Murat Gülsoy ile Söyleşi
Transcript of Murat Gülsoy ile Söyleşi
MURAT GÜLSOY İLE SÖYLEŞİ 1
SÖYLEŞEN: İLKER ASLAN
Mühendislik eğitimi aldınız ve bu alanda akademisyenlik yapıyorsunuz. Öte yandan
psikoloji eğitiminiz de var. Ama pek çok okur tarafından “edebiyatçı Murat Gülsoy”
olarak tanınıyorsunuz. Özellikle psikolojinin metinlerinizde fazlasıyla yer bulduğunu
biliyoruz. Farklı bilimsel disiplinlerin, genel çerçevede edebiyata, daha özele inersek
de öyküye ve romana olan katkısını nasıl yorumlayabiliriz sizce?
Edebiyat herkesin yapabileceği bir şey... Roman, şiir, öykü yazmak belli bir eğitim
gerektirmez. Evet, sanat dediğimizin belli bir eğitimi var belki ama şart değil bu. Sanatın
böyle bir demokratik yönü var. Kendi kendinizi yetiştirip de yazabilirsiniz ya da başka
disiplinlerden beslenerek, o alanlarda eğitim alarak da yazabilirsiniz. Kimse size mani olamaz.
Okumaktan kaynaklanan, kendini eğitme şekli var. Ama ne kadar farklı disiplinlerden
beslenirseniz de yazdıklarınız, düşündükleriniz o kadar farklı, zengin, içerikli, derinlikli olabilir.
Farklı disiplinlerden kaçmak ya da korkmak gerekmiyor. Tam tersine kendini yenilemek,
geliştirmek gerekiyor. Bir lisans diplomasını aldığınızda, o alanda kalmak gerekmiyor ki zaten
o diplomayı aldıktan on beş yıl sonra da o disiplin değişmiş oluyor. Dolayısıyla sürekli bir
devinim ve öğrenme süreci mevcut. Yazmak da kimi insanlara göre bunun içinde olabilir, kimi
insanlarsa farklı alanlarda kendini geliştirebilir. ABD’de yeni yapılan bir araştırmada, bir beyaz
yakalının on yılda bir meslek değiştirebildiği yani on yılda bir yeni bir alanda uzmanlaşabildiği
görülmüş. Bu tabi şimdiki mevcut dünyanın da gittiği yer hakkında bir fikir veriyor bize.
Türkiye’de bu durum o kadar sert değil ama olacaktır. İleride belki de bana kimse bu soruyu
sormayacak. Bu çeşitlilik belki de normal bir hal alacak. Artık pek çok insan okuduğu dal
dışında yüksek lisans, doktora yapmaya başladı. Eskiden akademide herkes kendi alanında
ilerliyordu, başka disiplinlerden insan istemiyorlardı. Şimdi üniversitede daha farklı bir eğilim
var. Madem bu alanda lisans aldın, artık git başka bir alanda ilerle. Bizim sana verecek başka
bir şeyimiz yok gibi bir anlayış hâkim olmaya başladı. Artık her şey daha hızlı. Eskiden,
internet öncesi dönemde bir araştırma yapılacağı zaman, en az iki ay, üç ay kütüphanede o
makalelere erişmeye çalışıyordunuz. Mektuplarla iletişime geçiliyordu falan. Bugün şu anda
1 Bu söyleşi, Mavi Yeşil dergisinin Mayıs-Haziran 2013 / 81.sayısında yayımlanmıştır.
birkaç saatte yapabileceğimiz işi o zamanlar aylar mertebesinde yapıyorduk, hatta bazen de
yapamıyorduk. O insana ulaşılamıyordu mesela. Şimdi artık nerede olursanız olun bunları
kolaylıkla yapabiliyorsunuz. Dolasıyla zamanı daha etkin kullanabiliyoruz. Şimdi başa
dönersek… Bunların edebiyatla ne ilgisi var diye sormuştun en başta sen. Edebiyatla her şey
ilişkili. Edebiyatın kendine has, kendine ayrı bir alanı yok. Romanın, öykünün… O her şeyi
içine alabilecek bir sanat dalı. Edebiyatın güzelliği de bu. Resim sanatı da böyle örneğin.
Resim sanatının belli bir alanı vardır diyebilir miyiz, hayır. Her şeyi kapsayabilir. Ressam her
şeyi yapabilir. Her şeyle ilgilenebilir. Aynı şey edebiyat için de geçerli. Dolayısıyla faydalıdır
diyebiliriz. Ancak bir parça daha netleştireyim örneğin, mühendislik eğitimi elbette ki analitik
düşünme konusunda, analiz ve sentez yapma konularında insana bir alışkanlık kazandırıyor.
