ger-çekleştirilebilecek öneriler sunulmuştur. Bu önerilerin paralel bir okumasını yapmak üzere ise, üç ülke örneği incelenmiştir: Korsikaca – Fransa, Baskça – İspanya ve Uygurca – Çin örnekleri, tarih-sel arkaplan, sosyo-politik şartlar ve eğitimde anadilinin kullanılmasına yönelik uygulamalar ince-lenerek mevcut durum ve yakın geleceğe yönelik yorumlarla ele alınmıştır. Çalışma, bu yorumla-rın Kürtçe – Türkiye örneği için ne tür anlamlar taşıdığı üzerine bir değerlendirme ile son bulmak-tadır.

112 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SANAYİLEŞME VE GİRİŞİMCİLER

Sermaye Birikimi Döngüsü Bağlamında Devlet ve Türkiye’de İthal İkameci Dönemin

Ekonomi Politiği

Cem Onur Yarar, Ankara Üniversitesi SBF Siy. Bil. B.

Bildirinin amacı, ekonomi ile politika, üretim ilişkisi ile devlet arasında bir dışsallık değil, ser-maye ilişkisinin farklı biçimlerini oluşturma anlamında bir ilişkisellik olduğu varsayımından hare-ket ederek devlet analizini sermaye birikimi döngüsü bağlamında ele almaktır. Böylesi bir yaklaşı-mın gerekçesini, devleti sermayenin gereklilikleri temelinde açıklayan araçsalcı açıklama tarzıyla bunun karşısında konumlandırılan politikanın göreli özerkliği arasında kurulan ayrışmanın, esa-sında her ikisinin de ekonomi ile politika ayrılığını veri olarak almalarından kaynaklanan ortak bir epistemolojiye dayandıkları şeklindeki görüş oluşturmaktadır.

Oysa eleştirel bir analiz, kapitalist toplum üretim tarzına özgü ekonomi-politika ayrılığını veri alarak değil, bu ayrılığı eleştirerek mümkün olabilir. Böylesi bir eleştiri için Marx’ın Kapital’de geliştirdiği sermaye döngüsü soyutlamasının uygun bir hareket noktası olacağı düşünülmekte-dir. Bu soyutlama düzeyi kullanılarak, yalnızca ekonomi ile politika arasında varsayılan ayrım aşıl-mış olmayacak aynı zamanda yapısal olanla tarihsel olan arasındaki içsel bağlantılar kurulmaya çalışılarak somut gerçekliğin dönüşümü analiz edilmeye çalışılacaktır. Böylece metadan başlayıp para, emek gücü, sermaye, devlet, ulusal ve uluslararası sermaye birikimi arasındaki içsel ilişkiler, bu ilişkilerin dönüşümü ve sermaye döngüsünün farklı uğraklarında sermayenin aldığı biçimler dolayımında sermaye içi ve devlet içi çelişkileri açıklayabilecek bir çerçeve oluşturulmuş olacaktır.

Sermaye döngüsü bağlamında kurulan soyut kuramsal çerçeveyi tarihsel-ampirik bir boyu-ta oturtmak ve Marx’ın değer analizinin politik bir okumasını yapmak için ise ekonomi-politika ayrılığının göreceli olarak belirsizleştiği ve devletin kalkınmacı işlevlere bürünmüş bir halde orta-ya çıktığı 1960–1980 yıllarını kapsayan Türkiye’deki ithal ikameci dönem değerlendirilecektir.

26. OTURUM

11312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

“Anadolu Kaplanları”nda Sermaye ve Emek Üzerine

Araş. Gör. Adem Yeşilyurt, ODTÜ Siy. Bil. ve Kamu Yön. B

Bu çalışma “Anadolu kaplanları” kavramlaştırması hakkında eleştirel bir literatür tara-ması yapmayı amaçlamaktadır. “Anadolu kaplanları” kavramı emek-yoğun sektörlerin ağırlık-lı olarak bulunduğu Denizli, Eskişehir, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Kayseri gibi illeri neolibe-ral dönüşümün başarılı örnekleri olarak sunan bir anlayışın ürünüdür. Literatürde bu kavramı hem olumlu hem de olumsuz olarak tartışmaya açan farklı çalışmalar mevcuttur. Öte yandan, kimi çalışmalarda “muhafazakar Anadolu burjuvazisi” gibi sabit bir anlayışla ele alınmışlardır. Bu farklı görüşleri özetleyen eleştirel bir okumanın yanında, kapitalizmin mekansal dönüşümünün ve sermayenin yerel bağlamda yeniden yapılanmasının emekçi sınıflar açısından sonuçlarının neler olduğu tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. “Aile kapitalizmine” örnek teşkil edebi-lecek şirketlerin yoğun olarak gözlemlendiği bu illerde yüksek rekabetle birlikte ücretlerin bas-kı altına alınarak düşmesi, post-fordist üretim biçiminin öngördüğü esnek çalışma koşullarının giderek artması, yüksek sendikasızlaştırma ve kayıt dışı çalıştırma oranları emek açısından bü-yük kayıpları ifade etmekteyken, sermaye açısından bu illeri neoliberal dönüşümün “kazanan-ları” arasına koymanın araçlarını oluşturmaktadır. Ayrıca “Anadolu kaplanları” diye ifade edilen bu illerdeki sermayenin “muhafazakar Anadolu burjuvazisi” kavramıyla belirli bir sınıf fraksiyo-nunu temsil ediyormuşçasına tanımlanmasının da sakıncalı olduğu sermaye örgütlenmelerine -TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON, TUSKON- referansla tartışılacaktır.

Kudretli Devlet, Karma Ekonomi, Manevi Kalkınma: Türkiye Sağı ve Kalkınma Meselesi

Ömer Turan, İstanbul Bilgi Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Bu tebliğ çok partili dönemin başından itibaren Türkiye sağının kalkınmaya bakışını ve Türkiye sağında yer alan farklı kalkınmacı perspektifleri tartışmayı hedefliyor. Tebliğin temel so-rularını şu şekilde özetlemek mümkün: Modernleşme kuramının ve kalkınmacılığın genel ola-rak toplumların benzer süreçlerden geçerek kültürel farklılıkların geri planda kalacağı bir ben-zerleşme süreci öngörmelerine karşın Türkiye sağının kalkınma meselesini tamamen benimse-miş olması nasıl açıklanabilir? Bir başka ifadeyle, milliyetçi çizgide özgünlükleri ön plana çıkar-tan, her zaman için belirli bir kültürel muhafazakârlık vurgusu olan ve gelenekleri önemseyen bir siyasal yaklaşım, bir boyutuyla başka toplumları model kabul etme, onlara benzeme anla-mına gelen kalkınmacılığa siyasi repertuarında nasıl bu denli merkezi bir yer verebilmiştir?

Tebliğin ilk bölümü, 1945 sonrasında kalkınma fikrinin dünya ölçeğinde ortaya çıkışı, yay-gınlaştırılması ve bu çerçevede Türkiye sağının kalkınmacılığı benimseme nedenlerine dair bir tartışmadan oluşuyor. İkinci bölümdeki ana odağı 1960 öncesi dönemde sağın iktisadi kalkın-maya bakışı oluşturuyor. Bir sonraki bölüm Türkiye sağının önemli entelektüellerinden Mümtaz Turhan’a odaklanıyor ve esas olarak Turhan’ın 1950’ler boyunca yazdıklarında modernleşme, kültür ve kalkınma bağlamlarında nasıl bir sağ pozisyon önerdiğini tartışıyor. Dördüncü bölüm ise 1960 sonrasında AP ve Süleyman Demirel’in kalkınmaya bakışını tartışıyor. Bu tartışma mer-kez sağın daha da sağında yer alan siyaset perspektiflerinin, yani MNP-MSP ve MHP’nin kalkın-ma anlayışlarına da odaklanarak ve bu perspektiflerin merkez sağın kalkınmacılığına nasıl bir

114 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

alternatif önerdiklerini inceliyor. Sağ düşüncenin kendisini ana akım kalkınmacılıktan ayrıştır-ma çabaları ve kalkınmacılığın benzerleştirme olasılığına karşı “manevi kalkınma” ısrarı, yine bu bölümün odaklarını oluşturuyor. Tebliğ, AKP ve bu partinin hizmet vurgusunu kalkınma ve de-mokrasi ilişkisi bağlamında tartışan bir genel değerlendirme ile son buluyor.

Sanayileşme Tipolojileri Bağlamında Türkiye’de Sanayileşmenin Geleceği:

“Sanayi Strateji Belgesi (2011–2014)” Gerçekçi mi?

Dr. Cem Okan Tuncel, Uludağ Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü

Alexander Gerschenkron sanayileşme sürecini “yerli (autoucthonous)” ve “türev (deri-ved)” olmak üzere iki temel tipoloji içinde ele almaktadır. Yerli ve türev sanayileşme arasında-ki temel fark sanayileşmenin dinamiklerine ilişkindir. Eşdeyişle sanayileşmenin dinamikleri iç-sel faktörlere bağlı olarak gerçekleştiğinde “yerli sanayileşeme” sanayileşmenin belirleyicileri dışsal faktörler olduğunda “türev sanayileşme” süreci meydana gelmektedir. Bu çalışma kapsa-mında öncelikle tarihsel olarak Türkiye’nin sanayileşeme sürecinin tipolojisi bu ayrım eksenin-de ortaya konulacak daha sonra Türkiye’de sanayileşmenin geleceğini belirleyen sanayi politi-ka çerçevesinin temel unsurları eleştirel bir değerlendirilmeye tabi tutulacaktır. Genel olarak sanayi politikaları, makroekonomik politika araçları dışındaki araçlarla, üretim sektörleri arasın-daki gerçek kaynak tahsisini ve kaynak tahsisinsin genel mekanizmalarını değiştirmek için ta-sarlanmış politik faaliyetler olarak tanımlanabilir.

Sanayi politikası, ilgili yazında “fonksiyonel” ve “seçici” müdahaleler olmak üzere ikili bir ayırımla ele alınmaktadır. Fonksiyonel politika seti, herhangi bir seçilmiş sektör ya da faaliyet lehine olmaksızın, piyasa başarısızlıklarının ortadan kaldırılmasını amaçlamaktadır. Fonksiyo-nel politikadan farklı olarak; seçici politika ise, sübvansiyonlar, ticaret politikaları, Ar-Ge des-tekleri gibi politika araçlarını kullanımı yoluyla, spesifik sektör ya da faaliyetlerin hedeflenmesi-ni içermektedir. Türkiye’de sanayileşmenin geleceğine yön verme iddiasında olan Sanayi Stra-tejisi Belgesi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından 2011 yılı başında açıklanmıştır. Belgede, Türkiye’nin uzun vadeli hedefi, “yüksek teknolojili malların üretiminde Avrasya’nın merkezi ol-mak” şeklinde belirtilmektedir. Bu sebeple, mikro ve makro teknoloji politikalarını bir araya ge-tiren Sanayi Strateji Belgesinin, düşük teknoloji ile üretim yapan endüstrilerden yüksek tekno-loji ile üretim yapan endüstrilere geçişi gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Bu çalışmanın temel amacı, yapısalcı/evrimci yaklaşımın kavramsal çerçevesini kullana-rak Türkiye’nin yeni Sanayi Strateji Belgesi’ni değerlendirmektir. Ayrıca, belgenin temel hedef-lerinin tartışılmasının ardından, Türkiye ekonomisinin sanayi yapısı, kurumsal çerçevesi, kulla-nılan teşvik araçları küresel eğilimler bağlamında ele alınacak ve stratejinin kullanmayı düşün-düğü araçların hedeflere ulaşma yolunda uygunluğu Türkiye’nin sanayileşme tipolojisinin ya-pısal dinamikleri bağlamında tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sanayileşme Tipolojileri, Sanayi Politikası, Türkiye’nin Sanayi Strateji Belgesi

11512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM II:AKP

Türkiye Siyasetinin Egemen Paradigması ve AKP:Siyaset-Karşıtlığının Yeniden Üretimi

Çağkan Sayın, Başkent Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’nin demokratikleşmesine dair tartışma-larda olumlayıcı ve olumsuzlayıcı analizlerin ortak eğilimi, demokratikleşme “meselesini” AKP’nin niyetleri, eylemleri ya da demokratik kapasitesi üzerinden anlamaya ve yorumlamaya çalışma-larıdır. Ancak, bu türden yaklaşımlar sadece siyasi güç dengesindeki değişime odaklanarak, Türkiye’de demokratikleşmenin siyasetin paradigmasının -egemen siyasi değerlerin, inançların, algıların, varsayımların ve tekniklerin- değişimini gerektirdiğini gözardı etmektedir.

Türkiye siyasetinin egemen paradigması, farklı sosyal kimliklerin/çıkarların temsiliyetini marjinalleştiren siyaset-karşıtı bir doğaya sahiptir. İktidar odaklılık, siyasetin sıfır toplamlı bir oyun olarak algılanması, kazançların/hakların geçiciliği ve kurumsallaşamaması gibi siyaset-karşıtlığını yeniden üreten temel parametreleri içeren bu paradigma, siyasetin aynı zamanda kurucu bir ey-lem olma özelliğini gözardı ederek, siyaseti yalnızca bir güç mücadelesi olarak algılamayı berabe-rinde getirmektedir. Bu nedenle egemen paradigma demokratik dönüşüm görevini mevcut ikti-dara atfederek, diğerlerini bu zorlu süreçte işbirliği yapma külfetinden kurtarmaktadır.

Bu saptamalardan hareketle, Türkiye’deki siyasetin egemen paradigmasına odaklanmak ve AKP’yi bu paradigmanın içerisinden anlamaya ve yorumlamaya çalışmak hem demokrasi sorun-salını daha verimli bir çerçeveye oturtacak, hem de Türkiye siyaseti ve AKP açısından daha kap-samlı ve açıklayıcı sonuçlar ortaya konulmasını sağlayabilecektir. Bu çalışmada, öncelikle egemen paradigmanın yukarıda sözü edilen parametreleri açımlanacak, daha sonra AKP’nin demokrasiy-le ilintili belirli eylem ve söylemleri üzerinden bu paradigmanın nasıl yeniden üretildiği gösteril-meye çalışılacaktır.

27. OTURUM

116 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türk Sağ Partilerinde Popülizm: AKP’nin Demokrasi Söylemi

Arş. Gör. Esin Kıvrak, Balıkesir Ü., Bandırma İİBF Kamu Yön. B.

Bu çalışmanın temel amacı; Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) demokrasi söylemini popü-lizm çerçevesinde ele almaktır. Çalışmanın sınırlandırılması gereği; AKP’nin demokrasi söylemini en çok ön plana çıkardığı 2010 anayasa referandumu öncesi dönem incelenmiş ve söylem anali-zi yoluyla AKP’nin demokrasi söylemindeki popülist yön ortaya çıkarılmaya ve bu çerçevede in-celenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın temel varsayımlarından birisi, popülizm ve demokrasi söyle-mi arasında sıkı bir ilişkinin varlığıdır. Çalışmanın ikinci varsayımı ise, AKP’nin bu ilişki çerçevesin-de ele alınabileceği yani AKP’nin demokrasi söylemini popülist bir yolla benimsetmeye çalışması-dır.

Bu hedef çerçevesinde; çalışmada ilk olarak popülizme teorik bir çerçeve çizilmeye çalı-şılmış ve popülizmin teorik temelleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu teorik bölümde temel olarak M.Canovan’ın popülizme çizdiği teorik çerçeve takip edilmiştir. İkinci olarak populizm ve demok-rasi arasındaki ilişki ele alınmıştır. Popülizm ve demokrasi ilişkisi kurulurken, D.Albertazzi ve D. McDonnell’ın popülizm ve Batı Avrupa demokrasisi arasında kurduğu ilişki esas alınarak benzer bir ilişkinin Türkiye’de AKP ve demokrasi söylemi arasında kurulup kurulamayacağı tartışılmıştır. Üçüncü olarak ise; Türk sağ Partilerinin bu çerçevede nerede durduğu tartışılacaktır. Özellikle De-mokrat Parti ile başlayan popülist demokrasi söylemi mirasını AKP’nin nasıl devraldığı ve bugün ne şekilde sürdürdüğü incelenecektir. Çalışmanın son bölümdeki amacı ise; 12 Eylül 2010 anaya-sa referandumu sürecinde; AKP’nin kurduğu demokrasi söylemini, söylem analizi yoluyla incele-mek ve AKP’nin demokrasi söyleminde popülizmin varlığını somut örneklerle ortaya koymaktır. Bu yapılırken, R. Tayyip Erdoğan’ın tüm Türkiye’de yaptığı referandum öncesi propaganda ama-cıyla yaptığı tüm konuşmaların metinleri incelenmiş ve analiz edilmeye çalışılmıştır.

Türkiye’de Siyasal Partiler AlanınınYeni Hegemonyaya Uyarlanma Süreci

Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, Ordu Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Türkiye’de AKP iktidarı döneminde izlenen yeni hegemonya stratejisi, 2007 seçimleri sonra-sında yeni bir aşamaya girmiştir. Bu süreçte devlet aygıtları içinde tasfiye/yeniden yapılanma bi-çiminde yankılanan rejim inşası, siyasal alanda Post-Kemalist bir siyasal meşruiyet merkezine dö-nük ehlileştirici operasyonlarla birlikte ilerlemiş görünmektedir.

Bu durum, yeniden yapılanma sürecinde siyasal partilerin bu yeni siyasal merkeze, zaman zaman “boyunlarının vurulmaları”, zaman zaman ehlileştirilerek yeni siyasal ılımlılar kampına ka-tılmaları için transformist süreçlerin devreye sokulması yoluyla çekildikleri gerçeğini gündeme getirmiştir. Siyasal alanı belirleyen bu yeni liberal-muhafazakar hegemonya odağına partiler ala-nının uyarlanması süreci, zor ile rızanın birleşimi olan bir hegemonya stratejisi çerçevesinde ger-çekleşiyor görünmektedir. AKP önderliğindeki liberal-muhafazakar blok, bir yandan devlet aygıt-ları içindeki çatlakları gidererek yeni hegemonyaya aygıtların bağlılıklarının tesis edilmesi ve yeni otoriter baskı aygıtlarının inşası çabası çerçevesinde hareket ettiği kadar, siyasal alanda bağım-lı sınıflarla yönetenler arasındaki ilişki biçimini yönetme ve dönüştürme tarzıyla da otoriter rejim formasyonunun merkezinde yer alan aktör olarak, dönüşümün odağındaki diğer partilerin bir tür

11712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

bilinçaltı ve en çok da aynası konumuna gelmektedir. Siyasal partiler, kendi içlerinde bu yeni he-gemonyaya karşı alınan tutum dolayımında bölünmeler yaşamakta, partiler başta CHP’de oldu-ğu üzere “yeniden yapılandırılmakta” ve uyumlulaştırılmış bir partiler alanı, post Kemalist temel-de oluşturulmaktadır. Bu anlamıyla uyumlulaşılan merkez, neoliberal birikim stratejisinin izinde, neoliberal popülist denetim stratejilerinin türevinde ve muhafazakar yaşam teknolojilerinin aktif ya da pasif rıza üreten devamı niteliğindedir.

“Kaset operasyonları” ile yeni hegemonik merkeze uyumlulaştırma girişimlerinin eş zaman-lı ilerlemesi, hegemonyanın zorlama bileşenine işaret eder. Öte yandan, partiler alanına etki eden ulusalcı-Kemalist sert çekirdeğin 2007 sonrası Ergenekon ve türevi operasyonlarla tasfiye edilme-si de, zorlama bileşeninin bu ehlileştirme sürecine önderlik ettiğinin ve hatta öncelediğinin kanı-tı gibi görülebilir. Bu bağlamda bildiride yanıt aranacak sorular şunlardır:

Partilerin Post-Kemalist hegemonyaya uyarlanmasından ne anlamalı?

Yeni hegemonyanın sınıfsal ve siyasal özü nasıl tariflenmeli?

“Yeni CHP” ve kasetlerle liberal-muhafazakar merkeze rücu ettirilmek istenen diğer aktörler dönüşümü nasıl deneyimliyor?

MHP, bu uyumlulaştırma sürecini nasıl deneyimliyor? “Yeni MHP”den ne anlamalı?

Partiler arasında ve içinde beliren yeni bölünme eksenini nasıl tarif etmek mümkün?

2011 Seçimleri’nde de görüldüğü üzere, partiler yeni merkeze benzedikçe neden küçülüyor?

Partilerin yeni hegemonya uyarlanması ve geleneksel partilerin siyasal alandan tasfiyesi (seçimler yoluyla), Eylülist rejimden kopuş mu? Başkanlık sisteminin fiilen inşası mı?

Partilerin yeni hegemonyaya uyumlulaştırılması süreci, sadece AKP üzerinden açıklanabilir mi?

Adalet ve Kalkınma Partisinin Siyasal Alanını Genişleten ve Siyasi Kimliğinin Kurucu Bir Öğesi Olarak “Avrupa Birliği” Söylemi

Nergiz Altınsoy Ardıç, Bilkent Ü.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin kurucu kadrosu Milli Görüş Hareketi geleneğinden gel-mektedir. Bu hareket içerisinde, Batı medeniyetini ve Türk modernleşmesini taklitçi olmakla eleş-tiren ve dışlayan, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine karşı çıkan bir söylem vardı. Aslında bu Avrupa medeniyeti/Batı karşıtlığı genel olarak Türk İslamcılığının bir geleneğiydi. Böyle bir gelenekten gelen AKP lider kadrosu, 2001’de MGH’den ayrılarak AKP’yi kurmasıyla bahsi geçen Batı karşıtı söylemi bırakmış ve tam aksine Avrupa Birliği’ne üyeliği destekleyerek üyelik yolunda önemli siyasalar geliştirmiştir.

Bu bildiride, Batı-karşıtı İslamcı söylemden AB-merkezli politika anlayışına geçişin sebebi sorgulanacak; böylesine keskin bir dönüşümün AKP’nin siyasal alandaki varlığına katkıları orta-ya konulacaktır. Bu çerçevede bildirinin soruları şunlardır: “AB”ne üyelik hangi tarihsel süreçlerde AKP’nin siyasi söylemine eklemlenmiştir? AB, neden AKP’nin muhafazakâr demokrasi kimliğinin kurucu bir öğesi olmuştur? AB söylemi, AKP’nin siyasal yaşamına neler katmıştır?

Bu sorular çerçevesinde, AB’ne üyelik söyleminin 2000’li yılların başında AKP’nin yeni bir parti olarak meşruiyetini sağlamasında, muhafazakâr demokrat kimliğini oluşturmasında, 28 Şu-bat süreciyle daralan siyasal alanının genişlemesindeki işlevlerine bakılacaktır.

118 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kamunun İçsel Mimarisinde Dönüşüm: ANAP’tan AKP’ye Kanun Hükmünde Kararnameler

Fatma Genç, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Basın Danışmanı

Son günlerde hızlı bir dönüşüm sürecinden geçiyoruz. Bu dönüşüm sürecini hızlandıran en önemli etkenlerden birisi de Kanun Hükmünde Kararnamelerdir. Yasama ve yürütme faaliyetle-rinin tek”EL”de toplanmasını ifade eden KHK’ler siyasi tarihimize ve anayasa hukukumuza 1961 anayasasında 1971 yılında yapılan değişiklikle girmiştir. 1982 anayasasında olağanüstü dönem-lerde de çıkarılabilmesinin eklenmesiyle kapsamı daha da genişletilen KHK’ler, parlamenter siste-min doğasına aykırı metinler olarak gündemimize girmiştir. Meclisi etkisizleştirerek yasa yapmayı yürütmeye yani bakanlar kuruluna veren bu yetki, her türlü tartışmayı devre dışı bırakarak, seçil-mişlerin içerisinde atanmışları oluşturan bakanlar kuruluna hem yasa yapma hem de yasaları yü-rütme yetkisini vermektedir. Bu haliyle de KHK’ler, Başbakanın isteği ile bir gecede Bakanlar Ku-rulu kararı ile çıkarılmakta ve kamuoyu ancak Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra bu kararlar-dan haberdar olmaktadır. Yani “kamuoyundan kaçırarak” bir gecede bu yolla yasa yapılmaktadır. KHK’ler bu anlamıyla hem mevcut siyasal iktidarı hem de kapitalist toplumsal ilişkileri ifade eden önemli değişkenler olmaktadır. Hükümetler nezdinde sıkça kullanılan KHK’lar, 12 Mart muhtırası-nın ardından yeniden yapılandırılan Türkiye’nin, sermayenin istekleri doğrultusunda biçimlendi-rilmesinde hızlandırıcı bir etki yaratmış; özellikle 1980 darbesinin ardından kurulan ANAP hükü-metleri tarafından neoliberal politikaların hayata geçirilmesinde peşi sıra kullanılmıştır. ANAP’ın 8 yıllık iktidarı boyunca toplam 487 KHK çıkarılmış ve gerekçe olarak da “kamu hizmetlerinin yeni-den yapılandırılması” gösterilmiştir. Devletin elindeki kaynakları hızla özelleştiren, ”güçlü devlet”, “güçlü iktidar” söylemleri altında yürütme eliyle piyasa lehine düzenlemeler yapan ANAP hükü-metleri, askeri rejim döneminde çıkarılan yetki kanununa dayanarak bir günde 30 tane kararna-me çıkarabilmiştir. Yapısal uyum olarak adlandırılan bu dönemde kamunun örgütsel yapısı değiş-miş ve kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının ilk adımları atılmıştır.

AKP Hükümetinin de bugünlerde “yapısal uyum” çerçevesinde 3 Mayıs 2011 tarihinde “önemli reformların ivedilikle gerçekleştirilmesi” gerekçesiyle çıkarttığı yetki kanunu, “mecliste yasalaşma hızı düşük” diye ifade edilerek tasarı halindeki yasaların hızla yasalaşması olarak karşı-lık bulmuştur. Özal’ın başlattığı çizgiden ilerleyen AKP Hükümeti, Özal ile benzer gerekçelerle al-dığı yetki kanununa dayanarak KHK’leri hızla hayata geçirmiştir. İktidara geldiği 2002 yılından yet-ki kanununa kadar hiç KHK çıkarmayan AKP Hükümeti son 6 ayda 35 tane KHK çıkarmıştır. Karar-name kapsamına giren konular ise doktorların, öğretmenlerin, mühendislerin güvencesizleşti-rilmesi; ormanların, meraların, suların sermaye kullanımına açılması; muhalif yapıların etkisizleş-tirilmesi, imar rantlarının arttırılması gibi birçok konuyu içermektedir. Yasa yapma biçimi olarak AKP’nin Özal’dan en önemli farkı ise birçok değişikliği bir yasa ya da kararname içerisine yerleştir-mesi; muhalefetle karşılaşan tüm yasaları bir torba içerisine sığdırarak hayata geçirmesidir.

Bu çalışmada, Türkiye’de yeni sanayileşme politikalarının yasal olarak hayata geçirilmesinin bir yolu olarak KHK’ler ele alınacaktır. Türkiye’deki dönüşüme dair önemli ipuçları veren KHK’ler bir yandan parlamenter sistemin ‘demokrasi’ anlayışını ifade ederken diğer yandan da düzenledi-ği alanlar itibariyle kapitalist sanayileşmenin ihtiyaçları/beklentileri doğrultusunda kamunun iç-sel mimarisini dönüştürmektedir. Bu çalışma ANAP ve AKP hükümetleri dönemlerinde çıkarılan KHK’leri karşılaştırarak, özellikle son 6 ayda çıkarılan KHK’ler yoluyla Türkiye’de kamunun içsel mi-marisinin yeni sanayileşme politikaları doğrultusunda nasıl dönüştürüldüğünü ele alacaktır.

11912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ULUSLARARASI HUKUK II

Devlet Olmak-İnsan Olmak: Devletler Hukukunun Oluşumunda

Evrenselci Düşüncenin Açmazları

Araş.Gör. Dinçer Demirkent, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Avrupalıların Amerika kıtasına ulaşmaları ve burada giriştikleri kıyımlar, bugün de izlerini sürdüren önemli tartışmalara yol açmıştır. Fetihlerin ardından gelen kitlesel kıyımlar Avrupa’da ahlaki bir tartışma da yaratmış, bu tartışma ‘uygar olma’-’insan olma-olmama’ noktasında dü-ğümlenmiştir. Tartışmaya Aristotelesçi siyasal toplum-insan özdeşliğinden dahil olan ve ‘pri-mitif’ devletler hukukunun kurucularından addedilen Francisco de Vitoria’nın argümantasyo-nu bir yandan yerlilerin insan olduğu kanaatine kat’i bir biçimde varırken bir yanda da düşün-ce sistematiği içinde fetihlerin meşrulaştırılması için de araçları sağlamaktadır. Özellikle ‘insani müdahale’ konusunda klasik devletlerarası hukukun kavramlarının işgörmediği günümüzde bu tartışmalara dönmek devletlerarası hukukun en temel gerilimlerinden olan evrensellik-tikellik gerilimini derinlikli bir biçimde ele alabileceğimiz bir malzemeyi önümüze koymaktadır. Bu tar-tışmaların kendisi, devletlerarası hukukun oluşumuna içkin sömürgeci düşüncenin, bugünün yeni muhafazakarları ve liberallerinin kökensel ortaklıklığı olduğunu da açığa çıkaracaktır.

Bu bakımdan sunulacak çalışmanın konusu on altıncı yüzyıl başında İspanyol entelektü-ellerinin yeni dünyaya ilişkin fikirlerinin devletlerarası hukukun oluşumuyla ilişkisi bakımından incelenmesi oluşturuyor. Bu konu bağlamında öne sürülecek tez ise bu fikirlerin, ‘insani müda-hale’ ve ‘evrensel insan hakları’ sorunsalı içinde yeniden gündeme getirilmesiyle Avrupalı libe-rallerin ve yeni muhafazakarların kökensel ortaklığı olarak sömürgeci düşünceyi sahiplendikle-ridir.

28. OTURUM

120 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İnsan Haklarına Eleştirel Yaklaşım

Arş. Gör. Ebubekir Aykut, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Günümüzde insan hakları konusu hem ulusal hem de uluslararası ekonomik, siyasal, top-lumsal ve kültürel ilişkilerin önemli bir parçası haline gelmiştir. Deus ex machine olarak insan hakları, ideolojilerin sonunun ilan edildiği bir zamanın ideolojisinin büründüğü biçimdir. Sov-yetler Birliği’nin yıkıldığı ve dünya çapındaki toplumsal mücadelelerin zayıfladığı bir dönemde “insan hakları mücadelesi” etkin hale getirilmiştir. Tarihin sonunu ilan eden liberal dünya gö-rüşleri verili düzene herhangi bir alternatifin getirilemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, insanlığın sorunlarına çözüm olarak insan hakları söylemini geçerli yegâne çözüm olarak dolaşıma sok-maktadır. Bu bağlamda, küreselleşme sürecinde, “insan haklarına saygı” ilkesi, birçok uluslara-rası kuruluş tarafından üretilen metinlerin her zamankinden daha etkili ve temel parçalarından biri haline gelmiştir. İnsani felaketler somut tarihsel süreçte artan ölçeklerde tekrar eder hale gelirken, insan hakları söylemi tarihte hiç olmadığı kadar öne çıkmıştır. Anılan bu (çelişik) duru-mun açıklanabilmesi için, insan hakları söyleminin ve onu oluşturan normlar dizisinin yaşadığı-mız çevreyi saran toplumsal ilişkiler bağlamı içerisinden incelenmesi gerekmektedir.

Yukarıda anılan egemen söylem ve pratik arasındaki boşluğu adlandırabilmek için konuş-ma boyunca öncelikle günümüz toplumsal ilişkilerinin hâkim üretim tarzı kapitalizm ve insan hakları arasındaki bağlantı açıklanacaktır. Bu kapsamda, hâkim insan hakları söylemi ile kapita-list üretim ilişkileri arasında göz ardı edilemez bir bağın bulunduğu iddia edilecektir. Diğer bir deyişle, insan haklarının öznesine, meşruiyetine ve geçerlilik alanına ilişkin söylemlerin nesnel ilişkilerin gereklilikleri tarafından sınırlandığı ve belirlendiği öne sürülecektir. Diğer yandan, in-san haklarının hâkim kavramsallaştırması ve nesnel süreçler arasında işleyen ideolojik süreçler vurgulanacaktır. Bu bağlamda, sadece nesnel ilişkilerin belirleyiciliğine değil söylemin toplum-sal etkiler yaratan gerçekliğine de odaklanılacaktır. Bahsi geçen etkiler kabul edildiğinde, nes-nel ilişkilerin kaybedenleri lehine bir kolektif hak kavramı üzerinden müdahalenin imkânları tartışılacaktır.

“Savaş Versus Hukuk” mu?

Murat Peşeli, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Uluslararası hukuk, yalnızca bir anlaşmalar bütünü olmanın ötesinde kurucu bir anlama da sahiptir. Ancak bu kuruculuk “insan aklı”nın gelişimi ile vuku bulmuş bir “İyi” kavrayışına gön-derme yapmak yerine küresel güç ilişkilerinin düzenlenmesinde uluslararası hukukun rolüne vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, savaşın uluslararası hukukta nereye oturduğu sorusu teknik veya ahlaki bir soru değil, küresel düzenleme ve güç ilişkilerinin anlamlandırılması için gerekli bir sorudur.

Özellikle 2003 yılında ABD’nin öncülüğünde İstekliler Koalisyonu’nun (Coalition of the Willing) Irak’a saldırması ile bu müdahalenin uluslararası hukuk ile uygunluğu, diğer bir deyişle uluslararası hukuk açısından meşru olup olmadığı tartışmaları gündemi uzun süre meşgul et-miştir. Yakın tarihlerde Afrika’da yaşanan toplumsal hareketler ve bunların sonucunda “Batılı” ülkelerin bu coğrafyaya müdahalesi de meşruiyet tartışmalarını tekrar gündeme getirmiştir.

Anılan tartışmaların kimi zaman vurguladığı, ancak vurgulanmasa dahi tartışmaların arka pla-

12112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

nında yatan eğilim uluslararası hukuku her şeyden önce savaşın karşısında konumlandırmak-tadır. Bu anlayışa göre hukukun yokluğunda veya sakatlığında savaş bir gerçeklik olarak karşı-mıza çıkmaktadır. Yine anılan anlayışın bir uzantısı olarak denilebilir ki, hukukun üstünlüğünü savunan yegane siyasal sistem liberal demokrasidir ve liberal demokrasi biçimini hakim kılan devlet örgütlenmeleri arasında savaş çıkma ihtimali bulunmamaktadır (demokratik barış ku-ramı).

Bu bildiri, savaş ile hukuk arasındaki ilişkiyi farklı yaklaşımlar açısından ele almayı amaç-lamaktadır. Anaakım yaklaşımlara hakim olan hukukun savaşın karşısında konumlandırılması eğilimi tartışmaya açılacak ve bunun tutarlılığı sorgulanacak; ardından China Meville’in Betwe-en Equal Rights adlı eserinde ortaya koyduğu “savaş, eylem halindeki uluslararası hukuktur” ar-gümanına dayanılarak savaş ve hukuk arasındaki ilişkinin küresel düzenleme sürecindeki nite-liği incelenecektir.

122 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE ULUSALLAŞMA VE MİLLİYETÇİLİK

Birinci Coğrafya Kongresi Açısından Uluslaşma Süreci

İrfan Mukul ,Sinop Ü., Eğitim Bilimleri F.M. Taki Yılmaz, Sinop Ü., Eğitim Bilimleri F.

Kapitalizm mekânsal olarak yayıldığı dönemlerde, rasyonel bir şekilde örgütlenebilmek, kurduğu sistemi yönlendirebilmek ve kontrol edebilmek için farklılıkları yok etmek, örgütlenme-sini soyut bir sistem üstüne oturtmak zorundadır. Kapitalizm kendi mekân ve zaman anlayışını her coğrafyada tekrarlar, o coğrafyayı kendi istekleri doğrultusunda, soyut bir mekân ve zaman anlayışı çerçevesinde tekrar kurar. Bu sayede birbirinden çok farklı coğrafyalar aynı soyut mekân ve zaman anlayışı çerçevesinde birbirine bağlanır, tek bir ekonomik sistemin parçası haline gelir-ler. Bu soyutlama küresel ölçekte işleyen bir ekonominin gerekliliği olarak ortaya çıkar. Böylesi bir soyutlamanın gerçekleşebilmesi için de bir takım araçlara ihtiyaç duyar. Türkiye için bu araçlardan biri 1941 yılında gerçekleştirilen Birinci Coğrafya Kongresi olmuştur.

Uluslaşma süreci yeni dil, yeni bir kimlik, yeni bir kültür yaratılması yanında, ulusun yerleşe-ceği mekânın da tanımlanması, sınırlarının ulusa tanıtılması ve benimsetilmesi sürecini de içerir. Bir yandan ulus devlet kendi aralarında homojen, diğerlerinden farklı insanlardan oluşan bir ulus oluştururken, diğer yandan da oluşturduğu cemaatin yerleşeceği coğrafyayı tanımlar, bölgelere ayırır ve adlandırır. Bu oluşturduğu mekânı çeşitli araçlarla da ulusa tanıtır (harita, müze, nüfus sa-yımı, resim vs.).

Bu bildiride, “ulusların eşyanın tabiatında var olan ve doğal türler doktrininin siyasal uyarla-ması olan şeyler değildir ya da ulusal devletler etnik veya kültürel grupların belirgin ve nihai ka-deri değildir” bilgisinden hareketle, Türkiye’de etnik ya da kültürel gruplar üzerinden oluşturulan ulus-devlet kurgusunun gerçekleştirilmesinde mekânın katkısı Birinci Coğrafya Kongresi üzerin-den açıklanacaktır.

29. OTURUM

12312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Muhayyel Komünizm: ABD “Nezaretinde” Türk Sağının Anti-Komünizm Propagandası

Dr. Aytül Tamer, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi

Özet: Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye ve komünizme karşı yürütülen mücadelede Ameri-ka Birleşik Devletleri’nin bölgesel olarak önemli blok güçlerinden biri Türkiye olmuştur. Bu sü-reçte ABD’nin takip ettiği ve/veya temas halinde olduğu Pan-Turanist, Türkçü milliyetçi kesim, komünizme karşı mücadele temel bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmanın amacı ABD’nin uluslarara-sı politikaları bağlamında Türk milliyetçileri ile ilişkilerini ortaya koyarak Türkiye’de 1945 sonra-sı gerçekleştirilen anti-komünist propaganda faaliyetlerinin yapısını söz konusu “temas” bağla-mında değerlendirmektir. Bu çalışmanın önemli kaynağı ABD Ulusal Arşivi’nde (NARA) incelenen belgelerdir. Söz konusu arşivde ABD Türkiye Büyükelçiliği raporları ve ABD hükümeti tarafından Türkiye’de milliyetçilik ve komünizm üzerine hazırlanan çalışmalar değerli bilgiler sunmaktadır. İkinci önemli kaynak, 1945-1960 yılları arası yayımlanan anti-komünist broşürler, kitaplar ve milli-yetçi dergiler ile bu dergilerdeki anti-komünist propaganda içeren makalelerdir. Türk sağının anti-komünist propaganda faaliyetlerini, söz konusu kaynaklar çerçevesinde analiz ederken milliyetçi muhafazakâr entelektüellerin komünizme karşı kendini konumlandırışı ve tavrı da değerlendiril-meye çalışılacaktır.

Sosyalizmi Milliyetçilikle Eklemlemek:Türkiye Solunun 1960’lı Yıllarda Milliyetçilikle İmtihanı

Yrd. Doç. Dr. Erkan Doğan, Gazikent Ü., İİBF Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.

Türkiye sosyalizminin 1960’lı yıllardaki tarihine baktığımız zaman milliyetçilik kavramıyla karşılaşırız; kendilerini milliyetçiliğin gerçek temsilcileri olarak gören Türkiyeli sosyalistlerin, sos-yalizmle milliyetçiliği stratejik bir tercih olarak birbirine eklemleme çabalarına tanık oluruz. Bu ça-lışma milliyetçilikle 1960’ların Türkiye solu arasında yaşanmış olan bu tekinsiz ilişkiyi anlamaya ça-lışmaktadır ve solun 1960’lar Türkiye’sinde milliyetçiliği neden ve nasıl politik söylem, strateji ve programlarına dâhil ettiğini incelemektir.

1960’larda Türkiye solunun saflarında egemen söylemlerden biri haline gelen Kemalizm’in ‘sol’ bir varyantı, söz konusu dönemin solcu entelektüellerinin, milliyetçiliğin ilkelerini sosyaliz-min diliyle harmanlama girişimlerinde oldukça önemli bir rol oynamıştır. Türkiye solu 1960’lar-da Kemalizm’i ilerici, anti-emperyalist, anti-feodal ve kalkınmacı bir dünya görüşü olarak yeniden icat etmiştir.

Fakat, Türkiye sosyalistlerinin milliyetçilikle olan angajmanlarının kaynakları yalnızca Türkiye bağlamına bakılarak tamamen anlaşılamaz. Türkiyeli sosyalistler, milliyetçiliği sosyalizmle birleş-tirme çabalarında yalnız başlarına değillerdi. 19. yüzyılın ortasından post-kolonyal döneme, sos-yalizmle milliyetçilik arasındaki ideolojik ve pratik ilişkinin tarihi, “milletin sosyalizasyonu”ndan “sosyalizmin nasyonalizayonu”na bir değişimi yansıtmaktadır ve bize bu ilişkinin nasıl düşman-lıktan yakınlaşmaya dönüştüğünü göstermektedir. 1960’lı yılların Türkiyeli sosyalistleri, stratejik ve taktik ilhamlarının önemli bir kısmını bu uluslararası deneyimlerden almışlardı. Fakat onların temel esin kaynakları, Stalinizm ve post-kolonyal dönemin Üçüncü Dünyacılığıydı. Bu açıdan, bu

124 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

çalışma, Türkiye solunun milliyetçilikle olan deneyimini, bu uluslararası deneyimlere referansla, fakat özellikle, sosyalizmin milliyetçilikle eklemlenmesinin Üçüncü Dünyacı varyantına özel bir vurguyla, analiz etmektedir.

11 Eylül 2001 Sonrası Türk Dış Politikası: Olgular, Olaylar, Kuram ve Politikalar

Yrd. Doç. Dr. Özlen Çelebi, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan ve takiben ortaya çıkan gelişmeler tüm dünyayı etkilediği gibi Türkiye’nini dış politikası üzerinde de dikkatle izlenmesi gereken izler bırakmıştır. Uluslararası siyasi ve iktisadi ilişkiler üzerinde hegemonyasını yeniden inşa etmeye duran ABD ile Türkiye’nin sahip olduğu ilişkiler nedeniyle, Türkiye’nin ABD başta olmak üzere tüm “Batılı” ülkelerle kurduğu (veya kuramadığı) ilişkiler nedeniyle, Türkiye’nin NATO üyeliği nedeniyle ve Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle bu dönem özellikle incelenmeye değer bir dönemdir. İç politika alanında da ciddi bir dönemece giren Türkiye AKP iktidarı ile yönetilmeye başlanmıştır. AKP bir proje partisi midir? Misyonu Türkiye’yi Batılı ülkelerin biçtiği bir “rol model” çizgisine oturt-mak mıdır? 2003 yılında tasarlanan Büyük Orta Doğu Projesi ile 2009 yılında ABD Başkanı Barrack Obama tarafından ilan edilen “model ortak”lık ne kadar örtüşmektedir? Türkiye’nin AB ile ilişki-leri ve Akdeniz’de Türkiye’ye önerilen “ayrıcalıklı ilişki” modeli bu geniş çerçevenin içinde nereye yerleştirilebilir? Türkiye bir Orta Doğu ülkesi olmadığı halde neden hızla bölgeye yönelmektedir? Stratejik derinlik yaklaşımı Türkiye’yi temel dış politika ilke ve hedeflerinden uzaklaştırmakta mı-dır? Türk dış politikasının temeli yeniden mi oluşturulmaktadır? Dış poltikada eksen kayması tar-tışmaları yerine tarışılması gereken manevra kabiliyetinin daraltılması ve Türkiye’nin ABD’ye ba-ğımlılığının artmakta olduğu olgusuyla karşı karşıya olup olmadığımızdır.

12512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

OSMANLI’DA SOSYALİST FIRKALAR

Osmanlı Sosyalizminin Doğusu / II. Meşrutiyet’te Sosyalizm, Anarşizm ve OSF

Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, İstanbul Ü., SBF Siy. Tar. ABD Başkanı

XIX. yüzyılda, Osmanlı modernleşmesi sürecinde yaşanan siyasal toplumsal ve ekonomik sorunların çözümde “bilim” ve “eğitim” birer anahtar kelime olmanın ötesinde, sihirli birer anlam da kazanmışlardır. Bu süreçte Batı ile yoğunlaşan temas, “bilim” ve “eğitim”in kutsanmasını hızlan-dırmıştır. II. Meşrutiyet’in başlamasını simgeleyen 23 Temmuz 1908 tarihi o dönemki adlandır-mayla “Hürriyet’in İlanı”, Osmanlı sosyalizminin de doğuşuna uygun bir ortam hazırlamıştır. Os-manlı Materyalizmi, Osmanlı Darwinizmi gibi düşünce akımlarının yaptığı katkıyı unutmadan, bu dönemdeki işçi hareketinin de Osmanlı sosyalizmini beslediğini hatırlamak gerekir. Tebliğimde II. Meşrutiyet öncesi bu sürece değineceğimiz gibi Osmanlı sosyalistlerini ve Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı etkilemiş Baha Tevfik gibi liberal isimler üzerinde de durmak gerekir. Özellikle II. Meş-rutiyet döneminde kurulan ve faaliyet gösteren sosyalist örgüt ve derneklerin yanısıra dönemin sosyalist basın ve yayınları üzerinde durarak genel bir değerlendirme hem Osmanlı Sosyalizmi-nin hem de OSF’nin anlaşılması açısından önemli gözükmektedir. Bu bağlamda İttihat ve Terakki Fırkası/Cemiyeti’nin sosyalizme bakışı ve yaklaşımını da değerlendirerek, şimdiye dek üzerinde az durulmuş bir konu olan Osmanlı Anarşizmine değinmek bir ihmalin kısmen de olsa telafisini sağ-layacaktır.

OSF / TSF’nin Siyasal Söyleminin Temel Unsurları ve Sosyalizm Anlayışı

Dr. Doğan Çetinkaya, İstanbul Ü.,SBF

OSF lideri Hüseyin Hilmi ve siyasal çevresini belli bir ideolojik referansla sosyalist olmamak-la itham eden siyasal ve tarihyazımına ilişkin tutumların dışında, onun üzerine yazılmış literatür daha çok anılarda dile getirilen dedikodu nitelikli anlatılarla sınırlı kalmıştır. Bu anlatıların çoğu

30. OTURUM

126 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

mantıksal çelişkiler ve hatalarla doludur. Bu noktada bu anlatılara eleştirel bir yaklaşımla bakmak gerektiğinin altı çizilmelidir. Bu eleştirel bakış açısı için en önemli kaynak, bu çevrenin yayınlamış olduğu süreli yayınlardır. Bu çevrenin faaliyetleri ve yayınları Türkiye’de sosyalist kavramların ve düşüncenin ilk defa sistematik bir biçimde gündeme gelmesini sağlamıştır. Bu yayınlarda dile ge-tirilen sosyalist anlayışın benzerlerini çağdaş birçok sol akımda bulmak mümkündür. İştirakçi çev-resinin söyleminde İslami, yurtsever ve ilerlemeci unsurların bulunması da kanımızca onun sos-yalistliğinin “gerçek” olmadığını göstermez. Bu öğeler hem çağdaşı, hem ondan sonra gelen bir-çok sosyalist akımda varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu tür farklı referans noktalarına atıf-lar tarihte birçok sosyalist hareket içerisinde de tespit edilebilir. Yine Hilmi çevresini liberallik ile niteleyen analizler, yukarıda da değinildiği gibi, liberalizmi tarihsel bağlamından kopararak don-muş bir akide olarak ele almışlardır. Bundan dolayı yapacağım sunuş OSF çevresinin kendi yayın-larına odaklanarak siyasal söyleminin temel unsurlarını tespit ederek sosyalizm anlayışını analiz etmeyi hedefleyecektir.

İştirâkçı Hilmi

Dr. Stefo Benlisoy, İstanbul Teknik Ü., İnsan Bilimleri B.

Türkiye’de sosyalist hareketin kökenlerini inceleyen çalışmaların hemen hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nda nüve halinde bir işçi hareketinin doğmakta olduğunu teslim etseler de, sos-yalizmin ortaya çıkışına zorlama bir eleştirellikle yaklaşmışlardır. Bu sorgulama sonucu ortaya çı-kan egemen kanı, sosyalist düşüncenin daha çok Osmanlı gayrimüslimleri arasında geliştiği ve belli bir toplumsal tekabüliyet edindiği, Müslüman veya Türk unsurun ise bu tür düşüncelerden uzak kaldığıdır. Hatta kendisine sosyalist diyenlerin sosyalistliği de su götürür kabul edilmiştir. Buna en tipik örnek ise Osmanlı/Türkiye Sosyalist Fırkası’nın (OSF/TSF) önde gelen ismi Hüseyin Hilmi, ya da nam-ı diğer “Sosyalist/İştirakçi Hilmi”dir. Hüseyin Hilmi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman/Türk unsur içerisinde örgütlü sosyalist faaliyette bulunan ilk isimlerden birisidir. Hilmi, ilk sosyalist parti örgütlenmelerine öncülük etmiş, işçi eylemlilikleriyle organik ilişkiler kurmuş ve sosyalist düşünceyi ilk defa sistematik bir biçimde dile getiren birçok Türkçe süreli yayını kamu-oyuna sunmuştur. Bu sunuş çerçevesinde Hilmi üzerine yazılmış literatürün bir değerlendirme-si yapılarak, tarihyazımının onun sosyalist anlayışını nasıl görmezden geldiğinin ya da küçümse-diğinin üzerinde durulacaktır. Hilmi’nin faaliyetlerini değerlendiren araştırmacılar nedense ona “sosyalist” sıfatını yakıştıramamışlar, onun olsa olsa liberal olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu çer-çevede sunuş, Hilmi’nin çıkarmış olduğu süreli yayınlara eğilerek, onun sosyalizm anlayışını de-ğerlendirecek, İştirakçi ve çevresinin sosyalizmine farklı bir pencereden bakma denenecektir.

İşçi Hareketi ve OSF/TSF

Erol Ülker, Chicago Ü.,

Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist Fırkası çevresinin faaliyetleri bugüne kadar ge-nellikle entelektüel ve yayın faaliyetleri merkeze alınarak incelenmiştir. Oysa bu çevrenin siyasal çevreler ve toplumsal hareketlerle ciddi bağları olmuştur. Ancak bu bağların şekil ve karakteri za-man ve mekana göre farklı veçheler almıştır. Sunuşum özellikle mütareke dönemi içinde ortaya

12712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

çıkan işçi hareketi ve siyasal mücadele içinde OSF/TSF (Türkiye Sosyalist Fırkası) çevresinin konu-munu tahlil edecektir. Böylece entelektüel tarihyazımının dışına çıkılarak bu çevrenin faaliyetleri daha genel bir toplumsal ve siyasal çerçeve içinde ele alınacaktır. Bu amaçla sadece Hüseyin Hil-mi çevresinin yayınlarına değil yabancı veyerli arşiv malzemesi kullanılacaktır.

Osmanlı Sosyalist Fırkası Paris Şubesi: “Dr. Refik Nevzad ve Beşeriyet”

Cengiz Yolcu, Boğaziçi Ü., Tarih B.

Askerî Tıbbiye’de okurken İttihad ve Terakki murahhası olarak Paris’e giden Dr. Refik Nevzad’ın (1847- 1952) görevi Ahmed Rıza Bey’i cemiyete davet etmektir. Sonrasında bu şehir-de yerleşen Refik Nevzad, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra eski arkadaşlarıyla da arası açı-lır ve yurt dışından II. Abdülhamid’e karşı yürüttüğü muhalefeti İttihad ve Terakki’ye yönlendirir. Kendisinin ne zaman sosyalist dünya görüşünü benimsediği kesin olarak bilinmemektedir. Bu-nunla beraber, bir sosyalist olarak parti dâhilinde aktif siyasette yer alması kendisi Paris’te bulunsa dahi, 1908 sonrasında Osmanlı topraklarında yaşanlarla yakından alakalıdır. “Hürriyet’in İlânı”dan sonra kurulan birçok örgütten bir tanesi de başında İştirak dergisinin sahibi Hüseyin Hilmi’nin ol-duğu Osmanlı Sosyalist Fırkası olur. Paris’te, Fransız sosyalistlerinden etkilenen Refik Nevzad da bu dönemde, İstanbul’daki İştirakçı Hilmi çevresi ile haberleşmeye başlar. Bu ilişki sonucunda Os-manlı Sosyalist Fırkası’nın Paris Şubesi adı altında Avni Kemal, Fuat Nevzat, Memil Zeki ve Kadri Hoca gibi isimlerin yer aldığı bir grup kurar. Refik Nevzad, 1911 senesinin sonbaharında elle yazıp litograf ile basılan Beşeriyet gazetesini yayımlamaya başlar; ancak gazete toplamda altı sayı çıka-bilmiştir. Gazetenin yayımladığı dönem Trablusgarb Savaşı’na rast gelir. Dolayısıyla Osmanlı iç po-litikasına dair görüşlerin yanı sıra bu savaşa ilişkin haberler ve yorumlar ağırlıktadır. Paris’teki ika-meti sırasında II. Enternasyonal’in yöneticileriyle de (Jean Jaures, Emile Vandervelde) dostluk ku-rar. Dr. Refik Nevzad, Mütâreke Dönemi’nde Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla tekrar siyaset sahnesi-ne çıkan İştirâkçı Hilmi ile yeniden ilişkiye geçer ve 1919 seçimlerinde İstanbul’dan mebus adayı gösterilir. T.S.F’nin de kapatılmasından sonra Aydınlık dergisi çevresiyle bağlantı kurar ve Tek Par-ti Dönemi’nde de muhalefetini sürdürür. 1950’den sonra Türkiye’ye döner ve Paris’te yeni kurulan İleri Jön Türkler örgütü ile ilgili olduğu gerekçesiyle yargılanır ve beraat ettikten bir süre sonra ha-yatını kaybeder.

128 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SAĞLIK SOSYAL BİLİMLERİ EĞİTİMİ

Hemşirelik Eğitiminde Sosyal Bilimlerin Yeri

Prof. Dr. Rukiye Pınar, Yeditepe Ü., Sağlık Bil. F.

Hemşirelik biliminde tüm hemşire kuramcıların ele aldıkları dört temel kavram insan, sağ-lık/hastalık, çevre ve hemşireliktir. Hemşire kuramcıların bu kavramlara yaklaşımları farklıdır, an-cak tüm kuramların temelinde insan vardır. Hemşirelik eğitiminin ilk yılında insan “biyopsikosos-yal bir varlık”, sağlık DSÖ’nün tanımı olan “yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, aynı za-manda fiziksel, sosyal ve mental tam bir iyilik hali”; hemşirelik “birey, aile ve toplumun sağlığı-nın korunması, geliştirilmesi, hastalık halinde iyileştirilmesi amacına yönelik hemşirelik hizmetle-rin planlanması, uygulanması, denetlenmesi ve bu hizmetleri yapacak bireylerin eğitiminden so-rumlu bilim ve sanattan oluşan bir sağlık disiplini” olarak tanımlanmaktadır. Hemşirelik hizmetle-ri bireyi ailesi ve çevresi ile birlikte ele alan bütüncül bir yaklaşıma temellenir; bu yaklaşım bireyi yalnızca fiziksel bir olgu olarak değil, aynı zamanda sosyal çevresi ile etkileşim halinde ruhsal ve mental bütünlük içinde görür. Bu nedenle hemşirelik eğitiminin ilk yılında öğrencilere anatomi, fizyoloji, biyokimya, mikyobiyoloji gibi derslerin yanı sıra sosyoloji, psikoloji, kişilerarası ilişkiler ve hatta bazı okullarda antropoloji dersleri okutulur. Çünkü hemşirelik hizmetlerinde hastalıktan zi-yade birey vardır, temel gereksinimler aynı olsa da bu gereksinimlerin ifade biçimi bireyden bire-ye değişir, geçmiş ve bugün de içinde yaşadığı toplum, ait olduğu kültürden etkilenir, dolayısı ile de her birey birbirinden farklıdır, bu nedenle de bireyselleştirilmiş bakım ön plandadır. İleriki yıl-larda, sınırlı sayıdaki okulda müfredata “kültürlerarası hemşirelik” terapötik ilişkiler” ve “psikodra-ma gibi” derslerde eklenir. Hemşirelik eğitiminde sosyal bilimlerin yeri konusunda eğitimciler ola-rak, hepimiz hemfikir olsak da, henüz yanıtlarında fikir birliğine varamadığımız sorular mevcut-tur. Bu sorulardan biri sosyal bilimlerin, hemşirelik öğrencisine, hasta adına en iyi kararı verme, bir başka ifade ile hasta savunuculuğu rolüne hazırlanmasına katkı verip vermediği sorusudur. Böyle bir eğitimle profesyonelliği artan hemşire adayı, yatak başı hemşireliği gibi temel fonksiyonların-dan uzaklaşma eğilimine girecek midir? Sonuç olarak hemşirelik eğitiminde sosyal bilimleri yeri uzun yıllardan bu yana kabul görmesine rağmen, önümüzde teori ve pratiğin bütünlendiği iyi ör-nekler yoktur. Bu sunumda hemşirelik eğitiminde sosyal bilimlerin yeri gerçekler ve hayaller üze-rinden örneklerle ele alınarak irdelenecektir.

31. OTURUM

12912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Eczacılık Eğitiminde Sosyal Bilimlerin Önemi

Öğr. Gör. Nazlı Şencan, Yeditepe Ü., Eczacılık F. Sosyal Eczacılık BD

İlaç, insanlığın varolduğundan beri farklı kültürel anlamlar yüklenmiş, iyileştirici gücü olan bir metadır. Günümüzde ilaç denilince daha çok kimya, bilişim, teknoloji ve sanayi kavramları akla gelse de, ilaca ulaşma ve kullanımı sırasında en çok iletişim, ekonomi, psikoloji, sosyoloji bilimle-ri öne çıkmaktadır. İlaç eğitiminin verildiği eczacılık eğitiminde, meslek adaylarına biyoloji, kimya, fizik temel bilimleri üzerine anatomi, fizyoloji, farmakoloji ve sonrasında ilaç teknolojisi, ilaç kim-yası, bitki bilimleri, nano teknoloji, genetik, kozmetik vb bilimlerine ilişkin temel kavramlar anla-tılmaktadır. Eczacılık eğitiminde, temel ve mesleki bilimlerde eğitim kadar sosyal bilimler ile ilgili nosyon da kazandırılması gerekmektedir. Hasta psikolojisi, hasta ile iletişim, biyoetik, deontoloji, yönetim, farmakoepidemiyoloji vb. dersler de verilmektedir. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakül-tesinde son yıllarda verilen “sosyal farmakoantropoloji” dersi ile geleceğin meslektaşlara “bütün-cül” yaklaşım ve algılama becerisi kazandırılmaya çalışılmaktadır.

Sosyal Farmakoantropoloji dersinde, sosyal bilimler ve antropolojinin yeri, teori ve araştırma yöntemleri hakkında temel bilgiler sunulmaktadır. Katılımcıların sosyal araştırma yöntemlerin-den en az birini deneyerek tecrübe etmesi teşvik edilerek, sağlık davranışları ve ilaç kullanım alış-kanlıkları ile ilgili kültürel etkilerin anlaşılmaya çalışılması hedeflenmektedir. Örneğin farklı kültü-rel topluluklardaki hastalık ve ilaç tedavilerinin tanımlanması, sınıflandırılması ve iyileştirme özel-liklerinin benzerlik veya farklılık göstermesi durumunun, öğrenciler tarafından bizzat (ilaç kulla-nım hikayeleri alabilecek anketler uygulayarak, eczanelerde gözlem yaparak, sağlık çalışanları ile görüşmelerde bulunarak gibi) deneyimlenmesi sağlanmaktadır. Hastalık ve ilaç yönetimi hasta bakımının temelidir ve bir sağlıkçı ancak ve ancak sosyal bilimler öğretisi ile bu bakımı hakkı yeri-ne getirebilir. Sosyal bilimlerin anlayış ve kavrayışı tüm fen bilimlerinde olduğu gibi eczacılık bili-mi ve eğitimini, bütün ve tam olmasına olanak tanımaktadır.

Sağlık Sosyal Bilimlerinde Öğretim: Düşler ve Gerçekler

Doç. Dr. İnci User, Marmara Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Sağlığın ne olduğu ve nasıl elde edileceği konusundaki arayış ve tartışmalar toplumsal ya-şamın önemli bir dinamiğidir. Sağlık salt teknik bir konu değildir ve ancak geniş siyasal ve felsefi tartışmalar bağlamında ele alındığında gerçek anlamı kavranabilmektedir. Sağlık sosyal bilimleri sağlık ve hastalığın toplumsal etkenleri, sağlık sisteminin ekonomi içindeki yeri ve nüfuzu, sağlık alanında geliştirilen söylemlerin analizi, refah sistemlerinin yaşadığı kriz ile sağlık sistemleri ara-sındaki bağlantı gibi bir dizi konuya odaklanmaktadır. Sağlık konusunda uzman olmayan birey ve toplulukların deneyimlerinin açığa çıkartılması, toplulukların kendi sağlıklarını korumaya ve ge-liştirmeye yönelik arayışları, sağlık sisteminin temsilcileriyle toplumun diğer kesimleri arasındaki çelişki ve çatışmalar da yine sağlık sosyal bilimlerinin ilgi alanı içindedir.

Günümüzde çoğu sağlık sorununun toplumsal, kültürel, siyasal ve davranışsal boyutları ol-duğu kabul edilmekle birlikte, sosyal bilimcilerin sağlık alanında yaptığı araştırmalar ve getirdik-leri öneriler sağlıkçılar nezdinde ancak sınırlı bir ilgi ve kabul görmektedir. Bu sınırlı ilgi kısmen sağlık sektörünün koşullarıyla, kısmen de disiplinlerarası çalışmaların özel zorluklarıyla bağlantılı-dır.

