Soma: Yas, öfke ve psikoloji

24
Soma: Yas, öfke ve psikoloji Sertan Batur – Aysel Kayaoğlu Soma’daki işçi katliamından sonra herkes gibi psikologların da ilgisi Soma’ya yöneldi. Katliam ve bundan sonrasında neler yapılması gerektiği ile ilgili olarak psikologlar ve psikolog örgütleri açıklamalar yaptılar ve hatta Soma’da kimi yardım projeleri başlattılar. Psikologların bu ilgisinin yanı sıra, “Soma’nın psikolojisi” ile ilgili olarak medyada profesyonel ya da amatör yorumlara da sık sık rastladık. Yaşadığımız olayın niteliği, Soma konusunda yapılan, psikolojik olanlar da dâhil olmak üzere, her yorumun siyasi anlamları olduğunu peşinen kabul etmeyi gerektirir. Soma’ya ilişkin psikolojik değerlendirme ve yorumlar, medyada ve toplumda öfke-yas gibi hem yanlış hem de güya siyasi olmayan bir ikilik üzerinden yürütülüyor. Hükümet ve yandaşları “yas tutarken” sokağa çıkanları acıyı istismar etmekle suçluyor, muhalefetse öfkenin sağaltıcı etkisine, 1

Transcript of Soma: Yas, öfke ve psikoloji

Soma: Yas, öfke ve psikoloji

Sertan Batur – Aysel Kayaoğlu

Soma’daki işçi katliamından sonra herkes gibi psikologların

da ilgisi Soma’ya yöneldi. Katliam ve bundan sonrasında

neler yapılması gerektiği ile ilgili olarak psikologlar ve

psikolog örgütleri açıklamalar yaptılar ve hatta Soma’da

kimi yardım projeleri başlattılar. Psikologların bu

ilgisinin yanı sıra, “Soma’nın psikolojisi” ile ilgili

olarak medyada profesyonel ya da amatör yorumlara da sık

sık rastladık.

Yaşadığımız olayın niteliği, Soma konusunda yapılan,

psikolojik olanlar da dâhil olmak üzere, her yorumun siyasi

anlamları olduğunu peşinen kabul etmeyi gerektirir. Soma’ya

ilişkin psikolojik değerlendirme ve yorumlar, medyada ve

toplumda öfke-yas gibi hem yanlış hem de güya siyasi

olmayan bir ikilik üzerinden yürütülüyor. Hükümet ve

yandaşları “yas tutarken” sokağa çıkanları acıyı istismar

etmekle suçluyor, muhalefetse öfkenin sağaltıcı etkisine,

1

öfkenin yaşanmasına izin verilmesi gerektiğine vurgu

yapıyor.

Bu yazı böylesine rahatlıkla ve yaygınca kullanılan

psikolojik terimlerin politik içeriklerini ve

eleştirel/özgürleşmeci bir psikolojiden yana psikologların

bu süreçte nasıl konumlanabileceklerini tartışıyor.