Problem çözme ya da meseleleri modelleme konusunda geliştirebiliyor. Bu iyi bir şey. Yazıyla
ilgileniyorsanız, kurgu açısından, hikâyeyi kavrama açısından faydalı olabilir bu. Psikoloji ise
çok daha farklı… İnsan bilimi, çok geniş bir alan. Ben belli bir alanında çalıştım ama genel
olarak da psikolojiyle her zaman ilgilendim. Hala da ilgileniyorum. O tabi edebiyata çok çok
faydalı oluyor. Edebiyat aslında modernizmle birlikte psikolojiye, insan zihnine, bilinç
meselesine çok daha farklı bakmaya başladı. Bu da olumlu bir durum bana kalırsa.
Türkiye’de edebiyatı diplomalı edebiyatçılar yapamaz gibi bir anlayış var kimi
çevrelerde. Yani edebiyat geleneğinden gelenler… Örnek veriyorum “İstanbul
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ekolünden gelenler” gibi… Baktığımızda
gerçekten de nitelikli yazılar, çalışmalar farklı alanlardan çıkıyor. Ne bileyim, aklıma
ilk gelenler Jale Parla gibi, Nurdan Gürbilek gibi Türk edebiyatı kökenli olmayan
yazarlar. Sizce gerçekten de bizim edebiyatımız biraz dar mı bakıyor meseleye?
Bugün, Mehmet Kaplan’ın metinlerine bile baktığımızda bir muhafazakârlık ya da
kapalı kutu olma durumu görüyoruz gibi.
Şimdi, diğer üniversitelerin edebiyat bölümleri hakkında çok fazla bir şey söyleyemem. Çok
fazla tanımıyorum, bilmiyorum. Bizim üniversiteden bahsedebilirim. Bizde de hem Batı Dilleri
hem de Türk Dili ve Edebiyatı var. Mesela bana yaratıcı yazarlık dersleri teklifi Batı Dillerinden
geldi. Sonra da Türk Dili ve Edebiyatı dedi ki, “Aaa… Neden biz teklif etmedik…” Onlar önce
davrandı. Belki de bu, bir şeyi özetler. Bilemem. Ki ders Türkçe. Ama bizim üniversiteyi bir
kenarda bırakırsak, ki bizim üniversite epeyce liberaldir, ama genel olarak Türkiye’deki
edebiyat, hatta genişletirsek düşün camiası muhafazakardır oldukça. Ağırlıklı olarak böyledir.
Ama bunun dışında bir modernist gelenek de var. O gelenekte de kenardan kenardan gidip,
zaman akıp geçtikten sonra merkezde yer alan isimler oluyor. Mesela Sait Faik çok güzel bir
örnektir. Yazdığı dönemde marjinal bir adamdır. O dönemde Türk edebiyatını Sait Faik temsil
etmez ama zaman geçtikten sonra o da temsil edilir Türk öyküsü içerisinde. Tanpınar için de
geçerli bu. Yaşadığı dönemde, ki edebiyat fakültesi geleneğinden olsa bile, aykırı bir kişilik
olmuş ve bu yüzden de biraz itilip kakılmıştır. Değil mi… Kırtıpil Hamdi diye dalga geçilmiş
falan… Ama zaman geçmiş, merkeze o gelmiş. Artık Türk edebiyatı geleneğinde Tanpınar
önemli bir yer tutuyor. Aynı şey Oğuz Atay için de geçerli. Bütün bu aykırı örnekler, aslında
mevcut muhafazakârlıkla çatıştıkları için kenarda kalıyorlar. Tanpınar çok da tuhaf bir örnek.
Uzun zaman muhafazakâr olarak algılandı garip bir biçimde, sebebini bilmiyorum. Artık, seçici
algılama mı yoksa öyle lanse edildiği için mi bilmiyorum. Osmanlı’dan, Osmanlı musikisinden
bahsettiği için mi artık… Hemen yaftalanıp, “Osmanlıcı herhalde, muhafazakârlığı en iyi
ondan öğreniriz” gibi bir fikir oluştu. Hâlbuki hiç ilgisi yok. Taban tabana zıt bile diyebiliriz.
Sonuçta işin özü, soruya dönersek, evet bizim edebiyatımız da sanatımız da toplumumuz da
muhafazakârdır dolayısıyla kısırdır. Muhafazakârlık kısırlığı getirir çünkü. Ama bunun
alternatifi olarak görünen Cumhuriyet ideolojisi de o kısırlığı kıramamıştır. O da bir başka
şekilde muhafazakârdır çünkü. Günümüzde de bu çatışma devam eder ancak birisi diğerinin
alternatifi olamamıştır. Alternatif ne peki? Tanpınarlar, İkinci Yeniler, Bilge Karasular, şunlar
bunlar… Çok farklı bir kanal daha var. Hep kenarda kalmış ama daha modernist bir kanal da
var. Ben de bunu daha çok önemsiyorum. Diğer kanalın çok bir yere vardığını düşünmüyorum
açıkçası. Toplumcu edebiyat söz konusu olduğunda da aynı muhafazakârlık karşımıza çıkar,
orada da davaya hizmet eden edebiyat doğru edebiyattır. Topluma örnek olacak davranışlar
sergileyen karakterler olmalı, doğru meseleler ele alınmalı… Bakın, bütün bu -malı’lar, -
meli’ler sanatçıya ne yapması gerektiğini söyleyen bir doktrin niteliğindedir. Bu doktrin
Marksizm olur, Kemalizm olur, Muhafazakârlık olur, İslamcılık olur ne olursa olur. Ama
gerçek sanat ve edebiyatçı zaten bütün bunları eleştirir. Hepsinin zayıf yönlerini bulur.
