\"Orta Sınıfın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.\"
Transcript of \"Orta Sınıfın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.\"
1
Orta Sınıfın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti
Aslı Güneş
“İnsanın aklında kalmıyor ki: eşya akıp geçiyor” diyordu Tutunamayanlar’ın Turgut Özben’i,
evli, iki çocuk babası bir mühendis olarak sığındığı küçük burjuva salonunda zamanın eşyaya
göre aktığını fark ederek. Zaman, küçük burjuva salonlarında eşyanın hareketine göre
ölçülüyordu:
Altı parke cilalanması geçti. Yok o kadar değildi. İki yıkama-yağlama olacak.
Daha fazla, daha fazla. En az dört salonşeklinideğiştirme oldu. Durun bakayım:
bir hesap edeyim. Bir katsatınalma, altı evdeğiştirme eder. Ayrıca, iki
yatakodası-çalışmaodası değiştirmesi daha var. Evet, tam üç perdeyıkama
ediyor. (Atay, 1985, s. 300)
Eşyanın eskimesi, yenilenmesiydi eviçlerine hareket getiren. Görünen o ki eşya mülk
edinmişti insanı ve bu durum Turgut Özben’i çok sıkıyordu. Dantel örtülerle kaplı orta sınıf
tapınakları ihtimaldir ki, Turgut Özben’in tedirgin ruhunun huzurunu iyice kaçırıyordu.
Turgut Özben de, Tehlikeli Oyunlar’ın Hüsamettin Albay’ı da Mütercim Arif gibi
düşünmüyor muydu sanki: “İnsan mevcudiyetinin eşyaya ihtiyacı yoktu; fakat eşyanın ademi
mevcudiyeti halinde, insan mevcudiyeti ve fikriyatı da tehlikeye giriyordu” (Atay, 1984,
s.295). Varoluşun eşyaya bağlı olması, nesnelerin büyülü anlamlar kazandığı bir dünyada
iyice çaresiz hissettiriyordu insanı. İnsanlar oluk oluk akıyorlardı, şehrin merkezlerinde,
nesnelerin ve eşyaların kalbine. Ankara’nın orta sınıf ahalisini de Yenişehir’de bir öğle vakti
toplayan saik de buydu işte: Varoluşuna bir gerekçe aramak, eşyaların mevcudiyetinde vücut
bulmak.
2
Sevgi Soysal, birbirinden kopuk, bağlantısız ve dolayısıyla dağınık bir görüntü veren
bölümlerden oluşan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni bir roman haline getirememiş miydi?
Yoksa bu dağınıklık, Yenişehir’de bir öğle vakti bir araya gelen kalabalığın ilişkiselliğinde
ilerleyen anlatının zorunlu bir dağınıklığı mıydı?
Kentin merkezine doğru ilerleyen insanlar için ortak çekim merkezleri vardır: “Kızılay
semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik” (Soysal, 2008,
s. 13) ve müşterilerin, gizemini çözmeye çalışırcasına dokundukları eşyalarla dolu Büyük
Mağaza. Öyleyse bir öğle vakti Yenişehir’e akan kalabalığın profili hakkında ipucu bulmak
kolay olacaktır:
Eve alınması mutlaka “gereken” eşya için karılarına surat asmaktan
usanmış kocaları, ev ihtiyaçlarını hayatın merkezi sanan dar görüşlü ev
kadınlarını, ev eşyalarında hiç bıkmadan yenilik ve değişiklik yaparak
hayatlarını renklendirdiklerini sanan ve belki de hayatlarında sadece bu
alanda ilerleyen aileleri, yeni kuracakları yuvayı döşemekten anlaşılmaz
bir tat çıkaran nişanlıları, kafeslerine delice meraklı, kafesleri için
durmadan para ve emek tüketen tutsak kuşları[…] (Soysal, 2008, s. 14)
ağırlıyordu Yenişehir. Caddelerini dolduran kalabalık yüzünden, birbirine değen ve değmeyen
öykülerin, kent kalabalıkların kesintili, bir sona varmayan karşılaşmalarının, sonrası takip
edilemeyen hayat öykülerinin fragmantal anlatımında ortaya çıkacaktır Yenişehir’in romanı.