130 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Öte yandan, sosyal bilimleri ilkesel olarak benimseyen sağlıkçılarla girişilen işbirliği de dil, yöntem ve zihniyet farklılıkları nedeniyle zaman zaman bir hayli zorlayıcı olabilmektedir. Böyle bir zeminde sağlık mesleklerine intisap edecek öğrenci gruplarına ders verebilmenin de belli zorluk-ları vardır. Kuşkusuz en önemli sorun müfredat belirleyen kurullara sosyal bilim katkısını kabul et-tirmekle ilişkilidir. Bu sunumda ise kabulden sonra karşılaşılan iki sorun alanına, müfredata gire-bilmiş sosyal bilim derslerinin içeriğini belirlemekte ve öğrencilerin konuya ilgisini çekmekte ya-şanan zorluklara değinilecek, konu uygulamadan örneklerle tartışılacaktır.

Tıp Eğitiminde Sosyal ve Beşeri Bilimler

Doç. Dr. Nadi Bakırcı, Acıbadem Ü., Tıp F.

Sosyal ve beşeri bilimlerin tıp eğitiminde yer almasının temel gerekçesi tıbbın uğraş alanı-nın merkezinde insanın olmasıdır. Bir hekimin yeterlilik ve yetkinliklerine bakılınca temel, klinik ve sosyal bilimleri birbiriyle ilişkilendirmesi ve bütünleştirmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Sosyal ve beşeri bilimler içerik ve yöntem bilgisi olarak hekimlik uygulamasına önemli olanaklar sağlamak-tadır. Sağlığın temel belirleyicileri arasında sosyal, kültürel ve ekonomik yapının hangi dinamik-lerle işlediğini kavramak ve çözümlemek hekime hastalıkların korunması, sağlığın geliştirilmesi ve hastalıkların tedavisinde yol gösterici olmaktadır. Beşeri bilimlerin çalışmaları da insanı anla-maları açısından tıp öğrencileri için çok önemli olmaktadır. Bunun yanında, toplum sağlığı çalış-malarında asıl olarak sosyal ve beşeri bilimlerin bilgisi ve yöntemi kullanılır. Bu nedenle tıp fakül-telerinin, toplumda çalışacak pratisyen hekim yetiştirme sorumluluğu açısından bakıldığında, bu bilim alanına yönelik hedeflerini oluşturmuş olması beklenir.

Sosyal ve beşeri bilimler tıp eğitiminde diğer çalışma alanları ile birlikte çalışmalıdır. Burada-ki birlikte çalışma işbirliği ötesinde birbirini etkileme ve eğitimde yer alma içeriğini ve yöntemini de belirleme düzeyinde olmalı ve klinik ve temel bilimlerle bütünleşmelidir. Özellikle tıbbi etik ve beşeri bilimlerinin ortak ve etkileşimli olarak müfredatta yer alması için olanaklar hazırlanmalı ve modeller geliştirilmelidir.

Bir başka açıdan, tıp eğitiminin kendisi sosyal ve beşeri bilimlerin yöntem ve bilgisine ihtiyaç duyar. Öğrenme teorilerinin ve yöntemlerinin geliştirilmesinde diğer bilim dallarıyla birlikte çalı-şır.

13112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

DEĞİŞEN ORTADOĞU?

2011’de Ortadoğu’ya Bakışlar

Prof. Dr. Oktar Türel, OTDÜ İİBF İktisat B.

Bu bildiri üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm, günümüz Orta Doğusu’ndaki İslamcı si-yasal hareketlerin en etkilisi ve yaygını olan Müslüman Kardeşler üzerindeki gözlem ve değerlen-dirmelere ayrılmış, Müslüman Kardeşler’in bölgesel vizyonu ile emperyalizmin küresel neolibe-ral vizyonu arasındaki uzlaşı olasılıkları sorgulanmıştır. Müslüman Kardeşler eksenindeki Sünni İs-lamın ideolojik öncüllerinden eksiksiz düşünce ve inanç özgürlüğünü içeren, etnik ve dini azın-lıkların haklarına saygılı, kadını özgürleştiren ve emeğin tarihsel kazanımlarını koruyarak gelişti-ren çağdaş bir demokrasinin yeşermesi zayıf bir olasılıktır. Orta Doğu’da 2011’deki gelişmelerden açıkça izlendiği gibi, bu akımın demokrasi anlayışı kendi örgütlenmesi, propagandası ve iktidara yürüyüşü önündeki engelleri aşmak ile sınırlıdır.

İkinci Bölüm’ün konusu, uluslararası sistemin hegemonik gücü ABD’nin 2000’li yıllarda Orta Doğu’daki gelişmeleri nasıl bir süreklilik içinde algıladığı ve yönlendirmeye çalıştığıdır (“düzen içinde dönüşüm”). 2000’li yılların başından itibaren ABD’nin izlemeye başladığı yeni bölgesel stra-teji, Orta Doğu’da yükselen İslamcı hareketlerle bir modus vivendi arayışını simgelemektedir. Çok sık atıfta bulunduğu özgürlük ve demokrasi temelarının albenisine rağmen, bu strateji, özü itiba-riyle, öncülü “Yeşil Kuşak” gibi, gerici ve Orta Doğu halklarına büyük kazanımlar vaad etmeyen bir stratejidir.

Türkiye’ye yakıştırılan “Orta Doğu’ya Rol Modelliği”nin ne denli anlamlı ve gerçekçi oldu-ğu Üçüncü (ve son) Bölüm’de tartışılmaktadır. Bu tartışma üç düzlemde yürütülebilir: ideolojik, siyasal ve ekonomik. Müslüman Kardeşler ekseninde bir İslam devletinin ideolojisi konusunda Arap Orta Doğusu’nun düşünsel birikimi Türkiye’dekini fazlasiyle aşar. Siyasal düzlemde, Müslü-man Kardeşler ve yandaşı hareketlerin toplumda dinsel duyarlılıklar temelinde örgütlenme ve bu temelde siyasal ve ekonomik güç kazanma pratiği açısından (taktik siyasal manevralar dışında) AKP’den öğrenecekleri bir şey yoktur. Salt ekonomik düzlemde ise, ülkelerin uluslararası ekono-miye ticaret ve sermaye akımları yoluyla eklemlenme örüntüsünün gelişmişlik düzeyi ile ilişkili ol-duğunu hatırda tutmak gerekir.

32. OTURUM

132 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Ortadoğu Dönüşürken Türkiye: Stratejik Ortaklıktan Model Ortaklığa

Prof. Dr. İlhan Uzgel, Ankara Ü. SBF Uluslar İlişk. B.

Orta Doğu coğrafyasında 2010 sonunda yaşanan dönüşüm uzun süredir biriken toplumsal, ekonomik ve siyasal hoşnutsuzlukların patlak vermesiyle ortaya çıktı. Özellikle ABD merkezli ana-lizler 2000’lerin başından beri buradaki rahatsızlığı görmüştü. Bunun için ABD’de gerek akade-mik gerekse politika yapım merkezlerinde çok geniş ve kapsamlı çalışmalar yürütülürken, bu ra-hatsızlığın kendisini Batı karşıtı bir nitelikte dışa vurması endişesiyle, dönüşümün denetim altın-da, yumuşak bir geçişle gerçekleşmesini sağlayacak bir politikaya yönelmiştir. Bu çerçevede ABD bir yandan çeşitli program ve girişimlerle bölgedeki ülkelere reform çağrısında bulunurken, öte yandan genç kentli kitlelere angaje olma stratejisini benimsedi. Bölgedeki reform ve demokra-tikleşme sürecinin İslamcı hareketlerin önünü açacağı öngörüldüyse de, bu hareketlerin etkili bir ekonomik programları olmaması, iktidar mekanizmasının radikal siyasette dönüşüme yol açaca-ğı gibi beklentiler ağır bastı.

Bu bağlamda Türkiye’de Milli Görüş çizgisinden gelip, AKP ile iktidara taşınan İslamcı hare-ket Orta Doğu’da yaşanan bu dönüşümün bir parçası olarak önem taşımaktadır. Türkiye’nin AKP iktidarı döneminde Orta Doğu siyasetine giderek daha derinden dahil olması ve bölgedeki dö-nüşümün yumuşak aktörü olarak kendisini tanımlaması, söz konusu dönüşüm radikal bir aşama-ya geçtiğinde kendi konumunun netleşmesini beraberinde getirmiştir. 2000’ler boyunca Türkiye bölgeye kendi dönüşümünü model olarak sunmuş ve hükümet kendi izlediği yolu örnek ve esin kaynağı olarak sunmuştur. Obama dönemine gelindiğinde tarafların açıkça tanımlamaktan ka-çındığı “model ortaklık” bu ilişki biçiminin adı olmuştur. ABD’nin bu süreçte sürdürdüğü “leading from behind” politikası çerçevesinde Türkiye bu dönüşüm sürecinde öne çıkmış özellikle Suriye konusunda bu model ortaklık en üst seviyesine ulaşmıştır.

Orta Doğu’da Değişimin Nitelikleri ve Demokratikleşme Beklentileri

Doç. Dr. Recep Boztemur, ODTÜ Tarih B.

Bu çalışma, 2011 yılı başından itibaren Orta Doğu ülkelerinde yaşanan ve Arap Baharı olarak adlandırılan siyasi hareketlerin niteliklerini tartışmak amacını gütmektedir. Halk hareketlerinin re-jim değişikliğine yol açabilecek ve Orta Doğu ülkelerinde demokratikleimeyi sağlayabilecek sı-nıfsal özelliklere sahip olup olmadıklarını tartışacak olan çalışma halk hareketlerinin aktörleri ile devlet ilişkilerine yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Devlet-toplum ilişkilerinin yanısıra yaşanan ge-lişmelerin Orta Doğu ülkelerini dünya ekonomik sistemiyle bütünleştirme sonucuna ulaşıp ulaş-mayacağını sorgulayacak olan çalışma halk hareketlerinin küresel egemenlik ilişkileri içindeki du-rumunu da inceleyecektir.

13312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TARIMDA DÖNÜŞÜMI

Erken Cumhuriyet Döneminde Köylü Siyasetinin Gündelik Formları: Tarımsal Vergilere Direniş

Dr. Murat Metinsoy, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Türkiye’de tek parti döneminde devlet ve toplum arasındaki ilişkileri anlamak için en aydın-latıcı alanlardan biri, nüfusun büyük kesimini teşkil eden köylülerin devletin vergi politikaları kar-şısındaki tepkileri ve devletin bu tepkiler karşısında politikalarını nasıl yeniden şekillendirdiğidir. 1920’li ve 30’lu yıllarda tek-parti devleti ile köylüler arasındaki ilişkiye, tarımsal vergiler üzerinde-ki büyük mücadele damgasını vurmuştur. Bu çalışma, yeni arşiv kaynakları ışığında, tek-parti hü-kümetinin ağır vergilendirme siyaseti karşısında, özellikle Arazi Vergisi, Hayvan Vergisi, Yol Vergisi bağlamında, küçük ve fakir köylülerin tepkilerini, taleplerini ve direnişlerini ve bunların siyasî ka-rar alma sürecindeki etkilerini incelemektedir.

Yeni bir devletin inşasının, ulusal kapitalist ekonominin kurulmasının, büyük bir ekonomik krizin ve ardından gelen sanayileşme projelerinin damga vurduğu bu olağanüstü dönemde, köy-lülük büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Her ne kadar 1925’te Aşar Vergisi kaldı-rılsa ve bu durum kısa süreli bir rahatlama sağlasa da, izleyen yıllarda pek çok yeni vergi günde-me gelmiş, mevcut vergilerin oranları katlarca arttırılmış ve kapsamları genişletilmiştir. 1927-28 ve 1933-34-35 yıllarındaki kuraklıklar sonucu azalan hasat ve 1929’da patlak veren ekonomik kriz sonucu tarımsal fiyatların düşmesi, köylülüğün vergi yükünü daha da artırmıştır.

Köylüler, otoriter tek parti sistemi nedeniyle yasal siyasî alanda temsil edilmemelerine ve siyasî karar alma sürecine formel olarak katılım hakkına sahip olmamalarına karşın, elit-merkezci ve kurumsalcı yaklaşımların öne sürdüğü köylülerin pasifliği, siyasî bilinçsizliği ve etkisizliği yolun-daki yaygın kanının aksine, gündelik yaşamda, pek çok formel ve enformel mekanizmalarla dev-letin tarımsal vergilerine direnmişlerdir. Vergileri sık sık eleştirmişler, vergilere ilişkin pek çok ta-lep ve şikâyet ortaya sürmüşler, vergilerden kaçınma stratejileri geliştirerek vergi yükünü pratikte hafifletmeye çalışmışlardır. Ayrıca, vergiden kaçmanın mümkün olmadığı durumlarda, vergilerin toplanması sürecinde görev alan vergi tahsildarı, jandarma ve muhtar gibi devletin kırsal düzey-deki temsilcilerine karşı bireysel ya da kolektif bir şekilde şiddete başvurmuşlardır.

33. OTURUM

134 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Söz konusu eleştirel ve aktif köylü kamuoyu ve yaygın vergi direnişi, hükümeti, toplamayı öngördüğü vergilerin büyük bir kısmından mahrum bırakmıştır. Bu durum, hükümeti vergi oran-larını önemli oranlarda düşürmeye veya kapsamlarını daraltmaya zorlamıştır. Özetle, vergiler üze-rinde tek-parti hükümeti ve köylüler arasındaki mücadele ve bu mücadelenin siyasî karar alma sürecine yansımış olması, köylülerin, yüksek siyaset alanında, klasik anlamda formel politik hare-ketler geliştirememelerine karşın, gündelik ve enformel siyaset araçlarıyla siyasî yaşamda belirli bir etkiye sahip olduklarını göstermektedir.

Tarımsal Üretimin Ticarileşmesi ve Köylü Mobilizasyonu: Türkiye Örneği

Araş. Gör. Yelda Kaya, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Tebliğin amacı, tarımsal üretimin ticarileşmesinin toprak mülkiyeti ve köylü mobilizasyonu üzerindeki etkisini Türkiye örneğinde tartışmaktır. Diğer Batı-dışı toplumlarda benzer süreçlerin yarattığı etkiler ikincil literatür üzerinden tartışılarak, tarımın ticarileşmesinin Türkiye’de pek çok örnekten farklı bir seyir izlediği öne sürülecektir. Son 25 yılda yapılan çok sayıda araştırmanın gös-terdiği üzere; söz konusu farklılık, 19. yüzyılın ikinci yarısında hız kazanan yabancı pazarlar için üretimin Osmanlı taşrasında geniş çapta bir toprak yoğunlaşması ya da mülksüzlüğe yol açma-mış olmasında yatmaktadır. Diğer bir değişle, kırsal kesim kapitalist üretimin etki alanına girme-sine rağmen, küçük köylü mülkiyeti büyük ölçüde ayakta kalmıştır. Türkiye örneği, hiç şüphesiz, benzersiz olmaktan uzaktır; kapitalizmin kırsal alanlara nüfuzu sürecininin yegane seyrinin top-rak temerküzü-mülksüzleşme-proleterleşme ekseninde olmadığı halihazırda teorik olarak orta-ya konmuş bir meseledir. Tebliğde asıl ele alınacak olansa küçük köylü mülkiyetinin hakim oldu-ğu bir manzaranın Türkiye özelinde tarihsel olarak hangi faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıktığı meselesidir ki bu hususta üç değişken analize dahil edilecektir: demografi, ekoloji ve dev-let politikaları. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devrolunan yapı bu faktörler ışığında tartışıldıktan sonra, tebliğin ikinci kısmı köylü mobilizasyonu sorunu ile alakadar olacaktır. Diğer ülkelere nis-petle, Osmanlı-Türk kırsalının aleni toplumsal çatışma açısından oldukça “sakin” ya da “durgun” ol-duğu söylenebilir. Burada cevap verilmeye çalışılacak olan soru, kırsal alan toplumsal olarak bu halde iken, siyasal elitlerin söyleminde toprak mülkiyeti meselesinin neden ısrarla boy gösterdi-ğidir.

Türkiye Tarımında Yapısal Dönüşüm ve Sözleşmeli Çiftçilik: Bursa Örneği

Yrd. Doç. Dr. Umut Ulukan, Ordu Ü. İİBF Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.

13512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Tarımsal Küçük Meta Üretiminde Emeğin Değersizleşmesi ve İşçileşme Örüntüleri: Çanakkale Örneği Temelinde

Benzerlikler - Farklılıklar

Araş. Gör. Burcu Saka, Çanakkale 18 Mart Ü.

1970’li yıllardan itibaren tarımsal yapılarda dünya ölçeğinde değişim/ dönüşüm yaşanmak-tadır. Bu dönüşümün temel unsurlarından biri; devletin tarımsal alana dönük girdi ve alım des-teklerini çekmesiyken, bir diğeri ulusal gümrük duvarlarının kaldırılıp metaların uluslararası düz-lemde değerlendirilmesidir. Eş-anlı olarak, tarımsal üretimin ileri ve geri bağlantıları aracılığıyla sermayenin tarımsal üretime nüfuzu artmaktadır. Girdi kullanımındaki metalaşma düzeyi ve me-taların pazarlama kanal ve koşullarındaki değişim, küçük meta üreticileri (KMÜ) açısından tarım-sal faaliyetin riskini arttırmaktadır. Ulusal pazarın marjinalleşmesi ve sanayi sermayesinin tarım-sal alandaki artan egemenliği ile birlikte araştırma gündemi, ulus-ötesi şirketlerin etkinliği teme-linde meta-zincirleri çözümlemesine yönelmektedir. Bu yönelim kır sosyolojisinin temel araştır-ma gündemini (KMÜ’nin sınıfsal pozisyonu) marjinalleştirmekte ve KMÜ’nin çeşitlenme/farklılaş-ma dinamiklerini ihmal etmektedir. Bu çalışma tarım-gıda sosyoloji içerisinde ihmal edilen bu ala-na odaklanarak, tarımsal üretimin ileri-geri sermaye bağlantılarındaki değişimin KMÜ’nin hane emek kullanımına etkisini üretim noktasında çözümlemeyi amaçlamaktadır. Çalışma, Çanakkale Tekel İçki Fabrikası’nın özelleştirilmesinin ardından üzüm üreticisi KMÜ hanelerinde emeğin de-ğersizleşmesi ve işçileşme örüntülerindeki benzerlik ve farklılıkları çözümlemektedir. Çalışmanın temel bulgusu söz konusu sürecin, bir yandan KMÜ’nin çeşitlenme/farklılaşma eğilimini arttırır-ken bir yandan da emeğin değersizleşmesi noktasında türdeşleştirmesidir.

2010 yılında Çanakkale’de iki köy ve bir beldede yürütülen çalışmanın verileri, derinleme-sine mülakat ve anket teknikleri aracılığıyla derlenmiştir. Derlenen veriler tüccarın yenilenen ko-numu, hane emek kullanımı-öz sömürü ve borçlanma-mülksüzleşme eğilimleri başlıkları altında analiz edilmiştir. Anket uygulanan her bir hane; hane emek kullanımı, ücretli emek kullanımı, ye-tiştirilen ürün, sahip olunan toprak miktarı ve tarım araçları, girdi kullanımındaki metalaşma dü-zeyi gibi değişkenler aracılığıyla sınıflandırılmış ve bir uçta köy ayaklı proleterlerin diğer uçta ka-pitalist çiftçilerin yer aldığı beş farklı kategori belirlenmiştir.

136 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KRİZ ÜZERİNE III

KRİZİN MALİYESİ - MALİYENİN KRİZİ

Neoliberalizm ve Devlet

Prof. Dr. İzzettin Önder, İstanbul Ü., SBF

Bu çalışmada, anaakım teori ve söylemlerin gerçeklik düzeyi sorgulanarak neoliberal politi-kaların uygulanma sürecinde devlete yüklenen işlevlerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda nasıl evrildiği gösterilmekte ve son krizde devletin üstlendiği rol tartışmaya açılmaktadır.

Neoliberalizm; merkez kapitalist ekonomilerde kâr oranlarının gerilemesi karşısında, üretici sermaye ve özellikle de onun üzerinde yükselen finansal sermayenin tüm yerküreyi kaplayan yeni ve değişik birikim modelinin adıdır. Bütünsel sosyo-ekonomik bir anlayışla tüm yerküreye yayı-lan neoliberal politikalar çerçevesinde devletin temel işlevleri, ana hatlarıyla, ilk olarak bireysel öz-gürlüklerin sağlanarak, özel teşebbüsün önünün açılması, hukuk sisteminin oluşturularak uygu-lanması ve serbest ticaret koşullarının yerleştirilmesidir. İkinci olarak kamusal varlıkların özelleş-tirme yoluyla özel sektöre devredilmesi yanında, kamusal kararların da “serbest kurullar” aracılığı ile alınması olarak belirtilebilir. Neoliberal politika uygulayıcısı devlet, çeşitli alanlardaki yönetsel olduğu kadar malîye ve para politikaları kararları ile sermaye dokusu üzerinde olumlu ve birikimi sağlayacak etki yaratır. Ayrıca devletler“yaşam boyu eğitim” ya da “esnek ihtisaslaşma” gibi neoli-beral istihdam politikaları çerçevesinde ekonomide devamlı “yedek emek ordusu” bulundurula-rak sermayenin emek üzerindeki baskısını etkili kılarlar. Aynı zamanda, emeğin haklarının korun-masında, emek hakkını korumaya yönelik sendikal vs örgütlülüklerin öne çıkarılmasında, yüksek gelirlere vergi salınmasında, sosyal devlet politikalarının savunulmasında, Merkez Bankası poli-tikalarının enflasyon karşısında istihdamı sağlama politikalarına yöneltilmesinde devlet etkin ve kararlı olarak sermayenin lehinde ve birikimin sağlanması doğrultusunda ekonomiye ve yöneti-me müdahale eder.

34. OTURUM

13712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bütün bu ve benzeri düzenlemelerle, neoliberal dönemde kriz dışı zaman aralığında devle-tin daima iş başında olduğu, ancak tüm otoritesini sermaye yönünde kullandığı açık bir gerçek ol-makla beraber bu gerçek, söylemlerde perdelenmektedir. Krizde ise devletlerin ve merkez banka-larının hemen hiçbir kural tanımadan ekonomiye müdahalesi, kriz dışı durumlarda örtülü kalan sermaye-devlet ilişkisini açığa çıkarmıştır. Son krizde de görüldüğü gibi hükümetlerin neolibe-ral politikalar sonucunda bozulan sosyal dengeleri baskı altında tutabilecek şekilde emeğe karşı sert, sermayeye karşı esnek ve liberal politika uygulaması, bu yöntemle kriz sonrasında neoliberal politikaların uygulanacağı zeminin yeniden oluşturulmasına yöneliktir.

Krizin Maliyesi:Erken ve Geç Kapitalistleşen Ülke Ekonomilerin Krizi Karşılaması

Doç. Dr. Hale Balseven, Akdeniz Ü., İİBF Maliye B.

Kapitalist sistemin ilk aşamalarından bu yana merkezinde yer alan ülkelerde sermaye biriki-minin gereklilikleri doğrultusunda gerçekleşen yapısal değişim ve kırılma dönemleri, sürece son-radan dahil olan geç kapitalistleşen ülkelerdeki gelişmeleri belirler. Devletin ekonomik etkinliği ise kriz dahil sermaye birikim çevrimin bütün aşamalarında hayatidir. Tarihsel süreç içinde, kapi-talist üretim ilişkileri daimi bir kriz ve yeniden yapılanma süreci olarak tespit edildiğinde devlet-ler, krizin maliyesini üstlenerek yeniden yapılanmanın düzenleyicisi ve maliyetlerinin en önemli yüklenicisi olarak temel aktörü görünümündedir.

Devlet, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinde tarihsel olarak farklılaşan biçimlerde ve boyutlarda gerçekleştirdiği fonksiyonlarını; yönetsel, malîye, para ve regülasyon politikaları ile hayata geçirerek sermaye birikimini biçimlendirir, genişletir ve yeniden üretir. Devletin işlevleri gerek neoliberal dönemde gerekse 2008/2009 küresel ekonomik krizi ve izleyen süreçte sermaye birikiminin neoliberal döneme özgü gereklilikleri ile dönüşürken onun Marksist politik iktisatta birikim ve meşrulaşma biçiminde ifade edilebilecek ikili fonksiyonundan birincisinin ikincisi aley-hine gerçekleşen edimleri tespit edilebilir. Devletin bu dönemde birikimi sağlayıcı yönde proaktif müdahalesi sermaye dışı kesimler açısından sömürü mekanizmalarının arttığı bir süreci işaret et-mektedir.

Bu çalışmada, öncelikle, dünya kapitalist sisteminin 2007/2008 ile içine girdiği bunalıma yö-nelik sistem içi ve sistem dışı önerilere meşruluk sağlamak için tarihsel bir çerçeve ve onun kav-ramsal çatısını temel alan bir analiz yönteminin hayati olduğu öne sürülmektedir. Tebliğde, ilk olarak krizin anaakım iktisatta tanımlandığı biçimiyle bir finansal kriz değil devletin faaliyet alanı-nı belirleyen bütün düzenlemeleri ile de desteklenen emeğin sömürüldüğü bir birikim krizi oldu-ğunun belirlenmesi ve ısrarla ortaya konulmasının önemi vurgulanır. Devlet kapitalizminin eko-nomik ve siyasal sonuçlarını ortaya koyan bir analiz, krizin sistem sorgusunu içeren başka bir yöne evrilememesinin nedenleri kadar evrilebilmesinin koşullarını da göstermesi açısından elzemdir. Böyle bir analiz krizlerde oldukça keskin biçimde gerçekleşen sömüren-sömürülen ilişkisini or-taya koyarak sistemsel çözümlerin geniş toplumsal kesimler temelli olması gerektiği iddiası taşı-maktadır.

138 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Maliyenin Krizi: Anaakım Maliye Teorisinin Açmazları

Y. Doç. Dr. Meltem Kayıran, Ankara Ü., SBF Maliye B.

Bu çalışma, anaakım maliye teorisinin dayandığı temel çerçeveyi analiz ederek açıklayıcı-lığını sorgulamayı amaçlamaktadır. Kapitalist sisteme ve bu sisteme içkin olan krizlere dair pek çok olgu, neoklasik kavramlar örüntüsü içerisine gizlenmiş, kapitalist devletin sınıfsal karakterini gizleyen bir teorik çerçeveye büründürülmüştür. Anaakım maliye teorisi, açıklamayı hedeflediği alanları bile açıklama gücünden yoksun, gerçek hayattan uzak bir alana sıkışmıştır. Bu bağlamda kendi araştırma alanını bile açıklamaktan yoksun olan bir disiplinin krizleri açıklaması beklenme-melidir.

Kamu maliyesi veya kamu ekonomisinin temel ilgi alanı devletin iktisadi faaliyetlerinin araş-tırılması olarak ortaya konulmaktadır. Ancak anaakım teori, devleti analiz etmekte başarısız oldu-ğu gibi, iktisadi olan-olmayan ayrımını yaparak kendisini sosyal bilim olmaktan da azade tutmuş olmaktadır.

Maliye teorisinin tarihsel, toplumsal ve siyasal süreçleri kapsayan genel bir çerçeve yerine neoklasik iktisadın egemenliği altında inşa edilmesi, neoklasik teorinin karşı karşıya olduğu bü-tün açmazları barındırmasına neden olmaktadır. Mikroiktisadın ve refah iktisadının temel çerçe-vesi içerisine hapsolması, objektif ve bilimsel olduğunu iddia etmesine rağmen üzerinde yüksel-diği teorik çerçevenin “mükemmel işleyen piyasalar” yargısına dayanmasının yarattığı yanlılık, et-kinlikle bölüşüm arasında bir çatışma kurgulayıp etkinlikten yana bir tutum alması ve homo eco-nomicus varsayımının bütün alanlara teşmil edilmesi gibi anaakım iktisadın izlediği yolun dışına çıkmayan tutumu, maliye teorisinin devleti ve siyasal süreçleri açıklamasını olanaksız kılmaktadır. Aslında bu çerçeve, maliye teorisinin ana konusunu oluşturan devleti tarihten, sosyal ilişkilerden ve toplumdan kopuk, her yerde ve her tarihte geçerli bir yapı olarak analiz ederek, devletin sınıf-sal karakterini gizlemeye yaramaktadır. Bu açıdan anaakım maliye teorisinin teorik temellerini ve öne çıkan teorik değişimleri izlemek, sermayenin zaman içindeki ihtiyaçları doğrultusunda kapi-talist devletin zaman içindeki dönüşümü için nasıl bir teorik çerçeve kurulduğunu göstermek açı-sından anlamlı olacaktır.

Devletin Değişen Rolü Karşısında Maliye Disiplininin Yönelimi: Yöntembilimsel Bir Değerlendirme Denemesi

Yrd. Doç. Dr. Yasemin Özuğurlu, Mersin Ü., İİBF Maliye B.

Bu çalışmada kapitalist sistemin gelişme süreci boyunca devletin aldığı biçimlere bağlı ola-rak ve devletin ekonomi ile kurduğu ilişkiler bağlamında öznenin algılanışı, devletin öznenin içe-riksel ve anlamsal dönüşümü üzerindeki etkisi, ekonomik ve toplumsal yapılardaki dönüşümün kamu maliyesi teorisine yansıyış biçimi ile ele alınacaktır. Kapitalist sistem içinde ekonomik ve toplumsal yapıların temel belirleyeni, her ne kadar süreçler tarafından gizlenmeye çalışılsa da özne olarak insandır. Ancak bu belirlenim insan olarak öznenin toplumsal yapı içinde bulundu-ğu sınıfsal konum ile doğrudan ilişkilidir. Kamu maliyesi disiplininin temel araştırma alanını oluş-turan kamusal hizmetlerin biçim ve yöntemini belirlemekte asıl belirleyici unsur, kapitalist eko-nomik işleyişin krizi ve bu kriz karşısında devletin ekonomik ve toplumsal yapının belirlenmesi konusunda üstlendiği rolün değişimidir. Devletin hangi işlevleri üstleneceği ve hangi hizmetle-

13912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

rin kamu hizmeti kapsamına alınarak devlete yükleneceği sınıf mücadelesinin sonucu olarak be-lirginleşmektedir. Bu mücadelenin kapsamını ve niteliğini kapitalist sistem içinde üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi belirlemektedir.

Bu çerçeveden hareketle kapitalist sistemin üretim ilişkilerini kurgulayışı açısından temel özelliği ekonomik olan ile siyasal olanı ayırma yöntem ve biçimleridir. Bu aynı zamanda üretim ve bölüşüm süreçlerinin birbirinden bağımsız ekonomik ve toplumsal kategorilere dönüşümü an-lamına gelmektedir. Üretim süreci piyasada gerçekleşir. Bölüşüm ilişkileri ise devlet müdahale-si ile biçimlenen siyasal alanda tanımlanır. Bir kez böyle bir kategorizasyon yapıldığında, ekono-mik alanın belirleyiciliğinden hareketle devletin ekonomik ve toplumsal süreçler içindeki rolü bi-çimlenmektedir. Dolayısıyla bu doğrultuda kamu maliyesinin sınırları ortaya çıkmaktadır. Kapita-list sistemin kriz üreten dinamiği ile ekonomik olan ile siyasal olanın ayrışması bir arada düşünül-düğünde, devlet ekonomik alanda ortaya çıkan krizleri siyasal alanda bölüşüm ilişkilerini düzen-leyerek yeniden üretim sürecinin gereklerini yerine getirmektedir. Dolayısıyla kapitalist sistemin krizler ile kendini yeniden üreten dinamiği, krizlerin kamu maliyesi düzenlemelerini gerektirirken eşanlı olarak kamu maliyesinin krizini (yöntemsel ve kamu açıkları vb göstergeler açısından tek-nik olarak) oluşturmaktadır. Özetle çalışmada, kapitalist sistemin ekonomik olanla siyasal olanı ayrıştırarak sınıfsal dinamikleri perdeleyen bir devlet ve kamu maliyesi analizi yaptığı, radikal teo-rilerden hareketle değerlendirilecektir.

140 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKİYE’DESENDİKAL MÜCADELE

I

Türkiye’de Sendikal Kriz ve Tekel Direnişi

Barış Erdem Gürkan, Global Labour University

Dünya kapitalizminin 1970’li yıllardan bu yana aşılamayan yapısal krizi kendisini çeşitli alan-larda yeniden üretmektedir. Bu alanların başında işçi sınıfının en temel mücadele aracı olan sen-dikalar gelmektedir. Kapitalist üretim tarzının iktisadi, siyasi ve toplumsal zeminde yaşadığı tıka-nıklığın kesiştiği noktaya da işaret eden ve “sendikal kriz” olarak tarif edilebilecek bu süreç, sendi-kaların üye sayısındaki azalmanın ötesinde siyasal ve toplumsal dönüştürücü potansiyelin gerile-mesinde somutlaşmaktadır. Bir yandan sendikalar etkisizleşirken, diğer yandan yaşanan krizi aş-maya ve sendikal hareketi “yeniden canlandırmaya” dönük çeşitli arayışlar da güncel hale gelmiş-tir. Sendikaların içinde ve/veya işçi sınıfının mücadele pratiklerinde somutlaşan bu arayışlar sen-dikaların dönüştürücü kapasitesi olarak da tarif edilebilecek sendikal gücün yeniden üretilmesi ve sendikal krizin aşılması bağlamında değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Türkiye, sendikal krizin en derin yaşandığı ülkelerin başında yer almaktadır. Krizin aşılmasına dönük arayışlarda ise sendikaların iç dinamiklerinden çok işçi sınıfının “kendiliğinden” mücadele-si belirleyici olmuştur. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısında gerçekleşen işçi sınıfı mücadeleleri mevcut sendikal yapıları aşan bir içeriğe sahip olmuştur. 2009 yılı sonunda TEKEL işçilerinin baş-lattığı direniş ile birlikte bu sürece önemli bir halka eklenmiştir. TEKEL direnişi, yarattığı siyasal ve toplumsal etkinin yanı sıra Türkiye’de sendikal kriz açısından da değerlendirilmeyi gerektirmekte-dir. Çok boyutlu bir süreç olarak “sendikal yeniden canlanma” olgusunu kavramsallaştıran yakla-şımdan hareketle bakıldığında TEKEL direnişi, kurumsal ve politik boyutun önemine işaret etmek-tedir.

Bu çalışma, kuramsal bir çerçeveden hareketle, TEKEL direnişinin ışığında Türkiye’de sendi-kal kriz olgusunu ve krizin aşılması olarak da tarif edilebilecek olan sendikal yeniden canlanması-nın olanaklarını analiz etmeyi amaçlamaktadır.

35. OTURUM

14112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Emek Piyasasının Dönüşümü ve İşçi Hareketinin Yeniden İnşası: 1989 Bahar Eylemleri Deneyimi

Neşe Voyvoda, Boğaziçi Ü., Atatürk ilk. ve İnk. Tar. Enst.

Bu sunumda “Bahar Eylemleri” olarak bilinen ve 1989 yılında Türkiye’de gerçekleşen işçi ha-reketini incelemektedir. Bu eylemlerin birkaç göze çarpan özelliği vardır: Bu eylemler 1980’deki askeri darbeden sonra ilk toplu işçi hareketi olduğu gibi, aynı zamanda işçilerin şikâyetlerini dile getirmek için farklı yollar bulduğu eylemlerdir. İşçilerin hem emek piyasasının dönüşümü hem de hareket esnasındaki deneyimleri bu çalışmanın odak noktasıdır. Ekonomik dönüşüm süreci 24 Ocak kararlarının açıklanması ve 12 Eylül’deki askeri darbeyle birlikte 1980 yılında başlamıştır. 24 Ocak kararları son 20 yıldır izlenen ithal ikameci sanayileşmeden ihracat bazlı büyümeye geçi-şi simgeler. Bu ekonomik dönüşüm işçilerin yaşamını kökten değiştirmiştir. Dönüşümle beraber emek piyasasında düşük maaşlar, iş güvenliğinin azalması, esnek istihdam, sendikasızlaşma, as-keri kurallar, kayıt dışı sektörlerin artışı, özelleştirme ve işsizlik hüküm sürmeye başlamıştır. Bu su-num işçileri harekete iten bu dönüşüm sürecini ve bu süreçte işçilerin kendi algılarını ve deneyim-lerini incelemek için bir girişimdir.

1989 yılı büyük bir işçi hareketinin başlangıcıdır. Bunun nedeni ise işveren ve işçi sendika-larının işbirliksiz tutumlarının sonucu toplu sözleşmenin tıkanmasıdır. Bu dönemde grev yapma-ya getirilen yasakları düşündüğümüzde, “Bahar Eylemleri” daha önceki işçi hareketlerinden fark-lılaşır. İşçiler şikâyetlerini dile getirmek için yasa boşluklarından yararlanarak ya da bazen yasalara karşı gelerek birçok yöntem bulmuşlardır. Onların bu hareketleri renkli, cesur ve yaratıcıdır: toplu olarak hastaneye gitmiş, yemekleri boykot etmiş, bıyık ve sakal uzatmış, çocuklarını bakamadık-larını göstermek için sembolik olarak çocuklarını satılığa çıkarmış, ailelerini bir arada tutamadık-larını iddia ederek toplu boşanma için mahkemeye başvurmuşlardır. Bu sunumda işçilerin fabri-ka içerisinde ve dışarısında yaşadıkları dönüşüm, işçi hareketinin ardında yatan sebepler ve işçile-rin deneyimleri E.P. Thompson‘dan ilham alınan kültürel terimler ve emek hareketleri ve yeni top-lumsal hareketleri bir arada düşünmeye çalışan literatür altında incelenmektedir.

Esnek Emek Politikasi ve Sendikaciliğin Krizi: Ankara’daki Tekel İşçileri Direnişi Örneği

Araş. Gör. Mehtap Tosun, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji Bölümü

Tarihsel süreç içerisinde belirli iktisadi, siyasal ve toplumsal dönüşümler, işçi sınıfının ve işçi sınıfının kolektif çıkarlarının temsili olan sendikaların yapısında bir takım değişikliklere yol açmış-tır. II. Dünya savaşından 1970’lerin sonlarına kadar geçen zaman seyri sermayenin içerilme kanal-larının yoğunlaştığı bir döneme tanıklık ederek kapitalist gelişimin yaşadığı en verimli zaman ara-lığı özelliğini taşımaktadır.1970’lerin sonlarına gelindiğinde, bu zamana kadar oluşan sermaye bi-rikiminin krize girmesi sonucunda sermayeye yeni birikim alanları açma amacıyla neoliberalizm ideolojik yapılanması bu krizden çıkış yolu olarak ortaya konulmuştur. Neoliberal hegemonya sü-recinde uygulanmakta olan, deregülasyon, özelleştirme ve esnekleştirme politikalarıyla emeğin metalaşması, bir yandan istihdam biçimlerinin çok katmanlı ve güvencesiz hale gelmesine diğer yandan da sınıfın parçalanmasına dolayısıyla sendikaların temsiliyet krizine yol açmaktadır. Bu bağlamda neoliberal ideolojik yapılanma ekseninde güdümlenen politikalarla metalaşan emeğe

142 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ve bunun sonucunda oluşan çok katmanlı istihdam ve parçalanan sınıf yapısını kavrayamamanın yol açtığı sendikal krize ve güvencesiz istihdama karşı bir duruş niteliğinde olan Ankara’daki Te-kel işçileri direnişinin farklı etnik ve cinsiyete dayalı kimliklerden gelen işçileri, işsizleri, diğer istih-dam biçimlerinde çalışanları, onlara destek veren demokratik kitle örgütleriyle toplumsal hare-ketleri güvencesizliğe yani neoliberal politikalara karşı ortak bir zeminde bir araya getirdiği görül-mektedir. Bu araştırmada, esnek çalışma koşulları, güvencesizlik ve sendikaların krizi gibi süreç-leri gözler önüne serdiği öngörülen Tekel işçilerinin direnişi ve bu direniş içerisindeki toplumsal dinamikler tekel işçileri ile yapılan görüşmeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Yapılan görüşmele-rin analizleriyle hem direnişin yapısal ve konjonktürel boyutunun kavranması hem de esneklik ve özelleştirme politikaları neticesinde sendikasızlık ve güvencesizlik bağlamında oluşan Tekel iş-çilerinin direnişinin ortak mücadele zemininde ve sendikaya rağmen kendiliğinden oluşmasının koşulları ve nedenleri tartışılmaktadır. Bu çalışma, esnek çalışma koşullarının yol açtığı güvence-sizliğin toplumun bütün kesimlerini ortak bir düzlemde buluşturduğunu, sendikaların bu sürecin kapsayıcı özelliklerini ve değişen istihdam koşullarının yol açtığı parçalı işçi sınıfının yapısını kav-rayamadığı için temsiliyet krizine girdiğini Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişleriyle görünür kıla-rak bütün bu süreçleri daha yakından anlaşılmasına ve değerlendirilmesine yardımcı olmaktadır.

Bilgi Üniversitesi’nde Sendikalaşma Deneyimi: Olanak, Sınırlılıklar ve Sendikal Strateji

Arş. Gör. Elif Hacısalihoğlu, Trakya Ü., İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Bu çalışmada, var olan sendikal kriz ortamında, ses getiren bir deneyim olarak Bilgi Üniversitesi’nde sendikal örgütlenme süreci tartışmaya açılacaktır. Mevcut sendikal kriz tartış-maları ve literatürde dile getirilen örgütlenme çıkmazları bağlamında, Bilgi Üniversitesi’nde ya-şanan deneyimde açığa çıkan ücretli işçiliğin farklı kademelerinde yer alan vasıflı/vasıfsız emeğin birlikte örgütlenmesinin olanak, koşul ve sınırlılıklarının ortaya koyulması hedeflenmektedir.

Özelleştirme uygulamaları, hizmet sektörünün artan oranı ve sektörün kendine içkin sendi-kal örgütlenmeyi zorlaştırıcı yapısı, istihdam biçimlerinin bölünme/parçalanma/çeşitlenmesi lite-ratürde sendikal kriz bağlamında en çok dile getirilen unsurlardan bazılarıdır. Bilgi Üniversitesi ör-neğinin, bu unsurların farklı derecelerde kesiştiği ve Türkiye’de vakıf üniversiteleri özelinde sendi-kal örgütlenmenin gerçekleştiği bir ilk olduğu gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, bir vakıf üni-versitesi olarak sendikalaşma sürecinin barındırdığı zorluk ve tıkanıklıklar göz önünde bulundur-duğunda, kapitalist üretim sürecinde herhangi bir sermaye tarafının benzer eğilimlerini de sergi-lendiği izlenimi uyanmaktadır. Tüm bu koşullar ve tartışmalar ekseninde, bu çalışmada farklı va-sıf düzeylerine sahip emeğin birlikte örgütlenebilmesindeki kısıtlılıkların ötesinde, sürmekte olan deneyimlerden ne gibi kazanımlar elde edildiği, örgütlenme süreçlerinin nasıl ortaklaşabildiği ele alınacaktır. Böylesi bir çabanın olanak ve kısıtlılıklarıyla farklı örgütlenme deneyimleri için ola-sı sendika pratiklerinde yol gösterip gösteremeyeceği de yine bu örnek üzerinden tartışmaya açı-lacaktır.

Bu çerçevede, farklı vasıf düzeylerinde yer alan emeğin ortak bir örgütlenme zemininde bu-luşmasının hangi koşullarda, ne gibi araçlarla, nasıl bir dille sağlandığı, işçilerin bu süreci ve kendi konumlarını nasıl algıladığı soruları cevaplanmaya çalışılacaktır. İmkân ve sınırlılıklarını ortaya ko-yabilmek adına, sendika uzmanları ve işçilerle gerçekleştirilen mülakatlardan, örgütlenme süre-cinde kullanılan afiş, kitapçık vb. materyallerden faydalanılacaktır.

14312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KADINLAR İÇİN BİYOGRAFİ YAZMAK

Kadınlar: Ne Yoktular, Ne Sevildiler, ne Anlatıldılar!

Meral Akbaş, ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora ÖğrencisiDr. Handan Çağlayan, Siyaset Bilimci

Gülbanu Altunok, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Doktora Öğrencisi

Bu bildiri, resmi tarih ve/veya klasik/ortodoks anlatılarca unutulan ya da görmezden gelinen kadınların hayat öykülerinin feminist biyografiye konu edilmelerinin sağlayacağı imkanları tartış-mayı amaçlamaktadır. Bu sunuşun teme meselesi, biyografilerin besleneceği muhtemel kaynak-lar üzerine bir tartışma yürütmektir. Edebiyat metinlerinin, sözlü tarih yoluyla görünürleşen ko-lektif kadınlık deneyimlerinin, tarihin ve siyaset felsefesinin kadınlar için biyografi yazmaya nasıl imkanlar sunacağının; feminist biyografinin, özel alana sıkıştırılmış hayatların, direnen, üreten, kı-rılan, dökülen kadınların, kısacası kadınlık deneyimlerinin dillendirilişinin nasıl tarihsel/siyasal bir müdahale aracı olabileceğinin tartışılacağı bu metinde, unutulmuş ya da görmezden gelinen bir kadın yazarın, Esma Ocak’ın edebi yapıtları, yine pek hatırlanmayan devrimci kadınların cezae-vine, Mamak Askeri Cezaevi’ne dair sözlü tarih anlatıları, kadın sorunlarına duyarsızlığı nedeniy-le eleştirilmesine rağmen bir siyaset felsefecisi olarak Hannah Arendt’in kaleme aldığı 18. yüzyıl Avrupası’nda yaşamış Yahudi bir kadın olan Rahel Varnhagen’in yaşam hikayesi feminist biyogra-fi yazımını besleyecek olası kaynakları işaret etmeleri bakımından önemli görünmektedir.

Türkiye’de Yazılan Kadın Biyografilerine Dair

Meral Akbaş, ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi

Geleneksel biyografi yazımına yöneltilen eleştirileri, Türkiye’de yazılan kadın biyografile-ri bağlamında da tartışmak mümkün görünmektedir. Geleneksel biyografinin sularında gezi-nen bu kadın biyografilerinde, toplumsal tarihin aktarıldığı ama eleştirilmediği ve hayatı anlatı-lan kadının anlatısıyla buluşturulmadığı, büyük tarih anlatılarının ‘verili’ olarak kabul edildiği he-men göze çarpmaktadır. Sözü edilen biyografilerin çoğu kamusalda yaşanan başarı öykülerine sı-

36. OTURUM

144 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

kışmakta; kadınların başarılarının bedelini ödedikleri özel alanın anlatımını dışlamaktadır. Yazılan biyografilerin önemli bir kısmında, kadınların hayatındaki boşluklar edebi anlatımlarla doldurul-makta; derinlikli bir tarihsel takibin, bilgi ve belge araştırmasının eksikliği hissedilmektedir. Ka-dınların öyküleri anlatılırken farklı kadınların hayatlarının birbirine nasıl, ne zaman ve hangi yol-larla değdiği, kadın karşılaşmaları, kadın dostlukları yine metnin dışında kalmakta ya da metnin içinde kendine daha az yer bulmaktadır; diğer yandan, babalar, başarılı ve ünlü erkekler bu anla-tılarda öne çıkmaktadır. Tüm bu eleştirilerin tartışılması, Türkiye’de kadın için biyografi yazmanın Türkiye’nin toplumsal tarihinin eleştirel yazımını nasıl güçlendireceğini görünürleştirmesi bakı-mından önemli görünmektedir.

Biyografi : Kimin Metni?

Şule Çiltaş, Çevirmen

Bir yaşamı hikaye etmek ister istemez tereddütleri, tutarsızlıkları, yalanlamaları, yanılgıları ve çelişkileri ortadan kaldırma eğilimi doğrultusunda hareket eder; zenginliklerin ve tesadüflerin eş-lik ettiği herhangi birinin hayatı derlenip toparlanır hatta kimi kez bu hayatı “ düzeltme” çabasına girilir. Anlatı, dil-olay-zaman akışının sağladığı süreklilik ve çizgisellik esasına göre akmalı ve ya-zar gerektiği yerde gerektiği kadar geriye dönüş yaparak bütünleştirilmiş, somut bir kimlik ortaya koymalıdır. Bir yanından eksik bir yanından fazla da tutulsa yaşamı “yazarak” anlatmak “ kendini doğrulama” gayretini beraberinde getirir.

Evet, kendini söylemin buyurgan yasalarına kaptırmış bir dilin içinde “öyküyü”, hele de kadı-nın öyküsünü yakalamak güçleşebilir; üstelik bu öyküde o, kendinden çok başkalarına yer vermiş-tir; kendini ortak bir öykünün ikincil bir unsuru gibi konumlamıştır; anlatısında “ ben” tekil şahsını kullanmaktan imtina etmiştir; yazdıklarını babasına ya da önemsediği “büyük adamlara” ithaf et-miş ve kendi varoluş hakikatini bu büyük adamların düşünsel zemini üzerine oturtmuştur; mes-leki başarı ve tatmin metninin ana ekseni olmuştur. Kendini anlatma çabası içinde, aslında dışın-da bırakıldığı ve hiçbir katkısının içine nüfuz etmesine izin verilmeyen bir “formdan”, itaat etme-si beklenen bir anlam bütününden “ödünç aldığı” ifadelerle öz adından soyunur. Onay beklenti-si ve kabul görme tasasının önde gittiği, aslolanın bir “parçası” muamelesi gören bu “çelişkili” dilin karşısına ataerkil amnezi, erkekler tarafından yazılan ve sınıflandırılan belgeler-fotoğraflar-yazılar kütlesi dikilir.

Geleneksel biyografide çokça rastlanan bu anlatı özelliklerinin tartışılması, sunumun temel izleği olacaktır.

14512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TOPLUMSAL MÜCADELE:İLETİŞİM HAKKI

İletişim Hakkını Yeniden Kavramsallaştırılmak: Hak Mücadelesi Ekseninde Kuramsal Bir Tartışma

Arş. Gör. Çağrı Kaderoğlu, Bulut Gazi Ü., İletişim F.

İletişim hakkı kavramının Birleşmiş Milletler sözleşmeleri, İnsan Hakları Evrensel Beyan-namesi, Dünya Bilgi Toplumu Zirvesi hazırlık toplantıları esnasında hazırlanan İletişim Hakla-rı Bildirgesi gibi bir dizi uluslararası belgeye dayanan bir geçmişi vardır. Enformasyon toplumu yaklaşımı çerçevesinde de iletişim hakkı kavramı daha da geniş bir biçime ulaşmıştır. Teorik dü-zeyde ulaşılan bu aşama uygulamada karşılığını bulmaktan oldukça uzaktır. İletişim hakkı kav-ramının gerek Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ilk toplantılaWrında insan hakları kavramı dolayı-mı ile tanımlanan ilk biçimleri gerekse de enformasyon toplumu söylemi dolayımı ile genişle-yen biçimi hala erişilmesi mümkün olamamış düzeyler durumundadır. Oysa günümüzde ge-nişleyen iletişim seçenekleri ve iletişimin giderek toplumların siyasi, ekonomik, kültürel, top-lumsal yaşamları açısından merkezi konuma gelmesine karşıt olarak yine aynı gelişmelerin te-tiklediği, daha öncekilerle karşılaştırılamayacak denli büyük tehditler de söz konusudur. Medya alanının hızla yoğunlaşması ve tüm iletişim araçlarının küresel düzeyde örgütlenmiş birkaç hol-dingin elinde toplanması; artan elektronik gözetim; kamusal bilginin giderek daha fazla özel mülkiyetin ve ticaretin konusu haline gelmesi; kamusal iletişim ortamlarının hızla özelleştiril-mesi ve piyasa kurallarına bırakılması; iletişim olanaklarına erişimde yaşanan eşitsizlikler bu tehditlerden sadece bazılarıdır. Böylesi bir medya ortamı içinde iletişim hakkı içinde bulundu-ğumuz dönemdeki mevcut toplumsal mücadeleler içerisinde hem tartışma ve pratiğe dökül-me zemini bulmakta hem de bu mücadelelerin bir alanı olarak belirmektedir. Bu çalışmada ön-celikle “hak” kavramı ve insan hakları tartışmalarına değinilecek daha sonra ise mevcut iletişim ortamını betimlemek amacıyla 1980 sonrası medya alanının görünümü içinde enformasyon toplumu tartışmaları ele alınacaktır. Son olarak ise iletişim hakkının ne olduğu, iletişim hakkı ta-lebinin toplumsal anlamı, maddi koşulları ve pratik ayaklarının neler olabileceği gibi farklı bo-yutları üzerinde bir tartışma gerçekleştirilecektir. Çalışmanın temel amacı iletişim hakkı kavra-mının, hak mücadeleleri bağlamında yeniden kavramsallaştırılmasıdır.

37. OTURUM

146 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İfade Özgürlüğünden İletişim Hakkına:Yasa Metinlerinin Ötesinde Bir Tartışmanın Kavramları

Onur Can Keskin, Ankara Ü., Hukuk F.

Kapitalist toplumun içinde bulunduğumuz dönemdeki biçimini tanımlamak için kulla-nılan kavramsallaştırmalardan biri olan enformasyon toplumu yaklaşımı, özünde iletişimin ol-duğu bir toplumsal yapılanmayı betimlemektedir. Dolayısıyla iletişim hakkının güvence altı-na alınmasının tüm ülkelerin gündeminde en üst sıralara oturması beklenmektedir. Oysa ne Türkiye’de ne de başka ülkelerde durum böyle değildir. Hukuk tarafından tanındıkça daha faz-la koruma altına alınması beklenilen iletişim özgürlüğü, pozitif hukuk alanına girdikçe denet-leme arzusuna yenik düşmektedir. Dolayısıyla, üstün politik ve ekonomik çıkarlarla ve bunların bir aracı olarak hukuk dolayımıyla egemenin kıskacından çıkamayan bu özgürlüğün gerçek ya-şam alanına -toplumsal alana- çekilmesi ve bir hak olarak talep edilebilmesi iletişim hakkı tar-tışmasının ana zemini olarak belirmektedir. Bu çalışmada hak mücadeleleri içinde yükselen ile-tişim hakkı tartışmasına, belirtilen çerçeve içerisinde güncel örneklerden yararlanılarak katkı sunulmaya çalışılacaktır.”

İletişim Hakkının Güncel Sorunları:Erişimde Eşitsizlik ve Örgütsüz Medya Emekçisi

Arş. Gör. Aylin Aydoğan, Ankara Ü., İletişim F.

Mevcut medya ortamı bir boyutuyla ticari medya kuruşlarının birikimlerini ve kârlarını en çoğa çıkartmak amacıyla pazardaki faaliyetlerini biçimlendirdikleri diğer boyutuyla da med-ya endüstrisinin kapitalist sistem için sermaye birikiminin sağlandığı alanlardan biri olduğu bir görünüme sahiptir. Piyasa koşullarının belirleyiciliği altındaki günümüz iletişim ortamı temsil-de sınırlı kalan; katılımcı, demokratik ve eşit olmayan; medya metinlerinin emek karşıtı, toplu-mun farklı kesimlerinin hayatına ilişkin bilgiyi ve sorunları aktarmaktan uzak olduğu bir yapı-dadır. Medya endüstrisinin ticari anlamda değil ancak meşruiyet ve kendisine biçilen toplum-sal rolü yerine getirme anlamında ciddi bir kriz içinde olduğu günümüzde “Enformasyon ve bil-ginin sahipleri kimlerdir?”, “Enformasyon ve bilgi üretim süreçlerini kimler denetim altında tut-maktadır?”, “Üretilen enformasyon ve bilgi kimlerin yararına dolaşıma girmektedir?” sorularının yanıtlanması, uluslararası düzeyde örgütlenmiş holdinglerin denetimindeki ticari iletişim orta-mının karşısında yürütülebilecek iletişim hakkı mücadelesinin ve tartışmasının temel kavram-larını ve zemini örmeyi sağlayacaktır. Bu çalışmada iletişim hakkının önündeki en önemli engel-lerden olan erişim eşitsizliği ve medya emekçilerinin ekonomik ve editoryal güvencesizliği ile-tişim hakkı tartışmalarının ele alması gereken sorun alanlarından olmaları vurgusuyla tartışıla-caktır.

14712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

FAŞİZM

Nasyonal Sosyalizm ve Mühendislik

Ahmet Emre Çoban, Ankara Ü., SBF

Mühendislik, sürekli olarak rasyonellikle bir arada anılmışken nasyonal sosyalizm, bir irrasyo-nalite rejimi olarak ele alınmaktadır. Ne var ki bu irrasyonel rejim, gerek oluşum sürecinde gerek-se II. Dünya Savaşı’nda ‘rasyonel’ mühendisleri de, uygulamalarına son derece etkin bir biçimde dâhil edebilmeyi başarmıştır. “Nasyonal sosyalizm, ‘rasyonel’ mühendisleri bu irrasyonel süreçle-re, bu barbarlığa nasıl entegre etti?” sorusundan yola çıkan bu çalışma, söz konusu ilişkiyi bir neb-ze de olsa çözümlemek ve faşizm üzerine çalışmalar yapanlara meselenin böyle de bir boyutu ol-duğunu göstermek amacı taşımaktadır.

Bu amaçla kurgulanan çalışma, ilk olarak nasyonal sosyalizm deneyimi ile modernizm ara-sındaki kimi yerde nefret kimi yerde aşk olarak tezahür eden ilişkinin izleri sürmekte, bu bağlam-da nasyonal sosyalizmi bir teknokrasi rejimi olarak ele almanın ne ölçüde mümkün olduğu üze-rinde durmaktadır. Nasyonal sosyalizm ile mühendislik arasındaki köprünün gerek ideoloji ge-rekse hareket düzleminde nasıl kurulduğuna yönelik incelemelere de yoğunlaşan çalışmada, III. Reich’ın başmühendisleri olarak tanımlanabilecek Gottfried Feder, Fritz Todt ve Albert Speer ek-seninde, nasyonal sosyalizmin ekonomi ve teknoloji politikalarında yaşanan değişim ve dönü-şümler de mercek altına alınmaktadır. Bunların yanı sıra, savaş ve Holocaust endüstrileri özelinde Nazi Almanyası’nda mühendislerin üstlendiği işlevler, kısaca derlenmeye çalışılmaktadır.

Nasyonal sosyalizmin anti-modernizm olarak değil, Jeffrey Herf’in ifadesiyle bir tür ‘reaksi-yoner modernizm’ olarak incelendiği çalışma, mühendislik ile nasyonal sosyalizm arasındaki iliş-kinin bir çelişkiden ibaret olmadığını belirginleştirmektedir. Bunun yanı sıra bu çalışmayla, nas-yonal sosyalizmin neden ‘kötü’ olduğunu anlamak için rejimin yalnızca tekelci kapitalle bağıntısı-nı ya da despotluğunu ya da aşırı milliyetçiliğini, ırkçılığını değil, aynı zamanda teknolojiye yükle-diği anlamı ve teknolojiyi kullanma biçimlerini de aynı oranda sorgulamamız gerektiği yargısı da ortaya konmaktadır.

38. OTURUM

148 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bertolt Brecht, Anti-Faşist Mücadele ve Epik Tiyatro

Aysun Gezen, Ankara Ü., SBF

“Diğer yazarlara hiçbir şey öğretmeyen yazar, hiç kimseye bir şey öğretemez,” der Walter Benjamin, “Diğer yazarları öncelikle üretime yöneltmeli, ikinci olarak da kullanımlar için gelişmiş bir araç sunabilmelidir. Bu araç, ne kadar çok tüketiciyi üretim süreciyle ilişkiye sokarsa, ne kadar fazla sayıda okuyucu ve seyircinin sürece katılımını sağlarsa, o denli iyi bir araç olacaktır. […] böy-le bir modelimiz vardır: Bu, Brecht’in epik tiyatrosudur.”

Bertolt Brecht’in tiyatrosu, birçok yazarı üretime yöneltmiş, birçok seyircisi ve okuyucusunu üretim sürecinin bir parçası kılabilmiştir. Fakat bu dâhil etme ve çoğaltma süreci, salt sanatsal bir konumlanışın ürünü olarak cereyan etmemiştir. Brecht, yazdıklarının alıcısı olan herkesi, açık açık bir harekete, direnişe davet eder. Bu, bir yanıyla kapitalizme, bir yanıyla nasyonal sosyalizme kar-şı bir direniş olacaktır. Direnişe davet ise, genelde faşizm özeldeyse nasyonal sosyalizme dair güç-lü bir eleştirinin üzerine kurulmuştur. Bu çalışma, işte bu eleştirinin temel unsurlarını belirginleş-tirmek amacıyla yapılmıştır.

Brecht’in Nazi Almanya’sı hakkındaki çıplak gerçeği ortaya sermek konusundaki tutkusunun en doruğa çıktığı oyun olarak Furcht und Elend des Dritten Reiches, bu eleştiriyi tiyatro aracılığıy-la ortaya koymasının en üst noktasıdır. Brecht faşizmi sadece korku ve sefaletle özdeş olarak ele almaz, sosyo-ekonomik boyutun yanı sıra nasyonal sosyalist rejimin “bir din yaratma” başarısına dikkat çekerek psikolojik boyutu da dikkate almıştır. Brecht’in genel olarak yapmaya çalıştığı şey, insanları kapıldıkları büyünün karşısına yerleştirerek ona dışarıdan bakmalarını sağlamak, rejimin kırılganlığını ve kendisini sunduğundan daha “güçsüz” olduğunu göstermektir. Bu sayede insan-larda, onu değiştirebileceklerine dair bir düşünce uyandırarak direniş tohumlarını ekmeye çalışır, mücadelenin başka bir boyutunu sunar ve bir uyarı olarak değerini korur.

Faşizmin Kitle Tahlili: Wilhelm Reich

Çağan Biçel, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. B.

Kitlelerin karşılaştıkları her olay, yine kitlelerin tercihleri sonucunda meydana gelmektedir. Yaşanmış ve yaşanacak olaylar kitlenin kişilik yapısının bir yansımasıdır. Bu durum, iki dünya sava-şı arası dönemle sınırlandırılan faşizm deneyiminin, bugün ve gelecekte de var olabileceğini ka-nıtlamaktadır, çünkü faşizm ekonomik ve sosyal etmenler tarafından da şekillendirilen, “psikolo-jik bir sorundur”. Faşizm, kitleye denetleyici ve çevreleyici bir anlam yükleyenlerin aksine, kitlenin yıkıcı olduğu kadar kurucu ve siyasal bir yaratıcı olabileceğinin de kanıtı olmuştur. Buradan hare-ketle “kitleler faşizmi neden arzular?” sorusuna yoğunlaşan bu çalışma faşizm analizlerinin kitlesel boyutunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda Wilhelm Reich’tan hareketle, kitle kuramına genel bir bakış sunmaya çalışılacak ve “kendi”ni kolektif bir varoluş içerisinde tanımlama ihtiyacı hissetmenin nedenleri üzerinde durulacaktır. Kitlelerin kişilik yapısına, kitle ve lider ilişkisinin ek-senine ve faşist öğretinin kitleyi yönlendirici etkisine değinilecektir. Bunun yanı sıra faşizmin kitle üzerindeki hakimiyetinin dayanağı olan, hem bir araç hem de amaç olarak tezahür eden aile, din ve ırk kuramının faşizmle olan ilişkisi de değerlendirilecektir. Faşizmin kitle psikolojisi çerçevesin-de nasıl sona erdirileceği tartışması da yine kitleden hareketle yürütülmeye çalışılacaktır.

