Murat Gülsoy ile Söyleşi

11
MURAT GÜLSOY İLE SÖYLEŞİ 1 SÖYLEŞEN: İLKER ASLAN Mühendislik eğitimi aldınız ve bu alanda akademisyenlik yapıyorsunuz. Öte yandan psikoloji eğitiminiz de var. Ama pek çok okur tarafından “edebiyatçı Murat Gülsoy” olarak tanınıyorsunuz. Özellikle psikolojinin metinlerinizde fazlasıyla yer bulduğunu biliyoruz. Farklı bilimsel disiplinlerin, genel çerçevede edebiyata, daha özele inersek de öyküye ve romana olan katkısını nasıl yorumlayabiliriz sizce? Edebiyat herkesin yapabileceği bir şey... Roman, şiir, öykü yazmak belli bir eğitim gerektirmez. Evet, sanat dediğimizin belli bir eğitimi var belki ama şart değil bu. Sanatın böyle bir demokratik yönü var. Kendi kendinizi yetiştirip de yazabilirsiniz ya da başka disiplinlerden beslenerek, o alanlarda eğitim alarak da yazabilirsiniz. Kimse size mani olamaz. Okumaktan kaynaklanan, kendini eğitme şekli var. Ama ne kadar farklı disiplinlerden beslenirseniz de yazdıklarınız, düşündükleriniz o kadar farklı, zengin, içerikli, derinlikli olabilir. Farklı disiplinlerden kaçmak ya da korkmak gerekmiyor. Tam tersine kendini yenilemek, geliştirmek gerekiyor. Bir lisans diplomasını aldığınızda, o alanda kalmak gerekmiyor ki zaten o diplomayı aldıktan on beş yıl sonra da o disiplin değişmiş oluyor. Dolayısıyla sürekli bir devinim ve öğrenme süreci mevcut. Yazmak da kimi insanlara göre bunun içinde olabilir, kimi insanlarsa farklı alanlarda kendini geliştirebilir. ABD’de yeni yapılan bir araştırmada, bir beyaz yakalının on yılda bir meslek değiştirebildiği yani on yılda bir yeni bir alanda uzmanlaşabildiği görülmüş. Bu tabi şimdiki mevcut dünyanın da gittiği yer hakkında bir fikir veriyor bize. Türkiye’de bu durum o kadar sert değil ama olacaktır. İleride belki de bana kimse bu soruyu sormayacak. Bu çeşitlilik belki de normal bir hal alacak. Artık pek çok insan okuduğu dal dışında yüksek lisans, doktora yapmaya başladı. Eskiden akademide herkes kendi alanında ilerliyordu, başka disiplinlerden insan istemiyorlardı. Şimdi üniversitede daha farklı bir eğilim var. Madem bu alanda lisans aldın, artık git başka bir alanda ilerle. Bizim sana verecek başka bir şeyimiz yok gibi bir anlayış hâkim olmaya başladı. Artık her şey daha hızlı. Eskiden, internet öncesi dönemde bir araştırma yapılacağı zaman, en az iki ay, üç ay kütüphanede o makalelere erişmeye çalışıyordunuz. Mektuplarla iletişime geçiliyordu falan. Bugün şu anda 1 Bu söyleşi, Mavi Yeşil dergisinin Mayıs-Haziran 2013 / 81.sayısında yayımlanmıştır.

Transcript of Murat Gülsoy ile Söyleşi

MURAT GÜLSOY İLE SÖYLEŞİ 1

SÖYLEŞEN: İLKER ASLAN

Mühendislik eğitimi aldınız ve bu alanda akademisyenlik yapıyorsunuz. Öte yandan

psikoloji eğitiminiz de var. Ama pek çok okur tarafından “edebiyatçı Murat Gülsoy”

olarak tanınıyorsunuz. Özellikle psikolojinin metinlerinizde fazlasıyla yer bulduğunu

biliyoruz. Farklı bilimsel disiplinlerin, genel çerçevede edebiyata, daha özele inersek

de öyküye ve romana olan katkısını nasıl yorumlayabiliriz sizce?

Edebiyat herkesin yapabileceği bir şey... Roman, şiir, öykü yazmak belli bir eğitim

gerektirmez. Evet, sanat dediğimizin belli bir eğitimi var belki ama şart değil bu. Sanatın

böyle bir demokratik yönü var. Kendi kendinizi yetiştirip de yazabilirsiniz ya da başka

disiplinlerden beslenerek, o alanlarda eğitim alarak da yazabilirsiniz. Kimse size mani olamaz.

Okumaktan kaynaklanan, kendini eğitme şekli var. Ama ne kadar farklı disiplinlerden

beslenirseniz de yazdıklarınız, düşündükleriniz o kadar farklı, zengin, içerikli, derinlikli olabilir.

Farklı disiplinlerden kaçmak ya da korkmak gerekmiyor. Tam tersine kendini yenilemek,

geliştirmek gerekiyor. Bir lisans diplomasını aldığınızda, o alanda kalmak gerekmiyor ki zaten

o diplomayı aldıktan on beş yıl sonra da o disiplin değişmiş oluyor. Dolayısıyla sürekli bir

devinim ve öğrenme süreci mevcut. Yazmak da kimi insanlara göre bunun içinde olabilir, kimi

insanlarsa farklı alanlarda kendini geliştirebilir. ABD’de yeni yapılan bir araştırmada, bir beyaz

yakalının on yılda bir meslek değiştirebildiği yani on yılda bir yeni bir alanda uzmanlaşabildiği

görülmüş. Bu tabi şimdiki mevcut dünyanın da gittiği yer hakkında bir fikir veriyor bize.