1970lerin Ankarası’nda gördüğü manzaradan sıkıldığını pek de saklamayan Anlatıcı, sokağa
Balzacvari bir bakışla bakmaktadır. Balzac’ın “gözün gastronomisi” dediği, modern kamusal
hayatın görsel hali, Yenişehir’in Anlatıcısı’na giyim kuşamdan, kamusal davranışlardan kentli
orta sınıf tiplemeleri çıkarma şansını vermiştir. Bir öğlen vakti ile sınırladığı an’ın ve
vitrinlerin, markaların, fast food dükkânlarının sarmalında giderek anonimleşen öykülerin
anlatıcısıdır o. Daha fazlasını vaat etmeyecektir okura. O zavallı, sıkıştırılmış an’ın içerisine
3
hapsettiği insanların zavallılığı, çaresizliği büyük ve ihtişamlı hikâyelerin yokluğunda daha da
belirgin olsun diyedir belki bu. Her yeri kaplayan bir aynılık içerisinde tek tek bireyleri değil,
eskinin küçük burjuvasını, şimdinin meşhur orta sınıfını bir bakışta bulup çıkarmak kolay
olsun diyedir, hep aynı mekânda dönüp duran öyküler.
Piknik’ten İnsan Manzaraları
Anlatıcı’nın kamerası o yılların fast food lokantası Piknik’in masalarını dolaşır birer birer.
Kravatlı erkekler, saçları sarıya boyalı kadınlar; yarı Türkçe yarı İngilizce konuşmalar…
Başkentin orta yerine açılan bu fast food dükkânı, yeniliğe susayan orta sınıfın yeni
mabetlerinden biri olmuştur.
Sandviççi tıklım tıklımdı. Hardallı, sosisli, peynirli, sucuklu tost, ayran; bütün
bu alışılmış, her sandviççide, hiçbir yenilik, değişiklik gereği duyulmadan
sunulan gıdaları yemekten usanmıyordu kimse. Sandviç yemek kendi başına
bir değişiklik, yenilikti çoklarınca. (Soysal, 2008, s. 24)
Piknik’te bir öğlen arası, Yenişehir’i dolduran kitsch duygusundan nasibini almıştır. Büyük
Mağaza’nın tezgâhtarı Ahmet de açgözlü müşterilerinden kurtulup bir an evvel kendini öğlen
arasında Piknik’e atmak istemektedir. Çalıştığı mağazadan aldığı maaşı Adamo Mağazası’na
yatıran Ahmet, Şükran’la buluşacaktır Piknik’te. Ailece oturdukları Samanpazarı’ndan statü
ve kimlik olarak ayrılmanın yolu mağazalardan geçmektedir Ahmet’e göre.
Sokağa çıktı mı mahallenin oğlanlarını hasetinden çatlatır, komşu karılarının
başını sallatır, kocamış heriflerin kanını beynine sıçratır. Önemli olan da bu.
Adam olan Samanpazarı’nda yadırganmalı. Orda yadırganmayan, kılıksızın,
sünepenin biridir. (Soysal, 2008, s. 20)
Malların, “alıcının kişiliğini ifade eden bir görüntü nesnesi” halini aldığını (aktaran Sennett,
2002, s. 196) söyleyen Marx haklıysa eğer, Adamo Mağazası’ndan aldığı mallarla yepyeni bir
kişiliğe bürüneceğini düşünen Tezgâhtar Ahmet de yanılıyor olamazdı. Samanpazarı’nı sihirli
4
bir dokunuşla başka bir mekâna, Ahmet’i de başka bir kimliğe büründürecek şey elbette ki
Kızılay’da satılan mallardır. “Artık kendini bilen Ankaralıların” alışveriş yaptıkları (s. 21)
Kızılay’daki mağazalar Ahmet’i başka bir gerçekliğe kavuşturacaktır. Tıpkı Spor Toto’da
çalışan sevgilisi Şükran gibi. Artistlerin adreslerini ve bedeninin mübadele değerini iyi bilen
Şükran ve Ahmet’in ilişkisinde Yenişehir’i saran alışveriş manzarasından bir şeyler vardır. Ve
Anlatıcı’nın merhameti yoktur, mağazalarla çevrili kent merkezinde alıp vermek üzerine
kurulu cinsel alışverişi de Büyük Mağaza’nın deposunda yaptıracaktır. Yere saçılmış
malların, kolilerin, etiketlerin arasına “kendilerini elleten” kızlarla, “kızkardeşlerinin
namusundan sorumlu” erkeklerden mürekkep bir orta sınıf ikiyüzlülüğü sızacaktır. Ve ne
yazık ki mağaza deposunda gerçekleştirilmek istenen alışveriş, Tezgâhtar Ahmet’in çalıştığı
mağazadaki gibi tereyağından kıl çekercesine olmayacaktır. Şükran, vücudunun “elletmediği”
yerlerini, Ahmet’in çalıştığı mağazalardan alınan eşyalarla donatacağı “ev”ine kavuşabilmek
için saklamak, esirgemek zorundadır. Onun bedeni, mağaza vitrinlerinde sergilenen “şeylerin
pornografisinden” bir parça farklı olarak, popüler kültürden, ucuz aşk romanlarından,
duygusal filmlerden devşirilmiş bir masumiyete sahip olmalıydı ki, bir kadın olarak
toplumsallığa dahil olabileceği, gerçek değerini bulabileceği aile kurumunun içerisine
girebilsin. Bu yüzdendir ki en az malları önüne serdiği müşteriler kadar açgözlü, hırslı,
şehvetli olan Ahmet, mağaza deposundaki alışverişten eli boş dönecektir. Anlatıcı’nın ironisi,
orta sınıfı bir beceriksizlikler, imkânsızlıklar, tamamlanmamışlıklar silsilesi halinde
resmetmekten geçer. O öğleden sonra gerçekleşen tek şey, paranın ve malların hareketidir.