14912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Genelde faşizm, özeldeyse nasyonal sosyalizmin psikanaliz üzerinden incelendiği bu çalış-mada, faşizmin insanlar tarafından ne şekillerde arzulanır olduğu sorgulanacaktır. Varılan sonuç-ların ürkütücülüğü karşısında, bu sonucun uyandırdığı meraktan ve faşizmin kitle psikolojisine dayanılarak analiz edilmesinden hareketle, kitle kuramı ve faşizm ilişkisini sorgulamamız gerek-tiği açığa çıkmaktadır. Bunun yanı sıra bu çalışma, faşizmin bir defalık bir deneyim olduğu yargı-sının tartışılması gereğini de ortaya koymaktadır; çünkü faşizm zamansal ve mekansal sınırlama-lardan bağımsız olarak insanın olduğu her yerde ortaya çıkabilecek, insana özgü bir uğrak olarak kabul edilmektedir.

Nasyonal Sosyalizm Bir Siyasal Din midir?

Ömer Allahverdi, Ankara Üniversitesi, SBF

Faşizm, bazı siyaset bilimcilerinin ve felsefecilerinin öne sürdükleri gibi yalnızca iki dünya sa-vaşı arasındaki döneme ve bu dönemi takip eden savaş koşullarına özgü bir siyasal olgu değildir. Faşizmi yalnızca geçmişteki birkaç tarihsel deneyimle sınırlama çabası, faşizmi sadece bir daha karşımıza çıkmayacak bir ‘hayalet’ gibi ele alma girişimi değil, aynı zamanda bugün farklı biçim-lerde ortaya çıkan görünümlerini de görmezden gelme girişimidir. Oysa dar anlamıyla faşizmi bir kenara bıraktığımızda, bugün faşizmin kendisini farklı şekillerde yeniden ürettiği ve totaliter özle-ri ile birlikte yanı başımızda olduğu aşikardır.

Faşizm gibi, günümüz siyasi tartışmalarına damga vuran bir diğer mesele, Luc Ferry ve Mar-cel Gauchet’nin ünlü tartışmasında da görülebileceği gibi, “Dinden Sonra Dinsellik” meselesidir. Dini kimlikler üzerinden yapılan siyasetin yükselişinin, özellikle Aydınlanma kültürünün entelek-tüellere unutturduğu dinselliğin, bugün siyasete hangi özellikleriyle yön verdiğine dikkat etmek gerekmektedir.

Bu çalışmanın çatısı, “faşizm” ve “din” arasındaki ilişkiden hareketle oluşturulmaktadır. Bu ça-lışma, öncelikle 20. yüzyıl öncesindeki diktatörlük biçimleri için kullanılan tiranlık, Sezarizm, Bo-napartizm gibi kavramların neden Nasyonal Sosyalist Almanya’yı açıklamakta yetersiz kaldığını ve totalitarizm kavramının bahsi geçen diktatörlük biçimlerinden farklı bir egemenlik biçimine karşılık geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Ardından Eric Voegelin’in ve Emilio Gentile’nin to-talitarizmleri siyasal din kavramıyla birlikte yeniden düşünmemiz gerektiği yönündeki tezlerin-den yola çıkarak, faşizmin ‘mükemmel hali’ olan Nasyonal Sosyalizm örneğinde, din ve siyaset ara-sındaki geçişleri ele almaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın temel amacı, Nasyonal Sosyalizmin bir siyasal din olup olmadığını tartışmak suretiyle, günümüz siyasetini de kapsayacak biçimde, din ve siyaset arasındaki çetrefilli ilişkiye dair bazı ipuçlarını yakalamak ve açığa çıkartmaktır.

150 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ULUSLARARASI ÖRGÜTLERVE TÜRKİYE

Uluslararası Örgütlerin Gelişmekte Olan Ülkelerde İdari Reformlar Açısından Politika Transferi Sürecinde Rolü:

Yeni Kurumsal Kuram Açısından Bir Analiz

Jale Akhundova, TODAİ

Küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ülkelerde yeniden yapılanma uygulamaları yay-gınlaşmaktadır. Uluslararası örgütlerin özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu idari yeniden ya-pılanmalarındaki rolü bir gerçekliktir. Uluslararası örgütler finansal yardımlar, mali-teknik des-tekler çerçevesinde ulusal idari reformlara etki yapma imkanı elde ediyorlar. Bu etki kamu po-litikası transferi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Fakat birtakım idari reformları ulusal iç dina-miklerin koşullandırdığı gerçekliği de ortadadır. Çalışmanın amacı bu iç dinamiklerin ulusal ida-ri reformlara olan etkisini kapsamamakla birlikte, uluslararası örgütlerin bu süreçteki hem mev-zuat hem de yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesine etkisini ve de politika transferi olgusunu Yeni Kurumsalcı Kuram çerçevesinde tartışmak ve Kamu Politikası transferi olgusunu Yeni Ku-rumsalcı yaklaşımlarla izah etme imkânlarını ortaya çıkarmaktır. Bu çalışmada ülkelerin idari ya-pılarının yeniden yapılandırılması çerçevesindeki reformların küreselleşme sürecinde küresel-leşen ekonomi boyutunu tamamlayan siyasi-idari boyut ya da süreç olduğu savunulmaktadır. Özellikle bütün dünyada yaygınlaşan reform dalgasının sonuçta politika transferi ya da “politi-ka ithali” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği ve bu transfer sürecine yapısal ve düşünsel kurumsallaşma sürecinin zemin oluşturduğu savları ileri sürülmektedir. Çalışmada temel savu-nulan fikir politika “ithal eden” ülkelerin bu eyleminin politika transfer eden tarafın kaynak des-teğine ve siyasal meşruiyetine ihtiyacından kaynaklandığı, aynı ihtiyaçları karşılama eylemin-de bulunarak uluslararası örgütlerin idari reformları daha kolaylıkla dayatma fırsatı edinmesi-dir. Çalışmada varılan sonuç sınırlı sayıda gelişmiş ülke bazında oluşturulan politikaların geliş-mekte olan ülkelere uygulanmasının yanlış olacağıdır. Yapılması gereken şey, her ülkenin kendi koşulları ve yapıları göz önüne alınarak, bunlara uygun bir analiz çerçevesi araştırmaya ve oluş-turmaya çalışmaktır.

39. OTURUM

15112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Diğer bir gelinen sonuç temel kuramsal ve de “kurumsal” sorununun analiz düzeyindeki “Ku-rumsal İndirgemecilik” olduğu, bunun da kuramın ortaya çıktığı ve analizinin odaklandığı Batı ülkelerindeki siyasi-idari ve toplumsal yapı özelliklerinden kaynaklanmakta olduğu Yeni Ku-rumsal Kuramın gelişmekte olan ülkelere politika transferini açıklanmasında yeterli olmadı-ğıdır. Toplumlarda yerleşmiş ve de yaygın olan kurumların meşruiyetini önemseyen, fakat bu meşruiyetin kaynağını pek sorgulamayan Yeni Kurumsal Kuramın politika transferi analizinde cevap veremediği diğer soru(n)lara Karşılaştırmalı Tarihsel Kurumsalcılığın cevap bulabileceği önerilmektedir. Çalışmanın kuramsal çerçevesini Uluslararası Yakınsama, Yayılma, Taklit, Öğren-me Teorileri, Yeni Kurumsalcı kuram oluşturmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Reform, Kamu Yönetimi, Uluslararası Örgüt, Kamu Politikası Transferi, Yeni Kurumsalcı Kuram, Karşılaştırmalı Tarihsel Kurumsalcılık.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Küresel Kriz Yöneti(si)mi: “Krizden Çıkış: Küresel İşler Paktı”

Ebru Yeşim Sargıcı, Ankara Ü., SBE Çalışma Eko. ve End. İlişk. ABD

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), uzun yıllar, uluslararası çalışma standartlarının düzen-lenip evrenselleştirildiği temel arena olmuştur. 1980’lere gelindiğinde uluslararası emek poli-tikaları da diğer sosyal politika gündemleriyle birlikte sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını sağlamaya yönelik uluslararası standartların oluşturulma sürecine taşınmıştır. ILO, IMF-DB-DTÖ-OECD arasındaki sosyal politika meselelerinin küresel düzeyde şekillendirilmesi ve ulusal düzeye transfer edilmesinde söz sahibi olmanın işbirlikçi rekabetine başlangıçta da-hil olamasa da söz konusu örgütlerle aynı yaklaşım ve dili kullanmıştır. 1994 – 2001 döneminde yaşanan 6 büyük kriz dalgasının da etkisiyle ILO çatısı altında, küresel kapitalizme sosyal kaygı-ları zerk etme amacıyla geleneksel araçların yanı sıra bir dizi yeni mekanizma ve “İnsana Yakışır İş Ajandası” geliştirilmiştir.

Yaşanmakta olan küresel kriz sürecinde ise ilk olarak 10 Haziran 2008 tarihli Uluslararası Çalışma Konferansı’nda “Adil Bir Küreselleşme İçin Sosyal Adalet Bildirgesi” kabul edilmiştir. Kriz derinleştikte ILO’nun krize dair söylemi de doğrudanlaşmış ve uluslararası arenaya taşınmıştır. 19 Haziran 2009 tarihli Konferans’ta “Krizden Çıkış: Küresel İşler Paktı” kabul edilmiştir. ILO üyesi devletlerin hükümet, işçi ve işveren temsilcilerinin oybirliğiyle kabul edilmiş olması, diğer ulus-lararası örgütlerce desteklenmesi, G8 ve G20 Zirvelerinde kabul görmesi Paktı önemli kılmak-tadır. Ayrıca, Paktta vurgulandığı üzere “bir küresel politika belgesi” olmakla Paktın küresel ve ulusal emek politikalarına yön vermesi muhtemel gözükmektedir.

Bu çalışmada, ILO’nun küresel kriz algısı, Paktın hazırlanma ve kabul edilme süreci bağla-mında anlatıldıktan sonra krize karşı bir sosyal politika tepkisi olarak geliştirilen Paktın amaç ve ilkeleri irdelenerek küresel politika yönetişiminde ILO’nun yeni işlevler üstlenmeye dönük bir değişim içinde olup olmadığı tartışılacaktır.

152 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SİYASAL TEORİ

Post-Marksizm’de İdeolojinin Söyleme Dönüşümü

Fırat Korkmaz, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Bu çalışmanın amacı, Post-Marksizm’de ideolojinin söyleme dönüşümünü, Essex Okulu’nun temsilcileri olarak da bilinen Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un görüşleri çerçevesinde incele-mektir. Bu inceleme yapılırken ideoloji kavramının tarihsel gelişimi ve bu kavramla ilgili önemli tartışmalar ele alınmıştır. Aynı zamanda Laclau ve Mouffe’un kuramsal olarak eleştirdikleri ve teo-rik geçmişlerini oluşturan Marksizm’deki ideoloji kavramının dönüşümü de incelenmektedir.

Marksizm’in yapısal bir sorunu olarak gördükleri ekonomizm, indirgemecilik, determinizm ve özcülük anlayışına bir cevap bulabilmek üzere hareket eden Laclau ve Mouffe’un görüşleri-ni inceleyen bu tezin temel savlarından biri, Marksizm’i indirgemeci ve özcü bir yapıya sahip ol-duğu için eleştiren Post-Marksizm’in, bizzat kendisinde de böyle yanlar bulunduğudur. Siyase-tin kuruculuğuna verilen önem, toplumsal gerçekliğin reddedilmesi, Marksizm’in teleolojik ve dar metinsel okuma şeklinde değerlendirilmesi, Postmarksizm’in en temel çıkmazlarını oluş-turmuştur. Çalışmada, Post-Marksizm’in gelişiminin Marksizm içindeki tartışmalardan ve ku-ramsal sorunlardan kaynaklanıp kaynaklanmadığı analiz edilirken, Gramsci’nin hegemonya ve Althusser’in adlandırma yaklaşımının Post-Marksist paradigmaya etkide bulunduğu belirtilmek-tedir. Fakat aynı zamanda hem Althusser’de hem de Gramsci’de kabul edilen toplumsal gerçek-liğin, Post-Marksizm’in söylem kuramında ortadan kalktığı da ifade edilmektedir. Marksizm ile Post-Marksizm arasında bir kuramsal devamlılık olmadığı vurgulanırken, Post-Marksizm’in, Mark-sizm eleştirisinin yetersizliği ortaya konmaktadır.

Bu çalışmada Laclau ve Mouffe’un, toplumdaki her şeyin söylemsel olarak kurulduğunu id-dia edip sosyal bilimlerdeki bütün sabitlikleri ve dayanak noktalarını redderken, sorgulamadıkla-rı tek belirlemenin tarihüstü ve kurucu bir kategori olarak gördükleri söylemin kendisi olduğu be-lirtilmektedir. Post-Marksizm’in mit, boş gösteren, eşdeğerlikler zinciri ve ötekileştirme gibi kav-ramsallaştırmalarının siyaset bilimine bir katkı olarak görülebileceği kabul edilirken bu katkının, düşünürlerin toplumsal gerçeklik alanını reddeden bir çerçeveye sahip olmaları nedeniyle zayıf-ladığı belirtilmektedir.

40. OTURUM

15312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Çağdaş Siyasal Teoride Etik ve Siyaset: Levinas-Schmitt-Badiou

Arş.Gör. Duygu Türk, Ankara Ü., SBF

Etik ve siyaset ilişkisi, siyasal düşüncenin temel problemlerinden biridir. Bu çalışmanın konu-su, bu problemli ilişkinin çağdaş siyasal teoride veya siyaset felsefesinde hangi biçimler aldığı so-rusundan hareket etmektedir. Etik ve siyaset alanında belli başlı yaklaşımlara paralellik gösteren çeşitli sınıflandırmalara dayanılarak bu ilişkinin aldığı çağdaş biçimleri değerlendirmek mümkün-dür. Bu çalışmada ise, birbirleriyle sıklıkla ilişkilendirilmeyen üç kuramcının, Emmanuel Levinas, Carl Schmitt ve Alain Badiou’nun yaklaşımlarına odaklanmak tercih edilecektir.

Kuramsal ve siyasal tüm farklarına karşın bu üç kuramcının, “verili olan” veya “normallik” ile bu normallikten sapan veya verili düzende bir kırılma yaratan “istisnai” unsur arasındaki ilişkiyi, kuramlarının merkezi teması seçerek ortaklaştıklarını söylemek mümkündür. Etik ve siyaset iliş-kisine odaklanarak ele alındığında, Levinas ve Schmitt’in, kuramlarını inşa ederken iki karşıt uç-tan hareket ettikleri, birbirine zıt başlangıç noktalarını temsil ettikleri görülebilir. Levinas etiği, Schmitt ise siyasal ilişkiyi, diğer tüm ilişki biçimlerinden ve kategorilerden bağımsız bir biçimde tanımlamayı amaç edinir. Her iki kuramcı da etiğe ya da siyasal olana, tüm diğer alanları öncele-yecek biçimde “ilksel” olma ve verili olanda tükenmeme anlamında “aşkın” olma nitelikleri atfe-der. Levinas’a göre etik, ontolojiyi de önceleyecek biçimde “ilk felsefe”dir; Schmitt ise siyasal iliş-kiyi etik veya başka bir kategori ile ikame edilemeyecek biçimde varoluşun zorunlu, kurucu öğe-si addeder. Diğer bir ifadeyle, Levinas etiği ve Schmitt siyaseti, başka alan ya da kategorilere in-dirgenemeyecek biçimde kavramsallaştırırlar; etiğe ve siyasete özgü olanı tanımlar, bu özgün ta-nımlarda kazandıkları anlamlarıyla etiği veya siyaseti diğer alanlara öncelerler. Badiou’nun kura-mında ise, her iki pozisyondan da farklılaşacak biçimde, etik ve siyaset birbirini önceleyen alanlar olarak değil, iç içe geçen ve aynı anda türetilen bir ilişki olarak düşünülmektedir. Badiou, etiği ve siyaseti, verili normalliğin içinde ortaya çıkan “olay”ın açtığı yeni zeminden aynı anda üretilecek, dolayısıyla “olay”dan bağımsız varlıklarından söz edilemeyecek biçimde kavramsallaştırır.

Bu çalışmada, Levinas ve Schmitt’in sırasıyla etik ve siyaseti önceleyen yaklaşımlarının alter-natif yaratmayan bir karşıtlık oluşturduğu; kimi sorular doğurmakla birlikte Badiou’nun kuramı-nın ise alternatif bir zemin sunduğu öne sürülecektir.

Devlet, Hegemonya ve Yalıtım Etkisi: A. Gramsci ve N. Poulantzas Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme

Doç. Dr. Mehmet Yetiş, Ankara Ü., SBF Siy. ve Sosyal Bil. ABDTijen Demir, Ankara Ü., SBF Siy. ve Sosyal Bil. ABD

Kapitalist toplumsal formasyonlardaki sınıfsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminde modern devletin yerine getirdiği işlevlerin araştırılmasına yönelik kuramsal çözümleme alanın-da, Antonio Gramsci ve Nicos Poulantzas’ın kendi sorunsallarına uygun olarak geliştirdikleri açık-lama modelleri dikkat çekicidir. Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde ortaya attığı devlet kuramı, siyasal baskı ve tahakküm işlevlerini üstlenen yönetim aygıtlarının ötesindeki hegemonik süreç-ler üzerine odaklanır. Yöntemsel düzeyde kurumsalcı perspektifin dışında konumlandırabileceği-miz bu yaklaşım, biri dar diğeri geniş olmak üzere iki ayrı devlet kavramının geliştirilmesine ola-nak tanır. Dar anlamıyla devlet, zora dayalı siyasal iktidar pratiklerinin gerçekleştiği aygıtlar topla-

154 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

mını niteler; geniş devlet kavramı ise, diyalektik bir mantık içerisinde, zor ve rıza uğraklarının eş-zamanlı sentezinin yapıldığı daha kapsamlı bir entegral yaklaşımı gündeme getirir.

Gramsci’nin önerdiği “entegral devlet” kavramı, kuramsal modelin sadece üstyapının poli-tik toplum kertesiyle sınırlı olmadığını, kendiliğinden rızanın açığa çıktığı sivil toplum kertesinin de dikkate alınması gerektiğini ifade eder. Gramsci’nin çarpıcı bir biçimde “zorlama zırhıyla koru-nan hegemonya” kavramıyla geliştirdiği bu yaklaşım, devletin aynı zamanda bir hegemonya ay-gıtı olarak anlamlandırılmasına yol açar. Poulantzas, özellikle erken dönem çalışmalarında, “yalı-tım etkisi” kavramını işlevselleştirerek devletin hegemonik süreçlerdeki rolünü açıklamaya yöne-lik bir çözümleme modeli önerir. Gramsci’nin hegemonya kuramının kimi yönlerini eleştirel bir bi-çimde eklemleyen bu model, devletin, sınıfsal üretim ilişkilerinde özgül bir kategori olarak etkin-lik gösterdiğini ve yerine getirdiği bireyselleştirme-atomizasyon işleviyle sınıf bilincinin gelişme-sini engellediğini kanıtlamayı hedefler. Poulantzas, kapitalist devletin bu doğrultudaki girişimleri-ni “yalıtım etkisi” kavramıyla açıklayarak, burjuva toplumunun yeniden üretiminde politika alanı-nın sergilediği hegemonik görünümleri tartışır. Bu bildiri, Gramsci ve Poulantzas’ın, modern dev-leti çözümlerken hegemonya ve yalıtım etkisi kavramları üzerinden geliştirdikleri kuramsal yakla-şımlarını karşılaştırmalı bir bağlamda sorunsallaştırmayı amaçlamaktadır.

Clastres ve Ranciére Bağlamında Bir İmkân Olarak Siyaset

Yağmur Dönmez, Ankara Ü., SBFAraş. Gör. Yusuf Avcı, Bartın Ü., İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Pierre Clastres, siyasal antropolojide ilkel toplumların “devletsiz toplumlar” olduğu tezine, ilkel toplumların aslında “devlete karşı toplumlar” olduğu tezini ortaya koyarak karşı çıkmıştır. Buna göre ilkel toplulumlarda “iktidar” tüm toplum tarafından toplumun bölünmesini engelle-mek amacıyla kullanılır. Bu şekilde Clastres ilkel toplumları devletli toplumların “taslağı” olarak gö-ren evrimci bakışa karşı çıkar yani ilkel topluluklarla devletli toplumları kesin olarak birbirinden ayırır: İlkel toplumlar yöneten ve yönetilen ayrımının ortaya çıkmasının “engellendiği” toplumlar-dır. Tam burada siyasal antropoloji toplumun hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki bölün-me olmaksızın düşünülemeyeceği yolundaki Antik Yunan’dan beri var olan inancı sarsan La Bo-etie ile tekrar siyaset felsefesiyle buluşur. Devlet talihsiz bir kaza sonucu oluşmuştur ve bundan önce toplumlarda yöneten ve yönetilen ayrımı yoktur. Bununla birlikte Clastres’ın analizi devlet-li toplumlar devletsiz toplumlar arasında “özsel” bir farklılık olduğunu söylerek devletli toplumlar-da “siyaseti” imkansız hale getirmektedir. Jacques Ranciére ise toplulukları yönetme sanatı olarak ‘polis’ ile eşitliğin bir varsayım olmaktan çıkıp eyleme geçirilmesi olarak ‘siyaseti’i birbirinden ayırt eder. Ranciére’e göre siyaset, topluluğu yönetme sanatı değildir; beşeri eylemin uyuşmazlığa da-yalı bir biçimidir, insan gruplarının toplanmasını ve yönetilmesini belirleyen kuralların bir istisna-sıdır. İkincisi, demokrasi, ne bir hükümet etme biçimidir ne de bir toplumsal yaşam tarzı; demok-rasi, siyasal özneleri var eden bir özneleşme tarzıdır. Buna göre devletli toplumlar siyasetin top-luluğu yönetme sanatı haline geldiği yani “polis” olarak görülebilir. Böyle kavranıldığında “siya-set” devletli toplumlarda yok olmayan bununla birlikte her zaman bir “imkân” olarak var olan bir özneleşme tarzıdır. Bildiri Clastres ve Ranciére ekseninde devletli toplumlarda bir imkân olarak “siyaset”i tartışmayı amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Pierre Clastres, Jacques Ranciére, ilkel topluluklar, siyaset, polis

15512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Sivil İtaatsizlik Eylemi Olarak Vicdani Red: Arendtçi Bir Tartışma Denemesi

Erdinç Erdem, Sabancı Ü.,Araş. Gör. Ünsal Doğan Başkır, İzmir Ekonomi Ü., Uluslar. İlişk. ve AB B.

Sivil itaatsizlik ve vicdani red, son dönemde politik literatürde fazlaca tartışılan iki kavram. Kavramın yaratıcılarından David H. Thoreau’nun tanımıyla “adil olmayan yasalara bilinçli olarak uymama ya da karşı gelme” anlamına gelen sivil itaatsizlik, bu düşünüre göre kişilerin yasalara vicdani bağını da sorunsallaştırır. Buna karşılık, sivil itaatsizlik eylemlerini kamusal/politik alanın tıkanmasını önleyen bir nitelik taşıması nedeniyle önemseyen Hannah Arendt ise vicdani olanın politik bir nitelik taşıyamayacağında ısrar ederek, vicdani red eylemlerinin sivil itaatsizlik (ve dola-yısıyla politika) içinde değerlendirilemeyeceğini ortaya koyar. Arendt’e göre zorunlu askerlik yap-mayı reddeden bir vicdani redçi, bu eylemiyle bir savaşı önleyemez; yalnızca bir insana şiddet uy-gulamayı kişisel olarak kabullenmemiş olur.

Bu çalışmanın argümanı, Türkiye örneği göz önüne alındığında vicdani reddin bir sivil itaat-sizlik eylemi olduğu ve tam anlamıyla politik bir anlam taşıdığıdır. Zira zorunlu askerlik görevini yapanlar yalnızca silah kullanmakla veya savaşa gitmekle yükümlü değildir; bu kişiler aynı zaman-da politik/kamusal alana katılmaktan ve oy verme haklarından da mahrum bırakılmışlardır. Dola-yısıyla zorunlu askerlik görevini reddetmek, mantıksal olarak politik bir eylemi üstlenmek ve po-litik hakların askıya alınmasına direnmek olarak sonuçlanmaktadır. Vicdani redçi, kendi benliğini adaletsizliğin ve haklarını yitirmenin reddi üzerinden politik olarak yeniden kurmakta ve kamusal bir eylemde bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’deki deneyimler çerçevesinde, vicdani red eyleminin Thoreau için olduğu gibi, Arendt için de politik nitelikli bir sivil itaatsizlik eylemi ol-duğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda, sivil itaatsizlik ve vicdani red konusundaki tartışmalar kı-saca özetlenecek ve vicdani red politik bir eylem olarak tesis edilmeye çalışılacaktır.

156 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TARIMDA DÖNÜŞÜM II

Modern Zamanların Köleleri: Türkiye’de Mevsimlik Tarım İşçiliği

Deniz Pelek, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Bu makale tarımda mevsimlik olarak çalışan göçmen işçilerin çalışma koşulları ile sosyo- ekonomik durumlarını incelemektedir. İşçiler emek piyasasında ücretler, barınma ve çalışma ko-şulları açısından eşitsizliğe maruz kalmaktadır. Bu bağlamda eşitsizliklerin nasıl inşa edildiği ve işçilerin sömürüye karşı farklı kırılganlık düzeylerinin neler olduğu çalışmanın temel sorularıdır. Araştırmanın temel kaynakları 2009 yılında yaptığım Ordu ve Polatlı’da saha çalışmasının verileri-ne dayanmaktadır. Örneklem olabildiği kadar geniş seçilmiştir. İşçiler, iş aracıları, toprak sahiple-ri ve konuyla ilgili devlet kurumlarından ve sivil toplum kuruluşlarından temsilciler ile mülakatlar yapılmıştır.

Saha araştırması bulgularının ışığında bu çalışma, mevsimlik göçmen tarım işçilerinin Türkiye’de sömürüye en çok maruz kalan en yoksul işçileri olduğunu ve işçilerin sömürüyü yaş-larına, cinsiyetlerine ve etnik kökenlerine göre farklı kırılganlık düzeylerinde deneyimledikleri-ni öne sürmektedir. Bu doğrultuda, emek piyasasının eşitsiz koşullarına işaret eden temel teorik kavramlar açıklandıktan sonra; saha çalışmasının bulguları sunulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Mevsimlik işçilik, tarım işçiliği, göçmen işçilik, geçici tarım işçiliği

Yeni Tarım Düzeni: Tarımsal Dönüşümün Dinamikleri

Yrd. Doç. Dr. Özgür Bor, Atılım Ü., İİBF İktisat B.

1980’li yıllardan itibaren tarım sektöründe yapısal bir dönüşüm gözlemlenmektedir. Devle-tin tarım sektörü üzerindeki düzenleyici rolü aşındırıldıkça, küreselleşen sermayenin tarım siste-mi üzerindeki egemenliği artmakta ve üretim ilişkileri daha piyasa merkezli bir sistem içerisinde

41. OTURUM

15712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

yapılandırılmaktadır. Üretim yerel tüketimden daha çok küresel piyasalar için yapılmakta, üretim-de standartlaşmaya gidilmekte, merkezileşen ve konsolide olan tarımsal firmalar, üretici ve tüke-tici üzerinde artan piyasa gücüne kavuşmaktadırlar. Bu süreç içerisinde küçük üreticilerin üretim üzerindeki egemenlikleri aşındırılmakta, piyasa ile olan bağlantıları güçsüzleştirilmektedir.

Bahsedilen yapısal dönüşüm kendi başına değil ama güç ve kurumlardaki değişim ile biçim-lenmektedir. Dönüşüm sürecinde önemli bir kırılma noktası 1994 yılında imzalanmış olana Uru-guay Turu Tarım anlaşmasıdır. Bu anlaşma ile egemen güçler tarafından oluşturulan ve yeni kurul-makta olan düzene uygun ilke, kural ve davranış kurallarının kurumsallaşması sağlanmıştır. Özel-likle gelişmekte olan ülkelerin yeni uluslar arası düzene uyum sağlamaları ise genellikle IMF ve DB gibi kurum ve kuruluşlarca yönetilen piyasa odaklı reformlar ile sağlanmış ve bahsedilen sü-reçte bu ülkelerin tarımsal yapılarına, kurulmakta olan yeni düzene uyumlu kavramsal saldırılar gerçekleşmiştir. Bu kavramsal saldırılar genel olarak küçük çiftçilerin verimlilik ve etkinlik yetersiz-liklerini temel almaktadır. Bahsedilen reformlar, özelleştirmeler ve kuralsızlaştırmalar ile piyasala-rın serbest rekabete açılması sonucunda devletin bıraktığı boşluğu özel kesimin dolduracağı ve bu sayede ortaya çıkacak rekabet sonucunda hem fiyatların düşeceği hem de üretimin artacağı-nı ve böylelikle gıda güvenliğinin küresel olarak sağlanacağını temel olarak önermektedirler. An-cak dünyada 2007-2008 yılları arasında yaşanan gıda ayaklanmaları, yetersiz beslenenlerin sayı-sındaki artış ve sürekli artan küresel gıda fiyatları ve az sayıda çok büyük küresel gıda firmalarının bir ütün olarak sektör üzerindeki egemenliği, gelinen noktada piyasaların serbestleştirilmesin-den beklenilenlerin gerçekleşmediğini göstermektedir.

Sözü edilen yapısal dönüşümün niteliğinin anlaşılabilmesi için bu çalışmada, bahsedilen yeni düzene uygun ilke, norm ve davranış kurallarının oluşum ve gelişim süreçleri ele alınacak, güç ve kurumlar ile olan ilişkileri değerlendirilecektir. Ayrıca Türkiye’den verilecek sektör örnekle-ri ile bahsedilen sürecin oluşumu ve işleyişi incelenecektir.

Neoliberal Politikaların Tarım Sektörüne Etkileri: Muğla Merkez Tütün Üretimi Örneği

Yrd. Doç. Dr. Semra Purkıs, Muğla Ü., İİBF İktisat B.

Bahar İslamoğlu, Muğla Ü., SBE

1980’li yıllar dünyada ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde (GOÜ) birçok dönüşümün ya-şanmaya başlandığı yıllardır. Bu dönemde birçok alanda olduğu gibi tarım politikalarında da çok ciddi dönüşümler yaşanmıştır. Bu süreçte Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar, GOÜ’in ekonomilerinin her sektöründe olduğu gibi tarım sektörün-de de serbest piyasa koşullarının geçerli olmasını garantileyen liberal politikaların uygulanmasın-da etkin olmuşlardır. Bu politikalar çerçevesinde fiyat desteklemesi, sübvansiyonlar, kota ve tarife-ler gibi piyasaya müdahale araçlarının kullanılması ortadan kaldırılmış ve gelişmekte olan birçok ülkede doğrudan gelir desteği, ekim yasağı veya miktar kotası gibi uygulamalar tarım politikala-rına egemen olmuştur. GOÜ’den biri olan Türkiye’de de uluslararası kuruluşlar tarafından 2001 yı-lındaki krizle birlikte ciddi bir yapısal dönüşüm programı hayata geçirilmiştir. Bu programlar te-melde özelleştirmelere ve desteklerin aşamalı olarak çekilerek tarımda piyasa koşullarının hakim kılınmasına dayanmaktadır. Tütün üretimi de bu programdan etkilenen önemli tarımsal ürünler-den biridir.

158 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

2000’li yılların başında Türk Tütüncülüğü ciddi bir yapısal dönüşüm geçirmiştir. Bu yapısal dönüşüm 2001 krizi ile başlamış ve IMF ile yapılan 17. Stand-by anlaşması sonucu Tütün Yasası 2001’de kabul edilerek, tekel üçe bölünmüş ve özelleştirilmiştir. 2002 yılında çıkarılan bir kanun-la tütün, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’na bırakılmış, üretici tütünlerinin pazarlama organizasyonu değişmiş, destekleme alımları sona erdirilmiştir. Son on yılda tütün piyasası tama-men serbest piyasa koşularına bırakılarak, tütün üretimi sözleşmeli hale gelmiş ve önemli ölçüde daralmıştır.

Bu çalışmanın amacı, tarımda yapısal dönüşümün Türkiye tarım sektörünü ve özelde Muğla’da tütün üretimini nasıl etkilediğini ortaya koymaktır. Bu amaçla, Muğla merkez köylerin-de daha önce tütün üretimi ile uğraşmış kişilere ulaşılmış ve derinlemesine mülakat yöntemi ile bu kişilerin yeni politikalara uyum sürecinde ne tür sorunlar yaşadıkları tespit edilmiştir.

Türkiye’de Ücretsiz Aile İşçiliğini Belirleyen Faktörler

Yrd .Doç. Dr. Handan Kumaş, Pamukkale Ü., İİBF Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.Yrd.Doç. Dr. Atalay Çağlar, Pamukkale Ü., İİBF Ekonometri B.

İşgücü piyasasında teknoloji, üretim yönteminin değişmesi, sosyo-kültürel dönüşüm, es-neklik vb. nedenlerden dolayı yapısal değişimler yaşanmaktadır. İstihdamda ise tarım ve sana-yi sektöründen, hizmet sektörüne geçişler görülmektedir. Özellikle gelişmekte olan ve az geliş-miş ülkelerde tarım sektörü, gizli işsizliğin yoğun olduğu, işgücü piyasası göstergelerinin net ve kesin sınırlarla belirlenemediği ve özgün istihdam politikalarının uygulanması gereken ve çok sa-yıda sorun içeren bir faaliyet alanıdır. İstihdam edilenler grubundaki ücretsiz aile işçileri ise, istih-dam biçimi ve koşulları ile incelendiğinde en dezavantajlı grubu oluşturmaktadır. Ücretsiz aile iş-çiliğine ilişkin işgücü piyasasındaki statüleri istihdam edilen mi yoksa, mevsimlik duruma göre iş-gücüne dahil olmayan mıdır? Para ve mal karşılığı çalışmasalar bile emekleri ile yarattıkları kat-ma değer (mal ve hizmetler) GSMH’da yer alırken, emeklerinin karşılığı (almaları gereken ücret-ler) GSYİH’da hesaplanmakta mıdır? Tarımda istihdamın azaltılması politikaları tartışılırken, kırda ve kentteki statüleri ne olacaktır? gibi birçok yanıtlanması gereken sorular bulunmaktadır.

Türkiye’de Mart 2011 TÜİK rakamları ile istihdam edilen 23 milyon 286 bin kişinin % 13.1’i üc-retsiz aile işçisidir. Ücretsiz aile işçilerinin % 73.1’i kadın işgücüdür. Kırda olmak ücretsiz aile işçisi olma riskini artırmaktadır: Ücretsiz aile işçilerinin % 83.2’si kırda yaşamaktadır.

Türkiye’de tarım işçilerinin çalışma koşulları ve hukuki durumlarına ilişkin az sayıda da olsa çalışma bulunmasına rağmen, ücretsiz aile işçilerine özgün veya sadece ücretsiz aile işçiliğinin belirleyenlerini inceleyen bir araştırma bulunmamaktadır. Bu noktada çalışmanın amacı; ücretsiz aile işçiliğine ilişkin durum tespitini yapmak, konu ile ilgili araştırma alanına ve olası istihdam po-litikalarının geliştirilmesine katkı sağlayabilmektir. Araştırmanın yöntemi, kavramsal bölümde li-teratür taraması ve ücretsiz aile işçiliğini belirleyen faktörlerin tespitinde ise 2009-2010 TÜİK Ha-nehalkı İşgücü Anketi Ham veri setinden yararlanılarak istatistiksel yöntemlerin uygulanmasıdır. Çalışmanın kapsamı, ücretsiz aile işçilerinin temel işgücü piyasası göstergeleri ile profil özellikleri ve söz konusu istihdam biçimlerinde etkili olan faktörlerin tespitinden oluşmaktadır.

15912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türk Tarımının Üçüncü Gıda RejimineEklemlenme Süreci

Dr. Sibel Çaşkuşlu, Gazi Ü., İİBF İktisat B.

FAO dünya gıda fiyat endeksi 2003–2011 arasında %109,3 artmıştır. Gıda fiyatlarındaki ar-tışlar; iklimsel felaketler, akaryakıt ve gübre fiyatlarındaki artışlar, biyoyakıt üretimi ve başta Çin ve Hindistan olmak üzere bazı gelişmekte olan ülkelerin proteinden zengin beslenme biçimleri-ne geçmeleri ve spekülatif sermaye akımlarının giderek tarım sektörüne yönelmesi gibi nedenle-re bağlanmaktadır. Ancak, sayılan nedenlerin her birinin gıda fiyat artışlarında bir miktar payı ol-makla birlikte, gıda krizini, ana hatları 2000’lerde giderek belirginleşen “Üçüncü Gıda Rejimi”nin bir uzantısı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.

Bu tebliğ çalışmasında, küresel tarım ve gıda sektörlerinde yaşanan ve küresel gıda fiyatla-rında artışla sonuçlanan dönüşüm; “Şirketleşmiş” ve “Finansallaşmış” Gıda Rejimi olarak adlandırı-lan Üçüncü Gıda Rejimi ekseninde değerlendirilecektir. Tarladan süpermarketlere uzanan gıda te-darik zincirlerinin her aşamasında küçük üreticiler karşısında monopsoncu ve monopolcü güçle-rini kullanan çokuluslu şirketler, tarımda ticaretin serbestleşmesi, tarımın “sınaîleştirilmesi”, küre-sel sermayenin gerek spekülatif sermaye akımları gerek özel sermaye konsorsiyumları, doğrudan yatırımlar ve stratejik ortaklıklar yoluyla gıda ve tarım sektörlerinde kâr arayışları Üçüncü Gıda Rejimi’nin temel unsurlarını oluşturmaktadır.

Türkiye’de 1980’lerden itibaren ithalatın serbestleştirildiği, devletin giderek tarımdan deste-ğini çektiği ve tarımsal üretim maliyetlerinin hızla arttığı görülmektedir. 1994 yılında hububat, şe-ker pancarı ve tütün dışındaki ürünlerde destekleme alımları kaldırılmıştır. 2001’de Tarım Refor-mu Uygulama Projesi’ne geçilmesiyle doğrudan gelir desteği vb. uygulamalarla çiftçilerin tarım-sal üretimden caydırıldığı, pek çok üründe üretimden vazgeçildiği görülmektedir. 2011 yılında büyükbaş hayvan et üretimi terk edilmiştir.

Bu çerçevede, bu tebliğ çalışmasının ana eksenini Üçüncü Gıda Rejimi’nin yol açtığı ulusla-rarası tarımsal işbölümündeki değişimlere paralel olarak, Türk tarımının geçirmekte olduğu köklü yapısal dönüşüm oluşturacaktır.

160 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KRİZ ÜZERİNE IV

KAPİTALİZMİN KRİZİ : TÜRKİYE EKONOMİSİ

Finans Sermayenin Kriz Döngüsü: Merkez-Çevre “Yakınsaması”

Dr. Nilgün Erdem, Ankara Ü., SBF, Maliye B.Dr. Ferda Dönmez Atbaşı, Ankara Ü., SBF, Maliye B.

Yaklaşık son 40 yıllık süreçte başta ABD ekonomisi olmak üzere tüm dünyada – Asya’da bazı istisnaları olmakla birlikte- gözlenen yavaşlamanın, 1980’li ve 1990’lı yıllardan itibaren artan fi-nansallaşma olgusu ile aşılma çabası, öncelikle çevrede daha sonra da merkezde ortaya çıkan fi-nansal krizlerle sonuçlanmıştır. Finansal spekülasyona dayalı birikim, bu piyasalarda hızlı ve ola-ğandışı büyümeye yol açarak çevreye yönelen akımların “sıcak para” akımları şeklinde ortaya çık-masına ve 1990’lar ile 2000’ler boyunca çevre ekonomilerinin ciddi finansal krizlere sürüklenme-sine neden olmuştur. 2007 yılının ikinci yarısında ise dünya kapitalizminin merkezinde ortaya çı-kan kriz, küresel bir finansal krize ve giderek ağır bir ekonomik bunalıma dönüşerek bir kez daha diğer merkez ve çevre ekonomilerine de hızla sirayet etmiştir. 1929 Buhranı’ndan bu yana yaşa-nan en derin, uzun süreli ve yıkıcı küresel kapitalist kriz olarak değerlendirilen 2007 bunalımı, dördüncü yılını doldurmuş olmasına rağmen aşıldığı yönünde kesin bir kanıya ulaşılamazken, yeni krizlere gebe olduğu tartışılmaya başlanmıştır. Finansallaşmanın üretimdeki durgunluk so-rununu aşamadığı hatta durgunluğa yol açtığı vurgulanarak, günümüzde kaçınılmaz olarak fi-nansallaşma sürecinin uzamasının söz konusu olduğu belirtilmektedir. Bu sürecin çevrede başla-yan yeni krizlerle, bu derin krizin yükünün de büyük ölçüde merkezden çevreye aktarılması ile so-nuçlanacağı öne sürülmektedir.

Bu çerçevede finans sermayenin küresel ölçekteki salınımını gözlemek önemini korumakta-dır. Finans sermayeyi tahlil etmenin her bir özgül durum için çok boyutlu ve derin bir analizi ge-rektireceği açıktır. Bu çalışma, finans sermayenin bir yansıması olarak sınır ötesi sermaye hare-

42. OTURUM

16112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ketlerinin hacmini ödemeler bilançosu verilerinin izin verdiği ölçüde hem kısa vadeli spekülatif (“sıcak”) hem de uzun dönemli (“serin”) boyutunu ayrıştırarak hesaplamayı amaçlamaktadır. Bu-nun için büyük ölçüde bu akımlara maruz kalan ülkeler gelir seviyelerine ve coğrafi konumlarına göre merkez ve çevre blokları altında sınıflandırılacaktır. Belirtilen ekonomiler için yaşanan kriz-lerde kritik önemi olan, reel döviz kuru, ticaret hacmi, dış borç büyüklükleri ve işsizlik oranları gibi iktisadi değişkenlerin kriz öncesi ve sonrası davranışları da incelenerek, bu bloklar için benzer-lik ve farklılıklar belirlenmeye çalışılacaktır. Çalışmada, temel olarak IMF’nin ödemeler dengesi ve uluslararası finans verileri kullanılacaktır. Bu çerçevede sermaye akımlarının günümüzde, çevre-de 1990’lı ve 2000’li yıllardaki gibi kriz riski yaratacak, yeni bir döngüye yol açıp açmayacağı de-ğerlendirilmeye çalışılacaktır. Yukarıda belirttiğimiz bulgular bağlamında, finans sermayenin kriz döngüsünün merkez-çevre için ne çeşit bir bağımlılık ilişkisi ifade ettiği tartışılacaktır.

Hanehalkı İşgücü Anketi’nden Elde Edilen Türkiye Sınıf Haritası: 2004-2009

Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse, Ankara Ü., SBF İktisat B.Faik Yücel Günaydın, Milli Prodüktivite Merkezi

Hanehalkı İşgücü Anketleri’ni kullanarak Türkiye’de 2004-2009 dönemindeki bireyler ve ha-neler düzeyinde sınıf haritasının oluşturulması bu çalışmanın temel amacıdır. Bu analizin temel sonuçlarından biri söz konusu dönem içinde Türkiye’de toplumun emekçileştiği ve bu emekçileş-me sürecinin her yıl yoğunlaştığıdır. Bununla birlikte orta sınıfların oransal olarak küçüldüğü göz-lemlenmiştir. Bu dönemde ülke girişimlerinin sektör ve ölçek açısından yapı değiştirdiği tespit edilmiştir. Emekçileşme sürecinin devamında emekçilerin sektör olarak hizmet sektörüne ve fiili meslek olarak da nitelik gerektirmeyen faaliyetlere kaydığı belirlenmiştir.

İşsizliğin yaş profilinin değişerek, giderek her yaşın konusu olmaya başladığı tespit edilmiş-tir. Bireylerin bir önceki yıl sınıf pozisyonları elde edilerek sınıfsal pozisyonlarında yaşanan de-ğişimler araştırılmıştır. Emekçileşme sürecinin sadece üretim yapıları değişikliği sonucu değil, emeksüreci dışında yer alan emeklilerin ve ailenin yeninden üretilmesi sürecinde yer alan bireyle-rin de emeksürecine eklenmesi yollarıyla da gerçekleştiği ortaya konulmuştur. Bu gelişmenin ter-si yönde hareket de görülmüştür; işsizlerin bir kısmının iş arama sürecinden umutlarını yitirerek vazgeçtikleri, böylece umutsuz/dışlanmışlara dâhil oldukları ve böylece ülke işsizlik oranının da içinde yer almadıkları gösterilmiştir.

İktisadi Krizin Çalışma Süresine Etkileri: Türkiye Örneği

Dr. Seçil A. Kaya-Bahçe, Ankara Ü. SBFDr. Emel Memiş, Ankara Ü. SBF

Bu çalışma, 2009 iktisadi krizinin Türkiye’de ücretli ve karşılıksız çalışma süresine etkisini in-celemeyi amaçlamaktadır. Çalışmada kullanılan veri, 2006 yılında TÜİK tarafından ulusal ölçek-te yapılan ilk ve tek zaman kullanım anketinden elde edilmiştir. Kriz sonrası dönem için başka bir zaman kullanım anketinin yapılmaması nedeniyle kriz öncesi ve kriz sonrası zaman kullanım bi-çimlerinin doğrudan kıyaslaması mümkün değildir. Bu nedenle, çalışmada, krizin etkilerini göz-

162 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

lemlemek için farklı bir yöntem geliştirilmiştir: Öncelikle çekirdek ailelerde yaşayan evli kadınların ve erkeklerin karşılaştıkları işsiz kalma riski hesaplanmış, işsiz kalma riskindeki kriz sonrası işsizlik oranlarındaki artışa benzer bir artışın ücretli ve karşılıksız çalışma süresine etkisi değerlendirilmiş-tir. Çalışmanın sonuçları, iktisadi krizlerin var olan toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikleri daha da derinleştirdiğine dair savı desteklemektedir.

Anahtar Kelimeler: Ücretli emek, karşılıksız emek, toplumsal cinsiyet, iktisadi kriz.

Türkiye İmalat Sanayi’nde Rekabetin Dinamikleri

Dr. Serdal Bahçe, Ankara Ü., SBFBenan Eres, Ankara Ü., SBF

Kapitalist rekabet dinamik ve kaotik bir süreçtir. Bu nitelikler Marksist ve klasik iktisat gele-neği tarafından derinlikli bir şekilde incelenmiştir. Diğer taraftan neoklasik iktisat rekabet süreci-ni statik ve donuk bir tarzda ele alır. Donuklaştırılan ve dinamizminden mahrum bırakılan süre-cin bir durum, hem de hayali bir durum haline gelerek fetişe dönüştürülmesi kaçınılmazdır. Diğer taraftan özellikle Marksist bakışta sermaye hareketleri ve yatırım aslında rekabetin dinamizmini ve kaotik yapısını yaratan temel etmenlerdir. Bu anlamda rekabetin ortalama kâr oranı üzerinden değil, son yatırılan sermayenin yaratacağı kârlılık üzerinden yürüdüğünü öne süren Shaikh’in “ek-lenti kâr oranı” kavramsallaştırması büyük bir yenilik sağlamaktadır. Bu çalışma sektörler arasın-da eklenti kâr oranları düzeyinde kalıcı faklılıkların ortaya çıkmadığını tespit ederek Türkiye İma-lat Sanayi örneğinde bu dinamizmin köklerine inmeyi amaçlamaktadır. Eklenti kâr oranını bölü-şümsel, talep (kapasite kullanım oranı) yönelimli, teknik ve esneklik bileşenlerine ayıran çalışma tek tek bu bileşenler düzeyinde sektörler arasında kalıcı farklılıkların bulunup bulunmadığı üze-rinde durmaktadır. Böylece eklenti kâr oranında kalıcı olmayan farkların ve uzun dönemde eşit-lenmenin altında yatan baskın etmenler ortaya çıkarılmıştır. Bu çalışmada Türkiye İmalat sanayi yıllık verileri kullanılmıştır; zaman boyutu 1980 ile 2001 ararsındadır. Çalışmanın bulgularına göre bölüşümsel ve teknik bileşenlerde sektörler arasında anlamlı ve kalıcı farklar vardır; oysa talep bi-leşeni ve esneklik konusunda belirli bir uyumun ardından eşitlenme öngörülmüştür. Bu da aslın-da eklenti kâr oranındaki eşitlenmenin talep ve esneklik bileşeninden geldiğini kanıtlamaktadır.

Gelir Vergisi Eşitsizlikleri Düzeltiyor mu?: Türkiye Deneyimi (2003-2009)

Dr. Özlem Albayrak, Ankara Ü., SBF Maliye B.

Gelir Vergisi, artan oranlılığı nedeniyle gelir dağılımı bozukluklarına müdahalede en önem-li araçtır. Türkiye’de dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturması her ne ka-dar gelir vergisinin gelir dağılımını düzeltici potansiyel etkisini sınırlasa da var olan gelir vergisi ta-rifesinin gelir dağılımına etkisinin analizi önemli bir araştırma alanıdır. Bu çalışma 2003-2009 yıl-ları için, gelir vergisinin gelir dağılımına etkisini incelemektedir. Bu dönemde gelir vergisi tarife-sinde yaşanan değişiklikleri ve dolaylı vergilerin aynı dönemde gelir dağılımını bozucu etkisinin artmasını da göz önünde bulundurduğumuzda, bu amaçla yapılan bir analiz, vergi politikalarının zaten bozuk olan gelir dağılımını nasıl etkilediğini görmek açısından önemlidir. Söz konusu dö-

16312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

nemde hem gelir vergisi oranlarında değişikliğe gidilmiş hem de Asgari Geçim İndirimi (AGİ) uy-gulamasına başlanmıştır. En önemli değişikliklerden biri en yüksek gelir dilimine uygulanan vergi oranının yüzde 35’e düşürülmesi ve ücretlilere uygulanan 5 puanlık indirimin kaldırılmasıdır. Üst gelir gruplarının vergi yükünü azaltması beklenen bu değişiklikle AGİ birlikte değerlendirildiğin-de toplumun farklı kesimlerinin gelir yüklerinde oluşan değişiklikler ve bunun nihai olarak eşitsiz-liklere yansıması önemli bir araştırma sorusu olmaktadır.

Bu amaçla TÜIK’in Hanehalkı Bütçe Anketleri kullanılarak hane düzeyinde vergi yükleri he-saplanmıştır. Gelir vergisinin gelir dağılımına etkisi ise S-Gini Progresiflik Endeksleri yardımıyla ele alınmıştır. Analizin sonuçları 2003-2009 arasında doğrudan vergilerin gelir dağılımını düzeltici et-kisinin ciddi biçimde azaldığını göstermektedir.

164 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKİYE’DE SENDİKAL MÜCADELE

II

1980 Sonrası Türkiye Medya Endüstrisinde Gazetecilerin Sendikal Örgütlenme Süreci: Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Arş. Gör. Selma Toktaş, Ankara Ü., İletişim F. RTS B.

Refah devletinin çökmesi ve ardından kapitalizmin alternatifsiz bir dünya düzeni konumuna gelmesiyle birlikte devletin küçülmesi, özelleştirme ve pazarın egemenliği gibi unsurlar tüm dün-yada ön plana çıkmıştır. 1970’lerde tüm dünyada yaşanan ekonomik krizin ardından yeni iktisat politikalarının ABD’den başlayarak küresel boyutta yayılmasının sonucunda gündeme gelen bü-tün bu değişimler emek pazarının yapısını, işin örgütlenme biçimini ve çalışanlar arasındaki ilişki-yi de etkilemiştir.

Kapitalizmin kendini yeniden yapılandırdığı bu süreçte diğer sektörlerin yanı sıra medya sektöründe de değişiklikler yaşanmıştır. O günlere dek süregelen geleneksel medya sahipliği ye-rini büyük sermaye gruplarına bırakmıştır. Mülkiyet yapısındaki bu değişimin sonucunda gaze-tecilik, grup çıkarları ve güç odakları ile bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, uzmanlaş-mış ve kişisel pazarlıkların yapıldığı bir meslek haline gelmiştir. Medya sektöründe yaşanan yapı-sal dönüşüm gazetecilerin sahip oldukları hakları koruma, talep ettikleri hakları elde etme ve sen-dikal örgütlenme konularında gösterdikleri tavra ilişkin bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bu çalışmada, gazetecilerin sendikal örgütlenme pratiğini nasıl algıldıkları ve nasıl bir ideal sendika modeli ortaya koydukları tartışılmaktadır. Bu çalışma, 150 sendikalı, 135 sendika-sız olmak üzere ulusal medyada çalışan 285 gazeteciye uygulanan anket çalışması ile farklı statü ve kurumlardaki 35 gazeteci ile derinlemesine mülakatı kapsayan alan araştırmasının sonuçları-nı sunmaktadır. Mevcut yasaların, sektörün genel yapısının ve gazetecilerin örgütlenme korkula-rının yanı sıra gazetecilerin sınıfsal algıları ve sosyo-ekonomik statülerinin de sendikasızlaşma sü-recindeki etkisi bu çalışmanın temel odağıdır.

Anahtar Kelimeler: Sendika, sendikalaşma, sınıf, gazeteci, medya sektörünün yapısal dönü-şümü.

43. OTURUM

16512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye Endüstri İlişkileri İdeolojisine Göre Makbul ve Makbul Olmayan Sendika:

Türk-İş ve Disk Örneği

Yrd. Doç. Dr. Fuat Man, Sakarya Ü., İşletme F., İnsan Kaynakları Yönetim B.

Her iktidarın kendisine itaat edecek özneler veya kurumlar aradığını veya kurmaya çalıştığı-nı söylemek her halde yanlış olmaz. Bundan dolayı da iktidarların tasarruflarına bakıldığında bu amaca yönelik güçlü motivasyonlara rastlamak kaçınılmaz olmaktadır. Althusser’in temelde ka-pitalist toplumsal formasyonun kendisini nasıl yeniden ürettiğine yönelik sorduğu soruya verdi-ği cevap olan ideolojik devlet aygıtları bu çerçevede yeniden okunabilir. Bilindiği gibi Althusser’in bu tezinde saydığı ve iktidarın yeniden üretilmesine hizmet eden kurumlar içinde bir de sendikal aygıtlar bulunmaktadır. Türkiye’de özellikle belli bir dönem sendikal aygıtlar üzerinden üretilen ve günümüze kadar etkili olan bir söylem devlet nazarında hangi ‘çalışma ilişkileri’nin meşru hangi-lerinin ‘sapkın’ olduğunun çerçevesini belirlemiştir. Yani belli bir çalışma ilişkileri yorumunun belir-li bir sendikal kurum üzerinden somutlaştırılarak endüstri ilişkileri alanının bir normallik çerçeve-si kurulmaya ve kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu noktada ‘söylem’ de hegemonya kurmak (yani iktidarın yeniden üretilmesini sağlamak) için ideolojik aygıtlara eklemlenerek okun-malıdır.

Bu bildiride Türkiye’de endüstri ilişkileri alanının ‘devlet söylemi’ ile nasıl bir ‘normallik’ çer-çevesine oturtulmaya çalışıldığı ve bu söylemle belirlenen normallik çerçevesinde hangi sendi-kal örgütlenmenin makbul (yani normal) hangisinin heteredoks (yani anormal veya sapkın) oldu-ğu Türk-İş ve DİSK üzerinden analiz edilecektir. Burada yapılacak olan çözümleme 1980 öncesi-ni kapsayacaktır. 1980 sonrası hem Türkiye’deki politik-ekonomik çerçevenin önemli bir biçimde kayması hem de küresel anlamda sendikaların içinde düştükleri koşullar bakımından ayrı bir in-celemeyi gerektirmektedir.

Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonları

Üzerinden Yürüyen Sınıf Mücadelesi İle İlgili Olarak Sendika Yöneticilerinin Bilgi ve Tutumları

Aysel Çakır Nazım Hikmet, Akademisi Sosyal BilimlerGökçen Düzkaya, Nazım Hikmet Akademisi Sosyal Bilimler

Prof. Dr. Erhan Nalçacı, Ankara Ü., Tıp F.

Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)1945 yılında Paris’te 56 ülkeden 67 milyon işçiyi tem-sil eden sendikaların bir araya gelmesiyle kurulmuş ve uluslararası alanda yürüyen sınıf müca-delesinde bir doruk noktası oluşturmuştur. Ancak hemen arkasından başlayan soğuk savaş yıl-larıyla, emperyalist ülkeler sınıf sendikacılığına yönelik kapsamlı önlemler almış, WFTU’yu etki-sizleştirmek için yoğun bir çabaya girişmiştir. Yüzeydeki neden ABD’nin Marshall Planı olmuş, özellikle İngiliz ve Amerikan sendikalarının başını çektiği ayrışma Uluslararası Hür İşçi Sendikala-rı Konfederasyonu’nun (ICFTU) kurulması ile sonuçlanmıştır. Anti-komünist mücadelenin başlıca unsurlarından olan ICFTU, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra neoliberal saldırıya karşı koy-

166 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

mamıştır. 2006 yılında kökeni Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Konfederasyonu’na dayanan WCL ile ICTFU birleşmesiyle Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) kurulmuştur. 1973 yılında kurulan Avrupa sendikalar Konfederasyonu (ETUC) ise ITUC’un Avrupa’daki koludur. Türkiye’de DİSK, KESK, Türk-İş ve Hak-İş hem ITUC hem de ETUC üyesidir.

Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile karanlık bir dönem geçiren WTFU, son yıllarda Latin Amerika’daki halkçı iktidarların ortaya çıkması, Yunanistan’da PAME’nin ve Portekiz’de sen-dikaların etkili sınıf mücadelesi yürütmesi ve eski üçüncü dünya ülkelerindeki sendikaların des-teği ile yeniden toparlanmıştır. 2006 yılında Havana’da toplanan 15. Kongre sonrası yükselişe ge-çen WFTU kısa bir süre önce Atina’da 107 ülkeden katılımcılarla 16. Kongresini yapmıştır.

Sunulacak bildiriye konu olan araştırmanın amacı Türkiye’deki konfederasyonların neden uluslararası sarı sendikal konfederasyonların üyesi olduklarını incelemektir. Araştırmanın hipo-tezlerinden biri, sendika yöneticilerinin uluslararası sendikal konfederasyonlar üzerinden yürü-yen sınıf mücadelesinin tarihi bilgisine sahip olmadıklarıdır. Diğer hipotez ise sendika yöneticile-rinin politik tutumlarının radikal bir arayışa izin vermediğidir. Bu hipotezleri sınamak üzere bilgi ve tutumu ölçen bir anket farklı konfederasyonlardan sendika yöneticilerine uygulanacak ve bul-gular kongreye sunularak tartışılacaktır.

Türkiye’de Sendikaların Yabancı Göçmen İşçilere Yönelik Yaklaşımları

Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Küreselleşme süreciyle birlikte artan bölgeler ve ülkeler arası eşitsizlikler, savaşlar ve iç siya-si çelişmeler yüz milyonlarca insanı doğduğu, büyüdüğü topraklardan kopartıp başka ülkelerde yaşam savaşı vermek zorunda bırakmıştır. En temel insan hakkı olan çalışma ve insanca bir yaşa-ma kavuşma düşüncesiyle yollara düşen bu milyonlar, gitmeyi amaçladıkları ülkeler tarafından kimi zaman derhal sınır dışı edilmesi gereken “kaçaklar” olarak görülürken kimi zamanda ucuz iş-gücü olarak kabul edilmektedir. Türkiye, kendisine yeni yaşam alanı arayan göçmenlerin bir kesi-mi için özellikle Avrupa ülkelerine geçiş yeri olarak kullanılırken, bir kesim göçmen için ise varış ül-kesi olarak görülmektedir. Kesin bir istatistik olmamakla birlikte Türkiye’de hala hazırda 2 milyon dolayında göçmen işçi bulunduğu öngörülmektedir. Bunlar içinde kaçak olarak çalışan göçmen işçi sayısının 500 bin ile 1 milyon arasında olduğu yönünde tahminlerde bulunulmaktadır. Sağlık, sosyal güvenlik, eğitim ve barınma gibi en temel haklardan yoksun bulunan kaçak göçmen işçiler ağırlıklı olarak hasta ve çocuk bakımı, temizlik işleri gibi hizmet alanlarıyla turizm sektöründe ça-lıştırılmaktadır. Ancak son yıllarda tekstil, inşaat ve madencilik gibi emek yoğun işlerde de yaban-cı göçmen işçi istihdamının arttığı izlenmektedir.

Göçmen işçiliğin yoğun olduğu birçok ülke gibi Türkiye işgücü piyasasında da göçmen işçi sayısı küçümsenmeyecek bir orana yükselmiş ve bu konu işgücü piyasalarında yaşanan önemli sorunlar içerisinde yerini almıştır. İşgücü piyasalarına ilişkin tüm sorunlar gibi göçmen işçiliği de sendikaların belirli bir tavır belirlemesi ve çözüm üretecek çalışmalar yapması gereken bir konu haline gelmiştir.

Bu çalışmada başta AB ülkeleri olmak üzere işçi göçüne maruz kalan diğer ülke sendikaları ve uluslararası sendikal örgütlerin kaçak göçmen işçiliği konusunda izledikleri politikaların da ışı-ğında Türkiye’deki işçi sendikalarının kaçak göçmen işçiliği konusundaki yaklaşımları ve varsa çö-züm önerileri değerlendirilmeye çalışılacaktır.

16712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Bir Kesit: Demokrat Parti Dönemi İşçi Sınıfı Oluşumunun

Sendikalar ve Sendika Dergileri Üzerinden Değerlendirmesi

Araş. Gör. Ezgi Pınar, ODTÜ, İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Türkiye emek tarihinde işçi sınıfı üzerine ait çalışmaların 1960’larda yoğunlaştığı gözlemlen-mektedir. 1961 Anayasası ile başlayan dönem Türkiye işçi sınıfının siyasal ve sosyal alanda bir ak-tör olarak varlığını ispatladığı bir dönem olarak kabul edilmelidir. Ancak bu genel kabul işçi sını-fınının bu tarihten önceki dönemlerininin hafifsenmesi eğilimini de beraberinde getirmektedir. Cemiyet Kanunundaki değişikliler ve çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye işçi sınıfının örgüt-lenmesi önündeki bir takım engeller kalkmıştır. 1950lerle devam eden süreçte işçi dernekleri ve sendikalar yaygınlık kazanmıştır. Artan sınıf örgütleri ve 1960larla başlayan sürecei öncelemesi itibariyle de bu dönem dikkate değerdir. Bu bildirinin amaçlarından biri, sendikaların ve daha ge-nelde işçi sınıfının 1950-1960 dönemindeki deneyimlerinin de Türkiye emek tarihi açısından ince-lenmeye değer olduğunu göstermektir.