Kendisini kısıtlamaya çalışan yerlerini özellikle didikler. Gerçek sanatçı bu yüzden de
sevilmez, hor görülür, itibarsızlaştırılır. Bu hep böyledir. Seksenlerde de böyleydi, öncesinde
de böyleydi, bugün de böyle. Bakın mizah dergilerine, seksenlerde özellikle iyice artmıştır bu
entel tiplemesi. Sanki Türkiye’nin tek problemi elinde kitapla gezen ve kendini daha okumuş
göstermeye çalışan naif insanmış gibi… Sanki bütün korkunçlukların temelinde bu varmış gibi
yansıtılırdı. Bu Tanzimat’a kadar gider. Tanzimat’ta da alafranga, batı hayranı, bizi çürütecek
olan tehlike olarak görülmüştür bu tip. Bu, kesintisiz bir şekilde sürmüş ve kültür hayatını da
son derece kısıtlayan, baskıcı bir zihniyeti yeniden yeniden üretmiştir. Ama dediğim gibi, kılığı
çok değişir bunun. İlla da İslamcı olmak zorunda değil. Tam tersine İslamcılık çok yeni bir
anlayış, tarihi eski değil. Diğerleriyle temsil edilir daha çok bu karşıtlık. Ben çok iyi
hatırlıyorum, mesela 70’li yıllarda DEV-SOL’a üyeyseniz ve Kafka okursanız dayağı yerdiniz.
Her görüşün böyle otoriter ve kime ne yapması gerektiğini söyleyen bir beyni vardır. Çünkü
bu anlamda edebiyat tehlikeli ve kafa karıştıran bir şeydir, insanın zihnini bulandıran bir
şeydir. Oysaki ideoloji netlik ister. İdeoloji mutluluktur. Bu yüzden insanlar ideolojiye kapılır
zaten. Fal gibi bir şey aslında. O sizi mutlu ediyor, siz de ona inanıyorsunuz. İyiler var, kötüler
var. Biz iyilerin tarafındayız, şu kötüleri de bir hallettik mi bütün dünya kurtulacak. Bunu
uyarlayın işte. Ne bileyim, kötüler Yahudi olabilir, İslamcı olabilir, solcu olabilir, komünist,
ermeni, Türk… vs. olabilir. Sınırı yok. Orada bütün iş size kalmış. Bir “kötü” tespit edip ona
yükleneceksiniz, sonra siz mutlu olacaksınız. Çünkü bütün suç onda… Edebiyat ve sanat buna
gelmez işte. Bunu yapıyorsa, bir şeyin propagandasını yapıyorsa, o zaman o, edebiyat ve
sanat değil bir propaganda aygıtı oluyor. O da çok yaygın olarak destek görür. Yeni çıktı,
popüler bir konu, Necip Fazılların falan mektupları çıktı devletten. Hepsi örtülü ödenekten
para alıyorlarmış ve kalemimiz emrinize amadedir şeklinde devlete mektup yazıyorlarmış. O
dönemin muhafazakâr kitlesindeki insanlar… Para alamayınca muhalif seslerini yükseltiyorlar,
para alınca lehte yazılar yazıyorlar. Çizgi bu. Dolayısıyla bunları unutup ya da üstünü örtüp de
sanki her şey birbiriyle eşitmiş gibi, aynı saygınlıktaymış gibi konuşuluyor ama öyle değil.
Kesinlikle değil.
Farklı bilimsel disiplinlerden söz etmişken farklı sanat dallarına da değinmek gerek.
Resim, müzik, mimari gibi sanat dallarından izler görüyoruz eserlerinizde. Özellikle
resim belki de bunlardan en somutu ki İstanbul’da Bir Merhamet Haftası neredeyse
bütün olarak resim sanatı üzerine kurulan psikolojik bir yaratım sürecini içeriyor.
Tanpınar’ın Huzur’undaki “musiki”nin ne kadar baskın olduğunu da biliyoruz
örneğin. Bu anlamda resim, müzik, mimari gibi sanat dalları ile yazı arasındaki zinciri
nasıl yorumlamalıyız? Sizce yazının olmazsa olmazı olabilir mi farklı sanat dalları?
Yoksa zenginleştirici bir öğe olarak mı kalır? Mesela resmi kullanmak, metni başka
bir yere taşır mı? Örneğin İstanbul’da Bir Merhamet Haftası resimsiz olabilir miydi?