Zaten şehre devinimini veren yegâne şey de budur.
Sokaklar ortadan kalktığında şehir bir yatakhaneye indirgenir der Henri Lefebvre
(2013, s. 22). Aynı şey Yenişehir’de bir öğle vakti vızır vızır işleyen mağazalar için de
geçerlidir. Vitrinler ortadan kalktığında Ankara bir yatakhaneye dönecektir. Evlerin
5
salonlarıyla mağaza vitrinleri arasında geçen orta sınıf hayatı “eşyanın ademi
mevcudiyetinde” varlığından şüphe duyulacak kadar plastik bir görünüme bürünmüştür.
Peki, Sevgi Soysal’ın birbirini teğet geçen insanlar ve öyküler evreninde sokaklar bir
karşılaşma yeri midir? Evet karşılaşırlar insanlar Yenişehir’de; birbirini tanıyan ve
tanımayanlar, öyküleri birbirine bağlananlar ya da bağlanmayanlar. Bu karşılaşmalar hiçbir
şeyi değiştirmez, hiçbir akışı değiştirmez. İnsanların Fareli Köyün Kavalcısı’nın peşinden
mağazaların kapılarından büyülenmişçesine girdikleri bir an’da hiçbir karşılaşma sokağı
gerçek kılmaz:
Sokaklarda insanlar karşılaşmazlar, birbirlerine yaklaşırlar. Onu
beraberinde götüren, “biz”in varlığıdır. Sokak bir grubun, bir “öznenin”
oluşmasına izin vermez, bir şeyin peşinde gelen insanlar yığınını taşır.
Peki bu insanlar neyin peşindedir? Meta dünyası sokakta açılır. Özel
yerlerle, pazarlarla (meydanlar, haller) yetinemeyen meta, bütün şehri
istila eder. (Lefebvre, 2013, s. 23)
İşte Yenişehir’de Bir Öğle Vakti de biçimsel yapısını sokağın bu özelliğine borçludur. Özne
olamayan bizi Yenişehir’den ve romanın sayfalarından aynı aceleci adımlarla geçip
gidecektir. Anlatıcı, takip edebildiği bir insan yığınını anlatacaktır. Bir şeyin peşinde olan
insanları. Soysal, kentin savrukluğuna, nesnelerin merkez olma haline uygun bir anlatı yaratır.
Bütün merkezsizliğine rağmen kentin de romanın da bir merkezi vardır.
Bütün şehri istila eden metaların arasında insana başka bir eylemde bulunma alanı
kalmamıştır. Evler, müzeler, alışveriş merkezleri, pazaryerleri, kısacası her yer, nesnelerin
olanca ağırlığıyla dolmuştur. Sokak artık bir özgürlük ve olanaklar alanı değildir. Peki nedir
sokak?