Türkiye’de bu durum o kadar sert değil ama olacaktır. İleride belki de bana kimse bu soruyu

sormayacak. Bu çeşitlilik belki de normal bir hal alacak. Artık pek çok insan okuduğu dal

dışında yüksek lisans, doktora yapmaya başladı. Eskiden akademide herkes kendi alanında

ilerliyordu, başka disiplinlerden insan istemiyorlardı. Şimdi üniversitede daha farklı bir eğilim

var. Madem bu alanda lisans aldın, artık git başka bir alanda ilerle. Bizim sana verecek başka

bir şeyimiz yok gibi bir anlayış hâkim olmaya başladı. Artık her şey daha hızlı. Eskiden,

internet öncesi dönemde bir araştırma yapılacağı zaman, en az iki ay, üç ay kütüphanede o

makalelere erişmeye çalışıyordunuz. Mektuplarla iletişime geçiliyordu falan. Bugün şu anda

1 Bu söyleşi, Mavi Yeşil dergisinin Mayıs-Haziran 2013 / 81.sayısında yayımlanmıştır.

birkaç saatte yapabileceğimiz işi o zamanlar aylar mertebesinde yapıyorduk, hatta bazen de

yapamıyorduk. O insana ulaşılamıyordu mesela. Şimdi artık nerede olursanız olun bunları

kolaylıkla yapabiliyorsunuz. Dolasıyla zamanı daha etkin kullanabiliyoruz. Şimdi başa

dönersek… Bunların edebiyatla ne ilgisi var diye sormuştun en başta sen. Edebiyatla her şey

ilişkili. Edebiyatın kendine has, kendine ayrı bir alanı yok. Romanın, öykünün… O her şeyi

içine alabilecek bir sanat dalı. Edebiyatın güzelliği de bu. Resim sanatı da böyle örneğin.

Resim sanatının belli bir alanı vardır diyebilir miyiz, hayır. Her şeyi kapsayabilir. Ressam her

şeyi yapabilir. Her şeyle ilgilenebilir. Aynı şey edebiyat için de geçerli. Dolayısıyla faydalıdır

diyebiliriz. Ancak bir parça daha netleştireyim örneğin, mühendislik eğitimi elbette ki analitik

düşünme konusunda, analiz ve sentez yapma konularında insana bir alışkanlık kazandırıyor.

Problem çözme ya da meseleleri modelleme konusunda geliştirebiliyor. Bu iyi bir şey. Yazıyla

ilgileniyorsanız, kurgu açısından, hikâyeyi kavrama açısından faydalı olabilir bu. Psikoloji ise

çok daha farklı… İnsan bilimi, çok geniş bir alan. Ben belli bir alanında çalıştım ama genel

olarak da psikolojiyle her zaman ilgilendim. Hala da ilgileniyorum. O tabi edebiyata çok çok

faydalı oluyor. Edebiyat aslında modernizmle birlikte psikolojiye, insan zihnine, bilinç

meselesine çok daha farklı bakmaya başladı. Bu da olumlu bir durum bana kalırsa.

Türkiye’de edebiyatı diplomalı edebiyatçılar yapamaz gibi bir anlayış var kimi

çevrelerde. Yani edebiyat geleneğinden gelenler… Örnek veriyorum “İstanbul

Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ekolünden gelenler” gibi… Baktığımızda

gerçekten de nitelikli yazılar, çalışmalar farklı alanlardan çıkıyor. Ne bileyim, aklıma

ilk gelenler Jale Parla gibi, Nurdan Gürbilek gibi Türk edebiyatı kökenli olmayan

yazarlar. Sizce gerçekten de bizim edebiyatımız biraz dar mı bakıyor meseleye?

Bugün, Mehmet Kaplan’ın metinlerine bile baktığımızda bir muhafazakârlık ya da

kapalı kutu olma durumu görüyoruz gibi.

Şimdi, diğer üniversitelerin edebiyat bölümleri hakkında çok fazla bir şey söyleyemem. Çok

fazla tanımıyorum, bilmiyorum. Bizim üniversiteden bahsedebilirim. Bizde de hem Batı Dilleri

hem de Türk Dili ve Edebiyatı var. Mesela bana yaratıcı yazarlık dersleri teklifi Batı Dillerinden

geldi. Sonra da Türk Dili ve Edebiyatı dedi ki, “Aaa… Neden biz teklif etmedik…” Onlar önce

davrandı. Belki de bu, bir şeyi özetler. Bilemem. Ki ders Türkçe. Ama bizim üniversiteyi bir

kenarda bırakırsak, ki bizim üniversite epeyce liberaldir, ama genel olarak Türkiye’deki

edebiyat, hatta genişletirsek düşün camiası muhafazakardır oldukça. Ağırlıklı olarak böyledir.