Çalışma içerisinde Demokrat Parti dönemindeki bu değişimin işçi sınıfı oluşumu açısından nasıl ele alınması gerektiği tartışılacaktır. Bu tartışma yürütülürken sendika dergilerinde yer alan biçimiyle grev hakkından hareketle sınıf oluşumu değerlendirilecektir. Örgütlenme, sendikalaş-ma ve kolektif eylemler, özellikle grevler sınıf oluşumunun (ve sınıf bilinci oluşumunun, sunum içerisinde bu paslaşmaya da yer verilmesi bir zorunluluktur) en göze çarpan unsurlarıdır. Grev hakkı Demokrat Parti dönemini en tartışmalı ve dikkate değer gündemidir. DP dönemindeki sen-dikalaşma ve çıkarılan sendika dergileri işçi sınıfı --bilinci --oluşum süreci açısından önemli dene-yimler olarak karşımıza çıkmaktadır ve grev hakkı bu dergilerde en çok yer bulan başlıktır. Sınıf oluşumunun görece sessiz kalmış bir uğrağı olarak Demokrat Parti dönemindeki işçi sınıfı örgüt-lenmeleri ve onların taleplerine bakmak amacını güden bu bildiri aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı tarihi çalışmalarına bir katkı olarak görülebilir.

168 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İŞ VE İŞSİZLİK DENEYİMLERİ

Türkiye’de Değişen İş ve İşçili Deneyimleri

Yrd. Doç. Dr. Çağatay Topal, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu çalışmada dile getirilen analizler, Doçent Doktor Sibel Kalaycıoğlu koordinatörlüğünde ODTÜ Sosyoloji Bölümü bünyesinde yürütülen “2000’ler Türkiye’sinde İşyerinin Yapısal Dönüşü-mü: Farklı Düzey ve Boyutlarda Teknoloji Kullanımı” başlıklı projenin, İstanbul merkezli, bir Ana-dolu kentinde üretimi sürdüren ve tekstil sektöründe faaliyet gösteren bir şirkette tamamlanan alan araştırmasına dayanmaktadır. Metin, Türkiye’de son dönemde işyerinde artan teknoloji kul-lanımının farklı boyutlarından biri olan gözetim biçimlerine odaklanacaktır. Metinde, sınırlı en-düstrileşmeye sahip bir şehir iken, uygulanan devlet politikalarına bağlı olarak farklı sektörler-de endüstrileşmenin yaşandığı bir Anadolu kenti özelinde işyerindeki gözetimin izlediği süreçle-re bakılacaktır. Bahsi geçen Anadolu kentindeki üretim alanında istihdam edilmiş ve çoğunluk-la tarım geçmişi olan işçiler, bir yandan fabrikanın zorluklarından bahsederken öte yandan şehir-de bulunmanın kırda bulunmaya oranla daha avantajlı olduğu görüşünü dile getirmektedir. Fab-rikanın kimi şartları (fazla mesai, normalden uzun çalışma süresi, düşük maaş gibi) şikâyet konu-su iken, fabrikadaki disiplin uygulamaları genel olarak olumlu bir söylem içinde dile getirilmek-tedir. İşveren işçilerin ilk kez fabrikada çalışmaktan dolayı yaşadıkları zorlukların üretkenliği etki-lememesi ya da mümkün olduğunca az etkilemesi için belli stratejiler geliştirmektedir; oluşturul-maya çalışılan işyeri zihniyeti bu stratejileri güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. İşçilerin verimliliği ar-tırma yolundaki söylem ve pratiklere tavrı, rıza göstermek şeklindedir. Bununla beraber, işçilere göre işverenin hızı ve verimliliği artırmak için belli yollar araması ve metotlar geliştirmesi ne ka-dar olağan ise, kendilerinin de belli “kaytarma” yolları bulmaları o kadar olağandır. Yöneticiler fab-rikanın bir sistem çerçevesinde çalışması gerektiğini, kişilere bağlı olamayacağını vurgulamakta-dır. Bu çerçevede verilebilecek örnek işçilerin bir makinede uzmanlaştıktan sonra diğer makine-leri öğrenmeye ve onlara geçmeye genelde olumlu bakmamalarıdır. İşçiler, öğrenme süreçlerin-de çok büyük sıkıntılar yaşamamalarına rağmen iş yükünü artıracağı ve üretkenliklerini azaltaca-ğı gerekçesiyle bu tür kaydırmalara direnmektedir. Özetle, bu çalışma, işyerindeki gözetim süreçlerinin, teknoloji ve insan unsurları tarafından beraber şekillendirildiği, yerel dinamiklerce eğilip büküldüğü, eşitsiz konumda yer alan özneler arasında sürekli devinen bir çatışma çizgisini izlediği ve bu çatışmanın farklı zihniyetlerin uyum-suzluğunda yansıdığı tezini işleyecektir.

44. OTURUM

16912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Değişen İş ve İşçili Deneyimleri

Yrd. Doç. Dr. Fatma Umut Beşpınar, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu çalışma, Türkiye’de 1990’lardan itibaren üretimin merkezden periferiye doğru kayması-na bağlı iş ve işçilik deneyimindeki dönüşümü incelemeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda, çalış-ma yurtdışına ihracat yapan, merkezi İstanbul’da ve üretim birimi Çorum’da olan ancak son yıllar-da üretimi İstanbul’dan Çorum’a hızlı ve yoğun bir şekilde kaydıran bir tekstil fabrikasındaki iş ve işçilik deneyimlerini ele almaktadır. Bu örnek, Türkiye ve benzeri ekonomik düzeydeki ülkelerde son yıllarda gözlemlenen ekonomik neo-liberalleşme ve yerel sanayileşme politikalarının artan etkisine bağlı olarak sık rastlanan bir durumu temsil etmektedir. Sosyoloji Bölümünden üç araş-tırmacının yürüttüğü “2000ler Türkiye’sinde İşyerinin Yapısal Dönüşümü: Farklı Düzey ve Boyut-larda Teknoloji Kullanımı” başlıklı projeye dayanan bu çalışma, İstanbul ve Çorum’da gerçekleşti-rilen alan çalışmasına dayanmaktadır. İstanbul’da üretim maaliyetinin yükselmesi ve Anadolu şe-hirlerinde sanayileşmeye yönelik teşviklerin artması ile üretimin İstanbul’dan tamamen Çorum’a kayması ve İstanbul’daki fabrikanın küçülerek sadece tasarım ve modellemenin yapıldığı bir bi-rime dönüşmesi hem işin yapısını hem de işçilik deneyimlerini dönüştürmektedir. Çalışmada ay-rıca yurtdışı pazara üretim yapılmasından kaynaklı bazı uluslararası çalışma anlaşmalarına uyma zorunluluğu ile verimliliği arttırma pratikleri arasındaki gerginlik de gözlenmektedir. Merkez ve periferide iş ve işçilik deneyimleri birbirinden farklılık göstermektedir. İstanbul’da üretim yerine sadece tasarım ve modellemeye geçilmesiyle iş ve işçilik deneyiminde artan vasıf beklentisine vurgu yapılmaktadır. Hem işveren hem de işçiler yaptıkları işin kalifiye olduğunun altını çizerken kendilerini Çorum’da üretimde çalışan işçilerden farklı görmektedirler. Çorum’da daha önce sana-yi sektöründe çalışma deneyimi olmayan ya da kısıtlı olarak bu tür bir deneyime sahip olan işçiler ise hem verimliliği arttırmaya yönelik kontrol mekanizmalarının çok daha yoğun işlediği bir üre-tim biriminde çalışmanın zorluklarını deneyimlemekte, hem de işveren tarafından sürekli “acemi”, “verimlik arttırıcı yöntemlere direnen” ve “işten kaytaran” olarak algılanmaktadır. Bu çalışma mer-kez ile periferide tasarım ve üretim şeklinde farklılaşmanın iş ve işçilik deneyimlerine yansıması-nı sadece işveren ve işçi arasındaki farklı güç dinamiklerine değil, aynı zamanda işçiler arasındaki farklı konumlanış, deneyim ve kimliklerin ortaya çıkışını da dikkate alarak ele almaktadır.

Türkiye’de 1980 Sonrasında İşçiliğin Profesyonelleşmesi Neler Getirdi? Neler Götürdü?

Yrd. Doç. Dr. Helga Rittersberger Tılıç, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

2005-2006 yıllarında gerçekleştirilen bu çalışmada Türkiye’de 1980 öncesi ve sonrası işçiliğin birbirleriyle hem benzeşen hem de farklılaşan yaşam öyküleri “sözlü tarih” yöntemi kullanılarak araştırılmıştır. Çalışma, küçük ve büyük sanayi işletmelerinde halen çalışan ve/veya emekli olmuş olan işçilerin yaşam ve iş öykülerinden yola çıkarak, Türkiye’de işçiliğin değişen niteliklerinin ve yükselen mesleki bilgi ve eğitimin getirisinin neler olduğunu irdelemektir. Türkiye’de son 15-20 yılda çok şeyin değiştiği işçiler tarafından gözlenmektedir. Özellikle şimdi ve eski dönemi kıyasla-yabilecek durumda olanlar için bu değişimler oldukça açık şekilde görülebilmektedir. İşçiler tara-fından 1980 sonrasında fiziksel koşullardan iş güvenliğine varacak şekilde geniş bir yelpazede de-ğişim olumlu yönde algılanabilmektedir. 1980 sonrasında fabrikaya girmenin en azından bir mes-lek lisesi eğitimini şart koştuğu, işin daha profesyonel bilgi gerektirdiği vurgulanmıştır. Bu anlam-da 1980 sonrası dönemin işçiliğin algılanması üzerinde değişikliklere yol açtığı özellikle uzun eği-

170 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

timliler tarafından gözlenmektedir. Bunun yanı sıra, eskiden daha üretim odaklı olan işçilerin ar-tık daha tüketim odaklı oldukları, sistemin de eskiden daha sosyal boyutlu düşünen ve davranan bir sistem yerine artık çok daha kar odaklı bir sisteme geçtiği gibi bir algı mevcuttur. Uzun süredir çalışan işçilerin deneyimlerinden yola çıkarak 1980 sonrası oluşan bazı değişimlerden bazıları ile-ri teknolojinin kullanılıyor olmasıdır. Özellikle kurumsallaşmış, büyük işletmeler ileri teknoloji ile çalışmaktadır. Bu teknoloji -bir işçinin ifade ettiği gibi- “artık nerede ise işçiye gereksinim duyma-maktadır”. Yine formel işyerleri endüstriyel ilişkileri daha iyi kullanmaya başlamıştır. İşyerlerinde “insan kaynakları” departmanları kurulmuştur. Yine büyük işletmelerde “işyeri hekimliği” uygula-ması mevcuttur. Yemek, servis, çalışanlara özel aktiviteler, çalışanın firmanın parçası olmasını sağ-layacak çok çeşitli aktiviteler gerçekleştirilmektedir. Bunlar büyük işletmelerde çalışan ve çalışma süresi 20 yıldan fazla olan kişilerin dile getirdikleri temel gelişmelerdir. Diğer yandan ileri teknoloji kullanılması işçiye olan bağımlılığı azaltmaktadır. İthal ikameci politikadan vazgeçilmesi, dünyaya açık bir pazar sistemine geçilmesi ekonomiyi daha kırılgan yapmakta bu da 1990’lardan bu yana arka arkaya yaşanan ekonomik krizlere yol açmaktadır. Bu krizler sonucunda işçiler birçok sandi-kal haklarını da kaybetmişlerdir. Yılda 4 kez verilen ikramiyeler teke indirilmiş, mesai ödemeleri kı-sılmış, çalışma süreleri uzamış, maaş artışları çok sınırlı tutulmuş veya performansa bağlanmış ve işten çıkarmalar hız kazanmıştır. Tüm bu olumsuz hususlar da 1980 sonrası dönemde çalışma ha-yatı içinde yer alanlarca dile getirilmiştir.

Özelleştirme ve İş Süreçleri Üzerindeki Etkileri: Tunçbilek Linyit Kömürü İşletmeleri Örneği

Doç. Dr. Sibel Kalaycıoğlu, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.Yrd. Doç. Dr. Kezban Çelik, Samsun 19 Mayıs Ü., Sosyoloji B.

Bu çalışma Tunçbilek Linyit Kömür İşletmesinde gerçekleştirilmiş bir saha çalışmasına da-yanmaktadır. Amacı 1990 sonrasında başlayan özelleştirme çabalarının ve kurum işçiliğinin yanı sıra taşeron işçiliğin ortaya çıkışının madencilik iş süreçlerini ve iş kazası risklerini nasıl etkiledi-ğini incelemektir. Madencilik Türkiye sanayileşme stratejileri içinde doğal kaynakların değerlen-dirilmesi ve kalkınma amaçlı kullanılması amaçlarının önde gelmekte idi. Madencilik büyük çap-lı araştırma ve yatırım gerektiren bir sektör ve önemli bir sermaye birikim kaynağı sayılmaktaydı. Öte yandan 1980 öncesinde özel sektöre ait olabilen bazı maden işletmelerinin 1980 sonrasında “doğal kaynakların mülkiyetinin devlete ait olması” gerektiği tartışması nedeni ile kamulaştırılmış ve 1980 -2003 yılına kadar kamu-özel karma bir yapıda gelişmiştir. 2003 sonrası ise birçok kamuya ait madencilik sektörü işletmesi özelleştirme kapsamına alınmıştır (Kepenek, 2011, s.440). Tunçbi-lek Linyit Kömürü İşletmeleri de bu gelişmelerden etkilenmiş ve 2004 yılından beri çoğunluk ola-rak kamu olmakla beraber bazı bölümleri veya bazı yoğun emek gerektiren işler ihale yolu ile özel şirketlere devredilmiştir. Madencilik işi yüksek deneyim ve bilgi gerektiren ve “ağır” bir iş biçimi olarak kabul edilmekle beraber, özelleştirme sonunda bu deneyime sahip olmayan, bölgeye göç ile gelip iş arayan ve düşük ücretle ve sendikasız çalışma antlaşmalarına rıza gösteren yeni işçiler “taşeron” işçi statüsü ile işe başlamışlardır. Bu yeni işçilik biçimi ile iş süreçlerinin değişmiş, ma-den işçiliğini özelliği olarak kabul edilen “dayanışma”, “kader arkadaşlığı” gibi geleneksel işçilik an-layışlarında da dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır. İşçiler arasındaki bu ikili statü “gerçek işçi”nin kim olduğu? “Dışarlıklı/ yaban” işçinin madende çalışma yeteneği? Gibi soruları ortaya çıkmıştır. “Herkes maden işçisi olamaz” anlayışı önemli ölçüde ayrım yaratmaya başlamıştır. Simmel’in kul-landığı anlamda “yabancılaşma” veya işyeri dışındaki küçük ve kapalı toplumda bir “ötekileştirme” süreci başlamış ve bu da işyerindeki iş sürecini etkilemektedir.

17112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İKTİSADİ DÜŞÜNCE: MARKSİST PERSPEKTİFLER

Marx , Marxizm ve “Yahudilik sorunu”

Doç. Dr. Metin Sarfati, Marmara Ü., İİBF İktisat B.

1844 yılında genç Marx, Paris’te yayınlanan “Annales franco-allemandes “ dergisinde Ba-uer ‘in bir yazısına cevap niteliğinde”Yahudilik sorunu”nu analiz edeceği bir makale yazar.Yazı-nın ilk bölümü genel olarak Marx’ın siyaset felsefesine,devlet kavramına ilşkin analizlerini içe-rir.Önce Bauer’in tezinin özetini veren Marx ardından kendi “devlet teorisinin” ipuçlarını sergile-meye başlar.Yaklaşık 30 sahifelik bu sosyolojik-siyasal analizden sonra Marx çok daha kısa olan ikinci bölümde “yahudilik sorunu”nu ele alır..Bu bölüm esas olarak yahudiler ve onların dininin irdelenmesine ayrılacaktır.

İlk bakışta birinci bölümle ilgisi olmadığı düşünülse de dikkatli bir okumada organik bir bağ olduğu anlaşılabilecek bu bölümde Marx 2000 yıllık Yahudilik sorununu analiz etmeyi ama ondan da önemlisi kesin çözüm getirmeyi hedeflemektedir.Devlet –sivil toplum-din-laiklik-mülkiyet olgularının kavşağinda yapılmaktadır bu analiz.

“El yazmalarından” hemen önce yazılan bu yazı kuşkusuz hacim olarak da nitelik olarak da Marx’ın daha sonraki asıl yapıtları ile aynı önemi taşımayacaktır..Bununla birlikte “yahudilik sorununun “ marxizmin geneli içinde her zaman ayrı ve özel bir ilgi odağı olduğu açıktır Ayrı-ca hiç kuşku yok ki Marx diğer konularda olduğu gibi bu konuda da kendinden sonraki marxist düşün ve yazını derinliğine etkilemiştir..

Bu anlamda konunun üç başlıkta analiz edilmesi amaçlanmaktadır;

Önce, Marx’ın bu yazısının metodolojik açıdan marxist bir analizle örtüşüp örtüşmediği irdelenecektir.

Daha sonra “Yahudilik sorununun” analizinin perspektiflerinin ,tarihsel –felsefi süreçlerle örtüşüp örtüşmediği analiz edilecektir.

Nihayet, Marx’ın yahudilik sorununun çözümüne getirdiği katkı büyüteç altına alınacak-tır.

45. OTURUM

172 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İnsan Merkezcilik: Ekolojizm’den Marksizm’e Yöneltilen Temel Bir Eleştiri ve Sınırları

Açalya Temel, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ABD

Ekolojizm, ekolojik sosyalizmden derin ekolojiye uzanan düşünsel yelpazesinde, özellik-le de modernite eleştirisi bağlamında Marksizm’e eleştirel yaklaşmıştır. Klasik Marksist litera-türün bütünlüklü olarak ekolojik bir görüş sunduğunu ileri süren John Bellamy Foster, Paul Burkett gibi ekolojik Marksist yazarların dışında Marksizm’e yoğun olarak yönelen eleştiriler, Marksizm’in “endüstriyalizm”i kapitalizmden farksız olarak bir süper ideoloji olarak içselleştirdi-ği, iktisadi gelişmenin doğal sınırlarını kabul etmediği, doğanın değer yaratmadaki rolünü gör-mediği, bunun emek süreci analizinden değer teorisine uzanan yansımaları olduğu, çevresel sorunların çözümünü ileri sınai gelişme aşamasına ve/veya sosyalist topluma bıraktığı, doğayı araçsallaştırdığı gibi eleştirilerdir.

Bu bildiride “insan merkezciliğin” (anthropocentrism) bu ve benzeri tüm eleştirilere te-mel teşkil eden merkezi bir eleştiri olduğunu savunacağız. “İnsan dışı varlıkların aleyhine/onla-ra rağmen insan çıkarlarına keyfi ve ayrıcalıklı yer verme hatası”, “insan dışı dünyayı insanın ara-cı haline getirmek” olarak tanımlanabilecek insan merkezciliğin karşısına alternatif olarak “eko-merkezcilik” yerleştirilmektedir. Kimi zaman bir tür ekolojik muhafazakarlığa ve hatta teoloji-ye varabilen ekomerkezcilik ekososyalist görüş içinde tartışma konusu olmuştur. Örneğin Ted Benton, bir ekososyalist olarak, insan merkezcilik eleştirisi dikkate alınarak Marksizm’in yeniden yapılandırılması gerektiğini savunur. Bunun karşısında Reiner Grundmann ise ekomerkezciliğin olanaklılığını katı bir biçimde sorgulamış, insan merkezcilikten çıkışın idealist olmayan bir sa-vunusunun pek de mümkün olmadığını ileri sürmüştür. Aslında Sovyetler Birliği’nde yaşanmış olumsuz çevre pratiklerinin kaynağının Marksizm’in kavramsal çerçevesinin içinde aranmasının bir ürünü olan bu eleştirilerin bize göre riskli yanı doğanın ahlaki bir savunusuna dönüşebilme-leridir. Marksizm ekolojik bir teoriyi derli toplu olarak sunmamasına rağmen, bir ekolojist etiğin kurulmasının da imkanlarını kendi içinde taşımaktadır.

Bildiride insan merkezcilik ve Marksizm ilişkisini ele alan farklı yaklaşımları ve bu yakla-şımlar bağlamında maddeci bir ekolojik Marksizm’in olanaklılığını inceleyeceğiz.

Değerler ve Değer Yaratma Süreci: İşletme Tarihi Bağlamında Bir Deneme

Ya da Sosyolojinin Politik İktisat Eleştirisine Eleştiri

Dr. Koray R. Yılmaz, 19 Mayıs Ü., İİBF İktisat B.

Durkheim bağlamında yapılan iki tespit bu çalışmanın yerine işaret etmek açısından önemli görünmektedir. İlkinde Gören Therborn “topluma ilişkin bilimsel bir söyleme yapı-lan temel sosyolojik katkının ... esas olarak çeşitli tip ve büyüklükteki insan yığınları arasında-ki ideolojik topluluğun – yani değer ve normlar topluluğunun- keşfedilmesi ve incelenmesi-ni içerdiği” ve bu “ideolojik topluluk” kavramının oluşturulmasının “ekonomi politiğin sosyo-lojik eleştirisini” gerekli kıldığını, bunun oluşturulmasında da Durkheim’ın belirleyici bir rol oynadığını”(Callinicos, 2004:190) vurgular. Bunu Tiryakiyan’ın Durkheim’dan yaptığı alıntılar-

17312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

da içerilen tespitler tamamlar. “Bencillik ya da öz çıkar, insanları birleştirmekten çok böler, as-lında öz çıkar, sınırlanmadığı takdirde toplumun güçlenmesinden çok çözülmesine yol açacak bir tutkudur”(Tiryakiyan, 1997:217). Dolayısıyla Durkheim’ın politik iktisada eleştirisi –ki bu la-issez faire laissez passer politik iktisadıdır – şöyle ifade edilir: “Modern toplum ekonomik ola-rak ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, bu örgütlenmenin bir ruha ihtiyacı vardır; ekono-mik birlikteliğin tutkalını oluşturacak olan ahlaki birlikteliği sağlayıcı ve ortak değerler şeklin-deki bir ruha ihtiyaç vardır”(Tiryakiyan, 1997:27). Nihai olarak Durkheim, politik ekonomi çiz-gisini ahlak ve ortak değerleri ihmal ettiği gerekçesiyle eleştirmektedir. Bu sosyolojik eleştiri açık ki önemlidir. Ancak başka bir önemli eleştiri günümüzde sosyoloji çalışmalarının değerler, normlar ve kültür gibi hususları ele alırken onları kendi içinde analiz etme eğiliminde olması-dır. Bu çerçevedeki sosyoloji ve kültür çalışmaları için örneğin kapitalizm kavramı çoktan vaz-geçilmiş, Eagleton’dan çağrışımla fazla bütünleştirici ve ekonomistçe bulunmaktadır (Eagleton, 2004:53).

Kapitalizmin yapısal dinamikleriyle değerler ve normların iç içe geçmesini örnekleyecek önemli bir alan işletme tarihidir. Bu çerçevede bu çalışmada, Türkiye toplumuna ait kimi or-taklaşılmış değerler işletme tarihi bağlamında ele alınacak ve bu değerlerin salt değer-kültür-kimlik dünyasının ötesinde kapitalist sermaye birikimi süreci açısından anlamı ve yeri ortaya konmaya çalışılacaktır. Böylelikle sermaye birikim sürecinin salt “iktisadi” bir süreç olmadığı gibi kültür-değer alanının da salt kendi içinde bir süreç olmadığı gösterilmeye çalışılacaktır. Diğer bir deyişle bu çalışmada Marksist eleştirel politik iktisadın olanakları kullanılarak değerlerin, “değer” yaratma sürecine ya da sermaye ilişkisine nasıl içselleştirildiği ortaya konacaktır. Böyle-ce sosyolojinin politik iktisat eleştirisine, eleştirel politik iktisat çerçevesinden bir işletme tarihi çalışması ile eleştiri getirilecektir. Arçelik şirketinin tarihinden hareketle ortaya konacak olan bu süreç, aynı zamanda firmanın dolayısıyla işletme tarihinin yansızlığı yaklaşımına getirilmiş bir eleştiri ve işletme tarihinde kültürün-değerlerin yerine ve ele alınma biçimine yönelik bir dene-me olacaktır.

İktisadi Teoride Denge Kavramının Toplumsal İmaları

Prof. Dr. İşaya Üşür, Gazi Ü., İİBF İktisat B.

İktisadi teoride “denge”, kendisinden vazgeçilemeyen temel bir kavramdır. Böyle olmakla birlikte “denge”nin ne olduğu, sanılanın aksine çok da açık değildir. Bir kere, teorilerin kendi içle-rinde farklılıklar mevcut olduğu gibi, teoriler arasındaki benzemezlikler çok daha fazladır. Ancak, bizce, daha önemli ve neredeyse üzerinde durulmayan husus, teorilerdeki “denge” kavramının toplumlar açısından anlam ve imalarının ne olduğudur. İşte bu tebliğde bu anlam ve imaları tes-pit ve tahlile teşebbüs ediyoruz.

174 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TOPLUMSAL CİNSİYET: ERKEKLİK ÜZERİNE

Doğu Karadeniz’de “Nataşa” Tahayyülü Aracılığıyla Şekillenen Ataerkil Anlatılar

Araş. Gör. Mehmet Bozok, Artvin Çoruh Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

SSCB’nin yıkılışının ardından 1989’da Gürcistan sınırının açılması, eski Sovyet ülkele-rindeki yoksul insanların ticaret yapmak için Türkiye’ye gelmeye başlamasına yol açtı. Doğu Karadeniz’deki yerleşimlerde önceleri çoğunlukla “bavul ticareti” olarak anılan ve kayıt dışı tica-ret şeklinde başlayan bu süreçte kısa süre sonra, “kendi bedeninden başka satacak bir şeyi olma-yan” eski SSCB yurttaşı olan yoksul kadınlar tarafından gerçekleştirilen fuhuş ortaya çıkmaya baş-ladı. Eski Sovyet ülkelerinden fuhuş yapmak amacıyla gelen kadın seks işçileri, Doğu Karadeniz’de “Nataşa” olarak adlandırıldı. Ağırlıklı olarak 1990’lı yılların başlarından, polisiye önlemlerle azalma-ya başladığı 2004-2005’e değin devam eden bu süreçte “Nataşa’lar”, bir yandan şiddete varan ağır ve yaygın bir sömürüye maruz kalırken, diğer yandan da fuhuşun tüketicileri olan erkekler tara-fından dile getirilen ataerkil anlatıların fantezi üreten nesneleri oldular.

Bu anlatılarda temelde iki yön bulunmaktadır. Geçmişte komünist olan ülkelerden gelen seks işçisi kadınlar, g enel bir adlandırmayla “Nataşa” sözcüğüne sıkıştırılıp kimliksizleştirilirken, aynı zamanda hem yoksul, hem yabancı, hem de kadın oldukları için kolaylıkla ötekileştirildiler. Öte yandan sözkonusu seks işçileriyle yaşanan deneyimler, bugün hala “gururla” anlatılarak, erkek kimliğinin geçmişi yeniden yazan tahayyüller aracılığıyla yeniden inşasına “hizmet” ediyor. Ancak burada meselenin farklı yanlarında konumlanan kadınların, evdekilerin ve “Nataşaların”, yaşadık-ları ezilmişlik ve ikincilleştirilme hiç dile gelmiyor, göz ardı ediliyor. Gerçekle kurgusalın iç içe geç-tiği bu anlatılar, Doğu Karadeniz’de erkekliğin ve dolayısıyla da ataerkilliğin nasıl kurgulandığına ilişkin ipuçları vermektedir.

Bu sunum, Doğu Karadeniz’de Nataşa anlatıları dolayımıyla dile getirilen ataerkil tahayyül-leri Trabzon’un Merkez ilçesi ile Artvin’in Hopa ilçesinde gerçekleştirilmiş olan karşılaştırmalı bir alan araştırmasında toplanan verilerden yararlanarak tartışmayı hedeflemektedir.

46. OTURUM

17512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kurgusal Erkeklik (masculinity) :Reklamlarda Temsil Edilen Erkeklik Biçimleri

Doç. Dr. Şahinde Yavuz, Karadeniz Teknik Ü., İletişim F.

Erkek ya da kadın olmak yani toplumsal cinsiyet (gender) biyolojik bir farklılık kadar toplum-sal bir oluşumdur. Erkek ve kadın olmaya ilişkin genel kabuller toplumlara ve toplum içinde yer alan farklı alt kültürlere göre değişiklik gösterir. Toplumsal cinsiyet çalışmaları günümüze değin kadın çalışmaları başlığı altında daha çok kadınlarla ilgili çalışmalar üretildiği bir alan olarak var oldu. Oysa toplumsal cinsiyet çalışmalarının bütünlüğü açısından kadınlar kadar erkeklik üzerine çalışmak, erkekliğin nasıl algılandığı ve yaşantılandığı, egemen erkeklik tanımının neler olduğu ve farklı erkeklik biçimlerinin var olup olmadığı konularının irdelenmesi gerekir.

Kitle iletişim araçları, paylaşılan baskın ideolojik söylemlerin pekiştirildiği ve çoğu zaman da söylemin bizzat yaratıldığı araçlardır. Gerçekliğin üretilmesi ve yaratılması kadar, değişiminde de kitle iletişim araçlarının rolü büyüktür. Kitle iletişim araçlarıyla yayılan reklam da sadece şirket-ler ve müşterileri arasında iletişim kurma aracı değil, aynı zamanda sosyal bir aktör ve kültürel bir üründür. Bu nedenle reklamlarla, izleyicilere pek çok toplumsal ve kültürel değer iletilir. Reklam-lar örneğinde düşündüğümüzde Türkiye’de son yirmi yıldır reklam tüketim ve erkekler arasında-ki ilişkinin değiştiğini görürüz. Sosyal, ekonomik ve politik pek çok değişim: evlilik yaşının yüksel-mesi, boşanmaların artışı, kadınların kamusal hayatta rollerindeki artış ve öğrenciliğin yaygınlaş-ması gibi faktörler pazarlamada erkeklerin de tıpkı kadınlar gibi önemli bir pazarlama segmenti olmasını beraberinde getirdi.

Bu çalışmada 1993 yayınlanan Esquire dergisinin ilk sayılarından 2003 yılına kadar olan sayılarındaki reklamlarda temsil edilen erkeklik biçimleri incelenecektir. Araştırmanın amacı, Türkiye’de yayınlanan ilk erkek magazin dergisi olan Esquire Dergisi’nin reklamlar aracılığı ile “er-keklik” tanımını nasıl kurduğu; beden ve bedenin çekiciliğine ilişkin erkek standartlarının neler ol-duğu, 10 yılda bu standartlarda bir değişim yaşanıp yaşanmadığı, reklamlarda evrensel erkek vü-cudu ya da ideal erkek tiplemesi var olup olmadığı, eğer böyle bir tipleme var ise bu tiplemenin kültürel değişmelere duyarlı olup olmadığı, sorularına yanıt aranacaktır. Böylece toplumsal cinsi-yet alanından yapılmış az sayıda erkeklik araştırmasına katkıda bulunulması hedeflenmektedir.

Köy Enstitüleri’nin Mezunlarının Babalık Deneyimlerine Katkısı

Şenil Ünlü-Çetin, ODTÜ Eğitim F. İlköğretim B.Y. Doç. Fatma Umut Beşpınar, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Emekli Öğ. Y azar Harun Ünlü

Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası ile res-men kurulmuştur. Amacı köylerde okul yetersizliğinden okuyamayan başarılı köy çocuklarının eğitilerek yeniden köylere öğretmen, sağlık görevlileri, teknisyenler gibi meslek elemanları ye-tiştirmek olan bu eğitim kurumları tarıma elverişli yerlerde Milli Eğitime bağlı yatılı okullar olarak açılmışlardır (Kartal,2008). Türk eğitim sisteminde önemli bir yere sahip olan ve devrim niteliği ta-şıyan Köy Enstitüleri kısa bir dönem temel amaçlarına yönelik işleyişini sürdürebilmiş ve 1954 yı-

176 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

lında da resmen kapatılmışlardır. Kuruluş hedefleri doğrultusunda ancak beş yıl (1942-1946) gibi kısa bir süre eğitim veren bu kurumlarda 16 bin köy çocuğu öğretmen ve sağlık memuru ola-rak yetiştirilerek yeniden köylerine kazandırılmışlardır. Köy Enstitüleri öğrencilerini küçük yaşlar-da kendi sistemlerine katmış, onları ataerkil düzenin aynı zamanda da feodal yapının etkisinde olan aile yaşamlarından kopararak daha demokratik, daha özgür ve daha özgün bir yapının par-çaları haline getirmiştir. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Köy Enstitülerinin mezunlarının aile yaşamına özellikle de babalık davranışlarına katkılarının incelenmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu nedenle çalışmanın amacı Köy Enstitülerinin mezunlarının babalık davranışlarını kendi aile ya-şamları, aldıkları eğitim göz önünde bulundurularak incelemektir.

Çalışma kapsamında, Köy Enstitüsü mezunu olan Mahmut Makal, Nedim Şahhüseyinoğlu, Ali Dündar, Aydın İpek ve Mustafa Aydoğan ile birer saatlik görüşmeler yapılmıştır. Katılımcıla-ra, Eğit-Der Ankara şube başkanı Harun Ünlü yardımı ile ulaşılmıştır. Tüm görüşmeler yine Eğit-Der Ankara Şube binasında gerçekleştirilmiştir. Görüşmeler süresince katılımcıların aile yaşantıla-rı, babaları ile ilişkileri, Köy Enstitülerine giriş şekilleri, aldıkları eğitim, kendi babalık deneyimleri, aile bakış açıları, çocukları ile ilişkileri hakkında bilgi toplanmıştır. Elde edilen bilgiler nitel araştır-ma yöntemleri kullanılarak incelenmiştir.

Katılımcılar anne ve babalarını daha çok feodal düzenin etkisinde ve otoriter bulurken, ken-dilerini daha demokratik, özgürlükçü ve sıcak ebeveynler olarak tanımlamışlardır. Babaları ile kı-yaslandığında katılımcıların sahip oldukları çocuk sayısında önemli bir düşüş görülmektedir. Tüm katılımcılar cinsiyet ayrımı yapmaksızın çocuklarının eğitimine büyük önem vermişlerdir; bütün katılımcıların çocukları en az üniversite mezunudur. Tüm katılımcılar çocuklarının mesleki tercih-lerine ve evlilik kararlarına müdahale etmediklerini özellikle vurgulamışlardır. Tüm katılımcılar ço-cuk sahibi olmanın ekonomik değerinden çok psikolojik değerine vurgu yapmışlardır.

Babalık davranışlarının değişimine yönelik yapılan çalışmalar babalık kavramıyla ilgili top-lumsal bakış açılarının hızlı değişimler gösterebilmesine rağmen, babalık davranışlarının uygu-lanmasında aynı hızın görülmediğini ve uygulamada babaların davranışlarının değişmesi için çok uzun bir süre gerektiğini iddia etmektedirler (LaRossa,1988). Bu durum göz önüne alındığında, çalışmanın iki kuşak arasında ortaya çıkardığı önemli ve büyük değişimlerin katılımcıların Köy Enstitülerinde aldıkları eğitimden ve tecrübe ettikleri demokratik, özgürlükçü atmosferden kay-naklandığı kolaylıkla iddia edilebilir. Kısa bir sürede ekonomik ve toplumsal yapıda önemli ve olumlu değişimlere yol açan Köy Enstitülerinin aynı olumlu, önemli ve hızlı değişimi aile hayatı üzerinde de yaratmış olduğu bu çalışmanın en önemli göstergelerinden biridir.

17712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KÜRT SORUNUNA SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR

Toplumsal Bir Problem ve Sosyoloji’nin Çıkmazı: Kürt Sorunu Karşısında Türk Sosyolojisi

Arş. Gör. Ahmet Gökçen, Muş Alparslan Ü., fen. Edb. F. Sosyoloji B.Arş. Gör. Adem Palabıyık, Muş Alparslan Ü., fen. Edb. F. Sosyoloji B.

Bir bilim olarak sosyolojinin toplumu tanıması-anlaması ya da anlaması-analiz etmesi açı-sından birden fazla yaklaşım öne sürülmüşken bazen de bu tür bir sosyolojinin bazı sorunlara çö-züm üretemediği de görülmüştür. Bu yaklaşım Türk Sosyolojisinde de gözlemlenebilir. Bir gerçek olarak ileri sürülebilinir ki, Türkiye’de sosyoloji zor zamanlar geçiriyor; sosyolojinin tanımlandı-ğı kavramlar, Türkiye’nin batısında ve Türkiye’nin doğusunda istemeden de olsa farklı anlaşılabil-diği ve profesyonel ve akademik sosyolojinin gerçeklikte olduğundan ve olabileceğinden daha fazla bilimsel davrandığı söylenebilir. Toplum kobay değildir, benzer durumlar aynı analiz yön-temleriyle izah edilemez ya da Türkiye’nin herhangi bir yerindeki toplumsal bir sorunun çözü-mü için yine benzer yöntemleri kullanılamaz. Bugün ETA ve IRA gibi örgütlerin analiz edilme-siyle PKK’nın analiz edilmesi oldukça farklı bir yaklaşım ister. Doğu ve G. Doğu’yu görmeyen bir Türk Sosyologu’nun yaptığı analizin ne kadar reel olabileceği tartışma konusu olabilir. Sosyolojik anlamda Türkiye’nin sorunları yer ve zamana göre değişmektedir. Bugün Türkiye’nin Doğu ve G. Doğu’sunda yaşanan ve gittikte ayrıştırıcı bir unsura dönen kangrenleşmiş bir radikal Kürt sorunu karşısında Türk Sosyolojisi ne yapabilmektedir?

İşte bu bildiride bir sosyal bilim olarak “salt sosyolojinin” yeterli olup olmadığı üzerinde duru-lacak, Althusser’in ileri sürdüğü devletin ideolojik aygıtları gibi benzeri bir yaklaşım ile yerelleşen bir sosyolojinin neler yapabileceği, modern sosyoloji bir yandan geçerliliğini korurken yerele ya-kın bir sosyolojinin kendi entelektüellerini ortaya çıkarıp çıkaramayacağı tartışılacaktır. Toplumu analiz etme açısından sosyolojik muhayyilenin yetersiz kaldığı yerlerde hangi araçsallıkların (din, siyaset, ideoloji, vb.) bu eksiklikleri tamamlayabileceği ve bu bağlamda Kürt Sorunu adına Sosyo-loji anlamında neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır.

47. OTURUM

178 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Yeni Çocukluğun Kurucuları Kürt Çocukların Siyaseti ve Siyaset Alanı Olarak Toplumsal Gösteriler

Arş. Gör. Sedat Yağcıoğlu, Hacettepe Ü., Sos. Hizmet B.

Herhangi bir dönemde, herhangi bir toplumda çocuklar ile ilgili üretilen her şey çocukluk kategorisinin inşa ediliş biçimleri üzerinden temellenmektedir. Bu nedenle de, tarihsel ve top-lumsal kurgusu içinde çocukluğu ortaya koymak, farklı çocuklukları anlamak için elzemdir. Mat-baanın icadı, sanayi devrimi ile bilimde ve sanatta aydınlanma süreçlerinin sonucunda ortaya çı-kan modern çocukluk paradigması; sınıfsal, cinsiyetçi ve ırk ayrımcı bir çocukluk kategorisini te-mel almaktadır. Modern çocukluk paradigması üzerinden biçimlendirilen Çocuk Hakları yaklaşı-mı ise; bu nedenle bütün çocukları içerlemekten uzaktır ve çocukluğu kategorilere bölerek “mak-bul çocuk” olmayanları dışlamaktadır.

Türkiye’de cumhuriyetin ideologları çocukluk kurgusunun yaratılmasında temel rol almış, modern çocukluk paradigması temelinde “paternalist ideal Türk çocuğu” yaratma çabası; çocuk-luğun ulusal değerler çerçevesinde kurgulanmasına neden olmuş ve devleti çocukların sahibi ko-numuna getirmiştir. Ulus-devlet ideali yolunda, çocuklar eğitim başta olm hayatlarının her ala-nında devlet babaları tarafından kontrol edilen nesnelere dönüştürülmüştür.

Son beş yılı yoğun olmak üzere, 2000’li yıllardan sonra Türkiye’nin toplumsal sahnesinde gö-rünür olmaya başlayan Kürt çocuklar; kendilerine biçilen bu baskıcı çocukluk kategorisini redde-derek, siyaset yapan yeni bir çocukluk modeli oluşturmaya başlamışlardır. Savaş, baskılar, ayrımcı uygulamalar günlük yaşamlarının parçası olan Kürt çocuklar; bütün bu ortamın etkisiyle politik-leşerek siyaset yapmaya başlamış ve siyaset alanı olarak da toplumsal gösterileri seçmişlerdir.

Mevcut sunumda, Diyarbakır’da yaşayan 23 Kürt çocukla yapılan derinlemesine görüşme-ler sonucunda; çocukların savaş, Kürt kimliğinin inşası ve toplumsal gösteriler hakkındaki görüş-lerinden örnekler sunularak; Kürt çocukların yaptıkları siyaset aracılığıyla ürettikleri yeni çocuklu-ğun detaylı bir betimlemesi yapılacaktır.

1980 Sonrasında Cumhuriyet Halk Partisinin Doğu ve Güneydoğu’da Taban Kaybetmesinin Nedenlerinin

Sosyolojik Analizi

Araş. Gör. Devrim Ertürk, Mardin Artuklu Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Cumhuriyet Halk Partisi ortaya çıkışı itibariyle devletin kurucu partisi olma özelliğine sahip olan bir partidir. Cumhuriyetin devrimlerini gerçekleştiren, modernleşmenin aktörü olan bir par-ti olarak siyaset sahnesinde yer almış ve demokrasi sürecinde bu yerini kesintilerle de olsa koru-maya çalışmıştır. Tüm bu uzun tarihsel süreç içersinde Cumhuriyet Halk Partisi yıpranmış, zaman zaman ülke gündeminden farklı görünen politikalar gütmüştür. Bu farklı politikalar nedeniyle de devletçi, elitist, dar bölgelere hapsolmuş, savunmacı, militer görüşlere sahip bir parti olarak gö-rülmüştür.

Bu çerçevede geleneksel yapının Türkiye’nin diğer bölgelerine göre daha etkili olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde neredeyse tamamen etkisiz kalması seçim sonuçlarında ortaya çıkmıştır. Bölgede sadece geleneksel yapının değil, muhafazakar ve etnik eğilimlerin de

17912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

egemen olmaya başlaması CHP’nin belirtilen bölgelerde varlık gösterememesinin ana nedenleri olarak okunabilir. Özellikle etnik temelli siyaset yapan yeni bir partinin bölge seçmenlerini temsil etmeye başlaması ile birlikte CHP’nin bölgede varlığı iyice azalmıştır.

Bildiride siyasetin ortaya çıkan koşullarla birlikte göstermiş olduğu değişimlere bağlı olarak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu değişimden nasıl etkilendiğinin ve Doğu ve Güneydoğu’da varlık gösterememe nedenlerinin tartışılması planlanmaktadır.

Kürt Gençlik Hareketinin Yükselişini Anlamak

Araş. Gör. Ercan Geçgin, Ankara Ü., Sosyoloji B.

Kürt Sorunu, Türkiye’nin temel ve belirleyici meselelerinden biri olmayı sürdürmektedir. Bir tarafta devletin Kürt hareketi üzerindeki baskısı, diğer tarafta Kürt hareketinin silahlı mücadele ve çeşitli siyasal davranışlardaki kararlılığı, bu sorunu kronikleştirmeye doğru itmiştir. Uzun yıl-lar Türkiye’de egemen düşünsel yapının Kürt siyasal hareketinin toplumsal temelini görmezlikten gelmesi, sosyal bilimcilerin de konuya ilgisini yüzeyselleştirmiş ve toplumsal derinlikli araştırma ve analizler yapmasını önleyerek bunu sonraki kuşaklara havale etmesine nende olmuştur. Oysa sorunun nedenlerini belirlemek kadar sürecin aktörlerini anlamak da önemli sayılmalıdır. Bu doğ-rultudaki mütevazı bir katkı olarak, Kürt siyasal hareketinin gençlik boyutu araştırılmaya değer görülmüştür.

Kürt Siyasal Hareketinin legal alandaki dinamiğinin en önemli aktörlerinin kadınlar ve genç-ler olduğu bilinmektedir. Bu gerçeklik ışığında söz konusu bu çalışmada Kürt gençliği veya ken-di tarifleri ile “Yurtsever Gençlik” ampirik veriler ışığında yakından incelenmek istenmiştir. Nitel ve nicel tekniklerin birlikte kullanıldığı araştırmada “yöntemsel çoğulculuğa” dayalı bilgiler Hakkâri merkez, Hakkâri Yüksekova, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’dan toplam 180 kişi ile anket uygu-lamasından, gençlik içerisinde politik/pratik açıdan deneyimli kişilerle yapılan derinlemesine görüşmelerden ve gözlemlerden elde edilmiştir. Anket ve görüşmelerde Kürt Gençliğinin poli-tik katılımında etkili olan faktörlerin neler olduğu; Kürt Sorununa bakışları ve çözüm önerileri; sosyalleşme, siyasallaşma, örgütlenme biçimleri; kültürel, sosyal ve simgesel sermaye düzeyleri, Türkiye’nin diğer sol gruplara bakış açıları, toplumsal bütünleşme imkânları ile ötekileştirme poli-tikaları üzerinden bir betimlenme yapılmıştır. Kürt hareketinin sadece bugüne özgü bir sorunun olmaması, tarihsel ve toplumsal derinliğe sahip bir arka planının varlığı ile uluslararası bağlama dayalı bir sorundan yola çıkıp büyüyerek bugüne gelmesi “etnik siyasal toplum” olarak kavramsal-laştırılan bir ideal tipi gündeme taşımıştır. Yurtsever Kürt gençliği ise bu siyasal toplum içerisinde en dinamik unsur olarak ön plana çıkmaktadır.

Araştırma sonuncunda, Yurtsever Gençliğin batı illerine göre bölgede daha fazla radikal eği-lime sahip olduğu, sosyalleşme süreçlerinin siyasallaşma ile birlikte yürüdüğü ve bundan dola-yı devletin gücüne paralel bir “ikili iktidarın” hakim kılındığı, siyasal pratiğin motivasyon gücü-nün ağırlıklı olarak silahlı mücadeledeki başarıya göre algılandığı ortaya çıkmıştır. Her ne kadar si-vil toplum alanında devlet baskısı sürmüş olsa da gençliğin kadro esasına göre ve sürekli yer de-ğiştirme/hareket ve tarihsel tecrübe uyarınca kendini devamlı yenileyebilmesi, bir siyasal toplum gerçekliğinin kararlılığına işaret eden bir olgu olarak tespit edilmiştir.

Anahtar kelimeler: Kürt Sorunu, Kürt Gençliği/Yurtsever Gençlik, Siyasal Katılım, Gençlik Sos-yolojisi, Etnik Siyasal Toplum

180 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Prof. Dr. Server Tanilli Anısına

ANAYASA VE BİREYSEL BAŞVURU HAKKI

Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Hakkı ve Kapsamı, Amacı

Dr. Halil Güner, Çanakkale Adliye Sarayı Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcı

12 Eylül 2010 tarihinde halkoyuna sunulan ve benimsenen Anayasa değişikliğiyle Ana-yasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı düzenlenmişti. 07.05.2010 gün 5982 sayılı Anaya-sada değişiklik yapılmasına dair kanunla Anayasanın 148. maddesine eklemeler yapılmış, bi-reysel başvuruda bulunma hakkı düzenlenmiş, başvurunun çerçevesi belirlenerek içeriğin ya-sayla düzenleneceği belirtilmişti. Anayasa değişikliği halkın kabulüyle yürürlüğe girmiş, içerik ve uygulama biçimi de 30.03.2011 gün 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargıla-ma Usulleri hakkındaki yasayla düzenlenmiştir. Anayasanın 148. maddesinde belirli bir sınırla-ma getirilmişken uygulamaya ilişkin 6216 sayılı yasayla da ayrı sınırlamalar getirilmiştir. Birey-sel başvuru hakkı, insan haklarını genişletmek ve ihlalleri azaltma iddiasıyla getirilmişse de bu-nun gerçekleşmesi amacının yanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulmasının ve tazminat ödenmesinin önlenmek istendiğini, daha çok bu ikincinin hedeflendiğini düşündür-mektedir. Uluslararası sözleşme gereği taraf olunan bir ulusüstü başvurunun durumu bu deği-şiklikle birlikte ele alınmıştır. Bu yazıda bireysel başvuru hakkının yeni niteliği, içerik ve uygula-nabilirliği değerlendirilip birkaç ülke örneği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurunun özellikleriyle birlikte ortaya konmaya çalışılmıştır. Uluslararası sözleşmelerin kabul usulleri ile uygulamasının ve uygulamanın engellenmesi yöntemleri irdelenmiştir. Uluslararası sözleşme yasayla engellenemez, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin değiştirilmesi ve engel-lenmesi olanaksızdır. Venedik Komisyonunun değişiklik hakkındaki görüş ve raporunda, Ana-yasa Mahkemesinin süper mahkeme haline getirilmemesi ve düzenlemelerin açık, ayrıntılı ve özgürlükleri sağlayıcı nitelikte olması tavsiye edilmiştir. Ancak, yasada Anayasa Mahkemesi sü-per mahkeme durumuna getirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru sayısı dik-kate alındığında, Türk Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun uygulanabilirliği irdelenmiş, Anayasa Mahkemesinin yeni yapısı ile üye sayısı ve nitelikleri, bireysel başvuru konusunda bek-lentileri karşılayamayacağı, çözümün kolay olmadığı düşüncesiyle bir süre sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruların tekrar artacağı umulmaktadır.

48. OTURUM

18112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu hakların çok dar tutulması, sadece Avru-pa İnsan Hakları Sözleşmesiyle sınırlanması özgürlüklerin korunmasının ilk amaç olmadığı dü-şünülmektedir. Zira sosyal ve ekonomik hakların, kadın ve çocukların korunmasına ilişkin söz-leşmelerin başvuru konusunun dışına çıkarılması, idari dava konusu olamayan işlemlerin çok-luğu ve diğer istisnalar özgürlüklerin korunmasının amaçlanmadığını ortaya koymaktadır.

Anayasanın Ekonomi-Politiği

Dr. İlker Kılıç, Çankaya Ü., Hukuk F.

Anayasalar devletlerin temel kurumlarını, insanların temel hak ve özgürlüklerini belirten metinler olmakla birlikte temel ekonomik tercihleri de barındırırlar ve mevcut ekonomik para-digmalar içerisinde anlam kazanırlar. Böyle bir yaklaşım, anayasayı ekonomik düzenin hukuki çerçevesini oluşturan kurallar ve kurumlar bütünü olarak tanımlayan “ekonomik anayasa” anla-yışının ötesinde anayasanın politik ve ideolojik boyutunu ortaya koymaya teşvik eder. Kapita-lizm, ekonomik sömürüye zarar gelmeden insan hak ve özgürlüklerini genişletmenin olanak-larına her zaman sahip değildir. Anayasalar çoğu durumda bu ikisi arasındaki gerilimi gizleyen bir ideolojik örtü işlevi görürler. Anayasanın kapitalist bir devlet için rolünü ayırt edebilmek için kapitalizmi bir üretim sistemi ama aynı zamanda bir yönetim sistemi olarak da değerlendir-mek gerekir. Anayasaların temel bir işlevi de bu yönetim sisteminin temel kurumsallaşmasını ifade etmektir. Anayasaların tanımı gereği öncelikle belirtmekte olduğu yasama, yürütme, yar-gı erkleri ve bu erklerin birbiriyle ilişkileri de bu kurumsallaşmanın verili durumunu yansıttığı gibi kaynakların dağıtılıp gelirlerin bölüşülmesinden bağımsız bir incelemeye tabi tutulamaz.

Sermayenin kendisini zaman ve mekan sınırlarından kurtarması ile uluslararası ilişkile-rin yoğunlaşması yasama, yürütme, yargı içerisinde yürütmeyi ön plana çıkardı. Uluslararası ka-pitalist ilişkilerin etkili ve güvenli biçimde devamı, hızlı karar alabilen hızla uyum sağlayabilen yürütmenin yasama ve yargı engellerinden kurtarılmasıyla mümkün olabilirdi. Küreselleşmey-le birlikte devlet içi iktidar, küresel ekonomik ilişkilere en yakın kurumlarda yoğunlaştı: Devlet başkanlıkları, başbakanlık, hazine vb. 12 Eylül Anayasası gibi bu anayasada 12 Eylül 2010 tari-hinde yapılan referandumla yürürlüğe giren değişiklikler de aynı eğilimi yansıtıyor. Her ikisi de, “ekonomik ilişkilerin iradelerini açığa vurmaktan” öteye gidemiyor. Anayasalar, politik hukukun bir kategorisi olmakla toplumsal sınıfların mevcut güç ilişkilerini yansıtırlar, tahakkümü ama bunun yanında tavizi de kurumsallaştırırlar. Bu nedenle emekçi sınıfların müdahalesinin olma-dığı yeni bir anayasa sürecinin de kapitalizmin gerekleri ile demokrasinin gerekleri arasında her hangi bir tereddüde düşülmeden yaşanacağı açıktır. Kapitalizmin kendisini demokrasi, hukuk devleti, insan hak ve özgürlükleri ile sınırlamasını beklemek arkaik liberal saplantıdır.

Anayasa ve uluslararası Sözleşmeler: Anayasa yaratır mı?

Ali Rıza Aydın, Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü

Günümüzde, uluslararası sözleşmelerin iç hukuka etkisi küçümsenemeyecek ve ih-mal edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Kimi alanlarda, iç hukuk kendisini uluslararası huku-ka teslim etmiştir. Anayasa, bu hiyerarşi tartışmasına kendisini katmıyor gibi gözükse de ek-

182 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

lemlendiği uluslararası egemen iradenin ve neoliberal hukuk felsefesinin dışında kalmamış-tır. Anayasa’nın, “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrası-na 2004 yılında 5170 sayılı Yasa’nın 7. maddesiyle eklenen, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hü-kümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri”nin esas alınacağına ilişkin tümceyle, temel hak ve özgürlükler konusunda ulusal yasalarla uluslara-rası sözleşmeler arasında, uluslararası sözleşmeler lehine bir seçme yapılmasının yolu açılmıştır. Bu değişiklik, bir yandan soyut anayasa kurallarının somutlaştırılması yolunda en tipik örnek-lerden birini oluşturmuş, diğer yandan da soyut kuralların yaşama geçirilmeden hiçbir anlamı-nın olmayacağını göstermiştir. 90. maddeye yapılan ekleme, bir buyruk olmakla birlikte, kişile-re ve kurumlara göre uygulama farklılıkları ortaya çıkmış, hatta kimi alanlarda hiç uygulanma-ma yolu tercih edilmiştir. Bulanıklık ve kaos bugün de sürmektedir. Uluslararası sözleşmelerin esas alınmasına ilişkin kuralın uygulamaya yansıması, anayasanın hangi dili ve anlatımı taşıdı-ğının değil, nasıl kullanıldığının önemini göstermesi bakımından tipik örnektir. Ulusal alandaki birçok sorunun çözümünün uluslararası alana bırakılmasının kimin yararına olacağı ayrı bir tar-tışma konusu olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklerle ilgili uygulama farklılığının ya da uygulamada ihmalin, kuralı getiren siyasal iktidar tarafından tercih ediliyor olması da ay-rıca anlamlıdır. Anayasa ve uluslararası sözleşmeler örneği, “yeni anayasa” hedefinin dayatıldığı dönemde, yeni ve farklı da olsa, soyut anayasa önerilerinin bir anlam ifade etmeyeceğinin, ana-yasanın yaratmayacağının, olanı saptamayla yetineceğinin açık ve tipik gösterimlerinden biri-dir. Birey ve toplum yararına mükemmel sözcüklerle donatılmış bir anayasanın, yaşama geçme-dikçe bir anlam ifade etmeyeceği de açıktır. Anayasa bir üstyapı kurumu olarak, yalnızca saptadığından, diğer anlatımla yaşananı ku-rallaştırdığından, ondan yeni kurallarla yaratıcılık yapması beklenemez. 50. yılına geldiğimiz 1961 Anayasası gibi kimi örnekler, ancak “katalizör” rolünü üstlenirler ki, bu rol bile gücünü anayasanın soyut anlatımından almaz, toplumsal gerçekçilikten alır. 1961 Anayasası’nın, “öz-gürlükçü, eşitlikçi anayasa” damgasını taşımasına, onun içinden çıkan anayasal denetim kuru-mu olan Anayasa Mahkemesi’ne ivme kazandırılmasına, anayasa yargısının temelinin atılması-na ve anayasanın hak ve özgürlükler lehine yorumlamasına önemli katkılardan biri, yine kuru-luşunun 50. yılın kutladığımız TİP tarafından üstlenilen görev ve sorumlulukla yapılabilmiş; an-cak, bu itici rolün ve toplumsal hareketin kırılması gecikmemiştir. Kırılma, 1961 Anayasası’nın budanmasıyla kalmamış; TİP’nin, demokratik hukuk devletinin önemli kurumlarından biri oldu-ğu ileri sürülen Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına kadar uzanmıştır. Bu süreç, 1961 Anayasası’nın ne kadar ya da nereye kadar özgürlükçü olduğunun göstergelerinden biri oldu-ğu kadar, kurulu düzenin kurallarındaki geçici iyileştirmelerle kalıcı sonuç alınamayacağının da göstergelerinden biridir. 12 Mart sonrası 1971 Anayasa değişiklikleri, 12 Eylül sonrası 1982 Ana-yasası, bu Anayasa’da bugüne kadar yapılan değişiklilikler ve son olarak 12 Eylül 2010 değişik-liği anayasanın yaratmayacağının, üretim tarzına bağlı olarak yalnızca saptayacağının somut-laşmasıdır. Toplumsal gerçekçiliğin yok kabul edilerek, çoğunluk gücüne bağlanan “yeni ana-yasa” çalışmaları da “her üretim tarzının kendi hukuksal ilişkilerini, yönetim biçimini yaratması” gerçeği karşısında, tartışmasız bu kapsamda görülmelidir. Türkiye’nin anayasal geçmişi, “yeni anayasa” yolculuğunun ekonomi politiğinin ipuçlarını vermektedir. Bu, karşı çıkılacak bir yolcu-luktur. Ancak, dünyaya anayasayla bakılamayacak olsa bile, bu tarihi dersten farklı bir anayasa için sınıfsal bakışın ipuçlarının yakalanması gerektiği; kurulu düzene karşı, bu düzenin kuralla-rı içinde savaşım verilmesinden kaynaklanan sorunlar göz önüne alındığında da, sınıfsal bakı-şın ipuçlarının yakalamasıyla yetinilmemesi gerektiği açıktır. Farklı bir anayasa için sınıfsal ba-kış, farklı bir yaşam için sınıfsal bakıştan geçer.

18312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

YURTTAŞLIK

Türkiye’de Dijital Gözetim: TC.Kimlik Numarasından E-Kimlik Kartlarına Yurttaşın Sayısal Bedenlenişi

Alkım Özaygen, Ankara Ü., SBE.Arş. Gör.Gülden Gürsoy, Ankara Ü., İletişim F. Gazetecilik B.

Prof. Dr. Mutlu Binark, Başkent Ü., İletişim F.Arş. Gör.Selma Arslantaş, Ankara Ü., İletişim F.

Şafak Dikmen, Ankara Ü., İletişim F.

Gözetim olgusu, küreselleşme süreci ve yeni iletişim teknolojilerinin de etkisiyle yeni iktidar ve toplumsal denetim pratikleri arasında merkezi bir yer edinmiştir. Bu merkezi yer edinişte kredi kartları, cep telefonları ve internet gibi yeni teknolojiler, itaatkâr bedenler yaratarak gözetimi ko-laylaştırıcı araçlar haline gelmiştir. Buradan hareketle, bu çalışmada Türkiye’de dijital gözetim ol-gusunun giderek yaygınlaşması, panoptikon, superpanoptikon ve dijital panoptikon kavramla-rı (J. Bentham, M. Foucault, M. Poster, D. Lyon, G.T. Marx) izleğinde tartışılacaktır. Daha sonra yeni teknolojiler aracılığıyla veri depolama, veri eşleştirme gibi çeşitli dijital gözetim uygulamalarını meşrulaştırmak için kullanılan çeşitli söylemsel pratikler (“gereklilik”, “verimlilik”, “zaman ve ma-liyetten tasarruf” vb.), TC. kimlik numarası ve TC.kimlik numarası ile işleyen çeşitli e-devlet uygu-lamaları üzerinden açıklanacaktır. Türkiye’de yurttaşın sayısal olarak bedenlenişinin kısa tarihçe-si (şecere kayıtlarından, MERNİS projesi olarak gerçekleşen TC. Kimlik numarası uygulamasına de-ğin) aktarıldıktan sonra, 2012 yılında Türkiye geneline yaygınlaştırılacak TÜBİTAK-UEKAE tarafın-dan geliştirilen e-kimlik kartı uygulaması ile dijital gözetimin evrileceği yeni boyut ve verigözeti-minin (dataveillance) yeni hali açıklanacaktır.

Çalışmanın bulguları, T.C. Kimlik numarasının kullanılması ile e-devlet uygulamaları başta ol-mak üzere İnternet ortamında diğer farklı amaçlarla (ticari, STK. destekleri vb. nedenlerle) çeşitli uygulamalarda yurttaşın sayısal bedenlenişinin haritasında (İnternette sayısal bedenleniş topog-rafyası) temellenmektedir. Çalışmanın son kısmında ise yurttaşın sayısal bedenlenişinin, yurttaşlık kültürü üzerinde doğuracağı etkiler (örneğin, özel yaşamın gizliliği ve kişisel verilerin korunması gereği) açıklanacak ve yurttaşın “veri bütünlüğü”nün temel bir insan hakkı olduğunun altı çizile-rek, Türkiye’de yurttaşların bu konuda nasıl bilinçlendirileceklerine ilişkin çözüm önerileri sunula-caktır.