Sokak mı? Birer vitrin, mağazalar arasında birer geçit oldu. Provoke
edici, iştah açıcı bir sergi malzemesi haline gelen ürün, insanları da
6
birbiri için sergi malzemesi haline getirdi. Burada mübadele ve
mübadele değeri, hiçbir yerde olmadığı kadar, kullanımın üzerinde
belirleyicidir, öyle ki, onu ancak bir atık haline getirir. […] Sokak,
tüketim için/tüketim tarafından organize edilen bir şebekeye
dönüşmüştür. (Lefebvre, 2013, s. 23-24)
Sokak özgürleşme, farklılaşma potansiyelini kaybettiği içindir ki, Anlatıcı’nın elinde okura
sunacağı dört başı mamur bir öykü kalmamıştır. Arabalar, park yerleri ve mağazalar için
dizayn edilen bir dünyada, an’ların ve fragmanların toplamından bütünü görmemizi ister.
Öğle tatillerine, tüketim anlarına, ev içi ayinlere sıkıştırılmış bir sınıfın öyküsünü.
“Ceset Olurdun Tutkuyu Tanımasan”1
Anlatıcı’nın fena halde alegori kokan evreninde, Büyük Mağaza’nın bir diğer sakini de emekli
öğretmen Hatice Uzgören’dir. Hep acele ve önemli bir işi varmış gibi koşturan Hatice
Uzgören, gündelik hayatın yeknesaklığını heyecan dozu yüksek bir macera gibi yaşamaktadır:
Yeni çıkmış mallar çok ilgisini çeker. Hangi dükkânda, hangi firmanın,
hangi fiyatla, ne gibi bir malı piyasaya sürdüğünü bilmek ister. Bu yeni
bilgileri dostlarına, komşularına büyük bir cömertlikle açıklar, yeni
çıkan bir mal üstündeki kişisel yargısının dinlenmesini ister. (Soysal,
2008, s. 43-44)
Gündelik hayatı bir heyecana ve yenilik duygusuna kavuşturan şey, Lefebvre’nin “Arzu
stratejisi” adını verdiği politikadır: Bu strateji, “Nesnelerin ‘manevi’ yıpranma ve
kullanımdan düşme süresinin kısalması için, gereksinimlerin de eskimesi, yeni
gereksinimlerin onların yerini alması gerekliliği” (Lefebvre, 1998, s. 86) üzerine kuruludur.
Hatice Hanım’ın ve diğer market müşterilerinin hayatını renklendiren ve sürekli bir devinime
kavuşturan da sürekli yenilenen market rafları, göz açıp kapayıncaya kadar dönen reklam
1 Suriyeli şair Adonis’ten bir dize.
7
filmleri, sürekli değişen ambalajlardır. Orta sınıfın hayatı böylesi bir yanılsamanın üzerine
kuruludur.
Hatice Uzgören’in market raflarıyla yenilenen hayatında ölümcül bir tutkunun izlerine
bile rastlanır. Öğlen vaktinin bunalmış insan yüzlerinde tutkuya benzer bir duygu uyandıran
şey de yine metalar olacaktır. Emekli öğretmen hayatının kendisinden alttakilere tepeden
bakan kibriyle geçirilmiş dümdüz bir hayatın, diğer “müşterileri” kıskandıracak bir tutkusu
vardır:
[B]uz gibiydi vücudu, sanki büyük bir soğuk vardı, bütün kanı başına
toplanmış olduğu halde donmuştu yanakları; yüzü buzdolabında
unutulmuş bir elmaydı sanki, sanki yalnız avcu, Büyük Mağaza’dan
aşırdığı çay kaşıklarını tutan avcu sıcaktı, burada atıyordu yüreği, kanı
buradan yayılıyordu vücuduna; buralardan yayılan ısı, vücudunu o ölü
soğukluğundan kurtarıyor, onu aşağılara yürüyebilecek, evine varıp
aldıklarını yerlerine koyacak, onları gerektiği biçimde pişirecek, günlük
yaşamına, gerekli olduğu bilinen, şaşmaz bir noktadan başlayacak,
sürdürecek gücü veriyordu. (Soysal, 2008, s. 47)
Gündelik hayatın atardamarları tüketim merkezlerinden geçmektedir. Satın alınan mallar eve
dönüş yollarını yeni başlangıçlarla süsleyecektir. Hem mağazalardan evlerin müze salonlarına
taşınan eşyalar arttıkça kadınlar için evi “bekleme”nin anlamı daha da pekişecektir. Tıpkı
“duvarlara bekçilik eden” Mevhibe hanım gibi…
Müze Belki Ama Hiç Masum Değil
Eski Halk Partilerindendi Mevhibe Hanım. Yıllardır kadın kollarında
çalışıyor ve bu kollara bağlı yardım derneklerinden birini yönetiyordu.