Psikoloji içindeki tartışmalara uzak okuyucuya bir giriş

olması için, bu metnin yazarlarının yaygın psikoloji

eğitiminde sıkça ileri sürüldüğü gibi psikolojiyi bir doğa

bilimi olarak görmediğini belirtelim. Psikoloji dış dünyada

bizden bağımsız olarak bulunan gerçekliği parça parça çözen

ve böylece bir yap-bozun parçalarını tamamlamaya çalışan

bir bilim dalı değildir. Diğer sosyal bilimler gibi

psikoloji de çalışma nesnesini verili bulmaz. Onu belirli

bir biçimde inşa etmek zorundadır. Bu inşa süreci,

rastgele değil, bilim tarihi ve bilim sosyolojisi

çerçevesinde kavranabilecek toplum ve insana dair ön

kabullerin edinilmesi, tek tek bilim insanları farkında

olsun ya da olmasın bu ön kabullerin üzerine temellenen

kavram ve teorilerin üretilmesiyle gerçekleşir. Buradan2

hareketle, günümüzde psikolojide kullanılan kavram ve

teorilerin belirli bir insan doğası ve ideal toplum

tasarımından hareket ettiğini söyleyebiliriz. Hâlihazırda

psikolojide hegemonik olan insan tasarımı, toplumla

bağlantısı teorik düzeyde kurulamamış, kendinden menkul bir

birey anlayışına dayanır. Bu insan tasarımı dolayısıyla

psikolojik süreçler birey içi süreçlere indirgenerek

anlaşılır ve bu süreçlerin tarihsel, toplumsal ve politik

olanla ilişkisi kurulamaz ya da zaten verili anlayış gereği

bu ilişkiler psikolojinin bireyine içkin değildir, sonradan

dışsal olarak kurulması gerekir. “Dışarıdaki” yaşama

“içerideki” psikolojik süreçlerle tepki veren bu birey

tasarımı sayesinde, insanlar tarihsel olarak kâh toplumsal

güçlerin kurbanı olarak görülür ve öznelikleri yadsınır,

kâh toplumsal olanın sınırlarının üzerinde seçimler

yapabilen, irade timsaline dönüşürler ve ne idüğü belli

olmayan bir özgürlük yanılsamasıyla yaşamaya ikna edilmek

istenirler. İster kurban, ister şişirilmiş öznelik olsun

her durumda tarihsel olarak aldığımız özne konumlarının

toplumsal ve politik olana nasıl içkin olduğu ve her

3

halükarda statükoyu sürdürecek bireysel ideolojilerin

buradan nasıl türetildiği tartışma dışı bırakılır. Daha

önemlisi nesnel bilim yapmak adına, bu bireyi üretme

sürecinin bizatihi bu statükonun bir parçası olduğu gerçeği

ıskalanır. Birey ve toplum arasındaki diyalektiğin bu

şekilde kopartılması, toplumsal ve politik olanı

psikolojikleştirir ve tartışmayı toplumsal düzlemden

bireysel düzleme çeker. Üretim kaynağının batı, beyaz,

erkek ve burjuva olduğu bu birey modellerinin, evrensel

olduğu zannıyla sınıf çelişkilerinin ve bilumum ezilmelerin

üzerini nasıl örtmüş olduğu da konuşulmaz.

Eleştirel/özgürleşmeci psikoloji yaklaşımlarının ilk adımı

ise bu süreci tersinden işletmek, psikolojinin toplumsal ve

politik içeriği görünmez hale getirilmiş olan kavramlarının

bu içeriklerini ortaya koymak ve toplumsal süreçleri kendi

dinamikleri içinde, onları psikolojikleştirmeden açıklamaya

çalışmaktır. Çünkü toplumsal süreçlerin

psikolojikleştirilmesi bizim bu süreçleri doğru anlamamızı

ve doğru toplumsal ve politik müdahaleler yapmamızı

engeller. Bunun yerine bizi bireyi toplumdan soyutlayarak

4

ele almaya yönlendirir. Psikolojik sorunların çözümü için

bireyi toplumu değil önce kendini “düzeltmesi” gerektiğine

ikna etmeye çalışır ve her bireyin ister istemez içinde

yaşadığı toplum içinde aktif ya da pasif olarak politik bir

özne olduğu gerçeğini göz ardı eder.

Psikolojinin bilgi üretme süreçlerine ilişkin bu temel

noktalar göz önünde tutulmadan yaygın bir şekilde

kullanılan psikolojik kavramları kendi toplumsal

bağlamlarına yerleştirmek mümkün değildir. Sonuçta travma,

yas ya da öfke gibi son günlerde sıkça duyduğumuz

kavramların da siyasi anlamları vardır. Dolayısıyla bu

kavramları kullanıp, bu kavramlar çerçevesinde insanlara

“yardım etmeye” çalışmak yerine öncelikle bu kavramların bu

siyasi anlamlarını çözümlemek ilk adım olarak görünüyor.

Çünkü toplumsal gerçekliğe uymayan kavramlarla insanlara

yardım etmek ve kendi “uzman” konumunuz sayesinde onları

böylesi bir toplumsal gerçeklik tasarımına ikna etmek

istediğinizde onlara aslında kendi çıkarlarını görmelerini

zorlaştıracak bir ideoloji sunmuş olursunuz. Böylece

insanların eylem olanaklarını genişletmek yerine daraltır,

5

onları sistemin devamını tehdit etmeyecek bireysel çıkış

yolları arayışında kaybolup gitmeye ikna etmiş olursunuz.

Böylece hem “yardım etme” çabası tersine dönerek insanlara

istemeden zarar vermenize yol açar, hem de aslında

yüklenmek istemediğiniz bir işlevi, mevcut sömürü ve

iktidar ilişkileri zarar görmeden kapitalist toplumun

devamına yardım etme işlevini yerine getirmiş olursunuz.