49. OTURUM

184 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Yurttaşlığın Krizini Yeniden Düşünmek: Liberal Milliyetçilik ve Anayasal Yurttaşlık Kuramı

Tolga Karabulut, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. B.

20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, siyasal ve sosyal kuram alanlarında yurttaşlık tartışma-larının yeniden canlandığı ve hız kazandığı bir döneme tanıklık etmekteyiz. Özellikle küresel kapi-talizm, uluslararası insan hakları söylemi ve giderek artan uluslararası göç gibi gelişmelerin yurt-taşlık kuramları ve pratikleri üzerindeki dönüştürücü etkilerinin incelenmesi en güncel konular-dan biri haline gelmiştir. Genel olarak yurttaşlığın krizi olarak adlandırılan bu süreç, yurttaşlık, de-mokrasi ve ulus-devlet gibi kavramlar arasındaki ilişkilerin sorunsallaştırılması ve yeniden düzen-lenmesine dair bir ihtiyacı da beraberinde getirmiştir. Bu ihtiyaca cevap verme arayışını sahiple-nen ve son dönemde öne çıkan iki kuramdan bahsetmek mümkündür: liberal milliyetçilik ve ana-yasal yurttaşlık kuramları. Liberal milliyetçilik kuramı, küreselleşme süreçlerinin yurttaşlığın değe-rini giderek azalttığını ve buna bağlı olarak da toplumların demokratik kendini-belirleme ilkesinin aşındığını savunmaktadır.

Bu nedenle, yurttaşlık pratiğinin yeniden canlandırılması gerektiğini dile getiren liberal mil-liyetçiler, bunun yolu olarak da yurttaşlık ve milliyet arasında güçlü bir bağ kurulmasını öngör-mektedirler. Yurttaşların politik katılımını sağlayacak toplumsal bağların güçlendirilmesi, bu yak-laşıma göre ancak ortak bir kültür ve ulus fikri ile mümkündür. Demokrasinin işlerliği için güçlü toplumsal kimlik mekanizmaları gerekmektedir. Bu anlamda demokrasi ve ulus arasında da kop-maz bir ilişki vardır. Anayasal yurttaşlık kuramı ise, demokrasi ve ulus arasında kurulan sabit ilişki-yi sorunsallaştırarak, toplumsal bağların ulusal bir kültür temelinde değil, farklı kültürel grupların eşit ve özgür bir şekilde bir arada varolmasını mümkün kılacak demokratik bir anayasanın ilkele-rine bağlılık temelinde güçlendirilmesini savunmaktadır.

Bu yaklaşıma göre, çağdaş demokrasilerin asıl amacı, toplumsal ve siyasal düzlemde, içsel dışlamaların sona erdirilmesi olmalıdır. Bunun için de, liberal milliyetçi düşüncenin savunduğu, ortak ulusal kültüre bağlılık etrafında örgütlenen yurttaşlardan oluşan politik düzen anlayışının değişmesi gerekmektedir. Anayasal yurttaşlık kuramı, bu anlayışın karşısına, yurttaşların siyasal bağlılığının demokratik bir anayasada biçimlenen normlar, ilkeler ve kurumlarla tanımlandığı bir toplumsal düzen anlayışını koymaktadır. Bu çalışma, yurttaşlık idealini ve pratiğini, demokratik bir siyaset tasavvuruyla birlikte düşünmek yeniden nasıl mümkün olabilir sorusunu merkeze ala-rak, bu iki kuramın karşılaştırılmalı bir incelemesini yapmak ve günümüzde yaşanan yurttaşlığın krizine yönelik çözüm yollarının araştırılmasını amaçlamaktadır.

Türkiye’de 2000’li Yıllarda Neoliberalizm, Kadın Projeleri ve Yurttaşlığın Dönüşümü: Diyarbakır, Şanlıurfa, Batman Örneklemi

L. Zeynep Beşpınar Karaoğlu, Marmara Ü., Fen-Edb F. Sosyoloji B.

Günümüzde, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de projeler ve projecili-ğin giderek artan biçimde, toplumsal ve siyasal öznelerin azımsanmayacak bir kısmı için önem kazandığı görülmektedir. Projeler aracılığı ile belli hedefleri gerçekleştirmeye yönelmek, 90’lar-dan 2000’lere uzanan sürece özgü bir yaklaşım olarak kabul edilemez. 1970’ler ve öncesinde de kalkınma ve gelişme kavramlarına eklemlenen pilot uygulamalar hayata geçirilmiştir. Türkiye söz

18512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

konusu olduğunda, Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP), devletin, “bölgesel kalkınma projesi” ara-cılığıyla toplumsal sorunlara çözüm üretme çabasının en belirgin örneklerinden biri olarak hatır-lanabilir. 1970’li yılların ekonomik yapıda belirli dönüşümleri gerçekleştirmeyi hedefleyen, ge-niş toplumsal ölçekli, topluluklar düzeyinde refahı artırmaya yönelen projecilik anlayışından, gü-nümüzün bireye yönelik projecilik anlayışına ilerleyen yolun, “refah devleti”nden (ya da en azın-dan hedefinden) neo-liberal ekonomiye geçişle ilintilendirilmesi kaçınılmazdır. Kolektif yarara vurgu yapan refah devleti hedefi yerini neo-liberal devlete bıraktığı oranda, projelerin aldıkla-rı desteğin kaynağı, içerik ve yöntemleri yanında, hedefleri de önemli değişiklikler göstermiştir. Bu araştırmanın ana soruları; “1990’lar Türkiye’sinde hayata geçirilen projecilik yaklaşımıyla ‘kadın yurttaşlığı’nın nasıl kurulduğu, bu kurgunun, 1970’lerde geçerli olan kurgudan hangi açılardan, nasıl faklılaştığı ve günümüzde değişik projelerde hayat bulan yaklaşımın, kadının güçlenmesine (empowerment) katkı sağlayıp sağlamadığı” biçiminde tanımlanmıştır.

Belirtilen sorular, 2010 Şubat – 2011 Mart aralığında, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Batman’da yü-rütülen nitel araştırma üzerinden yanıtlanmaya çalışılmıştır. Alan çalışmasında, proje yararlanıcı-sı kadınlar başta olmak üzere, proje yürütücüleri ve yerel yöneticilerle derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilmiş, toplam 84 kadınla görüşülmüştür.

Çalışmada, “proje”nin refah devleti hedefinden, neo-liberal politikalara geçiş sürecinde de-ğişen tanım, amaç ve işlevi “devlet” ve “yurttaş” kavramları ile ilişkili olarak ele alınmıştır. İlk adım olarak, “devlet” ve “yurttaş” tanımlarının içerikleri ile görev ve sorumluluklarının değişimi ele alına-rak, yurttaş olarak kadının yeri irdelenmiştir.

Küreselleşme ve Spor: Vatandaşlık Maçın Neresinde?

Nalan Soyarık-Şentürk, Başkent Ü., İİBF

Küreselleşme süreci, beraberinde vatandaşlık açısından değişimleri getirmektedir. Artan göç hareketleri ve kimlik siyaseti vatandaşlığın giderek ulusal kimlikten ziyade hukuksal bağ ile tanımlanmaya başlanmasını, ya da tartışılmasını sağladı. Bu bağlamda, sporcuların vatandaşlık statülerinde yaşanan değişiklikler son otuz yıl içerisinde artış gösterdi. Bu çalışmada, 1980 son-rasında Türkiye’de sporcuların vatandaşlığa kabul süreci ele alınacaktır. Özellikle futbol alanında son yıllarda artan bir hareketlilik gözlemlenebilir. Sporcuların vatandaşlığa kabulü sürecinde iki farklı eğilimin ortaya çıkabildiği gözlemlenebilmektedir. Bu süreç bir yandan vatandaşlığın ulusal kimlikten kopmasına örnek olarak gösterilebilirken, diğer yandan da milliyetçiliği besleyip güç-lendirebildiği tartışılmaktadır.

Bu çalışma, 1980’ler, 1990’lar ve 2000’lerden örnek vakaları ele alarak bu iki farklı eğilimin sporcuların, ve özellikle futbolcuların, vatandaşlığa kabul sürecinde Türkiye’de nasıl işlediğini in-celemeyi amaçlamaktadır. Çalışma, sporcuların vatandaşlığa kabul sürecinde ulusal kimliğin oy-nadığı role, ve bu roldeki değişikliklere işaret etmeyi amaçlamaktadır.

186 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ESNEK ÇALIŞMA

Yerel Hizmetlerde Esnek Çalışma: Belediyeler, Taşeron Şirketler, İşçiler

Dr. Hülya Kendir-Özdinç ,Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Kapitalizmin 1970’lerin başındaki krizinin aşılması için inşa edilen neoliberal dönüşüm, Keynesyen dönemde büyük ölçüde devlet eliyle yürütülen hizmet alanlarının çeşitli yöntem-lerle özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasını, bu alanlarda esnek çalışma koşullarının yaratılması-nı ve taşeronlaşmanın giderek “asıl çalışma biçimlerinin” yerini alacak derecede artmasını sağla-dı. Türkiye’de 1980’lerden günümüze neoliberal politikaların sözü geçen sonuçlarının net bir bi-çimde görülebildiği alanlardan biri de belediyelerin yetkili olduğu yerel hizmet alanları oldu. Ne-oliberal dönem öncesinde de, belediyelerin yerel yönetimler ve kamu ihalelerine ilişkin yasal dü-zenlemelere dayanarak “emanet usulü ile iş gördürmesi” mümkün oluyordu, ancak bu sınırlı ve is-tisnai bir uygulamaydı.

Yerel alanda yaşanan özelleştirme/piyasalaşma süreci ve bunu hızlandıran yeni yasal dü-zenlemelerle birlikte, belediyeler -birer piyasa aktörü olarak kendi şirketlerini kurmalarının yanı sıra- temizlik, çöp toplama, park ve bahçe düzenleme, zabıta hizmetleri gibi neredeyse bütün hiz-met alanlarında taşeron şirketlerle anlaşarak hizmet vermeye başladı. Hizmet sunulan yurttaş açı-sından, belediye hizmetlerinin bu şekilde piyasalaşmasının getirdiği değişim pek çok çalışmaya konu oldu. Belediye hizmetlerinde taşeronlaşma, bu alanlarda çalışan işçiler açısından ise, önce-likle kadrolu, sözleşmeli, geçici sözleşmeli ve taşeron işçisi gibi bölünmelerin ve buna bağlı fark-lı düzenlemelerin yolunu açtı. Zamanla sayısı kadrolu işçilerin çok üstüne çıkan taşeron şirketlere bağlı işçiler “aynı işi” daha ucuza, daha uzun çalışma saatleri içinde, sosyal güvenceden ve sendi-kal örgütlenmenin getirdiği haklardan yoksun bir biçimde yerine getirmektedir.

Bu bildiride, taşeron işçilerinin çalışma koşullarına odaklanılarak, belediye hizmetlerindeki taşeronlaşma sürecinin tarihsel ve yasal-yönetsel temelleri ile değişimi incelenmeye çalışılacaktır.

50. OTURUM

18712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Çöpün Metalaştırılması, Geri Dönüşümde Proleterler ve Örgütlenme Deneyimlerine Bir Bakış

Çiğdem Demircan, Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.Kutlu Dane, İstanbul Medeniyet Ü., SBF Maliye B.

Yalnızca Türkiye’ye ya da genel anlamda az gelişmiş ülkelere has olmayan, gelişmiş ülkeler-de de temel problem alanları arasında tanımlanan bu enformel çöp toplama süreci, gelişmiş ül-kelerde de “çevre yönetimi” ya da “çöp yönetimi”nin konusu olarak ve kalkınma projeleri kapsa-mında ele alınmış, “öteki olan işçiler/toplayıcılar ve hatta kimi zaman girişimciler!” ön kabulüyle toplumsal kabul edilebilirlik ve maliyetten kısabilirlik analizleri çerçevesinde değerlendirilmiştir. Geri dönüşüm işçilerine dair bir diğer araştırma alanı da sağlıksız çalışma koşulları olagelmiştir. Ancak bir taraftan da mülkleştirmenin temel dayanağı olarak doğa üzerinde egemenlik kurulma-sı gerekliliği üzerinden biçimlenen ve kapitalist sürdürülebilirliğin gerekliliği olarak ortaya konu-lan “çevre! koruma” tedbirleri gereğince katı atığın geri dönüştürülmesi sürecinin artan önemi ve bu süreçte üstlenilen rollere dair araştırmaların yeterli olmadığı görülmektedir.

Genel anlamda vasıfsız, örgütsüz ve üretim sürecinin dışında tarif edilen ve fakat bizzat kapi-talizmin bir ürünü olan işsizlik olgusu sonucunda bu tür bir çalışma yöntemi seçen geri dönüşüm işçilerinin, metalaştırılmış doğanın ve emeğin yeniden metalaştırılması sürecindeki rolünün ve örgütlenme süreçlerinin incelenmesi anlamlıdır. Bu inceleme alanına, ÇEVKO gibi yetkilendirme kuruluşları ve bu vakıf tarafından yetki ve yerel yönetimler kanalıyla işletme hakkı tanınmış dağı-tıcı kurumların rant yoluyla sermaye birikimine katkı mekanizmalarının incelenmesi de önemlidir.

Yukarıda belirtilen kaygılar ve ön kabuller çerçevesinde, genel anlamda çöp ve özelde geri dönüşüm işçileri açısından daha önce irdelenmemiş sorunların ele alınması anlamlıdır. Bu neden-le bu bildiride, geri dönüşüm işçilerinin “güvencesiz” olarak nitelenip nitelenmeyeceği, geri dönü-şüm sürecindeki (ekonomik) rolleri ve örgütlenme süreçleri incelenmeye çalışılacaktır.

Taşeronlaşma Kıskacında Bir Kent:

Antalya İnşaat Sektörü Örneği

Deniz Parlak, Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.

1974 kriziyle derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal bunalım sürecine bulunan çözüm; ser-best piyasa anlayışının benimsendiği, sosyal harcamaların kısıldığı, devletin sahip olduğu rolle-rin küçültülerek salt düzenleyici/denetleyici bir konuma yerleştiği neo-liberal bir dönüşümdür. Bu dönemde emek piyasasının ayrımlaşması neoliberal politikalar neticesinde gerçekleşmiş ve çekirdek-çevre işgücü olarak bölümlenen işgücü piyasası ikili bir görünüm sergilemeye başlamış-tır. Güvencesiz çalışmanın bir diğer adı olarak ifade edilebilecek olan taşeronluk, gelişen inşaat sektöründe hızla yaygınlık kazanmıştır.

Türkiye’de 1950’lerdeki kırdan kente göçle beraber hızla gelişen inşaat sektörü, yapılaşmaya paralel olarak bu tarihten itibaren sürekli ivme kazanmaktadır. Sermayedarın daha çok kâr elde etme isteğini perçinleyen bu alan için maliyetlerin kısılması emek üzerinden gerçekleştirilmiştir. Neo-liberal politikalarla birlikte üretim sürecine dâhil olan yeni kavramların en acı biçimleri inşaat sektöründe somutlaşmıştır. “Nitelikli emek” talebi diğer işkollarına oranla daha az olan, dolayısıy-la taşeronlaşmanın açık bir biçimde hissedildiği bu sektörün gelişiminin, ucuz işgücü ve güven-

188 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

cesiz emeğe bağlı olarak yükseldiğini söylemek mümkündür. İstanbul’un ardından inşaat sektö-rünün hızla geliştiği Antalya, bu anlamda ikinci büyük kent olmasıyla dikkat çekici bir örnektir. İn-şaat sektörünün ayrımlaşan yapısı kentin ekonomi politiğini değiştirmektedir.

Bu bağlamda yapılan çalışmada; öncelikle Fordist üretimden Post-Fordist üretim yapılanma-sına geçişin tarihsel izleği çıkarılacak, ardından taşeronluk sisteminin emek piyasası üzerindeki et-kileri irdelenecek ve son olarak da Antalya inşaat sektörü örneğinde taşeronlaşmanın kentin eko-nomi politiğine etkileri tartışılacaktır.

18912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İKTİSADİ DÜŞÜNCE VE KRİZ I

Varoluşçunun İktisadı, İktisadın Varoluşu: “Yeraltı İnsanı” Homo Economicus’a Karşı

Dr. Ceyhun Gürkan, Ankara Ü., SBF Maliye B.Araş. Gör. Mustafa Öziş, Gazi Ü., İİBF İktisat B.

“Kolay elde edilmiş bir mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? Evet, hangisi daha iyi?” diye soruyordu Fiyodor Dostoyevski 1864 tarihinde yazdığı Yeraltından Notlar’ında. Dosto-yevski önceden reçetesi yazılmış ve kaba bir akılcılığa temellendirilmiş toplumsal-iktisadi dü-zene karşı “acıyı” insanın “doğal” bir derin şüphesi olarak yüceltirken, J.S. Mill’den başlatılıp W.S. Jevons’un iktisadında bir “ideal tip”e dönüştürülmüş Homo Economicus ile hesaplaşmak için O’nun karşısına “Yeraltı İnsanı”nı çıkarıyordu. Neoklasik iktisadın katı çekirdeğinde yer alan Homo Economicus’un eleştirisinin henüz tamamlanmış bir eleştiri olduğu söylenemez. Yerleşik iktisat ve onun eleştirisini geliştirdiğini iddia eden neoklasik varyantları Homo Economicus’u saf metodo-lojik kaygılarla belirli bir modern özne eleştirisine indirgedi. Oysa neoklasik iktisat yalnızca kuram-sal bir çerçeve içinde değil, aynı zamanda insani ve toplumsal pratik gerçekliğin tam da kalbin-de Homo Economicus ile sadece bireyi değil, bir toplumu da inşa ediyor. Bu nedenle Homo Eco-nomicus eleştirisi ‘modern toplum’ eleştirisine yönelmeksizin eksik kalır. Neoklasik iktisat ve onun tüm varyantları bu nedenle bütüncül bir eleştiriden uzağa düşer, çünkü “kurduğu” ve yücelttiği piyasa toplumunda bireyin “özgür iradesi” metaların dünyasında haz ve elemin bir seçimine ve aritmetiğine indirgenir. Ayrıca, bugün matematiksel iktisat çalışma alanı altında gelişen neoklasik iktisadın kaba rasyonalizmi ve toplum kurgusu öncülleriyle birlikte düşünüldüğünde iktisadi ve sosyolojik (ve siyasal olarak da dersek ileri gitmiş olmayacağımızı düşünüyoruz) planda bir despo-tik sistemi de beraberinde getirdiğini gözlemliyoruz. Dostoyevski romanında buna karşı bir dizi eleştiriyi okuyucuya seslendirir: “İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisi-dir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir”. Dostoyevski’nin “kurgusu” Yeraltından Notlar’ı Homo Economicus’a dair bi-reysel düzlemde gerçekliğin bir betimlemesini değil, aynı zamanda insana dair bu yanlış soyutla-manın doğurgası modern toplumsal düzenin bütüncül bir eleştirisini gerçekleştirmek için bir te-mel sunar. “Yeraltı İnsanı” bu bakımdan Dostoyevski için hatalı bir metodolojik soyutlama değil,

51. OTURUM

190 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

‘modern toplum’da yaşayan bir eleştirel gerçekliktir: “Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli ha-yal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorun-lu olduğunu kabul ederiz”.

“Görünmez El” vs. “Hünerli El”: Sir James Steuart İskoç Aydınlanması’nda

‘Aykırı’ bir Figür mü?

Dr. Ahmet Arif Eren, Gazi Ü., İİBF İktisat B.

18. Yüzyıl düşünürleri toplumsal ilişkilerin iktisadi boyutu ile ilgilenmişlerdir. Fransa’da A. R. J. Turgot ve F. Quesnay İskoçya’da A. Ferguson, D. Hume, A. Smith, J. Steuart, W. Robertson, J. Mil-lar gibi düşünürler yaşadıkları ortamın iktisadi işleyişini çalışma konusu olarak ele almışlardır.

A. Smith ve J. Steuart benzer konuları ele alan, aynı okulun mensubu olan önemli düşünür-lerdir. Bu iki düşünür de feodal bağımlılık ilişkilerinin yerini alan ‘karmaşık’ mübadele ilişkilerini tahlil ederler. Her iki düşünür de konuyu tarihsel boyutu ile ele alır. Smith’in; “Ulusların Zenginliği” ve Steuart’ın; “Ekonomi Politiğin İlkeleri”, iktisadi sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışan, dö-nemin önemli kitaplarıdır. Smith, Newtoncu doğa bilimlerinden de esinlenerek, iktisadi sistemin işleyişini “görünmez el” metaforu ile açıklar. Steuart ise sistemin işleyişi için “devletadamı”nın “hü-nerli el”ine ihtiyaç olduğunu savunur. Bu çalışmada İskoç aydınlanması bağlamında Smith’in “gö-rünmez el”i ile Steuart’ın “hünerli el”inin birbirlerine alternatif yaklaşımlar olarak ele alınıp alına-mayacağı hususu tartışılacaktır.

Sosyal Bilimlerde ‘Güven’e Neden İhtiyaç Duyuyorlar?

Araş. Gör. Z. Nurdan Atalay-Güneş, Mardin Artuklu Ü., Sosyoloji B.

Bu bildiri, son otuz yılda ama özelikle 1990larla birlikte sosyal bilimlerin farklı disiplinlerin-de ‘güven’ kavramının sıklıkla kullanıldığını saptamasından yola çıkarak, bu kullanımın nasıl fark-lılaştığını ve neleri içeriye alırken, neleri dışarıda bıraktığı tartışarak, ‘güven’ kavramına eleştirel bir perspektif geliştirmeyi amaçlamaktadır. Buna ek olarak ‘güven’ kavramının literatürde yapıldığı-nın aksine dünyada yaşanan siyasi ve ekonomik krizlerle ilişkisini de kurmaya çalışacaktır. Bu iliş-kiyi kurarken, Ben Fine’nin (2011) sosyal sermaye literatürüne getirdiği eleştirilerden yola çıkarak güven kavramının hangi tür iktidar, çatışma ve bağlamda ön plana çıktığı bir örnek olay üzerin-den, 2010 bahar aylarında Mardin Organize Sanayinde yapılan mülakatlardan ve bu konuda yazı-lan doktora tezinden hareketle tartışılacaktır.

19112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Finansal Krizden Varoluş Krizine Krizi Kapitalizmin Aşılmaz Ufku Olarak Okumak

Ali Yalçın Göymen, Yıldız Teknik Ü., İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Bu çalışma, Sartre’nin Marksizm’in insanlığın aşılmaz ufku olduğu yönündeki ifadesinden esinlenilerek dile getirilen, krizin kapitalizmin aşılmaz ufku olduğu tezini savunmaktadır. Söz ko-nusu iddia iki ayrı düzlemde ele alınmıştır. Bunlardan ilki, krizlerin yayılma ilkesi olarak adlandıra-bileceğimiz, zaman içindeki ve mekandaki yayılma iken ikincisi bu yayılmanın bilinç düzeyine ta-şındığı ideolojik süreçlerdir.

Krizin zaman içindeki yayılması terimi ile kapitalizmin yol açmış olduğu krizler arasındaki iç bağlantıları – birbirlerinin oluşumundaki dolaylı ya da doğrudan etkiyi ortaya koyan – sürekliliği ifade ediyorum. Mekânsal dağılma ise David Harvey’in dile getirdiği gibi sektörel ve coğrafi dağıl-madır ve kapitalist şimdiyi ifade etmektedir. Her iki yayılma biçiminin kesiştiği akan ise bu krizle-rin tüm veçheleri ile deneyimlendiği gündelik yaşam alanıdır.

Gündelik yaşam aynı zamanda bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde ideolojilerin etki-si altına girdikleri, özneleştikleri ortam olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan bakıldığında, Karl Jaspers ve Martin Heidegger’in felsefeleri; burjuva ideolojisinin temel kategorisi olan “insan”ın yerine, bi-reyin kapitalist toplum içinde rasyonel özünü yitirişini ve kaygı dolu bir varolma karakterine bürü-nüşünü dile getirmek için “varoluş (Existenz)” kategorisini ortaya çıkarmışlardır. Bu felsefeleri, her ne kadar iktisadi ya da siyasi açıdan bir kapitalizm eleştirisi içermekten uzak olsalar da, burjuvazi-nin kendisi hakkında oluşturmuş olduğu, insanlık tarihindeki ilerlemenin taşıyıcısı olma biçimin-de dile getirebileceğimiz mitin bu sınıfın kendisi içinden sarsılması olarak okumak mümkündür. Varoluş felsefesinin bu aşaması, her daim yeni krizler üretmeye yazgılı olan kapitalizmin insanlığa dayatmakta olduğu tıkanmışlığın semptomları olarak değerlendirilmelidir.

192 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KADIN EMEĞİ I

Hane içi Güç İlişkilerinde Kadın İşçilerin Gücü yada Güçsüzlüğü Olarak Ücretleri

Y. Doç. Dr. Betül Urhan, Kocaeli Ü., Çalışma Eko.Sidar Çınar, Marmara Ü., Çalışma Eko.

Kadınların ücretli çalışmaya başlamalarının ekonomik ve sosyal olarak güçlenmeleri ile so-nuçlandığı varsayılır. Çoğu zaman kadınların ekonomik olarak güçlenmelerinin aile içindeki ikti-dar ilişkilerine zarar verme endişesi veya böyle bir potansiyeli taşıması kadınların güçlenmeleri-ne karşı direnişin önemli noktalarından birini oluşturur. Ancak ekonomik kriz koşulları bu direni-şi boşa çıkarır. Ayrıca ekonomik kriz koşullarının olağan üstü dönemlerden çok artık olağan hale gelmesi ile erkeğe ödenen “aile ücreti” fikrinin sorgulandığı bir sosyo ekonomik zeminde erkek-ler ve kadınlar arasında süregelen ataerkil denge ve pazarlığın farklı formlarda yeniden üretildi-ğine tanık oluyoruz. Özellikle ailenin ihtiyaçlarını karşılamada kadının ücretinin baskın olması ha-linde, ataerkil pazarlığı yeniden müzakere etmek için gerekli gücü sağlamış olan kadınlar bu ye-niden üretimin dikkat çeken aktörleri olurlar.

Kadınların ücretlerinden sağladıkları güç aile içi iktidar ilişkilerinde çatışmanın ve bu çatış-manın sağlayacağı dönüşümün de temelidir. Bu açıdan bakıldığında ücret karşılığı çalışan kadın-ların kendi gelirleri üzerindeki denetimleri, bu geliri tanımlamaları ve güce dönüştürüp dönüş-türmedikleri olgusu sorgulanmaya değer bir konudur. Bu nedenle İstanbul’da kadın işçilerle ger-çekleştirilen derinlemesine mülakatlarla, kadınların gelirleri hangi konularda onlara bir güçlen-me sağlar, kadınlar için gelir elde etmek aile içinde bir güçlenme potansiyeli yaratıyorsa, erke-ğin bu güçlenme karşısında alacağı-aldığı tutumu kadınlar nasıl algılar, erkeğin gösterdiği ataer-kil savunmacı tutum kadın açısından boyun eğmenin bir aracına mı dönüşür? Sorularına cevap-lar aranmıştır.

Bildiri boyunca kadınların ücretlerinin aile içi güç ilişkileri üzerinde yarattığı etkiler; yeniden sorgulanan aile reisi kavramı, aile içi şiddet, yeniden tanımlanan ataerkil pazarlıkla yan yana var olan ataerkil değer yargılarında muhafazakarlaşma ekseninde yürütülmüştür.

52. OTURUM

19312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Farklı ve Cinsiyetlendirilmiş İş Ahlakı: Bursa’daki Sanayileşme Döneminde

Bulgaristan Göçmeni Kadın İşçiler (1968-1978)

Araş. Gör. Yalçın Özkan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Bu bildiri 1970’li yıllarda Bursa’daki sanayileşme dönemi sırasında yeni açılan fabrikaların içerisindeki Bulgaristan göçmeni kadınların varlığının bu fabrikalar içerisindeki cinsiyet durumu-nu ve çalışma koşullarını nasıl sarstığını ve değiştirdiğini inceleyecektir.

Bu dönem içerisinde Bursa’daki sanayi üretimi, yeni kurulan sektörler ve fabrikalarca art-tırılıp, geliştirilmekteydi. Bu büyüme kayda değer bir emek talebi yarattı. Her ne kadar, bu ta-lebin çok büyük bir kısmı erkek işgücü tarafından karşılandıysa da, üretime yeni başlayan teks-til ve konfeksiyon fabrikaları kadın işçiler için istihdam imkanları yaratmaktaydılar. Bu imkanla-ra rağmen, büyüyen şehrin kadın nüfusunun iktisadi faaliyeti, katı kültürel değerler ve kadınların fabrika üretimine ilişkin deneyimsizlikleri nedenleriyle, son derece düşük kalmaktaydı. Yerli ka-dınlar arasındaki bu düşük katılıma rağmen, siyasi sebeplerle şehre göç eden göçmen kadınlar, Bulgaristan’daki geçmişlerinin bir sonucu olarak, çalışmaya ilişkin görece serbest cinsiyet normla-rına sahiptiler. Devlet sosyalizminin kurulmasından sonra, Bulgaristan’daki yeni yönetim çalışma-yı merkeze alan cinsiyet politikaları izledi. Bu politikalar toplum içerisinde kadının iş gücünü katı-lımının olağan ve normal olarak karşılanmasını sağladı. Bu farklı deneyim göçmen kadınları, yeni bir iş ahlakı yaratmaya itti. Bu iş ahlakı sanayi fabrikalarının istediği belirli bir iş disiplin ile uyum-lu olmakla birlikte, aynı zamanda bu kadınları ailelerinin temel kazanç sahiplerinden biri de yap-maktaydı. Böylece yerli kadınların sadece çok küçük bir kısmı sanayi içerisindeki iş gücüne katıl-maktayken, göçmen kadınlar yeni açılan fabrikalarca olabildiğince yoğun bir biçimde istihdam edildiler. İşe alım süreci ve iş gücünün yapısının ötesinde, bu yoğunluk büyük fabrikaların üretim bantları içerisinde önemli bir tarihsel duruma yol açmaktaydı. Göçmen kadınların kültürel farklı-lıkları, işe ilişkin farklı yaklaşım ve algılamaları ile farklı cinsiyet değerleri üretim bantlarını farklı iş ahlakları ve cinsiyet normları arasındaki bir müzakare alanına dönüştürmekteydi. Buna bağlı ola-rak, farklı iş ahlaklarına sahip işçilere odaklanarak bu çalışma, göçmenler ve yerliler ile özneler ve kurumlar arasındaki ikili ve çok katmalı ilişkilere bu müzakare sürecini anlamak için yoğunlaşma-yı amaçlamaktadır. Göçmenler ve yerliler arasındaki farklı cinsiyet normları ve iş ahlaklarının kar-şılaşması sonunda, bu farklılıklar karşılıklı olarak uyumlu hale gelmekteydi. Bu çalışma ise bu sü-reci, dönem içerisinde genişleyen iki fabrikanın üretim sürecine odaklanarak incelemeyi planla-maktadır.

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Kadını: Savaş Ekonomisi ve Seferberlik Karşısında Emekçi Kadınların

Direnişleri ve Yaşam Mücadeleleri

Elif Mahir-Metinsoy, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Birinci Dünya Savaşı birçok tarihçi tarafından topyekûn savaşların ilki olarak kabul görmek-tedir. Bu savaş erkekleri olduğu kadar kadınları da seferberliğin önemli bir parçası yaptı. Seferber-lik emekçi ve yoksul toplum kesimlerini derinden sarsarken savaşın olumsuz etkilerini en çok his-sedenler yoksul kadınlar oldu. Askere alımlar sonucu kırsal ve kentsel kesimlerdeki düşük gelir-

194 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

li ve emekçi ailelere mensup pek çok kadın eşlerinin, erkek kardeşlerinin veya oğullarının ekono-mik desteğinden mahrum kaldı. Seferberlik ekonomide de işgücü açığı yarattığından, kadın eme-ği çok daha fazla sömürülmeye başlandı.

Hem savaş ekonomisinin olumsuz etkileri, hem de Müslüman-Türk burjuvazi oluşturma amacını güden “Millî İktisat” siyaseti, yoksul ve ücretli kesimler ve dolayısıyla kadınlar üzerinde-ki baskıyı artırdı. Osmanlı hükümetinin politikaları ve savaş ekonomisi, savaşa destek olmak için kadınları tarlada ve fabrikalarda daha çok çalışmaya sevkediyordu. Ağırlaşan olağanüstü vergiler ve seferberlik yükümlülükleri ise özellikle kadınlar üzerinde büyük bir yük oluşturdu. Hayat paha-lılığı, karaborsa, kıtlıklar ve ücretlerin düşmesi zaten en düşük ücretlerle ve zor koşullarda çalışan kadınların durumunu daha da kötüleştirdi. Kadınlar çalışma yaşamına kontrolsüz olarak girdi; bu durum kadın emeğinin ve cinselliğinin sömürüsünü de yaygın hale getirdi. Kuşkusuz, erken Cum-huriyet döneminde kadın haklarındaki gelişmelerin bir bağlamı olarak savaş dönemi deneyimle-rini “özgürleştirici” olarak gören liberal-modernist tarih anlatısının savunduğu gelişmelerin aksi-ne, fakir kadınlar bu dönemde önemli sorunlar, sıkıntılar ve acılarla karşılaştı.

Fakat yoksul kadınların bu ağır koşullar içindeki yaşam deneyimlerinin tek boyutu yaşadık-ları acılar değildi. Kadınlar içinde bulundukları koşulları iyileştirmek için çeşitli yollarla etkili bir yaşam mücadelesi verdiler. Bu çalışmada gösterileceği üzere, çoğu okuma yazma bilmeyen ve birçok haktan yoksun fakir kadınlar savaş koşullarının yarattığı ağır faturaya kimi zaman kanunî ve formel kimi zaman ise kanun dışı ve enformel yöntemlerle direndiler. Dilekçelere, telgraflara, mahkeme ve polis kayıtlarına, dönemin bürokratlarının ve siyasetçilerinin resmî yazışmalarına yansıyan bu mücadele, genellikle askere alımlara, tarımda ve diğer seferberlik işlerinde zorunlu çalıştırılmaya, ağır vergilere, kötü çalışma koşullarına, düzgün işlemeyen bürokrasiye ve zorlayıcı ekonomik koşullara karşı kendini gösterdi.

Bu bildiride kadın emeğinin ve yoksul kadınların yaşam mücadelesinin savaş gibi kitlelerin toplumsal ve ekonomik krizlerden derin bir şekilde etkilendikleri bir dönemde taşıdığı önem, Os-manlı Müslüman-Türk kadınlarından yola çıkılarak tartışılacaktır. Tarihsel araştırmalara neredeyse hiç yansımayan yoksul kadınların yaşadığı zorlu savaş deneyiminin toplumsal, ekonomik ve siya-sal sonuçları ortaya konulmaya çalışılacaktır. Günümüz açısından bu çalışmanın bulguları, daha çok siyasî ve yasal haklara odaklı, orta sınıfların formel ve kültürel eylemleriyle sınırlı kadın siyase-tinin kapsamının sosyal ve ekonomik temelde genişletilmesini ve emekçi kadınların gündelik ya-şamının kadın hakları mücadelesinin bir parçası haline getirilmesini örnermektedir. Öte yandan, kadın tarihi araştırmaları ve Türk feminizmi açısından bu çalışma, döneme dair tarih yazımında ve feminist söylemde, öncelikli olarak orta sınıf ve elit kadınların dernek ve yayıncılık faaliyetlerine odaklanmak yerine, alt-sınıf kadınların çok az bilinen deneyimlerinin, sorunlarının ve mücadeleri-nin gündeme getirilmesini amaçlamaktadır.

Türkiye’nin Krizlerinin Emek Piyasasında

Cinsel İşbölümüne Etkileri

Dr. Özge İzdeş

Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, kadın ve erkek işlerinin net bir şekle ayrıldığı diğer bir de-yişle emek piyasasında cinsiyet açısından katmanlı bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. Fiyat rekabeti ve ucuz emeğe dayalı bir sanayileşme modelini benimseyen birçok az gelişmiş ülkede olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar daha çok vasıf gerektirmeyen, düşük ücretli, emek-yoğun ve

19512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

küçük ölçekli ihracat sektörlerinde çalışmaktadır. Emek piyasasının katmanlı yapısı, ücret eşitsiz-liği ile olan ilişkisi dolayısıyla da önemlidir. Katmanlı emek piyasasının ücretler üzerindeki doğru-dan etkisi benzer eğitim ve vasıf seviyesini gerektiren kadın ve erkek yoğunluklu iş kollarındaki ücret farkı ile ölçülmektedir. Ampirik çalışmaların neredeyse değişmeyen ortak bulgusu kadın-ların yoğunlaştığı mesleklerde ve sektörlerde ücretlerin daha düşük olduğudur. Kadınların daha ziyade emek-yoğun, ihracata yönelik ve düşük nitelikli işlerde yoğunlaşması uluslararası serma-yenin ‘emeğin evkadınılaştırılması’ olarak kavramlaştırılmaktadır. Emek piyasasındaki bu yönelim sendikaların gücünü kırmak ve işgücünü esnekleştirme çabası olarak görülmektedir ki, bu süreç sonunda erkek emeğinin de aynı koşulları kabullenmek zorunda kalmasını beraberinde getir-mektedir (Mies, 1998).

Kriz dönemlerinde kapitalizm ve ataerki arasındaki güçlü ilişki, yaşanan sıkışmanın yükünün paylaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kriz dönemlerinde artan maliyet baskısını, emek maliyetini kısarak aşmaya çalışan işverenler kuşkusuz mevcut sosyal hiyerarşilerin sağladığı ola-naklardan faydalanırlar. Bu anlamda cinsler arası eşitsizlik maliyetleri düşürme olanağı sunar. Bu çalışmada Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerin sonucunda emek piyasasında cinsiyet işbölü-münün nasıl etkilendiği, emek piyasasının cinsiyet katmanlı yapısının daha belirginleşip belirgin-leşmediği ele alınacaktır. Kadınların ve erkeklerin çalıştıkları sektörlerin ve pozisyonların birbirin-den ayrışmasının artması daha sonra aşağıda eşitlenme eğilimi olan bir ücret ve eşitsizlik ilişkisini besleyecektir.

196 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİM

Aşağıdan Bakışla Devlet: Vali(lik)ler

Arş. Gör. Cemil Yıldızcan, Galatasaray Ü., Siy. Bil. B.

Devlet ve siyasal iktidar üzerine Türkiye’deki sosyal bilim literatüründe hakim paradigmanın en genel hatlarıyla bir devlet-toplum ikiliğine yaslandığı söylenebilir. Yakın dönemli çalışmaların bu paradigmanın anakronik ve indirgemeci bulgularını sorgulanır hale getirdiğinden bahsedile-bilecek olsa da aşağıdan bakışla bir devlet kurgusunun literatürde kendisine güçlü bir yer açtığını söylemek halen oldukça güç. Bunun doğrudan yansıması, devleti daha çok “merkez”de öbekleş-miş kurumlar bütünü olarak kavrayan çalışmaların yaygınlığında ya da bir zihniyet sorunsalı içe-risinde onu tarihdışılaştıran ve insansızlaştıran eğilimlerde görülebilir. Aslında, bu ikilikten besle-nen yaklaşımlar, ister devletçi ister devlet karşıtı olsun devlet-merkezci bir bakış içerisinde değer-lendirilmelidir.

Devlet merkezli yaklaşımların temel yanılsaması, devleti kurumsal bir topluluk olarak iktidar uygulayan gerçek bir özne gibi ele almasıdır. Bu yaklaşım, gündelik hayatta devlet otoritesinin temsili ve icrasında hem toplumu pasif bir alıcılar kümesine indirgediği hem de devlet sisteminin özgül kısımlarına yerleşmiş politikacı ve devlet görevlilerinin failliklerini göremediği için eksiklidir. Bu tebliğ, devlete ilişkin hipotetik argümanların sınanması için toplum ile devlet arasındaki ilişki-nin bir dolayımı olarak valilik kurumunu ele alıyor. Siyasal iktidar açısından merkez-yerel arasın-daki gerilimin bir iç sınırı olduğu gibi, siyasal iktidarın gayrişahsîleşmiş karakteri ile kişiselleşmiş yeniden üretimi açısından da bir iç politik sınır oluşturan valilik kurumuna yaklaşımlar üzerinden, devlet üzerine olan literatürün eleştirel bir incelemesi amaçlanıyor.

Bu tebliğ, sosyal bilim literatüründe vali ve valilik kurumunun nasıl ele alındığını incelerken aynı zamanda farklı bir devlet etnografisinin unsuru olabilecek yeni sorular formüle etmeyi ya da bazı temel kavramların yeniden sorgulanmasını amaçlıyor.

53. OTURUM

19712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Yerel Devlet ve Dönüşümü

Yrd. Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, Mersin Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Sınıf temelli yaklaşımlar, yerel yönetimleri köken ve işleyiş bakımından burjuvazi ile yakın-dan akraba olarak değerlendirir. Bu açıdan bakıldığında yerel yönetimler sermayenin ihtiyaç ve çıkarlarına hizmet eden devletin yerel ayağıdır. Önerilen tebliğ çerçevesinde Türk yerel yöne-tim sisteminin gelişimi bu perspektif içinde ele alınacak ve Türkiye’deki tecrübenin bu şablonla uyuşma ve çelişme özellik ve dönemleri ele alınacaktır. Osmanlı Dönemi ile başlayacak tartışma, Cumhuriyet’in kuruluş ve tek parti dönemlerinin ardından çok partili sistem ve yeni belediyecilik dönemine odaklanacak, son olarak da 1980 sonrası dönem mercek altına alınacaktır. Bu dönem-lendirme üzerinde kurgulanacak tartışma, Türkiye’deki yerel yönetim tecrübesinin kapitalizm ile yakından ilgili olduğu halde, bu ilişkinin farklı dönemlerde değişik biçimler aldığı hipotezini test edecektir.

Bölgesel Gelişmede Kamunun Rolü: Muş İli Örneği

Dr. Mezher Yüksel, Ankara Kalkınma Ajansı Bölge içi ve bölgelerarası gelişmişlik farklarının azaltılması, dengeli ve sürdürülebilir bölge-sel gelişmenin sağlanması hedefi, Türkiye’nin yarım yüzyılı aşan planlı kalkınma çabalarına yön veren önemli hedeflerden biri olagelmiştir. Başta ulusal kalkınma planları olmak üzere bir çok te-mel stratejik belgede ifadesini bulan bu hedef aynı zamanda bölgesel kalkınma ajanslarının ku-ruluş amaçları arasında da yer almıştır. Bununla birlikte, bölge içi ve bölgelerarası gelişmişlik farkı bir sorun olarak önemini korumaya devam etmektedir.

Bu çalışma, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yapılan çalışmalarda en düşük gelişmişlik düzeyine sahip Muş ili örneğinde bölgesel gelişme meselesini tartışmaya çalışacaktır. Mesele-nin kapitalizm ve eşitsiz gelişme boyutu, nüfusun çoğunluğunun Kürt olmasından kaynaklı etno-politik boyutu, egemen sosyo-ekonomik ve kültürel yapıdan kaynaklanan boyutu olmakla birlik-te, buradaki tartışma esas olarak bölgede takip edilegelen kamu iktisadi politikalarının rolü te-melinde yürütülecektir. Bu amaçla planlı kalkınmaya geçildiği tarihten günümüze gelinceye ka-dar geçen dönemde hazırlanan beş yıllık kalkınma planlarında tahsis edilen kamu yatırımlarının sektörel dağılımı ve tarihsel seyri incelenerek kamunun rolü tartışılacaktır. Diğer bir ifade ile ge-nel olarak kamu yatırımlarının sektörel dağılımı daha özelde ise bu süreçte ortaya çıkan sektörel önceliklerden hareketle bölgesel gelişme meselesi incelenecektir. Son olarak, kalkınmada önce-likli bölgeler ve Türkiye geneli için tahsis edilen kamu yatırımlarının sektörel dağılımı ile bir karşı-laştırma yapılarak benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmaya çalışılacaktır.

198 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

YENİ ASYA KAPLANI:ÇİN

‘Başkan Wen Gençlerden Çok Çalışmalarını İstedi’:Çin’de Neoliberal Dönüşüm ve Emek

Sırma Altun, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

1978’de Deng Xiaoping’in işbaşına gelmesi, Çin’de uzun yıllar devam edecek olan reform ve dışa açılma sürecinin başlangıcını oluşturur. Hanehalkı Sorumluluk Sistemi ile komünlerin tarım-sal üretim birimi olmaktan çıkması, Kasaba ve Köy İşletmeleri’nin kurulması ile taşeronlaşmanın yaygınlaşması, Özel Üretim Bölgeleri ile yabancı sermayenin ülkeye girmesi ve düşük ücretli, gü-vencesiz çalışma biçimlerinin uygulamaya konulması 1980’lerde Çin’de hayata geçirilen reformla-rın öne çıkanlarıdır. Dünya ekonomisine eklemlenme sürecinde Çin’in ‘göreli üstünlüğünü’ oluştu-ran ucuz işgücünün ortaya çıkması büyük ölçüde uygulamaya konulan bu reformlarla mümkün olmuştur. 1980’lerin sonunda patlak veren öğrenci ve işçi hareketlerinin Tiananmen Meydanı’nda devletin zor aygıtları tarafından en sert şekilde bastırılması, Çin’de neoliberalizmin devlet eliy-le tesisi sürecinde kritik bir dönüm noktası olmuştur. Bu noktadan sonra reformlar radikalleşe-rek devam etmiştir. 1990’larda büyük ölçekli özelleştirmeler yapılmış ve devletin sahibi olduğu iş-letmelerde verimliliği arttırmak adına yeni bir çalışma disiplini uygulamaya konmuştur. 2001’de Dünya Ticaret Örgütü üyeliği, Çin’de faaliyet gösteren yabancı işletmeler için kar oranlarını koru-mak adına yeni bir güvence oluştururken, bu işletmelerde çalışan göçmen işçiler için günde on iki saatin üzerinde çalışma süresi, insanlık dışı çalışma koşulları ve bu koşullara karşı direnişin sıkı bir şekilde baskı altında tutulmasını beraberinde getirmektedir. Kentli nüfusun sahip olduğu ba-rınma, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi haklardan yoksun olan ve sayıları 200 milyonu bulan göç-men işçi nüfusu, ‘Çin usülü kapitalizm’ modelinin en büyük problemlerinden biridir.

1980’lerden bu yana Çin’de yaşanan ve literatürde genel olarak ‘devlet sosyalizminden piya-sa ekonomisine geçiş süreci’ olarak adlandırılan süreç, aslında bir neoliberal dönüşüm sürecidir. Bu çalışmanın amacı, Çin’deki neoliberal dönüşümün ve bunun emek üzerindeki etkilerinin ince-lenmesidir.

Keywords: reform ve dışa açılma, neoliberal dönüşüm süreci, emek

54. OTURUM

19912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Çin’in Doğrudan Dış Yatırımları: Tarihsel ve Güncel Eğilimler

Dr. Kerem Gökten, Ordu Ü.. Ünye İİBF İktisat B.

Son on beş yıllık zaman diliminde dünya gündemini işgal eden önemli konulardan biri hiç kuşku yok ki Çin’in yükselişidir. 1990’ların başında Tiananmen Olayları ve sosyalist sistemin ge-nel krizi dolayımıyla gündeme gelen ülke, 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte, geçirdiği iktisadi dö-nüşüm ve gösterdiği iktisadi performans ile birlikte anılır olmuştur. Çin, altına imza attığı yüksek oranlı büyüme performansı, küresel ekonominin atölyesi konumuna gelmesine bağlı olarak ger-çekleştirdiği ihracat, ev sahipliği yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar ile dünya ekonomi-politik coğrafyasını anlamaya çalışanların mesailerini her geçen gün daha fazla meşgul etmekte; bunun doğal sonucu olarak her geçen gün büyüyen, kelimenin tam anlamıyla devasa bir literatür üretil-mektedir. Ancak, aynı üretkenliğe Çin menşeli şirketlerin yurtdışına yaptığı doğrudan yatırımlar konusunda rastlanılmamaktadır. Bunda Çin’in sermaye ihracının görece yeni bir gelişme oluşu ve yurtdışına yapılan doğrudan yatırım tutarının ülkenin çektiği doğrudan yabancı sermayeye kıyas-la oldukça düşük bir tutarda olması etkili olmuştur. Her ne nedenle olursa olsun, bu alandaki ça-lışma eksikliği, ülkenin otuz yılı aşkın bir süredir hayata geçirdiği “reform ve dışa açıklık” izlencesi-nin en yeni/güncel bileşeninin analize yeterince katılmaması sonucunu doğurmaktadır.

Bu çalışmada Çin Komünist Partisi rejiminin yurtdışına yapılan doğrudan yatırımlar konu-sunda izlediği politika (yaşadığı ideolojik dönüşüm) dört dönem altında incelenecek, yatırımların coğrafi ve sektörel dağılımı, yatırım biçimleri, söz konusu yatırımların artışını güdüleyen unsurlar ve devletin bu alanda üstlendiği rol üzerinde durulacaktır. Bunlara ek olarak, Çin’in finansal olma-yan sermaye yatırımlarının artmasında, 2008-2009 küresel mali krizinin iyiden iyiye belirginleştir-diği bir kısıtı (mali enstrümanların getirilerinde gözlemlenen düşüş) aşma kaygısının etkili olup olmadığı tartışmaya açılacaktır.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Ortak Su Yönetimi

Arş.Gör. Emre Güneşer Bozdağ, Gazi Ü., İİBF İktisat B.

Giderek daha fazla ortaya çıkan su sorununu çözümlemek aynı zamanda, Türk Cumhuri-yetlerinin asgari koşullarda politika uyum sürecini gerektirmektedir. Özellikle son dönemde Kırgızistan’da yaşanan Kırgız-Özbek çatışması, bu cumhuriyetlerin ekonomik olarak bütünleşme çabalarına ağır bir darbe indirmiştir. Bu çatışmanın arkasında yatan siyasi ve ekonomik sorunla-rın çözümünde başlangıç olarak suyun iki ülke ve iki halk arasında –Kırgız ve Özbek- ortak ve ada-letli yönetimi, diğer nesillere de bu kaynakların yetirilmesi önemli bir rol oynayacaktır. Suyun et-kin kullanımından kasıt, iki toplum refahının sağlanabilmesidir. Aynı miktar su ile çok fazla mik-tarda tarımsal ürün elde etme şeklinde bir verimlilik anlayışı bu cumhuriyetlerde, Sovyetler Birli-ği döneminden günümüze izlenen bir politika olarak zaten varola gelmiştir. Bunun sonucunda, hem ekolojik bir yıkım meydana gelmiştir, hem de günümüzdeki etnik çatışmalara neden olan bazı iktisadi yapıda çarpıklıklar oluşmuştur. Çalışmada özellikle kırsal kesimlerde meydana gelen, hem mikro hem de makro anlamda su yönetimiyle ilişkili sorunlara dikkat çekmek istenmekte-dir. Türk Cumhuriyetleri’nde yeniden toplumsal barışı sağlama adına ve Birliğe gidebilme yönün-de ilk adım olarak suyun ortak yönetimi çabası, kamu mallarının idaresi anlamında da önemli bir adım olacaktır. Anahtar kelimeler: su yönetimi, su ekonomisi, etnik çatışma.

200 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

AKP’NİN KÜRT SİYASETİ

Kürtçe Üzerinden Türkçe Tartışmalar-Akp Döneminde Kürt Sorununun Önemli Bir Boyutu Olarak Kürt Dili

Doç. Dr. Kemal İnal, Gazi Ü. İletişim F.

Türkiye’de Kürt Sorunu’nun en önemli boyutlarından biri artık Kürtçedir. Kürtçe denilince de ilk akla gelen anadilinde (Kürtçe) eğitim talebidir. Ancak Kürtçe konusu sadece anadilinde eği-tim talebiyle sınırlı kalmamıştır. 2002’de iktidarı ele geçiren AKP hükümetleri ile birlikte daha faz-la dillendirilen bu talep, AB normları çerçevesinde gerçekleştirilen bazı reformların da baskısıyla kendini birçok alanda göstermeye başlamıştır. Kürtçe özel dil kurslarının açılması, sakıncalı harf-lerin (Q, W, X) kullanılması konusunda diretilmesi, çocuğuna Kürtçe isim koymak, çokdilli beledi-yecilik, Meclis’te Kürtçe hitap, TRT Şeş’in kurulması, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması, adı değiştirilmiş yerleşim yerlerinin eski isimleriyle anılmaya başlanması, Kürtçe politik propagan-da, Kürtçe Bilboardlar gibi birçok olgu, son on yılda Türkiye’de egemen siyaset, dil ve eğitim algı-sını ciddi şekilde reform talebi bağlamında zorlamaya başlamıştır. Dil, Kürt Sorunu içinde kendine merkezi bir yer edinirken siyasetin önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş; akademik (eğitim) boyutuyla ciddi bir tartışmayı başlatmış ve bilhassa Kürtçe üzerinden olmak kaydıyla çokdilli bir toplumsal hayat ve eğitimle ilgili birçok rapor yazılmış ve akademik çalışma yapılmıştır.

Bu bildiride Türkiye’de resmi dil anlayışına kısaca değinildikten sonra AKP döneminde Türk-çe üzerinden yapılan Kürtçe tartışmalarda siyasal tarafların birbirlerinden hangi noktalarda ayrış-tığı, taleplerin hangi noktalarda uzlaşmaz tartışmalara yol açtığı belirtilecektir. Bir yanda konuyu ‘demokrasi’ veya hak talebi ile ilişkilendiren Kürt çevreleri, öte yanda Kürtçe ile ilgili konuları (ana-dilinde eğitim başta olmak üzere, yukarıda belirtilen diğer hususları) ‘bölücülük’ kavramıyla kod-layan egemen siyaset anlayışı arasındaki tartışmalarda ileri sürülen tezler, dünyadaki çeşitli ge-lişmeler (küreselleşme, çokkültürlülük, çokdillilik/çiftdillilik vd.) bağlamında değerlendirilecek ve Türkiye için konuya dair bazı önerilerde bulunulacaktır.

Anahtar sözcükler: Kürt Sorunu, Kürtçe, anadilinde eğitim, çokdillilik

55. OTURUM

20112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

AKP’nin Kürt Açmazı: Ne Yardan Ne Serden

Erkan Karabay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., Sosyoloji B.

Türkiye, 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerden sonra Kürt sorunu ve ülkenin doğu-güneydoğusunda cereyan eden şiddet döngüsünün nasıl ortadan kaldırılabileceği üzerine yapı-lan tartışmalara odaklanmış durumdadır. Bölgede yaşanan ve artık rutin hale gelen çatışma, ope-rasyon, ölüm haberleri süredursun; kamuoyunda sorunun çözümü için beklentilerin ayyuka çık-tığını gözlemlemek mümkündür. Bu noktada en son ortaya çıkan ve uzun süreden beri aslında zımnen kabul edilen devletle PKK ve Öcalan görüşmeleri son dönem tartışmalarına yeni bir bo-yut kazandırmaktadır. Genel seçimlerden üçüncü kez tek başına iktidar olarak çıkan Adalet ve Kal-kınma Partisi’nin (AKP) Kürt sorununun çözümü konusunda on yıllık bakiyesi ele alındığında orta-ya çıkan tablo, toplumun bir kesimi açısından çözüme en yakın olunan dönem olarak okunmak-tadır. Bir diğer kesim ise, AKP’nin Kürt sorununa dair vizyonunu ve ürettiği politikaları süreklilik ve tutarlılık arz etmeyen bir doğrultu üzerinden değerlendirmekte, bu temelde karamsar bir bakış sergilemektedir.

Çalışmada, AKP’nin Kürt meselesine bakışı ve bu eksende ortaya çıkan gelişmeler analiz edilmektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında ‘Aşil topuğu’ olarak tanımlanan Kürt so-rununda gelinen düzey, sorunun artık barışçıl yollarla çözümünü alabildiğine dayatmakta, aksi takdirde daha fazla derinleşme riskini de kendi içinde barındırmaktadır. Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bir dönemden geçerken ve Türkiye bu şekillenmede lider ülke rolüne soyunuyorken Kürt meselesi daha bir önem kazanmakta ve atılacak her adımı önemli hale getirmektedir.

“Kürt Açılımı”, “Demokratik Açılım” ve en son “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak tanımla-nan sürecin Kürt sorununa getirdiği yeni boyutu incelemek amaçlı bu çalışmada, AKP’nin Kürt so-rununa dair yaklaşımları, söz konusu yaklaşımların hayata geçirildiği politik düzlemler, Kürt politik hareketinin geliştirdiği karşı refleksler ve en nihayetinde içinde bulunduğumuz dönemin Kürtler tarafından nasıl değerlendirildiği önem kazanmaktadır. Bu bağlamda Van ilinde yapılan gözlem ve görüşmeler ön açıcı mahiyet içermektedir. Van, açılım politikalarının toplum bileşenleri açısın-dan nasıl algılandığı, hangi beklentilerin oluştuğu, süreç içinde nasıl bir evrim geçirdiği, mevcut durumda ne tür değerlendirmeler yapıldığı bağlamında saha çalışması için tespit edilmiştir. Bu kentin bölge şehirleri arasında etnik, siyasal, kültürel, ekonomik örüntüler üzerinden kozmopo-lit yapısı dikkate alındığında, AKP’nin Kürt meselesinde ürettiği politika ve söylemlerin analizi için gerçekçi sonuçlar ortaya koymaya elverişli nitelik arz eder. Yine Kürt politik hareketi ile AKP’nin re-kabeti, çatışma süreçleri, köy yakma-boşaltma uygulamaları, göç ve sonrasında yaşanan süreçler konularında en fazla muzdarip olmuş illerden biri olarak, açılım politikalarının sosyolojik analizi için uygun bir saha durumundadır.

İslami-Muhafazakar Milliyetçiliğin Millet Tasarımı:AKP Döneminde Kürt Politikası

Yrd. Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.

Bu makale AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi)’nin Kürt sorununa yönelik temel politikasının ve stratejilerinin ayrıksı yönlerini bu partinin Türkiye sağının ideolojik haritası içerisindeki yerini tar-

202 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

tışarak ortaya çıkarmaya ve açıklamaya çalışacak. AKP’nin Türkiye sağı içerisindeki özgül konumu büyük ölçüde iktidara geldiğinden beri taşıyıcılığını yaptığı toplumsal hegemonya projesinin ge-rekleri ve sınırları tarafından belirlenmiştir. Partinin benimsediği Kürt politikası da hem bu hege-monya projesinin temel özelliklerini hem de bu projeyle uyumlu ideolojik konumlanışın izlerini büyük ölçüde taşımaktadır. Buna göre AKP Türkiye sağının geleneksel beslenme kanalları olan İs-lami muhafazakarlık ve milliyetçiliğin temel öğelerini içerisinde barındırmakla birlikte benimse-diği milliyetçiliğin sembolik/söylemsel unsurları üzerinde İslamcı-muhafazakarlığın belirleyiciliği bu partiyi Türkiye’nin ideolojik haritasında belirli bir konuma yerleştirir. Bu ideolojik konumlanış partinin nasıl olup da bir yandan öncesindeki sağ partilerden farklı olarak Kürtlerin varlığını tanı-maya yönelik eğilimler içerisine girerken diğer yandan “tek devlet, tek millet ve tek bayrak” şiarın-da kendisini en uç şekilde gösteren bir milliyetçi söylemi benimseyebildiğini açıklar. Makale bu tanıma politikalarının ve milliyetçiliğin bir arada bulunmasının partinin kısa vadeli siyasi hesapla-rından doğan bir sapma veya çelişki değil onun ideolojik konumlanışının ve ülke çapında tesis et-meye çalıştığı hegemonya projesinin uyumlu bir parçası olduğunu savunmaktadır.

20312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Halit Çelenk’in Anısına

KURULUŞUNUN 50. YILINDA TİP’in TÜRKİYE SİYASAL HAYATINDAKİ

YERİ

Can Açıkgöz

Araştırmacı Yazar Metin Çulhaoğlu

Prof. Dr. Gencay Şaylan, Lefke Ü. Kamu Yön. B.

56. OTURUM

204 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE DEVLET SERMAYE İLİŞKİSİNDE DENETİM BİÇİMLERİ:

KURUMLAR

Ev Emeği’ne Duyarlı Bütçeleme

Arş. Gör. Özgün Akduran, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön. B.

Ev emeği’ni dar ve geniş anlamda iki şekilde ele alabiliriz. Dar anlamda ev emeği kişilerin ev içindeki dinlenme, tv izleme gibi boş zaman aktiviteleri dışında kendi ve diğer hane üyelerinin re-fahı için yerine getirdikleri, bakım, beslenme, temizlik gibi aktivitelerdir. Bu aktiviteler ev içinde-ki cinsiyetçi işbölümü nedeni ile büyük ölçüde kadınlar tarafından yerine getirilmekte, herhangi özel bir vasıf gerektirmediği düşünülmekte ve değersizleştirilmekle birlikte, maddi karşılığı da ol-mayan işlerdir. Geniş anlamda ev emeği ise, toplumsal refah ve kapitalist üretim ilişkileri açısın-dan bir karşılığı olan emek biçimidir. Bu emek sayesinde hem türün üremesi sağlanmakta, yani yeni nesil ücretli emek ortaya çıkmakta, hem de hali hazırda çalışan sınıf her gün yeniden üretil-mektedir.

Bütçe’yi ise bir ekonominin veya kurumun belirli bir zaman süresince yapmayı planladığı harcamalar ve toplamayı umduğu gelirleri gösteren cetvel olarak tanımlamak mümkünse de, bütçeler toplumcu bir bakışla bundan daha fazlasını ifade ederler. Bütçeler öncelikle, ait oldukları sosyal mekânın özneleri arasında cereyan eden, hem geçmiş dönemlerin mücadele, pazarlık, uz-laşma ve çatışmalarının izlenebileceği hem de bu ilişkilerin ileriki dönemlerdeki seyrine dair fikir veren politik metinlerdir.

Bu çalışma ile farklı ihtiyaç ve çıkarlara sahip bir toplum kesimi olarak kadınların, planlanma-sından, uygulanmasına bütçe süreçlerinden nasıl etkilendikleri gösterilmiş ve eşitlik perspektifi ile hazırlanan bütçelerin ev içi cinsiyetçi işbölümünü dönüştürücü potansiyellerine dikkat çekil-miştir.

