Carl Sagan Cozmos

386
Prof. Dr. CAR SAG KOZMOS I Çeviren : Reşit Aşçıoğlu

Transcript of Carl Sagan Cozmos

Prof. Dr. CARL SAGAN

KOZMOSIEVRENĶN VE YAķAMIN SIRLARI

Çeviren : Reşit Aşçıoğlu

OKURLARIMIZA

ÖNCE TV DİZİSİ, SONRA KİTAP...

Çağımızda gelişmişliğin bir ölçütü de halkın bilgi ve kültür düzeyidir. İleri ülkelerde bu düzeyi yükseltmek amacıyla basın yayın organlarıyla yayıncılığın el ele verdiğini görmekteyiz. Bi-limsel konuları geniş yığınlara tanıtma, sevdirme ve onları ay-dınlatmada başta TV olmak üzere, kille haberleşme araçları etkin bir rol oynamakta.

Bilimsel dizilerin amacına ulaşması için izlenen tamamlayıcı bîr yol da, dizi senaryolarının geliştirilerek kitap haline getirilme-sidir. Çünkü TV dizisinin program süresiyle sınırlı akışı İçinde ak-tarılan yoğun bilginin algılanması, derinlemesine kavranması güç-lüğü sözkonusudur. İşte diziyle birlikte oluşturulan kitaplar, anla-şılması dikkat isteyen konulara yeniden eğilme olanağı vermek-tedir.

Bilimsel Sorunlar Dizimizin ilk kitabı olarak sunduğumuz, İk-tisadi düşüncenin başlangıcından günümüze dek temel öğretile-rini konu alan Kuşku Çağı (The Age of Uncertaınfy) İle insanlığın evriminde önemli bir aşamayı oluşturan uzayın keşfini konu alan Kozmos (Cosmos) adlı yapıtlar, dünyanın en ünlü TV kurumların-ca gerçekleştirilen iki önemli dizisinin kitaplarıdır. Olanaklarımız ölçüsünde ilginç görüntülerini vermeye çalıştığımız, gösterildiği her ülkede halkın beğeni ve ilgisini toplayan bu dizilere, Türkiye Televizyon Kurumunun da gereken ilgiyi göstereceğini umuyo-ruz...

Halkımızın bilim - kurgu ürünü film ve kitaplarla gidermeye çalıştığı, evrenin ve yaşamın sırlarına duyduğu derîn merakı bü-

yük ölçüde giderecek bilimsel bir yapıt Kozmos. Yazarı Cari Sağan, halk yığınlarının ilgisine ve yararına sunulmayan bilimî, «mutlu bir azınlığın ayrıcalığı» olarak tanımlamakta, araştırma ve bu-luşların halka maledilmesi yolunda özel bir çaba göstermektedir.

«Olağanüstü Bilimsel Başarı ve Bilimi Halka Ulaştırma» ödü-lünün sahibi olan Cari Sağan, Kozmos'un yapısıyla yeryüzündeki yaşam arasındaki bağı vurgulamak İçin kendini şöyle tanıtıyor :

«BEN CARL SAĞAN ADINDA...

,,.su, kalsiyum ve organik moleküllerin toplamıyım. Siz de öylesiniz, yalnız adınız başka. Ama hepsi bu kadar mı?»

Olabilir mî?..

Cari Sağan, Gezegen Araştırmaları Laberatuvarı başyönetîci-si ve CorneİI Üniversitesi Uzay Bilimler! ve Astronomi Bölümü Öğretim üyesidir, Mariner, Vikîng ve Voyager uzay araçları yol-culukları ve araştırmalarında başrolü oynamıştır. Uluslararası Ast-ronomi Ödülünü kazanan bu ünlü bilîmadamı, «Amerikan Astro-nomi Derneği Gezegenler Bilimi Bölümü», «Bilimin İlerleyişi Der-neği» ve «Amerikan Jeofizik Birliği» başkanıdır.

Dr. Sağan dört yüz bilimsel ve popüler makale yayınlamış-tır. Yazarı olduğu bîr düzineden fazla kitabı vardır. Evrende Akıüı Yaşam (tntelligent Life in the Universe), Kozmik İlişki (The Cosmic Connectİon), Cennetin Canavarı {The Dragon of Eden), Dünyanın Fısıltıları (Murmurs of Earth) bunlardan bazıları.

Cari Sağan İçin, yukarda özetlenen bunca önemli ve onurlu görevi yüklendiğini söylemek yeterli mi?.. Hepsi bu kadar mı?

Olabilir mi?.. Cari Sağan, insanın öğrenme merakını giderme, evreni keş-

fetme çabasının da ötesinde bir görev taşıdığının bilincinde... İnsan soyunun sürdürülmesinin, uygarlığımızın korunup gelişti-rilmesinin en önemli koşulu olan «evrensel barış»m da savunucu-su Cart Sağan.

1975'te «insanlığın Refah ve Huzuruna Büyük Kafkıda Bu-

lurımuş Kişin ve 1978'de Pulitzer Edebiyat ödüllerini alan Cari Sa-gan'ın tüm insanlığa mesajı şu :

KOZMOS'UN KEŞFİ, KENDİ KENDİMİZİ KEŞİF YOLCULUĞUDUR...

«Biz hem gökyüzünün, hem yeryüzünün çocuklarıyız. Bu ge-zegen üzerindeki varlığımız süresince tehlikeli bir evrimsel yük sırtlamış bulunuyoruz. Bu yük torbasının içinde saldırıya ve tö-reye yatkınlık, liderlere baş eğme ve yabancılara düşmanca dav-ranış gibi kalıtsal eğilimler yer alıyor. Fakat aynı zamanda başka-larına karşı şefkat, çocuklarımıza karşı sevgi, tarihten bir şeyler öğrenme ve giderek zekâ ve yeteneklerimize bir şeyler katma eği-limlerine de sahibiz; bunlar da hayatta kalmamıza ve refahımızı sürdürmeye yarayan etkenler... Yapımızdaki bu eğilimlerin han-gileri üstün gelecek bilmiyoruz,..

Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçınamayacağımız bir hedef beklemekte. Dünya - dışı akıllı varlıkların bulunduğuna ilişkin he-nüz açık belirliler yok. Bu, bizimkine benzer uygarlıklar acaba hiç durmamacasına kendi kendilerini yok mu ediyorlar, diye bîr soru getiriyor aklımıza. Yerküremize uzaydan baktığımızda, ulu-sal sınır diye bir şey göremiyoruz. Uzaydan gezegenimizin ince-cik mavi bir hilâl, sonra da yıldızlar kenti arasında bir ışık nokta-sı olarak göründüğünü izleyince; etnik, dinsel ya da ulusal şo-ven ist davranışların sürdürülmesi akıl almaz bir duruma dönüşü-yor...

Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulunmadığı dünyalar var. Kozmik felaketlerin yakıp yıktığı dünyalar da var. Biz talih-liyiz, hayattayız, güçlüyüz. Uygarlığımızın ve türümüzün refahı elimizde olan bir şey. Eğer yerküre adına bizler söz sahibi değîl-sek kim olabilir? Varlığımızı sürdürmede karar veren bizler ola-mazsak kim olabilir?..» 1

Dr. Turhan BOZKURT

M

SUNUŞ

Çağlar boyunca girişilecek sabırlı ve dikkatli Çalışmalar, bugün İçin sır perdesinin arkasında kalan birçok şeyi aydınlığa kavuşturacaktır. İn-san, evrenin sırlarını araştırmak İçin yaşamının tümünü bile harcasa, yine de böylesine engin bir sorun karşısında yeterli olamaz. Bu nedenle, bil-giler, ancak çağlar aşıldıkça İnsanoğlunun önüne serilecektir. Bir zaman gelecek, o günün insanları kendilerince bilinen şeylerin daha önceleri bilin-meyişine şaşacaklar... Birçok buluşun ortaya çıkı-şı, bizlerin anısı çoktan silinip gittiği dönemlere rastlayacaktır. Her çağın insanına, araştırılmak üzere sorular gizlemesini beceremeyen bir evren, çekici olmaktan uzak, tekdüze bîr yaşam ortamı oluşturdu.

Seneca, Doğa Sorunları 7. Kîtap, M.S. 1. yüzyıl

Bugün bizler için apaçık olan gerçekler, eski zamanlarda ev-renin akıl sır e rmeyen olguları arasındaydı. Günlük yaşamdaki en basit bir olay bile evrenin sır larıyla ilişkili olarak yorumla-nıyordu. Bu konuya bir Örnek olarak, Asu r l ann M.Ö. 1000 yılla-r ında, diş ağrısına neden olduğu sanılan bîr k u r t İçin düzdükleri

•tılsımlı dizeleri gösterebiliriz. Bu dizeler evrenin başlangıcım araştırmakla başlayıp, diş ağrısı için bir tedavi yöntemi salık vermekle son bulur.

Evren, Aııu tarafından Yeryüzü, evren tarafından Akarsular, yeryüzü tarafından Dereler, akarsular tarafından Bataklıklar, dereler tarafından Ve küçük kurt, bataklıklar tarafından Yaratıldıktan sonra, Küçük kurt ağlaya sızlaya Tanrı Şamaş'ın huzuruna vardı Yaşlı gözlerle dedi k i : «Bana vereceğin besin ne ela?» fitnenle kayısı senin ola.» «Bunlar ne ki benim için? İncirle kayısı ha! Bırak da hiç olmazsa Dişle dişeti arasına sokulayım Azı dişlerinin içine yerleşeyim.» «Madem ki böyle dedin, ey küçük kurt, Katretsin seni Toprak Ana O kudretli eliyle...» (Diş ağrısına karşı düzülmüş tılsımlı dizeler.) Tedavisi: Mayalanmış arpa suyuna karıştırılmış yağ, bu dizeler üç kez yinelenerek ağrıyan dişin üzerine sü-rülecek.

Atalarımız, içinde yaşadıkları dünyanın sırlarım öğrenmeye ean attıkları halde, bunun yöntemini keşfedememişlerdi. Anu'-lar, Şamaş'lar gibi tanrıların egemen güçler oluşturdukları küçü-cük, garip ve aciz bir dünya varsayımıyla yaşıyorlardı. Böyle bir dünyada, İnsanoğlu Önemli olmasına Önemli, ama başlıca rolü

— 12 — Kozmos : F. 4

üstlenmekten uzak bir yaşam sürüyordu. Doğayla insan sıkı bir bağlantı içindeydi. Diş ağrısının mayalanmış arpa suyuyla teda-visi, en derin evrensel gizleri içeriyordu.

Günümüzdeyse evreni anlamamızı sağlayan seçkin, güçlü ve adı «bilim» olan bir yöntem bulduk. BUim bize, varlığı öylesi-ne eskilere uzanan ve öylesine engin bir evrenin gizlerini önü-müze serdi ki, bunun karşısında insanoğluna ilişkin sorunlar bile neredeyse önemini yitirdi. Böylece Kozmos, günlük yaşamımız-la ilgisi bulunmayan uzak, soyut bir kavram gibi göründü. Ne var ki, bilim giderek evrenin insanı vecde boğan bir görkemi bu-lunduğunu ve aklın bu giz perdesini aralamaya yetebileceğini ortaya koymakla kalmamış, insanoğlunun gerçekten evrenin bir parçası olduğunu, ondan kaynaklanarak yine onda son bulduğu-nu göstermiştir. En temelinden en önemsizine dek insana iliş-kin tüm olguları, evrene ve onun kökenlerine bağlayabiliriz. Bu kitap işte böyle bir kozmik perspektifin keşfini amaçlamaktadır,

1976 yılının yazı ve sonbaharında, yaklaşık yüz kadar bilim-adamı arkadaşımla birlikte, Mars gezegeninin keşfine gönderi-len Viking uzay aracı projesinin hazırlanmasında görev aidim. İnsanlık tarihinde ilk kez başka bir gezegenin yüzeyine iki uzay aracı indirmiştik. Kitabın Beşinci Bölümünde ayrıntılı biçimde anlatılacağı üzere, aldığımız sonuçlar gerçekten göz kamaştırı-cıydı ve bunun tarihsel anlamı tüm açıklığıyla ortadaydı. Buna karşın, dünya halkoyu bu büyük olaydan hemen hemen haber-siz bırakılıyordu. Basın bu konuya pek İlgi göstermedi, televiz-yonsa olayı adeta görmezlikten geldi. Mars gezegeninde hayat olup olmadığı sorusuna kesin bir yanıtın alınamayacağı anlaşı-lınca, halkın ilgisi daha da azaldı. Yanıtların kesinkes olmayıp her iki yana da çekilebilmesine. hoşgörü gösteriliniyordu. Mars gezegenindeki gök renginin, Önceleri yanlış olarak bildirildiği gi-bi, mavi değil de pembemsi bir sarı renkte olduğu belirienince, bu konuda haber toplayan muhabirlerin düş kırıklığıyla karşı-laştık. Mars gezegeninin bu bakımdan da üzerinde yaşadığımız

— 13 — Kozmos : F. 4

yerküremize benzemesini arzuluyorlardı. Bu gezegenin yerküre-mize az benzediği oranda hal koyunun ilgisinin azalacağı kam-sızıdaydılar. Oysa Mars yüzeyinin insanın heyecandan soluğunu kesecek kadar ilginç görünümleri var.

Yaşamm, dünyamızın ve Kozmos'un oluşumunun sırrı, baş-ka gezegenlerde insanüstü akıllı canlıların bulunması olasılığı gibi birbiriyle ilişkili birçok bilimsel sorunun yanıtlarını aramak üzere halkoyunını uzayın keşfine çıkılmasına genellikle ilgi duy-duğu inançındayım. B\ı ilginin çok güçlü iletişim aracı olan te-levizyon aracılığıyla harekete geçirilebileceğini düşündüğüm-den, Vikîng Verileri Aııalİ2İ ve Planlama Müdürü B. Gentry Lee ile birlikte bir televizyon dizisi yapmayı kararlaştırdık. Ast-ronomiyi konu edinen bu televizyon dizisinde insan Öğesinin ge-niş bir yer alması, insanoğlunun aklına olduğu kadar yüreğine •de hitap edilmesi gerekiyordu. Çekimi üç yıl süren ve adı «Koz-mos Projesi» olan bu dizinin hazırlanması için yazarlar, rejisör-ler ve prodüktörlerle işbirliği yaptık. Kozmos dizisinin 140 mil-yon kişi tarafından televizyonda izleneceği hesaplandı. Bu hesa-ba göre, yeryüzündeki insan nüfusunun ancak yüzde 3'ü bu di-ziye ilgi gösterebiürdi. Ne var ki, bizler, dünyanın oluşumu ve yapısına ilişkin en derin bilimsel sorunların, çok büyük bir ço-ğunluğun ilgisini ve öğrenme açlığını kamçıladığı kanısındayız. Sıradan insanın sanıldığından çok daha bilgi peşinde koştuğu-na inanıyoruz. Çağımız, uygarlığın ve belki de insan türünün geleceği açısından bir yol kavşağında bulunmaktadır. Sapacağı-mız yol hangisi olursa olsun, alıny azımız kaçınılmaz bir biçimde bilime bağlıdır. Varolmak, hayatta kalabilmek için bilim vazge-çilemeyecek kadar temel bir gereksinimdir. Üstelik bilim, in-sanoğluna zevk verir; evrimin yasaları öğrenmenin, anlamanın insanoğluna zevk vermesini sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Çünkü hayatta kalabilmek daha çok öğrenebilenlerin, anlayan-ların harcı olacaktır. Kozmos televizyon dizisiyle Kozmos adım taşıyan bu kitabın, bilime ilişkin bazı düşüncelerin, yontemle-

— 14 — Kozmos : F. 4

ı! İrin ve bilim zevkinin iletilmesinde yararlı bir girişim olduğu

inancındayız. Kitapla televizyon dizisi el ele bir gelişim İçinde oluştular.

Aslında biri Ötekinin temelini oluşturdu. Ama yine de kitaplar-la televizyon dizilerinin birbirinden ayrı yaklaşımları ve özel-likleri vardır. Kitabın en önemli özelliklerinden biri, okura, an-laşılması dikkat isteyen konulara yeniden eğilme fırsatı verme-sidir. Televizyonda böyle bir fırsat henüz yeni doğmaktadır vi-deoteypler sayesinde. Bir yazarın kitapta bir konuyu derinleme-sine ve ayrıntılı olarak ele alması, televizyondaki elli sekiz da-kika ve otuz saniye gibi bir zaman giyotini korkusu bulunma-dığından, daha kolaydır. Televizyon dizisindeki bölümlerin kita-bın bölümleriyle eş konularda başlayıp bitirilmesine Özen gös-terilmiştir. Birinin verdiği zevki ötekinin tamamlaması da müm-kündür.

Kitapta bazı konular tarih sırasına göre ele alınmamıştır, örneğin, Johannes Kepler'in anlatıldığı Üçüncü Bölümden çok sonraki Yedinci Bölümde eski Yunan bilginlerinin düşünceleri ele almıyor, öyle sanıyorum ki, Yunan bilginlerinin fikirlerine, hangi konuları gözden kaçırmış olduklarını saptadıktan sonra eğilmek daha uygun olur.

Bilim, insanoğlunun yaşamındaki Öteki çabalarından ayrı bir uğraş olarak ele alınamayacağından, sosyal, siyasal, dini ve fel-sefi birçok soruna bazen kuşbakışı bir göz atılarak, bazen de doğrudan içine girilerek yer verildi. Bu nedenle, yeri geldiği ve gerektiğince, hem televizyon dizisinde, hem kitapta sosyal so-runlara da değindim.

Bilimin temelinde düştüğü yanılgıyı düzeltme öğesi yatar. Yeni deney sonuçlan ve yeni düşünceler, sürekli olarak eskiden giz olan şeyleri çözümlemektedir. Örneğin, Dokuzuncu Bölüm-de, adı «nötrin» olan görülmesi zor zerreciklerden pek azının Güneş'ten kaynaklandığı sanılıyor bugün. Bu konuyu açıklayı-cı varsayım niteliğindeki görüşler sıralanacaktır ilerki bölüm-lerde, Onuncu Bölümdeyse yerküremizden çok uzaklardaki ga-

— 15 — Kozmos : F. 4

w

laksilerin (gökadaları) geri çekilip büzülmelerini önlemeye ye-tecek kadar maddenin evrende bulunup bulunmadığı; evrenin başlangıcının saptanamayacak kadar eski olup olmadığı ve baş-langıcı yoksa, yaratılmış da olmayacağı gibi çok merak ettiği-miz konulara gireceğiz. Sözünü ettiğimiz ve merak duyduğu-muz bu her iki alana California Üniversitesi profesörlerinden Frederick Eeines'in araştırmalarıyla ışık tutmaya başladığı söy-lenebilir. Çünkü Profesör Reines aşağıda sıraladığımız bulgula-ra ulaştığı kanısındadır: a) nötrinler üç ayrı durumda bulu- ! nurlar ve bunlardan yalnızca bir türü Güneş'i inceleyen nötrin | - teleskoplarıyla incele ne bilmektedir; b) nötrinler -ışıktaki du-rumun tersine- bir kütleye sahiptirler; böylece uzaydaki nötrin-leriıı tümünün çekim gücü, Kozmos'un sürekli genişlemesini Ön-leyen bir engel oluşturabilir. İleride girişilecek deneyler, bıı gö-rüşlerin doğruluğunu ya da yanlışlığım ortaya çıkaracaktır. Ne var ki, bu çabalar, birikim yoluyla bize aktarılan bilgilerin sü-rekli ve tekrar tekrar elden geçirilip sınandığını gösteriyor. Ve bilimsel araştırma serüveninin temeli de i$te burada yatmakta-dır.

Ithaca ve Los Angeles Mayıs 1980

— 16 — Kozmos : F. 4

Bölüm I

KOZMİK OKYANUSUN KIYILARI

Yeryüzünün enginliğin! zihnin kavrayabildi mi? Işığın evrendeki adresini biliyor musun? Peki, ya karanlığınkini..?

— Eski Kitaplardan

Mekan olarak evren, dört bîr yanımı çevreleyip beni bîr atom zerreciği gibi yutuyor; ama ben zihinsel düşün-cemle dünyayı kavrıyorum.

— Blaise Pascal, Düşünceler

Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlastlmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir.

— T. H. Huxley, 1887

17 — Kozmos : F, 2

KOZMOS. OLMUŞ VEYA OLAN YA DA OLACAK HER ŞEYDİR. Kozmos «düzen içinde bir evren» anlamında kullanı-lan Yunanca bir sözcüktür ve bir bakıma «karmaşa» anlamına gelen Kaos'un karşıtıdır. Evreni oluşturan tüm canlı ve cansız varlıkların birbirleriyle derinden uyumlu bağlarının gizlerini içerir ve bu karmaşık ama gizemli bir incelikle işlenmiş bağlara karşı hayranlık ifade eden bir sözcüktür.

Kozmos'u şöyle bir düşünmek bile garip bir heyecan verir. İnsanın sesini soluğunu kesen, ensesinden aşağı ürperti veren, bir boşluğa düşüşün hayal meyal anımsan ışı gibi başdöndürücü bîr duygudur bu. Çünkü tüm sırların en büyüğünün karşısında olduğumuzun bilincindeyizdir,

Kozmos'un mekân ve zaman boyutları her insanın anlayış sınırlan içine girmez. Üzerinde barındığımız yerküre, başsız ve sonsuz bir enginlikte kaybolmuş minicik bir gezegendir. Koz-mik perspektifte, insanoğluna ilişkin uğraşların çoğu anlamsız, hatta çocuksu görünür. Ama yine de insansoyu her dem genç, her dem merak küpü ve her dem cesur, ayrıca çok da umut ve-ricidir. Son bir iki bin yıllık dönemde Kozmos konusunda çok •şaşırtıcı ve hiç beklenmedik buluşlara ulaştık. Bu buluşları dü-şünmek bile inşam heyecanlandırıyor. Bütün bunlar, insanoğlu-nun evrim sonucu merak duygusuna sahip olduğunu, öğrenme-nin, anlamanın insana sevinç verdiğim ve bilginin hayatta kala-bilmenin önkoşulu olduğunu bir kez daha vurguluyor. Şuna ina-nıyorum ki, geleceğimiz, bir toz zerreciği gibi içinde dolaştığı-mız Kozmos'u ııe denli İyi bileceğimize bağlıdır.

Büîün o buluşlarla keşifler, kuşku ve hayal gücünden hız alarak gerçekleştirilmiştir. Hayal gücü bizleri çoğu zaman bilin-medik diyarlara götürür ve o olmadan hiçbir yere ulağa m ayız. Kuşku da bize, düş ürünüyle gerçek arasındaki farkı bulmamı-zı ve varsayımlarımızı sınamamızı sağlayan yolu açar, Kozmos'-

— 18 — Kozmos : F. 4

un zenginlikleri sınırsızdır. Her çarkı ayrı bir hayranlık doğu-ran bu makinenin olağanüstü güzellikteki parçaları ve bu par-çalar arasındaki büyüleyici bağlantı, sözünü ettiğimiz sınırsız zenginliğin kaynağıdır.

Yerküremizin yüzeyi, kozmik okyanusun kıyısını oluşturur. Bilgilerimizin çoğunu bu kıyılarda edindik. Son zamanlarda de-nize birazcık açıldık... Şöyle ayak parmaklarımızı ıslatacak ka-dar... ya da en çok ayak bileğimize kadar diyelim. Bu suların çağrısını yadsıyamayız, çünkü benliğimizde oradan geldiğimizi kavrayan bir yan var. Oranın çağrısını ta içimizde hissediyoruz ve bu duygumuz, hangi tanrı kızarsa kızsın, yine de kutsaldır.

Dünyamızda uzunluk ölçüsü olarak kullandığımız metre ya da kilometre gibi ölçüler, Kozmos'un boyutları için geçerli de-ğildir. Kozmos Öylesine büyüktür ki, kilometreler anlamsız ka-lır. Kozmos'ta ölçü olarak ışık hızını kullanırız. Işık, saniyede 300.000 kilometre hızla ilerler. Başka bir deyişle, yerküremizin çevresini saniyede yedi kez dolanmış olur. Işık sekiz dakikada Güneş'ten dünyamıza ulaşır. Böylece yerküremizin Güneş'ten sekiz ışık dakikası uzaklıkta bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir yılda ışık uzayda on trilyon kilometre kateder. Işığın hir yılda aldığı mesafeye ışık yılı adı verilir. İşık yılıyla zaman değil, uzaklık ölçülür.

Yerküremiz Kozmos'ta biricik yer değildir kuşkusuz. Hatta tipik bir yer bile sayılmaz. Aslında Kozmos'ta hiçbir gezegen ya da yıldız veya galaksi tipik olamaz, çünkü Kozmos'un çoğu boştur. Kozmos'un tipik özelliği engin, soğuk, her yeri kaplayan boşluklar arasındaki sonsuz uzay gecesidir. Galaksilerarası bu sonsuz uzay gecesi öylesine garip ve ıssızdır ki, bunun karşıtı olarak gezegenler, yıldızlar ve galaksiler içaçıcı bir güzellik ya-ratırlar. Ama bunlar çok a2dır. Ola ki, Kozmos'ta bulunsak, bir gezegene rastlama olasılığımız on milyar trilyonun trilyonunda

— 19 -

(33 sıfırlı) birdir (*). Giinİük yaşamımızda böyle bir sayı için zorlama sayı denir. Bu da evrende dünyaların ne denli değerli olduğunu ortaya koymakladır.

Gaiaksilerarası uygun bir noktadan bakabilsek, uzay dalga-ları üzerine yayılmış köpük gibi hafif ışıltılı şekiller görürüz. Bunlar galaksilerdir; bazıları tek başına, bazıları küme halinde engin kozmik karanlıkla kayarak dolaşırlar. Evet, işte karşımız-da, bildiğimiz kadarıyla, en geniş boyutlardaki bir Kozmos... Yerküremizden sekiz milyar ışık yılı uzakta bulutsu yıldızlar (nebulalar) yöresin dey iz. Bilgilerimiz, burasının bilinen evrenin uç bölümüne yan uzaklıkta olduğunu söylüyor.

Bir galaksi gazdan, tozdan, yıldızlardan oluşur, milyarlar ve milyarlarca yıldızdan. Birileri için güneş işlevi görüyor olabilir bu yıldızlar. Bir galakside yıldızlar ve dünyalar vardır. Belki de canlı varlıklar, akıllı canlılar ve uzaya yayılmış uygarlıklar da bulunmaktadır. Fakat uzaktan bir galaksi bana güzel bir eşya koleksiyonunu anımsatıyor, deniz kabukları ya da mercanlar gi-bi. Ölçülemeyecek kadar uzun zaman dilimleri içinde doğanın kozmik okyanustaki girişimlerinin ürünleridir bunlar.

Yüz milyar kadar galaksi, her birinde de ortalama olarak yüz milyar yıldız var. Bütün galaksilerde, yıldız kadar gezegen de bulunması olasılığı sözkonusu. Böylesine akıl almaz sayılar karşısında, neden tek bir yıldız, yani Güneş insanların yaşadığı bir gezegene yaşam veriyor olsun da, başka olasılıklar bulunma-sın? Niçin Kozmos'un ücra bir köşesinde yaşama mutluluğuna yalnızca bizler ermiş olalım? Kanımca, evrende hayat kaynıyor olması çok daha güçlü bir olasılıktır. Ama biz insanlar bunu he-nüz bilemiyoruz. Keşiflerimiz daha yeni başlamıştır. Sekiz mil-yar ışık yılı uzaklıktan bakıldığında, Samanyolu'ııun içinde bu-lunduğu kümeyi büe zor bulabiliriz, değil ki, Güneş'i ya da yer-

( * ) ABD bilim çevrelerindeki kurallara göre, büyük sayılar şöy-le kısaltdıyor : Bîr milyar = 1.000.000.000 = 10"; bir trilyon t= 1,000.000.000 000 = 10'*.

— 20 — Kozmos : F. 4

küremizi . , . Üzerinde insan yaşadığından emin bulunduğumuz tek gezegen, kayalar ve madenlerden oluşmuş minnacık bir kü-r e d i r : Dünyamız. Güneş ışığının yansımasıyla haf i f ten parla-yan bıı ye rküre uzayda kayıp bir cisim gibidir.

Şimdi dünyamızdan yola çıkarak başlayacağımız yolculuk, yeryüzündeki astronomi bilginlerinin «Bölgesel Galaksiler K ü -mesi» adını verdikleri yöreye götürecek bizi. Burası iki milyon ışık yılı ötemizdedir ve yaklaşık yirmi ana galaksiden oluşur. Özel ya da ilginç bir gö rünümü olmayan, dağınık, karanlık bir kümedi r bu. Bu galaksilerden biri, yeryüzünden görülen Andro-meda galaksisindeki M31'dir. Öbür galaksiler gibi bu da yıldız-lardan, gazdan ve tozdan oluşmuş kocaman bir f ı r ı ldaktır ; çe-kim gücüyle kendisine bağlı olan iki uydusu bulunur .

M31'in ö.tesinde bir benzer galaksi daha vardır. Bu, sarmal kolları yavaştan her 250 milyon yılda bir dönen kendi galaksi-ni izdir. Yuvamız olan yerkürenin kırk bin ışık yılı uzağındaysa Samanyolu'nun merkezine varmış oluruz. Buradan yine yerkü-remizi bulmak İstersek, galaksinin kıyılarına doğru rotamızı de-ğiştirerek sarmalın uzak kolu dolayında karanlık bir bölgeye girmeliyiz.

Sarmal kollar arasında bulunduğumuz anda bile, genellikle edineceğimiz izlenim, yanımızdan yıldız nehirlerinin akıp git-mesi olacaktır. Kendiliklerinden pek güzel aydınlanmış olarak kayıp giden bu yıldızlardan, sabun köpüğü görünümünde olma-sına karşın, içine 10.000 Güneş ya da bir trilyon yerküre sığa-cak büyüklükte olanları vardır. Buna karşılık, bazıları da ufak bir kasaba biiyüklüğündedir.

Bazı yıldızlar, örneğin, Güneş tek başınadır. Diğerleriyle, ki çoğu Öyledir, kalabalık grup halindedirler. Genellikle sis-temler çifttir ve iki yıldız birbirinin yörüngesinde dolaşır. Bu yıldız kümelerin içinde, üçlü sistemden tutun da, birkaç düzine ya da binierce yıldızın yer aldığı gruplar vardır. Yıldızların çok sık kümeler oluşturduğu bölgeleri milyonlarca güneş aydınlatır. Bazı çift yıldızlar, birbirlerinin öylesine yakınından gelip geçer-

— 21 —

ler ki, aralarında kalan mesafe toza boğulur. Çoğunun bi rbi r in-den uzaklığı Jüpi ter ' in Güneş ' ten uzaklığına eşittir. Dazı genç yıldızlar (süperaovalar) bağlı bulundukları galaksinin tümü ka-dar parlaktır ; «kara delikler» dediğimiz ötekilerse birkaç kilo-metre uzaktan bile görülemezler. Bazıları sürekli parıltılıdır, ba-zıları henüz karar verememiş gibi yarup söner ya da şaşmaz aralıklarla göz kırpıştırırcasuıa parı ldar . Kimisi çok edalı biçim-de döner durur ; kimisi de öylesine çılgınca dönerler ki, ku tup-ları yamyassı olmuş gibi görünür . Yıldızların çoğu güzle görü-lebilir ve kızılötesi ışık çıkarırlar; bazıları aynı zamanda par -lak X ışınları ya da radyo dalgaları kaynağıdırlar . Mavi yıldız-lar genç ve kızgındırlar; sarı yıldızlar orta yaşl ıdır lar ve çoğu bu sınıfa girer; kırmızı yıldızların çoğuysa yaşlı ve ölgündürler ; küçük beyaz ya da siyah yıldızlar da Ölümün eşiğindedirler.

Samanyolu 'nda karmaşık ama uyumlu biçimde dolaşan he r türden 400 milyar yıldız yer alır. Gezegeni mi zdeki insanların bü tün bu yıldızlar arasında yakından bilebildikleri yalnızca b i r tanedir.

Her yıldız sistemi, uzayda ötekilerden nice ışık yıl ı uzaklı-ğında ayrı düşmüş birer adacıktır . Kendi gezegenleriyle kendi güneşlerinden başka bir şeyin varl ığından habersiz, yalnızca bunlara ait bilgiler edinmeye çalışanları gözümün Önüne getiri-yorum bazen. Ne kadar ayrı ve yalnız bir adacık oluşturuyo-ruz. Kozmos'u düşünebilme konusunda aklımız çok yavaş çalı-şıyor.

Yıldızlardan banlar ı , evrimlerinin erken bir döneminde donmuş milyonlarca cansız ve taşlaşmış dünyacıklarla, gezegen sistemleriyle çevrili olabilirler. Belki de yıldızların çoğunun bi-zimkine benzer bir gezegen sistemi vardır . Bunlar ın dış s ınır çizgisinde, gazların büyük halkalar oluşturduğu gezegenler ve buzlu aylar, merkeze yakın bölümünde de küçük, sıcak, mavim-si beyazlıkta bulutlarla kaplı dünyalar bulunabil ir . Bunlar ın ba-zılarında, insana benzer akıllı yara t ık lar gelişip gezegenlerinin yüzeyini büyük yapılarla kaplamış olabilirler. Onlar bizlerin

— 22 — Kozmos : F. 4

Kozmos tak i kardeşleridir . Bizlerden değişik yapıya mı sahip-t i r ler? Şekilleri nasıldır? Biyokimyasal , norobiyolojik yap ı lan nedir? Tarihleri , politikaları, bilimleri, sanalları, müzikleri, din-leri, felsefeleri nedir? Günün birinde belki bunlar ı bilebileceğiz.

Şimdi hemen arkamızdaki avluya, yani yerküremizden bir ışık yılı uzakta bulunan bölgeye geldik. Güneş'imizi buz, kaya ve organik moleküllerden oluşmuş buz yumaklar ı yığını çevre-ler. Bu kocaman buz yumaklar ı yığını bîr küre biçimindedir, îş te bun la r kuyruk lu yıldızların kaynaklandığı çekirdeklerdir . İkide bir geçen bir yıldız çekim gücü aracılığıyla bunlardan bi-rini hafifçe iç güneş sistemine doğru iter. Burada Güneş' in ısıt-mal ıy la buz buhar laş ı r ve güzel görünüşlü bir kuyruk lu yıldız (kornet) kuyruğu oluşur.

İşte, sistemimizin gezegenlerine, Güneş ' in tutuklular ı olan büyükçe dünyalara yaklaşıyoruz. Bunlar çekim gücü nedeniyle hemen hemen dairesel diyebileceğimiz yörüngeler çizerler ve Güneş ta ra f ından ısıtılırlar. Bunlardan Platon metanl ı buzla ör-tü lüdür ve eşliğinde kocaman Charon Ay'ı vardır . Çok uzağın-da kaldığı Güneş ' in aydmlaı l ığı P la ton gezegeni, simsiyah gök-lerde küçücük bir ışık noktası gibidir. Gaz dolıı dev dünyalar olan Neptün, Uranüs, Sa tü rn ve Jüpi ter ' i çevreleyen buzlu Ay'-lar vardır . Bunla r arasında Satürn , güneş sisteminin elmas par-çasıdır. Gazlı gezegenlerle bunların yörüngeler inde dolaş:-;ti ay. -bergleı in oluş turduğu bölgenin içerleri iç güneş sistemi yöre-sini o luş turur . Burada, örneğin, kıpkırmızı Mars gezegeni var-dır, Yükselen volkanların, kocaman vadi yarıklar ının, gezegüiıi baş tan başa kasıp kavuran kum fır t ınalar ının saptandığı bu ge-zegende basit haya t şekilleri de bulunabil i r . B ü t ü n gi?zogf..:vr Güneş ' in yörüngesinde dolanırlar. Bize en yakın olan bu yıldız, h idrojen ve he lyum ateşinde termonükleer tepkilerle t üm teme ışık yağdı r ı r .

Sonunda, Kozmos'u keşif serüvenimizin son durağındaki kü-çücük, «Dikkat kırı lacak eşya» denecek çelimsizlikle, mavi be-yaz renkli dünyamıza donuyoruz. Kendilerini dev aynasında gö-

— 23 — Kozmos : F. 4

renlerin bile, bu engin kozmik okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi durduğunu çaresiz kabullendikleri yerküremize de-mek isliyorum. Çok sayıda dünyalar arasında yalnızca bir ta-nesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren kaynaktır . Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. İnsan tü rünün burada doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu yerküre üzerindedir ki,KozmosTu keşif isteklerimiz kabarmış, bir-raz zahmetlice ama hiçbir garantisi olmadan kaderimizi belir-lemeye çalışmışızdır.

Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldîniz... Mavi r enk nitrojenli göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlar ında ve meralarında cıvıl cıvıl hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgek-iniz. Kozmik perspektifte, daha önce de belirt t iğimiz gi-b: güzel ve enderdir bu gezegen. Hal ta şimdilik tektir diyebi-hriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta. Kozmos maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yal-nızca Dünya'mızı gösterebiliriz. Böylesi dünyalar uzayda ser-pisLrilnıj.; olarak herhalde vardır . O dünyalar için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl boyunca t ü rümüzün erkek ve ka-dı; karnım çabalarıyla oluşturduğu bilgi bir ikimine dayanarak dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araşt ı rmalara değer verilen bir dönemde dünyaya gelme mut lu luğuna sahip insanlardanız. Yapı harcı yıldızdan olan ve Dünya adını verdiğimiz bir yerkürede yaşayan bizler, şimdi de yuvamızın derinl iklerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz.

Yerküremizin küçük bir dünya o lduğunun anlaşılması, bir-çok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu'da aydınlığa kavuşmuştur . Bu keşif Milattan Öııce üçüncü yüzyıl olarak belir lenen bir za-manda, o dönemin en büyük metropolü sayılan Mısır ' ın İsken-deriye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyor-du. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını tak-mış. Beta, Yunan alfabesinin ikinci harf idir . Eratostenes dün-

— 24 — Kozmos : F. 4

I i î

yada her konuda birinci değil de, birinciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa Erastostenes her işte «Alfa*y-mış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan, tiyatro eleş-tirmeni ve matematikçi. Yazdığı kitaplar arasında Astronomi Üzerine diye bir kitap bulunduğu gibi, Acı Çekmekten Kurtu-luş Yolu adlı bir kitabı da bulunuyor. Aynı zamanda iskende-riye Kent Kitaplığının da yöneticisiydi. Bir gün oradaki papi-rüs üzerine yazılı kitaplardan birini okurken, Nil nehri çavlam dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu yakınlarında ye-re dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklarına iliş-kin bir yazıya rastladı. Yaz günlerinin en uzun olduğu gündo-nümünde, saat öğlene yaklaştıkça, tapınak sütunlarının gölge boyları da kısalıyordu. Tam öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu. O anda Güneş'in derin bir kuyunun dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi. Güneş o anda tam tepedeydi.

Bu gözlem, başka biri tarafından kolaylıkla ihmale uğraya-bilirdi. Sopalar, gölgeler, kuyudaki ışık yansımaları, Güneş'in konumu... Bu günlük olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve günlük olağan olgular üzerinde durması dünya hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir bakı-ma, dünyayı yeniden biçimlendirdi. Eratostenes deneye yöne-lik bir zihin yapısına sahip olduğundan, bu kez İskenderiye'de toprağa dikilen sopaların 21 Haziran günleri Öğlene doğru gölge yapıp yapmadıklarını gözlemledi. Ve gölge yaptıklarını gördü.

Eratostenes kendi kendine şu soruyu sordu: Kasıl oluyor da aynı günün aynı anmda Syene'de dikilen bir sopa gölge yapmı-yordu da, bir hayli kuzeydeki İskenderiye'de sopaların gölgesi olu-yordu? Eski Mısır'ın bir haritasını gözönüne getirin ve haritaya aynı uzunlukta iki sopa dikildiğini düşünün. Bunlardan biri İs-kenderiye, öbürü de Syene bölgesi üzerinde olsun. Ve günün be-lirli bir anında her iki sopa da güneşte hiç gölge yapmıyordu diyelim. Bundan yeryüzünün düz olduğu sonucu çıkardı. O tak-dirde, her iki bölgede de güneş tam tepede olurdu. Eğer iki sopa eşit boyutlarda gölge yapsaydı, o takdirde yassı bir yeryüzünde

— 25 — Kozmos : F. 4

renlerin bile, bu engin kozmik okyanusta âdeta kaybolmuş bir noktacık gibi durduğunu çaresiz kabullendikleri yerküremize de-mek istiyorum. Çok sayıda dünyalar arasında yalnızca bir ta-nesidir üzerinde yaşadığımız yerküre. Ve yalnızca bizim için bir anlam taşıyor olabilir. Yerküre bizim yuvamız, bize yaşam veren kaynaktır. Yaşadığımız hayat biçimi burada gelişmiştir. !: san türünün burada doğuşu çok eski zamanlara dayanır. Bu yerküre üzerindedir ki, Kozmos'u keşif isteklerimiz kabarmış, bir-raz zahmetlice ama hiçbir garantisi olmadan kaderimizi belir-lemeye çalışmışızdır.

Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldiniz... Mavi renk nitrojeni) göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlarında ve meralarında cıvıl cıvıl hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgeldiniz. Kozmik perspektifte, daha önce de belirttiğimiz gi" bi güzel ve enderdir bu gezegen. Hatta şimdilik tektir diyebi-liriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta, Kozmos maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yal-nızca Biinya'mızı gösterebiliriz. Böylesi dünyalar uzayda ser-pişiirilmi.j olarak herhalde vardır. O dünyalar için yapacağımız araştırmaları, bir milyon yıl boyunca türümüzün erkek ve ka-dınlarının çabalarıyla oluşturduğu bilgi birikimine dayanarak dünyamızda başlatacağız. Zekâ pırıltısı saçan insanların bilgi peşinde koştukları ve bilimsel araşt ırmalara değer verilen bir dönemde dünyaya gelme mutluluğuna sahip İnsanlardanız. Yapı harcı yıldızdan olan ve Dünya adını verdiğimiz bir yerkürede yaşayan bizler, şimdi de yuvamızın derin İllilerine doğru keşif yolculuğuna çıkıyoruz.

Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, bir-çok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu'da aydınlığa kavuşmuştur . Bu keşif Milattan Önce üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir za-manda, o donemin en büyük metropolü sayılan Mısır'ın İsken-deriye kentinde oldu. Bu kentte Eratostenes adında biri yaşıyor-du. Çağdaşları arasından kıskanç biri, ona «Beta» lakabını tak-mış. Beta, Yunan alfabesinin ikinci harfidir . Eratostenes dün-

— 24 — Kozmos : F. 4

yada her konuda birinci değil de, bir inciden bir geride kaldığı için ona bu lakabı vermiş. Oysa Erastostenes her İşte fAlfa*y-mış, birinciymiş. Astronomi bilgini, filozof, ozan, t iyatro eleş-t i rmeni ve matematikçi . Yazdığı k i taplar arasında Astronomi Üzerine diye bir ki tap bulunduğu gibi, Acı Çekmekten Kur tu -luş Yolu adlı bir kitabı da bulunuyor . Aynı zamanda İskende-riye Kent Kitaplığının da yöneticisiydi. Bir gün oradaki papi-rüs üzerine yazılı ki taplardan birini okurken, Nil nehri çavlanı dolaylarındaki Syene adlı güney sınır karakolu yakınlarında ye-re dikilen sopaların 21 Haziran günü gölge yapmadıklar ına iliş-kin bir yazıya rastladı. Yaz günler inin en uzun olduğu gündo-nümünde , saat öğlene yaklaştıkça, tapınak sütunlar ının gölge boyları da kısalıyordu. Tam öğlen vaktiyse, gölge diye bir şey kalmıyordu, O anda Güneş ' in derin bir k u y u n u n dibindeki suya yansıdığı görülebilirdi . Güneş o anda tam tepedeydi.

Bu gözlem, başka biri ta raf ından kolaylıkla ihmale uğraya-bilirdi. Sopalar, gölgeler, kuyudaki ışık yansımaları, Güneş ' in konumu. . . Bu gün lük olguların ne önemi olabilirdi? Ne var ki, Eratostenes bir bilgindi ve günlük olağan olgular Üzerinde durması dünya hakkındaki görüşleri değiştirdi. Bir bakı-ma, dünyayı yeniden biçimlendirdi, Eratostenes deneye yöne-lik bir zihin yapısına sahip olduğundan, bu kez İskenderiye 'de toprağa dikilen sopaların 21 Haziran günler i öylene <' . ' :

yapıp yapmadıklar ın ı gözlemledi. Ve gölge yapt ıklar ım .••"•:-rj:i. Eratostenes kendi kendine şıı soruyu sordu : Nasıl oluyor da

aynı günün aynı anında Syene'de dikilen bir sopa gol;." di-yordu da, bir hayli kuzeydeki İskenderiye 'de sopaların gö' 1 lu-yordu? Eski Mısır ' ın bir har i tas ını gözoniine gelirin v : 1.1 y:ı aynı uzunlukta iki sopa dikildiğini düşünün . Bunlar-1 ' : İs-kenderiye, öbürü de Syerıe bölgesi üzerinde ol. 111. Ye y - i:: u-lirli bir an ında he r iki sopa da güneşte hiç gölge yapmıyordu diyelim. Bundan ye ryüzünün düz olduğu sonucu ç ı k a r a . O tak-dirde, he r iki bölgede de güneş t a m tepede olurdu. Eğer iki sopa eşit boyut larda gölge yapsaydı , o takdirde yassı bir yeryüzünde

— 25 — Kozmos : F. 4

bunun da şu anlamı olurdu ; Güneş ışınları iki sopaya ayın eğim açısıyla düşüyordu. Oysa aynı anda Syene'de biç gölge yokken, İskenderiye'de oldukça önemli sayılacak boyutta gölge vardı. Bu durumda yeryüzünün yuvarlak olduğu yanıt ından başka bir Çözüm yolu bulunmadığı açıktı. Eratostenes bununla da kalma-dı. İki bölge arasındaki meşale uzayıp yeryüzünün eğimi geniş-ledikçe. gölge boyutları arasındaki farkın da büyük olduğunu ;-. ; , eh. İki bölgede saptanan gölge boyları arasındaki farka da-ya .larak, İskenderiye ile Syene arasındaki mesafenin yedi de-recelik olması gerekirdi. Şüyle ki : İki ayrı bölgede yere sapla-nan sopalar yeryüzünün derinliklerine doğru itilebilse, birbiriy-le kesiştikleri noktada yedi derecelik bir açı oluşurdu. Yedi de-rerle, yerkürenin iiç yüz altmış derecelik çevresinin yaklaşık el-lide birine eşittir. Eratostenes İskenderiye ile Syene arasındaki mesafenin 80Ü kilometre olduğunu, bu mesafeyi parayla tut tuğu bir aoamı yaya olarak göndererek Ölçtürdü. Sekiz yüz kilomet-re elliyle çarpılırsa 40.000 kilometre çıkar. Bu da yerküremizin çevre ölçüsüdür.

Eratostenes doğru ya mü bulmuştu. Onun kullandığı araç gereç yalnızca sopalardı. Bir de gözleri, ayakları ve beyni. Buna deney merakını da eklemek gerek. Sözünü ettiğimiz biçimde, Eratostenes yerküremizin çevre ölçüsünü yüzde bir, ikiük bir hata payıyla bulabilmişti. Bunu 2.200 yıl önce bulduğuna göre, yapfcğı hata çok büyük sayılmaz. Üzerinde yaşadığımız gezege-ni; çevre ölçüsünü sağlam bir temele dayanarak tam olarak öl-çebilen ilk insandır.