Ama bunun dışında bir modernist gelenek de var. O gelenekte de kenardan kenardan gidip,

zaman akıp geçtikten sonra merkezde yer alan isimler oluyor. Mesela Sait Faik çok güzel bir

örnektir. Yazdığı dönemde marjinal bir adamdır. O dönemde Türk edebiyatını Sait Faik temsil

etmez ama zaman geçtikten sonra o da temsil edilir Türk öyküsü içerisinde. Tanpınar için de

geçerli bu. Yaşadığı dönemde, ki edebiyat fakültesi geleneğinden olsa bile, aykırı bir kişilik

olmuş ve bu yüzden de biraz itilip kakılmıştır. Değil mi… Kırtıpil Hamdi diye dalga geçilmiş

falan… Ama zaman geçmiş, merkeze o gelmiş. Artık Türk edebiyatı geleneğinde Tanpınar

önemli bir yer tutuyor. Aynı şey Oğuz Atay için de geçerli. Bütün bu aykırı örnekler, aslında

mevcut muhafazakârlıkla çatıştıkları için kenarda kalıyorlar. Tanpınar çok da tuhaf bir örnek.

Uzun zaman muhafazakâr olarak algılandı garip bir biçimde, sebebini bilmiyorum. Artık, seçici

algılama mı yoksa öyle lanse edildiği için mi bilmiyorum. Osmanlı’dan, Osmanlı musikisinden

bahsettiği için mi artık… Hemen yaftalanıp, “Osmanlıcı herhalde, muhafazakârlığı en iyi

ondan öğreniriz” gibi bir fikir oluştu. Hâlbuki hiç ilgisi yok. Taban tabana zıt bile diyebiliriz.

Sonuçta işin özü, soruya dönersek, evet bizim edebiyatımız da sanatımız da toplumumuz da

muhafazakârdır dolayısıyla kısırdır. Muhafazakârlık kısırlığı getirir çünkü. Ama bunun

alternatifi olarak görünen Cumhuriyet ideolojisi de o kısırlığı kıramamıştır. O da bir başka

şekilde muhafazakârdır çünkü. Günümüzde de bu çatışma devam eder ancak birisi diğerinin

alternatifi olamamıştır. Alternatif ne peki? Tanpınarlar, İkinci Yeniler, Bilge Karasular, şunlar

bunlar… Çok farklı bir kanal daha var. Hep kenarda kalmış ama daha modernist bir kanal da

var. Ben de bunu daha çok önemsiyorum. Diğer kanalın çok bir yere vardığını düşünmüyorum

açıkçası. Toplumcu edebiyat söz konusu olduğunda da aynı muhafazakârlık karşımıza çıkar,

orada da davaya hizmet eden edebiyat doğru edebiyattır. Topluma örnek olacak davranışlar

sergileyen karakterler olmalı, doğru meseleler ele alınmalı… Bakın, bütün bu -malı’lar, -

meli’ler sanatçıya ne yapması gerektiğini söyleyen bir doktrin niteliğindedir. Bu doktrin

Marksizm olur, Kemalizm olur, Muhafazakârlık olur, İslamcılık olur ne olursa olur. Ama

gerçek sanat ve edebiyatçı zaten bütün bunları eleştirir. Hepsinin zayıf yönlerini bulur.

Kendisini kısıtlamaya çalışan yerlerini özellikle didikler. Gerçek sanatçı bu yüzden de

sevilmez, hor görülür, itibarsızlaştırılır. Bu hep böyledir. Seksenlerde de böyleydi, öncesinde

de böyleydi, bugün de böyle. Bakın mizah dergilerine, seksenlerde özellikle iyice artmıştır bu

entel tiplemesi. Sanki Türkiye’nin tek problemi elinde kitapla gezen ve kendini daha okumuş

göstermeye çalışan naif insanmış gibi… Sanki bütün korkunçlukların temelinde bu varmış gibi

yansıtılırdı. Bu Tanzimat’a kadar gider. Tanzimat’ta da alafranga, batı hayranı, bizi çürütecek

olan tehlike olarak görülmüştür bu tip. Bu, kesintisiz bir şekilde sürmüş ve kültür hayatını da

son derece kısıtlayan, baskıcı bir zihniyeti yeniden yeniden üretmiştir. Ama dediğim gibi, kılığı

çok değişir bunun. İlla da İslamcı olmak zorunda değil. Tam tersine İslamcılık çok yeni bir

anlayış, tarihi eski değil. Diğerleriyle temsil edilir daha çok bu karşıtlık. Ben çok iyi

hatırlıyorum, mesela 70’li yıllarda DEV-SOL’a üyeyseniz ve Kafka okursanız dayağı yerdiniz.

Her görüşün böyle otoriter ve kime ne yapması gerektiğini söyleyen bir beyni vardır. Çünkü

bu anlamda edebiyat tehlikeli ve kafa karıştıran bir şeydir, insanın zihnini bulandıran bir

şeydir. Oysaki ideoloji netlik ister. İdeoloji mutluluktur. Bu yüzden insanlar ideolojiye kapılır

zaten. Fal gibi bir şey aslında. O sizi mutlu ediyor, siz de ona inanıyorsunuz. İyiler var, kötüler

var. Biz iyilerin tarafındayız, şu kötüleri de bir hallettik mi bütün dünya kurtulacak. Bunu

uyarlayın işte. Ne bileyim, kötüler Yahudi olabilir, İslamcı olabilir, solcu olabilir, komünist,

ermeni, Türk… vs. olabilir. Sınırı yok. Orada bütün iş size kalmış. Bir “kötü” tespit edip ona

yükleneceksiniz, sonra siz mutlu olacaksınız. Çünkü bütün suç onda… Edebiyat ve sanat buna

gelmez işte. Bunu yapıyorsa, bir şeyin propagandasını yapıyorsa, o zaman o, edebiyat ve

sanat değil bir propaganda aygıtı oluyor. O da çok yaygın olarak destek görür. Yeni çıktı,

popüler bir konu, Necip Fazılların falan mektupları çıktı devletten. Hepsi örtülü ödenekten

para alıyorlarmış ve kalemimiz emrinize amadedir şeklinde devlete mektup yazıyorlarmış. O

dönemin muhafazakâr kitlesindeki insanlar… Para alamayınca muhalif seslerini yükseltiyorlar,

para alınca lehte yazılar yazıyorlar. Çizgi bu. Dolayısıyla bunları unutup ya da üstünü örtüp de

sanki her şey birbiriyle eşitmiş gibi, aynı saygınlıktaymış gibi konuşuluyor ama öyle değil.