Her Perşembe dernek yöneticileri ya hastaneye, ya öksüzler yurduna, ya
8
da düzenledikleri sünnet düğününe giderlerdi. Çarşamba öğleden
sonraları briç oynardı. Ayda bir kabul günü vardı. (Soysal, 2008, s. 105)
Dantel örtülerle, orta sınıfın nadide parçalarının sergilendiği müze-büfelerle donatılan eviçi,
şaşmaz bir saatin tiktaklarına göre işlemektedir. Orta sınıf muhafazakârlığı belki de sürekli
muhafaza edilen eşyanın ruhundan kaynaklanıyordu ve her yerdeydi:
Duvarda asılı olan gümüş çerçevenin içindeki resim değiştirilemez.
Ama çerçevenin gümüşü haftada bir ovulmalıdır. Evlilik de öyle. Karı
kocayı giderek evlilikten daha önemli bağlar almalı, bir apartman,
birkaç çocuk, edinilmiş eşyalar gibi. (Soysal, 2008, s. 132)
Şaşmaz bir takvimle ve rakamlarla düzenlenen gündelik hayatta, kadınlar için hep döngüsel
zaman vardır. Bu döngüsellik içerisinde geleceği ima eden hiçbir işarete rastlanmaz.
Dolayısıyla umut, eşyanın yerlerinin, ritüellerin ise zamanının değişmemesindedir:
“Her mevsim aynı reçel kaynatılır o evde. Belirli mevsimlerde belirli yemekler pişer, büfenin
içindeki eşyaların değişmez yerleri vardır” (Soysal, 2008, s. 133). Bir müze bekçisinin görev
aşkı ve titizliğiyle Mevhibe Hanım’ı ve diğer kadınları duvarlara bekçilik ettiren de, eşyanın
müze sahibine bir tarihi ve varoluş sebebi olduğunu hissettiren gücüdür. Gündelik ahaytın
döngüselliğini kırıp kadınları yanılsamaya sürükleyen şey de Turgut Özben’in ruhunu sıkan
eşyaya bakıp anladığı gerçektir: “Eşya akıp geçiyor.”
Altındağ’da Var Bir Hikâye
Müze evin kapılarını sıkı sıkıya kapatan yalnızca duvarların bekçisi değildir elbet; hınzırlığı
elinden bırakmayan Anlatıcı da evin kapılarını sıkı sıkıya kapatıp Bunuel’in bir odada hapis
kalan burjuvaları gibi sarsak bir orta sınıf yaratmak konusunda ısrarlıdır. Mevhibe Hanım’ın
oğlu yurtdışında ne okuyacağına karar veremeden avare bir hayat sürüp sonra sinemacı
olmaya karar veren Doğan ve abisinin arkadaşı solcu Ali’yle aşk yaşayıp sınıfının makus
9
talihini yenmeye çalışan Olcay’ın bütün çırpınışları, Büyük Mağaza’nın deposundaki Ahmet
ve Şükran’ınki gibi beyhudedir.
Doğan sinemacı olmaya karar verdiğinde kamerasını sırtlayıp Altındağ’ın yolunu
tutar. Orta sınıfın kendisinden olmayanı anlatma dili belgeseldir. Elbette ki, yoksulluk ancak
bir belgeselin gerçekçiliğine yaraşır fotoğraflar sunacaktır. Orta sınıf, yoksulluğu anlatacak
egzotik dili bulmuştur.
Film, Altındağ halkını, kapı önlerinde donsuz oynayan çocukları, sabah
gündoğumuyla çalışmaya gidenleri, hizmetçiliğe gitmeden önce
alelacele çocuklarını yedirip giydiren kadınları, kapı önlerinde
pinekleyen yaşlıları, kümesleri, avlularda eski pırtılardan dokunan
kilimleri, mahalle arasında kalkan bir cenazeyi, bir sünnet düğününü,
imam nikahını, şunu, bunu ayrıntılarıyla yansıtacaktı. Doğan, filminde
bu belgeleri, buralarda yaşamayan sadece buralardan etkilenmiş bir
anlatıcının fondaki sesiyle sunacaktı. Görüntüleri, kendince çok güzel,
şairane bir anlatım içinde sunan anlatıcıyla ekrandaki görüntüler
arasında tam bir uzlaşmazlık olacaktı. Seyirci bu uzlaşmazlığı
hissederek buraların anlatılamayacağını, ancak yaşanacağını,
seyirciliğin yetersizliğini düşünecekti. Belgesel film, seyircinin
suçluluğuyla ilgili bir dörtlükle bitecekti. Bu dörtlüğü, Doğan,
Paris’teki genç şair dostlarından birinden duymuş, çok sevmişti.