Travma

Psikologların çoğunun Soma’daki katliama yaklaşımı esas

olarak travma kavramı üzerinden şekilleniyor. Yaşanan

travmanın etkilerinin azaltılması ile katliamdan

kurtulanlar, onların yakınları ve kurtarma çalışmalarında

yer alanlara yönelik yeni ve ikincil travmaların

yaşanmasının engellenmesi mevcut psikolojik çalışmanın ana

eksenini oluşturuyor. Ayrıca psikologlar, toplumun ve

medyanın muhtemel psikolojik sonuçlar hakkında

bilgilendirilmesi, çocukların süreci en az etkiyle

atlatması için nelere dikkat edilmesi gerektiğine dair

açıklamaların yapılması gibi eğitsel bir faaliyet de

yürütüyorlar.6

Soma katliamı gibi olaylarda “travma” yaklaşımı, olguya

ilişkin psikolojik bakışı o kadar egemenliği altına alıyor

ki, travma çerçevesi içinde bazı bakış farklılıkları

ortaya çıkabilse ve bunlar tartışılabilse bile, bu bakışın

dışına çıkmak ve böylelikle bu tür durumlarda, travma

söylemi dışında bir dil kurup sürece buradan müdahale etmek

neredeyse imkânsız hale geliyor. Somaya psikolojik yardım

için giden ya da bundan sonra gidecek psikologların kişisel

iyi niyetlerinden bağımsız olarak, “travma” yaklaşımının,

Soma’daki katliamı anlamak için nasıl bir çerçeve

oluşturduğunu irdelemek ve bu yaklaşımın (niyetlenilmeyen)

siyasi sonuçlarını ortaya sermek bu yüzden çok öncelikli

bir hal aldı. Peki, Soma katliamı söz konusu olduğunda

travma yaklaşımı bize nasıl bir anlama çerçevesi kuruyor ve

daha önemlisi böyle bir çerçeveyi kurmak neye mal oluyor?

Aslen tıbbi bir terim olan travma, sadece terim düzeyinde

değil, ilgili toplumsal olgunun kendisini tıbbi bir

kategori haline getirerek ve böylece anlayış düzeyinde de

bir tıbbileştirme yaparak toplumsal ve politik olana

müdahale ediyor. Yakın zamanlarda neyin travma olduğu

7

tartışmaya açılsa da, genel olarak mesleğin profesyonelleri

hangi bireysel/toplumsal durum veya olayların travma olarak

nitelenebileceğine dair oldukça net bir kategorileştirme

yapabiliyorlar. Bu, travmatik durumlarda gereken yardımı

tanımlamak, gerekli araçları oluşturmak için profesyonel

aklın kendi mantığı içinde kaçınılmaz bir başlangıç

noktası. Ancak, gene tek tek uzmanların niyetlerinden

bağımsız olarak, daha bu ilk adımda tıp açısından

potansiyel “hasta” ve kapitalizm açısından potansiyel

“müşteri” kitlesinin profili belirlenmiş oluyor.

Psikiyatrinin tanı kategorilerinden biri olarak travma,

hatırı sayılır bir ölçekte kendi endüstrisini de yaratmış

oluyor. Bir kez neyin travma olduğuna karar veren

profesyoneller, travma olarak etiketledikleri olayın

“mağdurlarında” “semptom” aramaya başlıyor. Ve aramaya

başlayınca da“semptom” bulunabiliyor. Hatta semptom

üretmeyen mağdur, bu kez de inkâr eden mağdur oluyor ve

gene psikiyatri ve psikolojinin tanı kategorisinden

kaçamıyor. Kısaca psikologlar, kendilerinin travmatik

olarak tanımladıkları bir sürece verilen tepkilerin hepsini

8

travmaya verilmiş tepkiler olarak yorumluyorlar. Böylece,

bizatihi bu profesyonel sürecin “kendini doğrulayan

kehanet” olarak işlemesi gayet mümkün hale geliyor.