O dönemde Akdeniz denizciliğin geliştiği bir bölge, İsken-deriyede gezegenimizin en büyük limanıydı. Yeryüzünün müte-vazı çaplı bir küre olduğu bilinince, keşif yolculuklarına çıkmak insan aklım kurcalamaya başlamaz mıydı? Hat ta yerküre çev-i'eyinde bir deniz yolculuğuna çıkmak ilginç olmaz mıydı? Era-tostenes'ten dört yüz yıl Önce, Mısır Firavunu Necho'ııun emrin-de çalışan bir Finike filosu Afrika kıtasının çevresini dolaşmış-tı. Büyük bir olasılıkla küçük teknelerden oluşan bu yelkenli

— 26 — Kozmos : F. 4

kayık filosu, Kızıldeniz'den hareket edip, Afr ika 'n ın doğu kıyı-la r ım izleyerek Atlantik Okyanusuna açılmış ve Akdeniz'den geri gelmişti. Bu destansı yolculuk üç yıl sürmüş tü . Günümüz-de Voyager uzay aracının yeryüzünden Satürn 'e gidişine eş bir süredir .

Eratostenes' in bu keşfinden sonra cesur ve serüvenci de-nizciler birçok uzun deniz seferine çıktılar. Tekneleri küçücük ve donanımlar ı ilkeldi. Kaba pergel hesapları yaparlar , kıyı kıyı giderek oldukça uzun mesafeler alırlardı. Geceleri göz kı rpma-macasma gözledikleri yıldızların u fuğa göre aldıkları durumla-rına bakarak bilmedikleri okyanusların ortasında enlemleri saptayabil iyorlardı . Faka t boylamları hosaplayamıyorlardı. Var-lığı bel ir lenmiş yıldız grupları , henüz keşfedilmemiş okyanus-ların ortasında herhalde güven verici oluyordu. Yıldızlar, keşif-ler için yola çıkan insanlara dostturlar . O çağlarda deniz adam-lar ın ın dostlarıydılar. Şimdi de uzay ad . : , inin, Eratostenes'-ten sonra da belki deneyenler olmuştu, fal:;ıt ye rkürey i çepeçev-re denizden dolanarak keşfeden Macellan'a kadar bu işi başaran başka biri çıkmadı. îskenderiye ' l i bi! in yaptığı hesaba daya-na rak hayat lar ın ı tehl ikeye a t ıp dünyayı keşfe çıkan nice de-nizci için kimbil ir ne serüven öyküleri düzülrrıüştür?

Eratostenes ' in zamanında, yeryüzünün -imdi uzaydan görü-len şekillerinin benzeri küre le r yapılırdı . Bu kürelerin, kar ş ka-rış keşfine çıkılan Akdeniz bölgesi dışındaki yerlerinde v :ıl; -l ıklar göze çarpıyor, iyice bilinen bu bolgede&uzakhşı ldıkça ha-ta payı büyümekte . Bugün Kozmos'a ilişkin b i lg i l e r imize!ayr ı l tatsız ama kaçınılmaz sonuçla karşılaşıyoruz. Birine yüzyılda îskenderiye ' l i coğrafya bilgini Strabo şunları yazmışt;

Yeryüzünü deniz yoluyla dolanma girişiminde bu lunup da geri donenler arasında yolculuğu engelleyen bir kı tanın karşı larına çıkmasından ö türü geri döndüklerini söyleyen yoktur . Önlerinde denizin açık olduğunu, yolculuğa imkân verdiğini ama kararsızlık ya da ikmal olanaksızlığı nedeniy-

— 27 — Kozmos : F. 4

le yola devam etmediklerini söylüyorlar. . . Eratostenes At-las Okyanusunu büyüklüğü nedeniyle aşmak zor olmasa, îberya 'dan Hindistan'a geçebileceğimizi belirt iyor. . . Il ıman bölgede insanların yaşadığı birkaç yere rastlayabiliriz. . . Ve eğer dünyanın öteki yörelerinde insanlar yaşıyorsa, bunla-rın bölgemizin insanlarına benzememeleri gerekir . Bu ne-denle de oralara dünyanın başka yöreleri gözüyle bakma-lıyız.

Böylece insanlar, iigs duyduklar ı hemen her konuya yöne-lik olarak, başka dünyalar ın serüvenler ine at ı lmaya başlıyor-lardı.

Yerkürenin bundan sonraki bölgelerinin keşfi t ü m dünyal ı-ln: in toptan çabası sonucu olmuştur. Bu çabalar arasında Çin'e ve Ponnezya 'ya yapılan yolculuklar da vardı . Bunlar , Kristof Kolomb'ur: Amerika kıtasını keşfiyle kuşkusuz doruk noktasına ulaştı. Daha sonraki yüzyıl larda başarı lan keşifler de yeryüzü-nün coğrafi keşfini tamamladı . Kristof Kolomb'un ilk yolculu-mu kelimenin tam anlamıyla Eratostenes' in hesapları sayesinde gerçekleşmiştir. Kristof Kolornb «Hindistan'lar Serüveni» adını verdiği Afr ika kıyılarını gıdım gıdım izleyip doğuya doğru yel-kt;ı açarak değil de, batıdaki meçhul Okyanusa cesaretle açıl-mak suretiyle Japonya'ya, Çin'e vc Hindis tan 'a ulaşmayı öngö-ren tasarımının coşkusuyla yanıp tu tuşuyordu. Eratostenes de bu yolculuk için bilimsel diyebileceğimiz bir bilgiye dayanarak eiberya'dan Hindistan'a geçiş» deyimini kullanmışt ı .

Kristof Kolomb hari ta lar la epey haşır neşir olan ve bunları kullanarak denizlerde bir hayli dolaşan biriydi. Ayrıca Eratoste-nes, Strabo ve Butlamyus gibi eski coğrafyacı lar t a ra f ından ya-zılan kitapları okurdu. Bu coğrafyacılara ilişkin olarak yazılan kitaplarla da ilgilenirdi. Fakat «Hindistan'lar Serüveni»nin ger-çekleştirilebilmesi için teknelerle müre t teba t ın bu uzun yolculu* ğa dayanabilmesi, yerkürenin Eratostenes' in talimin et t iğinden daha küçük olmasıyla m ü m k ü n olur ancak, diye düşündü. Bu ne-

— 28 — Kozmos : F. 4

denle Kristof Kolomb yolculuğunun hesaplarında hile yaptı . Ni-

I tekim daha sonraki tar ihlerde Salamanka Üniversitesinin yetkil i fakültesi bu projeyi incelediğinde, Kristof Kolomb'un yanlış ve-rilere dayanarak hareket ettiğini ortaya koymuştur . Kristof Ko-lomb ye rküre çevresini en küçük ve Asya'yı doğuya doğru ge-nişlemiş gösteren har i ta lar kul lanmaya Özen gösterdikten başka, bunlar ı da keşif iht irasına denk düşecek biçimde abartmıştı . Eğer yolu üzerinde Amerika kıtasını bulmasaydı, Kristof Kolomb'un serüveni herhalde çok kötü sonuçlanırdı.

Yerküremiz bugün tümüyle keşfedilmiş bulunuyor artık. Ne yeni kıtalar, ne de bi l inmeyen toprak parçaları vaat. ediyor. Ne var ki, ye ryüzünün en ücra köşelerini keşfetme ve bura larda in-san bar ındı rma teknolojisi, şimdi bize, gezegen imiz i n çıkıp git-mek, uzayda serüvenlere gir işmek ve başka dünyalar keşfe tme olanağı sağlıyor. Yeryüzünden ayrı larak yüksekliklerden dün-yamıza bakıp Eratostenes ' in tahmin ettiği boyut lardaki kürey i ve kıtaları gozleyebiliyoruz. Böylece eski hari tacı ların gerçekten yetenekl i kişiler o lduğunu da anlıyoruz. Bu tür bir görüntü Era-tostenes'e ve Îskenderiye ' l i öteki coğrafyacılara k imb iü r ne bü-yük haz verirdi . . .

M.Ö. Üçüncü yüzyı ldan i t ibaren altı yüzyıllık bir süre bo-yunca insanlar ın iskenderiye 'de başlattığı bu düşünsel serüven, bizi uzay kıyı lar ına gö tü rmüş tü r . Ne yazık ki, o şan dolu m t r-merl i ken t ten hiçbir şey kalmamışt ı r . Zulüm, baskı ve öğrerme-den korku, eski İskenderiye 'ye ait izlerin hemen tümüt ilip süpürmüş tü r . Kent halkı şaşılacak kadar değişik kök*< Uy lı. Ön-ce Makedonyal ı la r , sonra Ronıa'lı askerler, Mısır'la rohij .. V ı-n a n ar is tokrat lar ı , Finlke'Ü denizciler, Yahudi tacirler, Hindis-tan 'dan ve Güney Sahra 'dan gelme ziyaretçiler -kahbalı. ' ; bir nü fus o luş turan köleler dışında herkes- iskenderiye ' ıiıı par lak döneminde büyük bir u y u m ve anlayış havası içinde y a p m ı ş t ı .

Bu kenti Büyük İskender kurmuş , eski bir muhafızı da inşa etmişti . İskender yabancı kü l tü re ve bilgiye açık bir insandı. Bir söylentiye göre -gerçek olup olmaması önem taşımaz- Büyük İs-

— 29 — Kozmos : F. 4

kenfler dünyanın ilk denizaltısıyla Ki2ildeniz'in dibine inmiştir . Generallerini Pers ve Hint kadınlarıyla evlenmeye teşvik etmiş-tir. Öteki ulusların Tanrı lar ına karşı saygılıydı. Gittiği yöreler-den ismi cismi bil inmeyen hayvan baş l an edinirdi. İçi doldurul-muş bir fil başını da hocası Aristo'ya a rmağan olarak getirmişti . Adını verdiği kenti, dünyanın ticaret, kü l tü r ve eğitim merkezi olmak üzere harcamaları geniş tu ta rak inşa et t i rmişt i . Otuz met -reyi bulan caddeler, seçkin bir mimar i ve güzel heykel ler bu kenti süslerdi. İskender ' in anıtsal bir mezarı da buradaydı . Yap-tırdığı Faros Feneri ise eski dünyanın yedi har ikasından biri ola-rak bilinir.

Fakat İskenderiye'nin har ika denebilecek asıl yeri, kitaplı-ğı ve ona bağlı müzesiydi. O efsanevi ki tapl ıktan bugün geriye kalan bir mahzenden başka bir şey değildir. Mahzende belli be-lirsiz hâlâ duran birkaç raf , bu eski ki tapl ıktan arta kalan tek tük eşyadır. Oysa burası gezegenin o zamanki en büyük kenti-nin şan şeref ve düşünce merkeziydi. Dünya tar ih inde ilk ger-çek araşt ı rma enst i tüsünü oluşturuyordu. Bu kitaplığa gelip gi-den bilgeler evrenin u y u m u anlamına gelen Kozmos'u inceliyor-lardı. Buranın sakinleri düşünür ler , icata merakl ı fizikçiler, edebiyatçılar, tıp uzmanları, astronomi bilginleri, coğrafyacı lar , filozoflar, matematikçiler, biyologlar ve mühendislerdi . Bilim ve düşünce ürünler i burada çiçek açmıştı. Dehalar ın tomurcuklan-dığı yereli. İskenderiye Kitaplığı, biz insanların, dünyamıza iliş-kin bilgiyi ilk olarak sistematik ve ciddi biçimde devşirebildik-leri merkezdir.

Eratostenes'in yanı sıra, Hipparkus adında bir astronomi bil-gini yıldız kümelerinin haritasını çıkarıp yıldızların par lakl ık de-receleri üzerine tahminler yü rü tmüş tü . Sonra zorlu b i r ma tema-tik problemi karşısında bocalayan Kral 'a , «Geometri a lanında krallara mahsus bir özel yol yoktur,» diyen geometr i ustası Euk -lîd'e rastlıyoruz. Euklid'in geometri alanındaki başarısını dil ala-nında göstererek gramer kural lar ını t an ımlayan Trakya ' l ı Dio-nisos da bu kitaplığın üyelerinden di. Aklın merkezi o larak kal-

— 30 — Kozmos : F. 4

bi reddeden ve beyni kesin olarak saptayan fizyolog Herophilus da buradandı . Dişlileri ve buha r makinesini icat eden, aynı za-manda robotlar hakkında ilk ki tap olan Automata 'n ın yazarı îs-kenderiye' l i Heron 'dur . Elips, parabol, hiperbol gibi konik di-lim (*) şekillerini kanı t layan Bergama'l ı matematikçi Apolloni-us bu kitaplığın gediklisiydi. Yukar ıda sözü geçen eğri lerin ge-zegenlerin, kuyruk lu yıldızların ve yıldızların izledikleri yörün-geler olduğu günümüzde art ık biliniyor, Leonardo da Vinci'ye gelinceye dek makineler alanında rastlanan en büyük deha Ar-şimet ve bugün için gerçek astroloji bilimine ters düşmekle bir-likte bu alandaki birçok bilgiyi toplayan Bat lamyus da İskende-r iye okulundandır . Ba t lamyus 'un yerküremizi evrenin merkezî sayan görüşü 1500 yıl süreyle geçerliliğini korumuştur . Buysa bi-limsel çalışmaya gir işenlerin ortaya attığı görüşler::? tümüyle yanlış olabileceğini bize gösteren bir ha t ı r la tma yer ine geçer. Adı geçen büyük adamlar arasında matematikçi ve astronomi bil-gini olan b i r kadın da vardı . Adı Hypatia 'ydı, İskenderiye Ki-tapl ığından saçıları aydınl ığın son ışığıydı o. Bu kadının param-parça edilerek öldürülüşü, kuru luşundan yedi yüzyıl sonra kitap-lığın yok ediîişiyle ilişkiüdir. Öykünün bu yanma daha sonra de-ğineceğiz.

Mısır ' ın Büyük İskender 'den sonraki Yunan Kral lar ı öğre-nim so rununu ciddiye alırlardı. Yüzyıl lar boyu bilimsel araşt ır-maya destek oldular ve ki tapl ıkta çağır, en büyük beyinler i için çalışma or tamı hazır ladı lar . İskenderiye kitaplığında her konu için ayrı lan on geniş hol bulunuyordu. Botanik bahçesi, ha; va-sat bahçesi, kadavra inceleme odası, rasathanesi vardı . Dinlen-me saatlerinde açık tar t ı şmalar ın yapıldığı büyük yemek s. !onu-

(*) Bir koninin değişik açılardan d il imi erimesiyle ortaya çıkan şekiller olduğundan bu adı veriyoruz. On sekiz yüzyıl sonra J jhaunes Kepler, gezegenlerin devinimlerini ilk kez olarak bıılgulayab !-mok için Apollonius'un konik dilimler konusuna ilijkin yazıların-dan yararlanmıştır.

— 31 — Kozmos : F. 4

nu suların aktığı çeşmeler süslemekteydi. Kitaplığın kalbi, ki tap koleksiyonuna ayrılan bölümüydü.

Koleksiyon uzmanları dünyanın birçok kü l tür ve diline ait ki-tapları tararlardı. Yabancı ülkelere adam gönderip kitapîıklar-daki kitapları toptan satm alırlardı, iskenderiye'ye demirleyen yabancı gemiler kaçak eşya için değil, acaba kitap mı kaçırıyor-lar diye aranıp taranırlardı. Her biri elle yazılmış papirüs to-marı olmak üzere kitaplıkta o zamanlar yar ım milyon ki tap bu-lunduğu sanılıyor. Bazen papirüs tomarlarının kopya edilmek üzere alındığı da olurdu. Bütün bu kitaplara acaba ne oldu? Bun-ları yaratan klasik uygarlık yok oldu ve ki tapbk kasten tahr ip edildi. Bu eserlerden yalnızca küçük bir bölümü kalmıştır. Ba-zılarının da insanın içini burkan bölük pörçük parçaları. Günü-müze kalan bu bölük pörçük parçalar bile insan zihnim uyarı-cı ne denli zengin bilgiler taşıyor, bir bilseniz! Örneğin, kitaplı-ğın raflar ından birinde bulunduğunu bildiğimiz Sisam'lı astro-nomi bilgini Aristarkus 'un kitabında, yerküremizin gezegenler-den bir tanesi olduğuna ve onlar gibi Güneş'in e t raf ında döndü-ğüne ve yıldızların çok uzaklarda olduklarına değiniliyordu. Bu İfadelerin hepsi de doğru olduğu halde, sözü edilen gerçeklerin yeniden bulunması için iki bin yıl beklemek zorunda kalınmış ol-du, Aristarkus'un bu eserinin kaybına duyduğumuz üzüntüyü, daha başka konulardaki kayıplar için de yüz binler sayısıyla çar-parsak, klasik uygarlığın yarattığı görkemi ve mahvının t ra je-disini algılamaya başlayabiliriz.

Eski çağ dünyasının bilimini çok aştık. Faka t bilim tarihi-ne ilişkin bilgilerimizde büyük çukurlar var . Bunlar ı doldurmak olanaksız. Günümüzde bir kitaplık okuyucusunun hangi ki tabı okuduğunu gösteren kar t gibi o zamanki bir kar t elimize geçse kimbilir ne bilgiler edinebiliriz? Biliyoruz ki, Berossuz adında Babil'li bir rahibin yazdığı üç ciltlik Dünya Tarihi kayıptır . Bu kitabın ilk cildinin Dünyanın yaratı l ışından Tufan 'a kadar uza-nan dönemi içerdiği sanılıyor. Sözü geçen ki tapta yazar, bu dö-nemi 432.000 yıl olarak belirttiğine göre, Tevra t kronolojisinin

— 32 — Kozmos : F. 4

yüz katı bir zamanı kapsıyor demektir . Merak ederim, acaba o kitapta ne vardı . . .

Eskiler, dünyanın çok eski olduğunu biliyorlardı. Geçmişin derinl iklerine göz gezdirmeye çalışmışlardı. Şimdi biz de Koz-mos'un, onları tahmin etmiş olamayacakları kadar eski oldu-ğunu biliyoruz. Uzaya çıkıp evreni inceledik ve karanlık bir ga-laksinin ücra köşesindeki bir yıldızın çevresinde dolanan toz zer-reciği üzerinde yaşadığımızı gördük. Uzayın enginliğinde bir zerreciksek, çağların enginliğinde de ancak bir anlık zaman için-de yaşıyoruz demektir . Evrenin yarat ı l ış tar ihinin ya da son şek-lini bu lduktan sonraki yaşının on beş, yirmi milyar yıl eskiye dayandığını şimdi biliyoruz. Bu, kayda değer Büyük Pa t lama ' -mn olduğu andan bu yana geçen süredir . Evrenin başlangıcın-da yıldız kümeler i , yıldızlar ya da gezegenler, haya t veya uygar-lık yoktu. Yalnızca uzayın t ümünü kaplayan parlak ve tekdüze bir ateş yuvarlağı vardı . Büyük Pat lama'daki Kaos' tan sonra, yeni yeni t an ımaya başladığımız Kozmos'a geçiş, bir anlık bile olsa gözleyebilme ayrıcalığına sahip bu lunduğumuz en hayre t verici ener j i - madde dönüşümüdür . Ve evrenin başka bir yöre-sinde kendimizden daha akıllı yara t ık lar la karşılaşıncaya dek de-ğişimlerin en müthişi olan biziz... Büyük Pa t lama 'n ın en uzak ahfadıyız. . . Kaynaklandığımız Kozmos'u öğrenmeye ve değiştir-meye kendilerini adayanlar biziz...

'l

— 33 — Kozmos : F. 4

Bölüm II

KOZMİK ARAYIŞTA TEK SES

Dünyaları Yaratan'a kendimi teslim etmek zorundayım. Sîzleri toz zerreciklerinden var eden O'dur.

— Kuran'dan 40. Sure

Felsefelerin en eskisi olan Evrim Felsefesi, skolastik dü-şüncenin taht kurduğu bin yıl boyunca dört bîr yanın-dan eli kolu sımsıkı bağlanarak derin karanlıklara gö-mülmüştü. Darvvin eski çerçeveye yeni kan şırıngalayın-ca, çerçevenin kenarları dayanamayıp çatladı ve yeni-den canlanan Yunan dönemi görüşleri, evreni oluşturan şeylerin düzenini açıklamaya daha uygun olduklarını kanıtladılar. Böylece, eski Yuntn'c'an sonra yeryüzün-den gelip geçen 70 insan kucağının benimsediği batıl

— 35 —

inançlarla beslenmiş görüşün yerini yeniden biçimlendi-rilmiş eski Yunan görüşü aldı.

— T.H. Husley, 1887

Olasıdır ki, üzerinde bulunduğumuz şu yeryüzünde ya-şamış tüm organik varlıklar, İlk yaşam soluğunun İçlerine estirildigi basit şekilli yaratıkların gelişmişleridir... Ge-zegenimiz çekim yasası uyarınca evrende dolanırken, başlangıçfa böylesine basit, sonsuz şekillerden böylesine güzel ve hayranlık uyandırıcı yaratıkların gelişmiş bulun-duğu ve gelişmekte olduğu gibi bîr yaşam görüşü ne görkemlidir!..

— Charles Darvvin, Türklerin Kökeni, 1859

Gözlemleyebildiğimiz evrenin tümünde ortaklaşa mad-delerin varlığı göze çarpıyor. Çünkü Güneş ve yerküre-mizdeki elementlerden çoğu yıldızlarda da var. Yıldız kümelerinde epey yaygın elementlerin, yerküremizdeki canlı organizmaların yapısında bulunan elementlerden bazılarıyla aynı olması İlginç bir nokfadır. Örneğin, hid-rojen, sodyum, magnezyum ve demir bu elementlerden-dir. Acaba hiç olmazsa yıldızların parlak olanlarına, bi-zim Güneş'imiz gibi gezegen sistemlerini ayakta tutan ve oniara enerji veren, canlı varlıklara barınak sağlayan dünyalar gözüyle bakamaz mıyız?

— William Huggins, 1865

D Ü N Y A M I Z I N D I Ş I N D A B İ R Y E R D E H A Y A T V A R MI-DIR, d iye t ü m y a ş a m ı m b o y u n c a m e r a k e t m i ş i m d i r . V a r s a a c a -b a n a s ı l d ı r ? B u h a y a t h a n g i ö ğ e l e r d e n o l u ş m u ş t u r ? G e z e g e n i -m i z d e k i t ü m c a n l ı l a r o r g a n i k m o l e k ü l l e r d e n o l u ş u y o r . O r g a n i k m o l e k ü l l e r , k a r b o n a t o m u n u n b a ş l ı c a r o l ü o y n a d ı ğ ı k a r m a ş ı k v e m i k r o s k o p t a g ö r ü l e b i l e n y a p ı l a r d ı r . Y a ş a m ı n b a ş l a m a s ı n d a n Önce y e r k ü r e m i z i n ço rak v e ıssız o l d u ğ u b i r d ö n e m v a r d ı . Ş i m d i y e r y ü -

— 36 — Kozmos : F. 4

zünde hayat kaynaşıyor. Bu nasıl oldu acaba? Hayatm bulunma-dığı durumda karbon temeline dayalı organik moleküller nasıl oluştu? İlk canlı varlıklar nasıl gün yüzü gördüler? Yaşam na-sıl bir evrim gösterdi de, günümüzün insanları gibi yapıları ay-rıntılarla bezenmiş ve karmaşık varlıklar ortaya çıktı? Kendi kökenlerini araştıracak yetenekte yaratıklara nasıl ulaşıldı?

Ve öteki güneşlerin çevresinde dolanıyor olabilecek geze-genlerde de hayat var mıdır? Dünyamız dışındaki dünyalarda hayat varsa, bu, yerküremizdeki gibi avnı organik moleküllere mi dayanıyor acaba? Öteki clünyalardaki hayat yerküremiz üze-rindeki hayat gibi mi? Yoksa şaşırtıcı biçimde değişiklik mi gösteriyorlar başka çevrelere uyumdan ötürü? Başka ne düşü-nülebilir bu konuda? Yerküremizdeki hayatın niteliğiyle öteki dünyalarda hayat arayışı, aynı sorunun iki yüzünü oluşturur. Biz işte bu arayışın peşindeyiz.

Yıldızlar arasındaki engin karanlıklarda gaz ve toz bulut-larıyla organik madde bulutları yer almaktadır. Radyo - teles-kop aracılığıyla buralarda sayısı birkaç düzineyi aşan organik molekülün varlığı saptanmıştır. Bu moleküllerin bolluğu, hayat maddesinin her yerde yaygın olduğuna İşaret ediyor. Yeterli bir zaman süresinde hayatın başlaması ve gelişimi belki de ka-çınılmaz bir kozmik olaydır. Samanyolu galaksisindeki milyar-larca gezegenlerden bazılarında hayat belki hiç başlamayabilir.

I Bazılarında başlayabilir ve bitebilir ya da hiçbir zaman en ba-sit şeklini aşamaz. Ve bu dünyaların bir küçük bölümündeyse, bizden daha akıllı yaratıklar ve ileri uygarlıklar gelişebilir.

Yerküremizin uygun ısıya sahip olmasının ve su, atmosfer, oksijen vb. bulundurmasının yaşam için çok elverişli bir ortam yarattığı yolunda yorumlara zaman zaman rastlarız. Böyle dü-şünmek, birazcık nedenlerle sonuçları karıştırmak oluyor. Biz

: dünyalılar, yerkürenin çevre koşullarına uyuyoruz, çünkü bura-da yetişmiş bulunuyoruz. Daha önceki yaşam şekilleri çevre ko-şullarına uyamadıklarmdan yok olup gittiler. Biz, koşullara iyi ayak uyduran organizmaların vârisleriyiz. Çevre koşullan daha

— 37 —

i .

derişik bir dünyada gelişen organizmalar, hiç kuşkusuz o dün-yanın türküsünü söyleyeceklerdir.

Yerküremizde yaşayan her şey birbiriyle yakından ilişkili-dir. Ortak biı organik kimya yapısına ve ortak bir evr im mira-sına sahibiz. Bunun sonucu olarak biyologlarımızın a raş t ı rma alanı çok kısıtlıdır. Tek bir biyoloji tü rünü , yaşam müziğinin yalnıiîeâ bir temasını inceliyorlar. Binlerce ışık yılının içinde \ ->lun tek ölgün müzik sesi bizimki midir? Yoksa galaksinin y işara müziğini oluşturan milyarlarca değişik ses harmonisi mi var?

Yeryüzündeki yaşam müziğinin küçük bir bölümüne iliş-kin bir öykü anla tmak isterim. 1185 yılında Japon İmpara toru , Anîoku adütda yedi yaşında bir çocuktu. Genj i Samuray la r ı ka-bilesiyle kıran kırana bir savaşa girişen Heike samuraylar ı ka-bilesinin lider adayıydı Antcku . He r iki g rup da imparator luk tahtında cedlerinin üstünlüğü nedeniyle hak iddia ediyordu. Son çatışma, İmpara torun da başkomutan gemisinde bulunduğu 24 N san lluD günü Japon iç denizi D a n n o - u r a ' d a yer aldı. Heike ' -kr yenildiler ve çoğu öldürüldü. Geriye kalanlar da, dalga dalga kendilerini denize a tarak boğuldular. İmpara to run anneannesi Su arı Nii, Antokıı'yla bir l ikte düşmanın eline geçmemesi ge-rektiği ka ra rma vardı. Başlarına neler geldiğini Heike Öykii-sii'nden izleyelim.

İmparator yedi yaşındaydı o yıl. Faka t dahq büyük gö-rünüyordu. Öyle sevimliydi ki, beline kadar inen uzun ve simsiyah saçlarının çevrelediği yüzünden ışık parıltısı saçı-lıyordu. Şaşkın bir ifadeyle Sul tan Nii 'ye, «Beni nereye göt ürüyorsun?^ diye sordu.

Gözlerinden yaşlar boşalan Sultan Nii, genç hükümda-ra dönerek onu teselli etti ve uzun saçlarını güverc in renk= li pelerinine doladı. Gözleri dolan küçük h ü k ü m d a r el lerini kavuşturdu. Önce başmı doğuya çevirip Tanr ı İse'ye veda etti, sonra da batıya dönerek Nembutsu ' sunu (Budda'ya ya-

— 34 — Kozmos : F. 4

pılan bir dua) söyledi. Sultan Niİ, çocuğu göğsüne sıkıca bas-tırıp, «Okyanusun diplerindedir bizim sarayımız,» diye mı-rıldandı. Böylece dalgalar arasından birlikte deniz dibini boyladılar.

Heike'lerin tüm filosu yok oldu. Yalnızca kırk üç kadın ha-yatta kaldı. İmparator luk sarayında hizmetkârlık yapmış olan bu kadınlar, deniz savaşının yapıldığı yerin dolaylarında yaşa-yan balıkçılara çiçek satmaya ve onlara yakırüı't göstermeye zorlandılar. Heike'ler tar ih sahnesinden kaybolup gittiler. Bu arada saray hizmeti ar lar ından ayaktakımı olanlarının balıkçı-lardan peydahladıkları çocuklar, savaş gününü anma festivali düzenlediler. Bugüne elek her 24 Nisan günü bu festival tekrar-lanır. Heike'lerin torunları olan denizciler, boğulan İmpara torun anıtkabirinin bulunduğu Akama tapınağına giderler. Orada Danno - ura deniz çarpışması olaylarının temsil edildiği bir oyu-nu izlerler. Aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile insanlar bura-da Samuray ordusu hayaletlerinin kandan ve yenilgiden 'arın-mak için denize doğru koştuklarını görür gibi olurlar.

Balıkçılar, Heike Samuray la rmm o iç denizin derinliklerin-de yengeç biçiminde dolaştıklarını söylerler. Gerçekten de bu-rada, sırtlarımda ki girintili çıkıntılı şekilleriyle samuray yüzü-nü andıran yengeçler vardır. Bunları yakalayan balıkçılar tek-rar denize atarlar. Yeniden denize atmalar ının nedeni I t e n n ö -ura olaylarının acısını anmalarındaııdır .

Bu efsane ilginç bir soruna yol açıyor. Nasıl oluyor da bir savaşçının yüzü bir yengecin kabuğuna işlenmiş olabilir? Bu-nun yanıtı, o yüz şeklini yengeç kabuğuna insanların aktardığı-dır. Yengecin kabuğundaki şekiller kalıtsaldır. Fakat insanlar-da olduğu gibi, yengeçlerde de birçok değişik kalıtsal çizgiler vardır. Diyelim ki, rastlantı sonucu, bu yengecin çok eski cedle-ri arasından biri, azıcık da olsa insan yüzüne benzer bir şekille ortaya çıkmış olsun, O takdirde, balıkçıların, D a n n o - u r a Sava-şı sozkonusu olmadan da, insan yüzünü andıran bir yengeci ve-

— 39 —

mek istemeyecekleri söylenebilir. Balıkçılar yakaladıklar ı yen-geçleri yeniden denize a tmakla evr im kuramının bir sürecini harekete geçirmiş oluyorlar. O da ş u d u r : Eğer bir yengeç ola-ğan bir yengeç kabuğuna sahipse, insanlar onu yerler ve o yen-gecin soyundan gelenlerin sayısı azalır. Eğer kabuğu insan yü-. ünü andırıyorsa, yengeç yeniden denize at ı lacağından o yenge-cin soyundan üreyecek olanlar daha yüksek sayı lara ulaşacak-tır. Yengeçler, böylesi kabuklara sahip bu lunmaktan yarar lan-mışlardır. Yengeç ve insan kuşakları zaman içinde akıp gittikçe Samuray yüzüne en çok benzerlik gösteren kabuklular ın yaşam-larını sürdürmeler i olanağı doğmuştur . Tüm bu olgunun yen-geçlerin îsteği'yle bir ilintisi yoktur. Ayıklama (seleksiyon) on-ların dışından gelen ve kendini kabul e t t i ren bir güç tür . Samu-ray yüzüne benzediğiniz oranda haya t t a kalma olasılığınız ar t ı -yc: Sonunda Samuray yüzüne benzer kabuklular ın sayısı b i r hayli çoğalacaktır da.

Bu kürece doğal değil, yapay ayıklama denir . Heike yengeci olgusu, balıkçıların hemen hemen bilinçsizce davranış lar ı so-nucu ortaya çıkmıştır. İnsanlar ın hangi bitkilerin ya da hayvan-ların yaşamlarını binlerce yı l sürdürmeler i ya da s ü r d ü r m e m e -leri konusunda seçim yapt ık lar ı du rumla r da vardır . Kendimi-zi bildiğimiz günden i t ibaren çevremizde belirli çift l ik ve evcil hayvanlarla karşı karşıya geliriz. Çevremizdeki meyvalar , seb-zeler ve ağaçlar da belirlidir. Bunlar ın doğuşu nasıl o lmuştur? Bu aşamaya nereden gelmişlerdir? Acaba bir zamanlar yabani hayvan ya da bitkiydiler de çiftl iğin daha az çetin yaşam koşul-larına mı alıştırıldılar? Hayır , gerçek tümüyle başkadır . Bunla -rın çoğunu bugünkü duruma get iren bizleriz.

On binlerce yıl Ünce mandı ra ineği, tazı ya da mısır başağı yoktu. Bu hayvanlar ın ve bitkilerin soylarını evcılleştirdiğimiz-de. üremelerini denetleyerek yönlendirdik. Bugünkü bu hay-vanlarla bitkilerin eski soyları bü tünüyle değişik görünüş teydi -ler. Bunlar arasında özelliklerinin sü rüp gitmesini is tediklerimi-zin üremesini yeğledik. Koyunlarımızın gözetimi için kul lana-

— 40 — Kozmos : F. 4

cağımız köpeği ye t i ş t i rmek için uyanık , i t aa tkâ r ve s û r u otlat-maya ya tk ın olan tü r l e r in i seçtik. Mand ı r a inekler in in kocaman ve y a y v a n memeler i , i nsanoğ lunun sü te ve peynire olan ilgisi-nin sonucudur . Biz im b u g ü n yediğimiz mısır , çelimsiz olan ilk t ü r ü n d e n b u g ü n k ü t a d ı m ve yüksek besin değerini kazanabi l -mesi için, on binlerce yı l ye t iş t i r i lmiş t i r . Sonuçta ilk ha l inden öylesine uzaklaş t ı ki, ş imdi ar t ık insanoğlunun müdahales i ol-m a d a n kendi kend ine ü reyemiyor .

İ s te r He ike yengeci , is ter b i r köpek ya da s ığır veya mısı r için olsun y a p a y ay ık l aman ın ilkesi ş u d u r : Bi tk i le r in ve hay-van la r ın çoğunun fiziksel ve d a v r a n ı ş özell ikleri kalı tsaldır . Bu-na göre ü r e r l e r . İ n san l a r şu ya da bu neden le bazı tü r l e r in üre-mesini yeğl iyor lar , bazı tü r l e r in üremes in iyse i s temiyor lar . Üre-mesi i s tenen t ü r çoğalıyor, i s t enmeyen de azalıyor, ha t t a t ü r ü n tükendiğ i de oluyor .

Pekİ ama , eğer insan la r yeni biçki ve h a y v a n tü r l e r i yetiş-t i reb i l iyor la rsa doğanın da aynı şeyi yapmas ı ge rekmez mi? Bu sürece doğal ay ık lama adı veri l iyor . Haya t ın çok u z u n zaman di l imleri boyunca değiş ime uğramış olduğu, insanoğ lunun yer -yüzündeki kısacık ikamet i süres ince h a y v a n l a r ve bi tki ler üze-r inde yap t ığ ı değiş ik l ik lerden, bu a r ada fosi l lerden açıkça anla-ş ı lmaktad ı r . Fosi l ler bizlere, bir z a m a n l a r y e r y ü z ü n d e çok sa-yıda b u l u n a n ama a r t ık t ümüy le yok o lmuş ya r a t ı k l a r a ü t bil-gi ler sağl ıyor (*). Y e r y ü z ü t a r ih inde bugün va ro lan t ü r l e r d e n daha çoğu da yok o lmuş tu r ; b u n l a r ev r imin sona eren deney im-le r i n i t eüğ inded i r .

Evci l leş t i rme sü rec in in get i rdiği genet ik değişikl ikler bü-yük bi r hızla o luşmuş tu r . Tavşan ın evci l leş t i r i lmesi Or taçağa ras t lar . (Frans ız r ah ip l e r yen i doğan tavşan yav ru l a r ın ın ba l ı k

{*) Batının geleneksel dini görüşü ısrarla bunun tersini savunmuş-tur. örneğin, John "VVesley'İn 1770 yılında Öne sürdiigu sav şöy-ledir : «Hiç değer verilmeyen türlori bile ölümün yok etmesi mu-bah görülmemiştir.»

— 41 — Kozmos : F. 4

oldukları inancıyla tavşan üretmeye girişmişlerdir, çünkü, balık kilise takviminde et yemenin yasaklandığı bazı" günlerde yene-bilen bir besin maddesiydi.) Kahve üretimine de ancak on be-şinci yüzyılda başlanmıştır; şeker pancarı on dokuzuncu yüz-* yılda üretilmiştir. Mink İse evcilleştirmenin henüz ilk dönemle-rini yaşamaktadır. On bin yıla yakın bir sürede evcilleştirme, koyun başına alman bir kiloluk sert kılı on ya da yirmi kilo yu-muşak yüne çıkarırken, bir ineğin süt verme dönemindeki veri-mini de birkaç yüz santimetreküpten bir milyon santimetre-küpe çıkarmıştır. Eğer yapay ayıklama bu kadar kısa bir süre-de bu denli büyük değişimlere yol açabiliyorsa, milyarlarca yıl-dan beri işleyen doğal ayıklama neler yapabilir? Bunun yanıtı, biyolojik dünyanın güzelliği ve çeşitliliğinde yatmaktadır. Ev-rim bir kuram değil, bir olgudur.

Evrim mekanizmasının doğal ayıklama olduğu bulgusu, Charles Darwin ve AJfred Russel Wallace'a aittir. Yaklaşık yüz yıl önce. adı geçen bu iki kişi, hepsi birarada yaşayamayacak kadar çok sayıda hayvan ve bitkinin yetiştiğini, böylece çev-renin, rastlantı sonucu hayatta kalmaya daha yatkm olan türle-ri seçtiğini vurguladılar. Kalıtımda ani değişmeler demek olan mütasyonlar evrimin hammaddesini oluştururlar. Çevre, hayat-ta kalma üstünlüğü gösteren mütasyonlar lehine davrandığın-dan, bunun sonucu olarak bir hayat şeklinden başka bir hayat şekline doğru yavaştan bir dizi değişme yer alır ki, bu da yeni türlerin varolmasına yol açar,

Darwin Tiirierin Kökeni adlı kitabında şöyle der:

İnsan başkalaşım yaratmaz. Yaptığı, yalnızca organik varlığını bilmeden yeni yaşam koşullarının içine sürmektir. Bunun düzenlenmesi için harekete geçen Doğa, böylece çe-şitliliğe etken olur. Ne var ki, insan, kendisine Doğa tara-fından sunulan çeşitlilikleri seçebilir ve seçmektedir de. Böylece bu çeşitliliklere istediğince sahip çıkmaya çaba gösterir. Örneğin, kendi yararı ya da zevki için hayvan ya

— 42 — Kozmos : F. 4

da bitkilere şekil vermeye çalışır. Bunu belirli bir yöntem uyarınca istemiyle yapacağı gibi, kendisine en yararlı gör-düklerini koruyarak hem bilinçsizce, hem de soylarını de-ğiştirmeyi amaçlamadan da yapabilir... Hepsi de hayatta kalamayacak kadar çok yaratık doğmaktadır... Yaratıklar-dan birinin rekabet alanına giren başka biri Üzerindeki yaş-ça ya da mevsimlik üstünlüğü veya ortamın fiziksel koşul-larına çok küçük bir derecede bile göstereceği uyum üstün-lüğü, terazinin kefesini onun lehine çevirecektir.

Evrimin on dokuzuncu yüzyüdaki en etkili savunucusu ve halka sunucusu olan T. H, Huxley, Danvin'le Wallace'm yayın-ladıkları yazıların, «kendini gecenin karanlığında kaybetmiş in-sana birden yolunu aydınlatan bir ışık saçtığını, bu ışığın insa-nı asıl hedefine ulaştıramasa bile bu hedef doğrultusunda ona yol gösterdiğini» söyler. Daha sonra Huxley şöyle der:

«Türltvrin Kökeni yapıtındaki fikrin özünü kavradığım aıı, 'Bunu daha önceden düşünememiş olmak ne aptallık!, dedim. Sanırım, Kristof Kolomb'un arkadaşları da buna benzer sözler söylemişlerdir... Başkalaşım olgusu, varolma savaşımı, koşulla-ra uyum sağlama zaten bilinen şeylerdi. Fakat türler sorununun özüne inen yolun bunlardan geçtiğini, Darwin ve Wallace ka-ranlığa ıçık tutuncaya dek hiçbirimiz akıl edemedik.»

Evrim ve doğal ayıklama fikirleri karşısında çoğu kimse hayrete düştü. Hâlâ da düşenler var. Atalarımız yeryüzünde yaşam mekanizmasının düzenine, organizma yapılarının işlev-lerini yerine getirişine bakarak, bunda bir Büyük Mucit gördü-ler. En basit yapılı tek hücreli organizma bile en mükemmel cep saatinden daha karmaşık bir makinedir. Saatlerin parçaları ken-diliğinden biraraya gelmedikleri gibi, dedelerimizin saatleri kü-çük aşamalarla kendiliklerinden bugünkü saatlere dönüşmez-ler. Saatin bir yapımcısı vardır. Atomlarla moleküllerin böyle-

| sine hayret verici karmaşıklıkta ve düzgün işleyişte organizma-J 1ar yaratmak üzere her nasılsa kendilerinden biraraya gelme-

| — 43 —

lerine ihtimal verilmiyordu. Her canlının özel olarak o haliyle yaratıldığı, bir türün başka bir türe donüşemeyeceği kavramla-rı, alalarımızın hayat hakkındaki kısıtlı tarihi bilgilerine yatkın geliyordu. Her organizmanın bir Büyük Yaratıcı tarafından ti-tizlikle yapıldığı düşüncesi, doğaya bir anlam ve düzen sağla-dıkJ;-:n başka, insanlara da üzerinde hâlâ duyarlılık göstererek durduğumuz bir Önem kazandırmaktaydı. Mucit ya da Yaratıcı f.hi'i, çekiciliği olan, doğal ve biyolojik dünyanın insancıl tanı-nı:— sağlayan bir düşüncedir. Fakat Danvİn'le Wallace'ın gös-terdiği gibi. yine çekici, yine insancıl ve çok daha İkna edici bir düşünce yolu daha vardır: O da uzun zaman dilimlerinin geç-mesiyle yaşam müziğini daha güzel kılan doğal ayıklamadır .

Fosillerin sağladıkları kanıtlar bir Büyük Mucit düşünce-sine uygun düşebilir. Diyelim ki, Yaratıcı yaratt ığı bazı tür ler-den memnun kalmayınca, o tür ler i yok edip daha iyileri için deneylere girişiyor. Böyle bir kavram tutarl ı olamaz. Çünkü her bitki ve hayvan, üzerinde titizlikle çalışılarak meydana getiril-miştir. Her şeye kadir Büyük Yaratıcı 'nm yarat t ığı bir sonraki tü: ü Önceden yaratmış olması gerekmiz miydi? Fosiüerdeki ka-yıtlar, deneyler yapıldığını ve yanılgılara düşüldüğünü, gelece-ğe yönelik olarak ne yapılmak istendiğinin bilinemediğini gös-teriyor. Bu durumsa, Büyük Yaratıcı 'ya ters düşmektedir,

1950'lerin başlarında henüz üniversi te öğrencisiyken, gene-tik uzmanı H. J. Muller ' in laboratuarında da çalışma olanağına kavuşmuştum. Muller radyasyonun mütasyoıılara yol açtığım bulan ünlü bir bilimadamıdır. Muller yapay ayıklama örneği olarak dikkatimi ilk kez Heike yengeçlerine çeken kişidir. Ge-netik biliminin deneysel yönlerine eğilmek için adı Dı-osophila melanogaster olan ve «çiği seven kara vücutlu» anlamına gelen sinekler üzerinde çalışıyordum. Meyva sineği olaıı Drosophila melanogaster'ler iki kanatlı ve kocaman gözlü küçücük yarat ık-lardır. Bunları orta boy süt şişelerine doldurduk. Değişik iki türü çiftleştırerek ana baba genlerinin yeni düzenlemesinden ve hazırlığı yapılmış doğal mutasyondan ne türeyeceğini ince-

— 44 — Kozmos : F. 4

led ik Dişiler şişelerin içine konan şeker pekmezinin üzerine yu-murtalar ını bıraktılar. Şişelerin ağzına tıkaç kondu. Döllenmiş yumurta lar ın larva, larvaların yavru-larva ve yavru-iarvalarin da ergin meyva sineği olmaları için iki haf ta bekledik.

Bir gün yeni getirilen, eterin etkisiyle hareketsizleşmiş bir sürü Drosophila inceliyordum mikroskopta. Devetiiyünden ya-pılmış bir fırçayla farklı türlerini ayırıyordum. Çok değişik bir şeyle karşılaşınca şaşırdım. Bu beyaz göz rengi yerine kırmızı renk göz ya da kılsız bir boyun yerine kıllı bir boyun gibi bir değişiklik değildi. Karş ımda kanatları daha büyük ve duyarga-ları uzun tüylü başka çeşit bir yaratık vardı. Tek bir kuşakta büyük bir evrimsel değişimin Muller ' in laboratuarı .:1a gerçek-leşmesi talihin cilvesi, diye düşünüyordum. Çünkü Muller böy-le bir şeyin olamayacağı kanısındaydı. Şimdi bu olup biteni kendisine anlatmak gibi zor bir iş düşmüştü bana.

İstemeye istemeye kapısını çaldım. Karanl ık odada tek ay-dınlık yer mikroskobundan çıkan ışık demetinin kümelendiği noktaydı. Odada çıt çıkmaması beni daha da şaşırttı ne diyece-ğim konusunda. Çok değişik bir sinek türü bulmuştum. Bunun şişedeki şeker pekmezi üzerindeki yavru - larvalardan türediği kesindi. Doğrusu ya, Muller'i rahatsız e tmek istemiyordum, ka-rarsızdım, Ama Muller mikroskobun al t tan vuran ışığının ay-dınlattığı yüzünü kaldırarak, «Diptera'dan çok Lopir; :••:.• ı'ya mı benziyor?» diye sordu. Bunun ne anlama geldiğini bilerni-yordum. Bu nedenle açıklamasını sürdürdü. «Kanatlar: mı bü-yük? Duyargalar ı tüylü mü?» Keyfim kaçmış durum: \ • ımı salladım evet anlamında.