Kesinlikle değil.

Farklı bilimsel disiplinlerden söz etmişken farklı sanat dallarına da değinmek gerek.

Resim, müzik, mimari gibi sanat dallarından izler görüyoruz eserlerinizde. Özellikle

resim belki de bunlardan en somutu ki İstanbul’da Bir Merhamet Haftası neredeyse

bütün olarak resim sanatı üzerine kurulan psikolojik bir yaratım sürecini içeriyor.

Tanpınar’ın Huzur’undaki “musiki”nin ne kadar baskın olduğunu da biliyoruz

örneğin. Bu anlamda resim, müzik, mimari gibi sanat dalları ile yazı arasındaki zinciri

nasıl yorumlamalıyız? Sizce yazının olmazsa olmazı olabilir mi farklı sanat dalları?

Yoksa zenginleştirici bir öğe olarak mı kalır? Mesela resmi kullanmak, metni başka

bir yere taşır mı? Örneğin İstanbul’da Bir Merhamet Haftası resimsiz olabilir miydi?

Olmazdı tabi, çünkü onun konusu öyle şekilleniyor zaten. O kitaba girmeyeyim şimdi,

bambaşka bir amacı var onun. Başka bir çıkış noktası vardı ama genel olarak da bir cevap

vermek zor böyle bir soruya. Yine ilk başta söylediğime döneceğim, edebiyat her şeyle ilgili

ve onu belli bir form içerisinde sıkıştırıp düşünmemek lazım. Roman mesela… Ya da öykü…

Şimdi, anladığımız manada öykü ve roman değişiyor. Değişecek de. Çünkü geçmişte de

değişti. Geçmişte yoktu mesela değil mi… En basitinden bakarsak. Nasıl ortaya çıktı? Nasıl

ortaya çıktığına baktığımızda; matbaanın bulunması, burjuva sınıfının oluşması ve

kapitalizmin gelişmesi gibi olayların hepsi bir arada bir “roman”ı ortaya çıkardı popüler bir tür

olarak. Hatta matbaadan önce kitabı ciltlemeyi akıl etmek, sayfaları bu şekilde tutturmak bile

bir devrim. Bundan önce metinler rulo şeklinde idi. Siz onu açarak okuyordunuz. Tabi o

zaman kutsal metinler, antik metinler falan var. Roman yok. El yazmasıyla yazılıyor,

zorluklarla basılıyorsa nadir metinleri basarsınız. Durduk yere roman basmazsınız haliyle.

Kurmaca, hayal ürünü şeyleri basmak zor. O yüzden de kimse yazmıyor zaten. Çoğaltıp

satamadıktan sonra… O tamamen popüler bir alan. O zamanlarda metni okuma şeklini

düşünün, rulo halinde, açarak okunuyor. Bin kelime sonrasına gidemiyorsun, ruloda açarak

okumak zorundasın. Ne zaman ki ciltlendi bu ve kitap haline geldi, artık sonraki sayfalara şak

diye gidebilir duruma geldik. Metni tarayabilir hale geldik yani farkındaysan. Rulodayken

tarayamıyorduk. Ama sayfaya bastığınız zaman taranır hale geldi. Peki internet ne yaptı?

Tekrar ruloya geri döndük. Farkındaysanız yine tepeden aşağıya doğru indiriyoruz metni ama

tarayabiliyoruz da aynı zamanda. İstersen “şu sayfaya git” diyorsun oraya gidiyorsun. “Bul”

seçeneğinden istediğini bulabiliyorsun. Ya da daha da değişik fonksiyonlarla bezenmiş yeni

kitap formatları çıktı ortaya. Ya da sayfalar çıktı. Artık kitap olmasına da gerek yok. Sınırlar

daha da genişledi yani. Mesela roman, tanımı gereği bir kitaptı. Öykü, dergiye uygun bir

türdü, dergiyle gelişmiş, dergiyle coşmuş bir tür. Öykü, kitapla yürüyen bir tür değil aslında.

Daha sonraları yazarlar öykülerini kitaplaştırma yoluna gitti falan. Dergiler öldü. Üzgünüm

ama öyle, eskisi kadar önemli değiller. Çünkü artık başka bir ortam var. Nasıl ki eskiden

romanlar tefrika ediliyordu ve romancılar, asıl olarak oradan para kazanıyorlar, daha sonra

romanlarını bastırıyorlardı. Şimdi insanlar gazetede hikâye okuyor mu okumuyor, artık

insanlar hikâye ihtiyacını televizyondan karşılıyorlar. Dizilerden, filmlerden… Edebiyat

uyarlamaları oluyor onlar da. Şunlar bunlar… Beğenirsin beğenmezsin, orası ayrı. Ama bu,

belirli bir hikâye ihtiyacını karşılıyor. Böyle bir evrimi var. Gazetede basılıyordu şimdi

basılmıyor falan… Artık başka bir yere gidiyor olay. Onda da internet var. İnternette de çok

boyutlu bir ortam var. Bu boyutluluk içerisinde roman, öykü, kurmaca nereye gidecek,

gerçekten de büyük bir bilinmez. Bunu tahmin etmesi de çok kolay değil. O yüzden sadece

mimariyle, resimle, müzikle ilişkisini sorarken teknolojiyi de düşünmek gerek. Bir örnek

vereyim. Anımsıyorum, 80’lerdeydi, Pınar Kür’dü sanırım ya da Tomris Uyar’dı, yazarını tam

hatırlamıyorum, bir kitap yayınladı. Kitabın arkasında diyordu ki bu CD ile birlikte dinleyin. İlk