Olmazdı tabi, çünkü onun konusu öyle şekilleniyor zaten. O kitaba girmeyeyim şimdi,
bambaşka bir amacı var onun. Başka bir çıkış noktası vardı ama genel olarak da bir cevap
vermek zor böyle bir soruya. Yine ilk başta söylediğime döneceğim, edebiyat her şeyle ilgili
ve onu belli bir form içerisinde sıkıştırıp düşünmemek lazım. Roman mesela… Ya da öykü…
Şimdi, anladığımız manada öykü ve roman değişiyor. Değişecek de. Çünkü geçmişte de
değişti. Geçmişte yoktu mesela değil mi… En basitinden bakarsak. Nasıl ortaya çıktı? Nasıl
ortaya çıktığına baktığımızda; matbaanın bulunması, burjuva sınıfının oluşması ve
kapitalizmin gelişmesi gibi olayların hepsi bir arada bir “roman”ı ortaya çıkardı popüler bir tür
olarak. Hatta matbaadan önce kitabı ciltlemeyi akıl etmek, sayfaları bu şekilde tutturmak bile
bir devrim. Bundan önce metinler rulo şeklinde idi. Siz onu açarak okuyordunuz. Tabi o
zaman kutsal metinler, antik metinler falan var. Roman yok. El yazmasıyla yazılıyor,
zorluklarla basılıyorsa nadir metinleri basarsınız. Durduk yere roman basmazsınız haliyle.
Kurmaca, hayal ürünü şeyleri basmak zor. O yüzden de kimse yazmıyor zaten. Çoğaltıp
satamadıktan sonra… O tamamen popüler bir alan. O zamanlarda metni okuma şeklini
düşünün, rulo halinde, açarak okunuyor. Bin kelime sonrasına gidemiyorsun, ruloda açarak
okumak zorundasın. Ne zaman ki ciltlendi bu ve kitap haline geldi, artık sonraki sayfalara şak
diye gidebilir duruma geldik. Metni tarayabilir hale geldik yani farkındaysan. Rulodayken
tarayamıyorduk. Ama sayfaya bastığınız zaman taranır hale geldi. Peki internet ne yaptı?
Tekrar ruloya geri döndük. Farkındaysanız yine tepeden aşağıya doğru indiriyoruz metni ama
tarayabiliyoruz da aynı zamanda. İstersen “şu sayfaya git” diyorsun oraya gidiyorsun. “Bul”
seçeneğinden istediğini bulabiliyorsun. Ya da daha da değişik fonksiyonlarla bezenmiş yeni
kitap formatları çıktı ortaya. Ya da sayfalar çıktı. Artık kitap olmasına da gerek yok. Sınırlar
daha da genişledi yani. Mesela roman, tanımı gereği bir kitaptı. Öykü, dergiye uygun bir
türdü, dergiyle gelişmiş, dergiyle coşmuş bir tür. Öykü, kitapla yürüyen bir tür değil aslında.
Daha sonraları yazarlar öykülerini kitaplaştırma yoluna gitti falan. Dergiler öldü. Üzgünüm
ama öyle, eskisi kadar önemli değiller. Çünkü artık başka bir ortam var. Nasıl ki eskiden
romanlar tefrika ediliyordu ve romancılar, asıl olarak oradan para kazanıyorlar, daha sonra
romanlarını bastırıyorlardı. Şimdi insanlar gazetede hikâye okuyor mu okumuyor, artık
insanlar hikâye ihtiyacını televizyondan karşılıyorlar. Dizilerden, filmlerden… Edebiyat
uyarlamaları oluyor onlar da. Şunlar bunlar… Beğenirsin beğenmezsin, orası ayrı. Ama bu,
belirli bir hikâye ihtiyacını karşılıyor. Böyle bir evrimi var. Gazetede basılıyordu şimdi
basılmıyor falan… Artık başka bir yere gidiyor olay. Onda da internet var. İnternette de çok
boyutlu bir ortam var. Bu boyutluluk içerisinde roman, öykü, kurmaca nereye gidecek,
gerçekten de büyük bir bilinmez. Bunu tahmin etmesi de çok kolay değil. O yüzden sadece
mimariyle, resimle, müzikle ilişkisini sorarken teknolojiyi de düşünmek gerek. Bir örnek
vereyim. Anımsıyorum, 80’lerdeydi, Pınar Kür’dü sanırım ya da Tomris Uyar’dı, yazarını tam
hatırlamıyorum, bir kitap yayınladı. Kitabın arkasında diyordu ki bu CD ile birlikte dinleyin. İlk
öyküyü ilk şarkıyla, ikincisini ikinci şarkıyla gibi… Bulursun bulmazsın CD’yi. Orası ayrı. Ama
yazarın gönlünden geçen, okurun o CD’yi dinlemesi ve eş zamanlı olarak da okuması…
Şimdiyse bunu yapmak çocuk oyuncağı artık. Bu tür bir kitap tasarlamak kolay. Metni
tıklıyorsun arkada müzik çalıyor zaten. Böyle internet sayfaları var. Artık resimle, müzikle,
hareketli görüntüyle yazının bir evliliği söz konusu. Pek de kolay ayrılmayacak bir evlilik bu.