Bunun bir adım sonrasında, bir kez “travma” denilen

profesyonel kodlarla düşünmeye başlayınca, Soma’da olduğu

gibi, insanların katliama verdiği tepkiler “semptomlar”

biçiminde soyutlanıyor ve eldeki tıbbi model gereğince bu

“semptomların” tedavisine odaklanılıyor. Ama belki daha

önemli mesele, bu tıbbi modelin neyi yaptığı değil,

yaptıklarıyla neleri görünmez kıldığı. Kişinin ya da

kişilerin yaşadığı olaylara verdikleri tepkiler “semptom”

olarak soyutlanınca, bu tepkilerin kişi veya grupların

toplumla kurdukları özgün ilişkilerin birer tezahürü

olduğu, sadece ve sadece bu özgül sosyal bağlam içinde

anlanabilecekleri gerçeği görmezden geliniyor.

Kişisel/kolektif varoluşun bütünselliğini es geçip,

onu/onları semptomlara indirgeme gibi psikolojik analiz ve

müdahale açısından vahim olan bu yaklaşımın

ideolojik/politik sonucu da aynı derecede vahimdir. Eğer

profesyonel olarak siz “travma” olarak adlandırdığınız her

9

durumda, semptomlara ve semptomların tedavisine

odaklanırsanız, travma olarak nitelediğiniz tüm olayları ve

bunlara verilen tüm tepkileri de eşitlemiş olursunuz.

Böylece bireylerin ya da kolektivitelerin devlet şiddetine,

Soma’da olduğu gibi kapitalizmin kâr eğilimine ya da doğal

bir afete verdikleri tepkiler arasında da bir ayrım

kalmamış oluyor. İnsan, olumsuz yaşantıya hep aynı türde

pasif tepkiler veren bir organizmaya indirgenmiş oluyor.

Böylece insanın yaşantılarını aktif bir şekilde

anlamlandırdığı, onlarla kendi toplumsal varoluşu

(sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel vs. konumu)

çerçevesinde aktif bir şekilde ilişki kurarak eylemde

bulunduğu yadsınmış oluyor.

Bu anlamlandırma süreçleri ve eylem olanakları toplumsal

ilişkiler içinde, onların sonucu olarak ortaya çıkarlar ve

yine toplumsal ilişkilerin değiştirilmesinin nüvelerini de

içlerinde barındırırlar. Bu yüzden insanların yaşadıkları

“semptomlara” odaklanmak yerine, insanların yaşadıklarını

nasıl anlamlandırdıklarını, bu anlamlandırma sürecinin

hangi temellendirmeler üzerinde şekillendiğini ve ne tür

10

alternatif eylem olanaklarına sahip olduklarını anlamak,

yani “semptomları” yaşayan insanlara kendi toplumsal

bütünlükleri içinde odaklanmak gerekiyor. Katliamı nasıl

anlamlandırdığımız, onu kaza veya kader olarak mı, bir

ihmalin sonucu olarak mı, mevcut üretim ilişkilerinin

kaçınılmazlığı olarak mı ya da başka bir şekilde mi

gördüğümüz, bizim hangi eylem olanaklarını kullanacağımızı

belirler. Bu eylemlerin hangilerinin bizim nesnel

çıkarlarımıza denk düştüğü, bizi içinde bulunduğumuz

bağımlılık ilişkilerinden ve onları haklılaştıran, ya da

önemsizleştiren ideolojilerden kurtarmaya hangilerinin daha

uygun olduğunun çözümlenmesi özgürleştirici bir psikoloji

yaklaşımı için ilk adımı teşkil ediyor. Travma yaklaşımı

ise öznenin yaşadığı acıyla kurduğu ilişkiyi “semptomlara”

indirgiyor ve aslında toplumsal olanı bireysel alana

hapsetmiş oluyor. Bu yaklaşımın politik imaları toplumsal

yapının değiştirilemez olduğu ve değişimin ancak bireylerin

bu toplumsal yapıyı algılayış biçimlerinde

gerçekleşebileceğine dair “topluma uyum sağlama”

ideolojisiyle ilişki içinde düşünülmeli. Oysa insanlar

11

yaşadıkları acıyı azaltmak ve benzer acılar yaşamamak için,

kendilerinin bu toplumsal ilişkilere hangi maddi ve

ideolojik bağlarla bağımlı olduklarını saptayabilirler, bu

toplumsal ilişkileri değiştirmek için mücadeleye

girişebilirler ve kazandıkları bu politik özne pozisyonu

onların bireysel düzlemde yaşadıkları zorlanmalar ve

sıkıntılar üzerinde de etkili olabilir.