öyküyü ilk şarkıyla, ikincisini ikinci şarkıyla gibi… Bulursun bulmazsın CD’yi. Orası ayrı. Ama

yazarın gönlünden geçen, okurun o CD’yi dinlemesi ve eş zamanlı olarak da okuması…

Şimdiyse bunu yapmak çocuk oyuncağı artık. Bu tür bir kitap tasarlamak kolay. Metni

tıklıyorsun arkada müzik çalıyor zaten. Böyle internet sayfaları var. Artık resimle, müzikle,

hareketli görüntüyle yazının bir evliliği söz konusu. Pek de kolay ayrılmayacak bir evlilik bu.

Yarının hikâyesini ise nasıl okuyacağız bunu bilemiyoruz biz. Ama yeni yeni şeyler çıkıyor

ortaya. Yeni türde metinler… Belki bunlar roman, öykü gibi değil. Bizim beklentimiz hep böyle

evrimsel bir sıçrama yönünde ama bazen de bambaşka yere gidiyor. Mesela bilgisayar

oyunları var artık. Çok yaygın ve bu oyunlar muhtemelen bir hikâye ile birlikte ilerliyor.

Onların da bir senaristi var. Ve bu kanaldan da ilerleyecek mesela. Çok farklı bir gelecek

bekliyor bizi. Bu yüzden bütün disiplinlerle ve bütün sanat dallarıyla harmanlanacak edebiyat.

Ama öteki yok olacak mı, olmayacak. Derginin önemi azaldı dedik ama dergiler var. Çünkü

eskisinden daha kolay dergiyi basmak yine de. Kitaplar artık daha çeşitli. Eskiden derlerdi,

kitabı 5.000 basardık, 10.000 basardık. Evet, ama neden? Çünkü 1.000 basamazdın da ondan.

O zaman da zaten senede bir tane iki tane yazar çıkardı. O yüzden de o dönemlerde kitabının

çıkması çok önemli bir şeydi. O camiada kabul görme anlamına geliyordu. Şimdi öyle değil.

Binlerce kitap, binlerce yazar var. Şimdi bazı açılardan daha zor; bazı açılardansa daha kolay,

daha demokratik… Ötekisi daha otoriteye bağlı bir şeydi. Yine dağıldı konu ama…

Hocam teknolojiye girmişken aklıma geldi. Artık internet çok yaygın ve hepimiz

kullanıyoruz. Hepimiz öyküler, yazılar yazıyoruz. Hepimiz “blogger” olduk. Çok fazla

bu şekilde internet sayfası var ve bu anlamda internet fazlasıyla demokrat bir ortam

aslında. Her şeye ve bütün kısıtlamalara rağmen düşündüklerimizi yazabiliyoruz.

Herkes yazıyor ama bu durum nihayetinde bir kirli edebiyata da sebep olmaz mı

sizce?

Olmaz. Neden olsun ki… Naif olabilir, okurunu bulamayabilir ya da kendi okurunu kendisi

bulur. Orada başka bir şey var. Edebiyat açısından ya da bir blogger’ın kendi fikirlerini, kendi

hikâyesini yazmasının kirli bir edebiyata sebep olacağını düşünmüyorum ben. Ama başka bir

kirlilik var: Bilgi kirliliği… Neyin doğru neyin yanlış olduğu belirsiz bir ortam. Her şey var ama

bu şeyler doğru mu, kaynakları ne kadar sağlıklı ve ne yapmamız gerek? Bu en ciddi

problemlerden bir tanesi. Çünkü yasaklamak ya da denetlemek mümkün değil. Böyle bir yol

önermek de çözüm değil, akıl dışı… Bütün ruhuna aykırı internetin. Onu denetlemeye

başladığınız anda ölür zaten o. Peki ne yapacağız? O zaman herkes mücadele edecek. Mesela

Wikipedia çok güzel bir projedir, İngilizce’si özellikle, ve son derece de tutarlı. Uzmanlar,

mesleki ahlakları gereği kontrol ediyorlar ve düzenliyorlar. Yani kendi kendisini düzenleyen

bir ortam. Başlarında müdürler, müdür yardımcıları, daire başkanları falan yok. Birtakım

editörleri var ama asıl editör herkese açık olması. Tanpınar çalışmışsan, en iyi Tanpınar’ı sen

bilirsin. Orada Tanpınar’ın doğum tarihi yanlışsa hemen giriyorsun, düzeltiyorsun. Mehmet