57. OTURUM

20512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Emeğin Denetimine Bir Örnek:“Adalet ve Hıyaneti Önlemek” için

Kamuda Performans Kriterleri

Prof. Dr. Nurcan Özkaplan, İstanbul Ü., Kadın Sorunları Araş.ve Uyg. Merk.Y. Doç. Dr. Nuray Ergüneş, İstanbul Ü., SBF Maliye B.

Performans kriterleri insan kaynakları yönetiminin en önemli unsuru olarak uzun bir süredir gündemimizi işgal ediyor. İnsan kaynakları yönetimi, şirketlerin verimliliği ve etkinliği artırmak, böylelikle artan küresel rekabete karşı donanımlı olmak üzere vazgeçilmez bir yönetim sistemi olarak, özel ve kamu şirketlerinin yapısal unsuru haline gelmiştir. Amaç, şirket çalışanlarının orga-nizasyon hedeflerine ne ölçüde katkı sağladığının bulunması olarak ortaya konuluyor. Daha açık ifadeler de var, örneğin:

“Performans değerlemede değerlendirilen şey; insanların kendisi değil, insanların perfor-mansıdır. Performans değerlemenin iki amacı vardır: İlki, çalışanlar arasında adaleti sağlamak, ikincisi ise hıyaneti önlemek. Performans değerleme ile kimin terfi ettirileceği, kimin işten ay-rılması gerektiği, kimin hedeflerine ulaşıp ulaş(a)madığı, kimin yüksek başarı gösterdiği, işe ata-mada işin gerektirdiği özelliklere sahip elemanın şirkette mevcut olup olmadığını görerek şirket içinde adaleti sağlayıp kuruma zarar verecek ihaneti önlemiş oluruz. Bir diğer ifadeyle, şirket de-ğerlendirme neticesinde elemanı ya kullanacak, ya terfi ettirecek, ya da işten atacak. Bu anlam-da ‘Performans Değerleme’ şirketin kendini analiz etmesi, kendisine bir chek-up yaptırmasıdır”( http://melihtorlak.com/tag).

Türkiye”de piyasayı ve rekabeti temel alan yönetim sistemine ilişkin düzenlemeler artık kamu sektöründe de hakim pozisyona ulaştı. Aslında tüm yönetim/organizasyon sistemlerinin özü kontrole, denetime dayanıyor, ancak dolaysız kontrolün yanı sıra daha ince, daha teknik kont-rol mekanizmalarının varlığı da ön plana çıkıyor. Performans kriterleri çalışanların hangi “yetkin-lik” göstergesiyle ne kadar gelir elde edebileceğini ve böylelikle kariyer yolunda sınırsız ceza/ödül ile karşı karşıya geleceğini gösterir, böylelikle çalışanlar açısından da “nesnel, bilimsel ve adaletli” bir performans değerlendirme sisteminin geçerli olduğu yanılgısı ideolojik olarak üstünlük sağla-yabilir.

Öte yandan, araştırmaların bize gösterdiğine göre, emeğin denetiminin yanı sıra, direnme, uzlaşma ve onay gibi çalışanların sergiledikleri farklı stratejiler, emek süreci denetimini çeşitliliği-ni ve kompleks yapısını yansıtmaktadır. Bu çalışmada, sağlık ve eğitim sektöründeki kamu kuru-luşlarında henüz çok taze uygulanmaya başlanan ve özellikle sağlık emekçileri tarafından şiddet-le protesto edilen performans kriterlerini analiz edeceğiz. Eski /yeni iş değerlendirme ve terfi sis-temlerinin karşılaştırılması, emeğin denetimi açısından ele alınacaktır. Doktor ve öğretmenlerle yapılacak mülakatlarla, bu denetime karşı geliştirilen direnme/onay/uzlaşma gibi dinamiklerin keşfi mümkün olacaktır. Ayrıca, doktor ve öğretmen gibi “profesyonel” mesleklerin nasıl dönüş-mekte olduğunu toplumsal cinsiyet perspektifiyle analiz etmemize olanak tanıyacaktır.

206 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Kapitalist İlişkilerin Gelişimde Devlet Sermaye İlişkisine Bir Örnek:

Borçlanma Mekanizmasında Galata Bankacılığı (1838-1945)

Dr. Başak Ergüder, İstanbul Ü., İktisat F. Maliye B.

19. yy’da sermaye birikimin mekânsal değişimi finans ve ticaret sermayesinin dolaşım aksı-nın gereklilikleri ve ihtiyaçları ile 1945 sonrası sanayileşme döneminden ayrılmakta, ancak 1945 sonrası sermayenin uluslararasılaşma eğilimine önemli bir arka plan oluşturur. 20. yy’da ise sa-nayi kapitalistleri, sanayi sermayesinin finansmanını sağlayan ticaret sermayesinin yerini almış-tır. Bu dönem aynı zamanda devlet mekanizmasında sanayi-kapitalistlerinin bir sınıf olarak poli-tik gücünün arttığı ve kapitalist formasyonun kredi mekanizması ile geliştiği, böylece para ve sa-nayi sermayesinin uluslararasılaşma eğiliminin arttığı bir dönemdir. Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişimini tarihsel olarak dönemlendirdiğimizde, ilişkilerin oluşumu ve yerleşik hale gelmesi ba-kımından iki entegrasyon döneminden bahsedebiliriz. Kapitalist ilişkilerin oluşmaya başladığı 1838-1923 yılları kapitalizme ilk entegrasyon dönemidir. İkinci dönem ise Cumhuriyetin kuruluşu ile kapitalist ilişkilerin kurumsallaşmaya başladığı İkinci Entegrasyon dönemi olan 1923-1945 yıl-ları arasındaki dönemdir.

Galata’da bankacılığın tarihsel gelişimi, kapitalist ilişkilerin gelişimi açısından iki özelliği için-de barındırır: İlk olarak para sermayenin borçlanma mekanizması içinde gelişimi, Osmanlı’da dış borçlanma sürecinde borç alınan yabancı bankalar ve bu bankalara aracılık yapan yerli ku-rum ve bankerleri içeren ve Osmanlı’da kapitalist ilişkilerin gelişiminin gerçekleştiği bir meka-nizmanın oluşmasıdır. İkinci olarak, 19. yy’da uluslararası finans merkezleri arasında dolaşım hızı artan Avrupa sermayesinin Osmanlı borçlanma ilişkisi üzerindeki etkisinin Galata Borsası tara-fından değerlenen devlet kâğıtlar ile düzenlenmesi, bu süreçte Galata’daki yerel para ve ticaret-kapitalistlerinin Dünya kapitalizmine açılmasıdır. Çalışmada Galata bankacılığının yarattığı dene-yimler, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde borçlanma mekanizması ile oluşan entegrasyon bi-çimleri açısından değerlendirilecektir.

20712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SOSYAL POLİTİKA VE NEOLİBERALDÖNÜŞÜM

Türkiye’de Sağlık Sektörünün Yeniden Yapılandırılması: Neo-Liberal Politikaların Etkileri

Özge Uluskaradağ, ODTÜ, Avrupa Çalışmaları Merk.

Neo- liberal küreselleşme, hayatı sosyal, politik, kültürel ve ekonomik yönden, yani bütünüy-le etkilemektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ‘yeniden formüle edildiği’ bu yapılanmada, mevcut üretim şekillerinin kapitalizmin lehine işleyecek biçimde varlığını sürdürmesi için tek şey amaç-lanmaktadır: Her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyi değiştirmek. Böylece, neo- liberal yeni-den yapılandırma ve kemer sıkma politikaları, bu yeni üretim ilişkilerinin lehine Üçüncü Dünya ül-kelerinde, Uluslararası Finansal Kurumların ya da bölgesel birliklerin (Örneğin Avrupa Birliği) ön-derliğinde, harekete geçirilmektedir. İşte böylelikle, bir sosyal politika alanı olarak sağlık politika-sı da neo-liberal yeniden yapılandırma politikaları dahilinde politika alanı olarak gelişmekte olan ülkelerde, sermaye lehine, dönüşüme uğratılmaktadır. Yeni üretim ilişkileri çerçevesinde başlıca aktörler, Avrupa Birliği ve Uluslar arası Finans Kurumlarıdır.

1980’lerle birlikte, 2. Dünya Savaşı sonrasında salık verilen İthal ikameci sanayileşme ve içe kapalı büyüme modelinin yerini, ekonomik serbestleşme, özelleştirme, kuralsızlaştırma ve İhraca-ta yönelik büyüme almıştır. Bunların sağlık politikalarına genel olarak, sağlık hizmetlerinin özel-leştirilmesi, finansman ve hizmeti sunan kurumların birbirinden ayrılması, güvencesiz iş statüsü-nün ve performansa dayalı ücretlendirme sistemlerinin yaygınlaştırılması ve hizmet alıcıları ta-rafından katkı payı ödenmesi şeklinde yansıdığı görülmektedir. Sağlık, hem nitelikli ve nitelik-siz iş gücünün aynı ortamda istihdam eden bir alan olarak ekonomiye olan katkısı bakımından, hem de bireylerin dolayısıyla iş gücünün sağlıklı bir yaşam sürmesine olanak sağlaması açısından hassas bir alandır. Dolayısıyla bu alandaki yeni ortaya atılan politikaların belirlenme süreci bir in-san hakkı olarak sağlık hizmetlerine erişim açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çerçeve göz önüne alındığında bu sunumdaki temel amacım Türkiye’deki son yıllarda “Sağlıkta Dönüşüm” adı altında sunulan sağlık politikalarını hem hizmet sunan hem de hizmet sunulan açısından Neo-liberal politikalar bağlamında tartışmaya sunmaktır.

58. OTURUM

208 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Ülke Özgünlüklerini Büyük Resmin İçinden Okumak: 2000’ler Türkiye’sinde Sosyal Politika ve İstihdam Politikaları

Dönüşümleri Üzerine Karsılaştırmalı Bir Değerlendirme

Araş. Gör. Sümercan Bozkurt, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Sosyal politika ve istihdam politikaları alanları altında birleştirilen emeklilik, emek piyasa-sı politikaları, yoksulluğu azaltma programları, sosyal hizmetler gibi alt politika alanları dünya ça-pında önemli dönüşümler geçirmektedir. Dünyanın faklı coğrafyalarında, ilgili dönüştürücü re-formlar farklı şekillerde uygulanmakta, bu itibarla ‘maliyetli’ emeklilik sistemleri, ‘cömert’ refah transferleri, emek piyasası katılıkları ve emek yanlısı bölüşüm politikaları farklı biçimlerde hedef-lenmektedir. Söz konusu reformların etkileri, meydana çıkardıkları ihtilaflar ve siyasal olarak yö-netilme biçimleri de önemli farklılıklar göstermektedir. Bu çalışma Türkiye’de 2000’lerde ivmele-nen sosyal politika ve istihdam politikaları dönüşümlerinin özgünlüklerini, işaret ettikleri ihtilaflar ve siyasal olarak yönetilme biçimlerine odaklanarak karşılaştırmalı bir biçimde incelemeyi amaç-lamaktadır. Bu kapsamda büyüme, istikrar ve sosyal ve istihdam politikaları arasında kurulan iliş-ki ve söz konusu ilişkinin maddi temelleri ve sürdürülebilirliği bildirinin üzerine inşa edildiği ge-nel tartışma konusu olacak; Türkiye’deki sosyal politika ve istihdam politikaları dönüşümleri bü-yük resmin bir parçası olarak ve Avrupa’nın periferisinde yer alan ülkelerde söz konusu olan dö-nüşümlerle karsılaştırmalı bir bicimde ele alınacaktır. Türkiye bağlamında yürütülecek bu tartış-manın ulusal politika dönüşümlerinin ulus-aşırı süreçler bağlamında ele alınmasına ve iki düzey arasındaki etkileşimin niteliğine dair genel çıkarımlar içermesi hedeflenmektedir.

Neoliberal Küreselleşme ve Sosyal Politikada Dönüşüm

Doç. Dr. Yavuz Yaşar, Denver Ü., Ekonomi B.Yrd. Doç. Dr. Gülbiye Yenimahalleli - Yaşar, Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F.

Çeyrek yüzyılı aşan bir süreden bu yana dünya kapitalist sistemi neoliberalizm adı verilen bir yaklaşımla yeniden düzenlenmektedir. Neoliberalizm kısaca devlet müdahalesinin ekonomik iş-leyişi bozduğu gerekçesiyle ekonomik yaşamın serbestleştirilmesi/piyasaya açılması tezine daya-lıdır. Temelde aşırı birikim krizi yaşayan sermayenin sorunlarına çözüm amacıyla ortaya atılan bu tez, sermayenin uluslararası alandaki akışı önünde duran her tür engeli ortadan kaldırmaya odak-lı küreselleşme söylemi ile kol kola yürümektedir. Sosyal politikalar, neoliberal küreselleşme süre-cinde izlenen ulusal ve uluslararası ekonomik politikalardan etkilenerek önemli dönüşümler ge-çirmektedirler. Dönüşümün hangi yönde ve ne derece olduğunu belirlemek, piyasa yönelimli po-litikaların yarattığı tahribatı ortaya koymak açısından önemlidir. Bu tahribat, sermayenin uluslara-rası alandaki rekabetçi konumunu pekiştirmek ve uluslararası sermayeyi çekmek adına gerçekleş-tirilmektedir. Bu durum, uluslararası ticarette sıkça kullanılan bir rekabet yönteminden esinlene-rek, ‘sosyal politikada tenzilat’ (social dumping) olarak da adlandırılmaktadır. Çalışma, sosyal po-litikada tenzilat tezinin Türkiye için geçerli olup olmadığını tartışmayı amaçlamaktadır. Bu amaç-la 1980’den bu yana sosyal politika alanında (ücretler, konut, eğitim, sağlık, sosyal güvence, sos-yal yardım, vb.) gözlenen değişim ve dönüşümler sosyal harcamalar da dikkate alınarak eleştirel bir gözle değerlendirilecektir.

20912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İKTİSADİ DÜŞÜNCE VE KRİZ II

Krizler Karşısında Ana Akım Makro İktisat Teorileri: 1970’lerden Günümüze Bir Değerlendirme

Prof. Dr. Erhan Yıldırım, Çukurova Ü., İİBF İktisat B.Araş. Gör. Selim Çakmaklı, Çukurova Ü., İİBF İktisat B.

Kapitalist sistem 20. Yüzyıl içerisinde iki uzun dönemli yapısal kriz yaşamıştır. Her iki kriz dö-neminde de başat olan iktisat teorileri, krizi öngörememeleri veya süre giden krizi doyurucu bir biçimde açıklayamamaları nedeni ile sorgulanmışlardır. Bu teorilere yöneltilen eleştirilerin gide-rek bütünleşmeleri ile yeni teoriler ortaya çıkmıştır. Söz konusu yeni teoriler etrafında geniş bir mutabakat sağlanmış ve bu teoriler ana akım halini almıştır. Ana akım makro iktisat teorileri ka-pitalist sistemi özü itibariyle dengeye yönelimli, istikrarlı ve krizlerden uzak bir sistem olarak mo-dellemektedir. Özellikle Yeni Klasik İktisat yaklaşımıyla birlikte bu modeller üzerinden, kapitalist ekonominin rasyonel iktisadi eyleyicilerin optimal kararları sonucu sürekli dengede olduğu ileri sürülmüştür.

Fakat, tam da sistemin toplumun geniş kesimi için yararlı ve uygulanan iktisat politikaları yo-luyla da her zaman istikrarlı olarak varlığını sürdürebileceği konusunda uzlaşmanın gerçekleşti-rildiği dönemleri krizler takip etmiştir; Neo-Klasik Sentez etrafında oluşan uzlaşmayı 1970 yılında yaşan kriz ve 1990’ların sonunda Yeni Keynesyen Makro İktisat (Yeni Neo-Klasik Sentez) etrafında oluşan uzlaşıyı günümüz krizi takip etmiştir. Teorilere, olayların açıklanması amacıyla geliştirilen, neden-sonuç ilişkisini ortaya koymaya yarayan, genel ve soyut kurgular olarak bakarsak, her teo-rinin temel görevi açıklama ve öngörüde bulunmaktır. Bu bağlamda ana akım makro iktisat teo-rileri 1970 ve günümüz krizlerini öngörme ve açıklama konusunda yetersiz kalmışlardır.

Bu çalışmanın temel amacı, 1970’lerden günümüze ana akım makro iktisat teorilerinin te-mel argümanlarını ve ortaya çıkış sürecini inceleyerek, bu yetersizliğin nedenlerini belirlemeye çalışmaktır.

59. OTURUM

210 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Son Dünya Krizi Bağlaminda Kalkinma Yazinina Yeniden Bakmak: Bağimlilik ve Kapitalist Sistemin Eğilimleri

Yrd. Doç. Dr. Bülent Hoca, Okan Ü., Uluslar. Ticaret B.

Kalkınma yazınında, 1970’lerdeki neo-marksist teorinin etkinliğinden ve bu teori eksenli tar-tışmalardan sonra, 1980’lerde bir çıkmazın yaşandığı kabul edilmektedir. Bu dönemde geçmiş kalkınma yazını post-yapısalcı ve post-modernist eleştiriye tabi tutulmuştur (Parpart ve Veltme-yer, 2011, s.9). Bu eleştiri neo-Marksist teori gibi genel ve büyük teorilerin geçersiz olduğu fikri-ni yaygınlaştırmıştır (Kambhampati, 2004, s.81). Ancak 2000’lerde emperyalizm gibi genel açıkla-malara yeniden ihtiyaç duyulmaya başlanmış ve tüm dünyayı sistemik biçimde etkisi altına alan son kriz büyük ve genel teorilere ve bu arada marksist teoriye olan ilgiyi artırmıştır. Krizin ekse-nindeki mali sermaye tahakkümünün kalkınma üzerindeki etkileri ise henüz yeterince anlaşılmış değildir. Bu çalışmada, kalkınma yazınındaki son büyük teorilerden biri olan neo-marksist teori ve onun ağırlıkla yapısalcı “üretim tarzları” yaklaşımı eleştirilerinin (özellikel Laclau 1971) eksikleri ve yanlışları bu bağlamda tekrar ele alınacaktır. Laclau (1971)’in neo-marksizmin kapitalizmi yan-lış anladığı eleştirisi yerinde olmakla birlikte, açıklığa kavuşturmaya çalıştığı kavramları daha da muğlaşlaştırmakta hatta tahrif etmektedir. Ayrıca neo-marksizmin kapitalizmin başından beri te-kelci ve emperyalist olduğu tezi konusunda büyük ölçüde sessiz kalmakta ve bir açıklama getir-memektedir. Oysa teori bu yönden de yanlış kavramsallaştırmalar önermiştir. Bu bağlamda son krizde yıkıcı etkileri açıkça görülen finansallaşma, sermaye ihracı ve tekelleşmenin anlaşılması ol-dukça önemlidir ve bu çalışmada bunlar birer sistemik eğilim olarak tartışılacak ve bunlarla bağ-lantılı olarak mali sermaye kavramı açıklanacaktır.

Böylece, son krizle birlikte yakıcı hale gelen kalkınma problemlerinin subjektivizme ve idea-lizme düşmeden, objektif, sistemik ve bilimsel bir bağlamda ele alınmalarına katkıda bulunulaca-ğı umulmaktadır.

İktisat Okulları Bağlamında Küresel Kriz

Prof. Dr. Emin Ertürk, Uludağ Ü. İİBF İktisat B.Arş. Gör. Bahar Baysal, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.

Arş. Gör. Görkem Bahtiyar, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.Arş. Gör. Hasan Bakır, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.

2007 Ağustosunda Amerika’da başlayan ve hızla gelişmekte olan ekonomileri de etkisi altı-na alarak global bir boyut kazanan mortgage krizi iktisat okulları arasındaki tartışmayı yeniden alevlendirmiştir. Krizin ortaya çıkışını finansal sektörün ekonomide artan ağırlığı ve reel sektör-den kopması ile açıklayan Avusturya Okulu’nun temel tezi, “ kriz ortaya çıktı ve bedeli ödenecek-tir” şeklindedir. Zira uygulanacak politikaların belirsizliği arttırarak, iyileşme süresini uzatacağını iddia etmektedir. Ancak uygulamada Keynes ve devletin maliye politikalarının hala rağbet gör-düğü yadsınamaz bir gerçek. Bu bağlamda, çalışmada 2007-2009 krizini başlatan politika ve uy-gulamalar hem Avusturya Okulu hem de Yeni Keynesyen yaklaşım açısından değerlendirilecek ve krize karşı geliştirilen politikaların etkinliği tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Avusturya Okulu, Yeni Kesnesyen Okul, Finansal Kriz

21112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KADIN EMEĞİII

Gelir ve Harcamaların Hane İçindeki Dağılımı Açısından Yoksulluk Cinsiyete Göre Farklılaşmakta mıdır?:

Mardin Örneği

Araş. Gör. Çisel Ekiz GökmenDoç. Dr. Ummuhan Gökovalı, Muğla Ü., İİBF İktisat B.

Sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de görülen yoksulluk, kadın er-kek herkesin yaşadığı ciddi bir problemdir. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, yoksulluğun gittikçe artan oranda kadınlar tarafından yaşandığını ve erkeklerle kıyaslandığında kadınların yoksullukla karşılaşma risklerinin daha yüksek olduğunu vurgulayan “yoksulluğun kadınlaşma-sı” olgusunun yaygınlaştığını göstermektedir. Yoksulluğun kadınlaşması kavramı, gelire ve hane-halkı reisliğine çok fazla önem vermekte, cinsiyet ilişkilerini ve hanehalkı içerisindeki gelir ve har-camaların dağılımının kadınlar üzerindeki etkisini ihmal etmektedir. Oysa kadınların birey olarak yoksullukları ait oldukları hanehalklarının yoksulluklarından daha belirgin ve yoğundur (Ecevit, 2003). Çünkü gelirin ve harcamaların hanehalkı içerisindeki eşitsiz dağılımı aynı hane içindeki er-kek ve kadınların yoksulluk deneyimlerinin birbirinden farklı olmasına neden olabilmektedir. Bu anlamda kadınların hane içindeki konumlarını dikkate almayan hanehalkı temelli yaklaşımlar, ka-dınların yaşadığı gerçek yoksulluğu göstermekte yetersizdir.

Türkiye’de yoksulluğun kadınlaşması üzerine yapılan çalışmalarda genellikle, hanehalkı re-isi kadın olan haneler ele alınmış hanehalkı içersindeki gelirin ve harcamaların dağılımı ihmal edilmiştir. Bu çalışmanın amacı yoksulluğu hanehalkı temelli değil, birey temelli olarak inceleye-rek yoksulluğun kadınlaşmasının geçerli olup olmadığını, hanehalkı içerisindeki gelir ve harca-maların dağılımı açısından ortaya koymaktır. Bu amaçla Kürt, Türk, Arap ve Süryanilerin yaşadığı Mardin’de farklı gelir gruplarına mensup 204 evli çifte bu çalışma için özel olarak geliştirilen anket (farklı odalarda) uygulanmıştır. Böylelikle gelir ve harcamaların hanehalkı içindeki dağılımı sade-ce kadın ve erkeklerin yoksulluğu algılayışlarına göre değerlendirilmekle kalmamış, aynı zaman-da farklı etnik, kültür ve gelir grubundaki hanehalklarında eşler arasında gelirin ve harcamaların dağılımının farklılaşıp farklılaşmadığı da uygun istatistikî yöntemlerle araştırılmıştır.

60. OTURUM

212 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Bir Sendikal Direniş İki Soru: Neden Direnişçi Bir Kadın Oldum? Direnişçi Kadın Olmak Ne Demek?

Gebze Bericap Örneği

Ayten Davutoğlu, Kocaeli Ü., Sosyal Politika

Endüstri ilişkileri ve sosyal politika alanında kadın ve sendika konusu genellikle kadınların sendikalara üyeliği, katılımı ve temsilleri bakımından ele alınmaktadır. Kadınları sendikal direnişin aktif özneleri olarak yer almaya götüren süreçte etkili olan işyeri başta olmak üzere sosyolojik di-namikler ile “direnişçi kadın olma” deneyim ve anlamlandırmalarına dair araştırmalarda ise ciddi bir eksiklik söz konusudur.

Oysa kadın işçilerin nasıl, neden ve ne zaman sendikal direnişe geçtiklerini anlamaya yöne-lik ampirik araştırmalar; kadınların sendikaya üyeliği, aktif katılımları ve tutumları ile öznel anlam-landırmalarını da kapsayan çalışmalar olarak kadın ve sendika ilişkisinin karmaşık ve çok boyutlu bileşenlerini anlamak bakımından çok önemlidir.

Kadın işçileri sendikal direnişe götüren süreci araştırmayı amaçlayan çalışmaların başlan-gıç noktası direnişi hazırlayan koşullar olmaları sebebiyle işyeri ve işyerindeki dinamikler olmalı-dır. Bu koşullara müdahalede bulunmak üzere bir güç unsuru olarak işlev gören sendikanın varlı-ğı, kolektif nitelikte kadın işçilerin de desteğini içerecek biçimde bir işçi direnişinin ortaya çıkma-sında çok önemli bir rol oynamaktadır.

Bu çalışma iki amaca yönelik olarak hazırlanmıştır. Bunlardan ilki sendikal direniş kararı al-mış ve bu kararı eyleme dönüştürmüş kadınların gözüyle direnişe götüren işyeri dinamiklerinin nasıl deneyimlendiğinin ortaya konulmasıdır. İkincisi ise süreç boyunca “sendikalı direnişçi kadın” olmanın nasıl anlamlandırıldığının niteliksel bir araştırma ile ortaya konulmasıdır. Bu amaç doğ-rultusunda Gebze’de kurulu Bericap fabrikasında çalışan ve sendikal hakları için direniş sürdüren 14 kadın işçi ile yarı yapılandırılmış derinlemesine bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın ve-rileri sendikal varlığa paralel olarak direniş kararı alınmasında etkili olan işyeri koşulları ve “direniş-çi kadın olma” ya dair kadın işçilerin anlamlandırmaları olmak üzere iki boyut çerçevesinde analiz edilmiştir.

Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılığın Van Emek Piyasasındaki Görünümü

Araş. Gör. Rana Gürbüz, Van Yüzüncü Yıl Ü., İİBF İktisat B.Araş. Gör. Dr. Meryem Samırkaş, Van Yüzüncü Yıl Ü., İİBF İktisat B.

Türkiye’de çalışma yaşamında genel olarak yasal eşitlik sağlanıyor gibi görünse de emek pi-yasası uygulamalarında cinsiyet ayrımcılığına dayalı pratikler işe alma sürecinden başlayarak, üc-retlendirmede, işte yükseltmede, işten çıkartmada, tayin ve erken emeklilikte, mobbing ve cin-sel taciz olgusunda karşımıza çıkmaktadır. Kadın ve erkek arasındaki ücret farklarının genelde iki temel nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki kadınların çoğunlukla düşük ücretli niteliksiz işler-de yoğunlaşmaları, ikincisi eşit veya eşdeğer işlerde bile kadınlara erkeklerden daha düşük ücret ödenmesidir.

21312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de eşit işte veya eşdeğer işte kadınlara erkeklere kıyasla daha düşük ücret ödenme-sine ilişkin araştırmalar olmakla birlikte Van gibi farklı değer yargılarının da emek piyasasını etki-lediği yerlerde bu tür araştırmalar çok sınırlıdır. Buradan hareketle bu çalışmanın amacı, mülakat ve anket yöntemine dayanarak, Doğu Anadolu Bölgesinin en önemli merkezi olan Van’da emek piyasasında cinsiyetçi işbölümüne dayalı ve özellikle ücret farklılığına dayalı uygulamaların, kadın emeği üzerindeki sömürüsü tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Cinsiyet Temelli Ayrımcılık, Kadın Emeği, Ücret Farklılıkları, Van

Hemşirelik ve İşyerinde Eşitsizlikler: Sınıf, Cinsiyet ve Yaş Faktörü

Leyla Şimşek-Rathke, Marmara Üniversitesi Fen-Edb F. Sosyoloji B.

Türkiye’de dar gelirli ailelerde, çocukların kısa yoldan meslek edinerek bir an önce ken-di ayakları üzerinde durması, aileye olabildiğine az yük olması, hatta çabucak iş hayatına gire-rek anne babaya da maddi destek sağlaması yaygın bir örüntü olmuştur. Hemşire yetiştiren yatı-lı Sağlık Meslek Liseleri de uzun yıllar özellikle dar gelirli ailelerin ve nispeten yeni kentlilerin kız çocuklarının eğitim alarak iş dünyası ve kamusal hayata katılmasında önemli bir işlev görmüş-tür. Ancak sınıf, cinsiyet ve yaşa bağlı faktörler, mesleğin toplumsal değer ve statüsünün yanı sıra, hem sağlık alanındaki diğer gruplarla ilişkilerini hem de kendi içindeki dinamiklerini belirlemede önemli bir rol oynamıştır.

Sunacağım bildiride 1972–95 yılları arasında Gülhane Askeri Tıp akademisi bünyesinde ku-rulmuş iki okul olan TSK Sağlık Meslek Lisesi ve Sağlık Okulu’nda okumuş, beşi emekli, üçü meslek değiştirmiş, 37’si askeri hastanelerin çeşitli birimlerinde halen hemşirelik yapmakta olan 45 kişiyle yapılmış derinlemesine görüşmelere dayanan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşacağım. Hemşi-reliğin, sağlık sistemi içerisinde hayati önemde bir meslek olduğu halde genellikle toplumsal de-ğer ve itibarının düşük olmasının yapısal bir takım nedenlerini, sınıf, cinsiyet ve yaş faktörleri üze-rinden tartışmaya çalışacağım.

214 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

YERELDE SİYASET

Sivil Toplum Örgütlerinin Yerel Karar Alma Sürecine Etkisi:Tema Vakfı, Beşiktaş Kent Konseyi ve Beşiktaş Belediyesi Örneği

Pınar Akarçay, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön. B.

Küreselleşmeyle yaygınlaşan, demokrasi ve katılımı içinde barındırdığı düşünülen yeni yönetim modeli olan yönetişim, yönetimin (merkezi ve yerel yönetimlerin) karar alma sürecin-de tek başına hareket etmesinden ziyade halkında\sivil toplum kuruluşlarının bu kararın alın-ma sürecine etki edebilmesi ya da katılması anlamını taşımaktadır. Dünya Bankası bu katılma-nın sıradan bir katılma olmadığını vurgulayarak, yerel kamusal hizmetlerin maliyetine katılma, yerel halka akçal yükler getirecek düzenlemelere katılma olarak belirtmiştir. Halkın karar alımı-na katılabilmesi de yine yönetişim modelinde ön görülen, şeffaflık, hesap verebilme, yerelleş-me ve sivil toplum örgütlerinin etkinliği ile mümkün olabileceği belirtilmiştir. Türkiye’de yöne-tişim yönetim modeli olarak çok eski bir tarihe dayanmasa da yönetim tarafından yönetişim uygulamalarının hayata geçirildiği ileri sürülmektedir. Buna kanıt olarak yerelleşmenin arttığı, yerelin yetkilerinin genişletildiği dolayısıyla yerel yönetim kararlarının alınmasında kent kon-seyleri aracılığıyla sivil toplum örgütlerinin etkisinin arttırıldığı ileri sürülmektedir. Fakat kent konseyleri, sivil toplum örgütlerini karar alma sürecine görünürde dahil eden bir yapıya sahip-tir. Çünkü kent konseyleri kararı öneri niteliğindedir, bağlayıcı karar alma yetkisine sahip değil-dir, sadece danışma niteliğine sahiptir, hatta danışma niteliğinde olduğu bile tartışılır. Sivil top-lum temsilcileri, yerel kararların alınmasında kent konseylerinin sivil toplum kuruluşlarınca ve-rilen önerilerin ve raporların yerel yönetimlerce alınan kararlara yansımadığı görüşündedirler. Zaten yerel yönetimlerinde, sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerine katılmalarına yö-nelik talepte bulunmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu çalışma konusu, kent konseyleri aracılığıyla sivil toplum örgütlerinin belediyelerin karar alma sürecine etkisi incelenmiştir. Bunun için ülke genelinde bir çok ilde temsilcilikleri bulunan, eski ve köklü bir yapıya sahip olan TEMA Vakfı ile TEMA’nın yürütme kurul üyesi olduğu Beşiktaş Kent Konseyi ve Beşiktaş Belediyesi ele alınmış-tır. Çalışma, söz konusu kurumlar ve bu kurumlardaki ilgili kişilerle mülakat yapılarak ve ilgili ya-sal düzenlemeler ve yönetmelikler incelenerek mülakat verileri ve yasal düzenlemeler bütün-leştirilerek TEMA’nın yerel karar alma sürecinde kent konseyleri aracılığıyla yerel kararlara ne öl-çüde katılabildiği\katılamadığı araştırılmıştır. Çalışmanın bakış açısı, kent konseyi ve TEMA açı-sındandır.

61. OTURUM

21512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Yerel Kalkınma ve “Arayış Mekânları” Samsun Örneği

Dr. Demet Özmen Yılmaz, Ondokuz Mayıs Ü. İİBF İktisat B.

D.Harvey, kapitalist sermaye birikim sürecinin aynı zamanda yeni mekânların da üretildi-ği bir süreç olduğunu ifade eder. Bu bağlamda 1980 sonrası değişen sermaye birikim süreci-ne paralel olarak ulus altı yerel-bölgesel mekânların öne çıktığı, özellikle kalkınma sorunu bağ-lamında önem kazandığı görülmektedir. Bu çalışmada, öne çıkan bu ulus altı yerel-bölgesel mekânlar literatürdeki kavramlaştırmalara alternatif bir biçimde “arayış mekânları” olarak kav-ramlaştırılacaktır. Böylesi bir zeminde bir dizi başka şehirle birlikte cazibe merkezi olarak adlan-dırılan Samsun kent-bölgesi, bir “arayış mekânı” olarak ele alınacaktır. Çalışmanın bu bölümü, Samsun’da kalkınma arayışları sürecinde kilit rol oynayan yerel aktörler ile gerçekleştirilen de-rinlemesine mülakatlara dayanmaktadır. Bu çerçevede öne çıkan ulus altı mekânsal oluşum-ların “arayış” hali üzerinde durulacak ve Samsun örneğinde, yerel-bölgesel kalkınma yönelimli arayış süreçlerinin çelişkileri ortaya konulacaktır.

Türkiye’de Yerel Yönetimlerde Seçmen Davranışları: 2009 Yerel Yönetim Seçimleri Üzerinden Bir İnceleme

Dr. İhsan Kamalak, Mersin Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Türkiye’de seçmen davranışları genelde ulusal düzeyde çalışılmakta ve yerel düzey ih-mal edilmiştir. G. Stroker (1988), L. Lipson (1984) ve J.F. Zimmerman gibi yerel yönetimlerde se-çimlere katılma üzerine çalışanlar, yerel yönetim seçimlerine katılmanın genel seçimlerin al-tında gerçekleştiğini ileri sürmektedirler. Seçmen davranışları çerçevesinde ise, O. Çitçi (1989) ile Y. Sabuncu ve M. Şeker (1996) yerel seçimlerdeki seçmen tercihlerinin, siyasal parti tercih-leri etkisi altında kaldığını savunmaktadırlar. Yerel seçim sonuçları, P. Norris ve G. Evans (1999) M. Harrop ve W. L. Miller (1987) tarafından, ulusal hükümete mesaj olarak değerlendirilmekte-dir. Bunun, Çitçi’nin de belirttiği gibi, siyasetin ulusallaşması olduğu ileri sürülebilir, çünkü seç-menlerin katılımı siyasal partiler tarafından belirlenen ve kamu oyunda bilinen sorunlar etra-fından gerçekleşmektedir. Bu yaklaşımlara karşı, bu çalışma parti siyasetinin etkinliğine ve ye-rel düzeyde katılmanın genel seçimlerle benzer düzeyde olmasına rağmen, belediye başkan adaylarının kişiliğinin belli oranda yerel seçmen davranışları üzerinde etkili olduğunu ileri sür-mektedir. Bu çerçevede çalışma, 2009 Yerel Yönetimler resmi sonuçları üzerinden yerel düzey-de seçmen tercihlerini inceleyecektir. Araştırma dört parti ile sınırlı tutulacaktır: AKP, CHP, MHP ve HEP/BDP. İlk bölümde, belediye başkan adayları ile onları aday gösteren siyasal partilerin il genel meclisi (İGM) düzeyinde aldıkları oylar karşılaştırılacaktır. Karşılaştırmayı yapabilmek için İGM’de kullanılan oylar ile belediye başkanlığı seçimlerinde kullanılan oyların özdeşliği yapıl-mıştır. Bu inceleme, aday ile partinin oylarını karşılaştırmaya olanak sağlayarak, seçmen tercih-leri üzerinde adayların etkinliği konusunda önemli ipuçları vereceği varsayılmaktadır. İnceleme ayrıca, yerel yönetimlerde oy verme davranışları bağlamında kentsel ve kırsal ile farklı büyük-lükler (belediyeler büyüklüklerine göre 12 kategoriye ayrılmıştır) arasındaki hem yerel düzey-de oy verme davranışları hem de katılma farklılıklarını görmememize olanak sağlayacaktır.

216 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

ÇEVRE VE ENERJİ

Yeni Yerel Direnişlere Doğru: Neoliberal Ekoloji Politikaları ve Dersim Örneği

Gözde Orhan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Bu çalışma, Türkiye’nin modernleşme ve kalkınma ülkülerinin gölgesinde kalan ve büyük ölçüde belirgin bir plan çerçevesinde ele alınmayan ekoloji politikasının, 1980 sonrasında, ge-rek yükselen Kürt hareketinin gerek ise neoliberal ekonomik yönelimin etkisiyle nasıl dönüş-tüğünü ve özellikle Doğu illerinde nasıl uygulandığını Dersim örneği üzerinden ele almakta-dır. Ekoloji politikası ve doğa varlıklarına yaklaşım, bu bağlamda, hem bir ticarileştirme faaliye-ti olarak hem de iktidarın doğayla birlikte bölgede yaşayanları da “ehlileştirme” faaliyeti olarak sorunsallaştırılacaktır.

1980 yılı neoliberalizm açısından bir kırılmayken ekolojik gelişmeler söz konusu oldu-ğunda 2001 yılı önem kazanmaktadır. 2001 yılında daha sonra Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na dönüşecek olan Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu’nun kuruluşuna ilişkin 4628 sayılı yasa yürürlüğe girmiş, yasa sonucunda baraj inşaatı yapma olanakları devlet tarafından özel sektöre devredilmiş, böylelikle Türkiye’nin pek çok yerinde baraj yatırımları hız kazanmış-tır. AKP iktidarıyla bu süreç daha da hızlanmıştır. Devletin iktidarını yaymak konusunda sorunlar yaşadığı Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde dahi HES ve barajlar yapılmaya başlanmıştır. Bildiri-de, tarihsel, etnik ve dilsel anlamda diğer Doğu illerine göre özgünlük taşıyan Dersim için dev-letin doğa varlıklarına yaklaşımındaki dönüşüm ve buna yönelik uygulamalar, merkezi devlet ile yerel arasında bir tür politik çatışma alanı olarak ele alınacak, yerelin neoliberalizme ve mer-kezi devletin tabiat varlıklarını metalaştırmasına karşı geliştirdiği direniş yöntemleri ve ürettiği argümanlar üzerinde durulacaktır.

Bu bildirinin hazırlanmasında Dersim’de faaliyet gösteren çevre örgütleri, siyasal örgüt ve partiler, belediye, valilik, sanayi ve ticaret örgütleri, yerel radyo ve gazeteler ve eylemlere katı-lan aktivistler ile yapılan mülakatlardan faydalanılmıştır.

62. OTURUM

21712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de “Karbon Ekonomisine” GeçişteAvrupa Birliği Enerji Politikaları’nın Etkisi

Muzaffer Nafiz Burdurlu, Maltepe Ü., SBE

Son yıllarda Avrupa Birliği’nin enerji politika önceliklerinin, iklim değişikliğini önlemek amacıyla birliğin oluşturmaya başladığı politika cevabı temelinde; rekabetin düzenlenmesi, çevrenin korunması ve enerji arz güvenliğine doğru bir evrilme göstermekte olduğu görül-mektedir. Birlik, son yıllarda bu politika önceliklerini hayata geçirmek için enerji verimliliğine özel bir önem vermekte ayrıca yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji arzı içindeki payını art-tırmak ve sera gazı emisyonlarının azaltılması için ciddi ve bağlayıcı hedefler ortaya koymaya başlamış bulunmaktadır. Bu bağlamda, 2008 yılında yayınlanan “Enerji Güvenliği ve Dayanışma Eylem Planı” kabul edilmiştir. Bu plana göre, 2020 yılına kadar Avrupa Konseyine üye olan ülke-ler genelinde enerji verimliliği yüzde 20 oranında artırılacak, sera gazı emisyonlarında yüzde 20 oranında bir azalma sağlanacak ve yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanan enerjinin top-lam enerji tüketimindeki payı yüzde 20 oranına yükseltilecektir. Yenilenebilir enerji kaynakları-nın yaygın ve etkin bir biçimde kullanımının, son yıllarda istikrarsız bir şekilde artan petrol, do-ğal gaz ve uranyum fiyatları nedeniyle AB’nin büyük ölçüde oluşan dışarıya olan bağımlılığını azaltıcı etkileri üzerinde durulmaktadır.

Bu çalışmada, temel olarak AB enerji politikalarında önemli bir yer tutan alternatif enerji kaynakları politikalarının Türkiye’nin ekonomik büyüme hedefleriyle uyumlu olup olmadığı so-rusu kapsamında söz konusu Eylem Planı’nın öngörüleri ve bunların Türkiye’nin enerji politika-larına olan muhtemel etkileri nelerdir sorusuna cevap aranmaktadır. Ayrıca, AB ve Türkiye’nin enerji politika öncelikleri arasında, varsa temel farkların neler olduğu sorusunun cevabı, “Kar-bon Piyasası” alt başlığı temelinde incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, enerji, enerji politikaları, küresel ısınma, İklim değişikli-ği, emisyon ticareti

Kitle Turizminin Su Kullanımı Üzerindeki Etkileri

Dr. Elif Akbostancı, ODTÜ İİBF İktisat B.Dr. Gül İpek Tunç, ODTÜ İİBF İktisat B.

Dr. Serap Türüt-Aşık, ODTÜ İİBF İktisat B.

Türkiye için turizm 1950’lerden itibaren ekonomik büyüme açısından anahtar sektörler-den biri olarak ortaya çıkmış ve özellikle 1980’li yıllarla birlikte turizm yatırımlarında önemli bir artış yaşanmıştır. Bu gelişmeler, sektördeki kapasiteyi artırmış ve turizmin GSYİH içindeki payı artmıştır. Özellikle kıyı şeritlerinde yapılan yatırımlara bağlı olarak tesis sayısı ve yatak kapasi-tesi hızla artmış ve bunun sonucu olarak ülkemize gelen yabancı turist sayısı 2010 yılında 28.5 milyona ulaşmıştır. Ülkeye gelen turist sayısını artırmaya dayanan bu kitle turizminin özellikle ekonomiye olan katkısı ön plana çıkartılarak, çevre üzerinde yarattığı baskı göz ardı edilmekte-dir. Türkiye açısından en önemli sorunlardan biri özellikle kıyı alanlarındaki plansız yapılaşma ve dolayısıyla bu alanlarda yaşayan nüfusun fazla artmasıdır.

218 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Turizm Ege ve Akdeniz kıyılarında ve Mayıs-Ekim ayları arasında yoğunlaşmakta ve bu durum da çevre üzerindeki baskıları artırmaktadır. Turizm sektörünün özellikle görece olarak doğası bozulmamış yörelere yöneldiği göz önüne alındığında, bu sektörün ne derece doğal çevreyi kirlettiği ve bozduğu açıktır. Yunanistan ve İspanya gibi rakip ülkelerle kıyaslandığında, görece el değmemiş, bakir doğası nedeniyle Türkiye’nin turist çekme potansiyeli yüksektir. Her geçen gün daha fazla turist ağırlayan ülkemiz kitle turizminin olumsuz çevresel etkileriyle karşı karşıyadır. Bu etkilerden biri de ileride küresel ısınmaya da bağlı olarak daha da önemli hale ge-lebilecek olan su sorunudur. Ülkemize gelen turistlerin görece daha az suya sahip olan Akde-niz kıyılarında yoğunlaştığı ve kullandıkları su miktarının yerel halka göre çok daha fazla oldu-ğu göz önüne alındığında “bacasız sanayi” olarak da tanımlanan turizmin aslında çevresel etki-lerinin çok daha önemli boyutlarda olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu noktadan hareketle bu çalışmada sanal su ve su ayakizi kavramları çerçevesinde Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin su kullanımını nasıl etkilediği ve yerel su kaynakları üzerin-de ne derecede baskı oluşturdukları araştırılacak ve son zamanlarda gündeme gelen sürdürü-lebilir turizmin bu soruna bir yanıt verip veremeyeceği tartışılacaktır.

21912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE’DE EĞİTİM VE ÖĞRETİMİNDÖNÜŞÜMÜ

Düzenlemeden Yeniden Düzenlemeye: Bildiğimiz Üniversitenin Sonu

Dr. Şükran Gölbaşı, Haliç Ü., MYO Bankacılık ve Sigortacılık

Türkiye’de üniversiteler daha en başından iktidarın ilgi odağı olmuş, iktidar yapısındaki her bir değişimle birlikte üniversiteler de bu yeni yapıya uydurulacak düzenlemelere konu edilmiştir. Yapısı gereği iktidarın doğrudan kontrol alanı dışında kalan üniversitenin özerk bir tondan konuş-masının önüne geçmek için, çok çeşitli yöntem ve stratejilerin denendiği bu düzenleme çabaları, üniversitelerimizde bilgi birikimini ve deneyimli kadroları sistematik olarak yok etmiştir.

Reform adı altındaki bu iktidar düzenlemeleri, ne üniversitenin mevcut sorunlarına çözüm getirmiş ne de daha nitelikli daha özerk bir üniversitenin yolunu açmıştır. Kimi zaman ulusal ikti-dar yapıları, kimi zaman da uluslararası güçlerin öneri ve talepleri doğrultusunda yapılan bütün bu düzenlemelerde, hiç bir zaman üniversitelerin temel bileşenleri olan öğretim elemanları ve öğrencilerin görüşlerine başvurulmamıştır. Üniversitelerin en fazla kuşatıldığı, çatışmaların en yo-ğun olduğu dönemler, kapitalizmin kriz dönemlerine denk gelmektedir. İçinde bulunduğumuz, toplumsal ilişkilerin iktisadi ilişkiler olarak yeniden tanımlandığı kapitalizmin bu geç evresinde, üniversite de bu yeniden tanımlamada çeşitli uluslararası kurumların yeniden düzenleme alanına girmiştir.

Bu çalışma, üniversiteye ayar verme çabalarını, Türkiye’deki iktidar mantığındaki değişimler ve kapitalist birikim rejimindeki değişimler ve Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenme tarzına koşut olarak değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmada, iktidarın yapısındaki dönüşümleri, ser-mayenin üretim ve birikim yapısındaki dönüşümlere bağlı olarak inceleyen Foucault’nun (1993, 2000) soykütüğü yöntemi esas alınacaktır. Çeşitli dönemlerdeki düzenlemelerde, nelerin ne yön-de değiştirildiği ve hangi kadroların neden üniversiteden uzaklaştırıldığı, onların yerine hangile-rinin ne türden dönüşümleri gerçekleştirmek amacıyla içeri buyur edildiği bu yöntemle incele-necektir. Çalışmada, küresel sermaye ve yerel sermayenin üniversitelerimiz hakkındaki raporları ve söylemleri incelenerek, nasıl bir üniversite oluşturmayı amaçladıkları ve bunu neden bu kadar önemsedikleri açığa çıkarılmaya çalışılacaktır.

63. OTURUM

220 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Üniversitelerimizde, 1980’den buyana süregelen Doğramacı ve Gürüz uygulamalarıyla kü-resel kapitalizmin eğitim üzerine talepleri çoktan kurumlaşmış ve büyük ölçüde içselleştirilmiş-tir. 1980’lerde, yüksek öğrenime Güney halklarını Kuzey’li ülkelerin hizmetkarı yapacak yönde ayar veren küresel iktidar, artık bu halkları hepten cahil bırakmak için çeşitli kılıflar aramaktadır. TÜSİAD’ın raporunda (Stankovic vd., 2008) bunun nasıl yapılacağının sinyalleri verilmektedir. Bo-logna Süreci (Önal, 2011) ile başlatılan son dönüşüm, eğitimin metalaşmasından çok daha farklı bir anlam taşımaktadır (Ercan, 1998). Bu sürecin başarıyla tamamlanması, bildiğimiz anlamda üni-versitenin sonu olacaktır.

Türkiye’de Değişen Biyoloji Öğretimi

Zelal Özgür Durmuş, Marmara Ü.,Çiçek Dilek Bakanay, Marmara Ü.,

Toplumun yaygın şekilde biçimlendirilmesi ve düşünce sistematiğinin oluşturulmasında ör-gün eğitim kurumları büyük ve ikame edilemez bir işleve sahiptir. Bu işlev “bireysel ve toplumsal güçlenme amacıyla kullanılabileceği gibi, baskı ve egemenlik ilişkilerinin sürdürülmesi” (Freire ve Macedo, 1998: 34) yönünde olabilir. Bu yönü oluşturacak olan eğitim politikasını belirleyen ku-rumlardır ve bu kurumların politika oluşturma faaliyeti onların ekonomik, siyasi ve ideolojik bakış açılarından bağımsız değildir. Bu bağlamda bu çalışmada, Türkiye’de örgün eğitimde bilimsel ba-kış açısı ve evrim kuramının ortaöğretim biyoloji müfredatındaki son on yıllık seyri incelenecektir.

Evrim kuramı olmayan bir biyoloji programı periyodik cetveli olmayan bir kimya eğitimine benzemektedir. (Gould,1982). Evrim kuramının, evrensel çekim kuramı ve hücre kuramı gibi, bi-limsel süreçler sonucunda geliştirilmiş bir kuram (Apaydın, Çobanoğlu ve Taşkın, 2006) olduğu bugün bilim insanları tarafından yaygın şekilde kabul edilmekte ve birçok ülkede öğretilmekte-dir. Ülkemizdeki biyoloji öğretim programında ise bu durumla tezat oluşturmaktadır. Son on yıl-daki program değişiminin yönü evrim kuramı öğretiminin giderek seyreltilmesi ve sadece bir gö-rüş olarak sunulması biçiminde olmuştur. Konular arası ilişki kurulmamakta, doğrudan evrim me-kanizmalarının öğretildiği bölümler çıkarılmaktadır. Bu makalede, evrim kuramının öğretiminin neden gerekli olduğu tartışılacak; bu kurama orta öğretim biyoloji öğretim programında verilen önemde yaşanan değişimlerin Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal düşünüm ile ilişkisini mer-cek altına alınacaktır.

Anahtar kelimeler: Evrim öğretimi, bilimsel eğitim, öğretim programı

Bilgi Ekonomisi ve Yüksek Öğretimde Yeni Yönetişim Biçimleri: Bologna Süreci Ekseninde Türkiye’de Üniversitelerin Dönüşümü

Dr. Funda Karapehlivan - Şenel, Marmara Ü., Sosyoloji B.

1970’lerin sonlarında başlayan neoliberalleşme süreciyle birlikte üniversitelerin devlet ve piyasayla yeni ilişki biçimleri geliştirdiği bir döneme girilmiştir. Neoliberal dönüşümü anlatan önemli kavramsallaştırmalardan biri bilgi temelli ekonomidir. Bilgi temelli ekonomiye göre, üni-versiteler bir yandan ulus-devletlerin küresel pazardaki rekabet gücünü arttırmaları yolunda yeni

22112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

işlevler kazanırken, diğer yandan da kendileri ve üretttikleri bilgi bu küresel pazar içindeki meta-lara dönüşür. Bu bildiride, Bologna Sürecinin günümüzde, kapitalist devlet ile üniversiteler arasın-daki ilişki biçimini belirleyen neoliberal yeniden yapılanmanın bir parçası olarak ele alınması ge-rektiği ileri sürülecektir.

Bologna Süreci, bir yandan, Avrupa düzeyinde üniversite dereceleri arasında bir standartlaş-tırma yaratmaya çalıştığı halde, Sürecin ulusal düzeydeki uygulamaları çok çeşitli biçimler almış; akademik hareketlilik, öğrenci performanslarının ve vasıflarının karşılaştırılabilmesi ve mezunla-ra emek piyasasında daha iyi olanaklar sağlanması gibi Bologna ilkeleri uygulamada tersi sonuç-lara yol açmıştır. Türkiye, Bologna Sözleşmesini 2001 yılında imzalamış ve uygulama sürecini baş-latmıştır.

Bu bildiride, Bologna Sürecinin Türkiye’deki üniversitelerin neoliberal dönüşümleri üzerin-deki etkisi tartışılacak ve Bologna Sürecinin hem bölgesel hem de yerel düzeyde merkez ve çevre üniversiteler arasındaki hiyerarşiyi arttırdığı ileri sürülecektir. Aynı zamanda, bu hiyerarşinin emek piyasası ve genç işsizliği üzerindeki olası sonuçları üzerinde durulacaktır.

222 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

TÜRKİYE SİYASETİNDE KÜRT SORUNU

Kürt Siyasetinde Paradigmal Değişim

Yrd. Doç. Dr. M. Zeki Duman, Yüzüncü Yıl Ü., Edb. F., Sosyoloji B.

Bu sempozyumda, Kürt siyasal hareketinin sivil sacayağını oluşturan Barış ve Demokra-si Partisi’nin; ideolojik ve politik söyleminde belirgin bir değişikliğe gittiği, HEP, DEHAP ve DTP geleneğinin temel dinamiklerini belirleyen eylem-söylem-ideoloji yaklaşımının, BDP çizgisin-de ideoloji-söylem-eylem biçimine evrildiği ve dolayısıyla Kürt sorununun radikalleşmek ye-rine demokratikleşmeye doğru gittiği tezi savunulacaktır. BDP’de yaşanan bu stratejik değişi-min, beraberinde iki farklı sonuç doğurduğu, bu sonuçların bize, hem Kürt siyasal hareketinin daha çok etnik tabanlı ve marjinalleşme riskini içinde barındıran bir mecraya doğru gitmesini engellediğini, hem de farklı inanç ve ideolojileri de içinde barındıran geniş tabanlı yeni bir siya-si harekete evrildiğini göstermektedir.

Nitekim Kürt sivil siyasetin aktörü konumundaki BDP’nin bir yandan seçmen kitlesinin sı-nırlı olduğu bir bölgesel parti olma imajından kurtulma, diğer yandan Türkiye’nin tüm bölge-lerinde seçmeni bulunan bir ulusal parti olma sürecine girdiği gözlenmektedir. Bununla birlik-te, terör eylemlerine doğrudan karşı çıkmayan dolayısıyla şiddeti ve onun dilini kullanmaktan kaçınmayan seleflerinden ayrı olarak BDP’nin söyleminde; barış ve özgürlük, demokrasi ve sivil siyaset ve en önemlisi silahsız direniş gibi demokratik mücadele yöntemlerini içeren bir para-digmal değişimin yaşandığı görülmektedir. Bu paradigmal değişime neden gerek duyulduğu ve bu değişimle beraber Kürt siyasetinin hangi yöne doğru kayacağı soru(n)ları metnin içeriği-ni oluşturacaktır.

64. OTURUM

22312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KCK Davası ve Türkiye’de Vatandaşlık

Pedriye Mutlu, Boğaziçi Ü., SBEAraş. Gör. Gülay Kılıçaslan, Boğaziçi Ü., Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Ulus-devlet inşa sürecinin dinamikleriyle oluşturulmuş bir vatandaşlık anlayışı günümüz-de de Türkiye’deki vatandaşlık anlayışının sınırlarını belirler niteliktedir. Bu süreç içerisinde ulu-sun öteki üzerinden oluşturulması vatandaşlığın da ötekisini belirlemiştir ki Türk Vatandaşlığı Kürt ve Müslüman olmayanların ötekiliği üzerinden inşa edilerek dışlayıcılığını belirlemiştir. Bu çalışmada Türk vatandaşlığının oluşum sürecine bakılarak dışlayıcı özelliğinin Kürtler üzerinde vatandaşlık bağlamında getirdiği sonuçlar tarihsel olarak ve KCK davası üzerinden tartışılacak-tır.

Bu vatandaşlık anlayışının “yasallık” ve “meşruiyet” ikiliğinde nasıl konumlandığını, günü-müz koşullarında bu iki bağlamın Türk vatandaşlığının mağdurları konumunda olan Kürtlerin nasıl bir süreçle yüz yüze olduklarını KCK davası üzerinden analiz edeceğiz. Bu dava sürecinin vatandaşlık anlayışının Kürtler için ‘tehdit’ ya da ‘düşman’ algısıyla yürütüldüğü savı üzerinden haklar bağlamında vatandaşlıktan yararlanamama boyutuna varan uygulamalarını siyasal ka-tılım ile ilişkilendirerek bu davanın esasında Türkiye’deki vatandaşlık anlayışının Kürtler açısın-dan aldığı boyutu yansıttığı iddiasıyla dava sürecini öncesi ve sonrasıyla inceleyeceğiz.

Bu meramla, öncelikle vatandaşlık literatürüne genel bir atıfla Türkiye’deki vatandaşlı-ğın tarihten günümüze aldığı farklı boyutlara Kürtlere yaklaşımı üzerinden değineceğiz ve bu vatandaşlık anlayışının Kürtler ve Türk olmayanlar açısından yasalarda ve pratikte sürekli ola-rak dışlayıcı özellikler yansıttığını savunacağız. Sonrasında yasalarla şekillenmiş Türk vatandaş-lık anlayışının meşruluk boyutunun Kürtler tarafından bu süreçte sorgulandığını; dava süresin-ce anadilde konuşma hakkı, savunma hakkı, siyasal katılımın engellenmesine gösterilen tepki-lerin ve sivil itaatsizlik eylemlerinin bu sorgulamaya örnek teşkil ettiğini iddia edeceğiz. Dava sı-rasında TCK ve TMK ile yargı organlarına verilen geniş muğlâk yetkilerin Kürtlerin siyasal katılı-mına ve vatandaşlık haklarına zarar veren uygulamalara sebebiyet verdiğini göstererek; bu du-rumun Türk vatandaşlığının Kürtleri göz ardı eder niteliğe büründürdüğünü iddia edeceğiz.

Merkezileşme, Türkleştirme ve Güvenlik Siyaseti: Devletin Üç Tarz-ı Siyaseti ve Çözülemeyen Kürt Meselesi

Cuma Çiçek, Sciences Po–Institut d’Etudes Politiques de Paris (Paris Politik Etütler Enstitüsü)

Aktörleri, çatışma alanlarını ve çözüm alternatiflerini içinde barındıran bugün, tarihsel süreç içinde inşa edilen formel ve enformel yapı ve kurumlarla çevrelenmekte ve sınırlandırıl-maktadır. Bu gerçekten yola çıkarak, bu çalışma, Kürt meselesini tarihsel bir perspektifle ele ala-rak, 2002 sonrası idari, kültürel ve siyasi reform sürecini Osmanlıdan ve Cumhuriyetin kurulu-şundan günümüze süregelen ana siyasetler bağlamında tartışmaktadır. Çalışmada, Kürt mese-lesinin devletin iki asırdan bu yana sürdürdüğü üç tarz-ı siyasetinden kaynaklandığı ve çözü-münün bu üç alandaki kırılmalara bağımlı olduğu savlanmaktadır. Bunlar; (1) 19. yüzyılın baş-larında Osmanlının esas aldığı ve Cumhuriyetle birlikte daha da güçlenen ve günümüze kadar büyük oranda devam eden merkezileşme siyaseti; (2) Cumhuriyetle birlikte Türk kimliğini esas

224 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

alan ulus-devlet anlayışının inşa ettiği etnik sınırlar ve süregelen asimilasyon ve Türkleştirme si-yaseti ve (3) diyalog ve müzakere olanaklarını zayıflatan ve bu bağlamda politik alanı daraltan güvenlik siyasetidir. Bugün Kürt meselesi etrafında yürütülen tartışmalara bakıldığında, üze-rinde çatışmaların, müzakerelerin sürdüğü ya da uzlaşmaların sağlandığı ana meseleler, bü-yük oranda bu üç tarz-ı siyasetin yarattığı miras üzerinden devam etmektedir. Vatandaşlık tanı-mı, devletin etnik kimliği, asimilasyon politikaları ve bunlar karşında Kürt aktörlerinin kimlik ta-lepleri; homojenliği esas alan merkeziyetçi üniter idari yapılar ile bölgeye özgü idari yapılar ya da bölgesel özerklik söylemleri, devam eden askeri operasyonlar ve KCK tutuklamalarında gö-rülen hakim güvenlik siyaseti ve alternatif olarak sunulan müzakere seçeneği, Kürt meselesi-nin ana çatışma alanlarını oluşturmaktadır. 2002 sonrası reform süreci dikkate değer değişim-ler sağlamakla birlikte, bu üç tarz-ı siyasette, Kürt meselesinde çözüm olanakları sağlayacak bir kırılma ya da kopuş sağlamamakta, aksine bu mirası yeniden üreten bir revizyonunu ifade et-mektedir.

Anahtar Kelimeler: Kürt meselesi, merkezileşme, Türkleştirme, asimilasyon, güvenlik siya-seti.

22512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SAĞLIK VE EĞİTİM SİSTEMİNDEDÖNÜŞÜM

Türkiye’de Toplumsal Sınıflar: Eğitim Sisteminde Dönüşüm

Prof. Dr. Fatma Gök, Boğaziçi Ü., Eğitim Birimleri B.

Okulda soyut “öğreniciler”le karşı karşıya gelmiyoruz. Tersine, özgül sınıflara, ırklara, toplumsal cinsiyetlere mensup özneler çıkıyor karşımıza. Bu insanların yaşam öyküleri, ailelerinin ve top-lumlarının ekonomik, politik ve ideolojik güzergahlarına içinde yaşadıkları mahallenin ekono-mi politiğine yakından bağlı.