Yas ve Öfke

Diğer yandan medyada yas ve öfke kavramları üzerinden bir

tartışmaya tanık oluyoruz. Hükümet “ulusal yas” ilan

ediyor. Peki, bu “ulusal yas” ne anlama geliyor? Eğer

psikolojik olarak yas kayıpla ilgili bir terimse sormamız

gereken şey “ulusun” neyi kaybetmiş olduğu. Madende

ölenlerin yakınlarının kaybı oldukça nesnel olarak

görülebilirken, facebook profiline “yas tutuyoruz”

yazmaktan başka madencilerle ilişkisi olmayan insanların

neyi kaybettikleri tartışılmayı gerektiriyor. Eğer

gerçekten herkesin yas tutmasına yol açan nesnel bir kayıp

varsa, bu kayıp toplumsal sınıfların ve çelişkilerin

üzerinde herkeste eşit olan bir kayıp mıdır? Yoksa12

muhafazakârların bazı duyguların “milletçe” yaşanmasını bu

kadar çok istemelerinin siyasi bir anlamı mı var? Çünkü

ölene üzülmekte ortaklaşılan zemin bir anda işçiyi de,

küçük burjuvayı da, siyasetçiyi ve patronu da

bütünleştiriyor. Soma’daki işçilerin ölümü karşısında her

gün ölüm riskiyle çalışan tersane ya da inşaat işçisinin

duyguları ile Kayseri’deki lokanta sahibinin, İstanbul’daki

ulusalcı öğrencinin ya da Ankara’daki muhafazakâr

siyasetçinin duyguları arasında bir fark kalmıyor. “Ulusal

yas” söylemi böylece toplumsal çelişkileri görünmez kılmaya

ve sınıf savaşımında ısrar edenlerin meşruiyetini

tartışılır hale getirmeye yarıyor. Sonuçta “yas” tutabilen

bir toplum psikolojik bir bütün, bir organizmadır ve bu

bütünlüğün bozulmasını sağlayacak eylemlerde bulunanlar da

bu organizmanın yaşamasına karşı çıkan, dolayısıyla

organizmanın dışına atılması gereken unsurlardır. Toplumun

toplum olarak bir ruh hali sergileyebileceğini söyleyen bu

organizmacı teori kolaylıkla anlaşılacağı üzere bir yandan

da otoriter yönetimleri de meşrulaştırır.

13

Tabii ki toplumun her kesiminden insanın madencilerin

ölümüne üzülmüş oldukları bir gerçek. Burada sorun bu

üzülme halinin üzülen kişilerin nesnel toplumsal

varlıklarından kopartılmış, soyut bir kavrama

dönüştürülmesi. Oysa duyguları ve diğer psikolojik

durumları, onları yaşayan kişilerden ve onların toplumsal

ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Öyleyse herkeste ortak

olan tek bir “yas” duygusundan değil, aynı katliama yönelik

benzerlikleri olsa da, birbirinden farklı tepkiler veren

insanlardan bahsediyoruz. Bu insanlar arasında iktidar ve

üretim ilişkilerinin çelişkileri aynı şeye üzülürlerken de

ortadan kalkmıyor. Üstelik toplumsal çelişkiler sadece

iktidar ve muhalefet arasında da değil. Muhalefet çelişkili

bir blok ve toplumsal yaşamı anlamak için bu çelişkilerin

çözümlenmesi, toplumsal yaşamın köklü bir şekilde değişmesi

için de bu çelişkilerin çözülmesi gerekiyor. İster “ulusal”

ister “toplumsal” yas adını verelim, bu çelişkilerin

üzerini örten soyutlamalardan kaçınmak gerek.

Benzer bir soyutlama yas ve öfkenin karşı karşıya

getirilişinde de yapılıyor. Soma katliamı haber

14

bültenlerine ulaştığı andan itibaren hükümet ve karşıtları

arasında yas ve öfke üzerine kurulan siyasi bir hesaplaşma

yaşandı. İktidar, protestoları “ölüler üzerinden siyaset

yapmak” ve “ölü sevicilik” suçlamasıyla itibarsızlaştırmaya

çalıştı. Oysa yas ve öfkenin birbirini dışlaması

gerekmediği apaçık ortada olmasına rağmen iktidarın bu

itibarsızlaştırma stratejisine karşı etkili argüman

üretilemedi.