Dörtlük okunurken, kamera bakımsızlıktan ölmüş bir çocuğun tabutu
ardından ağlayan bir ananın yüzüne yaklaşacak yaklaşacak, dörtlüğü
okuyan ses hafiflerken kadının hıçkırıkları yükselecekti. (Soysal, 2008,
s. 149)
10
Doğan’ın filmi soliptik orta sınıfın hep kendine dönen estetiğidir. Orta sınıfın müze evlerinin
kapıları gibi, bilinci de dış dünyaya kapalıdır. Bu estetik, mağazalarda sergilenen kitschlikten
elbette ki nasibini almıştır. Nesnelerin donuk dünyasından Altındağ’ın donsuz çocuklarına
uzanıp kendisine kentli duyarlıklar devşirmeye çalışan orta sınıf her defasında yine ve
yeniden kendini anlata(maya)caktır. Tüm çabalar gibi, Doğan’ın yoksulları anlatma çabası
sonsuz bir beceriksizlikle mahkûm edilmiştir. Gerçeği ve gerçekçiliği yoksulluğu görünce
hatırlayan orta sınıf için, belgesel kendi gerçekliğini unutmanın aracı haline gelmiştir. Eşyayla
dolu eviçlerinin rehavetinde düşler ve yanılsamalar vardır yalnızca. Yenişehir’de nesnelerin
yurdunda görülen düşlerin Altındağ’da kesintiye uğradığına dair bir emare yoktur filmde.
Öyle ki, filmde yükselen kadın çığlıklarından daha yakın bir feryat bile, Yenişehir’de bir öğle
vaktinin ruhsuz rehavetini bozamayacaktır.
Bir Kavak Devrilir…
Yenişehir’de bütün bir hareketi başlatan olay bir kavağın gürültüyle, sanki
devrilecekmişçesine sallanması olur. Ama kimse farkında olmaz bu durumun. Sarsak, lakayt,
bencil, hırslı adımlarla sokakları arşınlayıp vitrinleri süzerken elbette ki bir kavağın
devrilmekte olduğunu görmeyecekler, görseler de umursamayacaklardır insanlar. Kavak
çürümesi durdurulamaz bir hale gelip oradan geçenlerin gözü önünde devrildiğinde herkesi
bir araya getiren öğle vakti de son bulacaktır. Şüphesiz ki romandaki varlığı kadar sembolik
olan bir durum da kavağın Kapıcı Mevlüt’ün üzerine devrilmesidir. Çürümenin ve
yozlaşmanın kurbanı ezilenlerdir. Ağacın devrilmesi, doğanın son vedasıdır sanki. Artık
kentliler, betonun ve madenin arasında, arabalara ve tüketicilere ayrılmış sokaklarda bir
ağacın gölgesi olmadan yaşayacaklardır. Kavak, “kimsenin artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceği
andaki hızıyla” (Soysal, 2008, s. 272) Mevlüt’ün üzerine devrildiğinde Yenişehir’de bir öğle
vaktinin hikmeti de anlaşılacaktır. Kavak bu simgesel evrenin orta yerindeki simge, romanın
merkezidir. “Kimsenin artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceği an”ın gerçek bir umutsuzluk
11
noktası olup olmadığını anlamak için ise, romanın ilk cümlelerine geri dönmek gerekecektir:
“Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen
şeyleri görmeyenler sezmediler bunu” (Soysal, 2008, s. 13). Kim bilir, belki de Sevgi Soysal
yaşasaydı ve 2013 Haziran’ında devrilmek üzere olan ağaçların gürültüsüne uyanan kentlileri
görseydi onlar için daha neşeli öğle vakitleri yazardı.
Kaynakça:
Atay, O. (1984). Tehlikeli oyunlar. İstanbul: İletişim.
——. (1985). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim.
Lefebvre, H. (1998). Modern dünyada gündelik hayat. Çev. Işın Gürbüz. İstanbul: Sel.
——. (2013). Kentsel devrim. Çev. Selim Sezer. İstanbul: Sel.
Sennett, R. (2002). Kamusal insanın çöküşü. Çev. Serpil Durak-Abdullah Yılmaz. İstanbul:
Ayrıntı.
Soysal, S. (2008). Yenişehir’de bir öğle vakti. İstanbul: İletişim.