Muller odanın ışıklarını yakt ı ve babacan bir tavırla gü-lümsedi, Benim yeni bulgum eski bir hikâyeymiş mt^er . Gene-tik laboratuarlarmdaki yaşama uyum sağlamış bir tür perva-neydi bu, Meyva sineğine benzemiyordu. Üstelik meyva sine-ğiyle bir ilişkisi olmasını da istemiyordu. İstek duyduğu şey meyva sineklerinin üzerine konduklar ı şeker pekmeziydi. Labo-rant lar ın meyva sineği ka tmak için şişenin tıkacını açmalaııyla

— 45 — Kozmos : F. 4

kapamaları arasında geçen kısacık süre içinde tadına doyama-dığı şeker pekmezine doğru pike iniş yapan anne pervane yumur-talarını düşürmüştü. Büyük bir mütasyon (makro - mütasyon) k;u^ısında değildim; yalnızca doğadaki uyum olgularından biri-ne m.\.:o - mütasyon ve doğal ayıklama ürünü bir olguya tanık olmuştum.

Evrimin gizleri Ölüm ve zamandı r : Çevreye gereğince ı-.ığ'ayaraayan büyük sayıda bayat şekillerinin yok olup

gitmesi; rastlantısal olarak uyum sağlayan küçük mütasyonların u un tiizisİ için göçen zaman ve uygun mütasyonlar sonucu be-li ıen hayat şekillerinin birikimi için gerekli zaman.. . Darvvin

V.'allace'm görüşlerine karşı direnme gösterilmesinin nedeni, binlerce yıllık sürelerin geçmesi olgusunun gczönünde tutulma-yı :: andır. 70 milyon yıl, bunun ancak milyonda birine eşit ; ir yaşayabilen insan için ne ifade eder? Yalnızca bir gün-ci . . ve günü soıısuzmuş gibi algılayan kelebeklere benzi-yorum..

Yei küremizde olup bitenler, öteki birçok dünyada yaşam evi imine ilişkin olup bitenlerin az çok aynısıdır belki. Ancak protein kimyası ya da beyin nörolojisi gibi ayrınt ı lar açısından yeri- iırcmiz üzerindeki yaşam tarihi tüm galakside benzersiz olabilir. Üzerinde yaşadığımız yeryüzü 4 milyar 600 milyon yıl önce yıldızlar arası gaz ve tozun yoğunlaşmasından oluştu. Fo-sillerin sağladıkları kayıt lardan Öğreniyoruz ki, hayatın başlan-gıcı t ü n d e n az sonra ilkel ye rküren in su birikinti lerinde ve ok-yanuslarda belirdi. Hayat belirtisi taşıyan ilk şeyler, tek hücreli organizmanın karmaşıklığından çok uzaktı. Çünkü tek hücreli orgaı izma oldukça gelişmiş bir yaşam biçimi sayılır. İlk hayat titreşimleri çok daha mütevazıydı. Yeryüzünün o ilk günler inde şimşek ve Güneş' ten gelen morötesi ışınlar, ilkel atmosferin hid-rojence zengin basit moleküllerini ayırıyor, ayrı lan parçalarsa kısa zamanda karmaşıklaşan moleküllere dönüşüyordu. Bu ilkel kimya, olgularının ürünleri , okyanuslarda çözülüyor ve giderek

— 46 — Kozmos : F. 4

'karmaşıklığı artan bir tür organik bulamaç meydana getiriyor-du. Ve bir gün, tümüyle rastlantı sonucu beliren bir molekül, "bulamaçtaki öteki molekülleri yapı taşları olarak kullanarak kendi kaba kopyalarını yapabildi. (Bu konuya ileride dönece-ğiz.)

Başlıarfleri DNA olan deoksiriboniiklei asit'in bu ilk atası, yeryüzündeki yaşamın da ilk molekülüdür. Bükülü pervane biçimine sokulmuş bir merdivene benzer. Merdivenin basamak-ları dört ayrı molekül parçası halindedir ye genetik kodun dört harfini oluşturur. Nükleotid denen bu basamaklar, belirli bir organizmanın vücut bulmasını içeren kalıtsal talimatları verir. Yeryüzündeki her hayat şekli için, hepsi de aynı dilde ya-zılmış ama farklı talimat dizileri vardır. Organizmaların farklı oluşlarının nedeni, nükleik asit talimatlarındaki değişikliktir. Nükleotiddeki değişim bir mütasyondur. Bu müfasyon, bir son-raki kuşak tarafından kopya edilerek gerçekleştirilmiş olur. Mü-tasyonlar nükleotiddeki rastlantısal değişimler olduklarından, çoğu zararlı ya da öldürücüdür. Çünkü işlevsel olmayan enzim-lerin ortaya çıkış kodlarını hazırlarlar. Bir mütasyonun bir or-ganizmayı daha iyi çalışır duruma getirebilmesi uzun bir süre-yi gerektirir. Ne var ki, bir santimetrenin on milyonda biri kü-çüklüğündeki bir nükleotidde yer alacak yarara dönük ama ger-çekleşme olasılığı çok az olan bu mütasyon, evrim yolculuğu-nun sürdürülmesini sağlar.

Dört milyar yıl önce yeryüzü bîr moleküller cennetiydi. Bunların henüz avcıları yoktu. Bazı moleküller yeni moleküller üretmede yetersiz kalıyorlar, yapı taşları bulmak için rekabet ediyorlar ve ancak kendi kaba kopyalarını yineleyerek üretebi-liyorlardı. Üreme, mütasyon ve en çelimsizlerin ayıklanarak 3-ok oluşuyla, evrim, molekül düzeyinde bile geçerliliğini sürdürü-yordu. Zamanla bunların üreme koşullarında uyumları arttı. Özel işlevli moleküller, sonuçta biraraya gelerek bir molekül ortaklığı kurdular. Bu ilk hücreydi. Bitki hücreleri bugün kü-çük molekül fabrikalarına sahiptirler. Bunlara kioroplast adı

— 47 —

veriliyor. Fotosentez işleviyle yükümlü bu küçük molekül fab-rikaları güneş ışığını, suyu ve karbondioksidı, karbonhidrat ve oksijene dönüştürürler. Bir damlacık kandaki hücreler farklı bir molekül fabrikası bulundurur. Bu fabrikaya da mitokondri-yon adı verilir. İşlevi yiyecekleri oksijenle karıştırıp yararlı enerji sağlamaktır. Bu fabrikalar bugün bitki ve hayvan hücre-lerinde varlıklarını sürdürüyorlar ama bir zamanlar kendi baş-larına varlıklarını sürdürmüş hücreler olabilirler.

Üç milyar yıl önce bir mütasyonun, tek başına varlığını sür-dürmekte olan bir hücrenin bölünmesinden sonra ikiye ayrıl-masını engellemesi sonucu, tek hücreli bitkilerden bazıları bir-araya gelmiş olabilirler. Çok hücreli ilk organizmalar böylece artık gelişmiş bulunuyordu. Vücudunuzdaki her hücre, bir za-manlar tek başlarına varlıklarını sürdüren parçaların kendi or-tak çıkarları uğruna birleşip oluşturdukları bir çeşit komündür. Ve bizler yüz trilyon hücreden, bir başka deyişle bir «çokluk» tan oluşmuş bulunuyoruz.

Seks yaklaşık iki milyar yıl önce icat edilmişe benziyor. Daha önceleri yeni organizma çeşitleri, yalnızca rastlantısal mütasyonlar dizisiyle, yani genetik talimatlardaki harflerin de-ğiştirilerek ayıklanması sonucu ortaya çıkahiliyorlardı. Evrim, bunaltıcı bir yavaşlılık içinde yer almış olmalı. Seksin icadıyla, iki organizma aralarında DNA kodlarının tam olarak birer pa-ragraflarını, sayfalarını ve kitaplarını değiş tokuş edebilmeye başladılar. Böylece ayıklama eleğine hazır yeni çeşitlilikler or-taya çıktı. Organizmalar seks İlişkisi açısından ayıklanmadan geçerler ve sekse karşı ilgi duymayan organizmalar çabucak yok olup giderler. Bu süreç yalnızca iki milyar yıl öncesinin, mikroplan için geçerli değildir. Biz insanlar da bugün DNA'la-rımızın bazı bölümlerini değiş tokuş etmeye meraklı bir aşa-maya gelmiş bulunuyoruz.

Bir milyar yüdır bitkiler işbirliği içinde çalışarak yeryüzü-nün çevre koşullarında şaşırtıcı bir değişiklik yapmışlardır. Ye-şil bitkiler oksijen molekülü üretmektedirler. Bu arada okya-

— 48 — Kozmos : F. 4

nuslar basit yapıl] yeşil bitkilerle doluştuğundan, oksijen yeryü-zü atmosferinin bileşimindeki başlıca Öğe oluyordu. Böylece

(yeryüzünün başlangıçtaki hidrojence zengin yapısı bir daha geri gelmemek üzere değiştiriliyor ve yaşamın biyolojik olmayan sü-reçler dönemi sona eriyordu. Fakat oksijen organik molekülle-

Îrin parçalanmasına da neden olur. Oksijene olan bağlılığımıza rağmen, aslında kendini koruyamayan organik madde için oksi-jen zehirlidir. Oksidasyona yol açan bir atmosfere geçiş, ya-şam tarihinde önemli bir bunal ım yaratmış ve oksijenle baş edemeyen birçok organizma yok olup gitmiştir. İlkel yaşam şe-kil lerinden olan botülizm ve tetanos basilleri bugün bile oksi-jensiz bir or tamda yaşamlarım sürdürebilmektedirler . Yeryüzü atmosferindeki ni trojen kimyasal bakımdan daha kalıcı oldu-ğundan, oksijene kıyasla daha sağlıklıdır. Fakat o da biyolojik yaşam kaynaklıdır. Böylece görüyoruz ki, yeryüzü atmosferinin %99'u biyolojik kökenlidir. Kısacası gökler yaşam doludur.

Hayat ın başlangıcından it ibaren 4 milyar yıllık sürede var-olan başlıca organizmalar, mikroskopik küçüklükteki mavi ye-şil yosunlar olup bun la r okyanusları kaplamaktaydı . Derken, 600 milyon yıl önce, yosunların tekelleşen egemenliği kırılmış ve bir dizi yeni hayat şekilleri, Cambrian patlaması adı verilen olgu sonucu ortaya çıkmıştır. Dünyanın varoluşundan sonra ha-yat âdeta birdenbire patlak vermiştir . Bu da, yerküremize ben-zer herhangi bir gezegende, kaçınılmaz sayabileceğimiz kimya-sal bir süreç sonucu hayatın varolabileceği ne işarettir. Ne var ki, hayat 4 mi lyar yıl süreyle mavi yeşil yosunların Ötesinde bir gelişme kaydetmedi. Bu da şunu gösteriyor ki, özel organları olan büyük yara t ık çeşitlerinin gelişmesi, hayat ın başlangıcın-dan da zordur. Bugün belki birçok gezegende bol miktarda mik-rop vardır da, iri hayvanlar ve sebze türünden bitkiler yoktur.

Cambrian patlamasının hemeıı ardından, okyanuslar deği-şik hayat şekilleriyle dolup taştı. 500 milyon yıl içinde büyük trilobit sürüleri belirdi. Bunlar büyücek bir sineğe benzeyen, iyi yapılanmış hayvanlardı; bazı sürüler okyanusların tabanında

— 49 — Kozmos : F. 4

var ı rd ı . Bugün artık trilobitler yoktur . 200 milyon yıldır yeryü-zünde triiobit yaşamadı. Yeryüzünde bugün canlısının izine ras t lanmayan bitkiler ve hayvanlar çoktur. Ve hiç kuşkusuz ha-len gezegenim izdeki tür ler in hepsi de bir zamanlar va r değil-lerdi. Eski kaymalıklarda bizim gibi yara t ık lara ait bir ize rast-lanmıyor. Türler bir ara beÜrdikteıı sonra, uzun ya da kısa bir süre gezegende ikamet ediyorlar, sonra da or tadan kayboluyor-lar.

Cambrian patlamasından önce. tür ler in birbir inin peşisıra epey yavaş bir hızla ortaya çıktıkları sanılıyor. Bunun bir nede-ni de, daha eı-ki tar ihlere inildikçe, bilgi dağarcığını dolduran kayıtların azalıvermesidir. Gezegenimizin ilk dönemlerinde, ya-p: larmda katı parçalar bulunan organizmalar çok azdı ve yumu-şsk yapılı canlılardan da geriye çok az fosil kalmaktadır . Buna rağmen, Cambrian pat lamasından önce, inanılmaz derecede ye-ri hayat şekillerinin ortaya çıkışı - tembel bir i lerleme hızıyla da olsa-gerçek bîr olgudur. Hücre yapısının ağır çekim bir f i lmi andıran bir tempoyla evrimi ve biyo-kimyasal özelliği, fosil ka-lıntılarının dış görünüşünde tanı bir belirginliğe kavuşmuyor . Cambrian patlamasından sonraysa yeni hayat şekilleri başdön-dürücü bir hızla belirmişlerdir . Birbir inin a rd ından büyük bir (hızla ilk balıklar ve omurgal ı lar ortaya çıktı. Önceleri yalnızca v) yanusları kaplayan bitkiler, kara parçalar ını işgale koyuldu-lar. İlk böcek gelişti; bunun yavrular ı kara lara yayı lan hayvan-ların öncüleri oldular. Kanat l ı böceklerle amfibik böcekler doğ-'du. Hem karada, hem suda yaşayabi len balık türedi, i lk ağaçlar ve sürüngen hayvanlar belirdi. Dinozorun gelişimi gerçekleşti . •Memeliler ortaya çıkarken, ilk kuşlar uçmaya, ilk çiçekler aç-maya başladılar. Sonra dinozorlar yok oldular yeryüzünden . Yu-nus balıklarıyla balinaların ataları olan ilk bal ıklar belirdi. Aynı donemde maymunlar ın , orangut larm ve insanlar ın atalar ı oîan pr imatlar ortaya çıktı. Yaklaşık on milyon yıl önce, insana epey benzeyen ilk yarat ıklar beyinlerinin büyüklüğünde önemli ge-lişmeler gösterdiler. Ardından da, yalnızca birkaç milyon yıl

— 50 — Kozmos : F. 4

önce. ilk gerçek insanlar ortaya çıktılar. İlk insanların yaşam ortamı ormanlardır. Aslında insanlann

Ormanlara doğal bir yakınlığı vardır. Göklere doğru tırmanan •bir ağaç ne güzeldir... Yapraklan fotosentez olgusu hazırlamak İçin güneş ışığına kucak açarlar. Ağaçlar yanlarındaki ağaçları 'gölgelemek suretiyle rekabete girişirler. Eğer dikkat edecek 'olursanız, yan yana yetişen iki ağacın birbirini ite dürte bîr ya-şam yarışma girdiklerini görürsünüz. Ağaçlar, enerjilerini gü-'neş ışığından sağlayan kocaman ve güzel birer makinedirler. Topraktan su, havadan karbondioksit alarak bunları hem ken-dilerinin kullandığı, hem de bizlerin yararlandığı yiyeceğe çevi-rirler. Bitki, ürettiği karbonhidratı, kendi bitkisel yaşamını sürdürmek için enerji kaynağı olarak kullanır. Ve sonuçla bit-kilerden geçinen parazitler olan bizler de kenii yaşamımızı sürdürmek için bitkilerin karbonhidratlarını çalarız. Bitkiler-den aldığımız kanıraızdaki karbonhidratlarla içimize çekintimiz havanın erimiş haldeki oksijenini karıştırarak yaşayabilmemiz için gerekli enerjiyi sağlarız. Bu süreç sonucunda karbondiok-sit çıkarırız. Bitkiler de aldıkları bu karbondioksiti karbO' h; ' ra-ta dönüştürürler. Ne şaşılası bir işbirliği düzeni... Bitkilerle İn-sanların birbirinin soluğunu alıp vermesiyle gezegen çapında karşılıklı bir hayat Öpücüğü döngüsü, 150 milyon ki lometre uzaklıktaki bir yıldızın enerjisiyle sürüp g rmek te . . .

Bilinen organik molekül 'sayısı on milyarları aş;T. Oysa bunlar arasında yalnızca ellisi yaşamın temel faaliyetlerine ge-reklidir. Aynı Ör ün tüter (pattern) değişik işlevler için şaşılası bir düzenle kendilerim koruyarak yinelenirler. Yeryü^Lıdeki hayatın temelinde yatan ve hücrenin kimyasal yapışım kontrol eden proteinlerle kalıtsal talimatları taşıyan mikleik asitlerden oluşan moleküller, hem bitkilerde, hem hayvanlarda temelde aynıdır, Çınar ağacının da, bizlerin de yapısı aynı harçtandır. Zaman açısından yeterince geriye doğru gidildiğinde ortak bir atamız olduğu anlaşılır.

Canlı hücrede, yıldızlar ve galaksiler alemindeki gibi kar-

— 51 —

1

ınaşık ve güzel bir düzetı hüküm sürer, ince bir işçiliğe daya-nan hücre yapısı ancak 4 milyar yd içinde ulaşılmış bir meka-1

nizmadır. Yiyecek parçalan hücrenin içinde şekil değiştirir. Bu-gün akyuvar olan, dünün ıspanağıdır. Hücre bu değişimi nasıl gerçekleştirir? Hücrenin içi öylesine düzenli bir işbirliğine da-yanan bir yapıdır ki, kendi öz yapısını koruyarak molekülleri değiştirir, enerji depolar ve kendini çoğaltma işlevini yerine getirir. Bir hücrenin içine girebilecek olsak, molekül benekle-ri: n çoğunun protein molekülleri olduğunu, bunlardan bir bö-lümünün coşkun bir faaliyet içinde bulunurken, bir bölümünün de bekleme halinde olduklarını görürdük. En Önemli proteinler enzimlerdir. Bunlar hücrenin kimyasal tepkilerini düzenleyen moleküllerdir. Enzimler, bir makineyi oluşturan parça lan bir-araya getiren ve her biri ayrı bir parçanın uzmanı olan işçileri andırırlar. Örneğin, hücrede nükleotid guanozin fosfat oluşu-muna geçden dördüncü aşamaya ya da enerj i sağlamak üzere bir şeker molekülünün ayrıştırılmasıııa geçilen on birinci aşa-maya, hücre içindeki öteki işlevlerin yerine getirilmesine karşı-lık ödenen bedel ya da harcanan emek gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu «oluşum defilesi» enzimler tarafından yönet i lmemek-tedir. Enzimler emirkuludurlar ve kendileri de başka görevlile-rin verdikleri tal imat üzerine meydana gelirler. Pa t ron - mole-kül dediğimiz moleküller nükleik asitlerdir. Bunlar hücrenin en dip bölmesinde, başkalarının girmesine izin verilmeyen bir «Yasak Kent»te, hücrenin çekirdeğinde bulunurlar .

Hücrenin çekirdeğindeki bir gözenekten içeri dalabilsek, b i r makarna, uzun makarna fabrikasında meydana gelmiş bir patlamayı andıran bir görünümle karşılaşırdık. Düzensiz bir kangal ve düz tel çokluğu görürdük ki, bunlar iki nükleik asit türüdür : DNA talimat verenidir, RNA ise DNA taraf ından ve-rilen talimatı hücrenin geri kalan bölümlerine iletenidir. Dört milyar yıllık evrimin meydana getirebildiği ve bir hücrenin, bir ağacın ya da insan vücudunda bir işlevin nasıl yapıldığına iliş-k in tüm bilgiler birikimine sahip olan işte bu hücrelerdir . İnsan

— 52 — Kozmos : F. 4

DNA'sında yazılı bilgi bir ikimi toplamı, normal konuşma dili temel ine dayanı larak yazılsa, kalın kalın 100 ciltlik ki tap tutar-dı, Ayrıca DNA molekülleri , bazı istisnalar dışında, kendilerini aynen tekrar layarak t ıpatıp birer kopyalarım çıkarabiürler .

DNA bir çift s a rma l eğriden oluşur; birbirine bağlı iplikler «sarmal» bir merdiveni andır ı r lar . Anayapısal ipliklerden her bi r i boyunca varolan niikleotidlerin oluşumu ya da düzeni, ha-ya t sözlüğünü verir . Üreme sırasında, sarmal eğriler özel bir proteinin de yardımıyla kendi kendine açılırlar ve her biri, ya-kınındaki hücre çekirdeğinin yapışkan sıvısında dalgalanan nük leoud yapı bloklarından öteki sa rmal eğrinin aynısını oluş-tu ru r . Sözünü et t iğimiz açılma başlayınca, &DNA polimeraz» adı veri len önemli bir enzim, oluşan sarmal eğrinin m ü k e m m e l bi-çim almasına yardım eder. Eğer yanlış bir işlem yer alırsa, ha-tayı or taya çıkaran ve yanlış nükleotidi doğru nükieotid'.-: ika-me eden enzimler belir ir . Bu enzimler hayre t verici güçlere sa-h ip bir molekül makinesidir .

DNA çekirdeği t ıpatıp kendine benzeyen bir kopyasını üret-mesinin -ki buna kal ı t ım diyoruz- yanı sıra, hücrenin îaaliycti-

İni de yönet i r -ki buııa da metabol izma diyoruz-. Hücren in faa-liyetini yöne tme işini R N A nükleik asit bileşimi yaparak sağ-lar. ü l ak l ı k yapan bu nükleik asit lerin he r biri, hücre çekirde-ğinin dış bölgelerine geçer ve oıada, tam zamanında ve i;:.', ye-r inde, bir enzimin yapılışını denetler . Her şey tamarpland'.ğın-da, or taya bîr tek enz im molekülü çıkmış demekt i r ki. bu da hücrenin kimyasal yapısının bir özel işlevini yönetme - . • baş

İnsan DNA'sı bir mi lyar nükleotid uzunluğunda biı merdi-vendir , Nükieot idler in aklın alamayacağı kadar çok sayid ı bile-şim olasılığı vardı r . Faka t bu bir an lam ifade etmez, çünkü ya-rar l ı bir işlev görmeyen protein sentezlerine yol açar. Yal: .-vi çok kısıtlı sayıda nükleik asi t molekülleri bizimki gibi k . ımaşık haya t şekilleri vücuda ge t i rmeye yetmektedi r . Buna rağmen bile, nükleik asi t ler in yarar l ı biçimde biraraya get ir i lmiş yolla-rı şaşırtıcı derecede çoktur ; belki de evrendeki tüm elektron ve

— 53 — Kozmos : F. 4

protonların sayısından daha çoktur. Bu noktadan hareket ede-rek dünyaya getirilebilecek insan sayısının şimdiye dek yaşa-mış insan sayısından çok daha fazla olduğu söylenebilir. însan türünün kaynak potansiyeli büyüktür . Nükleik asitleri şimdi-ye kadarkj herhangi bir insandakinden daha iyi çalışmaları için biraraya getirmenin çeşitli yollan olmalıdır. Neyse ki, başka tiiı bir insan meydana getirmek için nükleotidleri değişik bile-şimlere kavuşturma bilgisinden yoksunuz. İleride nükleotidleri istediğimiz biçimde biraraya get irerek arzu edilen nitelikleri yaratmak mümkün olabilir... Düşündürücü ve ürkütücü bir proje!

Evrim mütasyon ve ayıklama yoluyla gerçekleşir. Mütas-yon çoğalma sırasında «DNA polimeraz» enziminin bir yanlış-lık yapmasıyla olur, ama pek ender olarak hata yapar. Mütas-ycnlar, Güneş veya kozmik ışınlardan gelen radyoaktivite ya da m o re: esi ışığın veya çevredeki kimyasal maddelerin etkisiy-le oiabiiir. Tüm bu etkilar, nükleotidleri değiştirebilir ya da nükleik asitleri düğümler halinde bağlayabilir. Eğer mütasyon oram yüksekse, 4 milyar yıldır uzun uzadıya edinilmiş kalı t ımı kaybetmiş oluruz. Eğer çok düşük orandaysa, çevrede ilerde gö-rülebilecek herhangi bir değişime ayak uyduracak yeni çeşitli-likler oluşmayacaktır. Hayatın evrimi, mütasyonla ayıklama arasında az çok kesin bir dengeye gereksinim gösterir.

Tek bir DNA nükleotidindeki değişiklik, sözkonusu DNA şifresinde varolan proteinin tek bir amîöO - asilinde değişikliğe yol açar. Avrupa asıllı insanların alyuvar hücreleri aşağı yukar ı küresel biı görünüştedirler. Afr ika asıllıların bazılarındaki al-yuvar hücreleriyse ortak biçimde ya da hilal görün üş ünde-dirler. Orak biçimindeki hücreler daha az oksijsn taşır lar ve bunun sonucu olarak bir tür kansızlığa (anemi) yol açarlar. Bu durum sıtmaya karşı daha büyük bir direnç sağlar. Ölmekten se anemik olmak tercih edilir. Kanın işlevi üzerindeki bu Önemli etki, normal bir insan hücresinin DNA'sında ki 10 milyar ııük-leotidden bir tekindeki değişikliğin sonucudur. Öteki nükleotid-

— 54 — Kozmos : F. 4

I lerdeki bir değişikliğin neler yapabileceğinden henüz habersiz Tbir durumdayız.

Biz insanlar, bir ağaca kıyasla değişik gör ünüştey izdir. Hiç kuşkusuz dünyayı bir ağacın algıladığından farklı algılarız. Fa-kat molekülün asıl yapısına bakınca, ağaçla insanın kalıtım açı-sından nükleik asit kullandıkları görülür. Hücrelerimizin kim-yasal yapısını denetleyici enzimler olarak proteinleri kullan-maktayız. İşin daha da anlamlı yanı, nükleik asit bilgisini pro-tein bilgisine çevirmek İçin, İnsanın da, ağacın da, gezegenimtz-deki hemen tüm Öteki yaratıkların da aynı şifre kitabını kullan-makta oluşlarıdır. Molekül benzerliği açısından temeldeki bu birlik için yapılabilecek akla uygun açıklama şudur: Ağaçlar da, insan da, balık da, salyangoz da, kısacası tüm canlı varlık' lar, gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerinde tek ve aynı yaşam 'başlangıcından kaynaklanmışlardır. Peki, öyleyse, yeryüzünde-ki bugünkü yaşamın oluşumunu hazırlayan temel moleküller nasıl ortaya çıkmışlardır?

Cornell Üniversitesindeki laboratuarımda ilgilendiğimiz ko» nular arasında, pre - biyolojik (biyoloji öncesi) organik kimya •da yer alıyor. Yeryüzünün ilkel dönemindeki gazlar olan hidro-jeni, suyu, amonyağı, metanı, sülfit hidrojeni karıştırıp bu gaz-ların karışımından elektrik akımı geçirdik. Bu arada bunların halen Jüpiter gezegeninde ve tüm Kozmos'ta bulunduğunu knımsatmalıyız. Bu elektrik akımının geçmesi şimşek çakması gibidir. Bu tür şimşek eskiden yerküremizde çaktığı gibi, bugün Jüpiter'de de çakmaktadır. Gazları koyduğumuz ve içinde şim-şek çaktırdığımız kap saydam olup, sözünü ettiğimiz gazlar göz-le görülmez durumdadırlar. Fakat on dakika süreyle şimşek çaktırıldıktan sonra, kabın kenarlarından yavaş yavaş kahve-rengi pigmentlerin aktığını görürüz. Giderek kabm İçi donuk-laşır ve kahverengi yoğun bir katran yayılır. Morötesi ışığı, ya-ni Güneş'in o dönemlerdeki özelliğini tekrarlasaydık da, sonuç az çok yine aynı olurdu. Katranlı bulamaç, içinde protein ve nükleik asitler bileşimleri de dahil, çok zengin karmaşık orga-

— 55 —

nik moleküllerle doludur. Böylece hayatın can suyu kolaylıkla eld e edilmiş oluyor.

Bu konuya ilişkin deneyler 1950'Ierin başında Harold Urey Kimya Enstitüsünden mezun Stanley Miller taraf ından yapıl-mıştır. Kimyager Urey ilk dönemdeki yeryüzü atmosferinin hidrojen bakımından çok zengin olduğunu ısrarla söylemişti. Bugün Kozmos da hidrojen bakımından çok zengindir. O tarih-!'• >n bu yana hidrojenin yeryüzünden uzaya gıdım gıdım sü-rüldüğünü, kütlesi büyük Jupiter 'dense süziilmediğini ve haya-tîn hidrojen kaybından önce başladığını ileri süren de Urey*-dir. Kimyager Urey bu gazlardan elektrik akımı geçirilmesini önerince, biri bu deneyden ne sağlamak istediğini sordu. O da, «Be i iste in», dedi. Bcilsiein kimyagerlcrce bilinen tüm organik moleküller in listesinin bulunduğu 28 ciltlik ki taptır .

O zamanlar yerkürede en bol bulunan gazları ve kimyasal ba,Llanlüan çözücü herhangi bir ener j i kaynağını kullanarak îıa\ atın temel yapı taşlarım üretebiliriz. Sözkonusu kapta hayat müziğinin yalnızca notaları vardır, ama müziğin kendisi 3rok-'tur, Yaşamın yapı taş lan olan moleküller doğru bir düzen için-de dizilmelidir. Hayat, hiç kuşkusuz proteinleri yapan a m i n o -asitten ve nükleik asitleri yapan nükleotidlerdeo daha başka bir şeydir. Ne var ki, bu yapı taşlarından uzun molekül zincir-leri dizisi oluşturarak laboratuarda önemli adımlar atıldı. Ami-no- asiller, yerkürenin o zamanki koşullarında, proteinlere ben-zeyen moleküllere dönüştürüldü. Bunlardan bazıları, kimyasal tepkileri, zayıf olarak da olsa, enzimlerin yaptığı gibi denetli-yebiüyorlar. Nükleotidler 20 - 30 metre uzunluğu bulan nükleik asit iplikleri gibi dizilebildiler. Deney tüpünde yarat ı lan uygun koşullar altında, kısa nükleik asitler kendilerinin t ıpat ıp benzeri bileşimler meydana getirebiliyorlar.

Şimdiye dek hiç kimse yerkürenin ilk dönemine ait gaz ve sularını birbirine karıştırıp sonuçta test tüpünden bîr şey çıka-rabilmiş değil. Bilinen en küçük canlılar olan viroitler oıı b ine yakın atomdan oluşmuşlardır. Halen canlı diyebileceğimiz hiç-

— 56 — Kozmos : F. 4

bir varlık viroitler kadar basit yapılı değildir. Virüslerin aksine viroitler yalnızca nükleik asitten oluşuyor; virüslerin çevresin-' de protein tabakası da vardır, Viroit tek bir RNA ipliğinden "başka bir şey değildir. Düz çizgi biçiminde olabilecekleri gibi, daire biçiminde olanlar da var. Virüsler gibi viroitler, daha bü-yük ve düzgün çalışan bir hücrenin molekül mekanizmasında egemenlik kurarak onu daha çok sayıda hücre üreten bir fab-rika durumundan çıkarıp, daha çok viroit üreten bir fabrika durumuna sokarlar.

Bağımsız yaşayan en küçük organizmalar arasında bilineni, *PPLO (Plöropnomi benzeri organizmalar) ile buna benzer kü-çücük hayvanlardır. Bunlar yaklaşık 50 milyon atomdan meyda-na gelmiştirler. Kendi başlarına yaşamak zorunda kaldıkların-dan viroitlerden ve virüslerden daha karmaşık yapıdadırlar. Fa-kat bugün için yerküremizin çevre koşullan, basit hayat şekil-leri için elverişli değildir. Bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için çok çabalamak zorundadırlar. Gezegenimiz tarihinin ilk dö-nemlerindeki hidrojeni bol atmosferde, Güneş ışığı çok miktar-da organik molekül yaratırken, çok basit yapılı organizmalar (parazit olmayanlar) yaşama şansına sahiptiler. İlk canlılar, ancak birkaç yüz metrelik nükleotidler olan kendi başlarına yaşayabilir türden viroitlerdi herhalde. En ilkel maddelerden .başlayarak bu tür yaratıklar üretmek üzere bu yüzyılın sonla-rına doğru çalışmalar başlayabilir. Yaşamın kökenine ilişkin Öğreneceğimiz daha çok şey var. Her şeyden Önce genetik ko-dun kökenlerini öğrenebilmeliyiz. Bu konudaki deneylere baş-layalı ancak otuz yıl oldu. Doğanın dört milyar yıl önce çalış-maya başladığını düşünürsek, az ilerlemiş sayılmayız çalışmala-rımızda.

Bu deneylerin yalnızca yerküremize özgü şeyler olduğunu söyleyemeyiz. İlkel gazlar ve enerji kaynaklan tüm Kozmos'a 'özgüdürler. Laboratuar kaplarımızdaki kimyasal tepkilerin ay-nısı yıldızlararası uzayın organik maddesinin ve meteoritlerde-ki amino- asitlerin oluşmasında rol oynamış olabilir. Benzer

— 57 — Kozmos : F. 4

kimyasal olgular Samanyolu'ndaki milyarlarca dünyada da ken-'dini göstermiş olamaz mı? Hayat molekülleri Kozmos'u doldur-an aktadır.

Fakat başka bir gezegendeki hayatın moleküllerine ait kim-yasal yapıyla gezegenimizde kinin yapısı aynı olsa bile, oralar-da bizimkine benzer organizmalar bulunmasını beklemeyebiliriz de. Yerküremizdeki canlı varlıkların çeşitliliğini gözönüne ge-tiriniz. Oysa hepsi de aynı gezegeni ve aynı molekül biyolojisi-ni paylaşıyorlar. Oradaki hayvanlar ve bitkiler bizim buradaki-lerden temelde belki de farklı şeylerdir. Öte yandan belirli çev-re koşullarına uyum açısından, örneğin, görmek için İki gözün elverişli olması gibi durumlardan kaynaklanan benzer bir ev-rim de yer almış olabilir. Fakat evrim sürecinin rastlantısal özelliğinden ötürü, yerküre - dışı yaratıklar yerküre yaratıkla-rından ayrı olabilir.

Yerküre-dışı bir varlığın nasıl bir görünüşe sahip olduğu-nu bilemem. Ne yazık ki, yalnızca yerküremiz üzerindeki haya-tı biliyorum. Bazı kişiler, örneğin, kurgubilim yazarları ve sa-natçılar öteki varlıkların nasıl olabilecekleri konusunda tahmin-ler yürüttüler. Ben yerküre-dışı varlıkların o görünüşte olduk-larından kuşkuluyum. Bildiğimiz hayat şekillerine fazlasıyla da-yanan bir düş gücünün ürünü gibiler. Herhangi bir organizma-nın şu ya da o biçimde görünmesi uzun bir evrimin sonucudur. Başka bir gezegendeki hayatın bir sürüngene ya da bir böceğe veya bir insana benzediği kanısında değilim. O yaratıkların derisini yeşile boyasanız, kulaklarını sivriltseniz ve başlarına da birer anten ekleseniz, yine de bize benzeyecekleri kanısında değilim. Fakat nasıl oldukları konusunda tahmin yürütmem için ısrar edecek olursanız, biraz değişik de olsa şöyle bir tah-min yürütebilirim:

Jüpiter gibi atmosferi hidrojen, helyum, metan, su ve amon-yak dolu, gazdan oluşmuş dev bir gezegende katı bir yüzey bu-lunmaz. Burada yoğun ve bulutlu bir atmosfer vardır ve bu atmosferde organik moleküller gökten dökülüyor olabilirler.

— 58 — Kozmos : F. 4

tıpkı laboratuar deneylerimizde olduğu gibi. Bununla birlikte, bu gezegende hayat bulunmasına engel bir durum vardır. At-mosferi çalkantılı ve aşağı tabakaları çok sıcaktır. Bir organiz-manın aşağı kayıp kebap olmaması için çok temkinli davran-ması gerekmektedir.

Adı geçen gezegende hayat olmadığını kesin olarak belirle-mek için Cornell Üniversitesi meslektaşlarımdan E, E. Salpeter ile bazı tahmin hesaplarına giriştik. Kuşkusuz, böyle bir yerde hayatın nasıl olduğunu tam olarak kestiremeyiz, fakat fizik ve 'kimya yasaları çerçevesinde, böyle bir ortamda yaşanabilir mi diye incelemeye koyulduk.

Bu koşullarda yaşayabilmenin bir yolu, yanıp kebap olma-dan önce üremek ve yeni doğanların atmosferin daha yüksek ve daha serin tabakalarına çekilebilmeleridir. Bu tür organizmala-rın çok küçük olması gerekir. Bunlara «tüğenler» diyebiliriz, içinden helyum ve ağır gazları dışarıya pompalayıp en hafif ga-zı bırakan bir hidrojen balonu da düşünülebilir. Ya da içi sıcak havayla dolu bir balon olabilir; içi sıcak tutularak havada salla-nabilir. Bu ısıyı da yediği besinin enerjisinden sağlayabilir. Adı-na «döner-gezer» diyebileceğimiz bu balonsu yaratık varolan organik molekülleri yiyebilir ya da besinini güneş ışığından ve havadan kendi yapar. Yerküremizde bitkilerin yaptığı gibi. Bir bakıma, döner-gezer ne denli cüsseli olursa o denli etkindir. Salpeter ve ben, döner - gezerlerin şimdiye dek yaşamış en bü-yük balinalardan daha büyük olduklarını düşündük. Kent bü-yüklüğünde varlıklar.

Döner - gezerler, gezegenin, atmosferinde gaz salarak ken-dilerini itebilirler. Jet motörii ya da roket örneği. Onları gözün alabildiğince tembel sürüler halinde dolaşır varsayıyoruz. Deri-lerinde de şekiller olduğunu düşünüyoruz. Bunları uyum için kamuflaj aracı olarak yarattıklarını sanıyoruz. Çünkü onların da uyum sorunları var. Böylesi bir ortamda en azından bir eko-lojik yerleşim derdi sözkonusudur. Avcılık. Avcılar hızlı hare-ket ederler ve manevra yeteneğine sahiptirler. Döner - gezerleri

— 59 — Kozmos : F. 4

gerek organik molekülleri için, gerekse saf h idrojen bir ikimleri İçin yerier. İçi boş «tüğenler» ilk döner - gezerlere dönüşmüş olabilirler. Kendi güçleriyle kendilerini iten döner - gezerler de ilk avcılara. Avcı sayısı çok değildir. Çünkü avcılar t üm döner -gezerleri tüketirlerse, kendileri de yok olacaklardır.

Fizik ve kimya, bu t ü r hayat şekilleri oluşumuna olanak ve-rir. Sanat onları sevimli kılar. Bununla birlikte doğanın bizim tahminlerimize ayak uydurmasını şart koşamayız. Faka t Sa-manyolu galaksisinde hayat bu lunan milyar larca dünya varsa, bunlardan bazılarında hayal gücümüzün fizik ve kimya yasala-rının sınırı içinde yarat t ığ ı Tüğen'ler , Döner-Gezer ' ler ve Av-cılar bulunabil ir .

Biyoloji, fizikten çok tar ihe daha b i r benzerlik gösterir . Bu-£l:>ü bilmek için dünü bilmek zorundayız. Hem de öyle böyle değil. Müthiş ayrıntı l ı biçimde bitmek zorundayız. Tarihi önce-- en belirleyen bir kuran ım henüz bu lunmuş olmaması gibi, bi-yolojiyi önceden belirleyen bir ku ram da yoktur . Nedenler iyse ayn ıd ı r ; Her iki konu bizler için henüz çok karmaş ık t ı r . Ne var ki kendi durumumuzu, başka durumlar ı bi lmek yoluyla da-ha iyi kavrayabiliriz. Y e r k ü r e - d ı ş ı hayata İlişkin tek bir olgu-nun incelenmesi, biyolojiyi bugünkü s ını r lar ından dışarı çıkara-caktır. İlk olarak biyologlar başka ne gibi haya t tür ler in in m ü m -kün olduğunu anlayacaklardır . Başka bir ye rde haya t arayışı önemlidir derken, onu bulmanın kolay olacağını söylemek iste-miyoruz. Demek istediğimiz, a r amaya değer olduğudur. Çok, ama çok değer. . .

Şimdiye dek yalnızca küçük b i r dünya üzerindeki yaşamın sesine kulak verdik. Fakat ar t ık hiç olmazsa, Kozmos'un çok sesli müziğine kulaklarımızı açmış bulunuyoruz .

— 60 — Kozmos : F. 4

Bölüm III

DÜNYALARIN UYUMU

Göklerin buyruklarını biliyor musunuz? Yeryüzünde onları egemen kılabilir misiniz?

— Kutsal Kitap'tan

Her varlık türünün kendine özgü gizli bir özelliği bulun-duğunu ve bu özelliğine dayanarak hareket edip belir-gin etkiler yaptığını söylemek, aslında hiçbir şey söyle-memeye eştir. Oysa doğa olaylarından iki ya da üç ge -nel kural çıkarıp, ardından da tüm varlıkların Özellikle-riyle devinimlerini o belirgin kurallarla tanımlamak, 15te bu büyük bir adım atmaktır.

— Isaac Nevvton, Opîics

Kuşların hangi yararlı amaç uğruna öttüğünü araştırma-

yız, çünkü ötmek onların zevkidir. Kuşlar bunun için ya-

— 61 —

satılmışlardır. Bu nedenle insan z ihninin de evren in sır-larını arşınlama zahmetine niçin katlandığını sormama-Ity ız . . . Doğa g îz dolu o denli değişik hazineyle kaplı-dır ki, bütün bunlar, insan z ihninin hiçbir zaman taze gıdalardan yoksun kalmaması için yaratı lmışlardır ,

— Johannes Kepler, Mysterium Cosrnographicum

HİÇBİR ŞEYİN DEĞİŞMEDİĞİ BİR G E Z E G E N D E YA-ŞAMİŞ OLSAYDIK, yapılacak pek az iş bulunurdu. Düşünüp bulacak bir şey kalmazdı. Bilimin hız kaynağı kaybolurdu. Ve e . he; şeyiâ rast lantısal olarak ya da çok karmaşık biçimde e r i ş t i ğ i bir dünyada yaşasaydık, bu kez de bir şeyler düşünüp bi İma olanağı kalmazdı. Bilim diye bir şey de olmazdı aynı ne-den i ere1 eıı ölüı ü. Ne va r ki, bu iki d u r u m arasında kalan bir ev-n : ;ce \ ;şıyoruz; her şeyin değiştiği, la ka t yöntemlere , ö r ü n t ü -

lere ya da doya yasaları dediğimiz kural lara göre değiştiği bir evrende. Havaya bir sopa f ı r la t ı rsam, her defasında da ye ryü -züne düşüyor. Güneş batıda baiıyorsa, her zaman ertesi sabah dogucbı: doğuyor Böylece belirli kura l l a r çıkarıp ona güre dü-rür;t t i i iynruz. Bilim yapabil iyor ve o sayrede yaşamımızı daha iyiye doğrü yönîeödîrefeiiiyoSuz.

İ:ıs;:i:cğlu dünyayı an lamaya yatkındı r . He r zaman da böy-le ölmüştür. Avcılığa ya da ateş yakabi lmeye başlamamız, b i r Şeyler jîüşünüp bulma yeteneğimizden ileri ge lmektedi r . Yeryü-zünde insanların televizyondan önce, s inema f i lmler inin oyna-tılmasından ünce, radyodan önce,-ki taptan önce yaşadığı dönem-ler olmuştur. İnsan yaşamının büyük bir bölümü böyle dönem-lerde geçmiştir. Kırda yakılan bir ateşin külleıımesi s ırasında, mehtapsız b i r gecede yıldızları gözlemiştir .

Geceleyin gök ilginçtir. Gökte bazı şekiller görürüz. Kendi-mizi bunları görmeye zorlamasak bile, bazı res imler diişleyebi-liriz. Örneğin, göğün kuzey bölgesinde bir ayıya benzeyen bir şekil ya da yıldız kümesi var. Bazı uygar l ık lar bu şekle B ü y ü k

— 62 — Kozmos : F. 4

Ayı adı veriyorlar. Eazılarıysa bunu başka bir şeye benzetiyor-lar. Gökte aslında böyle bir şekil yok. O şekli yakıştıran bizle-riz. İnsanoğlu avcılık dönemini yaşadı. Avcısını gördü, köpeği-ni gördü, ayısını gördü ve kızını kısrağını gördü, insanoğlu-nun ilgisini çeken şeylerdir bütün bunlar. XVII. yüzyıl denizci-leri gökyüzünün güney bölgelerini ilk kez gördüklerinde, ora-lara o dönemin ilgisini çeken eşya şekilleri yakıştırdılar: Tu-kanlar, tavuskuşîarı, teleskoplar, mikroskoplar, pusulalar ve ge-mi kıçı. Yıldız kümelerine XX. yüzyılda isimler verecek olsay-dık, sanırım, gökte bisikletler ve buzdolapları, rock - and - roil yapan «yıldız»lar ve belki de mantar biçiminde bulutlar görür-dük. Bugünkü İnsanların yıldızlarda arayıp bulacakları umut ve korkulardır bunlar.

Atalarımız arada sırada çok parlak ve kuyruğu olan bir yıl-dızı bir an için gözledikten sonra hızla kaydığım görürlerdi. Bir yıldız düştü derlerdi; ama iyi bir tanımlama değil bu. Dü-şen yıldız kayıp gittikten sonra da yaşlı yıldızlar orada kalır-lar. Bazı mevsimlerde kayan yıldız sayısı çoktur; bazı mevsim-lerdeyse çok azdır. Bu konuda da, her şeyde olduğu gibi, bir düzen sözkonusudur,

Güneş ve Ay gibi, yıldızlar da hep doğudan doğarlar ve batıda batarlar. Bütün bir gece bir 'boydan bir boya göğü kat-ederler. Tabii eğer üzerimizden geçerlerse. Değişik mevsimler-de değişik yıldız kümeleri oluşur, örneğin, sonbahar başların-da her zaman aynı yıldız kümeleri görülür. Sürpriz olarak yeni bir yıldız kümesinin doğudan doğması diye bir şey olamaz. Yıl-dızlar konusunda bir düzen ve kalıcı bir tahmin olanağı vardır, însanm içine neredeyse rahatlatıcı bir güven verirler.

Yıldızlardan bazıları Güneş'ten az önce doğar, az sonra da batarlar. Mevsimlere göre değişen doğuş ve batışları gözlenir. Yıldızlar dikkatlice gözlense ve yıllar boyunca durumlarıııdaki değişiklikler not edilse, bu yıldızlara bakarak mevsimlerin ge-lişini tahmin edebilirsiniz. Aynı zamanda Güneş'in ufukta her gün doğduğu yeri gözleyerek, yılın hangi bölümünde bulundu-

__ 63 —

ğunuzu da saptayabilirsiniz. Kendini bu işe verecek olan, yete-nekli ve dikkatli kişiler için göklerde yazılı bir takvim bulma olanağı vardır.

Atalarımız mevsimlerin süresini ölçecek yöntemler bul-muşlardı. Ne w Mexico'nun Chaco Canyon bölgesinde XI. yüz-yıldan kalma çatısız kocaman bir tapmak var. Haziranın 21'in-de, yani yalnızca yılın en uzun gününde, buradaki pencereden şafak vakti giren ışık demeti ağır ağır hareket ederek odanın içindeki Özel bir bölümde gezinir. Kendilerine «Eskiler» adını veren mağrur Anasazi topluluğunun burada tüylü elbiselerini giymiş, çalgı aletleriyle biraraya gelerek Güneş' in kudret ini kut-layışlarını gözümün önüne getirebiliyorum. Yine bu odada Ay'-ın devinimini de izledikleri anlaşılıyor. Tapınak odasının üst bölümlerindeki duvara kazılan 23 çizgi, Ay'ın yıldızlar küme-sindeki yerine dönmesi için geçmesi gereken günlerin sayısını ifade ediyor olmalı. Bu insanlar Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara çok yakın bir ilgi gösteriyorlardı. Benzer düşüncelere dayanarak bu-lunup yapılmış araç gereçlere, Kamboçya'da Aııgkor Wat'ta, ingiltere'de Slonehenge'de, Mısır'da Abu Simbel'de, Meksika'da Chichen Itza'da, ve Kuzey Amerika 'nın Great Plains bölgesin-de de rastlanıyor.