Yarının hikâyesini ise nasıl okuyacağız bunu bilemiyoruz biz. Ama yeni yeni şeyler çıkıyor
ortaya. Yeni türde metinler… Belki bunlar roman, öykü gibi değil. Bizim beklentimiz hep böyle
evrimsel bir sıçrama yönünde ama bazen de bambaşka yere gidiyor. Mesela bilgisayar
oyunları var artık. Çok yaygın ve bu oyunlar muhtemelen bir hikâye ile birlikte ilerliyor.
Onların da bir senaristi var. Ve bu kanaldan da ilerleyecek mesela. Çok farklı bir gelecek
bekliyor bizi. Bu yüzden bütün disiplinlerle ve bütün sanat dallarıyla harmanlanacak edebiyat.
Ama öteki yok olacak mı, olmayacak. Derginin önemi azaldı dedik ama dergiler var. Çünkü
eskisinden daha kolay dergiyi basmak yine de. Kitaplar artık daha çeşitli. Eskiden derlerdi,
kitabı 5.000 basardık, 10.000 basardık. Evet, ama neden? Çünkü 1.000 basamazdın da ondan.
O zaman da zaten senede bir tane iki tane yazar çıkardı. O yüzden de o dönemlerde kitabının
çıkması çok önemli bir şeydi. O camiada kabul görme anlamına geliyordu. Şimdi öyle değil.
Binlerce kitap, binlerce yazar var. Şimdi bazı açılardan daha zor; bazı açılardansa daha kolay,
daha demokratik… Ötekisi daha otoriteye bağlı bir şeydi. Yine dağıldı konu ama…
Hocam teknolojiye girmişken aklıma geldi. Artık internet çok yaygın ve hepimiz
kullanıyoruz. Hepimiz öyküler, yazılar yazıyoruz. Hepimiz “blogger” olduk. Çok fazla
bu şekilde internet sayfası var ve bu anlamda internet fazlasıyla demokrat bir ortam
aslında. Her şeye ve bütün kısıtlamalara rağmen düşündüklerimizi yazabiliyoruz.
Herkes yazıyor ama bu durum nihayetinde bir kirli edebiyata da sebep olmaz mı
sizce?
Olmaz. Neden olsun ki… Naif olabilir, okurunu bulamayabilir ya da kendi okurunu kendisi
bulur. Orada başka bir şey var. Edebiyat açısından ya da bir blogger’ın kendi fikirlerini, kendi
hikâyesini yazmasının kirli bir edebiyata sebep olacağını düşünmüyorum ben. Ama başka bir
kirlilik var: Bilgi kirliliği… Neyin doğru neyin yanlış olduğu belirsiz bir ortam. Her şey var ama
bu şeyler doğru mu, kaynakları ne kadar sağlıklı ve ne yapmamız gerek? Bu en ciddi
problemlerden bir tanesi. Çünkü yasaklamak ya da denetlemek mümkün değil. Böyle bir yol
önermek de çözüm değil, akıl dışı… Bütün ruhuna aykırı internetin. Onu denetlemeye
başladığınız anda ölür zaten o. Peki ne yapacağız? O zaman herkes mücadele edecek. Mesela
Wikipedia çok güzel bir projedir, İngilizce’si özellikle, ve son derece de tutarlı. Uzmanlar,
mesleki ahlakları gereği kontrol ediyorlar ve düzenliyorlar. Yani kendi kendisini düzenleyen
bir ortam. Başlarında müdürler, müdür yardımcıları, daire başkanları falan yok. Birtakım
editörleri var ama asıl editör herkese açık olması. Tanpınar çalışmışsan, en iyi Tanpınar’ı sen
bilirsin. Orada Tanpınar’ın doğum tarihi yanlışsa hemen giriyorsun, düzeltiyorsun. Mehmet
Kaplan’ın falanca makalesinden bahsediliyor ama referansını koymamış. Sen biliyorsun,
hemen giriyorsun ve referansı düzenliyorsun. Onu ölçtüler ve Biritannica’dan daha güvenilir
olduğu ortaya çıktı. Olumlu örnek bu. Olumsuz örnek, binlerce… Artık ileride okur yazarlık,
bilişim okur yazarlığı olacak. Doğruyu nerede bulacağını ve onu hangi kodlarla
çözümleyeceğini anlaman lazım, birincisi bu. İkincisi, farklı mücadele biçimleri çıktı. Açık Bilim
diye bir site var. Bilimsel haberler ve makaleler yayınlıyor. Çoğu da yanlış bilinen şeyleri
düzeltmeye yönelik. Grip aşıları, GDO’lu ürünler tartışılıyordu mesela. Gazetelerde bir sürü
yalan dolan haber var. İşte bunları düzeltmeye yönelik. Kolektif çalışılan bir alan. Daha komik
yöntemler de var. Zaytung mesela bunlardan biri. Haber dilini birebir taklit ederek değişik
söylemleri yeniden kuruyor. Onu o şekilde kurduğu zaman, zaten o söylem de yıkılıyor. Akıllı
bir okurun gözünde o kurulan söylemin gerçek sahipleri de komik ve kötü bir duruma
düşüyor böylece. İnsanların kafasını karıştırıcı ve sorgulatıcı haberler yaptılar bu şekilde.