Hükümet yası, kayıplara saygı duymanın bir gereği olarak

susulması gereken, acıyı sessiz bir tevekkülle paylaşmamız

gereken bir süreç olarak okudu ve tam da buna yönelik bir

algı yönetimi gerçekleştirdi. Bu algı yönetimi “ölüm bu

işin fıtratında var”la başlayıp, pratikte tüm camilerde

hutbe okutmayla ve Somaya sağlık biriminden çok daha fazla

din adamı gönderilmesiyle devam etti. Yasa ilişkin kültürel

geleneklerin de, bu ölümlerin “sıradan” ölümler olmadığı

gerçeğini atlayarak, bu söyleme sessiz payanda olduğunu

söylemek mümkün. Ancak bu otoriter-muhafazakâr algı

çerçevesi kurulunca, protestocuları şeytanlaştırmak mümkün

hale geldi. Oysa en kaba psikolojik bilgi bile, ecelle

15

gelen ölümde dâhi öfkenin yas sürecinin doğal bir parçası

olduğunu söyler. Ama öfkenin çok meşru bir biçimde yas

sürecine içkin duygu olarak okunması, iktidarın argümanını

baş aşağı çevirirken, bir ve aynı zamanda, kaybın

niteliğine bakmaksızın yası standart bir süreç olarak

okumamıza yol açar ve Somalıların öfkesinin ayırt

ediciliğini ortadan kaldırır. Bu ise Somadaki öfkenin

politik potansiyellerinin bir çırpıda gözden çıkarılması

anlamına gelir. Öyleyse, yası ve öfkeyi soyut psikolojik

yaşantı kategorileri olarak kavramaktan, yani

psikolojikleştirmekten uzak durarak, verili özgül sosyal ve

politik bağlamın bütünselliği içinde analiz etmenin yolunu

bulmalıyız.

Böyle bir analize belki de Soma’da görülür hale gelen

öfkenin, katliamdan sonra ortaya çıktığı fikrine şüpheyle

bakarak başlayabiliriz. Madencilerin ifadelerine göre,

işçilerin çoğu çalışma koşullarının can güvenliğini hiçe

saydığının en başından beri pekâlâ farkındaymışlar. Düşük

ücrete, kötü ve sağlığa aykırı koşullarda, güvencesiz ve

can güvenliği riski altında çalışmanın, sürekli köşeye

16

sıkışmışlık duygusuyla yaşamanın hiçbir öfkeye yol

açmadığını, ancak bu koşulların sonucu olarak ölümler

olduğunda öfkenin birden bire ortaya çıktığını düşünmek

için bir nedenimiz yok. Ancak öfkenin katliama kadar sistem

tarafından soğurulduğunu varsayabiliriz. Katliamla birlikte

görünür hale gelen öfkenin farkı, yas yaşantısına yol

açtığı düşünülen öznenin yani hükümetin ve kimi sendika

yöneticileriyle bürokratların bu öfkenin hedefi haline

gelmesidir. Halk öfkesini bu defa siyasi iktidara,

patronlara ve sendika yöneticilerine yöneltiyor. Bu öfkeyi

hayatı sürekli olarak başkaları tarafından belirlenen,

başkalarının kâr hırslarının önemsiz birer nesnesi, üretim

sürecinin değiştirilebilir bir parçası olarak yaşayan

insanların ölümlere yol açtığına inandıkları öznenin

karşısına politik bir özne olarak çıkmasının ifadesi olarak

görmek mümkün. İşçiler bu defa öfkeleriyle birlikte hem

katliamın, hem de yıllardır içinde yaşadıkları koşulların

sorumlusu olarak gördükleri siyasilerden, sendika

yöneticilerine kadar bir dizi sorumlunun karşısına

çıktılar. Baskı ve korkutma çabalarına rağmen, yaşam ve

17

çalışma koşulları ile ilgili olarak bu defa sözü siyasilere

ya da sendika bürokratlarına devretmeyip, kendi adlarına

kendileri konuşmaya başladılar. Böylece kendilerini içinde

bulundukları durumdan kurtarmak adına içinde yaşadıkları

toplumsal ilişkiler bütününe doğrudan müdahale ederek bir

siyasi özne olarak gündeme oturdular. İşçilerin bir

kısmının sendikalarından ayrılarak DİSK’e geçmeleri, baskı

ve korku politikalarının etkisinin ancak geçici olduğuna,

ama mevcut sistemin devamı için işçilerin rızasını sağlayan

meşruiyet temellerinin yerinden oynadığına dair önemli bir

ipucu.