Kaplan’ın falanca makalesinden bahsediliyor ama referansını koymamış. Sen biliyorsun,

hemen giriyorsun ve referansı düzenliyorsun. Onu ölçtüler ve Biritannica’dan daha güvenilir

olduğu ortaya çıktı. Olumlu örnek bu. Olumsuz örnek, binlerce… Artık ileride okur yazarlık,

bilişim okur yazarlığı olacak. Doğruyu nerede bulacağını ve onu hangi kodlarla

çözümleyeceğini anlaman lazım, birincisi bu. İkincisi, farklı mücadele biçimleri çıktı. Açık Bilim

diye bir site var. Bilimsel haberler ve makaleler yayınlıyor. Çoğu da yanlış bilinen şeyleri

düzeltmeye yönelik. Grip aşıları, GDO’lu ürünler tartışılıyordu mesela. Gazetelerde bir sürü

yalan dolan haber var. İşte bunları düzeltmeye yönelik. Kolektif çalışılan bir alan. Daha komik

yöntemler de var. Zaytung mesela bunlardan biri. Haber dilini birebir taklit ederek değişik

söylemleri yeniden kuruyor. Onu o şekilde kurduğu zaman, zaten o söylem de yıkılıyor. Akıllı

bir okurun gözünde o kurulan söylemin gerçek sahipleri de komik ve kötü bir duruma

düşüyor böylece. İnsanların kafasını karıştırıcı ve sorgulatıcı haberler yaptılar bu şekilde.

Bundan önce ne vardı, mizah dergileri vardı. Benzer şeyler orada da çıkıyordu. Ama o

zamanlar kapağında “mizah dergisi” yazan bir şeyin içinde çıkıyordu. Yani zaten gülünsün

diye yapılıyordu. Ama Zaytung’un üstünde hiçbir şey yazmıyor. Orada yazılanların gerçek

olduğunu düşünen insanlar var, çünkü kullandığı dil öyle bir dil. Zaten o da, bu bulanık alanda

var olabildiği için önemli. Yoksa sıradan bir mizah dergisi olurdu. Daha da ileri boyuta taşındı

bu. Kassam diye de bir başka site var mesela. Stratejik araştırma, düşünce üreten bir dernek

kisvesi altında görünen bir site. Bir sürü sözde akademisyen olduğu söylenen kişiler

tarafından yazılmış bilimsel makaleler falan var orada. Bunlar, ne bileyim, Türkiye üzerine

oynanan oyunlar tarzında makaleler. Bunun gerçek olmadığını anlamak zor. Sıradan, naif bir

okur için böyle. Orada da aynı şeyi yapmış oluyor. Televizyonlarda her şeyi bilen konuşan

kafalar var ya onları kullanarak yeniden yaratıyor. Bu da yeni bir tür. Yabancı dil muadilleri de

var bunların. Ne kadar gerçeğe benzerse o kadar etkili oluyor. Ama yalan… Kurmaca… İşte o

metinlerin, dalga geçen bir metin olduğunu anlaman için konuyu da bilmen gerek. Böyle de

bir yönü var. Bu yüzden dedim sıradan okur, gazetelerin belli köşelerini okuyan okur anlamaz

diye. Yani gittikçe inceliyor çizgi. Bir noktadan sonra bilgiyi paylaşmak bir ahlaki tutum,

sorumluluk halini alacak. “Wikipedia” nasıl oluyor diye çok düşündü insanlar. Nasıl oluyor da

kimse bir menfaati olmadan böyle bir projeye adım atıyor? Böyle bir kolektif bilinç nasıl

oluşuyor? İşte bu yüzden. Biz henüz onu anlayamıyoruz. Ufkumuz biraz dar. Kendi

köyümüzün sınırına kadar düşünüyoruz biz. Büyük bir kolektif bilinç var ortada oysaki. İşte

mevcut alanlardaki kirliliği ancak bu şekilde önleyebiliriz. Kirlilik de böyle bir kirliliktir ancak.

Senin kastettiğin gibi değildir herhalde.

Hocam konuyu biraz değiştireceğiz ama kurmaca metinlere ve yaratıcı yazarlık

konusuna değinmekte fayda var. Büyübozumu’nda yaratıcı yazarlığı anlatırken

yazının öğrenilebilir bir eylem olduğunu söylüyorsunuz, tıpkı resim yapmak ya da

keman çalmak gibi. Siz de yaratıcı yazarlık dersleri veren birisiniz. Ancak şu da bir

gerçek ki kurmacanın temelini de insan zihni oluşturuyor. Aslında kurmaca

metinlerin, bu anlamda –doğru bir kelime olacak mı bilmiyorum ama- sübjektif bir

çıkış noktası mı var? Sonradan bunu ne kadar eğip bükebiliriz? Yani bir gece vakti

aklımıza bir öykü geliyor ve “kalem beni götürdü” mantığıyla yazmaya başlıyoruz.

Amiyane bir tabirle, bir bakıma kusmuk gibi çıkıyor bu. Sonradan baktığımızda ise,

bir ay sonra, üç ay sonra mesela, onun öyle olmadığını fark ediyoruz ve gerçekten de

yazmak böyle bir şey değilmiş diyebiliyoruz. Bu şekilde bakarsak yazı ne kadar

öğretilebilir ve öğrenilebilir? Hatta yazmak gerçekten de tam anlamıyla öğretilebilir

ve öğrenilebilir mi?