Takvimi bulmaya yönelik araç gereçlerden bazılarım rast-lantıya borçlu olabiliriz; örneğin, 21 Haziran günü pencereden giren ışığı belli bölgeleri aydınlatması gibi. Bunun yanı sıra çok değişik buluşlara da rastlıyoruz. Amerika 'n ın güneydoğu-sundaki bir bölgede toprağa dikilmiş üç kütük bulunuyor. Ar-kalarındaki bir kayaya da birazcık galaksiye benzeyen bir sar-mal şekil kazılmış. 21 Haziran günü, yazın ilk günü, kü tük le r arasındaki bir gedikten sızan güneş ışığı hançer gibi sarmalı iki-ye ayırıyor; kışm ilk günü olan 21 Aralık günüyse sarmalı iki yanından kuşatan iki adet güneş ışığı hançeri oluşuyor. Gökten ki takvimi okumak için öğle güneşini çok iyi belirleyen bir yön-tem.

Dünyanın ayrı ayrı bölgelerinde İnsanoğlu astronomiyi Öğ-

— 64 — Kozmos : F. 4

renmek için neden bu kadar çaba harcamıştır dersiniz? Mevsim-lere göre göçleri artan ya da azalan ceylan, antilop ve yaban öküzleri avı sözkonusuydu elbet. Meyva ve fıstıkların toplanma-sı için mevsimlerin bilinmesi gerekiyordu. Tarımı icat ett iğimiz zaman ekimin ve haşatın ne zamanlara rastlatılması gerektiği-ni bilmeliydik. Birbir inden dünyalar kadar uzak göçebe toplu-luklarının toplantı ları için de takvim kullanmak gerekiyordu. Kısacası gökte yazılı takvimi okuyabilmek tam anlamıyla Ölüm kalım sorunuydu, o günler için. Hilalin gökte yeniden görün-mesi; t am bir tu tu lmadan sonra güneşin yeniden gözükmesi; gü-neşin geceleyin o r tahk ta gözükmeyerek verdiği huzursuzluğun sabahleyin giderilmesi; bü tün bunlar dünyanın dört bir yanın-da yaşayan insanlar taraf ından üzerinde titizlikle durulan olay-lardı. Hayat ta kalabi lmek için gökteki bu olayları İzlemek gere-kiyordu. Atalarımız için bu doğa olaylarının bir dili vardı. Aynı zamanda göklerdeki olayları bilmek ölümsüzlüğe eş bir anlam da kazanıyordu.

Çağlar geçtikçe, insanlar a ta lar ından bilgi birikimi sağladı-lar. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların yerler ini ve hareketlerini ne kadar iyi bilirseniz, ek ip biçmek, avlanmak, kabileleri toplamak için o denli güveni l i r bir zamanlama olanağına sahiptiniz. Ölçü-de kesinlik olanağı art t ıkça, buna ait kayıt ları tu tmak gerekti. Böylece astronomi, gözlem gereksinimini, matematiği ve yazı-nın gelişimini zorladı.

Ancak daha sonraki dönemlerde, garip bir f ik i r hareketi başladı. Temelde deneysel olan bi l im düşüncesi, batı l inançların ve mistisizmin saldırısına uğradı . Güneş ve yıldızlar mevsimle-ri, yiyeceği ve ısıyı belirliyordu. Ay ise gel - gitleri, birçok hay-vanın yaşam evreler ini ve belki de kadınların aybaşı dönem-lerini bel ir l iyordu; çocuk sahibi olmak isteyen ateşli bir tür için Önemli sayılan bir noktaydı bu. Gökyüzünde başka türden ci-simler de vardı. Gezegen denen ve aylak dolaşan yıldızlar. Gö-çebe ata lar ımızın ayak dolaşan bu gezegenlere yakınlık duymuş olmaları gerekir . Güneşle Ay'ı saymazsanız, yalnızca beş geze-

I — 65 — Kozmos : F. 4

gen görebilirsiniz. Arkalarına çok daha uzaktaki yıldızları almış olarak devinirler bu gezegenler. Uzunca aylar boyunca bunların devinimlerini izleseniz, bir yıldız kümesinden ötekine geçtiği-ni görebilirsiniz. Gökteki Öteki cisimlerin insan yaşamı üzerinde etkisi olduğuna göre, gezegenlerin etkisi acaba ne olabilirdi?

Çağdaş Batılı toplumda bir astroloji dergisi satın almak, örneğin gazete bayiinden, kolay bir iştir. Fakat astronomi der-gisi bulmak çok daha zordur. Amerika'da hemen her gazete-nin bir astroloji köşesi vardır. Fakat haftada bir astronomiye köşe ayıran gazete zor bulunur. ABD'deki astrologların sayısı astronomların sayısından on kat fazladır. Partilerde, bir biüm-adamı olduğumu bilmeyenler bana bazen, «İkizler Burcunda mı doğdunuz?» (Başarı şansı on ikide bir) diye sorular yöneltirler. Bazen de «Altın, genç yıldızların patlamasından oluşurmug, doğru mu?» diye soranlar da olur. Ya da, «Mars için bir Rover araba yapılmasına Kongre ne zaman yeşil ışık yakacak?» gibi-sinden sorular da eksik olmaz.

Astrolojinin iddiasına göre, doğduğunuz zaman gezegenle-rin içinde bulundukları yıldız kümesi, geleceğinizi yakından et-kiler. Gezegenlerin devinimlerinin kralların, kraliyet aileleri-nin, imparatorlukların almyazılarını belirlediği yolundaki dü* şünce birkaç bin yıl önce gelişmişti. Astrologlar, gezegenlerin devinimlerini inceleyerek, diyelim, Venüs gezegeni son olarak Oğlak Burcundayken neler olduğunu gözden geçirip, bu kez de aynı şeylerin olabileceğini düşünmüşlerdir. Bu oldukça nazik ve rizikolu bir işti. Astrologlar devlet tarafından bu işle görevlen-" dirilirlerdi. Ve yalnızca devlet hesabına çalışırlardı. Birçok ülke-de göklerde saklı gizleri açığa vurmak yalnızca astrologa veril-miş bir görevdi. Başka biri gökleri okumaya kalkışırsa ölüm ce-zasına çarptırılırdı. Bir rejimin düşeceği tahminini yürütmek* o rejimi devirmek için fena bir yol sayılmaz. Yanlış tahminler-di bulunan Çin Sarayının astrologları idam edilirlerdi. Astro-loji tonunda, gözlemler, matematik ve olaylar muhasebesiyle karılmış karmaşık düşüncelerin, dindarlık kisvesi altında entri-

— 66 — Kozmos : F. 4

kalarm çevrilmesine yol açan garip bir bilgi birikimine dönüştü. Gezegenler ulusların almyazılarını belirliyorlarsa, yarm be-

nim başıma gelecekleri de haber veremezler mi? Kişileri hedef alan bir astroloji 2.000 yıl kadar Önce Mısır'da, İsken-deriye 'de gelişerek Yunan ve Roma dünyalar ına yayıldı. Eski çağların astrolojisinin kalıntı larım bugün Batı dillerinin bazı sözcüklerinde bulabiliriz. Örneğin, «facia» karşılığı kullanılan İngilizce «disaster» sözcüğü Yunancada «kötü yıldıza demekti, i ta lyanca «Influenza» sözcüğünün karşılığı bugün «etki» demek-tir, «aslı yıldızların etkisi» anlamındadır . İbranice ve sonra da Babil dilinde «mazeitow> sözcüğü «iyi burç» demektir , Babil ast-roloji sözlüğünde ve yine eski îbrani dilinde «shlamazel» söz-cüğü «kendini kötü tal ihten kur ta ramayan kişi» anlamında kul-lanılır. P l in ius 'un yazılarından Roma'lı yur t taş lar arasında «si-deratio» (gezegen - zede) kişiler bulunduğunu anlıyoruz. Geze-genlerin insanlar ın ölümünden doğrudan sorumlu oldukları dü-şüncesi yaygındı. «Göz önünde tutmak» anlamındaki İngilizce «consider» sözcüğünün köken anlamı ş u d u r : «Gezegene baka-rak konuşmak». Gezegenlere bakarak konuşmaksa oldukça cid-di bir işti. 1632 yılında Londra 'daki ölüm istatistiklerine ilişkin, olarak yayınlanan sayılar, çocuk hastalıkları arasında hiç bilme-diğimiz «ışıkların yükselişi» ve «kraliyet şeytanı» gibi h:utalık-lar ın yanı sıra, «gezegene yenik d ü ş m e k k e n toplam 9,548 !•:• i-nin ö ldüğünü açıklıyordu. Böyle bîr hastalığın belirtiler ' acaba neydi, merak ediyorum, «Gezegene yenik düşenlersin sayısı bu istat ist iklerde kanserden ölenlerin sayısından fazla.

Kişi lerin kader ine ilişkin astroloji bugün de geçerlidir: aynı ken t t e aynı gün yayın lanan iki gazetenin yıldız falı sütunlarını gözönüne getiriniz. Örneğin, 21 Eylül 1979 tarihli Ne w York Post ve N c w York Daily News gazetelerini ele alalım. Diyelim ki, Terazi Burcunda, yani 23 Eylül - 22 Ekim arasında doğmuş-sunuz. Post gazetesi falcısına göre, «Bir uzlaşma sayesinde ger-ginliğiniz giderilecek»tiif. Evet, bu yararl ı bir öneri ama ol.İlık-ça belirsiz. Biaily Ncws falcısına göreyse, «Kendinizi biraz da-

— 67 — Kozmos : F. 6

r

ha zora koşmalısınız.» Bu da belirsiz ama değişik bir uyarı. Bu söylenenler birer «tahmin» değil, birer «önerindir. Size ne yap-manız gerektiğini söylüyor, başınıza neler geleceğini değil. Kas-ten Öyle yazıyorlar, herkese uysun diye. Aralarında karşılaştırı-lınca tutarsızlıklar da belirgin. Yıldız falı neden acaba spor re-korları ya da borsadaki hisse senedi fiyatları gibi sorumsuzca veriliyor?

Astroloji İkizlerin yaşamından sınanabilir. Öyle durumlar var ki, ikizlerden biri henüz küçükken bir trafik kazasında ya da yıldırım çarpmasından öldüğü halde, öteki ikiz yaşamını son demlerine dek sürdürebiliyor, ikizlerin aynı yerde ve hemen hemen aym zamanda doğdukları biliniyor. Onların doğumu ay* nı gezegenin belirli bir yerde oluşuna rastlar. Eğer astroloji ya da yıldız falı geçerli bir şey olsa, bu ikizlerin bu denh değişik bir ahnyazısma sahip olmaları nasıl açıklanabilir? Astrologla-rın titiz bir testten geçirilmesi sonucu, yalnızca doğum yeri ve tarihini bildikleri kişilerin karakterleri ve gelecekleri hakkında doğru tahminlerde bulunamadıkları görülmüştür.

Gezegenimiz üzerindeki devletlerin bayraklarına bakılınca, ilginç bir durumla karşılaşılır. ABD'nin bayrağında 50 yıldız bulunuyor, Sovyetler Birliği'nin ve İsrail'in bayraklarında birer yıldız var. Birmanya'mnkinde 14, Venezüela bayrağında 7, Çin bayrağında 5, Irak bayrağında 3 yıldız var. Japonya, Uruguay, Bangaldeş, Taiwan, Malavi bayraklarında güneş var. Brezilya bayrağında gökyüzü küresi bulunuyor. Kamboçya bayrağında Angkor Wat astronomi laboratuarı; Hindistan, Güney Kore ve Moğolistan Halk Cumhuriyeti bayraklarında kozmolojik simge-ler yer alıyor. Birçok sosyalist ülke bayrağında yıldız var. Bir-çok İslam ülkesi bayrağında da hilal vardır. Ulusal bayraklar-dan hemen yaı ısı astronomi simgeleri sergiliyor. Bu olgu şu kül-tür ya da mezhebin işi değil, evrenseldir. Yalnızca zamanımızın bir olgusu da değildir. Nitekim Milattan Önce 3,000 yıllarındaki S liderlilerin kullandıkları silindir biçimli mühürlerinde ve Çin'deki Tao bayraklarında yıldız kümeleri yer almıştı. Devlet*

— 68 — Kozmos : F. 6

ler, kuşkusuz, göklerdeki gizli kudreti temsil etmek istiyorlar. Kozmos'la ilişkimizi ortaya koymak, «Büyük Olaylar» dizisinde yerimizi almak istiyoruz, ilişkimiz bulunduğu kesin; ancak bu ilişkinin, astrologların iddia ettikleri gibi, dar görüşlü, 'kişisel ve düşünce onurunu zedeleyici biçimde değil de, maddenin do-ğuşu, yerkürenin insana kavuşması, insan türünün evrimi ve ka-deri açısından olduğu kuşkusuz. Bütün bu konulara yeniden dö-neceğiz.

Halk arasında yaygın çağdaş astrolojinin kökenleri Batlam-yus adıyla bilinen Ciaudius Ptolemaus'a kadar iner. İskenderiye Kütüphanesinde ikinci yüzyılda çalışmış bir kişidir. Şıı ya da bu Güneş veya Ay «Evi»nde yükselen gezegenleri gizli kuvvet kay-naklarını, Babil astrolojik geleneklerini kitap haline dönüştü-ren Batlamyus'tur. Yaklaşık 150 yılında doğmuş bir kız çocu-ğu hakkında Batlamyus döneminde papirüs kâğıdı üzerine Yu-nanca olarak düşülen, astrolojik kayıt şöyledir: «Hakanımız Antonius Caesar'm 10, yılı, Phamenoth'un 15 - 16'sı, gecenin ilk saatmda Philoe doğdu. Güneş Balık Burcunda, Jüpiter ve Mer-kür Koç Burcunda, Satürn Yengeç Burcunda, Mars Aslan Bur-cunda, Venüs ve Ay Kova Burcunda, Yıldız Falı Oğlak Burcu.» O zamandan bu yana ayların ve yılların sayılmasmdaki yönte-min bir hayli değişmesine karşılık, astrolojik bulgular o denli değişmemiştir. Batlamyus'un Telrabiblos adlı astroloji kitabın-dan ilginç bir kaydı aktarıyorum: «Satürn doğudaysa, doğanlar esmer görünüşlü, sağlam yapılı, siyah kıvırcık saçlı, göğüsleri kıllı, gözleri orta büyüklükte, orta boyda ve soğukla rutubetten fazlaca etkilenip sinirli oluyorlar.» Görüldüğü gibi, Batlamyus, gezegenlerle yıldızların insanların yalnızca huylarını etkiledik-lerine inanmakla kalmıyor, aynı zamanda boy bos, renk, beden-sel özelliklerin de gezegen ve yıldızlar tarafından etkilendiğine inanıyordu. Doğuştan olan fiziksel kusurları da bu etkilere bağ-lıyordu. Bu noktada çağdaş astrologlar daha temkinli bir tavır takınmışlardır.

— 69 —

Batlamyus zamanından bu yana bulunan tüm aylarla geze-genleri, as t reo itleri, kornetleri, radyo dalgaları gönderen gökci-simlerini, infilak eden galaksileri, ortak yaşamlı yıldızlar, fela-kete yol açabilecek değişken yıldızlarla X- ı ş ın ı kaynaklarım günümüzün astrologları hesaba katmıyorlar. Astronomi bir bi-limdir. Evreni olduğu gibi inceler. Astroloji ise sözümona bi-limdir, kanıt, yokluğu karşısında öteki gezegenlerin bizlerin gün-lük hayatım etkilediği savında olan bir sözde bilim. Batlam-yus'un zamanında astronomi ile astroloji arasındaki ayırım ke-sin değildi. Bugünse bu ayırım kesindir.

Bir astronomi uzmanı olarak Batlamyus yıldızlara adlar ve-riyor, parlaklık derecelerini belirtiyor, yeryüzünün küresel bir biçime sahip olduğuna ilişkin İnandırıcı nedenler ileri sürüyor, Güneş ve Ay tutulmalarım önceden belirleyici kurallar koyma-ya çalışıyor ve belki de en önemlisi, gezegenlerin uzaktaki yıl-dız kümeleri Önünde garip ve aylak dolaşmasını anlamaya çalı-şıyordu. Batlamyus gezegenlerin devinimlerini önceden bilme-yi mümkün kılacak ve göklerdeki mesajları deşifre edici bir yöntem geliştirdi. Gökleri incelemek Batlamyus'a büyük coşku veriyordu:

«Yalnızca bir günlük bir yaşam için dünyaya geldiğimi bili-yorum. Öleceğimi de biliyorum. Fakat yıldız kümelerinin sık sıralar halinde dairesel devinimlerini gönlümce izlediğim za-manlar, ayaklarımın artık yeryüzüne değmediğini hissediyo-rum...»

Batlamyus yerküremizin evrenin merkezinde olduğuna İna-nıyordu. Güneş'in, Ay'ın gezegenlerin ve yıldızların yerküremiz çevresinde döndüğünü sanıyordu. Dünyadaki en doğal inanış budur diyebiliriz. Çünkü yeryüzü duruyor gibidir. Hareketsiz, katı bir cisim olarak görünüyor. Buna karşılık gök cisimlerinin her gün doğup battığını görüyoruz. Her kültür yerkürenin ev* renin merkezi olduğu varsayımına bir dayanak aramıştır. Bu nedenledir ki, Johannes Kepler şöyle yazmıştır: «Daha Önceden eğitilmemiş bir zihnin, yeryüzünün üstü gökkubbeyle Örtülü

— 70 —

b ü y ü k bi r ev o lduğundan daha başka b i r şey düşünebi lmesi olanaksızdır . Bu zihin, y e r y ü z ü n ü n hareke ts iz o lduğunu ve kü-çük çaptaki güneş in , bu evin içinden, h a v a d a uçan kuş gibi b i r bölgeden gel ip b i r bölgeye gi t t iğini sanır.» Peki , gezegenler in görü len dev in imler in i nasıl açıklayabi l i r iz? Örneğin , Bat lam-y u s z a m a n ı n d a n binlerce yıl öncesinden bi l inen Mars ' ın hare-ke t le r i göz lemlen iyordu . (Eski Mısı r l ı lar ın Mars 'a verd ik ler i sı-f a t l a r d a n biri Sakded - ef em he the t ' t ı r . B u n u n an lamıysa «ge-r iye doğru seyreden» demekt i r . M a r s gezegeninin ger iye doğ 'U a rada b i r z ıp lar gibi çizgi çizerek dev inmes i kas tedi l iyor bu adla.)

B a t î a m y u s ' u n gezegenler in dev in imin i gös teren modeli, b i r m a k i n e aracı l ığ ıyla ç ahş tn ı l ab i l i r . Bu amaçla B a t l a m y u s zama-n ında yap ı l an la ra benzeyen bi r mak iney l e (*). . . B ü t ü n so run gezegen le r in o radan , y u k a r ı d a n ve «dıştan» göründüğü biçim-deki «gerçek» dev in imin i gözler önüne se rmekt i . Bu makine ge-zegen le r in dev in imin i bu radan , aşağ ıdan «içten» gö ründüğü bi-ç imde t e k r a r ı n ı sağ layacakt ı .

Y e r k ü r e m i z çevres inde dönüyor olarak göster i len gezegen-ler , t ü m ü y l e s a y d a m küre l e re takı lmış t ı . Asl ında doğ rudan ta-k ı lmamış l a rd ı da, k ü r e l e r e dolaylı o l a rak b i r t ü r merkezse te -ker lek aracı l ığ ıyla takı l ı d u r u m d a y d ı l a r . K ü r e dönerken, küçük t eke r l ek de dönüyor ve y e r y ü z ü n d e n görü ldüğü gibi, Mars ka* visli zıplayışını y a p ı y o r d u . Bu mak ine modeli , gezegenler in dev in imle r in i faz la f a rk la o l m a m a k üzere önceden bi lmeyi m ü m -k ü n k ı l an b i r aygı t t ı . Ba t î amyus ' un yaşadığı dönemle r İçin kuş= kuşuz dak ik sayı lacak ölçüler sağlayabi len b i r aygı t . . . H a t t a

(*) Dört yüz yıl önce böyle bir aygıt Arşimet tarafından yapılmış ve Roma'cia Çiçert» tarafından incelenerek açıklanmıştı. Roma'ya bu aygıtı getiren General Marcellus olmuştu. Çünkü, askerlerinden biri, Sİraküz'ün işgali sırasında emirlere kargı gelip keyfi olarak yetmişlik bilgin Argimet'i öldürmüştü.

— 71 —

onun döneminden yüzyıllarca sonra bile dakik b i r ölçü sayıla-cak nitelikteydi.

Ortaçağda yapıları kristalden sanılan Bat îamyus 'un makine-sindeki «kürelerin müziği »nden ve «göğün yedinci kat ı»ndan söz edilmesi, günümüze kadar aktar ı lmış bir alışkanlığı doğur-muştur . (Gökteki Ay, Merkür , Venüs, Güneş, Mars, Jüp i t e r için ve ayrıca yıldızlar için birer «cennet» ya da «küre» olduğu var -saymıyordu.) Yeryüzü evrenin merkezi olduğuna, dünyanın do-ğuşu yeryüzü gizlerinde arandığına, göğün k a t l a n cisim olarak değil de, cisimsiz meçhuller olarak kabul edildiğine göre, insan= l a n astronomi gözlemleri yapmaya iten nedenler yok denebil ir-di. Karan l ık Çağlar boyunca kilisenin desteklediği Bat îamyus ' -un ev ren modeli, astronominin gelişmesini bin yıl kadar engel-lemeyi sağlamıştır. Sonunda gezegenlerin izlenebilen devinimle-rini açıklayan yeni bir ku ram 1543'te Polonyalı bir Katolik ra-hip olan Nicholas Copernicus t a r a f ından or taya atıldı. Koper -nik ' in en cesur çıkışı, evrenin merkezini yeryüzü değil Güneş sayan görüşüdür . Böylece yerküremiz herhangi bir gezegen ol-ma s ta tüsüne düşmüştü. Güneş ' ten uzaklığı açısından üçüncü sı-ray ı alan ve dairesel bir yörüngede dolaşan bir gezegen. (Bat-lamyus evrenin merkezini Güneş kabul eden bir görüş üzerinde durmuş, ama bundan hemen vazgeçmişti. Nedeni de, Aristo fi-ziği uyarınca, yerkürenin büyük bir hızla dönebileceğinin göz-lem kura l l anna aykırı olmasıydı.)

Kopernik ' in modeli, gezegenlerin gözlenebilen devinimler ini ortaya koymakta Bat îamyus 'un küre ler i kada r başarı l ıydı . Ne va r ki, birçok kişinin hoşuna gi tmeyen b i r görüştü bu. 1616 y ı -l ında Katol ik Kilisesi, Kopernik ' in görüşünü içeren ki tabını ya-sak yayın la r a raşma aldı, 1835 yıl ında bölgesel kilise yetkil i le-r ince «düzelti linçe ye dek» yasak yayın la r arasında kaldı. Mar t i n Lu the r onu «Zibidi bir astrolog» olarak niteledi. «Bu çılgın, t ü m astronomi bilimini altüst e tmek istiyor. F a k a t Kutsa l K i t a p bi-ze, Joshua 'nm Güneş ' in değil, y e r y ü z ü n ü n hareketsiz kalması-nı emret t iğini söylüyor.» Kopernik ' in hayran la r ından hazı lar ı

— 72 —

bile, oııun merkezi Güneş olan bir evrene gerçekten inanmadığı-nı ve böyle bir şeyi gezegenlerin devinimlerini hesaplama ko-laylığı için önerdiği kanısını taşımışlardır.

O dönemde bu iki görüşün, merkezi yerküremiz olan Koz-mos'la, merkezi Güneş olan Kozmos görüşlerinin, XVI, ve XVII. yüzyılda çatışması, bem astrolog, hem astronomi uzmanı olması açısından Batlamyus'a benzeyen bir kişinin ortaya çıkmasıyla doruk noktasına vardı. Bu kişi insan zihninin zincire vurulduğu ve insan ruhunun da kokuştuğu bir dönemde ortaya çıktı. Bu ki-şi OTtaya çıktığı dönemde, kilisenin bilimsel konulara İlişkin bin ya da iki bin yıl önceki görüşleri, yeni teknik sayesinde elde edilen bulgulara üstün tutuluyordu. İster Katolik, ister Protestan kiliseleri olsun, geçerli inançlardan herhangi bîr gizli sapma bile sözkonıısu olsa bu kişilerin vergi, sürgün, horlanma, işkence ya da ölümle cezalandırıldığı bir dönemdi. Göklerin sa-kinleri meleklerle şeytanlardı ve Tanrı'nın Eli kristalden küre-ler kabul edilen gezegenleri döndürüyordu. Bilim doğa olgula-rının altında fizik yasalarının yatıyor olabileceğini düşünmek-ten yoksun bırakılmıştı. Neyse ki, sözünü ettiğimiz bu kişinin tek başına cesaretle yürüttüğü savaşım, çağdaş bilim devrimi-nin fitilini ateşleyecekti.

Johamıes Kepler 1571 yılında Almanya'da doğdu. Rahip ola-rak yetişmesi için Maulbronn kasabasındaki Protestan okuluna gönderildi. Katolik Roma'ya karşı teoloji alanında eleman yetiş-tirmekle tanınmış bir yerdi burası. Kepler zeki, inatçı ve özgür ruhlu bir insandı. Hareketsiz bir kasaba olan Maulbronn'da iki uzun yıl geçirdi. İçine kapamk bir insan olan Kepler Tanrı'nın gözünde değersiz bir kişi olduğunu düşünürdü. Başkalarının iş-: lediği günahlardan hiç de daha kötü olmayan binlerce günahın-dan pişmanlık duyar, ruhunu kurtarabileceği umutlarını yitir-diği olurdu.

Fakat onun için Tanrı, mağfiret dilenecek makam olmaktan öte bir anlam ifade ediyordu. Kepler için Tanrı Kozmos'taki Ya-ratıcı Güç'tü. Gencin merakı korkusunu yendi. Gökleri araş-»

— 73 —

tınma, öğrenme isteği uyandı iğ inde: Tanrı 'n ın Zihni'ni okuma cüretine kapıldı. Önceleri aklını zaman zaman kurcalayan bu konudaki düşünceler giderek ömrti boyunca onu te rke tmeycn ih':ra stara dönüştü. Önemsiz bir rah ip adayının düşünceleri , Avrupa'yı Ortaçağ zihniyetinin ağından söküp çıkaracaktı.

Klasik Antik dönemin bilim dalları, bin yılı aşkın bir sü-ı yle susturulmuştu. Ne var ki, Ortaçağ sonlarına doğru A r a p düş ı i l ler inden gelen seslerin hafif yankıları . Avrupa öğrenim, pıcgramlâr-ına sızmaya başladı. Kepler, Maulbronn'da Teoloji, Yunanca, Latince, Müzik ve Matemat ik okurken o seslerin yan-kılarım duydu. Eukîîd' in geometrisinde mükemmel l ik simgesi ve kozmik görkemle karşılaştı . Sonradan Kepler şunları yaza-çakt ı : «Geometri dünyanın varoluşundan önce vardı, Tanr ı 'n ın Zihni 'yie eş - yaşamlıdır . . . Geometri Tanrı 'ya var e tme modeli sağladı. Geometri Tanrı 'nın ta kendisidir.»

Kep le r in matemat ik aşkının verdiği o lağanüstü coşkunun yanı sıra. İçine kapanık geçen yaşamına karşın, kişiliğinin oluş-masını dışındaki dünyanın kusurlarla dolu oluşu etki lemişt ir . Açlığın sefaleti, bulaşıcı hastalıklar ve Ölümüne yapılan Öğreti tart ışmaları karşısında acz duyan insanlara, batıl inançlar h e r derde deva kabilinden bir ilaç gibi gelirdi. Birçok kimse İçin, en kesin bilgi kaynağı yıldızlardı ve korkunun kol gezdiği Av-rupa meyher.eleriyle evlerin avlular ında eski astrolojik kavram-lar çiçek açıyordu. Tüm yaşamı boyunca astroloji karşısında kuşkulu bir tavır t akman Kepler, günlük yaşamın karmaşası altında gizli yaşam modelleri bu lunup bulunmadığını m e r a k ediyordu. Eğer dünya Tanrı t a ra f ından yaratı ldıysa, daha ya-kından incelenmesi gerekmez miydi? Yaratı l ışın tümü Tanrı '^ nın zihninde bir uyum ifadesi değil miydi? Doğanın kitabı oku-yucusunu bulmak için bin yıldan daha uzun bir süre bekleme-miş miydi?

1539 yılında Kepler Tübingen'deki büyük üniversi tede ila-hiyat okumak üzere Maulbronn'dan ayrıldı. Burada çalışmaya başlayınca zihni özgürlüğe kavuşmuştu. Zamanının en önemli

— 74 —

düşünce akımlarıyla karşı karşıya gclince, dehası öğretmenleri taraf ından hemen fark edildi. Bu öğretmenlerden biri genç ada* ma Kopernik ' in varsayımının tehlikeli gizlerini açtı. Merkezin-de Güneş' in bulunduğu bir evren, Kepler ' in dinsel duygularına uygun düşen bir titreşim yarat t ı ve bu fikri kurcalamasına yol açtı. Güneş, Tanrı 'nın bir gorüntüsüydü ve her şey O'nun çev-resinde dönüyordu. Rahip olarak mezun olmadan önce Kepler 'e dinle ilgisi bulunmayan bir iş önerildi. Kepler de dinsel bir gö-rev almakta fazîa ısrarlı olmadığı için kilise dışındaki bu işe ta-< lip oldu. Avusturya 'n ın Graz kentindeki bir ortaokula matema-tik Öğretmeni olarak atandı. Daha sonra astronomi ve meteoro-loji almanakları , yıldız falı hazırladı. «Tanrı her hayvanı İçin varlığını sürdü ime olanaklarını sağlar,» dîye yazan Kepler, «Astronom için de astrolojiyi vermiştir,» diyordu.

Kepler pırıl pırıl düşünen ve güzel yazan biriydi. Faka t okul Öğretmeni olarak bir felaketti . Kekelerdi. Çekinirdi. Bazen ne dediği bile anlaşılmazdı. Sınıf ta öğrencilerin dikkatini bile zor çekerdi. Ve bir yaz günü öğleden sonrasında, bitmez görü-nen dersin zorlukları arasında, zihnine astronominin geleceği-ni kökünden değiştirecek olan bir f ikir düştü. Derse ait cümle-sini y a n d a kesti. Ders bitsin diye sabırsızlanan öğrenciler, bu tar ihi ânı fark etmemişlerdi bile.

Kepler ' in zamanında bilinen yalnızca 6 gezegen v a r d ı : Merkür , Venüs, Dünya, Mars, Jüp i te r ve Satürn . Kepler neden acaba yalnızca 6 tane diye merak etti . , . Neden yirmi gezegen ya da yüz tane değildi? Kopernik ' in gezegen yörüngeleri ara-sında varsaydığı mesafe neden olsundu? Daha Önceleri kimse-cikler bu soruyu sormamıştı . Pi tagoras ' tan sonraki eski Yunan matematikçi ler ince bilinen, kenarlar ı düzgün köşegenli, «Platom nik» adı verilen üç boyutlu beş cisim vardı. Kepler bunlarla ge-zegenler arasında bir ilişki bulunduğunu düşündü. Ve sonuçta yalnızca 6 gezegenin varoluş nedenini yalnızca 5 düzgün cisim bulunuşuna bağladı. Birbir inin İçinde ye r alan bu üç boyut lu cisimlerin, gezegenlerin Güneş ' ten uzaklıklar ım belirleyeceğini

— 75 —

Oç boyutlu beş "mükemmel" cisim.

düşündü. Bu mükemmel şekillerde, 6 gezegen küresini ayakta tutan gizi keşfetmişti. Bunun «Kozmik Giz» olduğunu söyledi. Pitagoras'm üç boyutlu cisimleriyle gezegenlerin dizilişi ara-sında bağıntının bir tek açıklaması vardı: Büyük Geometri Uz-manı Tanrı'nın Eli.

Kepler sıyrılamadığını sandığı günahları arasında, böyle bü-yük bir keşfi akıl etmek üzere seçilişini tanrısal bir gö-rev saydı. Württemberg Dü-kü'ne bir araştırma bursu sağ-laması için başvurdu, îç içe geçmiş üç boyutlu cisimleri gü-müşten ve değerli taşlardan yapmayı Önerdi. Bunun, Dük-lük için hatıra niteliğinde bir

kâse olarak kalmasını önermişti. Bu önerisi kâğıt gibi daha ucuz bir malzemeyle denemesi tavsiyesiyle nezaketle red-dedildi. Buna razı olup hemen işe girişen Kepler şöyle yazı-yordu: «Bu keşfimden ötürü duyduğum haz, kesinlikle sözler-le anlatılamaz... Ne denli zor olursa olsun, hesap üstüne hesap karalamaktan hiç usanmadım. Zihnimde beliren varsayım. Ko-pernik'in yörüngelerine uygun düşecek mi, yoksa sevincim kur-sağımda mı kalacak, diye nice günler ve geceler sayısız mate-matik problemlerine daldım...» Fakat ne denli çetin problem-lerin çözümüne kalkışmış olsa da, bu geometrik cisimlerle geze-genlerin yörüngeleri arasında bir bağlantı yoktu. Bununla bir-likte kendi kuramına verdiği büyük önem, onu gözlemlerin yan-lış olabileceği olasılığına itti. Böyle bir sonuca, bi l im tar ih inde daha başka birçok kuramcının da kendilerini gözlemleriyle bağ-lı saymamalar ına ilişkin nice Örneğe dayanarak ulaşmıştır . Ge-zegenlerin izlenebilen devinimlerini çok iyi gözleme olanakla-rına sahip dünyadaki tek kişi, o tar ihlerde Danimarkal ı bir soy-lu olan matematikçi Tycho Brahe'ydi. Brahe, Kutsa l Roma Im-

— 76 —

Kepler'in "Kozmik Giz"İ. Altı gezegenin küreleri beş "mükemmel" cismin İçinde yer alıyor. Dıştaki "en mükemmel" cisim küptür.

paratoru I I R u d o l f u n sarayında matemat ikçüik görevini ka-bullenmiş ve kendine sürgün hayat ım reva görmüş biriydi. Çok iyi bir rast lantı sonucu, Tycho Brahe, İmparator Rudolf'un tav-siyesi üzerine, matemat ik alanındaki ünü yaygınlaşan Kepler ' i , Prag 'a y a n m a gelmesi için davet etmişti .

Adı sanı duyulmamış, basit bir kasaba öğretmeni olan Kep-

— 77 —

ler yapılan bu daveti kuşkuyla karşı lamışt ı . Faka t Kepler ' in P r a g ' a gi'.mesi başkalar ınca karar laş t ı r ı lmış t ı . 1598 yı l ında Otuz Yıl S v. ; 'nm belir t i ler i Kep le r in , geleceğini de etkiledi. Böl-genin dogmatik görüşler ine sıkı sıkıya bağlı Katol ik Dükü , «Ye-ni mezhep ta ra f ta r la r ın ı yöne tmek zorunda kalmaktansa , ülke-yi çöle ç e \ : ı m e y i y e ğ l e d i ğ i n i söylüyordu. P ro t e s t an l a r a ekono-

; olilik İkt idar kapıları hepten kapalıydı . Kepler ' in oku-lu ];;•; .m;';, kabul edilmiş dinsel görüşlere ayk ı r ı dua bitap-ları, diğer k i taplar ve i lahiler yasaklanmış t ı . Sonunda kasaba halkı;m o luş turan kişiler, teker teker çağr ı la rak dınsal inanç-ları konusunda sorguya çekildiler. Katol ikl iğin emret t iğ i dinsel ir.aı rlar;. bağlı o lmayanlardan , gel i r ler in in oııda biri ceza ola-rak alı? i: ve idam cezası tehdidiyle Graz kasabas ından sürül-1

düler. Kepler sürgüne gi tmeyi yeğledi . «Sahte inanç la r besle-meyi beceremem. İnanç konusunda çok ciddiyimdir . İnanç ko--iİ-jsu.::! herhangi bir oyuna alet edemem.»

( lan ayr ı lan Kepler ' le karısı ve üvey k ı l l a r ı P r a g ' a doğru . c u bir yolculuğa koyuldular . Kep le r m u t l u bir evlil ik yapmamıştı . İkide bir bas ta olan, son zamanla rda iki çocuğunu düşüren karisi «budala, somur tkan , yalnızlığını yenemeyen , me-lankoli biri olarak tan ımlanıyordu . Kocasının yapt ığ ı işin f a r -kında değildi ve dar görüşlü k ı rsa l kes imde b ü y ü d ü ğ ü için eşi-nin para get i rmeyen mesleğini hor görürdü . O da kar ıs ını ih-mal e'.r.: .'kteydi. (Çal ışmalar ım bazen beni dalgın yapıyor . Ne var ki, ona karşı sabırlı o lmam gerekt iğ in i öğrend im. Sözle-r imden alındığım görünce, ona hakare t e tmektense o t u r u p par-mağımı ısırmayı yeğlerdim.»

Tycho'r.un yaşadığı yeri , zamanın ın kö tü lük le r ine karş ı sı-ğınabileceği, Kozmik Giz'inin onay göreceği bir yer o larak görü* yordu. Ayrıca teleskopun icadından önceki dönemde, saat gibi' düzenli ve dakik çalışan b i r ev ren in ö lçümler in i b u l a b i l m e k amacıyla hayat ın ın otuz beş yılım v e r en b ü y ü k ma temat ikç i Tycho Brahe 'n in mesai arkadaşı olmak için can a t ıyordu . Ama Kepler ' in umut lar ı boşa çıkacaktı. Tycho gösteriş merak l ı s ı bi*

— 78 —

riydi- Kimiı ı daha iyi matemat ikçi olduğu konusunda bir a rka-daşıyla giriştiği düelloda bir bölümü uçup giden burnu al t ın destekle duruyordu. Çevresinde f iyat lar ından geçilmeyen, asistanları , dalkavuklar ı , uzak yakın akrabalar ve boş gezenin boş kal fa lar ı vardı. Sonu gelmeyen entr ikalar ı , zevke düşkün-lükler i ve temiz duygular la dolup taşan kasabalı toy bilginle dalga geçmeleri Kepler ' i y ıpra t ıyordu. «Tycho büyük olanakla-ra sahip, ama nasıl yarar lanacağını bilemiyor. Onu:: elindeki tek bir aygı t bile, benim ve t üm ai lemin parasını b i raraya ge-t irsek de, a lamayacağımız değerde.»

Tycho'ııun astronomiye ilişkin bilgi b i r ikimini öğrenme tu tkusuyla yan ıp tu tuşan Kepler , Önüne yalnızca arada bir, bir-kaç bilgi kır ınt ıs ı atıldığını görüyordu. «Tycho deneyimler inden y a r a r l a n m a olanağı vermedi bana. Bazen yemek sırasında, ba-zen de başka İşler konuşulurken, rast lant ı sonucu, kâh bir ge-zegen yörüngesin in yeryüzüne olan en uzak noktasından, k â h başka bîr gezegenin ekliptiği kestiği noktadan söz açardı. . . Tycho en İyi gözlem olanaklar ına sahip... Mesai arkadaş lar ı da yok de-ğil. Faka t b ü t ü n bu bilgilerden yarar lanacak mimardan yok-sun.» Tycho o çağm en iyi astronomi gözlemciliğini yapan b i r dehaydı, Keple r de en büyük kuramcısıydı . H e r ikisi de bil iyor-du ki, tek baş lar ına dünya s is teminin işleyişine ilişkin tutar l ı ve dakik b i r sentez ç ıkaramayacaklardı . Ancak yine her ikisi de bi l iyordu ki, bu sistemin açıklanmasına r amak kalmış gibiy-di. Tycho yaşamı boyunca sü rdürdüğü çalışmalarının meyvala-r ı m çok daha genç bir rak ibe a rmağan e tmek niyetinde değil-di. İşbirliği yapmalar ı da olanakdışı görünüyordu . Kuramla göz-lemin tohumlar ından doğmuş olan çağdaş bilim, bu iki insanın karşıl ıklı güvensizl ikler inin yara t t ığ ı uçurumun kenaruıda bo= ca lay ıp durdu . Tycho 'nun Ömrünün geri ka lan bölümü olan on sekiz aylık sürede , sık sık kavga et t i ler ve her defasında barış-t ı r ı ldı lar . Rosenberg Baronu t a ra f ından verilen bir z iyafe t te Tycho kendin i şa rap seline kapt ı r ınca , «sağlığım nezake t ten az düşünerek» Baron'uıı sofradan ayr ı lmasından Önce tuvale te gi t-

— 79 —

meyi kendine yediremedi. Bunun sonucu olarak idrar yolların-da beliren enfeksiyon Tycho'nuıı yeme - içme tutkusunu frenle-mey işi nedeniyle giderek sağlığım iyice bozdu. Ölüm döşeğinde Tycho bilgilerini Kepler'e armağan etti ve «bihoş çılgınlığının son gecesinde, şu sözlerini, sanki şiir yazan biri gibi tekrarladı, durdu: 'Boşuna yaşamış olduğum sanılmasın... Boşuna yaşamış olduğum sanılmasın...»

Tyclıo'nun ölümünden sonra Kepler «İmparatorluğun Mate-matikçisi» unvanını devralarak onun geride bıraktığı bilgileri der. Jemeye çalıştı. Gezegenlerin çizdikleri yörüngelerin daha Önce sözünü ettiğimiz üç boyutlu beş şekille sınırlı olduğu yolundaki Kepler'in görüşünü, Tycho'nun verileri desteklemiyordu. Çok sonraları Uranüs, Neptün ve Pluto gezegenlerinin bulunmasıy-la, Kepler'in Kozmik Giz'inin kanıtlanması olanaksız laştı; çün-kü bunların güneşten uzaklıklarını saptamaya yarayacak baş-kaca üç boyutlu cisim yoktur. Fitagor'un üç boyutlu cisimleri-nin iç içe yerleştirilmesi de yerküremizin Ay'ma yer tanımıyor-du. Galileo'nun Jüpiter'in dört büyük Ay'ını bulması da Kep-ler'in kuramına darbe indirici bir gelişmeydi. Fakat bu gelişme-ler karşısında morali bozulacağına Kepler ek uydular bulmak istiyor ve her gezegenin kaç uydusu olabileceğini merak ediyor-du. Kepler, Galüeo'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu: «Benim 'Mysterİum Cosmographicum' (Kozmik Giz) görüşümün geçer-liliği reddedilme dikçe, gezegen sayısının na3Ü olup da arttığı-na şaşıj'orum. Bu görüşüm çerçevesinde, Euklid'in üç boyutlu 5 cismi çevresinde 6 gezegenden fazlasına yer tanımamakta... Jüpiter'in çevresinde 4 gezegen bulunduğu görüşüne inanmak-tan öylesine uzağım ki, orantı hesaplarının öngördüğüne göre, Mars çevresinde 2, Satürn çevresinde 6 ya da 8 ve Merkür'le Venüs çevresinde de belki birer uydu bulunduğunu sizden ön-ce kanıtlamak için bir teîeskobum olsun isterdim.» Mars geze-geninin gerçekten iki küçük Ay'ı var. Ve bunlardan büyüğün-deki büyük bir jeolojik şekil, Kepler'in tahmininden Ötürü «Kep--ler B a y ı m adını taşıyor. Fakat Satürn, Merkür ve Venüs ko-

— 80 —

nusunda tümüyle yanılmıştı Kepler. Jüpi ter ' in de Galileo'nun bulduğundan daha çok Ay'ları var. Halen de 9 gezegen bu-lunuşunun ve Güneş'e olan uzaklıklarının nedenini t am olarak bilemiyoruz. (Bkz. Sekizinci Bölüm.)

Tycho, Mars gezegeniyle öteki gezegenlerin yıldız kümeleri boyunca olan görünür devinimlerini yıllar boyunca gözlemişti. Teleskopun icadından önceki, yirmi, otuz yıllık sürede Tycho'nun sağladığı gözleme dayalı bilgiler, o tarihe dek elde edilenlerin en doğrusu ve dakik olanlarıydı. Kepler bu gözlemlere ilişkin bilgileri derleyip toplama çabasmdaydı. Özellikle şunu öğrenmek istiyordu: Güneş'in çevresinde yerküreyle Mars'ın hangi gerçek devinimleri, Mars'ın ardına yıldız kümelerini almış olarak yaptı-ğı belirgin hareketleri (geriye doğru çizdiği kavisler dahil) açık-layabilirdi? Tycho devinimleri olağandışı ve dairelerden oluşan bir yörüngeyle bağdaştırılamaz olması açısından Mars'ı incele-mesini salık vermişti Kepler'e. (Tycho yaptığı hesapların karma-şıklığından sıkılabilecek okuyucuyu düşünerek şu notu düşmüş-tü: «Bu can sıkıcı sürecin tekrarından kaçmıyorsanız, aynı şeyi yetmiş kez gözlemiş olan beni düşünerek acıyın lütfen.»)

Milattan önce altıncı yüzyılda Pitagor, Eflatun ve Batlam-yus'la Kepler'den önceki tüm Hıristiyan astronomları, gezegen-lerin dairesel yollar izlediklerini kabul ediyorlardı. Daireye de «mükemmel» bir geometrik şekil gözüyle bakarlardı. Ve cennet katlarındaki, yeryüzünün «kokuşmuş»luğundan uzak olan geze-genlere mistik bir düşünüşle «mükemmel» bir şekil yakıştırılıyor-du: Daire. Galileo, Tycho ve Kopernik gezegenlerin tekdüze dai-resel yörüngeler çizdikleri düşüncesine yatkınlardı. Hele Koper-nik, başka bir şekild&n söz etmek «insan zihnini sarsıyor», çünkü «en iyi biçimde düşünülmüş bir yaratılışa başka türlüsünü ya-kıştırmak olanaksızdır,» diyordu. Böylece Kepler önceleri göz-lemlerini, yerkürenin ve Mars'ın Güneş çevresinde dairesel yö-rüngeler çizerek dolaştıkları varsayımına dayandırmaktaydı.

Üç yıllık hesaplamalardan sonra, Tycho'nun, Mars'ın dairesel yörüngesine ilişkin gözlemlerinin on tanesinde kavisin iki daki-

— 81 — Kozmos : F. 6

kalık bölümü içinde uyuşan gerçek değerleri bulduğu kanısına kapıldı. Bir derecelik açıda 60 dakikalık kavis vardır. Ufukla başucu arasında da 90 derece olan bir dik açı vardır. Bu nedenle birkaç kavis ölçülebilecek çok küçük bir bölümdür - hele teles-kopsun Ölçülürse. Yeryüzünden bakılınca Dolunay'm açısal çapı-nın onbeşte biridir. Bu arada Kepler'in boşalıp boşalıp dolan coş-i . ı ha, nesi çabucak parçalandı - Tycho'nun sonraki gözlemlerin-den ikisi Kepler'in yörüngesine kıyasla kaviste 8 dakikalık fark-lıydı;

Tanrı bize Tycho Brahe'nîn şahsında çok akıllı bir gözlemci gönde-miştir. Fakat onun hesapları sözü geçen sekiz dakika-lık farka yol açıyor. Tanrı'nın böyle bir zekâyı dünyaya gön-dermiş olmasından ötürü teşekkür borçluyuz. Bu sekiz da-kikalık farka aldırmazlıktan gelmem mümkün olsaydı, var-sayımımı buna uydurabilirdim. Fakat aldırmazlıktan gel-mek diye bir şey olamayacağına göre, o sekiz dakikalık fark astronomide toptan bir reforma giden yolun işareti oldu.