Bundan önce ne vardı, mizah dergileri vardı. Benzer şeyler orada da çıkıyordu. Ama o
zamanlar kapağında “mizah dergisi” yazan bir şeyin içinde çıkıyordu. Yani zaten gülünsün
diye yapılıyordu. Ama Zaytung’un üstünde hiçbir şey yazmıyor. Orada yazılanların gerçek
olduğunu düşünen insanlar var, çünkü kullandığı dil öyle bir dil. Zaten o da, bu bulanık alanda
var olabildiği için önemli. Yoksa sıradan bir mizah dergisi olurdu. Daha da ileri boyuta taşındı
bu. Kassam diye de bir başka site var mesela. Stratejik araştırma, düşünce üreten bir dernek
kisvesi altında görünen bir site. Bir sürü sözde akademisyen olduğu söylenen kişiler
tarafından yazılmış bilimsel makaleler falan var orada. Bunlar, ne bileyim, Türkiye üzerine
oynanan oyunlar tarzında makaleler. Bunun gerçek olmadığını anlamak zor. Sıradan, naif bir
okur için böyle. Orada da aynı şeyi yapmış oluyor. Televizyonlarda her şeyi bilen konuşan
kafalar var ya onları kullanarak yeniden yaratıyor. Bu da yeni bir tür. Yabancı dil muadilleri de
var bunların. Ne kadar gerçeğe benzerse o kadar etkili oluyor. Ama yalan… Kurmaca… İşte o
metinlerin, dalga geçen bir metin olduğunu anlaman için konuyu da bilmen gerek. Böyle de
bir yönü var. Bu yüzden dedim sıradan okur, gazetelerin belli köşelerini okuyan okur anlamaz
diye. Yani gittikçe inceliyor çizgi. Bir noktadan sonra bilgiyi paylaşmak bir ahlaki tutum,
sorumluluk halini alacak. “Wikipedia” nasıl oluyor diye çok düşündü insanlar. Nasıl oluyor da
kimse bir menfaati olmadan böyle bir projeye adım atıyor? Böyle bir kolektif bilinç nasıl
oluşuyor? İşte bu yüzden. Biz henüz onu anlayamıyoruz. Ufkumuz biraz dar. Kendi
köyümüzün sınırına kadar düşünüyoruz biz. Büyük bir kolektif bilinç var ortada oysaki. İşte
mevcut alanlardaki kirliliği ancak bu şekilde önleyebiliriz. Kirlilik de böyle bir kirliliktir ancak.
Senin kastettiğin gibi değildir herhalde.
Hocam konuyu biraz değiştireceğiz ama kurmaca metinlere ve yaratıcı yazarlık
konusuna değinmekte fayda var. Büyübozumu’nda yaratıcı yazarlığı anlatırken
yazının öğrenilebilir bir eylem olduğunu söylüyorsunuz, tıpkı resim yapmak ya da
keman çalmak gibi. Siz de yaratıcı yazarlık dersleri veren birisiniz. Ancak şu da bir
gerçek ki kurmacanın temelini de insan zihni oluşturuyor. Aslında kurmaca
metinlerin, bu anlamda –doğru bir kelime olacak mı bilmiyorum ama- sübjektif bir
çıkış noktası mı var? Sonradan bunu ne kadar eğip bükebiliriz? Yani bir gece vakti
aklımıza bir öykü geliyor ve “kalem beni götürdü” mantığıyla yazmaya başlıyoruz.
Amiyane bir tabirle, bir bakıma kusmuk gibi çıkıyor bu. Sonradan baktığımızda ise,
bir ay sonra, üç ay sonra mesela, onun öyle olmadığını fark ediyoruz ve gerçekten de
yazmak böyle bir şey değilmiş diyebiliyoruz. Bu şekilde bakarsak yazı ne kadar
öğretilebilir ve öğrenilebilir? Hatta yazmak gerçekten de tam anlamıyla öğretilebilir
ve öğrenilebilir mi?