Aslında bunu kitapta uzun uzadıya anlattım. Ama şöyle özetleyebilirim belki: Bunun

“başkalarına doğru” yazmak gibi bir yönü var. Kendin okuyacaksan sadece, o başka bir şey

olur. Günlük gibi, not tutma gibi… Öyküyü, romanı yazmamızın temel amacı başkası okusun

diyedir. Başkası okuyunca da bundan zevk almasını veya o dünyanın içine bir kere girmesini

bekleriz. Kime doğru yazarız? İdeal okurumuza doğru. İdeal okursa kendimiz gibi biridir. Bizi

tam anlamıyla anlayabilecek birisidir bu. Bizim kadar akıllı birisidir. Bizden daha az akıllı

birisine doğru yazmayız. Öylesi biraz daha pedagojik bir yazarlık oluyor belki. Bizden yukarıya

doğru da yazmıyoruz. Kendi eşitimize doğru yazıyoruz aslında ve karşı tarafın da bu yüzden

bizi beğenmesini bekliyoruz. Beğenmek de anlamakla mümkün. Anlamadığımız bir şeyi

beğenemeyiz. Nasıl anlıyoruz peki? Kullanılan kalıpları tanıyorsak anlıyoruz. En azından bizim

bildiğimiz dilde yazılmışsa anlıyoruz. Dili bilmiyorsak hiçbir şey anlamıyoruz. Tamam, bizim

bildiğimiz dilde yazılmış ama biz dili ne kadar biliyoruz? Burada da aynı problem çıkıyor

ortaya. Mesela öyle bir yanılgı var. Bazı insanlar anadilde yazılmış her metni okuyup

anlayabileceğini zannediyor. Bütün romanları anlayabileceğini sanıyorlar. Anlaşılamayanın

kötü roman olduğunu düşünüyorlar. Böyle bir vehim var. Son derece saçma bir düşünce. Sen

o dili bilmiyorsun demek ki. Tıpkı bütün müzikleri anlamadığımız gibi. Kimisi halk müziğini

sevmez çünkü anlamaz. Kimisi de cazın çok ince bir müzik olduğunu düşünür ama başkası için

hiçbir şey ifade etmez. Bütün müziklerin inceliklerini bilemeyebiliriz. Bu da böyle bir şey. Bu

bizim kültürümüzle, kulağımızı nasıl eğittiğimizle ilgili bir şey. Bunun sübjektif bir tarafı var.

Bunun, tanıdığımız kalıplarla bir ilgisi var. Edebiyatta da bunun karşılığı “klişe”dir. Ne kadar

klişe olursak o kadar rahat anlaşılırız. Ne kadar rahat anlaşılırsak da o kadar az beğeniliriz.

İşte öğrenilmesi gereken, üzerinde çalışılması gereken budur belki. Bir sürü teknik var. Bakış

açısı şöyle bir şey, karakter şöyle kurulur, hikâyenin böyle dinamikleri var… Mesele bunları en

iyi şekilde öğrenip uygulamak değil. Yaratıcı yazarlığın temelinde, bilimin tersine, yöntemi

öğrenip o yöntemi kırmak, yöntemin dışına çıkmak vardır. Çünkü yöntemin dışına çıktığın

anda sanatsal bir yaratıcılık ortaya çıkıyor. Bu da zaman zaman seni anlaşılmaz kılar. Hemen

alımlanmayabilir. Jale Parla’nın güzel bir tespiti var. “Bütün büyük romanlar, kendinden

önceki geleneğe bir başkaldırıdır,” der. O yüzden Oğuz Atay ilk çıktığında insanlar çok

hoşlanmadı. Aklına geleni yazmış; o, roman değildir, o zaman hepimiz yazardık, diye

eleştirilmiş. Ama böyle olmadığı sonradan ortaya çıkıyor. Aynı şey Orhan Pamuk için de

geçerli. Tabi işin içine Orhan Pamuk girince, sosyolojinin de konusu olabilecek önyargılar,

ideolojiler falan da ortaya çıkıyor ama onlardan da önce ilk ünlenmeye başladığında ve Kara

Kitap’ı yazdığı dönemde bir kesim tarafından sevildi ve çok şaşkınlıkla karşılandı. Kimi

kesimse bunu tam tersine, okudu ve çok sinirlendi. Çünkü anlamadı. Ve o sinir hiç geçmedi.

Gittikçe de katlanarak büyüdü. O dili bilmeyebilirsin, kavrayamayabilirsin. Tanpınar neden

etkili, bunu anlayamayabilirsin. Ama bu, onun kötü olduğu anlamına gelmiyor. Şimdi, yaratıcı

yazarlık da çok geniş bir alan… Bu, şöyle bir şey, bir süpermarkette değişik ürünler var ve sen

sepetini alıp orada gezerek sepeti doldurabiliyorsun. “Aaa… Bakış açısı da varmış, bilinç akışı

da varmış, şu da varmış, bu da varmış. Ben bunları alayım, akşam eve gidince bir şey

yaparım.” şeklinde düşünülebilecek bir şey değil. Tam tersine, evet, bunları öğreniyorsun.

Pusula diye bir şey var, ip diye bir şey var, bunları kuşanıyorsun ve sonra da yola çıkıyorsun.