Dairesel bir yörüngeyle gerçek bir yörünge arasındaki fark, yalnızca dakik bir ölçümle ve olayların cesaretle göğüslenmesiyle ortaya çıkarılabilirdi. «Uyumlu orantılar evrene damgalarını ba-sarak onu güzelleştirmişlerdir. Fakat uyum deneyle belirlenmeli-dir.» Kepler'in dairesel yörünge fikrini bırakıp Geometri Uzmanı Tanrı'ya inancını sınamak zorunda kalması içini ürpertiyordu. Daireler ve helezonlar astronomisini eledikten sonra «bir yığın süprüntü» kalıyordu geriye. Bunlar arasında bir dairenin bastı-rılarak uzatılmış şekli olan bir elips biçimi sozkonusu olabilirdi.

Sonunda Kepler daireye karşı duyduğu hayranlığın bir düş kırıklığı olduğunu gördü. Yerküre, Kopernik'in dediği gibi, bir gezegendi ve Kepler savaşlar, salgınlar, açlık ve mutsuzluğa bü-rünmüş yeryüzünün mükemmellikten uzak olduğunun bilincin-deydi. Kepler gezegenlerin, yerküre gibi mükemmellikten uzak maddeden yapılmış olduklarım eski zamanlardan bu yana söyle-

— 82 —

yen ilk insandı. Peki, gezegenler «mükemmel» olmadığına görç gezegenlerin yörüngeleri neden mükemmel olsundu? Elips biçi-minde birçok kavis üzerinde çalıştı, hesaplar yaptı, bazı matema--tik yanılgılara düştü (bu yüzden doğru olan sonuçları yanlış di-ye kestirip attı) ve aylarca sonra bir elips formülü çıkardı. Bu elips formülü üzerinde ilk kez İskenderiye Kütüphanesinde Ber-gama'h Appollonİus'un durduğu anlaşılmaktadır. Tycho'nun göz-lemleriyle bu elips formülünün pek güzel uyuştuğunu gören Kepler şöyle yazdı: «Doğanın gerçeğini arayıp durdum, elimden kaçırdım, sonra onun arka kapıdan kıyafet değiştirerek gelip ken-dini kabul ettirişini gördüm... Ah, ne budalalık ettim, bir dal-dan ötekine konup asıl dalda kalmayı akıl edemeden!»

Kepler, Mars' ın Güneş çevresinde daire biçiminde bir yö-rünge çizerek değil, elips çizerek döndüğünü saptadı. Öteki ge-zegenlerin Mars 'mkinden çok daha az eliptik yörüngeleri vardı . Eğer Tycho, Kepler 'e dikkatini Mars'a değil de, örneğin Venüs ' -ün devinimlerine yoğunlaştırmasını salık vermiş olsaydı, Kepler gezegenlerin gerçek yörüngelerini keşfedemezdi. Böyle bir yö-rüngede Güneş merkezde olmayıp elipsin odak noktasının dışına düşer. Güneş ' ten en uzak noktasındayken hızı azalır. Bu devi-

nimdir ki, gezegenlerin Gü-neş'e doğru kaydıklarını, düşün-dü rü r ama hiç bir zaman da ora-ya ulaşamadıklarını ortaya ko-yar. Kepler ' in gezegenlerin devi-nimlerine ilişkin ilk açık seçik kuralı şudur: Bir gezegen Gü-neş'in çevresinde bir odak noktam sından elips biçiminde yörünge

Kepler'in birinci yasast; Bir gezegen c i z e r e k dÖner. Güneş'in çevresinde elips biçiminde J " ... 1 '. . -bir yörünge çizerek döner. Tekdüze dairesel devinimde,

eşit açılar ya da daire kavisi-nin bir bölümü eşit zamanlarda katedilir. Şöyle ki: Örneğin, bir dairenin çevresinin üçte ikilik bölümünü dolaşmak, üçte birlik

— 83 —

yol için gerekli zamanın iki katıdır. Kepler eliptik yoriingeli ge-zegenler için değişik bir kural buldu: Gezegen yörüngesi boyun-ca yol alırken, Güneş'e yakınlaştığında biraz genişçe bir kavis çizer. Belirli bir süre içinde geniş bir kavis çizmesine karşın, kavisle güneş arasındaki taranan alan geniş değildir, çünkü o sı-rada gezegen güneşe yakındır. Gezegen Güneş' ten uzak bulundu-ğu sırada aynı zaman dilimi içinde daha yayvan bir kavis çizer; a. - lk o kavisle Güneş arasında taranan alan geniştir. Bu da Gü-neşe uzaklığından Ötürüdür. Kepler yörünge ne denli eliptik olursa olsun, bu iki alanın eşit olduğunu buldu. Kepler ' in buldu-ğu ikinci kural şuydu: Gezegenler eşit zaman dilimlerinde eşit alanlar tararlar.

Kepler ' in ilk iki astronomi ya-sası bize eski ve soyut gözüke-bilir. Gezegenler elips biçimin-de bir yörüngede dolanıyorlarsa ve eşit zamanlarda eşit alanlar tarıyorlarsa, bundan ne çıkar de-nebilir? Dairesel devinimi kav» ramak daha kolaydır. Bu yasala-rı kuru kuru matemat ik sihir» bazlıkları sayarak, günlük ya-şamla bunların ne gibi ilişkisi ol-duğu akla gelebilir. Ne var ki, yerçekimi nedeniyle yüzeyine ya-pişmiş gibi bağlı bulunduğumuz

dür; ya m 32 gezegenlerarası alanda dolanırken, biraz önce belirtti-ğimiz uzay yasalarına uymaktadır . İlk olarak, Kepler ' in bul-duğu doğa yasaları uyarınca uzaydaki yörüngemizde dolanmak-tayız. îkıncisi, gezegenlere uzay aracı gönderdiğimiz ya da uzak yıldız kümelerinin devinimlerini incelediğimiz zaman, evrende Kepler'in yasalarına uyulduğuna tanık olmaktayız.

Kepler birkaç yıl sonra, gezegen devinimlerine ilişkin üçün-cü ve son yasayı buldu. Bu, çeşitli gezegenlerin devinimlerini

Kepler'in ikinci yasast; Bir gezegen cjit lamanda eşit atan tarar. B'den A'ya gi-diciyle 9'den E'ye ve D'den C'y® gidişi «; il zamanda oiur. BGA, F5E ve DCC akınları eşinir.

— 84 —

birb i r le r iy le olan ilişkileri aç ıs ından inceleyen ve G ü n e ş sisteminin b i r saa t gibi İşleyişini aç ık layan yasadı r ; Evrenin Uyumu (The H a r m o n ı e s of The WorId) adlı k i tab ında açıklamışt ı r . Kep le r

u y u m sözcüğünden birçok şey anl ıyordu. Gezegenler in devini-minin düzenini ve gü-zelliğini, bu devinimi açıklayan m a t e m a t i k yasalar ın var l ığ ını (bu düşünce P i t ago-ras 'a k a d a r g ider) , h a t t a müzik açısın-d a n u y u m u da anla-dığı «küreler in uyu-mu» sözcükler inden bell idir . M e r k ü r ve Mars ' ın yörüngeler i -nin ters ine, Öteki ge-

zegen le r in yö rünge le r i dai resel y ö r ü n g e y e öylesine yak ın -lık gös te r i r le r ki, on la r ın gerçek biçimlerini en ayr ın t ı l ı di-y a g r a m l a r l a bile gös teremiyoruz . Üzerinde yaşadığımız ye rküre , öteki gezegenler in devin imler in i gözlemeye y a r a y a n hareket l i b i r p l a t f o r m d u r . İç gezegenler (*) yörünge le r inde büyük bi r hızla dönüyor la r . M e r k ü r en bıziı dönenidir . Bu gezegene Mer-k ü r adı ve r i lmes in in nedeni Tanr ı ' l a r m habercis i sayılması a d a n -dır . Venüs gezegeni, ye rkü remin ve Mars, Güneş ' in çevresinde hu s ı r a l amaya orant ı l ı o la rak daha az hızlı dönenlerdi r . Dıştaki gezegenler , Örneğin J ü p i t e r ve S a t ü r n ağ ı rdan a la rak yavaş ya-vaş döner le r . Tan r ı l a r tanr ıs ı gibi.

Gezegenle r in hareke- yasa lar ın ı Öğrenmekle ye t i nmeyen Keple r , bu dev in ime neden olan daha temel bir bilgiyi, Güneş ' in

(*) Güneş'e yerküremizden daha yakın olanlar.

fOplcr'in üçüncü ya da uyum y^msi: Bir gezegenin yörüngesinin büvi*'dü-ğüyle Güneş'in çevresinde bit- Ivsz don-n,e iüi'est içinde kesin bir ilişki vüj-dır, (üu Ölçüm Kepîef'İn ö'.ıimünck-:» çek sor.ra keşfedilen Uran'js, Nepîön ve Pluto gezegenleri için de g;çerİ) ol-mu; tur.)

— 85 —

dünyaların kinematiği üzerindeki etkisini de araştırmaya koyul-du. Gezegenlerin Güneş'e yaklaşırken hızlandıklarını, uzaklaşır-ken de yavaşladıklarını saptadı. Her nasılsa uzak gezegenler Gü-neş'in varlığından etkileniyorlardı. Manyetik etki de uzaktan his-sedilen bir şeydi. Ve evrendeki çekim yasasının varlığını hay-ret verici biçimde sezinleyen Kepler, gezegenlerin devinimleri-ne neden olan şeyin altında manyetik etkinin yattığı fikrini öne sürdü. _f

Bundan benim amaçladığım şudur: Göklerdeki cisimle-ri harekete geçiren makinenin, tanrısal bir organizmaya de-ğil, bir saatin işleyişine benzetilmesi gerekir. Çok yönlü de-vinimlerin hemen hepsi, tek ve çok basit manyetik güçle yö-netiliyor. Tıpkı saatin işleyişindeki bütün hareketlerin basit bir ağırlıkla sağlanışı gibi.

Manyetik güç, elbette çekim gücüyle ayııı değildir; ancak Kepler'in bu konuda öne sürdüğü yenilik getirici fikir çok il-ginçtir. Çünkü yeryüzüne uygulanan kantitatif fizik yasalarının, aynı zamanda gökcisimlerini yöneten kantitatif fizik yasaların-da da geçerli olduğuna dikkati çekmiştir. Göklerdeki cisimlerin devinimlerini mistik olmayan bir görüşle ilk kez açıklayan Kep~ ler'dir. Yerküremizi Kozmos'un bir eyaleti haline getirmiştir. «Astronomi, Eziğin bir parçasıdır,» diyen Kepler, tarihte bir dö-nüm noktası oluşturdu; bilimsel astrologların soııuncusuyken, ilk astrofizikçi oldu.

Alçak gönüllülüğe hiç de taraftar gözükmeyen Kepler bu-luşlarını şu sözlerle anlatıyordu:

Bu seslerin senfonisini duyabilen bir insan, zamanın sonsuzluğunu bir anda bile kavrayabilir ve azıcık da olsa Tanrı'nın, En Büyük Sanatçı'nın zevkini tadabilir... Kutsal coşkunun girdabına bırakıyorum kendimi... Kalıbı döktüm ve kitabı ben yazmaktayım... Bu kitap ister şimdi okunsun,

— 86 —

ister gelecek kuşaklar ta raf ından okunsun, fark etmez. Tan-r ı 'n ın da bir tanık bulabi lmek için 6.000 yıl bekleyişi gibi.

Kepler ^Sesler Senfonisi» içinde her gezegenin hızının La-tince müzik notaları gamındaki do-re-mi-fa-sol-Ia-si-tlo notaların-dan bir ine benzer ses çıkardığı kanısındaydı . Küre le r Senfoni-si 'nde yerküremiz in çıkardığı nota seslerinin fa-mi olduğuna İna-nırdı . Kepler ' in kanısınca, Latince «famine» sözcüğü «açlık» an-lamına geldiğinden dünyamızdan çıkan nota seslerinin sürekli fa-mi olması akla yakındı . Gerçekten de üzerinde yaşadığımız yerküren in , o tek acı kelimede, açlık sözcüğünde ifadesini bul-duğunu söylemek mantıksızlık olmasa gerek. . .

Kepler ' in üçüncü yasayı bu luşundan tam sekiz gün sonra Otuz Yıl Savaşı pat lak verdi . Savaş milyonlarca aileyi, bu ara-da Kepler ailesini de perişan etti . Karıs ını ve oğlunu askerlerin taşıdıkları bir salgın hastalık yüzünden kaybett i . Kendisini hi-maye eden h ü k ü m d a r tah t tan İndirildi. Doktr in konular ında gösterdiği uzlaşmaz bireyselcilik yüzünden de Luther Kilisesi ta-ra f ından afaroz edildi. Keple r bir kez daha göçmen oldu. Gerek Katol ikler in , gerekse Protes tanlar ın kutsal savaş olarak nitele-dikleri çatışma, toprak ve iktidar hırsıyla yanan kişilerin din-sel fanat ikl iği sömürmeler inden başka bir şey değildi.

He r yeri söylenti, kuşku ve korku dalgaları sardı . Bu dal-ga larda özellikle güçsüzler hayat lar ını kaybet t i ler . Büyücülük İddiasıyla okkanın al t ına gidenler genellikle tek başlarına yaşa-y a n yaşlı kadınlardı . Kepler ' in annesi de bir gece yarısı çama-şır sepeti içnıde götürüldü . Uyku veren ve sinir yatıştırıcı ilaç-la r sat t ığı için büyücülükle suçlanıyordu. Kepler ' in do lduğu ka-saba olan Wei l der Stadt ' ta 1615-1629 y ı l l a n arasında her yıl yaklaşık üç kadın büyücü lük yapt ığı iddiasıyla İşkence yapıla-rak ö ldürü lmüş lü .

Kepler bilimi halka ma le imek amacıyla kurgu-bil im kitap-lar ın ın ilkini yazmıştı . Adı Somnium (Rüya) idi. Bunda Ay' ın yüzeyinde du ran uzay yolcularının göklere bakarak ye rkü re ge-

— 87 —

zegeninin hareket ler ini izledikleri düşle ilinekteydi. Kepler pers-pektifleri değiştirerek gezegenlerin göklerde nasıl dolandıklarının daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyordu. Kepler ' in zamanında yer= kürenin döndüğü filtrine yapılan i t irazlardan başlıcası, insanların ayaklarıyla basıyor durumda bulunduklar ı bir yer in dönmekte ol-duğunu fark etmemelerinden kaynaklanmaktaydı . Kepler Somni-um kitabında yerkürenin döndüğünü insanların zihnine işlemek istiyordu. «Çoğunluk hata etmedikçe, onların yanında olmak isti-yorum.. . Çoğunluğun yanında olmak istiyorum. Bu nedenle, mümkün olduğunca çok sayıda kişiye açıklamaya çalışıyorum.»

Teleskopun icadıyla Kepler ' in «Gök Coğrafyası» adını ver-diği şey m ü m k ü n oluyordu, Somnium adlı ki tabında Kepler Ay'-ın dağlar ve vadilerle kaplı bulunduğunu, «mağaralar ve kazıl-mış boşluklarla delik deşik» olduğunu söylüyordu. Bu sözlerle Galileo'nun ilk astronomik teleskopu icat e tmesinden sonra Ay'-da keşfettiği krater ler i kastediyordu. Kepler aynı zamanda, Ay'-da insanların yaşadığına ve yaşam koşullarının Ay'daki doğal zorluklara uyum sağlayacak biçimde olduğuna değiniyordu.

Ay'da günle gecenin uzunluğundan ötürü «iklimin ser t ol-duğunu ve soğukla sıcak arasında büyük ısı farkl ı l ıklar ının ol-duğunu» bel i r ten Kepler bu görüşlerinde haklı çıkmıştır . Kuş-kusuz bu konudaki her görüşü doğru değildir. Örneğin, Ay'ın bir atmosferi bulunduğuna, Okyanuslar ı ve insanları olduğuna inanıyordu. Ay'daki k ra te r le r konusunda söyledikleri çok ilginç-tir. Bu kraterlerin Ay'ın yüzeyini «çiçek hastal ığından yüzü de-lik deşik olmuş bir çocuğunkine» benzett iğini söylemiştir. Ay'-daki krater ler in tepeciklerden değil çöküntülerden oluştuğu nok-tasında haklıydı. Çoğu krater ler i çevreleyen siperlerle yuvar lak tepelerin varlığını kendi gözlemleri sonucu saptamıştır . Ne va r ki, düzgün dairesel biçimlerin ancak akıl sahibi insanlar ın va r -lığıyla açıklanabileceği sonucuna varmışt ı . Gökten düşen büyük kaya parçalar ının bölgesel pat lamalara yol açacağını, he r yöne doğru s imetr ik etki yapabileceğini ve bunun sonucu dairesel boşluklar oluşabileceğini tahmin edememişt ir . Oysa Ay 'daki ve

— 88 —

öteki gezegenlerdeki kraterlerin çoğunun kökeninde bu neden yatmaktadır . Böyle düşüneceğine, «Ay'ın yüzeyinde o boşluk-ları kazabilecek yetenekte akıl sahibi insanların yaşayabileceği» ni» söylüyordu. Bu tür büyük yapı projelerinin gerçekleştiril-mesinin olanaksızlığına işaret edenlere de, Mısır piramitlerini ve Büyük Çin Seddi'ni örnek olarak gösteriyordu. Gerçekten bu yapılar bugün yerküremizin yörüngesinden izlenebilir yapı-lardır. Geometrik düzenin bir zekâ örneği olduğu düşüncesi Kep-ler'in hayatının ana fikriydi. Kepler ' in Ay kraterlerine ilişkin iddiası, Mars 'daki kanal tart ışmasının (Bkz. Beşinci Bolüm) bir öncüsüdür. Yerküre dışında hayat olup olmadığına ilişkin göz-lemlere dayalı araştırmaları , teleskoba kavuşan kuşakla çağın en büyük kuramcısının başlatmaları çarpıcı bir olaydır,

Somnium 'un bazı bölümleri Kepler ' in özyaşam öyküsü ni-teliğindedir. Nitekim kitabın kahramanı Tycho Braho'yi ziyaret eder. İlaç satan ana baba sözkonusu edilir. Annesi ruhlar ve şey-tanlarla ilgilenir. Sonunda bunlardan biri annesini Ay'a götüre-cek aracı sağlar. Scmııiıını'dan bizim anladığımız, fakat Kep-ler'in çağdaşlarından hepsinin anladığını iddia edemeyeceğimiz şey, insana «duygularıyla algılayamadığı bir dünyayı arada sı-rada rüyasında düşünme olanağım t a n ı m a s ı d ı r . Kurgubi l im Otuz yıl Savaşı döneminde çok yeni bir girişimdi ve Kepler ' in kilabı bir kanı t yapılarak annesi büyücülükle suçlanıp tutuklan-dı.

Yüklendiği zaten ağır başka sorunları arasında, Kep!er bir de 74 yaşındaki annesini Protestan yönetiminin kurduğu Würt-temberg 'deki hapishanede zincire vurulmuş buldu. Galileo'ya bir Katolik hapishanesinde İşkence edilmesi gibi, Kepler'iıi an-nesine de işkenceler yapılıyordu. Bir bi l imadamma yaraşır bi-çimde annesinin büyücülük suçlamasına yol açan nedenleri araş-t ı rmaya koyuldu. Bu arada Wür t t emberg yöneticilerinin, anne-sinin büyücülüğüne bağladıkları bazı vücut rahatsızlıklarının nedenlerini araştırdı. Girişimi batıl inançlara karşı akhn üstün-lük sağlaması açısından büyük bir başarıydı. Bu açıdan sağla-

— 89 —

dığı başarısını Kepler zaieıı yaşamı boyunca sürdürmüştür. An-nesi bir daha Württemberg'e dönerse idam edileceği kaydıyla sürgüne gönderildi. Bu arada Kepler'in girişimi, Dük'ün böylesi zayıf kanıtlarla büyücülükten ötürü insanların yargılanmasına son veren kararlar almasına yol açtı.

Savaşın getirdiği sefalet Kepler'i yararlandığı mali deste* ğinden de etti. Hayatının geri kalan bölümünü düzensiz ve pa-ra ya da yeni hamiler aramak peşinde geçirdi. II. Kudolf için yap= tığı gibi, şimdi de Wellenstein Dükü için yıldız falına bakıyor-du. Son yıllarını Wallenstein*in denetimindeki bir Silezya ka-sabasında geçirdi. Bu kasabanın adı Sagaıı'dı. Kendinin hazır-ladığı mezar taşına şöyle yazmıştı: «Gökleri ölçtüm biçtim, şimdi gölgelerin boyunu ölçüyorum. Zihnim göklere yönelikti, vücudum toprağa.» Ne yazık ki, Otuz Yıl Savaşı sırasında meza-rının yerinde yeller esti. Bugün mezarına bir kitabe yazılacak olsa şu-sözlerin yer alması gerekirdi: «En tatlı hayaller yerine sert gerçekleri tercih etti.»

Johannes Kepler «Cennetlerin rüzgârlarıyla yelkenleri do-lacak gök gemilerinin» bir gün uzayda yolculuğa çıkacaklarını ve gökleri uzayın «enginliğinden korkmayan kâşiflerin» doldu= racağını söylemişti. Bugün insan ve robotların uzayın enginli-ğinde giriştikleri yolculuklarda, Kepler'in bulmak için yaşam bo-yu çaba harcadığı ve keşfetmekten büyük coşkunluk duyduğu gezegenlerin devinimine ilişkin üç yasa uygulanmaktadır.

Johannes Kepler'in gezegenlerin devinimlerini öğrenmek, göklerdeki uyumu araştırmak için yaşamı boyunca harcadığı ça-balar, ölümünden otuz altı yıl sonra Isaac Newton'un çalışma-larıyla değerlendi. 1642 yılının Noel günü dünyaya gelen Isaac Newton öylesine zayıf ve cılız doğmuştu ki, sonradan annesi ona kendisinin bir çay fincanına sığabilecek büyüklükte olduğunu söylemişti. Hastalıklı, ana babanın ilgisinden yoksun, kavgacı, insan arasına giremez, öldüğü güne dek hiç bir kadınla temas etmemiş olan Isaac Newton belki de dünyanın gördüğü en bü-

— 90 —

yük bilim dehasıydı. Henüz gençken bile ışığın «bir madde mi, yoksa raslantı mı»

olduğu ya da arada hava boşluğu bulunursa, yerçekiminin na-sıl bir etki yapacağı yolundaki temelsiz sorular karşısında ters-lenirdi, Hıristiyanların Üçlü Birlik inancının Kutsal Kitabın yan-lış yorumundan ileri geldiğine karar vermişti. Yaşam öyküsü-nü yazan John Manyard Keynes ' in dediğine göre,

Isaac Newton tek tanrıcı Ya h udiler dendi. Mainomides mezhebindendi. Tek tanrıcı olma kararına, akıl ya da inkâr yoluyla ulaşmamıştı. Eski belgelerin yorumu üzerine bu ka-ra ra varmıştı . Ona göre Üçlü Birlik (Baba, Oğul, Ruhül Ku-düs) inancı kutsal belgelerin sonradan sahteleştirilmesiyle ortaya çıkmıştı. Var olan tek Taıırı 'dır. Newton bu gerçeği yaşamı boyunca saklamak zorunda kalmaktan Ötürü büyük acı çekmişti.

Kepler gibi, Isaac Newton 'un da yaşadığı dönemin batıl inançlarına karşı bağışıklığı yoktu. Mistik düşüncelerden etki-lendiği olurdu. Nitekim, Newton 'un zihinsel gelişiminin büyük bir bölümü akılcılıkla mistisizm arasındaki çakışmadan kaynak-landığı söylenebilir. 1663 yılında yirmi yaşındayken gittiği Sto-urbrldge Fuar ı 'nda bir astroloji kitabı satın almış, «İçinde aca-ba ne var diye merak ettiği için» aldığını söylemişti. Kl-.aptala bir şekille karşılaşıncaya dek okudu. Şekle gelince bundan bir şey anlamadı, çünkü bu trigonometriyle ilgiliydi. Trigonometri öğrenmek amacıyla aldığı ki tapta da bu kez geometriyle ilgili tar t ışmalar ı anlayamadı. Euklid'in Geometrinin Elemanları adlı kitabını bulup okudu. İki yıl sonra da diferansiyel hesaplama-nın temelini attı.

Öğrencilik yıllarında Newton güneşe bakmaya bayılırdı. Gü-neş ış ınlan vücuduna sanki ok gibi geçip onu yerine mıhlardı. Güneş'in aynadaki görüntüsüne bakmak gibi tehlikeli bir alış-kanlık ed inmiş t i :

— 91 —

iki saat içinde gözlerim o duruma gelmişti ki, iki gö-zümden ne biri, ne de ötekiyle parlak bir cisme bakamaz ol-muş Lum. Gözümün önünde Güneş ' ten başka bir şey göre-ni iy ordum. Ne bir şey okuyabiliyor, ne de yazabil iyordum. Gözlerimi yeniden kullanabil ir du ruma get i rmek için ken-dimi karanlık bir odaya üç gün kapadım ve Güneş ' i düşün-memek için zihnimi oyalamaya çalıştım. Çünkü Güneş'e bak-madan bile onu düşünecek olsam, odanın karanl ığına rağ-men, yine de Güneş ' in görüntüsü karş ıma geliyordu.

1666 yılında New(.on, Cambridge Üniversitesinde öğrenciy-di. Bir salgın hastalık onu buradan uzaklaşmaya ve doğdu-ğu yer olan Woolsthorpe'da bir yılını geçirmeye zorladı. Bu sırada ışığın niteliğine ilişkin temel buluşlara ulaştı ve evrende-ki çekim gücü kuramının Özünü boşta kaldığı bu yı l içinde bi-çimlendirdi. Fizik tarihinde böyle bir yıla bir daha ancak 1905'-de Einstein'in «Mucize Yılı»ııda rastlanır . Olağanüstü buluşla-ra nasıl ulaştığı sorulduğunda, Newton çok yal ın bir yanı t ver-miştir: «Onlar üzerinde düşünerek.» Buluşlar ı o denli önemliy-di ki, Cambridge'deki profesörü Isaac Barrow, öğrenci Isaac Newton üniversiteye döndükten beş yıl sonra matemat ik k ü r s ü j

sünden ayrılarak bu kürsünün profesörlüğünü ona devrett i . Uşağı 35 - 40 yaş lan arasında Newton 'u şöyle anlat ı r :

Onun ne hava almak, ne yü rüyüş yapmak, ne ata bin-mek, ne top oynamak için dışarı çıktığını hiç görmemişim-dir. Çalışmadan geçirdiği kayıp saat ler i düşünür , çalışma odasından ancak ders ve rmeye gi tmek üzere çıkardı. . . Dersini dinlemeye gelenlerin sayısı o kadar azdı ve bunlar arasından anlayanlar da o denli enderdi ki, dinleyici bul-mak isteğiyle yanar tutuşur, duvar la ra h i t ap ederek hırsını giderirdi.

Gerek Kepler'in, gerekse Newton 'un o s ı ralardaki öğ-rencileri neler kaybettiklerinin hiçbir zaman farkına va rmamış olmalılar.

— 92 —

Newton, hareket eden bir cismin, yolu üzerinden çekecek bir etkiyle karşılaşmadıkça, düz hat üzerindeki gidişini sürdür-düğünü özetleyen çekim gücü yasasını buldu. Ay'ı yeryüzüne doğru sürekli olarak çekerek hemen hemen dairesel bir yörün-gede tutacak bir başka güç olmasa, Ay yörüngesine teğet bir çizgi üzerinden dümdüz fırlayıp giderdi diye düşünüyordu New-ton. Bu çekim gücünün uzaktan etki yaptığı kanısındaydı. Yer-küreyle Ay'ı fiziksel olarak birbirine bağlayan hiç bir şey yok-tu ortada. Buna karşın, yerküremiz sürekli olarak Ay'ı kendine doğru çekmektedir. Kepler'in üçüncü yasasını kullanarak (*) Newton matematiksel olarak yerçekimi gücünü hesapladı. Bir elmayı yere çeken gücün Ay'ı da yörüngesinde tutan aynı güç olduğunu gösterdi. Uzak gezegenlerden Jüpiter'in o zamanlar yeni keşfedilen Ay'larını yörüngesinde tutan gücün de ayrı bir şey olmadığım ortaya koymuştu.

Dünya varolduğundan beri yeryüzüne cisimler düşüyordu. Ay'ın yerküremiz çevresinde döndüğüne insanlık tarihi boyun-ca hep inanılmıştır. NewLon hem yere elmayı düşüren, hem de Ay'ı yerküre çevresinde döndüren gücün aynı olduğunu akıl ede-bilen ilk İnsandır. Newton'un bulduğu yerçekimi kuramına «Ev-reıısel Çekim Yasası» denilmesinin nedeıü budur.

Çekim gücü, aradaki mesafenin karesine ters orantılı olarak azalır. Eğer iki cisim birbirinden iki misli uzaklaştırılarak dön-dürülürse, onları birbirine çeken güç ancak 1/4 oranındadır. Eğer bu iki cisim on misli uzaklaştınlırsa, çekim gücü 101, ya-ni 100 kez küçülür. Çekim gücünün ters orantılı olması gerek-lidir, yani mesafe arttıkça çekim gücü azalmalıdır. Eğer çekim gücü uzaklık arttıkça doğru orantılı olarak çoğalsaydı, en bü j

(*) Ne yazık ki, Newton Princtpîa adlı başyapıtında Kepler'e olan borcunu kabul etmiyordu. Fakat 1686 yılında Edmund Halley'e yazdığı bir mektupta yerçekimi yasasıyla ilişkili olarak şöyle de-mîgtir: «Bunu yirmi yıl kadar önce Kepler'in kuramından öğren-diğimi kabul ediyorum.»

— 93 —

f , M

yük gücü en uzaktaki cisimler üzerinde etkisini gösterecek ve sanırım, evrendeki tüm madde tek bir kozmik birikinti oluştur-maya doğru sürüklenmiş olacaktı. Hayır, durum böyle değildir. Çekim gücü, mesafe arttıkça azalmalıdır. Bu nedenledir ki, bir gezegen ya da kuyruklu yıldız (kornet), Güneş' ten uzak oldu-ğu sırada yavaş ve Güneş'e yakınken hızlı dönüyor; Güneş ' ten ne denli uzaktaysa, çekim gücünü de o ölçüde az hissediyor.

Kepler'in gezegenlerin devinimine ilişkin her üç yasası da Newton'un kuramlarından çıkarılabilirdi. Kepler ' in yasaları de-neyseldi. Tycho Brahe'niıı sabır küpü oluşu sayesinde sürdür-düğü gözlemlerine dayanıyordu. Newton'un yasalarının tümü de kuramsaldır. Tycho'nun ölçümlerinin hepsinin bulunabileceği yalın matematik soyutlamalardır. Newfon yasalarından ha reke t ederek, Priueipia adlı başyapıtında gizlcyemediği bir gurur la , «Şimdi Dünya Sisteminin çevresini sizlere kanıt layarak göste-riyorum,» demiştir.

Hayatının daha sonraki bölümünde Nevrton bilim adamla-rının iiye bulundukları Royal Society (Kraliyet Derneği) baş-kanlığına getirildi. Darphane Müdürlüğü görevi de verilen New-toıı sahte para yapanlarla mücadele yollarını aradı. Bu arada içe kapanıklığı ve huysuzluğu art ıyordu. Öteki bilginlerle tar-tışmaya neden oları ve özellikle öncelikler kazanmaya ilişkin so^ runlardan bıktığından bilimsel çalışmalarını durdurdu. Bugün <Sinir bunalımı» adını verdiğimiz durumda olduğu söylentisi yayıldı. Buna rağmen Newton bilimi simya ile kimya arasında-ki sınır üzerinde deneylerini sürdürüyordu. Son olarak bu lunan bazı kanıtlar, çektiği hastalığın ruhsal bunal ım kaynaklı olma-yıp ağır maden zehirlenmesinden ileri geldiği yolundadır. Bu-na, küçük miktarlarda olsa da. arsenik ve cıva yutması neden olabilirdi. Bilindiği gibi, o dönemlerde analitik araç gereç ola-rak tat duyusuna başvurulurdu.

Her şeye rağmen Newton'un zihin gücü hiç eksilmedi. 1696 yılında İsviçreli matematikçi Johann Borneullİ, brakistokron adı verilen çözümlenmemiş bir problemin halli için öğrencilerine 6

- 94 —

ay süre tanımıştı . Fakat Öğrencilerinden olan filozof Leibnİz'in ricası üzerine problemin çözüm süresini 18 aya çıkardı. Leib-niz, NewtonTun bu alandaki buluşlarından habersiz olarak, ken-di başına diferansiyel ve entegral hesaplama yöntemlerini bul* muş bir kişiydi. 29 Ocak 1697 günü öğleden sonra saat 16'da bu problem Newton 'a sunuldu. Ertesi sabah işe giderken prob-lem çözümlenmiş olarak masanın üzerinde bekliyordu. Çözüme ilişkin olarak bulduğu yeni yöntemlerle bir l ikte problemin çö-zümü yayınlandı . Newton f un isteği üzerine adı açıklanmamıştı . F a k a t çalışmanın orijinalliği Newton 'u ele verdi. Bernouîli çö-zülmüş problemi gördükten sonra şunu söylemişti: «Biz aslanı pençesinden tanırız.» Newton o tar ih te elli beş yaşındaydı.

Kepler ve Newton insanlık tar ih inde çok önemli bir g°c i j dönemi ifade ederler . Bu dönemin ortaya koyduğu ilke, doğa-nın tümünde çok yal ın ma temat ik yasalar ın ın geçerli olduğu ve ye rküremizde olduğu kada r göklerde de aynı yasaların uygulan-dığıdır. Keple r ve Newton gözlemlere dayalı bilgilerin dakikli-ğine saygı gösterdiler; onların gezegenlerin devinimlerine üiş= k in tahminler in in doğruluğu, insanoğlunun sanı landan çok da-ha fazla Kozmos 'u anlayabilmesine yardımcı kanı t lar sağladı. Çağdaş uygarl ığımızın tümü, dünya hakkındaki görüşümüz ve şu anda evreni keşif teki girişimlerimiz, hep onlara borçlu ol-duğumuz şeylerdir .

Newton buluşlar ını aç ıklamamaya çok dikkat eder, Bilim alanındaki rakipler iyle de kıyasıya mücadeleye girişirdi. Çekim g ü c ü n ü n mesafeyle ters orantılı oluşuna İlişkin yasayı bulduk-t an on ya da y i rmi yıl sonra bile yay ın lamak için bir girişim-de bulunmadı . Ne var ki, Bat lamyus ve Kepler gibi, doğanın görkemi ve gizleri karşısında coşku duya r ve süngüsü düşen gu-r u r u n u n yer ini alçakgönüllülük alırdı: «Beni dünya nasıl göre-cek, bunu bi lemem. . . F a k a t ben kendimi, kocaman bir gerçek* ler okyanusu Önümde keşfedi lmemiş dururken , kıyıda kendini oyalayan ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir de-niz kabuğu bu lan bir çocuk gibi görüyorum.»

— 95 —

wmm : | s g 1 i I

K.ıUlun çolıuıdc .̂1 vu Kunt; kjini- s • 4d 1 n 1 venııi^tn Sjmdnyokl'flım uee^y ' ̂ ' l k t ' • • kiil-mesiıti iinlediftj mjıııtnd.ıydıLtı

Mars'ta h a y a t arayışı için gezegenin Cnryse bö lges inde yap ı lan kazılar (üs t te ) . Rüzgarın savurarak o l u ş l u r a u ğ u k u m yığınlar ı a ras ında kazı lan bir ye r in ya-kından gonmüşü (al t ta) . Bir bakıma başka bîr dünyan ın t op rak l a r ın ı a k t a r m a işine girişmiş b u l u n u y o r u z . Bu fo toğ ra f l a r ı NASA sağladı .

Jüpiter gibi bir gezegenin atmosferinde hayat ürünü olmakla birlikte mümkün görülen hayat şekilleri. Av peşinde koşan varlıklar bulunabileceği gibi avla-nanlar da bulunabilir. Çizilen bu resimdeki bulut biçimleri Voyager uzay ara-cı tarafından Jüpiter'de keşfedilen bulutlara benzetilmiştir.

Yeni doğan ve varlığını sürdürmeye çal ışan bir teknik uygar l ığa y u v a o l m u ş . Gezegenimizin bu görüntüsü, o n u r tek doğa l u y d u s u olan A y ' d a k i bir tek-rıoloıik karakuldan sağ lanmış t ı r . Yerküremiz , G ü n e ş ' i n ç e v r e s i n d e günde y a k -laşık 2.5 milyar k i lomet re yol alır. Bu a ç ı d a n düşününce , h e p i m i z i n za t en uzay yolcusu o lduğu an laş ı lmış t ı r . Bu f o t o ğ r a f N A S A ' d a n a l ınmış t ı r .

Eri yakın yıldı/: Güneş'in uzak morinesinde ionize edilmiş helyum ışığındakı görüntüsü. Sağ köşedeki çıkıntı bir anda uzaya 300.000 kilometre kadar ya yıltp, sonra Güneş'in görülen yüzeyindeki parlak gaza dönen bir uzantıdır, Gü neşiıı yüzeyinde görülebilen en küçük kızgın gaz oluşumları yeryüzü büyüklü gündedir. Bu görüntü Skylab 4 tarafından saptanmıştır.

Şubat 1976'da görülen bu Kuyruklu Yıldız'ın fotoğrafı yeryüzünden çekil-miştir. Güneş'in proton ve elektron rüzgârının Kuyruklu Yıldız'ın buz çekir-değini üflemesiyle kuyruk uzayıp gidiyor. t)u fotoğraf çekilirken güneş ufkun altına geçmiş bulunuyor.

(a) DNA'nın sarmal merdivenindeki büklümleri görüyorsunuz. İnsan DNA'sı-nın bir molekülünde bu tür 100 milyon büklüm ve yaklaşık 100 milyar da atom var. Buysa ortalama olarak bir galaksideki yıldız sayısına eşittir.

(b) Bükülüş biçimi. İki yeşil İplikten her biri molekülün omurgasını oluşturur. İplikler sırasıyla bir şekerden, bir fosfattan meydana geliyor. Merdivenin sar-mal basamakları arasındaki sarı, kahverengi, kırmızı ve haki renkteki payanda lar nitrojenli nükleotîd'lerdir. Nükleotid bazlarının dizilisi yaşam sözlüğüdür.

(c) DNA'yı çözücü enzim, DNA'nın üremesini hazırlayan civar nükleotid baz-lar arasındaki kimyasal bağların çözülmesini denetler.

(d) Çift sarmallı orijinal her iplik, DNA'nın kendini kopya etmesiyle ürer. Be liren yeni nükleotid, çiftine benzerlik göstermezse, DNA polimerazı onu yok eder. Onun bu işlevine biologlar "aslına uygunluk görevi diyorlar. "Aslına uy-gunluk" konusundaki herhangi bir hata bir mütasyona, değişime yol açar.

I

Voyager uzay aracının yrldızlararası gezi rekoru. İki Voyager uzay aracı, dev gezegenlerin keşfini tamamladıktan sonra Güneş sistemini terk edeceklerin-den, karşılaşabilecekleri herhangi bir uygarlığa mesajlar taşımaktadırlar. Plak kılıfında (üstte), plağın (altta) nasıl dinleneceğine ilişkin bilimsel bir açıkla-ma var. Aynı kılıfta gezegenimizin yeri ve çağımıza ilişkin bilgiler veriliyor. Bu plağın bir milyon yıl dayanacağı garantisi vardır.

Bölüm IV

CENNET VE CEHENNEM

Cennetle cehennemin kapılnrı biüşik ve aynıdır. Nîkos ICzanlzakis, Günaha Son Çağrı (The Last Temptati-on of Chrîst)

Y E R Y Ü Z Ü G Ü Z E L V E O L D U K Ç A S A K İ N BÎR YERDİR. Değişen şey le r olur, f a k a t b u n l a r da çok yavaş değişir . Olabi-lir ki, yaşamımız ı b i r f ı r t ı nadan daha şiddetl i b i r doğal fe laket gö rmeden t amamlayab i l i r i z . Böylece geri l imsiz ve endişesiz ola-biliriz. Ne v a r ki, doğanın t a r ih inde kay ı t l a r açık seçiktir . Dün-ya la r ın her z aman için yokolması kaç ın ı lmazdı r . Biz insanlar bile kend i fe lake t le r imiz i y a r a t m a y a v a r a n b i r tekniğe ulaşmı-şızdır. Bu kast i olabileceği gibi, b i lmeden ihmal sonucu da ger-çekleşebil ir . Uzun geçmişin fe laket iz ler in in korunduğu diğer gezegenlerde büyük f e l ake t l e re i l işkin b i r s ü r ü kanı l du ruyor . B ü t ü n iş zaman dil imi s o r u n u d u r . Y ü z yıl içinde olması düşü=

— 97 — Kozmos : P. 8

nü demeyecek bir fe laket yüz milyon yılda gerçekleşebilir. Yer-küremizde içinde bulunduğumuz yüzyılda bils, kötü doğal olay-larla karşılaşılmıştır.

30 Haziran 1908 gününün erken sabah saatlerinde Orta Sİbır-> ya göklerinde seyre tmekte olan kocaman bir alev yumağı görül-müştür . Ufuk ta temas ettiği yerde büyük bir pat lama oldu. 2.000 kilometrekarelik bir ormanlık bölgeyi yerle b i r etti ve temas et-mesiyle binlerce ağacı yakması bir oldu. Yerküren in çevresini iki kez dolaşan bir atmosferik şok yarat t ı . Ard ından iki gün sü-reyle atmosfere öylesine incecik toz yayıldı ki, olay yer inden 10.000 km. ötede kalan Londra 'da sokaklara düşen ışık parça-cıkları altında gazete okunabil iyordu.

Rusya'daki Çarlık hükümet i Sibirya 'nın az gelişmiş Tungus-ka bölgesindeki bu Önemsiz olayla ilgilenecek değildi elbet , Sov-yet Devrimi'nden 10 yıl sonra, olay yer ini incelemek üzere bir heyet gitmiştir. Oradakilerle yapt ık lar ı konuşmalara ait izlenim-lerden bazılarını ak tar ıyorum:

Sabahın erken saatlerinde çadırda herkes uyurken , bir--den içindeki insanlarla bir l ikte çadır havaya uçtu. Tek ra r yeryüzüne düştükler inde aile bireyler inin t ü m ü ufak tefek yara bere almıştı . Faka t Akulina ile îvan bayılmışlardı . Ken-dilerine geldiklerinde, büyük b i r gü rü l t ü duydula r ve çev-relerinde ormanın yanıyor olduğunu, büyük b i r bö lümün-den geriye bir şey kalmadığını gördüler .

Vaııovara pazarındaki evimin sundurmas ında o turuyor-dum. Kahval t ı zamanıydı. Kuzeye doğru bakıyordum. Bir fıçının kasnağım tellemek İçin keserimi havaya kaldırmış-t ım ki birden. . . gökyüzü ikiye bölündü. . . Ve ormanın ku-zey bölümünde gök ateşler içindeydi, O anda gömleğimin bir tarafı yanmaya başlamış gibi bir sıcaklık hisset t im üze-ninde. . . O anda gömleğimi çıkarıp f ı r la tmak istedim ama o anda gökte b i r gümbür tü koptu. S u n d u r m a d a n f ır lat ı ldı-

— 98 —

ğım birkaç metre Ötede yere kapaklanmış buldum kendimi. Bir an kendimden geçmişim. K a r ı m koşup beni kulübeye ta-şıdı. G ü m b ü r t ü n ü n ardından gökten sanki yağan taşların sesi ya da kurşun sesleri geldi. Yer sarsıldı. Yere kapak-landığımda başıma taş yağmasından kork tuğum için başımı el lerimle Örttüm. O anda gök yar ı ld ığmda kaynar bir r ü z j

gar , sanki pat layan b i r toptan çıkmış gibi b i r esinti kulü-beleri taradı . Rüzgâr t a ra rken toprağın üzerinde de iz bı-rak ıyordu .

S a b a m m m yanı başında kahval t ımı ede rken tüfek pat-laması gibi sesler duydum. At ım dizleri üs tüne düştü. Orma-nın üzer inden kuzeyden b i r alev yükseldi . . . Sonra orma-nın rüzgâr t a ra f ından bükü ldüğünü gördüm. Bir kasırga di-ye düşündüm, İki elimle bir l ikte sabanıma yapıştım. Uçup gi tmesin diye. Rüzgâr öyle güçlüydü ki, yer in yüzeyinden toprak söküp götürdü . Ardından kasırga Angara 'dan hor tum-la çeker gibi yoğun b i r su kitlesi emdi. B ü t ü n bu olup bi-teni gayet açık seçik izleyebildim, çünkü toprağım bir ba-yırdaydı .

Gürü l tü at ları öylesine korkut tu ki, bazıları panik İçin-de dörtnala koşmaya başladılar. Sabanlar ı ayr ı ayrı yönlere sürüklüyor lard ı . A t l a rdan bazıları da yere yıkıldılar.

Marangozlar ilk ve ikinci g ü m b ü r t ü d e n sonra şaşkınlık içinde istavroz ç ıkarmaya başlamışlardı. Gök üçüncü kez gürleyince, talaş yığınlar ı üzerine a rkaüs tü düştüler . Hepi= miz işi b ı rakıp köye git t ik. Kalaba l ık halk köy alanını dol-durmuş, korku İçinde bu doğal a fe t ten söz ediyordu.

Tarladaydık. . Arabaya a t ın birini bağlamıştım. İkinci at ı da bağlarken sağ yan ımda büyük bir gürü l tü koptu. Bir= den geriye bakt ım ve gökte alevler İçinde uçan uzunca b i r cisim gördüm. Bu cismin ön bö lümü k u y r u k bö lümünden

— 99 —

daha genişti, rengi de gündüzler i yakı lan ateş rengindeydi. Güneş ' ten birkaç kez daha büyüktü , faka t güneş kadar par-lak olmadığından insan gözünü dikip bakabil iyordu. Alev* lerin arkasından toz gibi bir bulu t izliyordu. Çelenk gibi kü-çük daireler bırakıyordu ardından. Mavi kuyruk la r da gö-rünüyordu. . . Alev güzden kaybolunca, tü fek ten çıkan ses-lerden daha büyük gürü l tü le r koptu. Yerin sarsıldığı hisse-dileti l iyordu. Pencere camlar ı da şangırdıyordu.