Aslında bunu kitapta uzun uzadıya anlattım. Ama şöyle özetleyebilirim belki: Bunun
“başkalarına doğru” yazmak gibi bir yönü var. Kendin okuyacaksan sadece, o başka bir şey
olur. Günlük gibi, not tutma gibi… Öyküyü, romanı yazmamızın temel amacı başkası okusun
diyedir. Başkası okuyunca da bundan zevk almasını veya o dünyanın içine bir kere girmesini
bekleriz. Kime doğru yazarız? İdeal okurumuza doğru. İdeal okursa kendimiz gibi biridir. Bizi
tam anlamıyla anlayabilecek birisidir bu. Bizim kadar akıllı birisidir. Bizden daha az akıllı
birisine doğru yazmayız. Öylesi biraz daha pedagojik bir yazarlık oluyor belki. Bizden yukarıya
doğru da yazmıyoruz. Kendi eşitimize doğru yazıyoruz aslında ve karşı tarafın da bu yüzden
bizi beğenmesini bekliyoruz. Beğenmek de anlamakla mümkün. Anlamadığımız bir şeyi
beğenemeyiz. Nasıl anlıyoruz peki? Kullanılan kalıpları tanıyorsak anlıyoruz. En azından bizim
bildiğimiz dilde yazılmışsa anlıyoruz. Dili bilmiyorsak hiçbir şey anlamıyoruz. Tamam, bizim
bildiğimiz dilde yazılmış ama biz dili ne kadar biliyoruz? Burada da aynı problem çıkıyor
ortaya. Mesela öyle bir yanılgı var. Bazı insanlar anadilde yazılmış her metni okuyup
anlayabileceğini zannediyor. Bütün romanları anlayabileceğini sanıyorlar. Anlaşılamayanın
kötü roman olduğunu düşünüyorlar. Böyle bir vehim var. Son derece saçma bir düşünce. Sen
o dili bilmiyorsun demek ki. Tıpkı bütün müzikleri anlamadığımız gibi. Kimisi halk müziğini
sevmez çünkü anlamaz. Kimisi de cazın çok ince bir müzik olduğunu düşünür ama başkası için
hiçbir şey ifade etmez. Bütün müziklerin inceliklerini bilemeyebiliriz. Bu da böyle bir şey. Bu
bizim kültürümüzle, kulağımızı nasıl eğittiğimizle ilgili bir şey. Bunun sübjektif bir tarafı var.
Bunun, tanıdığımız kalıplarla bir ilgisi var. Edebiyatta da bunun karşılığı “klişe”dir. Ne kadar
klişe olursak o kadar rahat anlaşılırız. Ne kadar rahat anlaşılırsak da o kadar az beğeniliriz.
İşte öğrenilmesi gereken, üzerinde çalışılması gereken budur belki. Bir sürü teknik var. Bakış
açısı şöyle bir şey, karakter şöyle kurulur, hikâyenin böyle dinamikleri var… Mesele bunları en
iyi şekilde öğrenip uygulamak değil. Yaratıcı yazarlığın temelinde, bilimin tersine, yöntemi
öğrenip o yöntemi kırmak, yöntemin dışına çıkmak vardır. Çünkü yöntemin dışına çıktığın
anda sanatsal bir yaratıcılık ortaya çıkıyor. Bu da zaman zaman seni anlaşılmaz kılar. Hemen
alımlanmayabilir. Jale Parla’nın güzel bir tespiti var. “Bütün büyük romanlar, kendinden
önceki geleneğe bir başkaldırıdır,” der. O yüzden Oğuz Atay ilk çıktığında insanlar çok
hoşlanmadı. Aklına geleni yazmış; o, roman değildir, o zaman hepimiz yazardık, diye
eleştirilmiş. Ama böyle olmadığı sonradan ortaya çıkıyor. Aynı şey Orhan Pamuk için de
geçerli. Tabi işin içine Orhan Pamuk girince, sosyolojinin de konusu olabilecek önyargılar,
ideolojiler falan da ortaya çıkıyor ama onlardan da önce ilk ünlenmeye başladığında ve Kara
Kitap’ı yazdığı dönemde bir kesim tarafından sevildi ve çok şaşkınlıkla karşılandı. Kimi
kesimse bunu tam tersine, okudu ve çok sinirlendi. Çünkü anlamadı. Ve o sinir hiç geçmedi.
Gittikçe de katlanarak büyüdü. O dili bilmeyebilirsin, kavrayamayabilirsin. Tanpınar neden
etkili, bunu anlayamayabilirsin. Ama bu, onun kötü olduğu anlamına gelmiyor. Şimdi, yaratıcı
yazarlık da çok geniş bir alan… Bu, şöyle bir şey, bir süpermarkette değişik ürünler var ve sen
sepetini alıp orada gezerek sepeti doldurabiliyorsun. “Aaa… Bakış açısı da varmış, bilinç akışı
da varmış, şu da varmış, bu da varmış. Ben bunları alayım, akşam eve gidince bir şey
yaparım.” şeklinde düşünülebilecek bir şey değil. Tam tersine, evet, bunları öğreniyorsun.
Pusula diye bir şey var, ip diye bir şey var, bunları kuşanıyorsun ve sonra da yola çıkıyorsun.
Ama çöle mi gidiyorsun, ormana mı gidiyorsun, mağaranın dibine mi ineceksin, pusula
gerçekten lazım olacak mı sana? Bunlar sana kalıyor. Senin yolculuğun. Ve sen nereye doğru
yolculuk yapacaksın, kendi içine doğru. Bütün yaratıcı yazarlığın özeti, en sevdiğim anekdot
şudur: Genç bir şair, yaşlı ve ünlü bir şaire gidiyor ve şiirlerini götürüyor. Üstat bir bak, diyor,
boşuna devam etmeyeyim, bende bir pırıltı var mı? Yaşlı şair, şiirlere hiç bakmadan şunu
diyor, mümkünse bırak, eğer yapabiliyorsan yazma. Ve gönderiyor genç şairi. Cevap bu. Yani
bende pırıltı var mı yok mu, bunu kimse tespit edemez. Zaten bir önemi de yok. Yazarlara
baktığımız zaman, hiçbiri belli bir eğitimle, kültürle sınırlanamıyor. Hepsi farklı farklı
kesimlerden. Kimi ilkokul mezunu, kimi aynı zamanda keman çalıyor, kimi mühendis, kimi beş
dil biliyor… Bir ortak yön yok. Tek bir ortak yön var, o da yazma arzusu. Hep de anlatılır ya
hayatlarında; şu istemedi yazmamı, falanca engel olmaya çalıştı, on beş yıl süründüm, ilkini
bastım beş tane sattı falan. Bu. Hikâye budur. Mümkünse bırak zaten. İşte yazmak, tam
anlamıyla böyle bir şey. Sorunun cevabı bu olabilir belki.