Ama çöle mi gidiyorsun, ormana mı gidiyorsun, mağaranın dibine mi ineceksin, pusula

gerçekten lazım olacak mı sana? Bunlar sana kalıyor. Senin yolculuğun. Ve sen nereye doğru

yolculuk yapacaksın, kendi içine doğru. Bütün yaratıcı yazarlığın özeti, en sevdiğim anekdot

şudur: Genç bir şair, yaşlı ve ünlü bir şaire gidiyor ve şiirlerini götürüyor. Üstat bir bak, diyor,

boşuna devam etmeyeyim, bende bir pırıltı var mı? Yaşlı şair, şiirlere hiç bakmadan şunu

diyor, mümkünse bırak, eğer yapabiliyorsan yazma. Ve gönderiyor genç şairi. Cevap bu. Yani

bende pırıltı var mı yok mu, bunu kimse tespit edemez. Zaten bir önemi de yok. Yazarlara

baktığımız zaman, hiçbiri belli bir eğitimle, kültürle sınırlanamıyor. Hepsi farklı farklı

kesimlerden. Kimi ilkokul mezunu, kimi aynı zamanda keman çalıyor, kimi mühendis, kimi beş

dil biliyor… Bir ortak yön yok. Tek bir ortak yön var, o da yazma arzusu. Hep de anlatılır ya

hayatlarında; şu istemedi yazmamı, falanca engel olmaya çalıştı, on beş yıl süründüm, ilkini

bastım beş tane sattı falan. Bu. Hikâye budur. Mümkünse bırak zaten. İşte yazmak, tam

anlamıyla böyle bir şey. Sorunun cevabı bu olabilir belki.

Roman ve öykü farkına değinelim, biraz klişe olacak ama… Büyübozumu’ndan

devam edelim… Kundera’dan alıntıladığınız bir cümle var roman ve öykü ile ilgili.

Aralarında ontolojik bir fark yoktur, deniyor. Bu anlamda öykü ve roman arasındaki

fark nedir peki? Bir de romanın öyküden daha fazla okunması gibi bir gerçeklik var.

Ya da var mı? Böyle olduğunu düşünüyor musunuz? Öykü seçkin bir tür, roman

popüler bir tür diyorsunuz. Böyle bir ayrım olduğunu düşünüyorsanız öykünün arka

planda kalmışlığını neye bağlıyorsunuz? Çok iyi öykücülerimiz ve çok iyi öykülerimiz

olmasına rağmen hem de…

Evet, söylediklerin doğru... Romanın böyle bir durumu var. Çünkü insanlar, belirli bir

dünyanın içine girip, orada uzun süre kalmak istiyorlar. Sürekli dünya değiştirmek

istemiyorlar. Oysaki öyküde bir dünyaya giriyorsun, sonra da çıkıyorsun o dünyadan kısa bir

süre içinde.

Bölüyorum ama okunması da daha zor mu yani sizce?

Tabi, bu açıdan bakarsak biraz zorlaşıyor. Çünkü küçük bir pencereden kısa bir süre dünyaya

bakıyorsun ve sonra da o pencere kapanıyor. Gerisi yok. Romanda öyle değil ama. Uzun süre

o manzarayı seyrediyorsun. Zaman geçiyor, farklı insanlar geliyorlar gidiyorlar, mekânlar

değişiyor… Yani şunu özetlemeye çalışıyorum, yerin bolsa, içinde çok sayıda hikâye, insan,

mekân, zaman varsa kopuk kopuk değil de bir devamlılık içerisindeyse bu, okur da bunu takip

edebiliyor. Kaldığı yere ayracını koyuyor ve ertesi gece devam ediyor. Tekrar tekrar. Ve

günlerce bir romanı okuyabiliyor. Popüler romanlar niye çok kalın? Gittikçe kalınlaşıyor

farkındaysan, yurt dışında falan da 600 sayfa, 700 sayfalık romanlar çıkıyor piyasaya. Bunu,

onun iyiliği kötülüğü anlamında söylemiyorum ama istenen odur orada. Popüler olan bunu

istiyor. 600 sayfa kalayım içinde ve bir yere gitmeyeyim. Bundan mutlu oluyor. Mesela bunun

karşılığına bakarsak, sinema filmi öyküye karşılık gelir, roman ise dizi filmlere… İnsanlar o

yüzden her akşam yeni bir film seyretmek yerine bir dizi bulup ona takılıp bütün sezonlarını

seyrediyorlar. Çünkü bir filmde, bir ya da birkaç karakterin bir hikâyesini görüyorsun sen. Kısa

bir süre içinde oluyor bu. Oysa dizide aynı karakterin çok farklı durumlardaki zamanlarına

tanık oluyorsun, tıpkı bir romanda olduğu gibi. Onu daha detaylı inceliyorsun. Roman ihtiyacı

da bundan kaynaklanıyor. Karakteri daha fazla tanıma, daha fazla içine girme isteğinden.

Çünkü bizim hep merak ettiğimiz şey, başkası ne düşünüyor, başkası ne yaşıyor… Temel

olarak insanlar üzerindeki arzumuzu romanlar ve öyküler bize veriyor. Romanın baskınlığı da

bundandır işte. Daha fazla zaman geçirildiği için. Öykünün daha başka tatları var. Farklı

incelikleri var. Yaşanır farklı yönleri gösterdiği için daha seçkin bir tür. İyisi tabi ki. Hepsi değil.

Gittikçe, kısaldıkça da anekdota doğru gider o. Fıkraya doğru gider. Daha çarpıcı, daha da

çarpıcı olarak kısalır. Uzadıkça da daha az çarpıcı olmaya başlar ama karakterin de gerçeğe

yaklaşması söz konusu olur. Kabaca böyle. Ama bütün tasnifler kendi sorunlarını da kendi

içinde barındırır mutlaka. Bunu da unutmamak gerek.

31 Ocak 2013

İstanbul