Nehir kıyısında yün yıkıyordum. Korkmuş b i r kuşun kanat hışırtısı gibi bir ses duydum. . . Nehirde bir kaba rma oldu. Bunun ard ından öyle bir g ü m b ü r t ü oldu ki, işçiler-den biri suya düştü.

İşte bu olay «Tunguska Olayı» diye bilinir. Bilginlerden ba-zıları, zıt zerrecikti bir madde parçasının (anti - maddenin) yer-yüzündeki olağan maddeyle çarpışınca, parçalanıp gamma ışın-l a n biçiminde or tadan kaybolduğu görüşünü savundular . Faka t geçtiği yerde radyoaktivi te bulunmayış ı bu açıklamayı boşa çı-karıyor. Bazı bilginler de küçük b i r ka ra deliğin Sib i rya 'n ın doğusundan geçip gitt iğini savunuyor lar . Faka t a tmosfer ik şok dalgaları o günün daha ilerki saat ler inde Kuzey Atlan t ikten b i r cismin geçtiğine işaret e tmektedir . Yerküre dışı bir uygar l ığa ai t bir uzay aracının bozulması yüzünden gelip çarpması sözkonu-su olabilir, f aka t böyle bir a rac ın herhangi bir parçasının izine rast lanmadı. Bu savlar ortaya a t ı larak az çok t a r a f t a r buldu. An-cak hepsi de kanı t tan yoksundur . Tunguska Olayı 'nın k iü t nok-tası, büyük bir pat lamayla dev bir şok dalgasının olması ve bü-yük bir orman yangım başlatmasıdır . Ve bü tün bunla ra karşın, olay yerinde çarpmaya ilişkin herhangi bir k r a t e r izi yoktur . As-lında bu olayların nedenine uygun düşebilecek tek bir açıkla» ma vardır: 1908 yılında bir kuyruk lu yıldızdan gelme b i r par-ça yeryüzüne çarpmıştır .

Gezegenler arasındaki engin a lanlarda birçok cisim var . Bunlardan bazıları taş cisimlerdir, bazıları madensel , bazıları

— 100 —

buzlu, bazıları da kısmen organik moleküllüdürler . Büyükleri toz zerreciğinden tu tun da, Nikaragua ya da Bütan büyüklüğün-de parçalara kadar değişir. Bazen, rast lantı sonucu önlerine bir gezegen çıkar. Tunguska Olayı bir kuyruklu yıldızın yaklaşık 100 met re çapındaki buzdan bir parçasının işi olabilir. Futbol sa-hası uzunluğundaki ve bir milyon ton ağırlığındaki bu cisim sa-niyede 30 km., saa t te de 100.000 km.yi aşan bir hızla yol almak-tadır .

Eğer bugîin böyle b i r çarpışma olsa. özellikle o anın panik havası içinde, bir a tom bombası pat lamasıyla kanşt ır ı labi i i r . K u y r u k l u yıldızın çarpış etkisi ve alev yumağı, bir m e g a ' o n ' u k nükleer bomba pat lamasının t üm etki ler ini yapabil i r . Man ta r biçiminde yükselen buluc da dahil ohnak üzere. Ancak şu fark-la ki, gamma ışınları ya da radyoaktif döküntüye neden olmaz-dı. Ender ama doğal bir olay olan büyükçe bir kuyruklu yıldız parçası, b i r nükleer savaşın başlamasına yol açabilir mi? Gar ip bir senaryo: K ü ç ü k bir yıldız ye rküreye çarpıyor. Şimdiye dek milyonlarcası gelip çarpmışt ı r . Faka t günümüzde uygarlığımı-zın yanıt ı , an ında kendini yok e tme tepkisiyle belirleniyor. Bu nedenle kuyruk lu yıldızları, ye rküremiz in karşılaştığı çarpışma-ları ve doğal afet ler i şimdi bildiğimizden biraz daha iyi bilmek-te ya ra r vardır , samrız . Örneğin, 22 Eylül 1979 günü Güney At-lantik ve Batı H in t Okyanusu yakınlar ında çif t çizgili yoğun bir ışık Amer ikan Vela uydusu t a ra f ından görüldü. Bunun Gü-ney Afr ika devlet i ya da israi l t a ra f ından girişilmiş b i r atom bombası denemesi olabileceği tahminler i yü rü tü ldü önce. Poli-tik sonuçları önem taşıyan bir olay niteliğindeydi. Peki . ya bu ışığın kaynağı, k ü ç ü k b i r asteroidin ya da kuyruk lu yıldız par -çasının yerküreye çarpmasından ileri geliyorduysa ne olacaktı? O bölgede daha sonra yapı lan uçuşlarda radyoakt ivi te izine ras t lanmadığından, sözünü et t iğimiz olasılık kuvvet kazanmak-tadır. Bu olay da, nükleer s i lah çağında uzay kaynaklı cisimle-rin yeryüzüne çarpmasını ş imdikinden daha iyi gözlemeyisimizin tehlikelerini or taya koyuyor. .

— 101 —

Bir k u y r u k l u yıldızın yapıs ında çoğunluk buz va rd ı r : Su-dan oluşmuş (H^O) buz, b i r parça me tan l ı (CHı) buz ve b i raz da amonyakt ı (NH;) buz. Ye ryüzü a tmosfe r ine çarpınca, küçü-cük bir k u y r u k l u yıldız parçası büyük bî r a lev y u m a ğ ı ve bü-yük biı pa t lama dalgası o luş turur . B u n u n sonucu olarak ağaç-lar yanar , o rman la r yer le b i r o lur ve g ü r ü l t ü s ü d ü n y a çevresin-de duyulur . Yeryüzünde k ra t e r açmayabi l i r . Ç ü n k ü a tmos fe re girişte buzlar er iyebi l i r ve k u y r u k l u y ı ld ızdan ger iye t an ınab i -lecek pek az parça kalır , belki de buzlu o lmayan b ö l ü m ü n ü n küçücük taneler i . G ü n ü m ü z d e Sovye t bi lgini E. Sobotovich, Tunguska bölgesine yay ı lmış çok say ıda k ü ç ü k e lmas parça la r ı saptamışt ı r . Bu t ü r e lmasın meteor i t le r in a tmosfe re ça rpmas ın-dan ar ta kalan parça la r olduğu b i l inmekted i r . Sonuç o la rak kuy-ruk lu yıldızdan ge lme bi r parçadı r .

Göğün açık olduğu çoğu gece başınızı ka ld ı r ıp sabı r la gÖz= lerseniz. üzerinizde kısacık b i r sü re pa r ı ldayan bi r me teo r gö-rürsünüz . Bazı geceler de me teo r y a ğ m u r u n a ras t lars ın ız . Bu geceler yılın hep aynı günler indedi r . Bu gecelerde doğal b i r ha -vai Eşek gösterisi vard ı r : Cenne t eğlencesi . Bu me teo r l a r k ü -çücük tanelerden, ha rda l t o h u m u n d a n d a h a k ü ç ü k t ane l e rden oluşur. Düşenler yı ldız değil, me teor la rd ı r . Y e r k ü r e n i n a tmos-fe r ine g i re r le rken bir an için pa r ı lda r la r , yaklaş ık 100 km, yük- j

sekte sür tüşmeden Ötürü ısınıp yok olur lar . Me teo r l a r k u y r u k -lu yı ldızların kal ın t ı lar ıd ı r . (*)

(*) Meteorlarla meteoritlerin kuyruklu yıldızlarla ilişkili oluşlarına dikkati ilk çeken Alejrander von Humboldt'dur, Bilimi halka maletraek üzere I845-18S2 yıllarında yayınladığı Kozmos adlı ki-tabında buna değinmişti. Huraboldt'un daha önceki kitaplarını okuyan genç Charles Darvrin, coğrafi keşiflerle doğa tarihini birarada inceleme isteğine kapılmış, Eeagle adlı keşif gemisinde araştırmacı olarak görev almış, incelemelerinin sonucunda Tür-lerin Kökeni adlı ünlü kitabını yazmıştır.

— 102 —

Eski kuyruk lu yıldızlar Güneyin yanından geçe geçe ısınıp parçalanır , buhar laş ı r ve zerreciklere ayrı l ır lar . Bu parçalar kuy-ruklu yıldız yörüngesini doldururcasma yayıl ır lar . O yörüngenin ye rküre yörüngesiyîe kesiştiği yerde meteor yağmuru vardır . Akın eden meteor lar ın bir bolümü hep ye rküre yör imgesinin ay-nı bölgesinde olduğundan meteor yağmuru her yılın aynı günün* de görülür . 30 Haziran 1908 Beta Taurus meteor yağmuru olduğu tar ih t i r . Bu meteor yağmuru , Encke Kuyruk lu yıldızı yörünge-sinden ö türü meydana g e l m i ş i . Tunguska Olayı'ııa Encke Korne-t inden gelme b i r parçanın r.eden olduğu kabul edilebilir. Bu pı-r ı l pırıl ve zararsız meteor y a ğ m u r u n u oluşturan küçücük par-çacıklardan daha büyükçe bir p a r ç a y d ı k

K u y r u k l u yıldızlar hep korku, huşu ve batı l İnanç nedeni ol-muşlardır . Bunlar ın arada sırada belirmesi, değişmez ve tanrısal düzenli Kozmos kavramını gölgelemiştir. Süt beyazlığında muh-teşem bir alev kuşağının, bi rkaç gece üst üste, yıldızlarla bir l ikte gözüküp yıldızlarla bir l ikte kayboluşunun nedensiz olması ya da insan haya t ın ı etkilemeyeceği düşünülemezdi . Böylece kuyruk lu yıldızların felaket habercisi, tanr ısa l gazap belirtisi olduğu dü-şüncesi gelişti. Kra l la r ın taht tan devrilişini, tahta vârislerin Ölü-m ü n ü haber verdiği f ikr i yerleşti . Babıll i ler kuyruklu yıldızların cennet kuşları o lduğunu sanır lardı . Yunanl ı lar uçan saçlar, Arap-lar alev çıkaran kılıçlar olarak görürlerdi . Bat lamyus zamanında kuyruk lu yıldızlar, biçimlerine göre ayrıntı l ı olarak sınıflandırıl-mışlardı. Bat lamyus kornetlerin savaş, sıcak hava ve «tatsız olay-lar» getirdiği kanıs ındaydı . Ortaçağda kornetleri gösteren tablo-larda kuyruk lu yı ldızlar çarmıh biçimindedir . Luther 'c ı bir Tahip olan Andreas Celichius adındaki Magdeburg Piskoposu, 1578 yı-lında yayınladığı Yeni Kornetin Dinsel Açıdan Hatırlat ı l ır ı adlı ki tapta kuyruklu-yı ldızın «insan günahlar ın ın yoğun duman hali-ne gelişi olduğunu, he r gün, saat , her an Tanrı 'n ın önünde ko-kuşmuşluk ifadesi o larak yükseldiği, yavaş yavaş yoğunlaşıp bir kuyruk lu yıldıza dönüş tüğünü ve sonunda Yara tan 'm kızgın»

— 103 —

lığıyla yakılıp alev olduğunu» söylüyordu. Faka t bu düşünceye, eğer kuyruklu yıldızlar günahlar ın dumanlaşmış haliyse göklerde sürekli bunların dolaşması gerekirdi, görüşüyle karşılık verildi .

Halley Kuyruk lu Yıldızının (ya da başka bir kornetin) gök-lerde görülüşüne ilişkin en eski kayda Çinlilerin Prens Ha i Nan' -ın Kitobı 'nda rastlarız. Tarih M. Ö. 1057'dir. 66 yılında Hal ley Kuyruklu Yıldızının dünyamıza yakınlaşmasından olacak, Josep-bus, Kudüs üzerinde b i r kılıç gibi bir yıl asılı kalan yıldızı anla-tır. 1GSS yılında Normaıılar, Halley Kuyruk lu Yıldızının bir kez daha yeryüzüne yaklaşmasına tanık olurlar. Normanla r bunun herhangi bir krallığın düşüşü anlamına geldiği kanısında olduk-larından, Halley Kuyruk lu Yıldızının bir bakıma İngi l tere 'nin kendileri ta raf ından istila edilmesini desteklediğini düşündüler . Zamanın bir gazetesi olan Baycux Tapestry 'nin 1301 tarihl i sayı-sında kornetten söz ediliyor. Çağdaş gerçekçi resmin kurucuların^ dan olan Giotto, Halley Kuyruk lu Yıldızının b i r kez daha görü-nüşüne tanık olduğundan, bu yıldızı İsa 'nın doğuşuna ilişkin bir tabloya dahil etmiştir . 146G'da büyük bir kuyruklu yıldızın gö-rünmesi Avrupa 'yı telaşa düşürdü. Bu da Hal ley Kornetiydi. Hı-ristiyanlar, yeryüzüne kuyruk lu yıldız sevkeden Tanrı 'nın, İstan-bul 'u henüz yeni zapteden Türkler in yanında olabileceği korku-suna kapıldılar.

XVI. ve XVII. yüzyılın ünlü astronomları kuyruk lu yıldız-lar karşısında hayre t ler im yenememişlerdir . Newton bile onların sihrine kaptırdı kendini. Kepler kuyruk lu yıldızların uzayda «denizdeki balık gibi» hareke t et t iklerini ve da ima Güneş'e ar-kalarını vererek döndüklerinden, kuy ruğun Güneş t a ra f ından eri-tilip dağıtıldığını söylerdi. Newton gökte kuyruk lu yıldız görmek için caıı atar, nice geceler uykusuz beklerdi. O kadar ki, bu ça-basından ötürü hasta düştü. Tycho ve Keple r gibi Newton 'a göre de yeryüzünden görülen kuyruk lu yıldızlar dünyanın atmosfe-rinde dolaşmıyorlardı. Oysa Aristo ve bazı düşünür le r kuyruk îu yıldızların yerkürenin atmosferinde devindikleri görüşündeydi-ler. Newton kornetlerin Ay'dan daha uzak olmakla birl ikte, Sa-

— 104 —

türn 'den de daha yakın olduklarını söyledi. Kornetler de, geze-genler gibi, yansıyan güneş ışığıyla par lamaktaydı lar . «Onları sabit yıldızlar gibi uzakta sananlar çok aldanıyorlar, çünkü öyle olsaydı, Kornetler Güneş' imizden gezegenlerimizin belirli yıldız-lardan aldığı ış ıktan fazla ışık almazlardı.» Newton kornetlerin de gezegenler gibi dışmerkezli elips bir yörünge çizerek Güneş e t ra f ında döndükler ine işaret etmişt ir . Kornetleri saran gizin kay-bolması, kornetlerin düzgün yörüngeler i bu lunduğunun ve bun-ların önceden açıklanabileceğinin belirtilmesi, New'.on'un arkada-şı Edmund Halley' i 1531, 1607 ve 1682 yılında gözüken kornetle-rin 76 yıllık aral ıklar la görünen hep aynı kuyruk lu yıldız olduğu savma ulaştırdı . Halley 1758 yılında bu kornetin yeniden yer-yüzüne yaklaşacağını söyledi. Gerçekten de 1758 yılında geldi, bu nedenle de ona Halley Kuyruk lu Yıldızı adı verildi, İnsan-lık ta r ih inde ilginç rol oynayan Halley K u y r u k l u Yıldızının 1986'da yeryüzüne gelişi s ırasında ıızaya f ı r lat ı lacak araç, bu ko-rnete ilişkin a raş t ı rmalar için uzaya gönderilmiş ilk a raç ola-cak.

Gezegenlerle ilgilenen çağdaş bilginler, bir kuyruk lu yıldı-zın gezegenle çarpışmasının gezegen atmosfer ine yarar l ı oldu-ğu görüşünü öne sürüyor lar . Örneğin, Mars gezegeninin atmos-ferindeki t ü m suyu son zamanlardaki küçük bir kuyruk lu yıl-dızla çarpışmasına borçlu olduğu söylenebilir. Newton kuyruk-lu yıldızların kuyr ı ık larmdaki maddenin gezegenlerarası alan-da dağıldığını, kuyruk lu yıldızdan kopup gitt iğini ve yavaş ya-vaş çekim yasası uyar ınca yakın ındaki gezegen t"3>rafin-!:; çe-kildiğini kaydetmişt i . Newton ye rküre üzerindeki suyun ('bitki-lerin sulanması , çürüme olayları ve toprağa dönüşmek vb. öiıi-rü aşamalı olarak kaybolduğu kanısını beslemiştir. «Sıvı, dış kaynaktan beslenmezse, yavaş yavaş azalır ve sonunda hiç kal-maz.» Newton ye ryüzündek i Okyanuslar ın kornet kaynaklı ol-dukları ve gezegenimizde haya t ın ancak kuyruk lu yıldıza ai t maddenin düşmesi sayesinde m ü m k ü n olduğu düşüncesin deydi.

1868 yı l ında as t ronom WÜliam Huggins bir kornet tayf ı

— 105 —

(spcctrum) ile doğal ya da «petrol türevi» gazın tayfındaki n i -Ic-lkkrir . aynı olduğunu saptadı. Huggıns kuyruk lu yıldızlarda organik madde bulmuştu; daba sonraki yıllarda bir karbon alo-mı:y]a bir nitrojen a tomundan oluşan cyanogen'i (CN) kornet-lerin kuyruklar ında belirledi. Karbon atomuyla ni t rojen a tomu cyarJd'ieri oluşturan molekül parçasıdır. Yerküremiz 1910 yı-• ı:1 a Halley kornetinin kuyruk bölümünden geçmek üzereyken,

"ys paniğe kapıldı. Bir kornetin kuyruğunun çok incelmiş ol-duğunu düşünemediler. Bir kornetin kuyruğundaki zehir lerden gelecek tehlike, aslında, 1910 yılında büyük kentlerdeki sana-yileşmenin yol açtığı çevre kirliliği tehlikesinden daha azdı.

Bu olayın yeryüzünde nasıl yankılandığına basında çıkan bazı haber başlıklarıyla örnekler verel im. 15 Mayıs 1910 tar ihl i Sarı Fransisco Chronicle gazetesindeki bir başlık, «New York Salonlarında Kornet Part i ler i veriliyor,» diyordu. I^os Angeles Examiııer alaylı bir yazı biçimini tercih etmişti : «Baksana! Şu Kornet seni cyanogen'ledi mi, cyanogen'lemedi mi henüz?. . T ü m insanlık bedava Gaz Banyosu yapacak!» Bir habe r başlığı da şöyîejrdi: ' K u r b a n adayı ağaca çıkıp Komet 'e telefon etti.!»

1910'da dünyanın cyanogen tehlikesiyle ba tmas ından önce insanlar neşelenmek için veda part i ler i veriyorlardı . Bu arada bazı açıkgöz girişimciler kornete karşı iyi gelen haplar ve gaz maskeleri üret ip satıyorlardı. Gaz maskeleri Birinci Dünya Sa-vaşının sezinlendiğini gösteren uğursuz aletlerdi.

Kornetler konusundaki düşüncelerde bazı karışıklığın günü* mü7.de de sü rüp gittiği anlaşılıyor, 1957 yıl ında Chicago ü n i v e r -sitesinin Yerkes Gözlemevinde çalışan bir üniversi te mezunuy-dum. Gözlemevinde yalnız nöbet t u t t u ğ u m bir gece te lefonun ısrarla çalışına tanık oldum. Açtığımda, alkol banyosunun ileri aşamalarına geçildiğini ele veren bir ses, «Baksana.. . Sen bana bir astronom versene, konuşayım,» diyordu. «Size ben ya rd ım-cı olabilirim,» yanıtını verdim. «Şey, burada bir gardan par t i durumundayız da.. . Gökte de bir şey var ya. . . İş in garibi, ger-çekten tuhaf ha arkadaş, gökteki bu şeye baktın mı kaçıp gidi-

— 106 —

yor. Bakmadığın zamansa, işte, tam şurda karamızda duruyor.» Gözümüzde re t inanın en duya rh kesimi, görüş alanının tam merkezinde değildir. Bakışınızı hafif yana kaydırarak gökte ha-yal meyal yıldızlar ve başka cisimler görebilirsiniz. Bunu bi-l iyordum. Gökte yeni keşfedilen Arend-Rolland Kuyruk lu Yıl-dızı o s ı ralarda iyice gözükecek gibiydi. Bu nedenle ona bir ko-rnete bakıyor olması olasılığından söz et t im. Uzun bir durak-samadan sonra, telefondaki ses bana, «Peki bu kornet nasıl bir şeydir?» diye sordu. «Bir kornet bir ki lometre uzunluğunda bir kartopu yığınıdır.» Bu açıklamadan sonra bu kez karş ımdaki ses daha uzun bir duraksama geçirdi ve, «Baksana bana. . . Sen beni gerçek ama gerçek bir astronomla görüştüremez misin?» diye sordu. 1986 yı l ında Halley Kuyruk lu Yıldızı yeniden gö-zükeceği zaman merak ediyorum, politik parti liderleri kornetin gözükmesi üzerine ne korkular geçirecekler ve bizler de ne ser-semce soı ular karşısında kalacağız.

Gezegenlerin Güneş çevresinde eliptik bir yörüngede dön-melerine karşın, yörüngeler i fazla eliptik değildir. İlk bakışta denebilir ki, gezegenlerin yörüngeler i daireden farksızdır. Bu-na karşılık özellikle uzun peryodlu kornetler son derece eliptik bir yörünge izlerler. Gezegenler iç Güneş s is teminin eski müş-teri leridirler; kuyruk lu yıldızlarsa yeni peydah olmuş müşter i -lerdir, Neden gezegenlerin yörüngeler i hemen hemen daire-seldir ve birbir ler inden kesin biçimde ayr ı lmışt ı r? Çünkü geze-genlerin çok eliptik yörüngeler i olsaydı ve bu yüzden de kesiş-selerdi, er geç çarpışır lardı . Güneş sistemi tar ih inin ilk dönem-lerinde, o luşum sürecinde birçok gezegen vardı belki de, Elip-tik yörüngeler i kesişen gezegenler çarpışıp yok olmaya yöne-lik bir gelişim gösterir lerken, dairesel yorüngel i ler b ü y ü y ü p varlıklarını sü rdü rmeye yönelik bir gelişim gösterdiler. Şimdi-ki gezegenlerin yörüngeler i , çarpışmalardan ve doğal ayıklama-dan sağsalim çıkıp ger iye kalabi lenlerdir . Güneş sisteminin is* t ikrarlı ortaçağına, i lkçağların felaketl i çarpışmalar ından sonra geçilmiştir.

— 107 —

Dış Güneş sisteminde, gezegenlerin çok ötesindeki bölgede bir trilyon kornet çekirdeğinden oluşan kocaman küresel bir bu-lut var. Bu kornet bulutu, otomobil yarış lar ına ka t ı lan araba-lar m yaptığı hızdan daha fazla olmayan bir süra t le Güneşin çevresindeki yörüngesini tamamlar , 1 kilometre çapındaki bir kar yığının takla ata ata dönmesini gözönüne getirirseniz, ti-;• 1: bir kuyruklu yıldızın neye benzediğini anlayabilirsiniz. Bun-ların çoğu, P lu to 'nun yörüngesi s ınır ından içeri dalamazlar . Fa-kı/ zaman zaman bir yıldızın geçişi, kornet bu lu tunda evrensel çekim dalgalanması ve kıpırtısına yol açtığından, bir kornet g rubu kendini bir hayli eliptik yörüngelerde Güneş'e doğru yol alıyor bulabilir. Jüp i te r ve Sa tü rn gezegenlerinin çekim etki-siyle bu kornet g rubunun yolu biraz daha değişince, yüzyı lda bir falan iç Güneş sistemi t a ra f ından çekilebiliyorlar. Jüpi te r ' -le Mars gezegenlerinin yörüngeler i arasındaki bir yerde ısınıp buharlaşmaya başlarlar. Güneş' in a tmosfer inden dışa doğru Üf-lenen madde, güneş rüzgârı, kuyruk lu yıldızın arkasına toz ve buz parçaları yığar, böylece kornet kuyruğunda bi r ik int i oluşur. Eğer Jüpi te r ' i yalnızca bir me t re genişliğinde düşünürsek , o takdirde kuyruklu yıldızımızı bir toz zerreciğinden küçük ka-bul edebiliriz. Faka t kuyruktak i kümeleşme gelişince, uzunlu-ğu gezegenler ar ası boyutlar kazanabilir . Yeryüzünden görülebi-lecek mesafede yörüngelerde dönmeye başlayınca, dünyal ı top-lumlar arasında batıl inanç fırtınası yara tacakt ı r . Fakat sonuç-ta dünyalılar anlayacaklar ki, komet kendi gezegenler inin a t -mosferinde değ i l Öteki gezegenler arasında dolaşmaktadır . Ar-tık bunun yörüngesini hesaplayabil ir ler . Ve belki da bir gün yıldızlar âleminden gelen bu ziyaretçinin gizlerini keşfe tmek için küçücük bir uzay aracı f ı r la tacaklardır .

Er ya da geç kuyruk lu yıldızlar gezegenlerle çarpışacak-lardır. Yerküremiz ve onun yakın dostu Ay, kornetlerle küçük asteroitlerin bombardımanı al t ında kalabilirler. Bunla r Güneş sisteminin oluşumundan ar ta kalan döküntü lerd i r . Küçük cisim sayısı büyük cisim sayısından daha çok olduğundan, küçük ci-

— 111 —

sim çarpması daha çok olacaktır. Tunguska 'daki gibi küçük bir kornet parçasının yerküreyle çarpışması yaklaşık bin yılda bir olur. Faka t Hal ley Kuyruk lu Yıldızı gibi baş ta ra f ındaki par-laklık çapı 20 kilometreyi buları büyük kornetle bir çarpışma bir milyar yılda bir olabilir.

Küçük, buzlu bir cisim bir gezegen ya da Ay'la çarpışınca derin bir iz b ı rakmayabi l i r çarptığı yerde. Faka t çarpan cisim büyükse ya da ana yapısı kayadansa, kra ter a:h verilen bir ya-r ımkürese l boşluk açar. Ve eğer bu krater i dolduracak ya da sür tünmeyle örtecek bir gelişme olmazsa, krater milyarlarca yıl

• olduğu gibi kalır . Ay'ın yüzeyinde hiçbir toprak aşınması ol-maz. Yüzeyini incelediğimizde Ay'ın çarpışma sonucu kra te r le r -le dolu olduğunu görürüz. Halen iç Güneş sistemini dolduran kornet ve asteroit döküntü parçalar : .un t ü m ü n ü n neden olabi-leceğinden de çok k ra t e r vardır . İşte bu nedenledir ki, Ay ' ın yüzeyi, dünya la r ın çok daha önceki dönemlerde, milyarlarca yıl öncesinde yok oluş çağından geçip geldiklerini açıklamaktadır .

Çarpışma sonucu oluşan kra ter le r yalnızca Ay'a özgü çu-kur lar değildir, İç güneş Sisteminin birçok bölgesinde, Merkür ' -den (Güneş'e en yakın bu lunan Merkür 'den) bulutun çevrele-diği Venüs'le Mars 'a ve küçücük Ay'ları Fobos ve Deimos'a dek her yerde bu kra ter lere rast l ıyoruz. Bunlar az çok yerküremize benzeyen dünya la r ya da gezegenler ailesindendir. Yüzeyleri sert t ir , içleri kaya ve demirdendir . Atmosferler i de, boş uk de-nebilecek basınç düzeyinden, yerküremizi ı ıkinden 90 kez daha yüksek düzeyde basınçlar arasında değişir. Işık ve i: : . ığı olan Güneş ' in çevresine toplanmışlardır , tıpkı ateş çevre ü n e kamp ku ran l a r gibi. Gezegenlerin hepsinin yaşı yaklaşık 4 mil-yar 600 milyon yıldır. Ay gibi, hepsinde de, Güneş ş i şk in in in ilk dönemler inde geçirilmiş bir çarpışma felaketinin iıderi gö-rülür .

Mars gezegenini geçince, başka re j ime girmiş oluruz, Jü -piter gezegeııiyle öteki dev gezegenlerin re j imine. Bunlar koca-man dünyalardı r . Çoğunlukla h idro jen ve helyumda ı o iuşur-

— 109 —

lar. Metan, amonyak ve su gibi hidrojen açısından zengin gaz-lardan az miktarlarda bulunur bu gezegenlerde. Buralarda, ya-ni Jüpiter'de ve Jüpiter ailesinin gezegenlerinde katı yüzeyler yoktur. Yalnızca atmosfer ve rengârenk bulutlar görülür. Bun-lar yerküremiz gibi ufak tefek gezegencikler değildirler. Jüpi-ter'e dünyamız gibi bin tane gezegen sığar. Jüpiter'in atmosfe-rine bir komet ya da asteroid düşerse, bir krater açmasını bek-lememeliyiz. Bulutlar arasında parçalanıp gider. Bununla birlik* te dış güneş sisteminde de birçok milyar yıl öncesine ait çarp-maların yer aldığını biliyoruz. Çünkü Jüpiter'in bir düzineden çok Ay'ı vardır ki, bunlardan 5'ini Voyager adlı uzay aracı ya-kından inceledi. Burada da geçmiş felaketlerin izlerini görmek mümkün. Güneş sisteminin tümü incelenebildiğinde, her dokuz gezegende de, Merkür'den Pluto'ya kadarki dünyalarda, çarpış-madan ötürü felaketlerin yer aldığını göreceğiz. Aynı zaman-da bu gezegenlerin aylarında, kornetlerinde ve asteroitlerinde de aynı felaket izlerini gözleyebileceğiz.

Ay'ın bize yakın yanında, yeryüzündeki teleskoplarla göz-lenebilen 10.000'e yakın krater var, «Maria» adı verilen deniz-ler bölgesinde, çapı 1 kilometre olan 1.000'e yakm krater görü-lüyordu. Basık yerli bölgeler olan buraları, belki de Ay'ın oluş-masından kısa zaman sonra lavlar basmışlar ve daha Önceki kraterleri örtmüşlerdir. Günümüzde, Ay'da ancak yüz bin yıl-da bir krater açılmasına tanık olunabilir. Birkaç milyar yıl ön-ce gezegenler arasındaki bölgelerde şimdikinden daha çok dö-küntü parçaları varolduğundan, şimdi artık Ay'da bir çarpış-madan Ötürü krater açılması için yüz bin yıldan fazla bir süre beklemek gerekli olabilir. Yerküremizin alanı Ay'mkİnden geniş olduğu İçin, gezegenimizde bir kilometre çapında bir krater aça-bilecek çarpışma görmek on bin yılda mümkün olabilir. Yerkü-remizde «Arizona» adı verilen 1 kilometre çapındaki meteor kraterinin yirmi ya da otuz bin yıllık olduğu saptanmıştır; bu da yapılan hesaplara uygun düşmektedir.

Küçük bir kornetin ya da asteroitin Ay'a çarpması, yeryü-

— 110 —

zünaen görülebilecek gibi bîr pa t lamaya yol açar. Böyle bir ola-yı gösteren bir örnek vardır : 25 Haziran 1178 tarihinde beş İn-giliz rahibi Ay'da olağanüstü bir olay saptamışlardır . Daha son-ra bu olay Canierbury 'deki Gervase günlüğüne kaydedilmiştir . Bu günlük, zamanının siyasal ve kül türel olaylarım güveni l i r biçimde kayıt lara geçirmekle tanınıyor. İşte, bu güii lügün yet-kili lerine beş rah ip yemin ederek gördükleri olayın öyküsünü anlatmışlardır . Kayı t larda şöyle deniyor:

Ay'ın pırıl pırıl olduğu bir geceydi. Her zaman olduğu gibi böyle gecelerde yar ım Ay'ın iki ucu doğuya bakıyordu. Üst teki ucu bi rden ikiye bolündü. Bölünmenin orta yerin-den bir meşale fırladı, ateş, kızgın kömürler püskürdü ve kıvılcımlar yayıldı.

Ast ronomlar Derra l Mülhol lanö ve O aile Calame, bir çar-pışma sonucunda, Ay' ın yüzeyinden, Canterbury rahipler i tara-f ından veri len bilgiye uygun biçimde bir toz bulut unut kalkabi-leceğini hesaplamışlardır .

Eğer Ay'ın yüzeyinde 800 yıl önce böyle bir çarp ı lma ol-muşsa, k r a t e r in hâlâ görülebilmesi gerekir . Ay'da hava ve su bulunmadığından aş ınma öylesine etkisizdir ki, birkaç milyar yıl-lık küçücük kra ter le r bile olduğu gibi duruyor . Gervas^ tara-f ından kaydedi lenlerden, Ay'da görüldüğü söylenen olguy • be-lirlemek m ü m k ü n d ü r . Çarpışmalar ışınlar yarat ı r , pE','.amadan püsküren ince toz çizgileri bırakır . Ay'daki çok yeni ' ?ı!.-r-de, örneğin Kopernik ve Kepler adı veri len kraterlerde, bu t ü r ışınlar vardı r . Kra te r l e r Ay'daki yok denecek kadar a:- an ı lma-ya karşı koyabildikleri halde, çok ince olan ışınlar buna karşı koyamazlar. Zamanla uzayda düşen çok küçük zerrelerin (mik-romeleori t ier in) gelişi bile ortalığı tozutarak ışınları örter. Böy-lece ışınlar yavaş yavaş kayboluyor. Işın görülmesi yeni bir çar-pışmanın imzası niteliğindedir.

— 111 —

Meteorit uzmanı Jack Ha r tung ışınlı ve çok yeni görünen bir küçük krater in Canterbury rahiplerinin söyledikleri bölge-deki varlığına işaret ediyor. Bu kratere Gi orda no Bruno adı ve-rilmişin'. Nedeni, Katolik Kilisesi bilginlerinden olaıı XVI. yüz-yılda yaşamış bu kişinin sayısız dünyalar bulunduğunu ve buıt-

ian çoğunda insan yaşadığını söylemesi üzerine 1600 yıl ında bir kazağa bağlanarak yakılmış olmasıdır.

Olayın bu biçimde yorumlanış ımn doğruluğunu ortaya ko-yan bir başka kanıt , Çalama ve Muiholland t a ra f ından belir len-di. Bir cisim büyük bir hızla Ay'a çarpınca, Ay hafifken sallan-tı geçirir. Sonuçta t i treşimler yok olup gider, ama sekiz yüzyı l gibi kısa bir zamanda olmaz bu. Ay'ın geçirdiği böylesi bir ü r -perti, laser yansı tma tekniğiyle ölçülebilmektedir . ApoIIo astro-notları Ay'ın birçok bölgesine Özel aynalar yerleştirdiler. Bu ay-nalara «laser geri reflektörü» deniyor. Yeryüzünden gönderi len bir laser ışını aynaya çarpıp yansıyınca, geri dönüş için harca-dığı : m a n inanılmaz bir dakiklikle ölçülebiliyor. Bu sayıyı ışı-ğın hızıyla çarpınca da, o andaki Ay'a olan uzaklığımız inanıl-maz bir kesinlikte ortaya çıkıyor. Bu ölçümler, b i rkaç yıllık bir dönemde sürdürüldüğünde, Ay'ın üç yıll ık bir dönemde üç met-re kadar enlemesine bir t i t reme geçirdiği saptanıyor. Bu soııuç-sa Giordano Bruno krater inin bin yılı aşmayan bir zaman için-de Ay'ın çarpma geçirdiği olgusuna uygun düşmektedi r .

Bü tün bu bilgiler dolaylı ç ıkarma yöntemine dayanmakta -dır. Böyle bir olayın tar ihi zamanlar içinde meydana gelmiş ol-ması olasılığı çok zayıft ır . Faka t ortaya çıkan kanıt, oldukça uyarıcıdır. Tunguska Olayı gibi Arızona Meteor Kra t e r i de bize t üm çarpma felaketlerinin güneş sisteminin e rken dönemler in-de meydana gelmediğini gösteriyor.

Yerküremiz A y a çok yakın mesafededir . Ay çarpmalar so-nucu böylesine kraterler le delindiğine göre, ye rküremiz bunla r ı nasıl Kavuşturmuştur? Meteor kra ter i neden bu denli ender yer-yüzünde? Kornetler ve asteroidler insan yaşayan gezegenlere

— 112 —

çarpmamaya özen mi gösterir ler? Böyle bir iyimserlik düşünü-lemez. Bunun olası tek açıklaması, çarpma sonucu krater ler in hem Ay'da, hem yerküremizde hemen hemen aynı oranda oluş-tuğu fakat hava ve su bu lunmayan Ay'da krater ler in uzun za-m a n korunmasına karşılık, yeryüzünde aşınmanın yavaş yavaş onları sildiği ya da doldurduğudur. Suların akması, rüzgârın kum taşıması ve dağ birikinti leri çok geniş zaman içinde yavaş-tan yer alan olgulardır. Faka t milyonlarca ya da milyarlarca yıl sü rüp gidince, bunlar çarpmadan ö türü meydana gelen yara iz-lerini kökünden bile silme gücüne sahip olurlar

Herhangi bir ayın ya da gezegenin yüzeyinde dış etkenli süreçler ye r alacaktır . Örneğin, uzay kaynakl ı e tkenler gibi. Bir de deprem gibi iç kaynakl ı süreçler olacaktır; volkanik pat-lamalar gibi anında felaket yara tan olaylar. Bunun yanı sıra havanın taşıdığı kum tanecikleriyle çukur ların çok yavaştan dolması gibi süreçler de olur. Hangi süreçlerin, hangi süreçler-den daha ağır bastığını söylemek olanaksız, Ancak şu söylene-bilir : Ay'da dış kaynakl ı felaket etkenleri ağır basıyor; yeryü-zünde iç kaynakl ı yavaştan oluşan eıkenler ağır basıyor. Mars ise İkisi arasında bir du rumda bulunuyor.

Mars ve Jüp i t e r yörüngeler i a ras ında sayısız â'sîeroic-.leı*, kü-çücük gezegenler vardı r . Bun la r ın en büyükler i bi rkaç y ü k i l o -metre çapındadır . Çoğu, boyu eninden fazla dikdörtgen blvüı.. -dedir ve uzayda takla a tarak dolaşırlar. Birbir lerine çok yakın karşılıklı yörüngelerde ikişer ya da üçer asteroid do y r~ ola-bilir. Asteroidler arasında çarpışma sık görülen bir o!ay Ba-zen bunlardan bir parça kopar, gezegenimize rast in; ı -teorit olarak yeryüzüne düşer, Müzeler imizin raf lar ında ve bi-limsel sergilerde uzak dünya la rdan parçalar olarak g&rgilenh'ler. Asteroidler kuşağı büyük bir Öğütücü değirmendir . Bu değir-men küçiik küçük parçaları toz zerreciklerine dönüştürür . Kuy-ruklu yıldızlarla birlikte büyük asteroidler, gezegen yüzeyler in-deki en yeni kra ter lerden sorumludur lar . Asieroit kuşağı, b i r

— 113 — Kozmos : P. 8

zamanlar bir gezegenin, yakınındaki dev Jüpi te r ' in çekim gel-gitleri nedeniyle oluşmaktan alıkonulduğu bîr bölgedir diyebi-liriz. Ya da asteroit kuşağı, kendini parçalayan bir gezegenin parçalarıdırlar. Bu son şık olasılık taşımıyor, çünkü yeryüzün-deki hiçbir bilgin bir gezegenin kendi kendine pat layıp parçalan-ması c b y ı diye bir şey bibniyor. Faka t belki de böyle olmuştur.

Satürn 'ü çevreleyen halkalar asteroit kuşağıyla benzerl ik gösteriyorlar. Bunlar gezegenin yörüngesinde dolaşan buzdan oluşmuş milyarlarca küçücük Ay' lardır . Sa türn 'ün çekim gücü nedeniyle civardaki bir Ay'a ka tmak tan al ıkonulmuş parçacık-lar olabilir bu küçücük Ay'lar. Ya da çok yakınında dolaştığı için çekim gücü g e l - g i t i e r i yüzünden parça lanan bir Ay'ın ka-lıntıları da olabilir. Başka bir olasılık da, Sa tü rn 'ün bir Ay'ın-dan, örneğin Titan gibi bir Ay' ından f ı r layan maddeyle gezege-nin atmosferine düşen madde arasında sabit bir denge d u r u m u oluşudur. Jüpi te r ' in ve Uranüs 'ün da halkalar sistemi vardır . Yeryüzünden gözlenebilmesi hemen hemen olanakdışı bu lunan bu halka sistemleri henüz yeni keşfedilebilmiştir . Nep tün ' ün de bir halka sorunu va r mı yok mu sorusu, gezegen bilginlerinin gündem defterinde listebaşıdır. SÖzkonusu halkalar , Jüp i t e r ben-zeri gezegenlerin evrendeki özel bir süs araçları olabilir.

Satürn'den Venüs'e dek gezegenlerin son dönemlerde çarp-ma durumuyla karşı karşıya kaldıklarının ön sü rü ldüğü bir ki-tap, 3950 yılında Immanuel Velikovsky adında b i r pskiyatrî uz-manı taraf ından yayınlandı. Geniş halk yığınlar ına h i t ap e tmek üzere hazırlanan bu kitaba Çarpışau Dünyalar (Woxlds in Colli-sion) adı verilmiştir. Gezegen büyüklüğünde «kornet» denen bir cismin Jüpi ter sisteminde her nasılsa oluştuğunu İleri süren ya-zar, 3,500 yıl kadar önce bunun iç güneş sis temine girdiğini, yer-küremiz ve Mars'la birkaç kez çarpıştığını, bu çarpmalar ın so-nucu olarak Kızıl Deniz'i ayırdığını, Musa'yla İsraill i lerin Fira-vun'dan kaçmalarını sağladığım ve Joshua 'nm emirler iyle geze-genimizin dönmesini engellediğini söylüyordu. Bu yüzden vol-

— 114 —

kan pa t l amala r ı ve sel ler in görü ldüğünü (*) yazan Velikovsky*-n in i fades ine göre, ka rmaş ık gezegenicraras ı bir bi lardo oyunu sonucunda , bu kornet hemen h e m e n dairesel b i r yö rüngeye otu-r a r ak bi ldiğimiz Venüs gezegeni o luvermiş t i r (adı geçen yazara güre Venüs esk iden yokmuş) .

Üzer inde birazcık d u r a r a k a n l a t m a y a çalıştığım gibi. yaza-r ın bu düşünceler i h e m e n tümüy le yanl ış t ı r . As t ronomlar çarpış-ma o lgular ına i t i raz e tmiyor lar , yalnızca çarp ışmalar ın yakın ta-r ihl i olabileceğine karşı ç ıkıyorlar . Güneş sistemini serg i leyen hiçbi r modelde gezegenler yö rünge le r indek i ölçeklere u y g u n o la rak göster i lemez. Ç ü n k ü böyle b i r şeye ka i kışsa, yo rünge-ler indeki gezegenler gözle zor görülecek küçük lük te gösterilebi-l ir . Gezegenler i gerçek öl çekleriyle gösterebi lecek olsak, yani toz zerreciği gibi gösterilebilirlerde, belirli bir k u y r u k l u yıldızın y e r k ü r e m i z e b i rkaç bin yıl içinde çarpması olasılığının çok, a m a çok az b u l u n d u ğ u n u kolaylıkla anlayabi l i rd ik , ü s t e l i k V e n ü s kayal ık ve maden i yap ıda bir gezegendir . H id ro jen bak ımından fak i rd i r . Oysa J ü p i t e r -ki Velikov.-.ky kornet in Jüp i t e r ' den gel-diğini Öne s ü r ü y o r d u - hemen hemen t ü m ü y l e h idro jenden olu-şuyor . J ü p i t e r ' d e n kornet ya da gezegen f ı r l amas ına uygun ener -j i k a y n a k l a n yok tu r . B u n l a r d a n he rhang i biri ye rkü remiz in ya-n ından geçse, gezegenimiz in dönmesini «durduramaz» . Üstelik d u r d u r d u k t a n sonra yeniden d ö n d ü r e m e z de. Volkan la r ın pat la-ması ya da sel bask ın la r ın ın sık t ek ra r l an ışına ilişkin görüşü doğru ç ıkaracak jeoloj ik kanı t cîa elde yokLur. Mezopotomya ya-z ı t la r ında Venüs ' ten söz ed i lmekted i r . Bu yazı t larsa Velikovsky'-nin Venüs 'ün korne t ten b i r gezegene dönüş tüğünü söylediği '.a-

(*} Bildiğim kadarıyla, tarihi bir olayı mistik olmayan bir yoklan ve kornet müdahalesi olarak açıklamaya İlk çâbşatı E-lmund Halley "d ir. Edimi ııd Halley, Nuh'un sellerim «bir kuyruklu yıl-dızın rastlantısal goku» olarak nitelemiştir.

— 115 —

r ih ten öncesine ras t la r (*). Bir îıayli el ipi ik yörüngel i b i r cis-min, bugün dairesel biçime çok yak ın olan Venüs yörünges ine öyle çabucak geçmesi olanak dişidir. Vel ikovsky 'mn k i tab ında buna benzer olanaksız daha birçok va r say ımdan söz e tmek m ü m -k ü n .

Gerek b i l imadamlan , gerekse konunun uzmanı o lmayan la r t a ra f ından Öne sü rü len varsayımlar ın yanlışl ığı er geç or taya çı-kar. Ne va r ki, bi l im kendini düzel ten b i r g i r i ş imdir . Varsay ım-ların bilim t a r a f ından kabul edi lebi lmesi için ciddi kan ı t s ına-v ından geçmesi gerekl idir . Vel ikcvsky olayının en kötü yanı , bu kişinin öne sürdüğü va r say ımla r ın yanl ı ş olması ya da kesinliği kabul edilmiş olgulara ters düşmesi değildi. En kö tü yanı , ken-di ler ine bi l imadamı diyen bazı kiş i ler in VeIikovsky*nm ki tab ın ı or tadan ka ld ı rmak is temeler iydi . Bil ime g ü c ü n ü veren , özgür a raş t ı rma ve ne denli ga r ip gelirse gelsin, o r t aya a t ı lan b i r var-say ımın değeri üzer inde a ra ş t ı rma yapı lması ge rek t iğ i düşünce-sinin yerleşmesidir . Alışılmış f ik i r le re benzemediği için insanı tedirgin eden yeni f ik i r le r in boğulması , din ve s iyaset çevrele* r inde görülebilir . Faka t böyle b i r şey, bi lgiye gö tü ren b i r yol de-ğildir. Bilimsel çaba kavramıy la bağdaşamaz. Yeni u f u k l a r aça-cak görüşleri kimin öne süreceğini Önceden kes t i r ip a tamayız .

Venüs kütle, boyut ve yoğunluk açıs ından h e m e n h e m e n yerküremize eşit t ir . En yakın gezegen oluşu neden iy le yüzy ı l l a r boyunca ye rküren in ka rdeş gezegeni gözüyle bakı l ıyordu. K a r -deş gezegen acaba nasıl b i r ye rd i r? Yazın h ü k ü m sü rmes i ve güneşe yakınlığı nedeniyle de y e r k ü r e m i z d e n biraz daha s jcak b i r yer midi r acaba? Yüzeyinde ç a r p m a sonucu o luşmuş k ra t e r -ler va r mıdır , yoksa aşınmayla kaybo lup gi tmiş ler m i? Vo lkan var mı? Ya dağları? Okyanuslar ı? Ya da h a y a t va r mı?

Venüs 'e teleskopla ilk bakan 1609 y ı l ında Gal i leo o lmuş tu r .