Michael W.Apple, Teachers&Texts, 1986, s.5

İnsanların diğer pek çok hak ve özgürlükleri kullanmaları ve içinde yaşadıkları toplumda kendilerini gerçekleştirmeleri, çoğu zaman eğitim hakkından yararlanmalarına bağlıdır. Bu sap-tama çok önemlidir, çünkü eğitimi hak olarak tanımlamamız kamusal bir sorumluluğu zorunlu kı-lar, yani söz konusu olan, devletin herhangi bir ayırım gözetmeden nitelikli ve demokratik eğitimi herkese parasız olarak sunmasıdır. Bu hak sadece herkesin okula veya başka bir eğitim kurumu-na erişmesiyle sınırlı değildir, aynı zamanda kişiliğinin gelişmesi ve potansiyelinin en yüksek sevi-yede gerçekleşmesi için gerekenlerin yapılmasını zorunlu kılar. Okullar öğrencileri genelde kabul edilmiş normlar yönünde toplumlaştırırlar. Sosyal ve kültürel sermayenin sosyal sınıfla doğrudan ilişkisi vardır ve bu sermayenin ve okulda yapılanların karşılıklı etkileşimi önemlidir. Bu durum ay-rıca toplumsal cinsiyet, ırk ve etnisitenin sınıfla kesişmesiyle daha da karmaşık hale gelmektedir.

Bu bildiri esas olarak eğitim politikalarının ve eğitime bakış açısınıin neoliberal kapitalist küreselleşme döneminde nasıl bir dönüşüm geçirdiğini Turkiye’de yaşanan şekliyle irdelemeyi amaçlamaktadır. Bu dönüşüm bir yandan özel ve pahalı eğitim kurumlarının her yıl artarak çoğal-ması, diğer yandan ise kamusal eğitimin giderek özelleşmesi, piyasa güçlerinin hegemonyasına terkedilmesi gibi eğitimin özü ile bağdaşması mümkün olmayan olumsuz sonuçlarıyla kendisini göstermiştir. Üniversiteler söz konusu olduğunda dönüşüm sermayenin ihtiyaçları doğrultusun-da yol almış ve bilginin metalaşması, üniversite yapısının şirkerleşmesi sonucunu doğurmuştur. Bu durum üniversite olmanın olmazsa olmaz şartları olan akademik özgürlük ve bilimsel ve idari

65. OTURUM

226 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

özerklik ilkeleri ve değerleri ile hiçbir bağı bulunmayan üniversite anlayışını dayatmış, kaynak ya-ratma kaygısı ile kuşatılmış, paylaşma ve toplum için bilim üretme anlayışından gittikçe uzaklaşan yeni bir akademisyen türü ortaya çıkmıştır. Bildiri bu durumları vakit elverdiğince tartışacaktır.

Bu bildirinin konusu olan irdeleme genel bir düzlemde iki boyutta gerçekleştirilebilir. İlki makro düzeyde (ulusal ve küresel düzeyde) eğitim politikalarının analizinin yapılmasıdır. Bu dü-zeyde yapılan çalışmalar eğitim hakkını gerçekte kimlerin kullanıp, kimlerin kullanamadığını, ve bu haktan yararlanamamanın nedenlerini her türden eğitim seviyesinde sınıf, cinsiyet, etnik kö-ken, ırk, renk, dil, din, politik görüş, ve yaş bazında ortaya döker. İkinci boyut ise okul ve sınıf dü-zeyinde eğitim sürecinin nasıl düzenlendiği, öğretim programının içeriği, öğrencilere nasıl davra-nıldığını ve tüm okul kültürünün ve ikliminin incelenmesi boyutlarını kapsar. Althusser’in (1971) “Devletin İdeolojik Aygıtları” olarak kavramsallaştırdığı mekanizma esas olarak bu boyutta hayata geçmekte, eğitimin “yeniden üretim” fonksiyonu bu süreçlerde gerçekleşmektedir.

Söz konusu makro ve mikro düzeyde eğitim hakkından yararlanmanın dökümünün yapıl-ması ayrımcılıkların ortaya çıkarılması neoliberal küreselleşme döneminin eğitim alanını nasıl dö-nüştürdüğünü bütün açıklığıyla ortaya sermek için için kritik bir öneme sahiptir. Bu analiz dört ana alan bağlamında yapılabilir.

Bunlar sırasıyla,

1. Okula erişim: sınıf ve cinsiyet boyutlarında eğitime erişim. Kimler okula gidemiyor, gi-denler ne tür bir ayrışma yaşıyor,

2. Eğitim sisteminde tutunabilme durumu, yani kimler sonuna kadar devam ediyor ve kimler sistemin bir yerinde dışarıya atılıyor,

3. Eğitim sistemi piramidi içinde bir basamaktan diğerine geçiş, özellikle ilköğretimden or-taöğretime ve ortaöğretimden yükseköğretime geçiş: Eğitim seviyelerine geçişte sınıfsal ve cinsi-yet ve etnik köken temelli temelli ayrışmalar ve terk edişler,

4. Mezun olma ve mezuniyet sonrası hayat.

Eğitim sisteminin çeşitli basamaklarında çoğunlukla okula giden öğrenci sayısı esas olarak dert edinildiği için eğitimin niteliği pek sorgulanmıyor. Gündemde tutulan konu ise çoğunlukla okul, öğretmen ve öğrenci sayılarını ve bunların yıllar itibariyle artışını gösteren niceliksel veri set-leridir. Tabii ki okul öncesinden başlayarak tüm eğitim basamaklarını kapsayan ve bu basamak-lar arasında geçiş durumu ve dökülenleri de çok ayrıntılı ve ince bir şekilde ele alan ve dökümü-nü yapan niceliksel veri çok önemlidir. Ancak bu gerekli ve olmazsa olmaz bir altyapı çalışmasıdır. Bu veri bize eğitim sisteminin iskeleti, formal yapısı, okulların dağılımı ve öğrenci öğretmen sayı-ları konusunda mutlaka bilmemiz gerekli niceliksel bilgileri verir. Ancak asıl işimiz bu formal yapı ve niceliksel olarak “işler” gözüken sistemde pedagojik olarak ve eğitimbilimin bize sunduğu ve-riler ışığında gerçekleşen süreçleri sorunsallaştırmaktır.

Eğitimde nitelik söz konusu olunca ilk akla gelen okul binaları ve onların fiziksel ve mater-yal donanımlarıdır. Ancak eğitimde nitelik bunların yanında ve ötesinde pedagojik ve psikolojik boyutları da içerir. Burada asıl mesele anti-demokratik değerleri, milliyetçiliği, erkek egemen top-lumsal sistemin ekonomik, sosyal, sınıfsal ve toplumsal cinsiyet alanlarında eşitsizlikleri sorgula-mayan, ayrımcılıkları içinde barındıran bir eğitim düzeneğinin söz konusu olmamasıdır. Nitelik konusu eğitim sürecinin özü, içeriği gibi alanlarla çok sıkı bir ilişki içindedir. Eğitim sürecinin özü ve içeriği ise bir yandan pedagojik ilkeler ve psiko-sosyal duyarlılıklar çerçevesinde düzenlenme-si beklenirken, diğer yandan eğitim ve sosyal politikalar ve toplumda hakim olan sosyal adalet ik-limi ile kuşatılmıştır.

22712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de kamusal olarak sağlanan eğitimin niteliği 24 Ocak 1980 ekonomik yeniden yapı-lanma politikaları ile önemli ölçüde düşmeye başlamıştır. Bu durum devletin eğitime bakış açı-sıyla doğrudan ilişkilidir. 1980’lere kadar devletin sorumluluğu olarak kabul edilen eğitim hizme-ti 1980’lerden sonra geri plana itilmiştir. Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı bu dö-nem eğitim hakkı bakımından ciddi gerilemelere sahne olmuştur. Öğrenci başına yapılan harca-ma daha önce rastlanmamış derecede düştü. Kamu hizmeti olarak sağlanan eğitimde genel bir kötüye gidişin yaşanmasına paralel olarak 1980 sonrası eğitimde özelleşme ciddi boyutlara ulaş-tı. Daha de önemlisi eğitim ufku ve tahayyülü piyasa mekanizmasının kurallarına bağlı olarak kur-gulanmağa başlandı. Bu durum tarihsel eğitim sisteminin tarihsel olarak zaten seçkinci ve eleyici yapısını çok daha derinleştirdi. Bu aşamada eğitim sisteminin dışında kalanlar yani elenenler sos-yal ve ekonomik konum olarak da toplumda en düşük seviyede olanlar, kadınlar, işsizler, yoksul tarım emekçileri, özellikle “düşük yoğunluklu” savaşın mağduru olan ve köylerinden çıkarılan ve metropol ve diğer şehirlerin kıyılarına sığınmak zorunda kalan göç mağdurları ve yoksul kesim-lerdir. Türkiye’de ilköğretimden ortaöğretime geçiş aşamasında eğitim sisteminden elenenler bu kesimlerin çocuklarıdır. Burada belirtilmesi gereken bir nokta da ilköğretim ve ortaöğretim süre-since yani okula erişim sonrası sınıfsal ve cinsiyete göre ayrışmadır.

Türkiye eğitim sisteminin en sorunlu yanlarından biri ortaöğretimden yükseköğretime ge-çiştir. Burada gerçekten büyük bir darboğaz vardır. Çünkü yükseköğretim kurumlarının kapasite-si büyük bir tutkuyla üniversiteye girmek için çırpınan lise mezunlarına yetmemektedir. Burada-ki yarışmanın boyutları çok büyüktür. Mezun oldukları lise türüne göre üniversite giriş sınavına başvuran ve yerleşenlere bakmak, sınıfsal konum bazında kaba da olsa bir fikir vermektedir. Dört yıllık lisans programlarına daha çok yabancı dil ağırlıklı devlet ve özel lise mezunları yerleşirken, kent yoksullarının çocuklarının gittiği mesleki teknik okul mezunları çok daha az oranda bu okul-larda yer bulabilmektedir. Üniversiteye girişte en dezavantajlı konumda olanlar ise güneydoğu Anadolu’da bulunan devlet liselerinin öğrencileridir. Yüksek öğretime erişimdeki eşitsizlikte dik-kate alınması gereken bir konuda özel dershaneler sorunudur. Lise son sınıfta öğrencileri bek-leyen sınav sonucunda “başarılı” (sıralamanın üst sıralarında) yer alabilmeleri için lise öğretimi-ne devam ederken ayrıca özel dershanelere devam ederek üniversite sınavına hazırlanmaktadır-lar. Genellikle en pahalı dershaneler üniversiteye giriş sınavında en “başarılı” öğrencileri hazırla-yan dershanelerdir. Bu kurumlar sadece ticari amaçlıdır. Bu yapılarıyla da eğitim sisteminde varo-lan ayrımcılıkları derinleştiren, yeniden üreten bu kurumlar pedagojik açıdan son derece sorun-lu olan bir eğitim yozlaşması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yozlaşma söz konusu özel okulla-ra girmek için şart olan rekabetçi, zorlu sınavlar ve bu sınavlara hazırlanma sürecidir. Orta sınıf ve varlıklı aileler çocuklarını bu okullara girmek için gerekli sınavlara hazırlamak amacıyla özel ders-hanelere yollayabilmek ve özel hocalar tutmak için servet sayılabilecek paralar harcamaktadırlar.

Neoliberal dönüşüm yükseköğretimin her alanında yapısal değişiklikler getirmiştir. Bu dö-nüşümün ilginç bir şekli Bologna Süreci ile ortaya çıkmıştır. Bolonya Süreci gerek akademide ge-rekse akademi dışı hayatta bilginin mahiyeti ile bilgiyi üretenin ve ona erişim sağlayanların du-rumu açısından önem taşımaktadır. Sadece bilgiye dayalı algımızı hedef almakla kalmayıp yük-seköğretimin tüm unsurlarını yeni bir tahayyül çerçevesine oturtan Bolonya Süreci, Avrupa Birliği’nin ekonomik platformunun bir boyutunu oluşturan Lizbon Stratejisi ile birleştiğinde ne-oliberal ekonomi politikalarının tahakkümünü dayatan yeni bir mekanizma olarak karşımıza çık-maktadır.

228 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Sağlıkta Dönüşüm Programı: Sağlık Sisteminin Sermayeleşmesi

Prof. Dr. Cem Terzi, Dokuz Eylül Ü., Tıp F. Genel Cerrahi AD

Tıpkı bir salgın hastalık gibi 1980’leri izleyen yıllar hemen her ülkenin sağlık sisteminde Dün-ya Bankası (DB) tarafından yürütülen sağlıkta “reform” programlarına maruz kaldı. Türkiye’de ha-zırlığına 90’larda başlanan bu programlar 2002’den itibaren AKP hükümetleri tarafından hızla ya-şama geçirildi. Merkez ve çevre kapitalist toplumsal oluşumlarda sürdürülen programların farklı-lıkları olsa da hepsinin temel yönelimleri sağlık sistemindeki kamusal yükümlülüklerin daraltılma-sı ve sağlık sisteminin giderek piyasalaşması yani sermayeleşmesiydi. Merkez kapitalist devletler-de asıl olarak geçmiş refah devleti kazanımlarının sınırlanması ya da giderek piyasa uyumlu hale getirilmesi şeklinde gerçekleşen dönüşümlerin etkileri, Türkiye gibi hiçbir zaman genel bütçeden finanse edilen ve herkesin ulaşabildiği bir sağlık sisteminin olamadığı çevre ülkelerde çok daha radikal ve şiddetli oldu.

Nitekim Türkiye’de yakın dönemde sürdürülen “reformlar” çerçevesinde kamunun bundan böyle sağlık hizmeti üretmek istemediği, sağlık hizmetini satın alacağı ilan edilmiştir. Bu çerçeve-de kamu hastanelerinin yerel yönetimlere devredilmesi ve istenildiğinde özel sektöre satılmasını mümkün kılan yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiş (Kamu-Özel ortaklığı); hastaneler birer sağ-lık işletmesi haline getirilmiştir. Tek elden sağlık hizmeti finansmanı, üretimi ve sunumu yapan ve bu sayede tanı ve tedavi maliyetlerini ciddi biçimde düşürmüş bir sistem olan, büyük bir halk ke-simine yıllarca hizmet veren SSK Sağlık Bakanlığı’na devredilerek tasfiye edilmiştir. Birinci basa-mak sağlık hizmetlerinin temeli olan sağlık ocakları modeli yok edilerek, muayenehane hekimli-ği temelinde (başvurana hizmet verilen) bir aile hekimliği sistemine geçilmiştir. Bu sayede, zaten 1960’larda planlandığı biçimde uygulama olanağı hiç bir zaman bulamamış olan sağlık siteminin toplumsallaştırılmasına yönelik çabalar topyekün tarihe gömülmüştür. Yürürlükteki aile hekimli-ği, ekip hizmetini ortadan kaldıran ve hekimler dâhil istihdam yapısını sözleşmeli biçime dönüş-türen bir model olmuştur. Devlet ve üniversite hastanelerinde (hatta aile hekimliğinde) perfor-mansa dayalı döner sermaye uygulamasına geçilerek sağlık emek süreci, rekabet ve üretim artışı-nı temel alan özel sektör emek süreci ile benzer hale getirilmiştir.

Bu süreç içinde sağlık harcamalarında rekor artışlar olmuş, kişi başına yılda 580 Dolar’a, top-lam olaraksa yılda 40 milyar Dolar’a ulaşılmıştır (yani piyasa derinleşmiştir). Bu harcamaların bü-yük kısmını ilaç alımları ve asıl olaraksa özel sağlık sektörüne yapılan aktarımlar oluşturmaktadır. Sayıları hızla artan özel hastanelere sadece 2008 yılında kamu kaynaklarından 6 milyar Dolar ak-tarılmıştır. Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK birleştirilerek tek bir geri ödeme kurumu olan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) yaratılmış ve sosyal güvencesi olanların özel hastanelere başvurmasına olanak verilmiştir. SGK ödemelerinde özel sektörün payı her yıl artarak %30’lara ulaşmıştır. Daha önce sosyal güvence kapsamında olanlar için söz konusu olmayan “katkı payı” ödemeye yönelik yasal düzenlemeler yapılmıştır. Şu anda dikkat çekici oranlara çıkarılmayarak kontrolde tutulan muayene ve ilaç katkı paylarının zaman içinde artış göstermesi ve yataklı tedavi hizmetlerini de içermesi yakın geleceğe ilişkin beklentiler arasındadır.

Temel (minumum) sağlık hizmetleri için de maliyet artışını kontrol edebilme amacıyla (müş-teri – satıcı ilişkisi) prime dayalı bir sisteme (Genel Sağlık Sigortası) geçilmiştir. Türkiye’nin prim ödeyebilecek bir sosyoekonomik yapısı olmaması; işsizlik oranının yüksek olması, enformel sek-törün ve tarımdaki nüfusun büyüklüğü, prim toplamada yaşanan sorunlar ve hiçbir sağlık gü-vencesi olmayan yoksul ve sağlık hizmetlerinden dışlanmış önemli bir kitlenin olması genel sağ-lık sigortası sisteminin yürümeyeceğinin açık göstergeleridir. Nitekim bugün gelinen noktada Ye-

22912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

şil Kart uygulaması kapsamındaki nüfusun (Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde nüfusun neredeyse yarısını içerecek biçimde) 10 milyona ulaşması, bir şekilde yoksul olduğunu kanıtlaya-madığı için Yeşil Kart alamayan ancak hiçbir sağlık güvencesi de olmayan 2 milyon insan olması sağlığa erişimde eşitlik noktasından çok uzak olunduğunu ortaya koymaktadır.

Tüm bu dönüşümler sonucunda, Türkiye sağlık sisteminin düne göre bugün daha endüstri-yel daha piyasacı, maliyeti çok daha yüksek, büyük ölçüde özelleşmiş ve uluslarasılaşmış, eşitlikçi olmayan, sınıf, statü ve bölge farkları artmış, toplumsal dayanışma duygusu zayıflamış bir yapı ha-line geldiği ve bu eğilimin giderek arttığı açıktır. Genel anlamda bu dönüşümlerin toplumsal an-lamı insanın fiziksel varoluşunun yani sağlığın sermayeleşmesidir.

Türkiye’de Toplumsal Sınıflar: Sağlık ve Eğitim Sisteminde Dönüşüm

Seçil Bahçe, Ankara Ü., SBF İktisat B.Serdal Bahçe, Ankara Ü., SBF Maliye B.

Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse, Ankara Ü., SBF İktisat B.

Özellikle son 10 yıldır eğitim ve sağlık hizmetlerinin hızlı bir şekilde dönüştürüldüğüne şa-hit olmaktayız. Bu dönüşüm özellikle Türkiye kapitalizminin uzun bir süredir deneyimlediği zo-runlu dönüşüm ve uyum programının bir parçasıdır. Bu dönüşüm sürecinde emek gücünün be-densel ve niteliksel yeniden üretim, giderek sermaye ve devlet için bir maliyet olmaktan çıkmak-ta ve sermaye için yeni bir kâr alanı haline gelmektedir. Bunun ötesinde organizasyonu ve yöne-limi hızla değişen sermaye açısından işgücünün kurumsal ve niteliksel olarak da dönüştürülme-si gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bu süreç tüm kapitalist dünyada işletilmektedir. Ancak bu sürecin hızı ve yaygınlığı ülkenin küresel kapitalizme eklemlenme derecesi ve küresel kapitalist yapıda sa-hip olduğu yere göre değişmektedir. Bu dönüşümün yaygınlığı ve şiddeti elbette sadece serma-yenin mantık alanınca belirlenmemekte, çalışan sınıfların tepkisi de sürecin işleyişini etkilemek-tedir. Bu sürecin toplumsal yapıya etkileri elbette salt yapısal bir belirlenim ilişkisine tabi değildir. Süreç sadece kapitalizmin sınıfsal dokusu ve onun siyasal yansımaları tarafından belirlenmemek-te, aynı zamanda sürecin kendisi de sınıfsal yapı ve yönelimleri etkilemektedir. Bu nedenle eği-tim ve sağlıktaki dönüşümün sınıfsal yapı düzeyindeki analizi süreci anlamak açısından önemli-dir. Bu oturumun temel amacı da bu analize izin verecek ve birbirini tamamlayan çalışmaları tar-tışmaya açmaktır. Bu amaçla ilk olarak emek gücünün fiziksel ve niteliksel yeniden üretiminde ya-şanan dönüşümler ana hatlarıyla Cem Terzi ve Fatma Gök tarafından ele alınacaktır. Ardından Se-çil Bahçe, Serdal Bahçe ve Ahmet Haşim Köse tarafından Türkiye’de eğitim ve sağlık sistemindeki dönüşümler sınıfsal bir perspektiften değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu sunuş Serdal Bahçe ve Ahmet Haşim Köse’nin Hane Halkı Bütçe Anketlerine dayanarak türettikleri sınıf haritaları üzerin-den hareketle Türkiye’de eğitim ve sağlık harcamalarının sınıfsal niteliğini konu edinmektedir. Ça-lışma 2002-2009 yılları arasında sınıflar-arası ve sınıf-içi eğitim ve sağlık harcamalarının farklılıkla-rını ve bu dönemde ortaya çıkan ana dönüşüm dinamiklerini tartışmaya açmaktadır.

230 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KAMUDAN ÖZELE:HİZMETLERİN METALAŞMASI

Enerji Piyasası Oluşurken: Ticarileşme ve Metalaşma Dinamikleri

Yrd. Doç. Dr. Derya Gültekin Karakaş, İstanbul Teknik Ü. İşletme F.

Türkiye’de imalat sanayi üretim ve ihracat yapısında yüksek katma değerli mallara doğru ya-pısal bir dönüşümün sağlanmaya çalışıldığı günümüzde, enerji üretiminin artırılması öncelikli ko-şullardan birisidir. Türkiye’de sermaye birikim sürecinin ulaştığı aşamanın bir zorunluluğu olarak enerji üretiminin arttırılması ancak enerji sektöründe karlı birikim koşulları varsa söz konusu ola-bilecektir. Türkiye enerji sektörü 1980 sonrasında başlayan bir serbestleşme ve özelleştirme sü-recine girmiştir. Ancak özelleştirmenin önündeki yasal engeller dolayısıyla 2000’lere kadar ener-ji sektörü kamusal niteliği ağır basan bir sektör olmaya devam etmiştir. 2000’li yıllardaki yasal ve kurumsal değişikliklerle sektöre yoğun bir özel şirket girişi yaşanmıştır.

Sermaye birikim sürecinin ilerletilmesi için enerji üretiminin arttırılması zorunluluğu karşı-sında gerekli üretim artışı 2000’li yıllarda çeşitli yollarla karşılanmaya çalışılmaktadır. Rüzgar ve su gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının harekete geçirilmeye çalışılması, nükleer enerji seçeneğinin desteklenmesi, ülke içi fosil yakıt kaynaklarının daha fazla kullanımının sağlanması çabası bu sü-recin bileşenleri durumundadır. Ayrıca bu çerçevede, enerji üretim, iletim ve dağıtımında kaybın en aza indirilerek verimliliğin arttıırlması da hedeflenmektedir.

Enerji üretiminde dışa bağımlılık ve bunun cari açık finansmanına getirdiği yük veri iken, yer-li enerji üretiminin arttırılması sektörde yeni yatırımları gerektirmektedir. Bu amaçla yerli ve ya-bancı sermaye yatırımları sektöre çekilmeye çalışılmakta, Dünya Bankası gibi uluslararsı kuruluş-lar ve bu tür kuruluşlardan fon sağlayan yerli finans kuruluşları da enerji sektöründeki dönüşü-mün finansman kaynakları olarak karşımıza çıkmaktadır. 1980 sonrası dönemde, enerji piyasası-nın birikim sürecinde bir girdi olarak enerji üretiminin devamlılığını sağlama amacı yanısıra, ge-niş halk kesimlerinin temel bir ihtiyacını sunan kamusal hizmet anlayışı çerçevesinde yapılandırıl-dığı bir anlayıştan, üretim, iletim, dağıtım ve tüketimin ticarileşme ile metalaşama arasında dina-mik bir süreç içinde biçimlendiğini söyleyebiliriz. Enerjide gözlemlenen bu değişimler kamunun bu alandaki etkinliğinin farklılaşmaısna neden olmaktadır. Kamu enerji alanında genel ortamı ha-

66. OTURUM

23112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

zırlayacak yasal değişiklikler ve gerekli kurumsal dönüşümlere öncülük etmektedir. Bu süreçte enerji üretim, iletim ve dağıtımı kamunun farklılaşan müdahaleleri ile yeniden biçimlenmektedir. Sektöre yerli ve yabancı sermayenin artan katılımının sağlanması gereği doğrultusunda uygula-nan devletin alım garantisi, Hazine garantisi ve sektörel teşvik politikaları ile ticarileşme ve meta-laşma sürecini hızlandırmaktadır.

Bu çalışma, 1980 sonrası dönemde sektörde kârlı birikim koşullarının oluşturulması çabası-nı, yasal ve kurumsal değişiklikler ile kalkınma planları çerçevesinde devletin sektöre ilişkin fiyat, vergi vb. müdahalelerinin bir değerlendirmesi ışığında ele alma amacındadır.

Kamu Sağlık Hizmetlerinin Dönüşümü

Yrd. Doç. Dr. Ferimah Yusufi-Yılmaz, Haliç Ü. SBE

Kamu hizmeti içinde özel bire yeri olan sağlık hizmeti önemli dönüşümler yaşanıyor. Bu dö-nüşüm, sağlığın esas olarak bir kamusal hizmet olma halinden çıarak oldukça farklı biçimler aldı-ğını söyleyebiliriz. Kamu sağlık hizmetlerinin önemli bir kısmını tamamen özel sektöre açarken, bazı alanlarda kamu sağlık hizmetini ticarileştirirken çok önemli olan bir diğer değişken ise kamu-nun sağlık hizmetini kendi sunduğu alanlarda tamamen metalaşma sürecini hızlandırdığını görü-yoruz. Sağlık alanında gözlemlenen bu çoğul eş zamanlı süreç aynı zamanda ve çok daha önemli bir süreci hızlandırmıştır, kamu sağlık çalışanlarını bir meta olarak sunulan hizmete uygun bir şe-kilde gerçek anlamda ücretlilik formuna çekmesidir. Sağlık hizmetinin bir sektör olarak kamu-özel ve ticarileşme-metalaşma biçimleri tartışmaya açılacaktır.

Kamu Gücü ve Sermaye Doğayı Ticarileştirip-Metalaştırıyor mu?

Prof. Dr. Fuat Ercan, Marmara Ü., İİBF İktisat B.

Kamu eli ile doğa hızla farklılık yaratarak genişleyen kapitalist toplumsal ilişkilerin içine çe-kiliyor. Kapitalistlerin devlete kaynak aktarmadan kaçınmaları (vergiden) ve daha da önemlisi ka-munun önemli bazı alanlardan çekilmesi (özelleştirme) ve uluslararası alanda gerçekleştirilen devletlere finansal kaynak aktarmanın azalması, kamunun-devletin yeniden üretimini zorlaştır-dığı ölçüde devlet egemenlik alanına giren ve egemenlik haklarından yararlanarak doğayı hızla kaynak yaratacak bir alan olarak yeniden tanımlamaya başlamıştır. Diğer yandan sermayeler açı-sından yeniden değerlenme krizlerinin yoğunlaşarak artmasına bağlı olarak herhangi bir karşılığı olmayan doğanın yatırım alanı yani yeni-değerlenme alanı olarak görülmesine neden olmuştur. Bu iki dinamik kamu-özel arasında doğayı tahrip edecek süreç-mekanizmaların hızla devreye so-kulmaısna neden olmuştur. İnsan ve sosyal sermayeden sonra doğa sermayesi kavramı ve buna yönelik yapılan hesaplar, bu alanı teorik olarak etkin kılan kuramsal düzenekler (De Sotho-Olsrom ve benzeri) yeni bir aşamaya taşınarak Biyolojik Çeşitlilik Yasa Taslağı adı altında yasal-kurumsal çerevesi oluşturulmak isteniyor. Özellikle de son dönem siyasi iktidarın çıkardığı KHK’lere baktığı-mızda doğanın sürecin içine hızla çekildiğini gözlemlemekteyiz. Sunuşumuz da kapitalizmin fark-lılık yaratarak genişleyen yeniden üretiminin ulaştığı bu yeni aşamada doğanın nasıl hızla tahrip edildiğini/edileceğini kamu alanında gözlemlenen değişimler üzerinden tartışacağız.

232 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kamu Hizmetleri Ticarileşiyor mu - Metalaşıyor mu?

Ayşe Cebeci, Marmara Ü. SBE

Son dönem Türkiye’de gerçekleşen kamu hizmetlerindeki önemli yasal/kurumsal dönüşüm-ler gerçekleşiyor. Dönüşüme yönelik analizlere baktığımızda üç temel eğilimle karşılaşıyoruz. Ya-sal ve kurumsal değişimi konjonkturel (iktidar) ve dolayısıyla hükümetler üzerinden analiz edili-yor. Diğer bir eğilim ise gerçekleşen değişimleri etkilediği alanın sınırları içersinde ve bu dönü-şümden etkilenenler üzerinden ele alınmasıdır. Oysa gerçekleştirilen yasal ve kurumsal düzenle-meler ve bu düzenlemelerle ilgili sektörel alanlara baktığımızda hükümetin / iktidarın aldığı ka-rarların dönemsel olarak iktidarın kendine özgü güçlerini içermekle birlikte yapısal olarak sade-ce kamu hizmetinde değil devletin kurumsal yapısında da dönüşümlere yol açtığını söyleyebili-riz. Diğer yandan değişime yönelik analizlerin kavramsal düzeyde ticarileşme, metalaşma, piya-salaşma kavramları ile açıklandığını ve sıklıkla da bu kavramların birbirleri yerine kullanılmakta-dır, ancak bu kavramların her biri farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu farklılıkları görmek için de Kamu Özel Ortaklığı’nın farklı alanlarda özgül ortaya çıkış şekilleri gözlemlenerek kavramlar ve süreç arasındaki farkların ortaya konması gerekiyor. Dönüşüm sürecindeki alanlara baktığımızda ticarileşme, metalaşma ve piyasalaşma farklı gelişmeler göstermekle birlikte her birinin birikim mantığı içinde ve ama hismetin kendine özgü dinamiklerince şekillendiği görülmektedir. Örne-ğin, enerji, sağlık, güvenlik ve eğitim gibi geleneksel olarak kamusal hizmetleri oluşturan alanlar-daki yasal ve kurumsal düzenlemeler her üç gelişmenin de izlenebilediği alanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışma bu alanlardaki yasal ve kurumsal dönüşümü örnekler üzerinden tartışmaya açmayı amaçlıyor.

23312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

SINIF VE EMEK SÜREÇLERİ:ÇAĞRI MERKEZLERİ

Emek Süreçleri, Vasıf, Denetim ve Teknoloji: Türkiye’de Çağrı Merkezi Gerçeği

Prof. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir, Ankara Ü., İletişim F.

Bu tebliğin amacı, emek çalışmaları alanı için yürütülmesi gereken kuramsal ve kavramsal tartışmayı, Türkiye’de çağrı merkezi örneği üzerinden yapmaktır. Son dönemde, dünya genelin-de ve Türkiye özelinde yürütülen emek çalışmaları, amacı, niyeti ve sorunu belirsiz bir halde orta-ya konan “sınıf halleri”nin ve “emek tahayyülleri”nin ötesine geçememektedir. Bu “haller”den ve “tahayyüller”den öte de bir emek çalışmaları alanının kurulması oldukça önemlidir. Bu da emek çalışmalarında, kavramsal/kuramsal netleşmeye ve politik duruşa sahip olmayı gerekli kılmakta-dır. Kavramsal/kuramsal netleşme için emek çalışmalarında üretim noktası ve emek süreci merke-ze alınmalıdır. Politik duruşa sahip olmak ise taraflı olmayı ve sınıf bilinci ile örülmüş bir siyasallaş-mayı işaret etmektedir. Tüm bu noktalardan hareketle, bu tebliğ, ilk olarak, Türkiye’de çağrı mer-kezlerine yönelik emek çalışmasının içermesi gereken, emek süreci tartışmalarını (vasıf ve dene-tim, işin değersizleşmesi, kafa ve kol emeği ayrımı, teknolojinin niteliği) sorgulamaktadır. İkinci olarak ise, Türkiye’de çağrı merkezlerine yönelik emek çalışmasında olması gereken sınıf analizini, zihin bulanıklığına yol açan sınıf tartışmalarının (beyaz yakalılar, orta sınıf, prekarya, zihin emeği) bir değerlendirmesi üzerinden, sınıfı klasik Marksist kavramlar ile açıklayarak yürütmektedir.

Burada Yapabileceğin En İyi Şey Buradan Gitmek: İstanbul’da Çağrı Merkezi Çalışanı Olmak

Tolga Alkan, Marmara Ü.

Bu çalışmada, emek süreci (temel belirleyicileri olan teknoloji, vasıf ve denetim) ve esneklik (esnek istihdam ve çalışma biçimlerinde esneklik) eksenlerinde çağrı merkezlerindeki çalışma bi-çimine bakılacaktır.

67. OTURUM

234 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Çağrı merkezlerindeki emek sürecinin incelemesi sonucu ortaya çıkan ilk sonuç, yüksek derece-de vasıf gerektirmeyen bir çalışma biçimi olduğudur. İşgünün büyük bölümünün üniversite yada yüksek lisans mezunu olduğu çağrı merkezlerinde çalışanlar eğitim ile elde edilmiş vasıfları işle-rinde kullanmamaktadır. Çalışanlar arasında iş tatminsizliği ve stresin had safhada oluşu, bu işin daha iyi bir buluncaya kadar geçici olarak yapılan bir iş olarak görülmesi sonucunu doğurmak-tadır. Bu da sermayeye, her zaman düşük ücretlerle çalıştırabileceği, eğitimli ve genç emek gücü sağlamaktadır. İkinci olarak, çağrı merkezlerindeki iş organizasyonunu, Fordist-Taylorist emek sü-recinin kendini yeniden üretmesi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Çağrı merkezlerindeki çalışma biçimine bakıldığında göze çarpan üçüncü bir nokta, esnek çalışma ve esneklik unsurla-rının, çağrı merkezlerinde uygulama alanı bulduğudur. Esnekliğin teknolojik ve yönetsel boyut-ları ile çağrı merkezlerine girdiği, öne sürülebilir. Bu uygulamaların yanı sıra “taşeronlaşma” kavra-mından, birçok diğer sektör gibi, çağrı merkezleri de giderek daha fazla nasibini almaktadır. Taşe-ron çalışma sayesinde, yine diğer sektörlerde olduğu gibi, asıl firma çağrı merkezi üzerinden ve-receği hizmetlerin tamamını yada bir kısmını başka bir şirkete “outsource” etmekte ve bu yolla ta-şeronlaştırmanın tüm olanaklarından faydalanabilmektedir. Tüm bunlar olurken asıl şirketin ta-şeron çağrı merkezinde çalışanlar, merkez işgücünün sahip olduğu olanakların neredeyse hiçbi-rine sahip olamamaktadır. Sonuç olarak, eski Fordist-Taylorist iş organizasyonunun, kriz sonrası emek piyasaları ve emek süreçlerinin anahtar kavramı olan esneklik ile harmanlandığı çağrı mer-kezleri, tıpkı 1900’lü yılların ilk dönemleri için dile getirilen unsurların günümüz dünyasına adap-te edilmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir anlamda çağrı merkezleri, “modern ağır iş fabrika-ları” olarak tanımlanabilir.

“Ekmek Yediğim Yer Kötü Konuşamam”: Erzincan’da Çağrı Merkezinde Çalışmak

Alpaslan Çelikdemir, Ankara Ü.,

Erzincan’a bir kere gittim, 3 gün kaldım. Bu sebeple söyleyeceğim herhangi bir şey orada ya-şayan insanların bir lahzasının kötü bir resminden öteye gidemez ne yazık ki. Gidebilemez. Fakat bir süreklilik adına şunlar söylenebilir; Erzincan’da gündelik hayat pratiğinin sıkışmışlığı üzerine kurulan, sözüm ona ‘modern’ görünen, şehri tesiri altına almış bir bina ve bu binayı kullanan fir-manın oradaki genç nüfusu ve niteliksiz iş gücünü daimi sömürme halinin mevcudiyeti ve sürek-liliği vardır. Ben sizlere, Erzincan’da çağrı merkezi pratiği üzerine genel bir değerlendirme yapma-ya çalışacağım. Erzincan’da çağrı merkezinde çalışmak, bir süreksizliğin sürekliliğini sağlamak de-mektir. Çok büyük bir ihtimalle çağrı merkezinde 1-2 sene çalışır – ki girmek için muhtemelen tor-pil arar-, sonra kamuda veya bir yakınızın iş yerinde –daha zor koşullarla da olsa- iş aramaya baş-larsanız. Çok düşük bir ihtimaldir bir terfi alıp orada çalışmaya devam etmeniz. Bu süreksizliğin bi-linmesine rağmen bölge gençleri çağrı merkezinde çalışmak istemektedir. Bu gençlerin orada ça-lışmak istemelerinin ise çok hayati ve anlaşılabilir bazı sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepler kısa-ca, şehrin gençlere dayadığı o kimlikten çıkabilecekleri bir statü kazanma isteği, sosyal hayata en-tegre olabilme isteği-onların deyimiyle ‘ortama girme’, bir mesaiye tabi kılınabilme isteği ve para kazanma isteği olarak görülebilir. Erzincan’ın içinde bulunduğu bu zorlu koşullara ve hayata dair bir çaresizliğe rağmen çalışan arkadaşların firmalarına bağlılıkları ve kendi deyimleriyle ‘satma-maları’ ise ilgi çekicidir. Onlar, çağrı merkezinde hizmet verdikleri gsm operatörünü ve internet sağlayıcısını, işyerlerini sevmemelerine rağmen, kullanma alışkanlıklarını bırakmıyor, doğu insa-nının bir özelliği olsa gerek, aksi halde firmalarını satmış olacaklarını düşünüyorlar.

23512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Erzincan ve çağrı merkezi çalışma pratiği etrafında dönecek tebliğim, Anadolu’da başka coğraf-yalarda da karşılaşılabilecek bir resmin Erzincan şubesini temsil ediyor denilebilir. Esas olarak, Malatya’da da, Erzurum’da da, Gümüşhane’de de benzer hikâyeler yaşanmaya devam etmektedir.

“Evde Bacağımı Uzatınca Kızarlar Diye Geri Çekiyorum”: Uşak’ta Çağrı Merkezinde Çalışma İlişkileri

Hande Malgaç, Ankara Ü.,

Çağrı Merkezlerindeki çalışma ilişkilerinin üç düzeyde incelendiği araştırmada Uşak’ta çağ-rı merkezinde çalışmanın doğasının gereklilikleri, çalışma rejimi ve çalışanların örgütlülüğü üze-rinde durulacaktır. Çağrı merkezinde çalışmak için aranan vasıf, eğitim, deneyim ve çalışma koşul-ları üzerinden bir tablo çizilmeye çalışılacaktır. Gelişmiş bir ekonomiye sahip olmayan Uşak özel-likle genç işsizliğinin yaygın olarak görüldüğü bir kent. Bu nedenle güvencesiz ve geçici süreli bir istihdam sağlamasına rağmen Metis Çağrı Merkezi yoğun bir ilgi ile karşılanmış. Çalışma koşulla-rının olumsuzluğu işten ayrılmaları arttırmasına rağmen işsizlik kaygısı sirkülasyonun devamlı ve hızlı olmasını sağlamaktadır. Bölgesel ücret uygulamasının görüldüğü sektörde Uşak’taki çalışan-lar bu uygulamadan haberdar ve rahatsız ancak Uşak’ın küçük bir olması nedeniyle ücretler ye-terli görülmektedir. Çalışma koşullarına dair bir diğer ipucu veren olgu çalışanların sağlık şikayet-leri. Özellikle baş ve boğaz ile ilgili sağlık şikayetleri en yoğun olarak rastlanalar.

İş süreci ve denetim ele alındığında işin çok katı bir biçimde denetlendiği görülmektedir. Ça-lıştıkları alandaki kameralar, aldıkları çağrıların sürekli olarak dinlenmesi, bilgisayar ekranlarının kontrol edilmesi ve çağrı aldıkları programlar dışında bilgisayarı kullanamamaları teknoloji ta-banlı bir denetim sağlarken, takım liderlerinin birebir denetiminde klasik denetim mekanizma-larının devamlılığını göstermektedir. Çalışanların performans denetimleri karşıladıkları çağrı sayı-sından masa başındaki oturuş biçimlerine kadar uzanmaktadır. Yoğun bir denetimden mekaniz-masının işlediği iş süreci gündelik hayata da etkimektedir. Çalışanlardan beklenen sıfır hata ile za-manın tam verimli kullanılmasıdır. Çalışanlar çalışma koşullarının olumsuzluğu, işin denetim sü-recinin ağırlığı ve yaşanan sağlık sorunlarının sorumlusu olarak üstlerini görmektedirler. Ağız bir-liği etmişçesine dile getirilen şikayetlerinin varlığına rağmen kolektif temsil görülmemektedir.

Çağrı Merkezi Örneği Üzerinden Bir Post Fordizm Okuması İşverenlerin Açmazlarını Aşmasının Yolu Olarak

Eğitim ve Denetim İşçilerin Yeni Örgütlülük Deneyimi Olarak Gerçeğe Çağrı Merkezi

Mustafa Eren, İstanbul Bilgi Ü., Kültürel İncelemelerTevrat Asyalı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü.

Bu çalışmada, günümüzde hala etkin ve derinleşmekte olan post fordizmin çağrı merkezle-rinde nasıl işlediği görülmeye ve gösterilmeye çalışılmaktadır. Çalışma sırasında, sektör araştır-masının yanı sıra niteliksel araştırma yöntemlerinden yararlanılmıştır. Çağrı merkezi sektörü, es-

236 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

nek çalışmanın bütün olumsuzluklarını içerisinde barındırmaktadır ve yine çağrı merkezi sektörü göstermektedir ki esnek çalışma koşulları, işveren açısından her ne kadar karlı olsa da olumsuz-luklar, açmazlar içermektedir. Özellikle hizmet sektöründe bir yandan esnek çalışma tüm çarkla-rıyla işlemekteyken diğer yandan işverenler çalışanlarından kurumu temsil etmelerini beklemek-te ve bu onların kendi açmazlarını oluşturmaktadır. İşverenler bu açmazları aşmanın yollarını ara-makta, yaratmaya çalışmaktadırlar. İşverenlerin bu çabaları, esnek çalışma koşullarının devamlılı-ğını ve bu amaçla işçileri yoğun bir denetim altına almayı hedeflemektedir. Bu yönüyle bu çabala-rın, sorunu ortadan kaldırmaktan ziyade işçiler için kabul edilebilir ve sürdürülebilir kılmayı amaç-ladığı söylenebilir. İşverenler açısından, bu açmazı aşmanın yolu ise “eğitim” ve “denetim”den geç-mektedir. Çalışmanın özgün yanlarından ilkini bu konulara, “eğitim” ve “denetim”e yaptığı vurgu oluşturmaktadır.

Çalışmanın ikinci özgün yanı ise, yeni örgütlenme biçimlerine yaptığı vurgudur. Bu süreçte kendi olumsuzluklarını aşma çabası içerisinde olanlar sadece işverenler değildir. İşçiler de bu ça-bayı göstermekte, esnek çalışma koşullarını kendi lehlerine dönüştürebilmek için örgütlenme-ye çalışmaktadırlar. Ancak bu süreçte örgütlenmek, sürecin tüm olumsuzluklarına karşın örgüt-lenmek demektir. Örgütlenebilmek için, esnek çalışma koşullarını ve ülkemiz işçi sınıfının örgüt-süzlüğünü de dikkate alan yeni yöntemler, yeni arayışlar gerekmektedir. Çağrı merkezi sektörü, bu konuda da özgün bir örnek yaratabilmiştir. Gerçeğe Çağrı Merkezi yapılanması, işçi örgütlen-mesindeki yeni yöntem arayışlarının bir örneği olması nedeniyle önemlidir ve irdelenmesi gerek-mektedir. Çalışmada, “Gerçeğe Çağrı Merkezi” bu yeni örgütlenme tarzının bir örneği olarak ele alınacaktır.

Esnek çalışma koşullarının işçiler, çalışanlar lehine dönüştürülebilmesi, ancak bu tür örgüt-lenme çabalarının artması ve işverenler karşısında bir güç haline gelebilmesiyle mümkündür. Bu çalışma da post fordist döneme, işverenin kendi açmazlarına ve yeni örgütlenme çabalarına bir örnek üzerinden ışık tutarak, bu çabaların ufak da olsa bir parçası olabilmeyi kendine gaye edin-miştir ve bunu mutluluk saymaktadır.

23712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

YOKSULLUK

Yoksulluk, Gecekondu Olgusu ve İpotekli Konut Finansmanı Sisteminin Doğal Sınırları

Yener Coşkun, Sermaye Piyasası Kurulu Başuzman, MRICSDoç. Dr. Kürşat Yalçıner, Gazi Ü., İİBF İşletme B.

İpotekli konut finansman sistemi (İKFS), piyasa mekanizmasına dayalı konut edinimin-de/finansmanında kullanılan önemli araçlar arasında yer almaktadır. 5582 sayılı Kanun ile bir-likte ipoteğe dayalı konut finansmanı ülkemiz gündeminde de önemli bir yere sahip olmuştur. İKFS’nin fiyat erişilebilir konut edinimini kolaylaştırmasının konut sorununun çözülmesine kat-kı sağlayabilecek bir unsur olabileceği ve ipotekli konut finansman sisteminin alt ve orta gelir grubunun konut sorununun çözümlenmesine yönelik bir önceliğinin bulunması durumunda konut politikaları bağlamında önemli bir araç haline gelebileceği düşünülebilir. İKFS’nin geliş-mesi taşınma-finans piyasaları arasındaki bağı güçlendirerek konut ve finans piyasalarının ge-lişmesini olumlu yönde etkileyebilmektedir. Özellikle İKFS’si gelişmiş olan ülkelerde söz konu-su durumun gözlenmesi mümkündür. Konut politikası bağlamında ise; İKFS’nin temel amacı-nın özellikle alt/orta gelir grubunun konut (finansmanı) sorununun çözülmesinin kolaylaştı-rılması olarak belirlenmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu kapsamda İKFS’nin başarım düze-yi üzerinde, birbiri ile ilişkili olduğu görünen, sistemin tamamlanmışlık derecesi ve fiyat erişe-bilir ürünler sunabilme kapasitesi etkili olmaktadır. Konut politikalarındaki tutarsızlıklar, taşın-maz ekonomisi-finans bağının etkin olmaması ve İKFS birincil/ikincil piyasalarındaki kurumsal eksiklikler gibi diğer önkoşulların yanısıra, İKFS’nin ülkemizde yeterince gelişme gösterememe-sinin temel nedenleri arasında; gelir yetersizliğinin (yoksulluk) ve (informel ekonomi ve) infor-mel konut finansman sistemlerinin yaygın/etkili olmasının önemli bir yerinin bulunduğu düşü-nülmektedir. Bu bağlamda ülkemizdeki gecekonduya dayalı konut edinme/üretimi/finansma-nı biçimlerinin, hukuksal süreçler ve mülkiyet ilişkileri gibi konularda formel konut edinme sis-teminin dışında kalması dikkat çekicidir.Literatür taraması ve karşılaştırmalı veri analizi çerçe-vesinde yapılan çalışmamızda İKFS’nin gelişme koşulları ile birlikte, doğal sınırlarının neler ola-bileceği incelenmiştir. İnceleme kapsamında özellikle gelir dağılımı, yoksulluk ve gecekondu olgusu bağlamında informel konut finansmanı ile İKFS’nin gelişme koşulları arasındaki ilişki de incelenmiştir.

68. OTURUM

238 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

İncelememiz sonucunda gecekondu ekonomisinin ve yoksulluğun egemen olduğu bir sosyo-ekonomik yapıda; kredi alma/geri ödeme kapasitesi olan gelir grubuna yönelik olduğu görülen İKFS’nin gelişme göstererek ölçek ekonomisi yaratmasının güç olabileceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu bağlamda gecekonduların ülkemizde ulaştığı boyutların; formel konut piyasası (finansmanı) ve söz konusu altyapı çerçevesinde gelişmesi beklenen İKFS için dikkat çekici bir sınıra işaret ettiğini belirtmek gereklidir. Bu kapsamda, konut sahipliğinin artırılmasını amaç-layan İKFS’nin gelişimi için gerekli ön koşulların oluşturulması sürecinde teşvik mekanizmala-rının kullanılabileceği ve alt/orta gelir gruplarının İKFS yoluyla konut sahipliğini destekleyecek konut politikalarının konut sorununun çözümlenmesinde etkili olabileceği düşünülmektedir.

Kamusal Yoksulluk Endeksi: Türkiye 1999 – 2010

Doç Dr. Sezai Temelli, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön.B.

Geçmiş yıllarda üzerinde çalışmaya başladığım bir konu olan “kamusal yoksulluk endek-si” çalışmasını bu yılki Türk Sosyal Bilimler Derneği, Onikinci Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde yeniden ele alıp geliştirmek istemekteyim. Çalışmam, yoksulluk kavramını ve yoksulluk ölçü-münü kamu alanına taşımayı ve farklı bir yoksullaşma sürecini irdelemeyi amaçlamaktadır.

Yoksulluk kavramı ağırlıklı olarak sosyal bilimler içinde bir ‘sosyal olgu’ düzeyinde ama ço-ğunlukla birey olumsal bir yaklaşımla ele alınıp incelenmekte ve mevcut görüngünün sınıfsal ve toplumsal yapıdan yalıtılarak soyutlandığı bir kategori olagelmektedir. Buna karşılık, yoksul-laşma neoliberal dönemin toplumsal alandaki en belirgin izdüşümüdür. Neoliberal dönemin birikim süreci kaçınılmaz olarak bir yoksullaşma eşleşmesiyle sürmek zorunluluğunu kendi di-namiğinde yeniden üretegeldi. Bu eşleşme de belirginleşen ilişkiler toplumsal maliyeti yansıt-ması açısından büyük önem taşımaktadır. Neoliberal süreç yoksullaşmayı sosyal haklar alanın-da yoğunlaştırırken, bu yoksullaşmanın saklandığı sosyal politika ironik olarak yoksullukla mü-cadele programlarıdır. Bir yanıyla hızla toplumsal haklar geriletilirken, diğer taraftan hayırse-verlik ilişkileri toplumsallaştırılmış, sosyal maliyetler birikim rejiminden yalıtılmış ve kamusal kaynaklar kamusal yoksulluğu artıracak şekilde yeniden finans sermaye lehine dağıtılmıştır.

Sosyal güvenlikten, eğitime, sağlık alanından diğer birçok sosyal nitelikteki kamu harca-maları küçültülüp piyasacı bir algıya teslim edilirken, vergiler ve borçlanma yoluyla yeni kamu finansmanı ikinci bir yoksullaştırıcı işlev üstlenmiştir. Toplumda yoksullarla ‘dayanışma’ya giren hâkim siyaset, sermayenin de ittifakıyla toplumsal yaşamda bir yoksul ve ona yardım eden ya-ratarak yoksullaşanları, hak yitimine uğrayanları görünmez kılabilmiştir. Hâkim siyasetin sınıf-sal yapıları dikkate almak yerine giderek sınıf dışı bir algıya sosyal politikayı indirgeyen anlayı-şının da etkisiyle toplumsal haklar hızla daralırken, kampanyalara dayalı bir sadaka ilişkisi top-lumsal meşruiyetini kısmen de olsa yaratabilmiştir.

Bütçe hakkı, sosyal haklar, emek ve çalışma yaşamına dair tüm hakların bu derece hızla geriletilebildiği bir dönemde madunların sessizliği nasıl sağlanabilmektedir sorusunun yanıtı farklı bir yoksulluk ölçümüyle bu çalışmada aranmaktadır. Kamusal yoksulluk endeksi kamu-nun sosyal alanda yaratığı toplumsal maliyetlerin yarattığı yoksullaşmayı ölçmeyi amaçlamak-tadır.

23912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Aile Sigortası Türkiye’de Yoksullukla Mücadelede Bir Araç Olabilir mi?

Abdullah B. Haznedaroğlu, Maltepe Ü., SBE, İktisat Doktora Prg.Şükran Özkan, Maltepe Ü., SBE, İktisat Doktora Prg.

Aile sigortası kavramı 2010 yılının ortalarından itibaren Türkiye’nin gündemini meş-gul eden güncel bir konudur. Türkiye’de 1974 yılında yürürlüğe giren Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 1952 tarih ve 102 sayılı sosyal güvenliğin asgari normlarına ilişkin sözleşme-sinin 7. bölümünde aile sigortası kavramı yer almaktadır. Ancak buna rağmen aile sigortası he-nüz Türkiye’de uygulanmamaktadır. 102 numaralı sözleşmede tanımlanan, uzun ve kısa vade-li dokuz sigorta kolu dışında sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar da geniş anlamda sosyal gü-venlik ya da sosyal koruma sistemi içinde yer almaktadır. Sosyal hizmetler daha ziyade bakıma muhtaç olanları ve onların bir yaşam standardı için gerekli görülen tüm ihtiyaçlarının karşılan-masını kap¬sarken, sosyal yardımlar vasıtasıyla yoksulluk ile mücadele edilebileceğine inanıl-maktadır. Vatandaşlık geliri modeli de, yoksullukla mücadele açısından son yıllarda Türkiye’de gündeme getirilmekte ve tartışılmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) her yıl yayınladı-ğı yoksulluk çalışması sonuçlarına göre Türkiye’de yoksulluk oranı 2008 yılında % 17,11 ve 2009 yılında 18,08 olarak gerçekleşmiştir. Bir ülkede yoksulluğun varlığı, o ülkede sosyal politikaların etkili bir biçimde uygulanmadığının göstergesidir. Bu çalışmanın amacı ILO’nun 102 sayılı söz-leşmesinde yer alan aile sigortası kavramını incelemek ve Türkiye’de artan yoksulluk ile müca-delede aile sigortasının bir araç olup olamayacağını tartışmaktır. Bu kapsamda dünyadan ör-nek uygulamalar gözden geçirilecek, aile sigortasının uygulamasının Türkiye’de olası sonuçla-rı, yoksul aileler için asgari yaşam standardını sağlayıp sağlamayacağı, yurttaşlık geliri ve aile si-gortası arasındaki ikilik, aile sigortası uygulanması için kaynak gereksinimi ve bazı siyasi parti-lerin önerdikleri alternatif uygulamalar ( Aile Sigortası Programı, Aile Sosyal Destek Programı vb. ) tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Aile Sigortası, Sosyal Güvenlik, Yoksulluk

Yoksul Yasaları’ndan Yoksulluğu Azaltma Stratejilerine: Sosyal Politikada Anlayış, Araç ve Hedeflerde Benzeşme

Araş. Gör. Denizcan Kutlu, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Bu bildiride, Dünya Bankası’nın yoksulluğu azaltma stratejilerinin Türkiye’ye yansımala-rı ile İngiltere’de 16 ila 19.’uncu yy. arasında uygulanan Yoksul Yasaları arasındaki benzerlikler, devlet ve işgücü piyasası arasındaki ilişkinin bir biçiminin ve buna koşut liberal-muhafazakâr yaklaşımın tekrarlanması temelinde tartışılacaktır. Sosyal politikaya ilişkin bu iki dönem ara-sındaki benzerlikler, “Liberal-muhafazakâr anlayışın sosyal politikaya yaklaşımı açısından tarih bize ne söylüyor?” sorusu eksinde, anlayış, hedef ve araçlar bakımından saptanmaya çalışıla-caktır. Kapitalizmin farklı gelişim dönemlerine ait sosyal politika uygulamaları, odağında ister yoksul ister ücretli istihdam olsun, devlet ve işgücü piyasası ilişkisinin belirli bir biçim ve araç-lar toplamına denk düşer. Bir başka deyişle, devletin işgücü piyasasına müdahalesinin belirli bir biçimi, buna uyum gösterecek sosyal politika anlayış, hedef ve araçlarını da beraberinde geti-rir. Devlet ve işgücü piyasası arasındaki ilişkide belirleyici olan ise sermaye birikim süreçleri ve sınıf mücadeleleridir. Yoksul Yasaları da, kapitalist birikime, özgürleşmiş emek ve serbest bir iş-gücü piyasasının oluşumuna yönelik farklı biçimler almıştır. Karşılaştırıldığında toplumsal dü-zenleme araçlarının yoksula yönelmesinin, özellikle kapitalist üretim tarzı altında emeğin ve iş-gücü piyasasının yeniden örgütlenmesine yönelik olduğu görülmektedir. Bu durum kuşkusuz,

240 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

fordist birikim rejimi koşulları için de geçerlidir. Ancak her iki dönemin özelliği ya da hedefi, sosyal politikanın, ücretli istihdam ve kolektif haklara dayanması değil, sosyal desteğe gereksi-nim duyan muhtaç ve düşkünlerle sınırlandırılarak, yedek işgücü rezervinin denetimi ve gerek-tiğinde istihdam edilebilirliğine indirgenmesi olarak belirmektedir. Günümüzde de, sosyal po-litikanın ücretli istihdam merkezli klasik araçlarına (toplu iş sözleşmeleri, iş yasaları, sosyal gü-venlik, vs.) ağırlık verilmesinden çok, bunlardan ancak devlet müdahalesini en az içeren fonk-siyon olan sosyal yardımlar ve tamamlayıcı önlemler öne çıkartılmakta, dönüşümün yönü ko-lektif haklardan bireysel yardımlara doğru olmaktadır. Dünya Bankası’nın yoksulluğu azaltma stratejileri de bu çerçevede, neo-liberal yapısal uyum programları, yeni kalkınma paradigması, emek-yoğun büyüme, beşeri sermayeye yatırım, beceri eğitimleri, büyümeden pay alamayan-lar için bir güvenlik ağının oluşturulmasını teşvik eden politikalar, yönetişim, sosyal yardımlar, mikro kredi destekleri ve esnek çalışma biçimleri gibi başlıkları içeren çok boyutlu bir nitelik ta-şımaktadır. Bu sürecin Türkiye’de deneyimlendiği görülmektedir. Ayrıca Türkiye söz konusu ol-duğunda, sosyal politika ortamına damgasını vuran liberal-muhafazakâr yaklaşım, farklı iki si-yasetin bir araya gelmesinden çok, iç içe geçme, bütünleşme ve tek bir siyaset olma özelliği-ni taşımaktadır. Bu yaklaşım, sermaye birikim süreçleri ile bağlantılı ve devlet ve işgücü piyasa-sı ilişkisinin belirli bir biçiminin yansımasıdır. Anlayış olarak da kamusal sorumluluktan ahlakî yükümlülüklere doğru bir dönüşümü ve iktisadi yapı ve işgücü piyasasının liberalleştirilmesi-ni içermektedir. Bu bildirinin konusu olan her iki döneme ait benzer sosyal politika anlayış, he-def ve araçları, benzer bir devlet ve işgücü piyasası ilişkisine dayanmakta ve denk düşmekte-dir. Böylelikle, her iki dönem arasındaki benzeşmeleri, iktisadî yapı, devletin müdahale tarzı ve araçları, hak, denetim, hayır anlayışı ve gönüllü girişimler, dinsel referanslar, çalışma ile ilişkilen-me, aile, ahlakî ve kültürel ortam, yoksul tipi gibi başlıklar altında toplamak mümkündür. Bildi-ride, bu karşılaştırma kapitalizmin farklı gelişim dönemleri ve sermaye birikiminin gereklilikleri ile ilişkilendirilecektir.

Türkiye’de Eşitsizliklere Yaklaşım

Dr. Emine Tahsin, İstanbul Ü., İktisat F.

İktisat literatüründe, iktisadi büyüme, yoksulluk ve eşitsizlikler arasındaki ilişkiye dair sayı-sız çalışma mevcuttur. Bu çalışmada öncelikle neoliberal politikaların uygulanmaya başlanması ile Türkiye’de eşitsizliklerin tanımının nasıl yapıldığının analizi amaçlanıyor. Neoliberal politikalar, Washington uzlaşısı ve de özellikle Dünya Bankası kalkınma politikalarının son on yılda şekillen-mesinde etkili olan Washington sonrası uzlaşının iktisadi kalkınma ve eşitsizliklerin tanımına yak-laşımı ele alınırken, bu süreçte Türkiye’de uygulanan (ya da uygulanacağı tanımlanan ) kalkınma politikalarının içeriği tanımlanacaktır. Dünya Bankası’nın Türkiye’ye yönelik kalkınma politikaları-nı veri alarak Türkiye’de eşitsizliklere yaklaşım ile uygulanan politikaların temelleri analiz edilme-ye çalışılacaktır. Dünya Bankası bünyesinde yoksullukla mücadele programları kapsamında sos-yal riski azaltma projesi, şartlı nakit transferleri gibi politikalar gündeme gelirken söz konusu po-litikaların eşitsizlikleri giderip gidermeyeceği, yoksulluğu önleyip önleyemeyeceği tartışılmakta-dır. Dünya Bankası bünyesinde yoksulluğun giderilmesine öncelik veren politikalar kalkınma po-litikaların temel hedefi haline dönüşürken yoksul olanlar ve olmayanlar arasındaki ayrışma eşit-sizliklerin kaynağının irdelenmesinin de önüne geçebilmektedir. Yine bu çalışma kapsamında Türkiye’de salt TÜİK’in hazırladığı hanehalkı bütçe anketlerine dayanarak açıklanan yoksulluk ve-rileri ile yapılacak olan analizlerin eşitsizliklerin kaynağını tanımlamada yeterli olamayacağını ile-ri sürmek mümkündür. Tüm bu verilerden yola çıkarak eşitsizliklerin tanımının analizi yapılırken aynı zamanda Türkiye’de eşitsizliklerin kaynağı sorgulanmaya çalışacaktır.