Sorumlular

Aktif siyasi bir özneye dönüşen işçiler sınıf savaşımındaki

deneyimsizlikleriyle karşılarında soyut bir “sistem” değil

eşit düzeyde kapışabilecekleri somut özneler arıyorlar. Bu

noktada da hükümetin sözcülüğünde neoliberal sistem bu

talebi karşılayabilecek durumda. Bir iki şirket yöneticisi,

birkaç bürokrat ve hatta gerekirse iki tane bakanı feda

etmek, yani işçilere ve ölen işçilerin yakınlarına

yaşadıkları şeyler için sorumlu bulmak hükümetin ve onun18

arkasındaki sermaye çevrelerinin gerektiğinde

yapabilecekleri bir şey. Bu durumda “sorumlular hesap

versin” talebi, eğer retorik bir talep değilse, katliamdan

bir bütün olarak neoliberal sistemin değil de, o sistem

içindeki birkaç unsurun sorumlu olduğunu kabul etmek ve

düzenin yeniden tesisini, yani işçilerin yatıştırılmasını

da talep etmek anlamına geliyor. Tabii ki sorumluların

hesap vermesi talebi hükümetin meseleyi nasıl hasıraltı

etmeye çalıştığını açıkça ortaya koyduğu için politik bir

işleve sahip. Hükümetin hiçbir kurban vermek istemeyen

otoriter tavrına karşı bu talep bir yandan hükümeti adım

atmaya zorluyorsa da, bir yandan da oldukça liberal bir

zemin üzerinde, “sorunu sistem içi çözelim” çağrısı da

yapıyor. Sorumlunun şu ya da bu kişi değil, bir bütün

olarak kapitalist sistem olduğunu, Batı Avrupa ülkelerinde

bu tür kazalar daha az görülüyorsa, bunun nedeninin

kapitalizmin gelişmişlik düzeyi ile değil, işçilerin

örgütlenme düzeyi ve mücadele potansiyeli ile ilişkili

olduğunu da bu talebin yanına mutlaka eklemek gerekiyor.

Zaten devrimci siyaset bunu yapıyor. Ancak psikologların

19

zaman zaman dillendirdikleri “sorumlular cezalandırılmazsa

yaralar sarılmayacak” yolundaki tespitinde işin bu kısmı

atlanıyor ve sorunun çözümü olarak “sorumluların”

cezalandırıldığı, yaraların sarıldığı, ama üretim ve

iktidar ilişkilerinin kaldığı yerden devam ettikleri daha

az vahşi bir kapitalizm gösteriliyor. Kimi psikologların

açıklamalarında Soma’da “adalet duygusunun” zedelendiğine

vurgu yapmasını da bu liberal paradigma çerçevesinde görmek

gerek. Ana akım psikolojinin üzerinde durduğu liberal

zeminin bundan ötesine izin vermemesinden dolayı, aslında

siyasal olarak kendini liberalizmin çok daha solunda

tanımlayan birçok psikolog, böylece işçilerin ve işçi

ailelerinin acılarının azaltılması için mücadele verirken,

onların yeniden, içinde yaşadıkları kapitalist düzenin

“adaletli” olabileceği illüzyonuna kapılmalarını talep

etmiş oluyor.

Eleştirel Psikoloji

Eleştirel/özgürlükçü bir psikoloji pratiği tam da bu

noktada işçilerin aktif bir siyasi özneye dönüşmelerini

çalışmasının merkezine koymalı. Öncelikle işçilerin ve işçi20

yakınlarının öfkesinin yeri geldiğinde iktidarı olağanüstü

hal tedbirleri almaya yönlendirdiğini, bu öfkenin sistemin

köşe başlarını tutmuş herkesi korkuya düşürdüğünü unutmamak

gerek. Madencinin sadece kayıplarına ağlamaktan ve

travmatize olmaktan başka kaderi olmayan edilgin bir varlık

değil, aynı zamanda hem kendi hem de bütün bir toplumsal

yaşamı köklü bir şekilde değiştirebilme potansiyeli taşıyan

bir özne olduğunu kabul ve ifade etmek gerekiyor. Ayrıca

işçilerin aktif siyasi öznelere dönüşmesi süreci ilk defa

yaşanmıyor. Son yıllarda giderek artan fabrika işgalleri ve

Tekel direnişi gibi direnişler, (eğer bu özneleşme sürecini

soyutlanmış bireysel düzlemde ele almazlarsa) psikologlara

özgürleşme süreçleri ile ilgili bir dizi deneyim sunuyor.