Silindir biçimindeki Adda mühürü, M.Ö. üç bininci yılm ortala-rına aittir ve Velıüs taurıçası Inanna :yı sabah yıldızı ve Babil İŞiar'ının habercisi olarak gösterir.

— 116 —

Yüzeyinde hiçbir şeklin bulunmadığı , yassı bir yuvarla!: gördü. Galileo, Ay gibi, Venüs 'ün de incecik bir hilal biçiminden tam bir yuvar lak biçime ve aynı nedenle dönüşüp değiştiğini kay-dett i . Bazen Venüs 'ün gece y a n m a daha uzun süre bakıyoruz, bazen de gündüz yanma. Bu arada, bu bulgu yerkürenin Güneş e t ra f ında döndüğü (ve Güneş ' in ye rküre e t ra f ında dönmediği) görüşünü güçlendirmiş oldu. Optik teleskopların daha büyükle-ri yapıldıkça ve ayrınt ı lar ı f a rke tme özellikleri artırı ldıkça, sis-temli biçimde Venüs'e çevrildiler. Faka t Galileo'dan daha iyi gözleyebilmiş değiller. Venüs 'ü yoğun ve iç karart ıcı bir bulut tabakası çevreliyordu. Gezegene sabah vakti ya da geceleyin baktığımızda, Venüs 'ün bulu t la r ından yans ıyan güneş ışığını gör-mekteyiz. Ne var ki, keşfedildikleri günden bu yana bu bulut -ların yapısı bilinmezliğini hâlâ koruyor.

Venüs 'ü görebilme olanaklarının bulunmayışı , bazı bilginle-ri bu gezegen yüzeyinin bataklık olabileceği görüşüne itti. Bu ga r ip iddia şöyle bir mant ığa bağ lanmış t ı ;

«Venüs'te hiç b i r şey göremiyorum.» «Niçin göremiyorsun?» «Çünkü tümüyle bulut lar la kaplı.» «Bulutlar neden oluşmuştur?» «Sudan tabii.» «Öyleyse Venüs 'ün bulut lar ı , neden ye ryüzü bulut lar ından

daha kalın?» «Çünkü orada daha çok su var.» «Fakat bulut larda daha çok su varsa, yüzeyde daha da çok

su bulunması gerekir . Ne t ü r yüzeyler daha suludurlar?» «Bataklıklar.» Peki , batakl ıklar varsa böcekler, yusufçuklar hat ta belki di-

nozor neden bulunmasın Venüs ' te? Gözlem : Venüs ' te hiç bir şey görülemiyor. S o n u ç : Hayat olması gerek. Venüs 'ün geçit ver-meyen bulu t la r ı şimdilik sadece isteklerimizi yansıtıyorlar. Biz canlı var l ık lar olduğumuza göre, başka yer lerde de hayat olması isteğiyle yanıp tutuşuyoruz. Ancak kanı t lar ın dikkatlice derle-

— 117 —

nip topar lanması ve değer lendir i lmesi sonucunda belirli b i r dün-yada canlı var l ık lar ın bu lunup bu lunmadığ ına ka ra r veri lebi l i r . Venüs bizi böyle düşünmeye zorluyor.

Venüs 'ün yapısı hakk ında a n a h t a r bilgi o luş turacak ilk ve-riler, cam pr izma ya da ışığm kı r ın ım ızgarası denen düz bir y ü -zeyde yapılan ça l ı şmalardan elde edildi. Bu ızgaranın Üzerinden belirli a ra l ık lar la düzgün çizgiler geçer. Norma l beyaz ış ığm yo-ğun bir demet i d a r b i r yar ığa yönel t i ld ik ten sonra p r i z m a d a n ya da kır ınım ızgaras ından geçiril irse, tayf adını a lan gökkuşağ ı renkler ine ayrış ır . Tayf yüksek f rekans l ı (*) ış ıktan düşük f r e -kansl ı lar ına kada r (mor, mavi, yeşil, sarı , t u r u n c u ve kı rmızı ) gider. Biz bu renkler i görebi ldiğimiz İçin buna «gözle görü lebi -len ışık» denir. Oysa t ay f t a ışığın g ö r d ü ğ ü m ü z b ö l ü m ü n d e n da-ha başka ışıklar da vard ı r . Daha y ü k s e k f r ekans l a rda , mor r e n -gin Ötesinde, tayf ın morötes i a3 ım verdiğ imiz ışığı b u l u n u r ; t a m anlamıyla gerçek bir ışık olup mik rop la ra ö lüm saçar . G ö z ü m ü -zün görmediği bu ışığı a n l a r ve fo toe lek t r ik hücre le r kolayl ık-la farkeder . D ü n y a d a gözler imizle a lg ı layabi ld iğ imizden fazlası vardır . Morötesi ışığm Ötesinde tayf ın X - ı ş ı n ı bo lümü b u l u n u r . X - ışınlarının ötesindeyse g a m m a ı ş ın lan , daha d ü ş ü k f r e k a n s -larda da, kırmızının ötesinde t ay f ın kızılötesi b ö l ü m ü vard ı r . Gö-zümüze görünmeyen bu ışık bölümü, b i r t e r m o m e t r e aracı l ığ ıy-la saptanabilmişt i r . Gözümüzün görebi ldiğinin ö tes inde t e rmo-metreye ışık vardığından, t e r m o m e t r e d e derecenin yükse ld iğ i görüldü. Çıngırakl ı y ı lanlar la sıvı p r e p a r a t iç indeki y a n i le tken* ler kızılötesi ışınları t a m an lamıy la f a rkede r l e r . Kızı lötesi bölü-mün ötesinde tayf ın çok geniş r a d y o da lga lar ı b ö l ü m ü gel i r . Bunlar gamma ış ınlar ından r a d y o da lga lar ına dek, ay r ı işe ya -rayan ışık tür ler idir . Hepsi de as t ronomide kul lanı l ı r . Gözleri^

<*) Işık bir dalga hareketidir; belirli bir zaman biriminde (örneğin bir saniye), gözün agtabakası gibi bir ıgık algılama mekanizma-sının İçine Ulaşan dalga boyu sayısı frekansını belirler.

— 118 —

mizin renk algılama alanı kısıtlı olduğundan, tayf adım verdiği-miz gözle görülebilir bu küçücük ışık demetine karşı eğilimi-miz vardır .

1844 yıl ında filozof Augeste Comte sonsuza dek gizli kala-cak bilgiye ilişkin b i r örnek ararken, yıldızların ve gezegenle-r in yapısını gösterdi. Fiziksel olarak yıldızlara ve gezegenlere hiçbir zaman gidilemeyeceğini ve bunla r ın yapısına ilişkin ör-nekler in de elimize geçemeyeceğini düşünen Auguste Comte, bunla r ın yapısı hakkındaki bilgilerden sonsuza dek yoksun ka-lacağımızı sanıyordu. Faka t Comte 'un ö lümünden yalnızca üç yı l sonra göklerdeki cisimlerin yapısını bel ir lemek üzere tayf tan yararlanı labi leceği anlaşıldı. Değişik moleküller ve değişik kim-yasa l e lementler , farkl ı ışık f rekans lar ı ya da ışık rengi emer-ler , Emdikler inden bazı lar ı t ayf ın görülebilen bölümünde bulu-nabilir , bazıları tayf ın gözle görü lmeyen bölümünde. Bir geze-gen a tmosfer in in tayf ında tek b i r siyah çi2gi, ışığın kayıp bölü-m ü n ü ifade eder ki, bu da ışığın başka bir gezegenin havasından geçtiği sırada ona emiş yoluyla kapt ırdığı bölümü demektir . He r çizgi değişik bir molekül ya da a tomun ü rünüdür . Her madde-n in ışık tayf ına at t ığı özel bir imzası vardı r . Venüs gezegenin-deki gazların özellikleri, yeryüzünden, yani 60 milyon km. uzak-t an imzanın tanınması gibi tanınır . Güneş ' in yapısını tanrısal b i r güce sahipmişiz gibi bilebiliyoruz. Güneş ' in yapısında Önce he l ium bulunduğu saptanmış t ı r . (Yunanl ı lar ın Güneş Tanns ı ' na Helios adını vermeler i nedeniyle hel ium denilmiştir.) Europİum

— 119 —

bakımından zengin manyet ik A yıldızlarının yapısını bilebiliyo-ruz; çok uzaklardaki galaksilerin yapısını bu takım yı ldız lan oluşturan milyarlarca yıldızın verdiği toplu ışıktan çıkarabiliyo-ruz. Astronom spektroskopu hemen hemen sihirbazlık denebile-cek bir teknik düzeyine ulaşmıştır. Bu teknik kargısında hayre t -ten ağzım hâlâ açık kalır. Auguste Comte 'un bu örneği seçmesi talihsizlik olmuştur .

Eğer Venüs bataklıklarla kaplı bulunsaydı , su buhar ı çizgi-lerini tayf ında görmek m ü m k ü n olurdu. Oysa 1920 yılı dolayla-rında Mount WiIson Gözlemevinde denenen ilk spektroskopık araşt ırmalarda, Venüs bulut lar ının üzerinde su buhar ı izine hiç rastlamadı. Bulutları üzerinde ince silikat tozunun dönendıği Venüs'ün, böylece çöle benzer, kurak bir yer olduğu anlaşıldı. Daha sonraki incelemeler, Venüs 'ün atmosfer inde büyük mik-tarda karbondioksit bu lunduğunu ortaya koydu. Bazı bilginler, gezegendeki bütün suyun hidrokarbonlar la kar ışarak karbondi-oksit oluşturduğunu, bu nedenle de Venüs 'ün yüzeyinin petrol de-< nizinden meydana geldiği yo rumuna yöneldiler. Kimi bilgin de, bulutların üzerinde su buhar ının bulunmayış ın ı bulut lar ın çok soğuk oluşuna bağlamış ve bu yüzden b ü t ü n suyun damlacıklar halinde yoğunlaştığını, bunlar ın da tayf çizgilerinde su buha r ı gibi gözükmediğini söylemişti. B i l imadamlann ın tahminler ine göre, kireçtaşı ran kabuk gibi ör t tüğü birkaç adacık dışında Ve-nüs gezegeni tümüyle suyla kaplıydı; ancak atmosferdeki yo-ğun karbondioksidin varl ığından ö t ü r ü deniz olağan sudan de-ğil, karbonatlı sudan oluşmuştu.

Gerçek durum hakkında ilk belirt i ler, t ayf ın görülebil i r ışık ya da kızılötesi bölümlerinden gelmemişt i r ; bunlar radyo dal-gaları bölümüne aittir. Bir radyo - teleskop, b i r fotoğraf maki-nesinden daha iyi ışık-Ölçer gibi iş görür ve göğün genişçe b i r alanını içine alacak şekilde yönlendirdiğimizde, özel bir r adyo frekansından ne miktar enerj inin yeryüzüne geldiğini kaydeder . Akıllı canlıların radyo sinyalleri gönderdiklerini biliyoruz; b i r başka deyişle, radyo ve televizyon yöneten kişilerin bu lunduğu-

— 120 —

nu bilmekteyiz. Fakat doğal cisimlerin radyo dalgaları gönder-melerinin başka nedenleri olduğunu da biliyoruz. Bunlardan bi-ri, sıcak olmalarıdır. 1956 yılında radyo - teleskoplardan biri Ve-nüs gezegenine doğru çevrildiğinde, çok yüksek ısı derecesi gos-terircesine radyo dalgalan yaydığı anlaşıldı. Fakat Venüs'ün yü-zeyinin müthiş sıcak olduğunu asıl ortaya koyan, karanlık bu-lutları delip geçen Sovyet Venera uzay aracının bize bu en ya-kın gezegenin gizemli yüzeyine inmesi oldu. Anlaşıldı ki, Venüs yanıyor. Venüs'te ne bataklık var, ne petrol alanları, ne karbo-nat okyanusları. Yetersiz verilerle yanılmak kolaydır.

Biz her şeyi yansıyan ışıkla görüyoruz. Bu ışığı Güneş vere-bileceği gibi, elektrik ampulü de verir. Işığın ışınlan baktığımız şeye çarpıp geri gelerek gözümüzün içine girer. Fakat eskiler, ki bunlar arasında Euklid gibi önemli kişiler de var, gözümüz-den uzanan ışınların, bakılan cisme temas eimeleri suretiyle görebildiklerim sanırlardı. Bu tür bir düşünceye bugün de rast-landığı oluyor. Gerçi karanlık bir odadaki cismin görülemeyişi-nİ açıklamaya yetmiyor, ama doğal bir düşünce olarak bunu sür-dürenler var. Günümüzde bir laser'le bir fotohücre ya da bir ra-da r vericiyle bir radyo - teleskobu arasında bağlantı kurarak uzaktaki cisimleri ışık yoluyla algılıyoruz. Radar astronomisin-de radyo dalgalan dünyamızdaki bir teleskop tarafından gönde-riliyor ve, örneğin, Venüs 'ün yerküremize bakan bölgesine çar-parak geri dönüyorlar. Birçok dalga uzunluğunda Venüs'ün b u j

lut ları ve atmosferi radyo dalgalarına karşı bütünüyle saydam-dır. Yüzeydeki bazı yerler radyo dalgalarını emecek ya da yer çok sertse, onları yanlara doğru dağıtacak, böylece radyo dalga-larına karanlık görünecekler. Venüs yörüngesinde dönerken yüzeyindeki şekilleri izlemek suretiyle ilk kez Venüs'te günün uzunluğu saptanabildi; başka bir deyişle, Venüs'ün kendi ekseni çevresinde dönmesi içiıı geçen zaman. Venüs yeryüzü günü ola-rak 243 günde bir dönmektedir ; ancak güneş sistemindeki t ü m diğer gezegenlerin döndükleri yönün tersine, yani geriye doğru dönüyor. Bunun sonucu olarak Güneş batıda doğar, doğuda ba-

— 121 —

t a r ve güneşin doğuşundan bir dahaki doğuşuna geçen süre de yeryüzü günü olarak 118 gündür . Venüs yerküremize yakınlaş-tığı her defasında hemen hemen yüzünün hep aynı ta raf ın ı gösterir.

Venüs'ün radar yoluyla fotoğrafları çekilmiştir. Bunlar ın bazıları yeryüzüne yerleşt ir i lmiş radarlı teleskoplarla, bazı lar ı da Venüs çevresinde dolaşan Pioneer aracından alınmıştır. Çarp-ma sonucu açılmış k ra te r görüntüler i çok ilginçtir. Bu kra te r -ler bize Venüs'ün çok yaşlı bir gezegen olduğunu anla tmaktadı r . Venüs'teki kra ter ler oldukça sığdır. Şimdiye dek bulut lar tara-fından tümüyle gizli tu tu lan bir dünyanın bize açıldığını gör-mekteyiz.

Venüs'ün yüzeyindeki ısı, hem radyo astronomisi, hem de doğrudan uzay aracı ölçümlerinden öğrendiğimize göre, 480 saııtigrad derecedir. Mut fak f ı r ın lar ından en sıcağından daha da sıcak. Yüzeyinde dünya atmosferi basıncının 90 kat ı basınç var-dır, Bir uzay aracının Venüs ' te uzun sü re kalabilmesi için buz-dolabı içinde sürekli soğutulması gerekecektir .

Sovyetler Birliği ve ABD, Venüs'e lö 'u aşkın uzay aracı gönderdiler. Bunlar yoğun atmosfere dal ıp bu lu t l an aştılar. Ba-zıları Venüs yüzeyinde bir saat kadar ka lmaya dayanabilmişler-di. Sovyet ler in at t ıklar ı Venera tipi uzay araçlar ından ikisi Venüs'ten fotoğraflar çektiler.

Güzün görebildiği ışığa göre, Venüs 'ün açık yeşil bu lu t l an var, fakat ilk olarak Galileo'ııun kaydett iği gibi, bunlar arasın-dan herhangi bir şekil ay ı r t e tmek olanaksızdır. Oysa kamera-larımız morötesi bölgeyi taradığında, yüksek a tmosferde ka rma-şık girdaplı bir hava sistemi karşısında kalıyoruz. Rüzgâr lar sa-niyede 100 metre, saatte 360 km. hızla esmektedir . Venüs 'ün at-mosferi %Ö6 karbondioksittir. Nitrojen, su buhar ı , argon, kar -bonmonoksit ve Öteki gazlara eser miktarda rast lanıyor. Faka t rastlanan hidrokarbon ya da karbonhidrat oram milyonda 0.1'den de azdır. Venüs 'ün bulut lan sonuçta koyu sülf i r ik asit eriyiği olarak karşımıza çıkıyor. Az miktar larda hidroklorik asitle hid-

— 122 —

rof lor ik asit de bu lunuyor . Yüksekteki ser in bulut lar ın üzerin-de bile Venüs yaşamaya elverişsiz b i r ye r olarak gözüküyor .

Venüs yüzey ine 45 km. ka lana dek s ü l f ü r renkl i sis aşağı doğru yayıl ı r . Bu nok tadan i t ibaren yoğun faka t k r i s ta l beyaz-l ığında b i r a tmosfer le karş ı laş ıyoruz. Bunun la b i r l ik te a tmosfe r basıncı öylesine y ü k s e k ki, yüzeyi görü lmüyor . Güneş ışığı at-mos fe r ik molekül le re çarp ıp ger iye döndüğünden , yüzey şekille-r i m e ç h u l ü m ü z kal ıyor . Atmosfe r in bu bölgesinde toz yok, bu-lu t yok, yalnızca a tmosfer in be l i rg in b iç imde yoğunlaşması söz konusu . Ye rkü remizde havan ın çok kapal ı olduğu günle rdek i ka-d a r G ü n e ş ışığı bu lu t l a rdan Venüs 'e sızıyor.

Yakıc ı sıcağı, ezici basıncı, zarar l ı g a z l a n tekin gözükmeyen bi r k ı rmızı l ık la kar ış ınca , Venüs b i r Aşk T a m ı ç a s ı ' n d a n çok bi r c e h e n n e m i andır ıyor . Çıkarabi ldiğimiz kadar ıyla , Venüs yüzeyi-nin ancak bazı bö lümle r inde y u m u ş a m ı ş kaya l ık la r bu lunuyor . B i r de kâh orasında, k â h buras ında uzak bi r gezegenden ge l ip iskelet i ka lmış bir uzay a rac ı ka l ın t ı s ın ın b u r a d a k i vahşet i ha-f i f le t t iğ i yoz m a n z a r a l a r va r . B ü t ü n bun la r da kalın, bulut lu , zehi r l i a t m o s f e r a ra l ığ ından farkedi lmes î son derece zor görün-t ü l e r d i r (*) .

(*) Bu boğucu yerde canlı varlık bulunması, hatta bizlerden çok de-ğişik varlıkların bile bulunması olasılık dışıdır. Ornanik ve- akla gelebilen başkaca biyolojik moleküller paramparça olmaktan kur-tulamazlar. Fakat diyelim ki, bu gezegende bir zamanlar akıllı canlılar yaşamışlardır. Böyle bir varsayımın bilime ne katkısı olur ki? Yerküremizde bilimin gelişmesi temel olarak yıldızlarla gezegenlerin devin imi erinci ek i düzenin gözlemlenmesiyle olmuş-tur. Oysa Venüs tümüyle bulutlara sarih bir gezegen. Geceler ol-dukça uzun, yeryüzü günü olarak 59 gün uzunluğunda. Fakat gc-«eleyın Venüs'ten göklere bakacak olsanız hiçbir şey göremezsi-niz. Gündüz bile Güneş gözükmez. Güneş ışığı göğe ancak deniz dibi bulanıklığına benzer biçimde yayılır. Venüs gezegeninde bir

— 123 —

Venüs, gezegen çapında fe laket in h ü k ü m s ü r d ü ğ ü bi r ye r -dir . Yeryüzündeki yüksek ısı, s e ra la rda ısı sağ lamak için uygu-lanan yönteme benzer bir süreç ten kaynak lan ı r . Güneş ışığı, gÖ2İe görülebi len bu ışığa ya r t - saydam bir o r t a m o luş tu ran Ve-nüs a tmosfe r inden ve bu lu t l a r ından geçiyor, yüzeye ulaşıyor. Yüzey çok sıcak o lduğundan, güneş ışığını gerisin ger iye uzaya doğru yans ı tmaya çabalar . F a k a t Venüs Güneş ' t en çok daha se r in (daha az sıcak d iyeüm) olduğundan, t ayf ın gözle görülebi len ışık bö lümünde değil de, çoğunluk kızılötesi bö lümünde ışm ya-yar . Bunun la bir l ikte Venüs a tmosfer indeki karbondioksi t le su buhar ı kızılötesi ışma saydam bir o r t am o luş tu rmadığ ından , Güneş ' in ısısı hemen t ü m ü y l e emi l ip t u tuk l anmış olur ve b u n u n

radyo-teleskop kurulsa Güneş görülebilir. Hatta yerküremiz ve uzaktaki daha başka cisimler de görülebilirdi. Eğer Venüs'te ast-rofizik geliş5e.yelit yıldızların varlığı fizik yasaları yoluyla çıka-rılabilirdi, fakat bütiîn bu bilgiler yalnızca kuramsal düzeyde kalmaktan öte geçemezdi. Merak ettim, Venüs'teki akıllı varlık-lar bir gün uçmayı, yoğun havada bir araçla dolaşmayı öğrense-lerdi ve üzerlerindeki 45 kilometrelik gizemli bulut tabakasına girerek sonuçta o tabakadan çıkıp başlarını yukarıya kaldırsa-lardı ve ilk olarak o Güneş'li, gezegenli, yıldızlı muhteşem ev-renle karştlaşsalardı, acaba tepkileri ne olurdu?

— 124 —

sonucunda ısı düzeyi yüksel i r . {*) Bu ısı yükselişi , sözkonusu yo-ğun a tmos fe rden kızılötesi ışının b i r nebzecik kaçışının, alçak-taki a tmosfe rde ve yüzeyde emilen güneş ışığım dengelediği nok-t a y a dek a r t a r .

Evet , dünyamız ın komşusu Venüs gezegeni, dediğimiz gibi, hiç de yaşanas ı bir ye r değil. A m a y ine de Venüs konusuna de-ğineceğiz. Ç ü n k ü kend i açıs ından h a y r e t uyandır ıc ı y a n l a n da yok değil. Y u n a n ve Nord ik (Kuzey ülkeleri , İ skand inavya) mi-toloj is indeki k a h r a m a n l a r ı n çoğu, ne de olsa, Cehennemi ziya-re te g i tmek İçin epey çaba harcamış la rd ı r . Kıyas lan ınca Cenne t sayı labi lecek gezegenimiz hakk ında , onu Cehennemle karşı laş-t ı r a r a k öğreneceğimiz çok şey vardı r .

Yar ıs ı insan yar ıs ı as lan olan Sfenk" 5.500 yıl önce yapıl-mış t ı . Yüzü bi r z aman la r düzgün, par lak ve ter temizdi . Binler-ce yı ldır Mısır çö lünden gelen k u m f ı r t ına lar ıy la a r ada s ı rada yağan y a ğ m u r l a r nedeniy le ş imdi aşınmış, bozulmuş ve mat la -şan ye r l e r i va r . N e w York ' ta KJeopatra 'n ın İğnesi adlı bir di-ki l i taş d u r u r . Mıs ı r 'dan get i r i lmiş t i r . Bu diki l i taş ken t in Cent-

(*) Venüs'teki su buharının miktarı konusunda henüz tam bir ke-sinlik yok. Pioneer uydusunun verdiği bilgiler, yüzde birin yir-mi, otuzu oranında su mevcudu bildirirken, Sovyetler'in Venera il ve 12'nin verdiği bilgiler, yüzde birin yüzde biri oranında su mevcudu bulunduğunu bildirdi. Eğer bunlardan birincisi doğruy-sa, o takdirde karbondioksitle su buharı mevcudu gezegenin de-recesini 480'e yükseltmeye yeterli demektir, İkinci bilgi doğruy-sa -ki, tahminen ikinci bilgi doğrudur- o takdirde karbondioksit miktarıyla su buharı miktarı gezegen yüzeyinin ısısını ancak 380 dereceye çıkarmaya yeterli olmaktadır ve kızılötesi frekans pen-cerelerinin tıkanması için atmosferde bagka yapısal maddeler var-dır anlamına gelir; Venüs'ün atmosferinde varlığı saptanan SOr, CO ve HCI miktarları geri kalan 100 derecelik ısı artışını sağ-lamaya etken olur.

— 125 —

rai P a r k ı n a getir i l iş inden bu yana yalnızca yüzyıl geçtiği hal-de, üzer indeki yazı lar hemen hemen t ü m ü y l e s i l inmişt ir . B u n u n nedeni dumanl ı sis ve sanayi tesis ler inin yol açtığı çevre k i r -liliğidir. Venüs gezegeni a tmosfer indeki k imyasal erozyon ben-zeri b i r d u r u m . Yeryüzündeki aş ınma (erozyon) bilgiyi si ler sü -pürür . ancak bu sü reç çok yavaş tan ye r aldığı için f a rked i lmez . Cüsseli s ı radağlar milyonlarca yıl var l ıklar ını s ü r d ü r ü r l e r ; ça rp-ma sor.ucu oluşan küçük k ra te r l e r belki yüz bin yıl kendi ler in i ko ru r l a r . (*) İnsanın yara t t ığ ı büyük yapı larsa yalnızca b i rkaç bin yıl ayakta kal ı r lar . Böylesi y a v a ş ve tekdüze erozyondan baş-ka küçük ya da b ü y ü k fe lâket ler de y a p ı l a n yok eder ler .

Venüs' te, ye rkü remizde ve güneş s is temindeki öteki geze-genlerde fe laket ler in yer le bir etl iği şeylere ait kan ı t l a r var . Da-ha yavaş ve tekdüze yok edici süreçler de, y e r y ü z ü n d e y a ğ m u r , dereler, akarsu la r ve sellerin toprak taş ıması gibi o laylard ı r . Mars ' ta eski akarsu kal ın t ı lar ı ye ra l t ı ndan gel iyor olabil ir . J ü -pi ter ' in Ay'ı olan lo 'da sözkonusu fe laket e tkis ini akan s ü l f ü r ya tak lar ın ın oynadığı sanıl ıyor. Y e r y ü z ü n d e çok güçlü hava sis-temleri, Venüs ve Jüp i t e r ' dek i a tmosfe r de benzer b î r etki y a -par. Gezegenimizde ve Mars ' ta kum f ı r t ına la r ı ayn ı ro lü oynar . Vo~'-: r.l.;r ye rkü ren in ve Io 'nun a tmosfer ine d ö k ü n t ü l e r püskür -tür . Venüs 'ün, Mars ' ın ve gezegenimizin yüzeyle r in in biç imle-rini iç jeolojik süreçler yavaş t an bozar. Yavaş dev in imler i di l-lere destan olan buzul la r ye ryüzü şekillerini yen iden y o ğ u r u r -lar. Buzul lar ın Mars ' ta da aynı şeyi yapma la r ı olasılığı sözko-

{*) Bu konuda daha kesin bir şey söylemek gerekirse, çarpma so-nucu oluşmuş çapı 10 km'.Iik bir krater her 500,000 yüda bir gö-rülür, Jeolojik bakımdan "istikrar gösteren Avrupa ve Amerika gibi bölgelerde bir krater erozyona karşı yaklaşık 300 milyon yıl dayanabilir. Daha küçük çapta kraterler daha sık olarak görülür ve çabucak ortadan kaybolurlar, özellikle jeolojik bakımdan hare-ketli bölgelerde.

— 126 —

nusudur . Bu süreçlerin zaman bakımından sürekliliği şar t de-ğildir. Avrupa 'n ın büyük bir bölümü karlar la kaplıydı. Birkaç milyon yıl önce bugün Chicago'nun bulunduğu yer üç kilomet-re kalınlığında buz alt ında gömülüydü. Mars ' ta ve Güneş sis-temindeki öteki gezegenlerde bugün birdenbire meydana gel-miş olması olanaksız şekiller görüyoruz. Bunlar milyonlarca ya da mi lyar la rca yıl önce gezegenlerin iklimleri çok değişikken oluşmuş şekillerdir.

Yeryüzünün şeklini ve iklimini değiştirebilecek bir e tken daha sozkonusudur: O da çevre koşullarını değiştirebilen akıl sahibi canl ı lardır , Venüs ' te olduğu gibi, yerküremizde de kar-bondioksit ve su buhar ı nedeniyle bir sera koşulu bulunuyor. Eğer bu sera koşulları geçerli olmasa, yerkürenin toptan ısısı, suyun donma derecesinin al t ına düşerdi. Okyanusları sıvı du-rumda tutan ve hayat ı m ü m k ü n kılan budur . Hafif ter t ip sera etkisi yarar l ıd ı r . Venüs ' teki gibi yerküremizde de 90 atmosfer-lik karbondioksi t vard ı r ; şu fa rk la ki, kireçtaşı ve diğer karbo-nat la r şeklinde ye ıkabuğundackr , a tmosferde yoktur . Yerküre-miz birazcık, hem de çok azıcık. Güneş' in yakınına kaydırılsa, ısı haf i fçe yükselir . Böyle bir şey karbondioksitin bir bölümü-nü yüzeydeki kayalardan dışarı atar , buysa sera koşullarını şid-det lendir irdi . Bu d u r u m d a da yüzeydeki ısı düzeyi yükselir-di. Yüzeyin daha çok ısınması sonucu, karbonat lar buharlaşa-r a k karbondioksi te dönüşür ve seradaki düzgün ısı kontrolü kaybolur . Venüs 'ün Güneş 'e yakınlığı yüzünden, hu gezegenin tar ih inin ilk dönemler inde böyle bir olguyla karşılaştığını sanı-yoruz. Venüs yüzeyinin çevre d u r u m u bir u y a n sayılmalıdır. Bizim yerküremiz de böyie bir felaketle karşılaşabilir .

Bugünkü sanayi uygarl ığının başlıca ener j i kaynaklar ı fo-sil adını verdiğimiz yakı t la rd ı r . Odun ve petrol, kömür ve do-ğal gaz yakmaktayız . Bunlar ı yakarken , havaya, çoğunlukla karbondioksit olmak üzere, zarar l ı gazlar salıyoruz. Bunun sonu-cu olarak, ye ryüzü a tmosfer indeki karbondioksit miktar ı kor-kunç derecede art ıyor. Seradaki ısı ar t ış ının kontrolden ç ı k m a j

— 127 —

sı olasılığı, çok dikkat l i o lmamız gereğini ha t ı r l a tmal ıd ı r : Yer-küremiz in tüm ısısında b i r ya da iki derecel ik ısı ar t ış ı bile b i r fe lakete neden olabilir . K ö m ü r , petrol ya da mazot yaka rken , a tmosfere sü l fü r ik asit de sal ıyoruz. Venüs ' te olduğu gibi, bu-gün gezegenimizin a tmosfe r inde küçücük asit damlac ık la r ın ın o luş turduklar ı yoğun sise rast l ıyoruz. B ü y ü k ken t l e r imiz zararlı" moleküller le çevre kir l i l iğine uğramış d u r u m d a . Davran ı ş biçi-mimizin uzun donemde doğuracağı sonuçlar ı kesti re mes l ek t e -yiz.

Bu arada iklimi karş ı t yönde de bozma çabası goster iyoru? . İnsanlar yüz binlerce yıl o r m a n l a r d a n kest ikler i odunla r ı yak ı -yorlar ve evcil hayvan la r ın yem olarak ku l l and ık la r ı o t lak la r ın yok olmasına göz yumuyor l a r . Kes-ve-yak ta r ımıy la sanay i uğ-r u n a o rmanla r ın yok edilmesi ve hayvan ot la t ı lması g ü n ü m ü z -de yaygındır . Ne va r ki, o r m a n l a r o t lak lardan daha koyu r enk-tedir . Ot laklar da çölden daha koyu renk ted i r . Böylece yer in emdiği güneş ışığı m i k t a r ı azalmışt ı r . Toprağın ku l l an ımındak i değişiklikler yüzünde gezegenimiz yüzey in in ısısını d ü ş ü r m e k -teyiz. Bu soğuma k u t u p takkes in in b o y u t u n u b ü y ü t ü r ve beyaz rengi nedeniyle y e r y ü z ü n e gelen güneş ış ığım daha çok yans ı -tarak gezegenin daha da soğumasına yol açabil ir mi acaba? Bu da eKaçak albedo» (*) o lgusuna yol aça r mı?

Bizim sevimli gezegenimiz ye rküre , bi lebildiğimiz t ek y u v a -mızdır. Venüs çok sıcak b i r yer . M a r s çok soğuk bi r yer . Y e r -yüzümüzse uygun bi r yer, insanoğlu için bir cenne t t i r . İnsanoğ-lu bu gezegende ev r im geçirmişt i r . F a k a t asıl yap ımıza u y g u n düşen iklimimiz bozuluyor olabilir , Zaval l ı gezegenimizi t u t a r -sız biçimde etkil iyoruz. Y e r y ü z ü n ü n çevre koşul la r ın ı V e n ü s ce-

(*) AJbedo, bir gezegene gelip çarpan güneş ışığının uzaya geri dö-nen bölümünün ölçüsüdür. Yerküremizin Albedo'su %30-35*dir. Güneş ışığının geri kalan bölümünü toprak emer ve yerküremi-zin ortalama düzey ısısını belirleyen bu orandır.

— 128 —

hennemine ya da Mars'ın buzul çağma dönüştürme tehlikesi söz-konusu mu? Bu soruya kesin yanı t vermek olanaksız. Yeryüzü ikliminin toptan incelenmesi, yerküremiz in öteki gezegenlerle karşılaştır ı lması, henüz çok düşük düzeyde bir incelemeye konu olmuşlardır . Bunla r üzer inde fazla duru lmayan konular . Bilgi-sizlik ve bilinçsizlikle yerküremizin orasını burasını çekiştiri-yor, uzun vadeli sonuçlarının ne olacağını bi lmeden atmosferi kir let ip toprağı çoraklaş tuıyoruz.

Birkaç milyon yıl önce, yeryüzündeki evr im sonucu ilk in-san la r belirdiğinde, zaten orta yaşa ulaşmış bir dünyaydı yerkü-remiz. Gençliğinin fe laket ler inden ve haşarı l ığından bu yana 4,6 mi lya r yıl geçmişti, Biz insanlar, şimdi yeni ve belki de so-nucu etki leyecek bir davranış gösteriyoruz. Aklımız ve tekno= lojimiz bizlere iklimimizi etki leme gücü kazandırdı . Acaba bu gücü hangi yönde kullanacağız? Tüm insanlık ailesini etkileye-c e k sorunlarda bilgisizliğe ve 'neme;lazımcılığa' boyun mu eğe-ceğiz? Kısa vadeli çıkarlar ı yerküremiz in varl ığından yeğ mi tu tuyoruz? Yoksa daha uzun zaman ölçülerini ğözönünde tuta-r a k ona göre çalışıp çocuklarımızı, torunlarımızı düşünmek su-re t iy le gezegenimizin varlığını koruyucu karmaşık yöntemlere akıl e rd i rmeye mi çalışacağız? Yerküremiz minnacık ve «Dik-kat! Kır ı lacak eşya!» tü ründen bir şeydir. Özen gösterilmek is-ter.

— 129 — Kozmos : F. 10

Bölüm V

KIRMIZI BİR GEZEGENE İLİŞKİN HÜLYALI

DÜŞÜNCELER

Tanrıların vişne bahçelerindeki su yollarını İzliyor...

— Enuma Elîsh, M.Ö. yaklaşık 2500. yıl

Kopernik'in fikrini paylaşan, başka bir deyişle, üzerin-de yaşadığımız yerin bîr gezegen olduğu, döndüğü ve güneş tarafından aydınlatıldığı görüşünü savunan kişi için. Öteki insanlar gibi bazen hayal kurmaktan öte bir şey yapamıyor denebilir... Öteki gezegenlerin de ken-dilerine göre bir yapıları bulunduğunu ve hatta yeryü-zündeki gibi İnsanların orada yaşadıklarını söyleyenler de aynı biçimde hayal kuruyor olabilirler... Doğanın İs-tediğini yaptığı ve yaptıklarının nedenlerini öğrenmeye kalkışmak nasıl olsa sonuç vermez diye doğa hakkında soruşturma açılmasının gereksizliği zihnimize yerleş-

— 131 —

misti... Fakat bir süre Önce bu konu üzerinde biraz cid-diyetle düşününce, (kendimi daha Önce gelmiş geçmiş büyük adamlardan daha akıllı saydığımdan değil, on-lardan daha sonraki bir tarihte dünyaya gelme mutlu-luğuna eriştiğim için) bu soruşturmanın sonuçsuzluğa mahkûm olmayabileceği, engellerin soruşturmayı dur-duramayacağı ve düşüncenin yeni yollara açılabileceği aklıma geldi,

— Chrîstian Huygens, New Conjectures Concerning the Pîanelary Wor!ds, Their înnabitants a n d P r o d u c t i o n s , yakt. 1690

İnsanların görüş alanlarını genişletebilecekleri bir za-man gelecek... Ve yerküremiz gibi gezegenler görecek-lerdir. — Christopher Wren, Gresham College açılış konuş-masından, 1657

MARS'TA H A Y A T O L U P O L M A D I Ğ I N I 500 K E L İ M E Y -LE TELLE. Yıllar Önce büyük bir gazetenin sahibi, ün lü b i r astronoma böyle bir telgraf çekerek posta ücret i kendis ine a i t olmak üzere bilgi istemişti . Astronom biraz düşündük ten sonra şu telgrafı çekmiş : K İ M S E BİLMİYOR, K İ M S E BİLMİYOR. . . 250 kez bunu yazmış. Bir uzmanın ısrarla böylesi bir bilgisizlik i t irafına karşın, hiç kimse bu aç ık lamaya kulak a s m a y a r a k Mars'ta hayat o lduğunu söyleyenlerle haya t o lmadığım söyle-yenler bulunuyor, üs te l ik bunu b ü y ü k b i r otori teyle açıklıyor-lar. Bazı kişiler Mars ' ta haya t olmasını çok is t iyorlar ; bazı lar ıy-sa olmasını istemiyorlar. H e r iki t a r a f t a r g rubunda da aşır ıya kaçanlar oldu. Bu a ş ın duygular , b i l imin öngördüğü he r iki ta-rafa da kulak verme esnekliğinin s ınır ını aştı . Birbi r ine karş ı t iki olasılığı zihninde taşıma zahmet ine ka t l anmak is temiyor gö-züken birçok kişi, tek bir yanı t bekliyor bu konuda. T e k olsun da nasıl olursa olsun yanıt . Bazı bilginler Mars ' ta insan yaşadı-

— 132 —

ğına ilişkin veri lerinin sonradan çok ent ipüf ten kanıt lar olduğu-nu gördüler . Kimisi de Mars ' ta herhangi bir yaşam biçimi araş-t ı rması başarılı olamadı ya da kesin bir sonuç vermedi diye adı geçen gezegende hayat bulunmadığına ka ra r verdi. Bu kırmızı renkli gezegen için hülyalı düşünceler öne sürülmekten geri du-rulmadı .

Neden Mars ' l ı lar? Neden, örneğin Satürn ' lü îer ya da P lü-ton ' lular değil de, ille Mars ' l ı lar üzerinde bu denli hayal ateşi alevlendirildi? Çünkü ilk bakışta, Mars birçok bakımdan ye rkü-remize benziyor da ondan. He r şeyden önce yüzeyini görebildi-ğimiz en yakın gezegsn. K u t u p l a n buzlarla kaplı. Uçuşan bulut-l a n , müth iş toz f ı r t ınalar ı , kızıl renkl i yüzeyinde mevsimlik şe-kil değişiklikleri o lduktan başka, günleri de bizimki gibi y i rmi dört saat, İnsan zihninin orada da insan yaşadığını düşünmesine yol açan y a n l a n va r bu gezegenin. Mars, yeryüzü insanlarının u m u t ve korku yat ı r ımı yapt ıklar ı efsanevi bir arenaya dönüş-müş tür . Ne var ki, bizlerin psikolojik eğilimleri (lehteki ya da a leyhteki) yanıltıcı olmamalıdır . Asıl önemlisi kanıt t ı r ve bu kanı t heııüz yok tu r . Mars ' ın gerçek d u r u m u bir har ikalar diyarı olabil ir . İ leriye ait a raş t ı rmalarda öğreneceklerimiz, şimdiye dek öğrendikler imizden çok daha çekici gelebilir. Bugün için Mars gezegeninin kumlar ın ı oraya gönderilen aygıt larla elemiş, aygıt lar ımızın oradaki varlığını sü rdürmeye başlamış bulunu--yoruz. Yüzyıllık rüyamızın gerçekleşmesidir buncağız!

XIX. yüzyılın sonlarında dünyanın, bizim insanımızdan daha akıllı ama aynı biçimde ölümlü yara t ık lar ta raf ından inceden inceye seyredildiğine kimse inanmazdı . Bir damla-cık suda koşuşan ve çoğalan tek hücreli yarat ıklar ın mikros-kopla incelenmesi gibi, insanlar ın da günlük işlerine dalmış olarak koşuşup du ru rken aynı biçimde incelendiklerini k im-se aklına getirmezdi. Kendi le r inden son derece emin ve m e m n u n olarak insanlar bu gezegende küçücük işlerinin pe-şinde oraya buraya koşuşup durdular , madde üzerinde kur -

— 133 —

d u l d a n impara tor luk la r ında g ü v e n dolu adımlar la dolaştı-lar. Mikroskop a l t ındaki tek hücre l i le r de belki ayn ı biçim-de davranıyor lar . Uzaydaki eski dünya la r ın İnsan için b i r tehl ike kaynağı oluşturabi leceğini k imse akl ına ge t i rmedi . Ya da, bu dünya la rda haya t bu lunmas ı olanağını ya da ola-sılığını or tadan ka ld ı rma amacıyla kısıtlı olarak düşündü .

O eski gün le r in zihinsel a l ı şkanl ık lar ın ı ş imdi an ımsa-mak gar ip geliyor insana. Dünyamız insanlar ı , Mars ' ta an-cak kendi ler inden daha düşük akıl düzeyinde ve oraya gönde-rilecek bir heyeti kabule haz ı r y a r a t ı k l a r b u l u n d u ğ u n u akıl-lar ından geçirdiler . Oysa bizim tek hücrel i ve gelip geçici yara t ık lara bakt ığımız gözle bizlere uzayın Öte k ıy ı l a r ından bakan sevimsiz, soğuk faka t geniş u f u k l u zihinler , y e r k ü r e -ye kıskanç bakış lar ını çevirdiler . Yavaş ama emin ad ımla r -la bizlere karş ı olan p lan la r ım çizdiler.

H. G. Wells ' in 1897 yı l ında yazdığı ve k las ik leşen Dünya la -rın Savaşı (The W a r of the Wor lds) adlı k u r g u b i l i m k i t ab ında -ki şu ilk sat ı r lar ın insanoğlu üzer inde yapt ığ ı e tk is in i g ü n ü m ü -ze dek sü rdü rmek ted i r (*). Ta r ih boyunca , y e r k ü r e m i z i n dışın-da hayat varolabileceği korkusu ya da u m u d u sürege lmiş t i r . Son yüzyıldır bu çağrı gecenin ka ran l ık göğiındeki bir k ı rmız ı noktaya yönelmiştir . Dünya la r ın Savaşı k i tab ın ın y a y ı n l a n m a -sından üç yıl önce Perc iva l Lowel ad ında Boston' lu b i r in in kur -

(*) 1938 yılında Orson W«lles'in bu kitaptan radyoya uyguladığı oyunda, Mars'lıtarın yeryüzünü işgale İngiltere'den başlayıp Amerika Birleşik Devletlerime uzandıkları söylenince, savaş ha-vasının gerginliği içinde bulunan ABD'de milyonlarca insan Marslıların gerçekten saldırıya geçtikleri düşüncesiyle paniğe kapüdı.

— 134 —

duğu büyük bir gözlemevi, Mars gezegeninde hayat olduğu sa-vının en büyük destek gördüğü merkeze dönüştü. Gençliğinde amatör bir astronom olan Lowell, Harvard 'da okuduktan sonra Kore'de yar ı resmi diplomat görevi üstlenmişti. Bunun dışında yaptıkları genellikle zenginlerin uğraşları arasına giren işlerdi. 1916 yılında Öldü. Fakat ölümünden Önceki çalışmalarıyla doğa ve gezegenlerin evr imine ilişkin bilgilerimize, evrenin genleşti-ği varsayımına ve kesin biçimde de Pluto gezegeninin keşfine katkılarda bulunmuştu. Zaten bu gezegene Pluto denilmesi onun adından kaynaklanmaktadır . Pluto sözcüğünün ilk iki harfi , Percival Lowell ' in isim ve soyadının başharflerinin biraraya gel-mesinden oluşturulmuştur .

Lowell ' in yaşamı boyunca tu tkun olduğu konu Mars geze-geniydi. 1877 yılında İtalyan astronomu Giovanni Schiaparelli '-nin Mars gezegeninde karal ' lar görüldüğünü söylemesi Loıvell'i etkilemiştir. Mars'ın yerküremize yakınlaştığı bir dönemde Schiapareili gezegenin aydınlık yanlarında birbiriyle kesişen tek ve çift çizgili kanal 'lar gördüğünü bildirmişti. İtalyancada caanali sözcüğü oluk anlamına gelir. Fakat haber yayılır yayıl-maz İngilizceye hemen canals (kanallar) olarak çevrilmişti. Ka-nal yapımıysa o gezegende akılla donatılmış varlıkların buluna-bileceği varsayımına yol açmıştı. Böylece Avrupa kıtasıyla Bir-leşik Amerika'yı bir Mars tutkusu kaplamıştı. Lowelt de bu tut-ku dalgalarına kapıldı.

1892 yılında görme duyusu zayıflayan Schiapareili, Mars ge-zegenini gözlemeyi art ık bıraktığını açıklayınca, Lowell bu işi sürdürmek istedi, Lowell birinci sınıf bir gözlem yeri bulmaya çalıştı. Bulut lar ın ve kent ışıklarının rahatsız etmeyeceği «iyi görüş» olanakları sağlayan bir yer olmalıydı burası. Ona göre «iyi görüş» teleskoptaki bir astronomi cisminin parıltısını asga-ri düzeye indirecek bir atmosfer ortamıydı. Teleskopun hemen ötesindeki atmosferde en ufak bir çalkantı «kötü görüş» tanımı-na girerdi. Çünkü böyle bir or tam yıldızların göz kırpmasına

— 137 —

olanak verirdi (*). Aı izona 'da k u r d u ğ u gözlemevinde Lowell , Mars gezegeninin kanal la r ı başta olmak üzere yüzeyini incele-yip durdu. Mars ' ı gözlemek için sabah ın e rken saa t le r inde teles-kopun başına geçip saatler boyu ince lemek gerek i r . Genel l ikle gorüniü açık seçik değildir, çoğu zaman bulan ı r ve çarp ık gelir . Bu gibi du rumla rda gezegendeki gö rün tüyü , z ihn in izden s ü m e k zorundasınız. Pek enderdir g ö r ü n t ü n ü n net leşmesi . Böylesine ende anlarda gezegen bir an için gözünüzün önünde bel i r i r ve bıraktığı muhteşem izlenimle geçip gider . Z ihnin izde kesin b i r biçimde yer eden g ö r ü n t ü y ü an l a tmak üzere kâğıda geç i rmek görevi o zaman baş lamış t ı r işte. Bu konudaki Önyargılar ınızı b i r kenara İtip zihin açıklığıyla Mars ' ın gizlerini a n l a t m a y a koyul-malısınız.