24112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KKTC’DE DEĞİŞİM

Devlet Teorileri ve Politik Ekonomi Perspektifinden 1943’ten Bugüne Kıbrıs Türk Siyaseti

Hakan Arslan, İstanbul Bilgi Ü. Siy. Bil. Uluslar İlişk. B

Kıbrıs’a ilişkin Türkçe literatür, ağırlıklı olarak, Kıbrıs’ı uluslararası ilişkiler alanına ait bir dış po-litika sorunu olarak gören, Kıbrıslı Türkleri de, bu sorunun, bütüncül (unitary) bir aktörü olarak ele alan çalışmalardan oluşur. Kıbrıs’ta yakın dönemde tecrübe edilen en dramatik dış politika olayı, 24 Nisan 2004’te her iki tarafta referanduma konan Annan Planı’dır. Plan’a eşlik eden süreçte, Plan sürecine, öncesi ve sonrasıyla eşlik eden en dramatik iç olay ise, 10–11 Aralık 1999 Helsinki Zir-vesi sonrasında, ilginç biçimde bankalar kriziyle birlikte patlak veren muhalefet dalgası, tam ola-rak muhalefet çevrimi (cycle of contest) ve buna eşlik eden iktidar değişiklikleri, meşruiyet ve is-tikrar krizleridir. Bir dış politika sorunu olarak Kıbrıs ele alınırken, yakın dönemdeki değişim süreç-leri, uluslararası ilişkiler seviyesinde kalarak ve bütüncül aktörler üzerinden kavranamaz. İç dina-mikleri göz önünde tutmak şarttır. Bununla birlikte, Kıbrıs Türkler söz konusu olduğunda, iki kritik kriz süreci birlikte ele alınmalıdır: Bunların ilki, siyasi rejim seviyesindeki bir “meşruiyet krizi”, ikin-cisi ise, ekonomik krizdir. Bugün KKTC’de, devleti tanımlayan yapı ve ilişkiler, devletin şiddet araç-ları üzerinde meşru tekeli, toprak (territory) ve mülkiyet rejimi, yurttaşlık rejimi, parlamenter tem-siliyet, vergileme ve kamu maliyesi, içeriye ve dışarıya doğru emek, mal ve para akımlarını kontrol etmek yetkisiyle ve yeteneğiyle tanımlanan bir “ulusal ekonomi”, vs. çok ciddi sürdürülebilirlik so-runlarıyla malüldür. Bu durum, iç dinamikleri, daha açık olarak ise, yukarıda sayılan yapı ve ilişki-leri, ilk planda, 1) “devlet teorileri”, 2) “politik ekonomi” perspektifiyle ve aynı zamanda, 3) “tarihsel olarak” ele almak suretiyle çelişki ve sorunlarını mercek altına almayı gerektirmektedir. Bu çalış-manın en temel önermesi, veri aldığı tarihsel koşullar altında, yani, (a) iki toplumun iç içeliği ve (b) Kıbrıs Türk toplumunun düşük iktisadi artık üretme kapasitesi, milliyetçi projenin iki ögesi, yani (c) devlet inşası (somut olarak Taksim) ve (d) sermaye birikimini desteklemek arasında, bir çelişki bulunduğu ve Kıbrıs Türk liderliğinin bu çelişkiye bağlı sorunları çözemediği gibi, çözmek üzere başvurduğu yolların da, bugün eleştirilen ve sürdürülebilirliği çok kuşkulu politik, ekonomik, kül-türel toplumsal oluşumu ortaya çıkarttığıdır. Bu teorik–tarihsel çerçeve içerisinde, devlet inşası ve sermaye birikim süreçleri bakımından, Kıbrıslı Türkler’in tarihi, beş ana döneme ayrılarak ele alın-makta ve yukarıda önerme desteklenmeye çalışılmaktadır. Söz konusu ana dönemler şunlardır:

69. OTURUM

242 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

1. (1943–1960) De-kolonizasyon, Elitler İçi Güç Mücadelesi, Taksim;

2. (1960–1963) Kıbrıs Cumhuriyeti, Ortak Devlet;

3. (1964–1974) Enklav Hayatı, Üretim Dışı ve Askeri Emek;

4. (1974–1986) Net Servet Trasnferi, Türkiye’den Tarımsal Emek Gücü ve Mali Transferi, İthal İkameci Kalkınma;

5. (1986–) Neo-liberal Reformlar, Kriz.

Bu çalışmanın amaçları bakımından en kritik olan ve burada üzerinde yoğunlaşılan konjonk-tür, verili tarihsel koşullar altında [yukarıda (a) ve (b)], devlet inşası (c) ile sermaye birikimini (d) desteklemek arasındaki çelişkinin belirlediği 1964–1974 dönemiyle, bunu çözmek üzere, 1974 sonrasında, Kıbrıslı Rumlar’dan elde edilen net servet transferiyle Türkiye’den sağlanan mali trans-ferleri temel alan bütüncül bir devlet, bir sosyo-ekonomik oluşum ve bir sınıfsal işbölümü tasarı-mının pratiğe konduğu geçiş sürecidir.

Jeopolitik ve Etno-Milliyetçi Çatışma Modelinden Öteye Gitmek:

Kıbrıs’ta Alternatif bir Devlet KavramsallaştırmasıÜzerine Düşünmek

Dr. Umut Bozkurt, Doğu Akdeniz Ü.Nicos Trimikliniotis, PRIO Cyprus Centre

Kıbrıs sorunu ağırlıkla iki farklı kavramsal çerçeve içinden değerlendiriliyor. Sorun ya küresel/böl-gesel jeopolitik bir mesele ya da etno milliyetçi kimlik çatışması olarak okunuyor. Bu tebliğ liberal çatışma çözümü modeli ve küresel/ bölgesel jeopolitik model olarak anacağımız bu iki genel ka-bul görmüş çerçevenin bir eleştirisini sunmayı, ve Kıbrıs’taki devlet formasyonunu anlamak için alternatif bir hareket noktasından yola çıkmayı öneriyor. Anılan iki modelin de temelinde realist kuramın devlete ilişkin temel öngörüsü, yani devletlerin tekil, rasyonel aktörler olarak kavramsal-laştırılması yatıyor. Kıbrıs’taki literatürde sık sık devletin “nötr, liberal bir arabulucu ve bağımsız bir iktidar kaynağı” olarak işlemediğine dair eleştiri öne çıkıyor. Bu yaklaşım devletin toplumsal güç-ler tarafından zaptedilmediği, toplumdaki farklı kesimlerin taleplerinden bağımsız olarak işlev gösterebilen bir devlet modelini idealleştirdiği ölçüde, Kıbrıs’taki devletin/lerin bu modele uy-madığı için bir istisna olarak görülmesine yol açıyor. Oysa Marxist literatürün devlet kavramsallaş-tırmasına yaptığı en önemli katkı devletin hiçbir şekilde toplumdaki çatışan çıkarlardan bağım-sız olamayacağı ve her hangi bir tarihsel dönemeçte alınan kritik kararların varsayımsal bir ulusal çıkarı değil, toplumu oluşturan sınıflar ve diğer içsel ve dışşal aktörlerin çatışan taleplerinin belli bir uzlaşmasını yansıttığıdır. Sözü edilen iki model sadece kuramsal anlamda bir takım kısıtlama-larla belirlenmekle kalmıyor, aynı zamanda siyasi olarak da bir çıkmaz yola çıkarıyor. En önemli-si, Kıbrıs’taki siyasal ve sosyal güçlere bir öznelik atfetmeyerek sorunun nihai çözümü için hareke-te geçmesi elzem olan iç dinamikleri iktidarsızlaştırıyor. Dolayısıyla bu tebliğ, hem kuramsal hem siyasi kısıtlamaları olan bu yaklaşımların eleştirisini sunmak aracılığıyla Kıbrıs’taki devlet formas-yonlarına ilişkin alternatif bir bakış açısının önünü açmaya çalışmayı amaçlıyor.

24312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kıbrıs ve Kıbrıslılık: Bir Söylem Analizi Çalışması

Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B. Sosyal Psikoloji ABD BaşkanıUzm.Psk.Elçin Elçi, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.

Uzm.Psk.Umut Şah, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.Uzm Pdg. Esra Bakiler, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.

Bu araştırmanın amacı, KKTC’ de yaşayan Kıbrıslıların ve Türkiyelilerin Kıbrıs Meselesini konu-şurken hangi söylem kaynaklarını kullandıklarının, bu kaynaklara dayanarak/bu kaynakların için-den ne gibi pozisyonlar ürettiklerinin ve bunları nasıl müzakere ettiklerinin söylem analizi yönte-miyle incelenmesidir. Bu amaçla KKTC’de yaşayan Türkiyeliler ve Kıbrıslılarla, Kıbrıslı olmak, Kıbrıs ve KKTC tarihi, işgaller ve göçler, ekonomik sorunlar, Türkiye ile ilişkiler, Rumlar ve görülen sorun-lara çözüm önerilerinin konuşulduğu odak gruplar düzenlenmiştir.

Bunun için ikisi sadece Kıbrıslılardan diğer ikisi sadece KKTC’de yaşayan Türkiyelilerden ka-lan dördü ise hem Kıbrıslı hem Türkiyeli katılımcılardan oluşan toplam sekiz odak grup düzenlen-miştir. Her odak grupta görüşmeci dahil toplam üç kişi olmak üzere katılımcı sayısı toplam on altı kişidir. Odak gruplarda en az bir saat sürecek şekilde “Kıbrıs meselesi” üzerine tartışmalar yapılmış, katılımcıların izni ile ses kayıtları alınmış daha sonra kimlikleri gizli kalacak şekilde yazıya döküle-rek elde edilen metinlere eleştirel söylem analizi uygulanmıştır.

Katılımcıların konuşmaları defalarca okunarak önce “Kıbrıs meselesini” ne gibi farklı temalar-la ele aldıkları saptanmaya çalışılmış daha sonra bu temalar içinde ürettikleri müzakerelerde ken-dilerine, diğer ada sakinlerine ve Türkiye’dekilere ne gibi pozisyonlar verdiklerine, meseleyi nasıl tanımladıklarına ve bu tanımlama esnasında öne sürülen argümanların ideolojik olarak ne tür ve ne gibi ikilemler içersinde kaldığına bakılmıştır. Değerlendirme süreci devam etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kıbrıs, Kıbrıslılık, İdeolojik İkilemler, Söylem, Söylem Analizi

244 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

GÖÇ VE GÖÇMENLİK

Almanya’da Türkiyeli Göçmenlerin Üçüncü Kuşak Çocuklarının

Bölünmüş Kaderleri ve Eğitimdeki Başarısızlıklarının Yapısal Nedenleri

Araş. Gör. Dr. Fuat Güllüpınar, Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji B.

Bu çalışma, Almanya`da son yıllarda yapılan yasal reformlara rağmen, yurttaşlığın doğasının hala “ayrımcı,” “dışlayıcı,” ve “hiyerarşik” olmaya devam ettiğini iddia etmektedir. Bu çalışma açı-sından sorun, Türkiyeli göçmenlerin üçüncü veya sonraki kuşakların entegrasyonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi kesiminde ve hangi öl-çüde gerçekleşeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık Almanya`da kalmaları ya da Türkiye’ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası yetenekleri ve kimliklerinin güvenli bir şekilde yaşayabilecegi alanların nasıl oluşturulacağıdır. Bu çalışma, Almanya’daki Türk gençlerinin eğitim alanındaki başarısızlıklarının ve bunun arkasındaki yapısal faktörlerin neler ol-duğunu temel olarak Goslar kasabasında Türk gençleri ve Alman eğitim uzmanlarıyla yapılan 60 tane derinlemesine mülakatlara dayanarak cevaplamaya çalışmaktadır. Ayrıca, Almanya’daki eği-tim raporları, PİSA araştırmaları destekleyici veriler olarak kullanılmıştır. Gerek PİSA araştırmaları gerekse Goslar kasabasında alan araştırmasındaki derin mülakatlardan edindiğimiz sonuçlar gös-termektedir ki, Almanya’da Türk çocuklarının marjinal konumları devam etmektedir ve bu genç-lerin göçmen geçmişleri ve etnik kökenleri eğitim ve emek piyasasında fırsatlara ulaşmalarında hala önemli bir engel olarak karşımızda durmaktadır. Bu çalışma, temel olarak iki soruyu cevap-lamaya çalışmaktadır: Almanya eğitim sistemi ve politikaları kültürel çeşitliliğin tanınması nok-tasında eşit fırsatlar sunmakta mıdır, yoksa daha çok özellikle Türkler gibi bazı etnik azınlık veya grupları dışlamakta ve ayrımcılık mı uygulamaktadır? Eğitim ve emek piyasasına ulaşma meselesi Almanya’da Türk göçmen çocukları için hala büyük bir eşitsizlik ve dışlayıcılık unsuru mudur? Bu sorulara cevap bulmak amacıyla, Goslar kasabasındaki Türk gençleri ve Alman profesyonel eği-timcileriyle yapılan derinlemesine mülakatlara dayanarak, Türk gençlerinin eğitim alanındaki de-neyimlerini analiz edilmektedir. Çalışma, Türk göçmenlerinin çocuklarının eğitim göstergeleri açı-sından yukarı doğru hareketliliğinin oldukça sınırlı kaldığını ve çoğunlukla aşağıya doğru hare-ketlilik deneyimlediklerini ortaya koymaktadır. Bu çalışma, Türk gençlerinin eğitim ve emek piya-sasına entegrasyonundaki başarısızlığında, onların sosyal ve kültürel sermaye gibi grup özellikle-

70. OTURUM

24512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

rinden ziyade, yapısal ve kurumsal faktörlerin (eğitim politikaları, eleyici eğitim sistemi, kültürle-rarası bir müfredatın olmaması, kurumsal ayrımcılık) geniş bir şekilde etkili olduğunu savunmak-tadır. Bu durum birçok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucu olarak açıklanabilir: ebeveyn ku-şağının sosyal ve kültürel sermayesinin eksikliği; eğitim sisteminin dezavantajlı ailelerin çocukla-rının eğitimde ilerlemelerini desteklememesi; emek piyasası ve mesleki eğitim için okul derecesi-nin aşırı önemli oluşu ve eğitim alanında doğrudan ve dolaylı ayrımcılığın olması.

Anahtar Kelimeler: Entegrasyon, aşağı doğru sosyal hareketlilik, kurumsal ayrımcılık, eğitim-de eşitsizlik, Türk göçmen çocukları, Goslar/Almanya.

Kültürel Sermaye Olarak Çok Dillilik ve Ulusaşırı Kimlik

Dr. Emre Arslan, Bielefeld Ü., Dil-Edebiyat ve Sosyoloji B.

Ulusal dil, resmi dil, anadil ve yabancı dil gibi çeşitli biçimleriyle dil olgusu günümüzde ço-ğunlukla ulusallık kavramının doğal bir bileşeni olarak algılanmaktadır. İster Türkiye’de ister Almanya’da olsun, azınlık veya göçmen dillerine ve ulusaşırı kimlik oluşumlarına karşı şüpheyle bakma eğilimi hakimdir. Bu eğilim, yabancı olana ve bilinmeyene karşı duyulan bir korkudan ziya-de toplumda egemen olan sosyal eşitsizliğin sistematik olarak yeniden üretilip meşrulaştırılması mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Dil ve ulusal kimlik kavramlarının özcü ve idealist bir şe-kilde algılanması bu mekanizmalardan birisidir. Bu bildiride, bu kavramların eleştirel ve madde-ci bir analizi için kültürel sermaye kavramının önemli teorik olanaklar sunabileceği iddiası tartışı-lacaktır. Bu iddiayı temellendirmek için Alman eğitim sisteminde egemen olan tekdilli habitusu ve diğer eşitisizlik mekanizmaları örneği üzerinde durulacaktır. Ayrıca Bielefeld Üniversitesindeki ‘Çokdillilik projesi’ bağlamında Türkiye kökenli öğrencilerle yürütülmekte olan ampirik araştırma-nın verileri de teorik iddianın desteklenmesi için kullanılacaktır.

“Türkiye’den Almanya’ya Evlilik Göçü: Boylamsal bir Nitel Araştırma Projesinden Sonuçlar”

Can Aybek, Alman Federal Nüfus Araş. Kurumuİsmet Koç, Hacettepe Ü., Nüfus Etütleri Ens.

İlknur Yüksel-Kaptanoğlu, Hacettepe Ü., Nüfus Etütleri Ens.Gaby Straßburger, Katolik Sosyal Hizmetler YO

Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşen göçler içinde evlilik göçünün önemli bir yeri bulun-maktadır. Yurtdışında yaşayan bir kişiyle evlenerek eşinin yanına göç etmek, göç öncesi bir hazır-lık dönemi ve göç sonrasında hem göç edilen ülkeye hem de evliliğe bir alışma ve uyum dönemi-ni içermektedir. Evlilik göçü olgusuna bütünsel olarak bakabilmek için, göç eden eşin bakış açısı-nın ve deneyimlerinin yanında ‘göç alan’ eşin de bakış açısı ve deneyimlerinin dikkate alınması ge-rekmektedir. Eşlerin karşılaştıkları koşulları algılamaları, tepkileri ve sorunlarla baş etme yöntem-leri aynı olmayacağından, evli çiften her iki eşle de görüşülmesi farklılaşmalara ilişkin bilgi ver-mesi açısından önemlidir. Bu çalışmada, Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi (MireKoç) ta-rafından desteklenen ve bir panel araştırma olan “Türkiye’den Almanya’ya Evlilik Göçü: Boylam-sal Bir Nitel Araştırma Projesi” verilerinin analiz sonuçları paylaşılacaktır. Çalışmanın verisi, evlen-

246 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

dikleri eşin yanına gitmek için Türkiye’den Almanya’ya göç eden kadınlar ve erkekler ile onların Almanya’da yaşayan eşleriyle yapılan derinlemesine görüşmelerden elde edilen bilgilere dayan-maktadır. Çalışmanın temel amacı, çiftlerin evlilik göçü nedenlerini ve aile kurma süreçlerindeki deneyimlerini ortaya koymak ve bu süreçte karşı karşıya kalınan kurumsal düzenlemeler ve sos-yal pratikleri, göç sürecinin farklı zamanlarında gerçekleştirilen görüşmeler aracılığı ile ayrıntılı olarak irdelemektir.

Bu amacı gerçekleştirmek için yürütülen proje kapsamında evlilik göçü sürecine dahil olan kadın ve erkekler ile göç öncesi, göç süreci, göç sonrasını kapsayan yaklaşık on aylık bir dönem içinde farklı zamanlarda görüşülmüş, böylece söz konusu göç süreci boylamsal olarak izlenmiş-tir. Tek görüşmeye dayalı nitel yöntemler ile karşılaştırıldığında boylamsal nitel yöntemler özel-likle göç gibi dinamik bir sürecin analizinde daha güvenilir ve geçerli sonuçlar sunmakla birlikte, boylamsal araştırma tasarımı bazı metodolojik ve pratik sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, çalışmada evlilik göçü sürecinde yaşanan kişisel deneyimler, bakış açıları ve kurum-sal düzenlemelerin tartışılmasının yanı sıra yöntemle ilgili pratik ve metodolojik konular da tartı-şılacaktır.

24712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

AB VE ULUS DEVLETİ

Modernliğin Krizinden Kurtulabilecek Yeni Bir Avrupa Siyaset Anlayışı Yaratmak

Arş. Gör. R. Burçin Sarıca, Ufuk Ü., İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk.

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, dünyada başlıca iki farklı tablo söz konusudur; ilk tabloda iki dünya savaşını ağır bir şekilde atlatan Avrupa bulunmakta iken, ikinci tabloda söz konusu iki savaştan zaferle çıkan ABD bulunmaktadır. Kıta Avrupası’nın aşkın egemenliğine karşın emperyal ve içkin egemenliğin bir zaferi, Avrupa siyasi düşüncesinin merkezi devleti-ne karşın, ABD’nin yayılmacı devletinin bir üstünlüğüdür bu. Söz konusu tabloları kapsayan bir tablodan söz edecek olursak; ulus devlet fikrinin gittikçe önemini kaybetmesi, ulus aşırılı-ğın önem kazanması Avrupa’nın Anglo-Amerikan siyaset anlayışını referans almasına neden ol-muştur. Bununla birlikte Avrupa modernliğinin içine girdiği krizin bir başka yansıması ise; Ang-lo Amerikan siyaset anlayışına büyük bir itiraz şeklinde vuku bulmuştur. Artık yeni bir dünya düzeni söz konusudur. Küreselleşme ve bunun karşısına nasıl bir siya-si alternatif koyulacağı iki tarzı siyaset oluşturmuştur. Emperyal ve içkin Anglo-Amerikan siya-set anlayışı, Avrupa siyasetinin aşkın egemenlik anlayışını domine ederek, giderek küreselleşen bir dünya yaratmıştır. Bu noktada, Avrupa’nın temel mirasını temsil eden adil bir politika imka-nının tekrar yaratılıp yaratılamayacağını sorusu önem kazanmaktadır. Amerikan küreselleşmesi arkasına evrenselcilik kavramını da alarak, bir tür politikasızlaştırma yöntemi izlemektedir. Hal-buki evrenselcilik küreselleşmeden farklı olarak adil bir politika imkanına hizmet etmekte hat-ta o imkanın bizzat kendisine işaret etmektedir. Bununla birlikte Anglo- Amerikan siyasi düşün-cesi, arkasına aldığı evrenselcilik kavramı sayesinde bir yanılsamaya neden olmakta, Avrupa si-yasi düşüncesini evrensellikten son derece uzak göstererek, tikel bir algı yaratmaktadır. Küresel olan Anglo-Amerikan çoğulculuğu her bir parçanın kendine ayrılan yerde olmasını istemekte-dir. Acaba yeni bir evrensellik anlayışı geliştirilerek New Age düzeninin karşısına çıkmak müm-kün müdür? Bu bağlamda çalışmada, Zızek’in “…Avrupa’nın politik mirasını kendine mal eden solcu bir yaklaşım mümkün müdür?” sorusunun izinden gidilerek, Avrupa’nın politik mirasına sahip çıkan radikal bir yaklaşım mümkün müdür? sorusu sorunsal haline getirilecektir. Bu nok-tadan hareketle, sorunsalı oluşturan soru, 20. yüzyılın radikal Avrupa düşünürleri göz önünde bulundurulup yanıtlanmaya çalışılacaktır.

71. OTURUM

248 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Sorgulamaya Alınan Avrupa Birliği:“Uygarlık Projesi” mi “Titanik Gemisi”mi?

Yrd. Doç. Dr. Ekin Oyan - Altuntaş, Abant İzzet Baysal Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.

Yarım yüzyılı aşkın tarihinde, kurumlarıyla, örgütlenme yapısıyla, demokrasi anlayışıyla, ekonomi-siyaset-hukuk üçlüsünden oluşan “yumuşak” gücüyle Avrupa Birliği (AB), İkinci Dün-ya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeninin gönenç ve uygarlık projesi olarak görülmüştür. Li-beralizmin cisimleşmiş sembolü olarak AB, post-Marksizm’den post-modernizme, kozmopoli-tanlardan Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” iddiasına kadar birçok düşünceye de ilham kayna-ğı olmuştur. Bu idealize edilmiş haliyle AB’nin gerek ülkemizde gerekse de dünyada örgüt içi merkez-çevre yapılanması, hegemonya mücadelesi ve sınıfsal çelişkileri yeterince incelenme-miş veya gözardı edilmiştir.

AB’nin bir medeniyet projesi olmaktan ziyade kapitalist birikim rejiminin sınıfsal ve ülke-sel sömürüsünün taşıyıcısı olduğu ancak kapitalizmin yapısal krizinin ertelenemez boyuta gel-diği günümüzde görünmeye başlanmıştır. Batmaz sanılan Titanik gemisinde olduğu gibi Yuna-nistan sorununa çarpıldığında bu sorun küçümsenmiş ve suç Yunanistan’ın kötü idaresi üzerine atılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, geminin su almasına sebep olan unsurun buzdağının al-tında olduğu gerçeği İrlanda, Portekiz, İspanya ve diğer birçok üyede patlak veren krizlerle or-taya çıkmış ve aslında AB’nin başından beri su sızdırarak yol aldığı görülerek, örgütün iç dina-mikleri, dayanakları ve çelişkileri sorgulamaya alınmıştır.

Bu çalışmanın amacı, AB’yi yeknesak bir örgüt olarak değerlendirmenin ötesine geçerek birlik içi merkez-çevre yapılanmasının, hegemonya mücadelesinin ve sınıfsal çelişkilerin, AB oluşumunu nasıl yapılandırdığını hem tarihsel hem de günümüzdeki süreçte incelemektir.

15 Şubat ya da Avrupalıları ne Bağlıyor?’: AB ve Kamusal Alanda Avrupalılık Tartışmaları

Yrd. Doç. Dr. Başak Alpan, ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.

1980’ler sonrasında ve özellikle 1993 tarihinde yürürlüge giren Maastricht Antlasmasi’yla hiz kazanan Avrupa’nın birlik olma çabası cercevesinde ‘Avrupalilik’ kavrami, Avrupa kamuoyu-nu onemli olcude mesgul etti. Ozellikle 2005 yilinda Fransa ve Hollanda’da yapılan AB Anayasa-sı referandumlarinda alınan olumsuz sonuçlar, kimlik tartismalarinin hukuki baglamdaki cerce-vesini olusturdu. Bu calisma, 1990’li ve 2000’li yillarda AB ulkelerinde yapilan kimlik tartismala-rina referansla Avrupalılık kavramı sorguluyor. Derrida ve Habermas’ın Avrupaliligi sorguladik-lari calismalarindan hareketle, Avrupa’da kamusal alandaki farkli kimlik kurgularini Lizbon An-lasmasi ve AB gundemindeki son gelismeler cercevesinde tartismaya aciyor.

24912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kuzey-Güney İlişkileri Açısından Vestfalya Sonrası Uluslararası Düzen Tartışmaları ve Güvenlik

Yrd. Doç. Dr. Özlem Kaygusuz, Ankara Ü,. SBF, Uluslar.İlişk. B.

Son on yıldır, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ana tartışmanın, ABD liderliğindeki küresel kapitalist yayılmanın modern devletler sistemi üzerinde yarattığı dönüşüm üzerinde yürüdüğü söylenebilir. Tartışmanın bir yanında, mevcut dünya düzeninin siyasal açıdan bir ulusaşırı çoğul-culuk (transnational pluralism) düzeni olduğunu iddia eden ve konuyu imparatorluk, hegemon-ya ve Vestfalya sonrasılık gibi makro tarihsel kategoriler üzerinden tartışan bir kesim yeralmakta-dır. Diğer yanda ise, kapitalist küreselleşmenin devlet aygıtı üzerinde yarattığı değişimlere odak-lanan, daha mikro kategoriler, devlet/toplum ilişkileri ve devletlilik (statehood) üzerinden, küre-sel dönüşümü anlamlandırmaya çalışan başka bir tartışma vardır.

Kapitalist küreselleşmenin, dinamikleri ve etkileri açısından coğrafi bir ayrışmayı içerdiği, Ku-zey ve Güney’de farklı dönüşümleri içerdiği tezinden hareketle, bu çalışma, şu konu üzerine odak-lanacaktır: Gelişmiş Kuzey ülkeleri açısından, birçok yazarın iddia ettiği gibi Vestfalya sonrası bir dünya düzeninin oluşmakta olduğu tartışılmaya değer bir tezdir. Avrupa bütünleşmesi ve devlet dışı aktörlerin Kuzey’deki yoğun küreselleşmenin merkezi aktörleri olmaları, bu tezin olgusal ze-minini oluşturmaktadır. Çevreyi temsil eden Güneyde ise, kapitalist küreselleşme, siyasal çözül-meyi hızlandırmakta, rejim sorunlarını ve şiddetli iç çatışmaları tırmandırmaktadır. Bu çerçevede bu çalışmada, Kuzey ve Güneydeki güvenlik sorunlarındaki ayrışmanın ve özellikle çevre ülkele-rindeki rejim güvenliği ve toplumsal güvenlik çelişkisinin, Vestfalya sonrasılık tartışmalarıyla na-sıl bir karşıtlık oluşturacak şekilde bir yandan Kuzey’i de etkilediğini, diğer yandan da yeniden bir Vestfalyan düzen oluşumunu özellikle Güney açısından tetiklediğini ortaya koymaya çalışacaktır.

250 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

AİLE POLİTİKALARIVE ÇOCUKLAR

Suçlu Çocuklarda Anne Babanın Çocuğa Yönelik Davranış Biçiminin Çocuğun Benlik ve İdeal Benlik Algısı

Üzerine Etkisi

Y. Doç. Dr. Sezer Ayan, Cumhuriyet Ü., Edb. F., Sosyoloji B. Bir suçtan hükümlü olarak halen çocuk eğitim evinde bulunan çocuklarda anne baba dav-ranışlarının çocuğun benlik ve ideal benlik algısı üzerine etkisini belirlemektir. Çalışma Türkiye’de bu alanda yapılmış ilk çalışmadır.

Türkiye’de Ankara, İzmir ve Elazığ Çocuk Eğitim Evlerinde bulunan toplam 132 hükümlü ço-cuk örneklemimizi oluşturmaktadır. Araştırma verileri hükümlü çocukların sosyo-ekonomik özel-liklerini belirlemeye yönelik bir anket formu ve Lipsett Çocuklar için Benlik Kavramı Ölçeği ile top-lanmıştır.

Araştırmaya katılan hükümlü çocukların %36,4’ünü Elazığ, %28,8’ini Ankara ve %34,8’ini ise İzmir Eğitim Evi’nde bulunan çocuklar oluşturmaktadır. Bunların %2,3’ü kız, %97,7’si ise erkektir. Çocukların ölçeğin birinci bölümünden aldıkları puanların genel ortalaması (benlik) 3,61, ölçe-ğin ikinci bölümünden aldıkları puanların genel ortalaması (ideal benlik) ise 4,15’tir. Buda çocuk-ların benlik algı düzeylerinin ideal benlik algı düzeylerinden daha düşük olduğunu göstermekte-dir. Varyans analizinden elde edilen sonuçlar çocukların benlik ve ideal benlik algıları üzerinde an-lamlı düzeyde etkili olan anne baba davranışlarının annenin aşırı koruyucu, sevgisiz ve ilgisiz, ba-banın sevecen, çok sert, sevgisiz ve ilgisiz davranması olduğunu göstermektedir

Elde edilen veriler, suçlu çocukların benlik algılarının zayıf, buna karşılık ideal benlik algıları-nın daha güçlü olmasında olumsuz anne baba tutumlarının etkili olduğunu göstermektedir.

Anahtar sözcükler: Çocuk, Çocuk suçlu, benlik, ideal benlik, anne baba davranış biçimi.

72. OTURUM

25112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Türkiye’de Taşra Kentlerinde Modernleştirici Bir Aktör Olarak Eşraf Aileleri ve Eğitimin Rolü

Dr. Gül Özsan, Marmara Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa, Marmara Ü., Fen-Edb. F.Sosyoloji B.

Y. Doç. Dr. Meltem Karadağ, Gaziantep Ü.,Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Bu bildiri, beş ayrı kentte (Denizli, Aydın, Muğla, Kahramanmaraş ve Gaziantep) gerçekleştir-diğimiz araştırmamızın verilerine dayanıyor. 1 Bildiride, taşra kentlerindeki eşraf ailelerinde eğiti-min sınıf ve modernleşmeyle olan bağlantılarını ele alıyoruz. Eşraf ailelerinin kendi sınıf konumla-rı açısından eğitime hangi anlamlar yükledikleri ve aile fertlerinin eğitimi yoluyla Türkiye’de mo-dernleşmeyle nasıl ilişki kurduklarını göstermeyi amaçlıyoruz. Eşraf aileleri, kentteki statüleri ve sınıf konumları açısından eğitimi temel bir öncelik olarak düşünüyorlar. Bulundukları kentlerde diğer ailelere göre daha fazla eğitimli olmaktan gurur duyuyorlar ve büyük kent burjuvazisiy-le mücadelede eğitimin rolünün farkındalar. Bu ailelerden kadın ve erkekler, eğitim ve modern-leşme arasındaki bağa vurgu yapıp, modernleşmenin öncüsü olduklarını söylüyorlar. Eşraf aile-lerinin eğitimle kurdukları ilişki, Türkiye’de yerel düzeyde sosyal sınıf ve modernleşme arasındaki bağı daha iyi görmemizi sağlıyor. Eşraf aileleri bulundukları kentlerde eğitimli eliti oluşturdukları gibi İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük kentlerdeki belli konumlarda yine aynı ailelerden fertler bulunuyor.

Bildiride, eşraf ailelerinin Türkiye’de yönetici elitin bir parçası olduğunu da ileri sürüyoruz. Eş-raf ailelerinde eğitimin kentin kimliğiyle olan ilişkisi de büyük bir önem taşıyor. Eğitim, araştırma yaptığımız kentlerde kent kimliğini oluşturucu bir unsur da. Eğitimdeki başarı, kentin ve bu aile-lerin başarısının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Çalışmada aynı zamanda eşraf aileleri ile “yeni varlıklı” ailelerin eğitim konusuna nasıl farklı baktıkları üzerinde durulacak.

Anahtar Kavramlar: Eşraf aileleri, yerel elit, eğitim, sınıf, modernleşme, sosyal sınıf ve mo-dernleşme

1 “Türkiye’de Taşra Burjuvazisinin Oluşum Sürecinde Yerel Eşrafın Rolü ve Taşra Kentlerinde Orta Sınıflar”, Ayşe Durakbaşa

(Proje Yürütücüsü), Meltem Karadağ ve Gül Özsan, 2008, TÜBİTAK Destekli Proje.

252 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kriz Ailede Başlar: Ebeveyn-Çocuk Çatışması

Doç. Dr. Emine Özmete, Ankara Ü., Sağlık Bil. F. Sosyal Hiz. B.Dr. Sutay Yavuz, Ankara Ü., Sağlık Bil. F. Sosyal Hiz. B.

Ailenin yaşam dönemlerindeki stres ya da sorunlar ile karşılaşması krize neden olur. Bu sü-reçleri ailenin başarılı bir şekilde yöneterek devamlılığını sağlaması ailenin uyum ve direnç kazan-ma yeteneği ile ilişkilidir. Ailede krize neden olan en önemli konulardan biri çocukların yetiştiril-mesi ve ebeveyn-çocuk etkileşimidir. Çağdaş devinim ve dönüşümler toplumlar ile birlikte ailele-ri de derinden etkilemektedir. Bireyler temel değerleri, tutum ve davranışları öğrenme sürecinde ailede şekillenmektedirler. Genellikle çocukların büyüdüğü dönemde, çoğu zaman kuşaklarara-sı çatışma kavramı ile geçiştirilen; ebeveyn ve çocuk arasında ortaya çıkan aile içi çatışmalar aile yaşam kalitesini ve aile bireylerinin verimliliğini düşüren nedenlerdir. Böylece aileler bir müca-dele alanı ve kriz ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ailenin krizden kaynaklanan sorunların üstesin-den gelme becerisi, ek stres kaynakları ve ailenin algılarından etkilenir. Ailenin amaçları, değerle-ri, problem çözme becerileri ve destek ağları uzun dönemli stres ve krizlere uyum sağlamalarını etkiler. Bu açıdan sağlıklı ailelerin özellikleri sadakat, takdir etme, birlikte zaman geçirme, iletişim, inanç ve değerler ile üstesinden gelme becerilerinin daha gelişmiş olduğu gözlenmektedir.

Bu çalışmada 2006-Türk Aile Yapısı Araştırması’nda elde edilen verilerden yaralanılarak Türk ailesinde ebeveyn çocuk çatışması açısından ailede yaşanan kriz durumu ortaya konulmuştur. Bu kapsamda ebeveynlerin çocuklara ilişkin algıları, çocukları ile en çok sorun yaşadıkları konular, çocuklarına ne tür cezalar verdikleri ve hangi nedenlerle çocuklarını dövdükleri belirlenmiştir.

Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de bireyler çocuk sahibi olmaya yüksek düzeyde bir önem vermektedirler. Ebeveynlerin 18-24 yaşları arasındaki çocukları ile en yaygın olarak “harca-ma ve tüketim alışkanlıkları”, “arkadaş seçimi” ve “kılık-kıyafet tarzına” gibi konularda sorun yaşa-dıkları; “siyasi görüşler” ile “dini tutumlar/davranışların” en az sorun yaşanan konular olduğu gö-rülmüştür. Ebeveynlerin çocuklarına en çok “azarlama”, “televizyon izlemesine izin vermeme” gibi cezalar verdikleri bulunmuştur.

Gençlerin yaşadıkları hanelerin özellikleri, aile içi ilişkileri ve bireysel özellikleri ebeveynleri ile sorun yaşama durumunu etkilemektedir. Aile dışı ortamlarda bulunabilme ihtimali daha fazla olan, aile içi ilişkileri, özellikle baba ile olan ilişkileri olumsuz olarak değerlendiren gençlerin ebe-veynleri ile sorun yaşama sorun yaşama eğilimi daha yüksektir. Bununla birlikte, gençlerin kendi-lerine ait gelirlerinin olması ebeveynleri ile sorun yaşama eğilimini azaltmaktadır.

25312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

KRİZLER VE DİRENİŞLER

Prof. Dr. Korkut Boratav, TSBDYazar Handan Koç

Doç. Dr. Metin Özuğurlu, Ankara Ü. SBF Çalış. Eko. End. İlişk. B.Prof. Dr. Beyza Üstün, Yıldız Teknik Ü. Çevre Müh. B.

KAPANIŞPANELİ

254 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

25512. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

DİZİN

Feride Acar Prof. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Can Açıkgöz

Assiye Aka Yrd. Doç. Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Pınar Akarçay İstanbul Ü. SBF SBE Kamu Yön. B.

Meral Akbaş ODTÜ Sosyoloji B.

Elif Akbostancı Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Örsan Akbulut Doç. Dr. TODAİE

Özgün Akduran Araş. Gör. İstanbul Ü. SBF Kamu Yön. B.

Jale Akhundova TODAİE

Özlem Bayraktar Akkaya Yeditepe Ü. İletişim F. Halkla İlişk. B.

Yüksel Akkaya Prof. Dr. Yüzüncü Yıl Ü., İİBF, İktisat B.

İrfan Aktan Gazeteci

Elçin Aktoprak Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü., SBE

Özlem Albayrak Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.

Sinan Alçın Yrd. Doç. Dr. Maltepe Ü. İİBF İktisat B.

Korkmaz Alemdar Prof. Dr. Gazi Ü. İletişim F.

Mehmet Ö. Alkan Doç. Dr. İstanbul Ü. SBF Siyasi Tarih ABD

Tolga Alkan Marmara Ü.

Ömer Allahverdi Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Başak Alpan Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Remzi Altunpolat Türk Eczacıları Birliği

Sırma Altun ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Gülbanu Altunok Bilkent Ü. İİBF Siy. Bil B.

Ekin Oyan Altuntaş Yrd. Doç. Dr. Abant İzzet Baysal Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.

Işıl Anıl Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar.İlişk. B.

Hacer Ansal Prof. Dr. Işık Ü., Bilim Teknoloji ve Toplum AD

Nergiz Altınsoy Ardıç Bilkent Ü.

Sibel A. Arkonaç Prof. Dr. İstanbul Ü. Psikoloji B.

Emre Arslan Dr. Bielefeld Ü. Dil-Edebiyat ve Sosyoloji B.

Hakan Arslan İstanbul Bilgi Ü. Siy. Bil. Uluslar.İlişk. B.

Selma Arslantaş Araş. Gör. İstanbul Bilgi Ü.

Canan Aslan Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

256 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Mustafa Aslan Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Serap Türüt-Aşık Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Ferda Dönmez Atbaşı Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF

Gökhan Atılgan Doç. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Sezer Ayan Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Can Aybek Alman Federal Nüfus Araştırmaları Kurumu

Ali Rıza Aydın Anayasa Mahkemesi Raportörü (Emekli)

Derya Güler Aydın Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.

Gülçin Manzak Aydın Milli Prodüktivite Merkezi Araştırma Bölüm Başkanlığı

Aylin Aydoğan Araş. Gör. Ankara Ü. İletişim F.

Ebubekir Aykut Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.

E. Attila Aytekin Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön B.

Yusuf Avcı Araş. Gör. Bartın Ü. İİBF

Seçil A. Kaya-Bahçe Dr. Ankara Ü. SBF

Serdal Bahçe Dr. Ankara Ü. SBF

Görkem Bahtiyar Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.

Çiçek Dilek Bakanay Marmara Ü.

Caner Bakır Yrd. Doç. Dr. Koç Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.

Hasan Bakır Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.

Nadi Bakırcı Doç. Dr. Acıbadem Ü. Tıp F.

Esra Bakiler İstanbul Ü. Psikoloji B.

Elif Bali Araş. Gör. Yıldız Teknik Ü. Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Hale Balseven Yrd. Doç. Dr. Akdeniz Ü. İİBF Maliye B.

M. Murat Baskıcı Doç. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.

Ünsal Doğan Başkır İzmir Ekonomi Ü.

Bahar Baysal Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.

Mustafa Kemal Bayırbağ Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Uğur Bahadır Bayraktar Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.

Ulaş Bayraktar Yrd. Doç. Dr.Mersin Ü. İİBF Kamu Yön.

Pınar Bedirhanoğlu Doç Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.

Stefo Benlisoy Dr. İTÜ İnsan Bilimleri B.

Fatma Umut Beşpınar Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Çağan Biçel Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Özgün Biçer Dr. Marmara Ü., İİBF İktisat B.

Mutlu Binark Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Özgür Bor Yrd. Doç. Dr. Atılım Ü. İİBF İktisat B.

Tanıl Bora İletişim Yayınları

Korkut Boratav Prof. Dr. TSBD

Emre Güneşer Bozdağ Araş.Gör. Gazi Ü. İBF İktisat B.

Mehmet Bozgeyik Eğitim-Sen

Sümercan Bozkurt Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Nihan Bozok Araş. Gör. Artvin Çoruh Ü. Sosyoloji B.

Mehmet Bozok Araş. Gör. Artvin Çoruh Ü. Sosyoloji B.

25712. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Umut Bozkurt Dr. Doğu Akdeniz Ü.

Recep Boztemur Doç. Dr. ODTÜ Tarih B.

Tolga Bölükbaşı Yrd. Doç. Dr. Bilkent Ü. Siy. Bil. B.

Çağrı Kaderoğlu Bulut Araş. Gör. Gazi Ü. İletişim F.

Muzaffer Nafiz Burdurlu Maltepe Ü. SBE İktisat B.

Ayşe Cebeci Marmara Ü., SBE

Simten Coşar Prof. Dr. Başkent Ü., İİBF

Yener Coşkun T.C. Başbakanlık Sermaye Piyasası Kurulu

Didem Çabuk Akdeniz Ü. İletişim F.

Atalay Çağlar Yrd. Doç. Dr. Pamukkale Ü. İİBF Ekonometri B.

Handan Çağlayan Dr.

Aysel Çakır Nazım Hikmet Akademisi

Selim Çakmaklı Araş. Gör. Çukurova Ü. İİBF İktisat B.

Musa Çam CHP İzmir Milletvekili

Sibel Çaşkuşlu Dr. Gazi Ü., İİBF İktisat B.

Aykut Çelebi Prof. Dr. Ankara Ü. SBF

Özge Çelebi Araş. Gör. Marmara Ü. Hukuk F. Anayasa Hukuku ABD

Özlen Çelebi Yrd. Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.

Aziz Çelik Doç. Dr. Kocaeli Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Kezban Çelik Yrd. Doç. Dr. 19 Mayıs Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Alpaslan Çelikdemir Ankara Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Doğan Çetinkaya Dr. İstanbul Ü. SBF Tarih B.

Sidar Çınar Marmara Ü. Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.

Cuma Çiçek Sciences Po, Centre d’Etudes et de Recherches Internationales

Şule Çiltaş Çevirmen

Ahmet Emre Çoban Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Ömer Faruk Çolak Prof. Dr. İktisat ve Toplum Dergisi

Metin Çulhaoğlu Araştırmacı Yazar

Kutlu Dane Akdeniz Ü. İİBF Maliye B.

Emel Danişoğlu DPT (emekli)

Ayten Davutoğlu Kocaeli Ü. Sosyal Politika ve Yıldız Teknik Ü. Modern Diller B.

Kadir Dede Araş. Gör. Hacettepe Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Selma Değirmenci

Murat Cem Demir Yrd. Doç. Dr. Tunceli Ü. Sosyoloji B.

Tijen Demir Ankara Ü. SBF

Çiğdem Demircan Akdeniz Ü. SBE Kamu Yön. ABD

Dinçer Demirkent Ankara Ü. SBE Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Şerif Derince Sabancı Ü.

Şafak Dikmen Ankara Ü. İletişim F.

Erkan Doğan Yrd. Doç. Dr. Gazikent Ü. İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Çağlar Dölek ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Yağmur Dönmez Ankara Ü. SBF

M. Zeki Duman Yrd. Doç. Dr. Yüzüncü Yıl Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

258 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Ayşe Durakbaşa Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Zelal Özgür Durmuş Marmara Ü.

Çiler Dursun Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Gökçen Düzkaya Nazım Hikmet Akademisi

Mehmet Ecevit Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.

Yıldız Ecevit Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.

Ümit Efendioğlu ILO Türkiye Temsilciliği Direktörü

A.Yavuz Ege Dr.

Elçin Elçi İstanbul Ü. Psikoloji B.

Atila Eralp Prof. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.

Fuat Ercan Prof. Dr. Marmara Ü., İİBF İktisat B.

Derya Erdem Yrd. Doç. Dr. İstanbul Arel Ü. İletişim F.

Erdinç Erdem Sabancı Ü.

Nilgün Erdem Dr. Ankara Ü. SBF

Seyhan Erdoğdu Prof. Dr. Ankara Ü., SBF

Ahmet Arif Eren Dr. Arş. Gör. Gazi Ü. İİBF İktisat B.

Mustafa Eren İstanbul Bilgi Ü. Kültürel İncelemeler B.

Benan Eres Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.

Esin Ergin Prof. Dr. İstanbul Ü., İktisat F. Yön. ve Org. AD

Başak Ergüder Araş. Gör. İstanbul Ü. İktisat F. Maliye B.

Nuray Ergüneş Yrd. Doç. Dr. İstanbul Ü. SBF Maliye B.

Aysu Kes Erkul Dr. Hacettepe Ü. Sosyoloji B.

Büşra Ersanlı Prof. Dr. Marmara Ü. Uluslar.İlişk. B.

Hasan Ersel Prof. Dr. Sabancı Ü.

Kürşat Ertuğrul Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Emin Ertürk Prof. Dr. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.

Devrim Ertürk Araş. Gör. Mardin Artuklu Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Ertan Erol Nottingham Ü.,Siyaset ve Uluslararası İlişkiler B.

Ercan Geçkin Araş. Gör. Ankara Ü. Sosyoloji B.

Fatma Genç İnşaat Müh. Odası Ankara Ş. Basın Danışmanı

Aysun Gezen Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

İpek Göçmen Dr. Max Planck Inst. for the Study of Societies, Cologne-Germany

Fatma Gök Prof. Dr. Boğaziçi Ü. Eğitim F.

Ahmet Gökçen Araş. Gör. Muş Alparslan Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Berivan Gökçenay Dr. Yıldız Teknik Ü. Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Gökhan Gökgöz Gazi Ü.

Kerem Gökten Araş. Gör. Dr. Ordu Ü. İİBF İktisat B.

Atilla Göktürk Prof. Dr. Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.

Ummuhan Gökovalı Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF İktisat B.

Şükran Gölbaşı Dr. Haliç Ü. MYO Bankacılık ve Sigortacılık

Reyhan Varlı Görk Yrd. Doç. Dr. Çankırı Karatekin Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Ali Yalçın Göymen Araş. Gör. Yıldız Teknik Ü. İİBF Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.

Bülent Gülçubuk Prof. Dr. Ankara Ü. Kalkınma Çalışmaları Uygulama ve Araş. M.

25912. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Fuat Güllüpınar Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Adnan Gümüş Prof. Dr. Çukurova Ü., Eğt. F. Ortaöğr. Sosyal Alanlar Eğitimi B.

Nazlı Gümüş

İzge Günal Prof. Dr. Dokuz Eylül Ü.,

Faik Yücel Günaydın Milli Prodüktivite Merkezi

Halil Güner Dr. Çanakkale Adliye Sarayı Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcı

Bayram Güneş Tunceli Ü. İİBF İktisat B.

Z. Nurdan Atalay-Güneş Araş. Gör. Mardin Artuklu Ü. Sosyoloji B.

Ali Rıza Güngen Araş. Gör. ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Ramazan Günlü Yrd. Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF

Rana Gürbüz Araş. Gör. Yüzüncü Yıl Ü. İİBF İktisat B.

Barış Erdem Gürkan Berlin School of Economics and Law

Ceyhun Gürkan Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.

Gülden Gürsoy Araş. Gör.

Alper Güzel Prof. Dr. Samsun Ondokuz Mayıs Ü. İktisat B.

Elif Hacısalihoğlu Araş. Gör. Trakya Üniversitesi İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk.

Onur Hamzaoğlu Prof. Dr. Kocaeli Ü., Tıp F.

Evren Haspolat Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Abdullah B. Haznedaroğlu Maltepe Ü. SBE

Bülent Hoca Yrd. Doç. Dr. Okan Ü. İİBF Uluslar. Tic. B.

Seçil Deren van het Hof Doç. Dr. Akdeniz Ü. İletişim F.

Funda Hülagü Dr. Araş. Gör. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B. ve Mersin Ü. Uluslar. İlişk. B.

Kemal İnal Doç. Dr. Gazi Ü. İletişim F.

Bahar İslamoğlu Muğla Ü. SBE İktisat ABD

Özge İzdeş Dr. Kadir Has Ü. İktisat B.

Sebiha Kablay Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Sibel Kalaycıoğlu Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

İhsan Kamalak Yrd. Doç. Dr. Mersin Ü. İİBF Kamu Yön. B.

İlknur Yüksel-Kaptanoğlu Hacettepe Ü.

Erkan Karabay Mimar Sinan Güzel San. Ü. Sosyoloji B.

Tolga Karabulut Ankara Ü. Siyaset Bilimi ABD

Meltem Karadağ Gaziantep Ü.

Derya Karakaş Yrd. Doç. Dr. İstanbul Teknik Ü., İşletme F.

Yiğit Karahanoğulları Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF, Maliye B.

L. Zeynep Beşpınar Karaoğlu Marmara Ü. Sosyoloji B.

Nadide Karkıner Yrd. Doç. Dr. Anadolu Ü. Sosyoloji B.

Murat Kasapsaraçoğlu Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.

Gökhan Kaya Dr.

Mehmet Kaya Yrd. Doç. Dr. Niğde Ü. Fen-Edb. F. Tarih B.

Raşit Kaya Prof. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Yelda Kaya Araş. Gör. ODTÜ Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Kurtuluş Kayalı Prof. Dr. Ankara Ü. DTCF Tarih B.

Özlem Kaygusuz Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF

260 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Meltem Kayıran Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.

Muammer Kaymak Dr. Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.

Yakup Kepenek Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B. (emekli)

İnci Özkan-Kerestecioğlu Doç. Dr. İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.

Onur Can Keskin Av. Ankara Ü. Hukuk F.

Nuray E. Keskin Yrd. Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Ü. İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Asuman Özgür Keysan University of Strathclyde

İlker Kılıç Dr. Çankaya Ü. İİBF

Gülay Kılıçaslan Yıldız Teknik Ü. İİBF Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

M. Meryem Kıroğlu Dr. Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Esin Kıvrak Araş. Gör. Balıkesir Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Mahmut Kiper

İsmet Koç Nüfus Etütleri Enstitüsü

Handan Koç Yazar

M. Hakan Koçak Yrd. Doç. Dr. Kocaeli Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Aziz Konukman Prof. Dr. Gazi Ü. İİBF İktisat B.

Fırat Korkmaz İstanbul Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

Eser Köker Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Elifhan Köse Yrd. Doç. Dr. Karamanoğlu Mehmetbey Üniv. İİBF Kamu Yön. B.

Ahmet Haşim Köse Prof. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.

Handan Kumaş Yrd .Doç. Dr. Pamukkale Ü. İİBF Çalışma Ekon. ve End. İlişk. B.

Işık Kuşçu Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Uluslar.İlişk. B.

Denizcan Kutlu Araş. Gör. Ankara Ü. SBF Çalış.Eko. ve End. İlişk. B.

Oktay Küçükkiremitçi TKB, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Müdürü

Belkıs Kümbetoğlu Prof. Dr. Haliç Ü.

Kuvvet Lordoğlu Prof. Dr. Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Ahmet Makal Prof. Dr. Ankara Ü. SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Hande Malgaç Ankara Ü. İletişim F.

Fuat Man Yrd. Doç. Dr. Sakarya Ü. İşletme F.

Emel Memiş Dr. Ankara Ü. SBF

Murat Metinsoy Dr. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü

Elif Mahir-Metinsoy Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi Enst.

İrfan Mukul Sinop Ü. Eğitim F.

Pedriye Mutlu Boğaziçi Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

Berna Güler Müftüoğlu Yrd. Doç. Dr. Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Özgür Müftüoğlu Yrd. Doç. Dr. Marmara Ü. Çalış. Eko.ve End. İlişk. B.

Jan Nahum

Özgür Narin Dr. Ordu Ü. İİBF

Erhan Nalçacı Prof. Dr. Ankara Ü. Tıp F.

Aslı Odman Boğaziçi Ü. ATA

Şebnem Oğuz Dr. Başkent Ü. Siyaset Bil. B.

Rıfat Okçabol Prof. Dr. Boğaziçi Ü Eğitim Bilimler F.

Cemil Oktay Prof. Dr. Yeditepe Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

26112. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Mehmet Okyayuz Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Gözde Orhan Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.

Özgür Orhangazi Dr. Kadir Has Ü. İktisat B.

Oğuz Oyan Prof. Dr. CHP İzmir Milletvekili

Ebru Deniz Ozan Yrd. Doç. Dr. Dumlupınar Ü., İİBF Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

İzzettin Önder Prof. Dr. İstanbul Ü. İktisat F. (emekli)

Fatih Özatay Prof. Dr. TOBB Eko. ve Tek. Ü., İİBF İktisat B.

Alkım Özaygen Ankara Ü.

Sibel Özbudun Doç. Dr. Hacettepe Ü., Antropoloji B

Saime Özçürümez Yrd. Doç. Dr. Bilkent Ü. Siy. Bil. B.

Funda Başaran Özdemir Doç. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Gamze Yücesan-Özdemir Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.

Ali Murat Özdemir Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF Uluslar.İlişk. B.

Hülya Kendir Özdinç Dr. Akdeniz Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Hüseyin Özel Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.

Can Özen Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Suat Özeren Dr. Devlet Planlama Teşkilatı

Mustafa Öziş Gazi Ü. İİBF İktisat B.

Yasemin Özgün Yrd. Doç. Dr. Anadolu Ü., İletişim F.

Gökçer Özgür Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.

Şükran Özkan Maltepe Ü. SBE

Yalçın Özkan Araş. Gör. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.

Nurcan Özkaplan Prof. Dr. İstanbul Ü. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama M.

Aylin Özman Prof. Dr. Hacettepe Ü., Siy.Bil. Kamu Yön. B.

Emine Özmete Doç. Dr. Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F. Sosyal Hizmet B.

Gül Özsan Marmara Ü.

Seçkin Özsoy Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.

Yasemin Özuğurlu Yrd. Doç. Dr. Mersin Ü. İİBF Maliye B.

Metin Özuğurlu Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Çalış. Eko. End. İlişk. B.

Eyüp Özveren Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Murat Özveri Avukat

Adem Palabıyık Araş. Gör. Muş Alparslan Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Teoman Pamukçu Doç. Dr. ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi

Murat Papuç İstanbul Ü. SBE SBF. Uluslar. İlişk. B.

Deniz Parlak Akdeniz Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Necdet Pamir ASAM Genel koordinatörü

Deniz Pelek Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.

Mehmet Penpecioğlu Araş. Gör. ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama B.

Önder Perçin Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu

Murat Peşeli Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.

Ezgi Pınar Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Rukiye Pınar Prof. Dr. Yeditepe Ü. SBF Hemşirelik ve Sağlık Hiz. B.

Semra Purkıs Yrd. Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF İktisat B.

262 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Leyla Şimşek-Rathke Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Adem Sağır Yrd. Doç. Dr. Karabük Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Burcu Saka Araş. Gör. Çanakkale 18 Mart Ü.

Ayşe Saktanber Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.

Cenk Saraçoğlu Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.

Metin Sarfati Doç. Dr. Marmara Ü. İİBF İktisat B.

Ebru Yeşim Sargıcı Ankara Ü. SBE Çalış. Ekon. ve End. İlişk. B.

Güven Arif Sargın Doç. Dr. ODTÜ, Mimarlık B.

R. Burçin Sarıca Araş. Gör. Ufuk Ü. İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.

Meryem Samırkaş Dr. Yüzüncü Yıl Ü. İİBF İktisat B.

İpek Özkal Sayan Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Osman Savaşkan Araş. Gör. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi Enst.

Çağkan Sayın Başkent Ü. İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Ahmet Selamoğlu Prof. Dr. Kocaeli Ü. Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Özlem Sert Yrd. Doç. Dr. Hacettepe Ü. Fen Edb. F. Tarih B.

Dilek Metin-Sert Antalya Kent Müzesi

Ömür Sezgin Prof. Dr. Ankara Ü. SBF (emekli)

Fatma Sinem Siklon Kocaeli Ü. İletişim F. SBE

Gaby Straßburger Katolik Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu

Ceren Aksoy Sugiyama Araş. Gör. Ankara Ü. DTCF Antropoloji B.

Engin Sune Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.

Umut Şah İstanbul Ü. Psikoloji B.

Serdar Şahinkaya Dr. Ankara Ü. SBF

Ahmet Şahinöz Prof. Dr. Hacettepe Ü. İktisat B.

Gencay Şaylan Prof. Dr. Lefke Üniv. Kamu Yön. B.

Mustafa Şen Doç. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.

Mehmet Gürsan Şenalp Dr. Atılım Ü. İİBF İktisat B.

Nazlı Şencan Yeditepe Ü.,Eczacılık F.,Sosyal Eczacılık BD

Funda Karapehlivan Şenel Dr. Marmara Ü. Sosyoloji B.

Tarık Şengül Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Fikret Şenses Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Burcu Şentürk University of York, Siy. Bil. B.

Bilge Şentürk Araş. Gör. Muğla Ü., İİBF İktisat B.

Nalan Soyarık-Şentürk Yrd. Doç. Dr. Başkent Ü., İİBF

Yıldırım Şentürk Yrd. Doç. Dr. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Sosyoloji B.

Emine Tahsin Dr. İstanbul Üniv. İktisat F.

Bahar Araz Takay Dr. Başkent Ü. Ticari Bilimler F. Uluslar. Tic. B.

Aytül Tamer Dr. Gazi Ü. İletişim F.

İbrahim Tanyeri Prof. Dr. Hacettepe Ü. İktisat B. (emekli)

Adil Temel Doç. Dr.

Açalya Temel Ankara Ü. SBF Siy. Bil. B.

Sezai Temelli Yrd. Doç Dr. İstanbul Ü. SBF Kamu Yön. B.

Cem Terzi Prof. Dr. Dokuz Eylül Ü., Genel Cerrahi AD

26312. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Özlem Tezcek Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF

Helga Rittersberger-Tılıç Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Taner Timur Prof. Dr. Ankara Ü. SBF (emekli)

Meral Timurturkan Araş. Gör. Akdeniz Ü. Sosyoloji B.

Selma Toktaş Araş. Gör. Ankara Ü. İletişim F.

Aylin Topal Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.

Çağatay Topal Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Mehtap Tosun Araş. Gör. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Nicos Trimikliniotis PRIO Cyprus Centre

Ş. Gürçağ Tuna Yrd. Doç. Dr. Tunceli Ü. İİBF Ekonometri B.

Cem Okan Tuncel Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.

Aslı İcil Tuncer Araş. Gör. Akdeniz Ü. İletişim F.

M. Umut Tuncer Araş. Gör. Akdeniz Ü. İletişim F.

Gül İpek Tunç Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Ömer Turan İstanbul Bilgi Ü. Uluslar. İlişk. B.

Mim Sertaç Tümtaş Dr. Muğla Ü. Kamu Yön. B.

Özlem Tür Doç. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.

Oktar Türel Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B. (emekli)

Duygu Türk Araş. Gör. Ankara Ü. SBF

Mehmet Türkay Prof. Dr. Marmara İİBF İktisat B.

Mustafa Türkeş Prof. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.

Oğuz Türkyılmaz TMMOB, MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı

Nesrin Uçarlar Dr.

Ayşe Berna Uçarol Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Sosyoloji B.

Göksu Uğurlu Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.

M. Gül Uluğtekin Dr. Bilkent Ü., Eğitim F.

Umut Ulukan Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.

Özge Uluskaradağ ODTÜ, Avrupa Çalışmaları Merkezi

Betül Urhan Kocaeli Ü. Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.

İnci User Doç. Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

Ayşen Uysal Doç. Dr. Dokuz Eylül Ü., Kamu Yön. B.

Yıldırım Uysal Araş. Gör. ODTÜ, Fen-Edb. F. Sosyoloji B.

İlhan Uzgel Prof. Dr. Ankara Ü. SBF Uluslar. İlişk. B.

Erol Ülker Chicago Ü.

L. Işıl Ünal Prof. Dr. Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.

Şenil Çetin Ünlü Araş. Gör. ODTÜ Eğitim F.

Harun Ünlü Öğretmen (emekli)

Beyza Üstün Prof. Dr. Yıldız Teknik Ü. Çevre Müh. B.

İşaya Üşür Prof. Dr. Gazi Üniv. İİBF İktisat B.

Neşe Voyvoda Boğaziçi Ü. Atatürk Enst. Modern Türkiye Tarihi

Murat Yağcı Hacettepe Ü. Antropoloji ABD

Sedat Yağcıoğlu Araş. Gör. Hacettepe Ü. Sosyal Hizmet B.

Aslı Yazıcı Yakın Doç. Dr. Ankara Ü. DTCF Antropoloji B.

264 12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ 14 - 15 - 16 ARALIK 2011 ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ

Kürşat Yalçıner Gazi Ü. İİBF İşletme B.

Gülbiye Yenimahalleli Yaşar Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. Sağlık Bil. F.

Yavuz Yaşar Doç. Dr. Denver Ü. Ekonomi B.

Cem Onur Yarar Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B..

Şahinde Yavuz Doç. Dr. Karadeniz Teknik Ü. İletişim F.

Sutay Yavuz Dr. Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F. Sosyal Hizmet B.

Mehmet Yetiş Doç. Dr. Ankara Ü. SBF

Adem Yeşilyurt Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.

Erhan Yıldırım Prof. Dr. Çukurova Ü. İİBF İktisat B.

Onur Yıldırım Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.

Deniz Yıldırım Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Kamu Yön. B.

Sinan Yıldırmaz Dr. İstanbul Ü. SBF

Demet Özmen Yılmaz Dr. Ondokuz Mayıs Ü. İİBF İktisat B.

Cemil Yıldızcan Araş. Gör. Galatasaray Ü. Siy. Bil. B.

Zehra Yılmaz Ankara Ü. SBF Uluslar. İlişk. B.

Ferimah Yılmaz Yrd. Doç. Dr. Haliç Ü., SBE

M. Taki Yılmaz Sinop Ü. Eğitim F.

Koray R.Yılmaz Dr. Samsun 19 Mayıs Ü. İİBF, İktisat B.

Cengiz Yolcu Boğaziçi Ü. Fen-Edb. F. Tarih B.

Yonca Güneş Yücel Yıldız Teknik Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Programı

Mezher Yüksel Dr. Ankara Kalkınma Ajansı

Duygu Tanış Zaferoğlu ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.