Roman ve öykü farkına değinelim, biraz klişe olacak ama… Büyübozumu’ndan
devam edelim… Kundera’dan alıntıladığınız bir cümle var roman ve öykü ile ilgili.
Aralarında ontolojik bir fark yoktur, deniyor. Bu anlamda öykü ve roman arasındaki
fark nedir peki? Bir de romanın öyküden daha fazla okunması gibi bir gerçeklik var.
Ya da var mı? Böyle olduğunu düşünüyor musunuz? Öykü seçkin bir tür, roman
popüler bir tür diyorsunuz. Böyle bir ayrım olduğunu düşünüyorsanız öykünün arka
planda kalmışlığını neye bağlıyorsunuz? Çok iyi öykücülerimiz ve çok iyi öykülerimiz
olmasına rağmen hem de…
Evet, söylediklerin doğru... Romanın böyle bir durumu var. Çünkü insanlar, belirli bir
dünyanın içine girip, orada uzun süre kalmak istiyorlar. Sürekli dünya değiştirmek
istemiyorlar. Oysaki öyküde bir dünyaya giriyorsun, sonra da çıkıyorsun o dünyadan kısa bir
süre içinde.
Bölüyorum ama okunması da daha zor mu yani sizce?
Tabi, bu açıdan bakarsak biraz zorlaşıyor. Çünkü küçük bir pencereden kısa bir süre dünyaya
bakıyorsun ve sonra da o pencere kapanıyor. Gerisi yok. Romanda öyle değil ama. Uzun süre
o manzarayı seyrediyorsun. Zaman geçiyor, farklı insanlar geliyorlar gidiyorlar, mekânlar
değişiyor… Yani şunu özetlemeye çalışıyorum, yerin bolsa, içinde çok sayıda hikâye, insan,
mekân, zaman varsa kopuk kopuk değil de bir devamlılık içerisindeyse bu, okur da bunu takip
edebiliyor. Kaldığı yere ayracını koyuyor ve ertesi gece devam ediyor. Tekrar tekrar. Ve
günlerce bir romanı okuyabiliyor. Popüler romanlar niye çok kalın? Gittikçe kalınlaşıyor
farkındaysan, yurt dışında falan da 600 sayfa, 700 sayfalık romanlar çıkıyor piyasaya. Bunu,
onun iyiliği kötülüğü anlamında söylemiyorum ama istenen odur orada. Popüler olan bunu
istiyor. 600 sayfa kalayım içinde ve bir yere gitmeyeyim. Bundan mutlu oluyor. Mesela bunun
karşılığına bakarsak, sinema filmi öyküye karşılık gelir, roman ise dizi filmlere… İnsanlar o
yüzden her akşam yeni bir film seyretmek yerine bir dizi bulup ona takılıp bütün sezonlarını
seyrediyorlar. Çünkü bir filmde, bir ya da birkaç karakterin bir hikâyesini görüyorsun sen. Kısa
bir süre içinde oluyor bu. Oysa dizide aynı karakterin çok farklı durumlardaki zamanlarına
tanık oluyorsun, tıpkı bir romanda olduğu gibi. Onu daha detaylı inceliyorsun. Roman ihtiyacı
da bundan kaynaklanıyor. Karakteri daha fazla tanıma, daha fazla içine girme isteğinden.
Çünkü bizim hep merak ettiğimiz şey, başkası ne düşünüyor, başkası ne yaşıyor… Temel
olarak insanlar üzerindeki arzumuzu romanlar ve öyküler bize veriyor. Romanın baskınlığı da
bundandır işte. Daha fazla zaman geçirildiği için. Öykünün daha başka tatları var. Farklı
incelikleri var. Yaşanır farklı yönleri gösterdiği için daha seçkin bir tür. İyisi tabi ki. Hepsi değil.
Gittikçe, kısaldıkça da anekdota doğru gider o. Fıkraya doğru gider. Daha çarpıcı, daha da
çarpıcı olarak kısalır. Uzadıkça da daha az çarpıcı olmaya başlar ama karakterin de gerçeğe
yaklaşması söz konusu olur. Kabaca böyle. Ama bütün tasnifler kendi sorunlarını da kendi
içinde barındırır mutlaka. Bunu da unutmamak gerek.
31 Ocak 2013
İstanbul