Bu deneyimleri çözümlemek, bu deneyimlerden hareketle kimi

çıkarımlara varmak ve bu çıkarımları politik

mücadelelerinde işçilerin hizmetine sunmak gerekiyor.

Bu işin teorik çalışmayla ilgili kısmı. Peki ama katliam

bölgesine giden psikolog ne yapacak? Acı yaşayan insana

destek olmayacak mı? Bu sorunun cevabı destek olmaktan ne

anladığımıza bağlı. Aslında öngörülenin aksine henüz

21

madenden ölüler çıkartılırken psikologların ölenlerin

yakınlarına büyük yardımlarda bulunabilmeleri çok mümkün

değil. Bu yardımın niteliği ancak kimi durumlarda ölüm

haberlerinin çocuklara verilmesinde yardımcı olmak,

çocukların mümkün mertebe ölülerden uzak tutulmasını

sağlamaya çalışmak ya da çocukları farklı projelerle meşgul

etmek ve kaygılarını azaltmaya çalışmanın pek de ötesine

geçemiyor. Psikologların geride kalanlara yardımı aslında

bu ilk sürecin sonrasında mümkün olabilir. Ancak bu

yardımın gerçekleşmesi psikolojinin yukarıda bahsettiğimiz

kavramsallaştırmalarının ötesine geçebilmeleriyle mümkün.

Psikologların öncelikle insanların hissettikleri,

yaşadıkları, düşündükleri şeylerin neler olduğunu onlardan

daha iyi bildiğini iddia eden “uzman” tavrından uzak

durmaları gerekiyor. İnsanların kendi yaşadıkları ve

hissettikleri ile ilgili kendi açıklamaları ve kendi

temellendirmeleri var. Öncelikle bu açıklamaları, bu

temellendirmeleri öğrenmek, anlamak ve insanların

yaşantısını bizim onların yaşıyor olmaları gerektiğine

inandığımız semptomları arayarak değil, kendi bütünlüğü ve

22

gerçekliği içinde anlamaya çalışmak gerekiyor. Bunu

yaparken de “acıları dindiren” uyuşturucu işlevini

üstlenmemek gerek. Başkalarının yaşantısının uzmanı ve

“anormal” bir hali, yani “semptomları” tedavi eden steril

bir profesyonel olarak değil, kendi birikimi ve deneyimleri

olan ve bu deneyimleri başkalarıyla paylaşmaya ve o

başkalarının deneyimlerinden kendisi ile ilgili sonuç

çıkartmaya hazır “eşitler” olarak insanlarla ilişki kurmak

özgürlükçü bir pratiğin ilk adımı. Yaygın psikolojinin

toplumsal sorunlardaki elitist konumlanışını bu şekilde

reddettiğinizde pratik uygulamada da yaratıcı olmak,

geleneksel psikolojinin steril terapi odasının dışına

çıkabilmek gerekiyor.

Bu steril profesyonel pozisyonunun reddi, işçilerin

mücadelesinde taraf olmayı ve bu taraflılığı ifade etmeyi

de içinde barındırır. Çünkü psikologlar da herkes gibi

yaşadıkları toplumda politik birer öznedirler ve bu

özneliği kabul ederek aktif bir şekilde toplumsal hayata

müdahalede bulunmaları kendi yaşam koşullarını

değiştirmeleri ile ilgilidir. Kendilerinin toplumsal üretim

23

ve iktidar ilişkilerinin neresinde durduklarını

tartıştıklarında, psikologlar ister istemez kullandıkları

teori ve kavramsallaştırmaların mevcut ilişkileri nasıl

yeniden ürettiği sorusuyla yüzleşmek durumunda

kalacaklardır. Günümüz toplumuna ve toplumsal mücadelelere

açıklık getirme ve mevcut iktidar ilişkilerini

psikolojikleştirerek üstünü örtmek yerine onları ifşa etme

yeteneğine sahip kavramsallaştırmalar ancak bu adımdan

sonra geliştirilebilir. Ama bunun için psikologların

eleştirel psikolojinin çağrılarına kulak verip, meseleye

psikolojinin toplumsal eleştirisi ile başlamaları

gerekiyor.

24