Perc ival Lowell ' İn not def ter ler i , gö rdüğü kanıs ına va rd ığ ı şeylerle d o l u : Aydınl ık ve koyu bölgeler, t a k k e benzer i b i r k u -t u p bölgesi, kana l la r ve genel l ikle kana l la r la bezenmiş b i r geze-gen. Lowell k u t u p t akke le r inden e r iy ip ekva tor bölgesinin susa-mış kentl i ler ine su taş ıyan ka rmaş ık bir k a n a l şebekesine sah ip bir gezegen gördüğüne inanıyordu. Mars ' t a bizim insan neslin-den belki değişik a m a daha akıllı ve yara t ı l ı ş kökler i çok daha eskilere uzanan kişi lerin yaşadığı inancmdaydı . Gezegen in koyu renkli hölgelerindeki mevsiml ik değişikl ikleri b i tk i b ü y ü m e s i ve çürümesine bağl ıyordu. M a r s gezegenin in d ü n y a m ı z a çok benzer olduğuna inanıyordu. Faz laca inanmış t ı diyebil ir iz , so-nuçta.

Lowell, Mars'ı yaşlı, k u r a k ve çölleşmiş b i r d ü n y a o la rak canlandır ıyordu gözünün önünde . Asl ında Mars, gezegenimize benzeyen bi r çöl gö rünümünded i r . LoweH'in Mars ' ında g ü n e y b a t ı

(*) Isaac Newtt>n, «Eğer teleskop yapımına ilişkin kuram uygulama-ya tam olarak aktarılsa bile, yine öe teleskopun belirli sınırların ötesinde fazla işe yaramayacağını, çünkü yıldızları gözlemek için baktığımız havanın sürekli titreşim halinde bulunduğunu...» ya-zıyordu.

— 136 —

ABD'ye benzeyen or tak yanlar vardı . Kurduğu laboratuar da ABD'nin bu bölgesindeydi. Mars ' ta ısı derecesinin soğuk sayıla-bileceğini kabul e tmekle birl ikte, yine de İngil tere 'nin güney bölgesi kadar yaşamaya uygun bir or tam sağlayabileceği kanısı-nı taşıyordu, LoweIl 'e göre Mars ' ın atmosferi oksijen bakımın-dan fazla zengin olmasa da &oluk almaya yetecek oksijen vardı . Su kıttı fakat göze hoş gelen kanal lar şebekesi gezegenin he r bölgesine haya t veren bu sıvıyı taşıyordu.

Ger iye bakıldığında Lowell ' in f ikir ler ine bugün için en cid-di eleştiriyi o luş turan itiraz, t ahmin edilmesi zor bir kaynak tan geldi. Doğal ayıklama yoluyla evr im düşüncesinin ortakların-dan olan Alf red Russel Wallace'ın 1907 yılında Lowell ' in kitap-lar ından birini incelemesi istendi. Gençliğinde mühendisl ik ya-pan Alf red Russel Wallace, duyu - ötesi algılama gibi konularda inançlı olmasına karşın Mars ' ın yaşanabil ir bir ye r olabileceği noktasında takdire değer kuşkular besliyordu. Mars ' ın or ta lama ısı derecesi konusunda Lowell ' in yapt ığı hesaplarda yanılgıya düş tüğünü or taya koydu Wallace. İngil tere 'nin güney bölgesi gi-bi ı l ıman i lüime sahip bu lunmayıp birkaç bölge dışında, s ıf ır ın al-t ındaki soğukluk derecelerinde olduğunu belirtti . Yüzeyin alt ında sürekli donmuş yer ler bulunabileceği ve oksi jenin Lowell ' in he-sapladığından yetersiz olabileceği sonucuna vardı . Wallace'a gö-re, Mars, Ay kadar çok k r a t e rü olabilirdi. Kanal lardaki su du-r u m u n a ge l ince :

Varlığı iddia edilen suyun, böylesi bir çöl bölgesinden ve Lowell ' in belirt t iği gibi, böylesine bulutsuz bir gök al-t ındaki yerden, kanal lar aracılığıyla gezegenin ekvatorun-dan karşı ta raf ına ulaş t ı rmak, akıllı insanların değil çıldır-mı ş insanlar ın eseri olabilirdi. Şundan kesinlikle söz edebi-liriz ki, kaynağın yalnızca 100 km. Ötesine bile buharlaş--m a k t a n ku r tu lmuş olarak ulaşabilecek bir su damlasına ras t lanmaz.

— 137 —

Geniş çapta doğru ve Lowell'İtı görüşlerine darbe indiren bu fiziksel çözümlemeyi Wallace yaşamının seksen dördüncü yılında ortaya koymuştu, Mars gezegeninde hayat bulunmasının olanaksızlığına işaret eden Wallace'm «hayat»tan kastettiği, ora-da hidrolik sorunlara eğilmiş mühendis ler bulunamayacağıydı . Mikro - organizmalar konusunda bir f ikir öne sürmedi .

Wallace'm bulgusuna, LoweH'inki kadar iyi ve teleskoplu gözlemevlerinde görev alan astronomların da efsaneleşen ka-nalların izine rast lamayışlarına karşın, Lowell ' in canlandırdı-ğı Mars görüntüsü haîkoyunda çekicilik kazandı. Yaratı l ışın dinsel açıklaması kadar efsaneleşti bu f ikir de. Böyle bir düşün-cenin yaygınlık kazanmasında XIX. yüzyıl ın Süveyş, Koren t , Panama kanalları gibi kanalların açılışı dahil olmak üzere, mü-hendislik alanında mucizelerin yarat ı lmasının da rolü vardı . Av-rupalılar ve Amerikal ı lar böyle mucizeler yaratabi l iyorlarsa, Mars'lılar neden yara tamasmlard ı? Kızıl renkli gezegenin ku-rumasına karşı cesaretle savaşım veren daha akıllı bir ya ra t ık türü olamaz mıydı?

Şimdi Mars gezegeni çevresinde dolaşan gözlemci uydu la r göndermiş bulunuyoruz. Tüm gezegenin hari tası çıkarıldı. Yüze-yine otomatik olarak çalışan labora tuvar lar indirdik. Ne var ki, Lawell'in günler inden bu yana Mars ' ın gizleri daha da ar t t ı . Bu-nunla birlikte Lowell ' in hiçbir zaman görme olanağına kavuşa-madığı ayrıntıl ı resimlerde ne kanal şebekesine, ne de tek b i r kanala rastlamış değiliz. Lowell ve Schiapareil i , zor görüş ko-şulları altında yaptıkları gözlemlerle yanlış sonuçlara varmışlar-dı; bu yanılgıya Mars gezegeninde hayat olduğu yolundaki ön-yargının yol açması da olasıdır.

Percival Lowell'in not def ter ler i yı l lar boyu teleskop başın-da harcanmış çabalan ortaya koyuyor. Lowell ' in notlarını oku-yunca, onun herhalde bir şeyler görmüş olduğu kanısına var ı -yorum ve bu düşünce beni huzursuz ediyor. Hiç kuşkusuz b i r şeyler gördü ama acaba neydi diye merak ediyorum.

Cornell Üniversitesinden Paul Fox'la bir l ikte Lowel l ' in

— 138 —

Mars haritasını ve Mariner 9'un gönderdiği resimlerden oluşan hari tayı karşılaştırdığımızda, aralarında hiçbir ilinti kuramadık.

Mars kanalları, zor görüş koşullan altındaki iıısan gözünün, elinin ve beyninin birarada yanlış çalışmasının sonucu olabilir. (Daha doğrusu, bazı insanların demek gerekir, çünkü Eoıyell'in zamanında ya da daha sonra onunki kadar iyi aygıtlarda gözlem yapan birçok astronom herhangi bir kanal görmediklerini iddia ettiler.) Faka t bu durum her şeyi açıklamaya yetmez ve Mars kanalları sorununun önemli bir yanının çözümlenmemiş olarak kaldığı yolunda zihnimi kurcalayan bir kuşkuya sahibim. Lo-well kanalların düzgünlüğünü, bunların akıllı insanların işi ol-duğuna şaşmaz bir belirti saydığım her zaman söylemiştir. Bu kesinlikle doğrudur. Fakat çözümlenmeyen sorun, akıllı insanın teleskopun hangi yanında, o taraf ta mı, bu taraf ta mı, bulundu-ğudur .

Lowell ' in Mars'l ı ları iyi ve umut kaynağı, hatta biraz da tanr ı benzeri yaratıklardı . Weîls*in ve Wel3es'in Dünyalıların Savaşı 'ndaki kötü niyetli yaratıklarsa LoweIl'inkine benzeme-mektedir . H e r iki görüş de halkoyuna gazetelerin pazar ilavele-ri ve kurgubil im kitaplarıyla aktarıldı.

LoweH'm Mars gezegenine ve efsaneleşmiş kanallara ilişkin olarak edindiği izlenimler iflasa uğramış olsa da, bu gezegenin görüntüsünü vermeye çalışmasının şu erdemli yararı oldu : Kendim de dahil olmak üzere, sekiz yaşındaki çocuk kuşakların-da gezegenlerin keşfinin gerçek olabileceği düşüncesini uyandı-ra rak Mars'a günün birinde yolculuk edip edemeyeceğimiz me-rak ına yol açtı.

Organizmalar gibi, makinelerin de kendi evrimleri vardır . Roket, onu ilk ateşleyen ba ru t tozu gibi, Çin'de ortaya çıktı. Çin'-de roket eskiden törenlerde ve estetik amaçlarla kullanılırdı. XIV. yüzyılda Çin'den Avrupa 'ya getirilen roket savaş alanına aktarı ldı ve XIX. yüzyıl sonlarına doğru Rusya'da bir okul öğ-re tmeni olan Konstantin Tsiolkovsky tarafından gezegenler arasında taşımacılık için düşünüldü. Çok yüksekteki uçuşlarda

— 139 —

kullanılmak üzere ciddi biçimde yapımı B. Amerikalı bilgin Ro-bert Goddard tarafından geliştirildi. İkinci Dünya Savaşının Al-man V - 2 askeri roketi, Goddard'm bu alandaki çalışma sonuç-larının hemen tümünden yarar lanarak oluştu. 1948 yılında da c tarihe dek çıkılmamış bir yükseklik olan 400 km. yükseğe, iki kademeli V - 2/VVAC Corporal aracı fırlatıldı. 1950'lerle Sov-ye 'er Birliği'nde Sergei Korolov ve ABD'de Wernher von Braur.'un mühendislik alanında sağladığı aşamalar, kitlesel im-ha silahlan fırlatıcıları olarak ilgi görerek, ilk yapay uydular ın ortaya çıkmasına neden oldular. Bundan sonraki gelişim çok hızlı oldu : Dünya yörüngesine insan yerleştirmek, Ay'a İnsan göndermek, dış güneş sistemindeki gezegenlere insansız araç-lar fırlatmak. Şu anda uzaya uydu f ır latan başka ülkeler de var. İngiltere. Fransa, Kanada, Japonya ve Çin (roketi ilk kez bulan toplum) bu ülkeler arasında.

Tsiolkovsky'nin ve Goddard'm (Goddard genç yaşta Wells'i okumuş ve Percival Lowell ' in konferanslar ından etkilenmişti) düşlemekten zevk aldıkları uzay roketinin ilk uygulama alanla-rı, yeryüzünün çok yükseklerdeki bir bilimsel istasyondan iz-lenmesi ve Mars gezegeninde hayat olup olmadığının araştırı l-ması oldu. Şimdi art ık bu her iki rüya da gerçekleştirilmiş bu-lunuyor.

Kendinizi başka bir gezegenden dünyaya geliyor düşününüz. Aklınızda da herhangi bir önyargı bulunmasın. Gezegene yak-laştıkça gezegenin görüntüsü netleşecek ve giderek ayr ınt ı lar artacak. Gezegen üzerinde insan yaşıyor mu? Hangi andan iti-baren buna karar verebilirsiniz acaba? Eğer bu gezegende akıl* h canlılar varsa, yapılar da bulunması gerekir . Birkaç kilomet-re boyutundaki bölümlerinin uzaktan göze çarpması olağandır. Fakat bu yapıları gördüğümüz anda, yeryüzünde henüz insan-dan belirti yoktur. Adı Washington, N e w York, Boston, Mosko-va, Londra, Paris, Berlin, Tokyo ve Pekin olan yer lerde haya t belirtisi daha görülmez. Gezegende akıl sahibi yarat ıklar bulun-sa da, yeryüzünün birkaç kilometre uzaktan görülebilecek ka-

— 140 —

dar değiştiri lmiş ve geometr ik biçimlere dönüş türü lmüş olması sÖzkûnusu değildir.

Görüş mesafesi yakınlaşıp yüz metreye inince du rum deği-şir. Yeryüzündeki birçok ye r birden kristalleşir, kare, dikdört-gen şekiller toplamıyla düz ve yuvar lak çizgiler belirir . Bunla r hiç kuşkusuz akıllı yara t ık lar ın meydana get irdikleri yapı la r -dır : Yollar, karayolları , kanal lar , ç i f t l ik le r - Euklid' in geometr ik şekillerine ve toprağa karşı olan insan sevgisi karışımının yapı t-ları. Bu mesafeden Boston'da, Washington'da ve N e w York ' ta akıllı ya ra t ık eserleri farkedi l i r . Mesafe on met reye düşünce, ye ryüzünün nasıl bir işçilikten geçirildiği gerçekten anlaşılır. Gündüz gözüyle görüş mesafesi bir metreye kadar inince, o za-man ilk kez teker teker organizmalar f a r k ede r i z : Balina, inek, f lamingo, insan.

Yeryüzünde, aklın izi, önce yapılar ın geometr ik düzgünlü-ğünde gösterir kendini . Lowell ' in kanal şebekesi gerçekten var-obaydı , Mars ' ta da akıllı yara t ık lar ın yaşadığı f ikr i çekiciliğini korurdu . Mars ' ın yüzeyinde haya t olup olmadığını fotoğraf la sap tamak için (bu fo toğraf lar Mars ' ın yörüngesinden gönderil-miş olsa bile) yüzeyinin bir işçilikten geçtiğinin saptanması ge-rekir . Teknik uygarl ıklar ın , kanal döşeyicilerinin f a rk edilmesi kolaydır. Faka t şaşırtıcı bir iki görüntüden başka Mars geze-geninin yüzeyine ilişkin olarak insansız uydula rdan gönderilen sayısız a y r m t ı h fo toğraf ta böyle b i r ize rast lanamıyor. Bununla birl ikte, ne bugün ne de dün haya t bu lunmayan bir gezegen-den, dev ağaçlar ve hayvanla r la dolu olan ya da mikroorganiz-ma ve Ölmüş hayat şekilleri bu lunan bir gezegene dek nice ola-sıl ıklar sözkonusudur. Mars Güneş 'e, yerküremizin Güneş 'e mesafes inden daha uzak o lduğundan ısı derecesi çok daha dü-şüktür , îçinde çokça karbondioksi t bu lunan havasında çok az mik ta rda su buhar ı , oksi jen ve ozon bu lundurur . Ni t ro jen mole-kül ler iyle argon da vardır . Sıvı d u r u m u n d a suya ras t lanamaz, çünkü Mars ' taki a tmosfer basıncı soğuk suyun bile çabucak kay-namasını Önleyemeyecek kadar düşük tür . Gezegen toprağındaki

_ 141 __

deliklerde ve damarlarda küçük miktarda sıvı su bulunabil i r . Oksijen bir insanın soluk almasına yetmeyecek kadar azdır. Ozon yoğunluğu öylesine incedir ki, Güneş' in mikrop öldürücü morötesi ışını Mars'ın yüzeyine hiçbir engel tan ımadan ulaşır. Böyle bir or tamda herhangi bir organizma yaşayabil ir mi?

Bu soruya cevap bulabilmek için birkaç yıl önce arkadaşla-rımla birlikte Mars gezegeninin sözünü ettiğimiz or tamını için-de yaratt ığımız kavanozlara başvurduk. Bu kavanozlara yerleş-tirdiğimiz yeryüzü mikroorganizmalar ının yaşayıp yaşamayaca-ğına baktık. Bunlara Mars Kavanozlar ı adını verdik. Mars Ka-va nozlarındaki oksijensiz ve genellikle karbondioksit ve nitro» jenden oluşan atmosferde ısı t ıpkı Mars gezegeninde olduğu gi-bi Öğlenleyin sıfır donma derecesinin az üs tünde bir dereceyle şafak vakti -80°C arasında değişti. Morötesi ampul ler güneşin vahşi sıcağını sağladı. Birkaç kum tanesini ıslatması için konan çok ince tabaka dışında sıvı su bu lunduru lmuyordu . Mikroplar-dan bazıları daha ilk gecesinde donarak Öldüler. Bazıları oksi-jensizlikten, bazıları susuzluktan ö ldü le r . Bazılarını da moröte-si ışın kavurdu. Faka t oksijene gereks inme duymayan birçok t ü r yeryüzü mikrobuna he r zaman rastlanır . Bu türden olanlar, ısı çok düşünce kepenklerini bir süre için kapadılar . Yine bu tür-ler ince kum tabakalar ı ya da taşlar a l t ında kendi ler ini moröte-si ışından korudular. Başka deneylerde, az mik ta rda sıvı su bu-lundurulduğunda mikroplar bayağı boy at t ı lar . Yeryüzü mik-ropları Mars ortamında yaşamlar ını sürdürebi ld ikler ine göre, Mars'ta da mikroplar varsa var l ık lar ım haydi haydi sürdürebi l i r -ler. Fakat her şeyden önce oraya ulaşabilmemiz gerekir .

Sovyetler Birliği içinde insan bu lunmayan uydular la geze-gen keşfi programını ateşli bir biçimde sü rdürüyor . Gezegen-lerin değişen yerleri ve Kepler ' le Newton 'un fizik yasaları , Mars'a ya da Venüs'e her yıl veya he r iki yılda bir asgari yakı t harcamasıyla uydu atma olanağı vermektedi r . 1960'lardan bu ya-na Sovyetler Birliği bu f ırsat lardan pek azını kaçırmışt ır . Sov-ye t le r in ısrarlı tu tumu ve mühendislik yetenekler i sonuçta har-

— 142 —

canan çabaların karşılığını verdi. Baş Sovyet uzay aracı -Ve-nera 8'den 12'ye dek- Venüs'e indi ve gezegen yüzeyinden ba-şarıyla bilgi gönderdiler. Öylesine sıcak, yoğun ve madde aşın-dırıcı bir gezegen atmosferinde böyle bir işlev görmek az iş de-ğildir. Buna karşılık Sovyetler Birliği birçok girişime karşın Mars'a hiçbir aracını başarıyla indiremedi. Oysa Mars, soğuk ve az yoğun atmosferi, fazla babis olmayan gazlarıyla ilk bakışta daha konuksever görünüyor. K u t u p lakkeleriyle, açık pembe gokleriyle, yüksek kum birikintilerlyle, eski ırmak yataklarıyla ve bildiğimiz kadarıyla, güneş sisteminde en büyük volkanik ya-pıyı oluşturan geniş vadisiyle ve de ekvatorundaki ılık yaz öğ-le de nson rai arıyla Venüs'e kıyasla çok daha fazla yeryüzüne benzeyen bir yerdir,

1971 yılında Sovyetler ' in Mars - 3 adlı uzay aracı Mars ' ın atmosferine dalmıştı. Otomatik olarak radyoyla verdiği bilgiye-göre, iniş sistemlerini başarıyla kullandı ve inişinin son bölü-münde fren işlevi gören roketlerini çalıştırdı. Mars - 3 verdiği haberlere göre, başarılı bir iniş yapmış olmalıydı. Fakat indik-ten sonra uzay aracı yerküremize yirmi saniye süren televiz-yon görüntülerinin (hiçbir şey görünmüyordu) ardından yayı-nını esrarengiz biçimde kesti. 1973 yılında da M a r s - 6 aracıyla benzer olaylar dizisine tanık olundu. Bu kez televizyon görüntü-sü, araç gezegene indikten bir saniye sonra kesildi. Acaba ne aksilik olmuştu?

Mars - 3'e ait gördüğüm ilk resim bir Sovyet pulu üzerin-deydi. Uzay aracının mor renk bir çamura inişi gösteriliyordu. Sanatçı, sanırım, toz bulutları ve büyük bir hızla esen rüzgâr lar resmetmek istemiş olmalı. Çünkü Mars - 3 gezegen çapında bir toz fırt ınası sırasında Mars' ın atmosferine girmişti . Amerikan. U.S. Mariner - 9 aracından gönderilen verilerden gezegen yüze-yini yalayan, saniyede 140 met reden süratli -Mars'ta ses hızı-nın yarısından süratli- rüzgârların o f ı r t ınaya neden olduğunu biliyoruz. Bu rüzgâr çıktığında Mars - 3'iin paraşütü açıktı. Bu nedenle dikey olarak yumuşak iniş yapmasına rüzgârlar yar-

— 143 —

dım etmiştir, fakat yatay yönde tehlikeli bir hızla sürüklenmiş-tir. Büyük bir paraşüte bağlı olarak iniş yapan bir U2ay aracı, •özellikle yatay yöndeki rüzgârların tehlikesi altındadır, iniş ten sonra Mars -3 birkaç sıçrayışın ardından yüzeydeki bir kaya parçasına çarpıp devrilmiş ve taşıyıcı «O'obüssle radyo bağlan-tısını kaybederek başarısızlığa uğramıştır .

Peki ama neden Mars - 3 bir büyük toz fırt ınasına girmişti? Mars-3 f ır latı lmadan Önce görevi kesin çizgilerle önceden sap-tanmıştı. Atacağı her adım, yeryüzünden ayrı lmadan önce ara-•ca yerleştirilen bilgisayara kaydedilmişti. Bilgisayar programı-nı değiştirme olanağı yoktu. Uzay keşfi l i teratüründe Mars - 3'ün görevi ^önceden Programlanmış» olarak bilinir. Programın du-ruma göre değiştirilmesi m ü m k ü n değildi, Mars - 6'mn başarı-sızlığıysa daha da esrarlı. Bu araç Mars' ın atmosferine girdiği zaman gezegen çapında bîr f ı r t ına yoklu. Bazen iniş yer inde rastlanan bölgesel f ır t ına da sozkonusu değildi. Belki de iniş anında mühendislik hatası yüzünden başarısızlığa uğradı. Ya da belki Mars gezegeni yüzeyinde özellikle tehlike taşıyan bir şey vardır.

Sovyet uzay araçlarının Venüs'e iniş yapma başarılarıyla Mars'a iniş yapma başarısızlıkları, bizim göndermek istediğimiz Viking'ler konusunda ister istemez kuşku yara t t ı içimizde. Vi-king'lerin ilkini 4 Temmuz 1976 tarihinde ABD'niıı kuruluşu-nun 200. yıldönümünde Mars yüzeyine indirmek istiyorduk. Sovyet araçlarında olduğu gibi, Viking'in iniş manevrası için de ısıdan koruyucu bir kalkan, bir paraşüt ve geriye itışli roketler bulunuyordu. Mars atmosferi yerküremiz atmosferinin ancak yüzde l ' i oranında bir yoğunlukta olduğundan, aracın, Mars'ın ince yapılı atmosferinden geçerken yavaşlatılmasını sağlamak üzere on sekiz metre çapında çok büyük bir paraşüt kullanıldı Atmosfer yoğun olmadığından Vİking yüksek bir yere iniş ya_ pacak olsa, fren hareketini sağlayacak yeterli atmosfer bulamaz parçalanırdı. Bu yüzden, alçak bir bölgeye inmesi gerekiyordu' Mariner - 9'un sonuçlarından ve yeryüzündeki radar çalışmala

— 144 —

r ından böylesi birçok bölge Olduğunu bilmekteydik. Mars - 3'ün akibetine uğramamak için Viking'in rüzgâr ın

çok esmediği bir zamanda ve yerde inişe geçmesini tasarlıyor-duk. Mars ' ın yüzeyinde toz kaldırabilecek kuvvet teki rüzgârla-r ın iniş aracını parçalayabileceği düşünülmüştü . İniş için seçi-len bölgenin tozu kolay kalkan bir yer olmamasına özen göste-rince, rüzgâr tehlikesini azaltabilirdik. İniş aracının Mars ' ın at-mosfer ine kadar yörünge aracı eşliğinde girmesinin nedeni bu-dur. Yörünge aracı iniş bölgesinin özelliklerinden emin olma-, dıkça iniş aracını salıvermeyecekti . Mar iner - 0 çalışmalarından öğrenmiştik ki, süratl i rüzgâr dönemler inde Mars yüzeyinin ko-yu ve açık renkler i değişikliğe uğruyor . Yörünge aracının fotoğ-raf lar ı olumsuz olsaydı, Mars yüzeyine iniş garantisi veremez-dik. Faka t garant in in de yüzde yüz olması sözkonusu değildi elbet.

Aracımızın sert bir zemine inmesini istemiyorduk. Bir kaya parçasına takıl ıp devrilmesi olasılığı vardı . Fakat fazla yum ıs; k b i r zemine inmesini de istemiyorduk. Ser t zeminden mekanik kol toprak numunesi toplayamazdı; yumuşak zeminde de çakıl ıp kalır, mekan ik kol oradan çıkamazdı.

Viking 2'nin İniş yeri olarak 44° kuzey enlem seçildi Bu böl-gede pek az mik ta rda da olsa "sıvı su bulunması olası! . sozko-nusuydu. Viking'in biyoloji deneyleri sıvı suda gelişebilen or-ganizmalar yönünde olduğundan, bazı bilginler Vîking'in M .rs gezegeninde haya t izine rast lamasının, aracın Cydoı. :. ı "i-len bölgeye inmesiyle m ü m k ü n olacağını söylediler. Bu arada Mars gibi rüzgâr l ı bir gezegende, bir bölgede m i k r o - o : una varsa he r bölgesine taşınmış olabileceği görüşü savunuldu. Vi-k ing l ' in iniş yeri olarak ta 21° kuzey enlem seçildi. Buraya ve-ri len ad Chryse'ydi (Yunanca «Altın Toprak» demekti) .

Viking 2'nin ineceği bölgenin radarla gözlşf&meyeceği, bu nedenle kuzey bölgeye indirildiği takdirde bu rizikonun göze

— 145 — Kozmos : F. 10

•ılınması gerektiği öne sürülüyordu. Viking l ' in istenen yere başarıyla indirilmesi halinde, Viking 2'yi daha rizikolu bir yere indirmenin göze alınabileceği savunuluyordu. Mali t u t a n 1 mil-ya r dolar olan böyle bir uzay deneyi karşısında, öğüt vermekte çekingen davramyordum doğrusu.

Viking'ler için uygun bir iniş alam bulabilmek üzere kara r -laştırılan 4 Temmuz 1976 gününü er te lemek zorunda kaldık. Bu tar ihten tam 16 gün sonra Mars ' ın atmosferine soktuk uzay araç-larını.

Gezegenlerarası bir buçuk yıllık bir yolculuktan ve Güneş ' -in çevresinden dolanmak suretiyle 100 milyon ki lometre gi t t ik-

an sonra, her biri yörüngesel indir ic i /sondaj aracı ç i f t inden oluşan iki Viking, Mars ' ın yörüngesine girdiler. Yörüngesel in-diriciler «aday» İniş bölgeleri incelediler. Sondaj araçları rad-yoyla kumandalı olarak Mars ' ın atmosfer ine girdiler, ısıdan ko-ruyucu kalkanları yönlendirdiler , paraşütleri açtılar, ör tüler i at-tılar ve geri itişli roketleri ateşlediler. İnsanlık tar ih inde ilk kez oîmak üzere ıızay araçları Kızıl Gezegenin Chryse ve Utopia bölgelerine indiler. Bu başarılı iniş, araçlar ın dizaynına, yapılışı-• a ve araç yöneticilerinin yeteneklerine dayanıyordu. Mars ' ın ne dr nii tehlikeli ve gizemli bir gezegen olduğu düşünülürse , başarıda talihin de rolü olmuştur diyebiliriz.

Araç, gezegene konar konmaz hemen res im almak istiyor-duk. Viking l 'in gönderdiği ilk resimler kendi ayak tabanlar ına aitti. Mars'ın batak kumlar ına gömülebil ir korkusuyla bir an önce resmini almak istiyorduk. Resmin yavaş yavaş ve çizgi çiz-gi ekranlara çıktığmı gördük. Karşımıza, aracın Mars yüzeyine konan ayak tabanının kocaman bir resmi çıktı. Az sonra daha başka fotoğraflar da gelmeye başladı.

Sondaj aracının gönderdiği ilk resimler arasında Mars ge-zegeninin ufkunu görüntüleyen resim gelince hayre t t en dona-kaldığımı anunsıyoTum. Bu hiç de yabancı bir dünya değildi.

— 146 —

Bizim Colorado, Arizona ve Nevada'da buna benzer bölgeler vardı. Kayalar ve savrulmuş kum yığınları görülüyor, yeryü-zündeki herhangi bir manzaraya benzeyen doğal ve yadırgan-mayan bir görünüm sergileniyordu. Bir başka deyişle, Mars'ta işte burası bir yer denecek bir görünüm vardı. Kum birikinti-lerin hemen ardından yüzünü buruşturan bir maden arayıcı-sının katırını sürerek karşımıza çıkması bizi elbet şaşkınlığa uğratırdı, ama yine de bu düşünce ters gelmiyordu insana. Oysa Venüs'ün yüzeyini gösteren Venera 9 ve Venera 10'un gönder-diği görüntülere bakarken, böyle bir düşünce zihnimin ucundan bile geçmedi. Şu ya da bu şekilde, günün birinde, Mars'ın ken-disine döneceğimiz bir dünya oluşturduğunu biliyordum.

Mars yüzeyinin manzarası yalın, kızıl ve sevimliydi : Bir kraterin oluşumu sırasında ufka, bir yere fırlayıp gitmiş kaya parçaları, küçük k u m tepecikleri, uçup giden tozun ör tüp sonra çıplaklaştırdığı kayalar, rüzgârın üfürdüğü son derece incelmiş ve tüy biçimde savrulan zerrecikler.. . Sivri kayalar, gömülmüş kaya parçaları, yerde çokgen oyuklar bulunduğuna göre, geze-genin tarihi acaba ne ola? Kayalar acaba nasıl bir yapıya sa-hip? Onlar da kumun yapısına mı sahip acaba? K u m toz hali-ne gelmiş kaya mı, yoksa başka bir şey mi? Göğün rengi neden pembe? Havasının yapısı nedir? Rüzgârın hızı nedir? Acaba yer sarsıntıları, daha doğru bir deyimle, Mars depremleri oluyor m u ? Mevsimlerin değişmesiyle atmosfer basıncıyla manzaranın görünüşü nasıl değişikliğe uğruyor?

Bütün bu sorulardan her birine Viking kesin ya da akla yakın yanı t lar sağladı, Viking girişimlerinin sonunda Mars'ın yüzünden çıkarılan ö r tünün altındaki bilgiler büyük değer ta-şımaktadır , Özellikle iniş yeri olarak garant i açısından çok ilginç saymad]ğımız yerlerin seçildiği hesaba katılırsa. Ne var ki, Vi-king kameralar ı kanal inşacılart, prensesler ya da savaşçılar, soluk kesen uçak şekilleri görüntüsü nakledemediler. Hat ta bir kaktüs ya da bir fare görüntüsünü bile saptayamadılar. Çünkü

— 147 —

görebildiğimiz kadar ıyla , bir h a y a t belir t isi yoktu O . Ola ki, Mars ' ta haya t şekilleri (büyiik haya t şekil leri) va r -

dır, faka t biz:m araçlar ın indikler i yer lerde yoktu. Belki de he r kayada ve k u m taneciğinde haya t vardır . Yerküremiz ta r ih în in büyük bir bö lümü süresince, suyla kapl ı o lmadığı bölgelerde bu-günkü Mars gezegeni gibi g ö r ü n ü y o r d u ; karbondioksi t i zengin

nîferl ivdi ve ozon tabakas ından yoksun a tmosfe rden sızan morötesi ışık y e r y ü z ü n ü vahşice par ı lda t ıyordu . Y e r y ü z ü n ü bü-yü'-: bi tki lerin ve hayvan la r ın kaplamalar ı , d ü n y a ta r ih in in yal-nızca yüzde 10'luk bîr bö lümünde o lmuştur . Buna kargın ye ryü -zünün her yöresinde 3 mi lya r yıl sürey le mik ro - o rgan izmala r bu lunuyordu . Mars ' ta haya t o lup olmadığını an l amak için mik-rop d u r u m u n u incelemeliyiz.

Viking gezegen - kondusu, insanoğlunun ye tenek le r in i ya -bancı dünyalara nskledebi len b i r a raç t ı r . Bâz ı la r ın ın t akd i r ine göre, bir çekirge kada r akil idir , bazı lar ına göreyse b i r b a k t e r i kadar, Bu k ıyas lamalar ın küçü l tücü bir anlam taşıdığı düşünül» memel id i r . Bir bak te r iy i gel iş t i rebi lmek için doğa yüz milyon-larca yıl uğraş vermiş t i r . Çekirge için de mi lya r l a rca yıl har-camışt ı r , Bu alanda çaba ha r caya rak işi daha iyi k a v r a y a b i l m e k -teyiz. Viking gezegen - kondnsu 'nun bizim iki gözümüze ben-zeyen iki aygıt ı vardı r . Ancak onun gözlen kızılötesi a landa da işe yar ıyor . Bizim g ö z l e r i m i z e bu a landa b i r şey a lgı lamıyor . Kavalar ı i tekleyen, toprağı kazıp n u m u n e l e r alan b i r kolu ve

{*) Chryse bölgesindeki bir kaya parçası üzerinde Marslıların tag ya-zısı olduğu varsayılan alfabenin B harfino benzer bir şey görü-nünce, nmth'ş bir heyecan dalgası sardı ortalığı. Fakat sonradan yapılan bîr inceleme, bunun bir ışık ve gölge oyunu olduğunu, •ayrıca yeryüzü insanlarının şehit seçme eğiliminden ileri geldi-ğini ortaya koyriu. Marjlı ların Latin alfabesini tercih ettikleri-ni düşünmemiz de garip bir gey. Her şeye rağmen, bir an için zihnimde çocukluğumda Mars gezegenine ilişkin olarak kitapla-rını okuduğum Barsoom'un dünyasından bir yankı geldi.

— 148 —

havaya kaldır ıp rüzgâr ın yönünü ve hızını ölçtüğü bir parmağı var; burna ve molekül izlerinin varlığını bizden daha iyi algı-layan biı* tad alma yetisine de sahip. Sonra iç kulak aracılığıyla Mars depremler ine ilişkin gürül tü ler i duyabileceği gibi, uzay aracının rüzgârdan sallanan parçalar ının çıkardığı sesi de duy-maktadı r . Mikrop detektifliği yapma yeteneğiyle donatılmıştır . Sağladığı tüm bilimsel veri leri yeryüzüne radyo aracılığıyla bildirir . Yeryüzünden tal imat da alır. Böylece uzay aracının verdiği bilgiler üzerinde biz insanların düşünüp taşınarak yeni ta l imat vermesini de olanaklı kılar.

Peki , boyutu, mal iyet i ve güç gereksinimi açısından bazı kıs ı t lamalar karşıs ında bulunduğumuza göre, Mars'ta mikrop a ramanın en akılcı yolu nedir acaba? Şimdilik Mars 'a mikro-bıolog gönderemiyoruz. Olağanüstü bir mikrobiolog olan Wolf Vislıniac adında bir arkadaşım vardı. N e w York' t ak i Rochester Üniversi tesinde çalışıyordu. Mars ' ta hayat olup olmadığı konu-sunda araş t ı rma yapmayı 1950'Ierin sonlarına doğru kafaya iyi-ce koyduğumuz sıralarda, adı geçen arkadaşım, mikroorganizma varlığını saptayıcı otomatik ve güveni l i r bir aracın mikrobiyo-loglar t a r a f ından geliştirilmemişinin astronomlarca eleştirildiği bir toplantının içinde bulmuştu kendini. Vishnİac bu alanda bir şeyler yapmaya k a r a r verdi .

Gezegenlere gönderilebilecek bir küçük aygıt geliştirdi. Ar-kadaşları bu aygıta «Wolf Kapanı» (Wolf Trap) adtnı verdiler. Bu tuzak ya da kapan bîr şişeden ibarett i . Şişenin içine besle-yici organik madde konulacak. Mars toprağından bir parçacığın şişedeki sıvıyla kar ışması sağlanacak ve Mars ' taki böceklerin (eğer varsa) büyürken (eğer büyür lerse) sıvının değişen kirli-liği ya da bulanıklığı saptanacaktı . Wolf Kapanı, Mars 'a inecek Viking aracında yapılacak üç ayrı deney aygıt ına ek olarak gön-deri l iyordu. ö t e k i deney yöntemler inden ikisinde Mars 'a yiye-cek gönderilmesi öngörülüyordu. Wolf Kapan ı 'nm başarısı Mars'l ı böceklerin sıvıdan hoşlanması koşuluna bağlıydı. Vishniac 'm sıvısında Mars'lı böceklerin boğulabilecekleri olası-

— 149 —

lığım öne sürenler vardı . Wolf deneyiminin avanta j ı , Mars ' l ı mikropların besin aldıkları sırada nasıl bir davranış gösterecek-lerine bağlı olmayışıydı. Gözlenecek olan tek gelişme, b ü y ü y ü p büvümemeleri noktasında toplanıyordu. Öteki deneylerse, mikrop-ların yiyeceklerini yediklerinde çıkardıkları ve aldıkları gazla-rın türüyle de ilgiliydi. Bu varsayımlar da tahminlere dayan-maktan öte gidemezdi.

N.A.S.A. (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) Amerika Bir-leşik Devletleri 'nin uzay gezegenleri p rogramlar ım yönet i rken, sık sık ve önceden habersiz bütçe kısıntılarıyla karşılaşan bir kuruluş tur . Bütçenin art ır ı lması durumuysa pek enderdir . NA-SA'nnı bilimsel faaliyetini hükümet pek gözetmez. Bu yüzden NASA'dan para kesileceği zaman bunun kurbanı olan bi l imdir çoğu kez. 1971 yılında Mars ' ta girişilecek dört mikrobioloji de-neyinden birinden vazgeçilmesi istendi. Bu yüzden Wolf Kapan ı Viking gezegen - kondusundan tahl iyeye uğradı. Bu kapanı ge-liştirmek için Vishnîac 12 yılmı vermişti . Üzücü bir şey olsa gerek.

Vishnîac'in yerinde başkası olsa, Viking'in Bioloji Heyetİ 'n-den istifa ederdi. Faka t o, bilimsel hedef ler uğrunda sabırla ça-lışan sakin bir insandı. Mars gezegeninde haya t olup olmadığı-nı araştırabilmenin en iyi yolu olarak ye ryüzünün Mars 'a en çok benzeyen yörelerinde, Güney K u t b u n u n k u r u vadilerinde çalışmayı seçti. Daha önce bazı araşt ı rmacı lar Güney K u t u p toprağını incelemişler ve bulabildikleri b i rkaç mikrobun k u r u vadi asıllı olmadıklarını, başka ve daha yumuşak çevre lerden oraya savrulduklarını belirlemişlerdi. Mars Kavanozlar ını an ım-sayan Vishniac yaşamın sert koşullarım gözönlinde bu lundura -rak Güney K u t b u n u n mikrobiolojiye uygun bir o r tam oluştur-duğunu düşündü. Yeryüzü böcekleri Mars ' ta yaşayabil i r diye düşünülüyorsa, Mars ' tan daha sıcak, daha sulu, daha oksijenli ve çok daha az morötesi ışınlı k u t u p or tamında neden yaşama-smdı? Güney Kutbunda, Güney K u t u p asıllı mikroplar ın bu lun-madığı varsayımına dayanan deney tekniğini hatal ı gördü.

— 150 —

Böylece 8 Kasım 1973 tar ihinde Vishuiac, küçücük mikrobi-oloji aygıtını yanına alıp jeolog arkadaşıyla birlikte helikopter-le Asgard 'daki Balder Dağı yakınlar ına gittiler. Amacı Antar-t ika toprağına küçük mikrobioioji istasyonları yerleşt irmek ve b i r ay sonra dönerek istasyonlardaki sonuçları saptamaktı . 10 Aralık 1973 günü Balder Dağından ni imuneler toplamak için hareke t etti . Hareke t edişi üç kilometre uzaktan fotoğraf çekile-rek saptandı, O günden sonra onu bir daha gören olmadı. Hare-ket inden on sekiz saat sonra cesedi bir buzdağının eteklerinde bulundu. Daha önce keşfedilmedik bir bölgeye dalmış, buzda kaymış ve 150 met re kadar sürüklenmişe benziyordu. Belki gö-zü bir yere takılmıştı . Ne bileyim, bir mikrop konağı falan. Ya da bir avuç yeşilliğe takılmıştı gözü. Bura larda olağandışı bir gö rünümdü yeşil. Ne olduğunu kesin olarak hiçbir zaman bile-meyeceğiz. O gün beraberindeki not def te r ine son yazısında şöyle d i y o r d u : «202 sayılı istasyonu buldum. 10 Aral ık 1973. Saa t 22.30. Toprağın ısı derecesi -10°. Havanın ısı derecesi -16°.» Mars gezegeninin tipik bir yaz günü ısısıydı.

Vishniac' ın mikrobioioji is tasyonlarından çoğu hâlâ Antar -t ika 'da yerleşmiş durumdadı r . Oralardan geri getiri len nümune-ler Vishniac'ın yöntemleriyle ve onun mesai arkadaşlar ı tara-f ından incelendiler. Klasik t a rama yöntemleriyle farkedilemeye-cek birçok mikrop t ü l ü n e incelenen hemen her bölgede rast lan-mış bulunuyor . Onun bıraktığı nümunelerden yalnızca Güney K u t b u n a özgü sayılan yeni maya tür ler i Vishniac'ın karısı tara-f ından bulundu, Antar t ika 'daki o seferden gori getirilen ve Im-re F r i edman ta ra f ından incelenen büyükçe kayaların içi, şaşır-tıcı bir mikrobioioj i kaynağı olarak gözüktüler . Kayalar ın bir iki mi l imet re içini kaplayan yosunlar küçücük bîr dünyaya sa-h ip çıkmışlar ve bu raya kıstırı lan su sıvıya dönüş türü lmüştü . Mars ' ta böyle bir durum daha da ilginç olurdu, çünkü fotosen-tez içm gerekli gözle görülür ışık o derinliğe sızar ve mikrop Öldürücü morötesi ışık hiç olmazsa kısmen hafif lerdi .

Uzay gir iş imlerinin amaçları, araçlar f ı r lat ı lmadan birkaç

— 151 —

yıl önce saplanıp çerçevesi çizildiğinden ve Vishniac 'm da ölü-mü yüzünden, Antar t ika deneylerinin sonuçları Mars ' ta haya t arama konusundaki Viking hedefinde herhangi bir değişikliğe yol açmadı.

Viking gezegen - konduîarmdan her bir inde Mars gezegeni-nin yüzeyinden malzeme numunesi toplayacak bir kol vardır . Bu kol topladığı malzemeyi yavaşça aracın içine çeker, parça-cıkları beş ayrı deney için küçük bölmelere yerleşt ir ir . Bu de-neylerden biri, toprağın inorganik kimya yapısını; bir diğeri, kumun ve tozun organik moleküllerini ; Öteki üçü de, mikropla-r ın yaşamını inceler. Bir gezegende hayat olup olmadığını anla-mak için bazı varsayımlara dayanırız. Her şeyden önce gezege-nimizden başka yerlerde hayat ın bizdeki gibi olmadığını düşü-nürüz. Fakat böyle bir düşüncenin de sınırı vardır . Ayrınt ı l ı bi-çimde bildiğimiz hayat şekli, sonuçta gezegenimizdeki haya t şeklidir. Viking'in bioloji deneyleri girişilmiş ilk önemli çabalar-dır. Mars ' ta haya t olup olmayışına ilişkin söylenmiş son söz de-ğildir. Sonuçlar kâh sürükleyici, kâh sıkıcı, kâh zihin açıcı ve ufuk genişletici olmuşsa da, pek yakın bir zamana kadar kesin-likten uzak kalmışlardır,

Mikrobioloji deneylerinden üçü de değişik sorular sormak-taydı, fakat her üçünün de or tak sorunu Mars gezegenindeki metabolizmaya üişkindi. Eğer Mars toprağında m i k r o - organiz-malar varsa, besin alıp gaz ç ıkarmalar ı ya da a tmosferden gaz alıp (belki de güneş ışığı yardımıyla) onları yarar l ı maddeye çevirmeleri sözkonusu olacaktır. Bu nedenle Mars 'a yiyecek gön-deriyoruz. Ve Mars l ı l a r ın (eğer oradalarsa) bu besinlerin ta-dım beğenmelerini u m u t ediyoruz. Sonra da topraktan i lginç gazlar çıkıp çıkmayacağına bakacağız. Ya da bizim radyoaktif yoldan etiketlediğimiz gazlarımızı vererek bunla r ın organik maddeye çevrilip çevriİmediğini gözleyeceğiz. Organik madde-ye dönüştüğü takdirde, ortaya çıkacak olanlara «Küçük Mars' l ı-lar» adını verebiliriz.

Uzay aracını f ı r la tmadan önce saptanan ölçüler açısından

— 152 —

Vİkİng'deki mikrobioioji deneylerinden iki ya da üçü olumlu so-nuçlar vermişe benziyor. Her şeyden Önce yeryüzünden gönde-r i lmiş sterilize bir çorba Mars toprağıyla karı ldığmda, toprak-taki bîr şey çorbayı kimyasal bakımdan çözdü. Sanki soluk alan mikroplar yerküremizden gönderilen çorbayı bünyelerinde de-ğişime uğrat ıyorlardı . İkincisi de, yeryüzünden Mars toprağına gazlar gönderilince, gazların kimyasal bakımdan toprakla bir bi-leşim meydana get i rmeler i o lmuştur ; a tmosfer gazından foto-sentez yoluyla organik madde oluş turan mikroplar varmışçası-na. Mars gezegenindekî iki bölgeden a lman 7 değişik numune üzerinde Mars mikrobiyolojisine ilişkin olumlu sonuçlar elde edildi. Bu iki bölgenin birbir inden uzaklığı 5.000 km.'dir.

Faka t deneyler a ç ı k - s e ç i k bîr yanı t get irmemişt ir , Viking'-deki mikrobioioji deneylerinin sonuçlarını burada tekrar layıp değişik mikroplar ın testinden geçirmek için büyük çabalar har-cadık. Ancak deneyleri Mars yüzeyinin inorganik maddesine m a k u l derecede yakın malzemeyle tekrar lama çabalarının ye-terli olduğu söylenemez. Çünkü Mars yeryüzü değildir ve Per -cival LoweU'in çalışmaları bize yamlabileceğimizi anımsatmalı-dır. Belki de Mars toprağında Öyle değişik bir inorganik k imya yapısı vardı r ki, Mars ' ta mikrop bulunmamasına rağmen yiye-cekleri okside edebilmektedir . Belki de atmosferik gazları ay-rıştırıp onları İnorganik moleküllere dönüş türen özel bir inor-ganik, cansız katalizör vard ı r Mars toprağında.

Son deneyler bu yönde bazı işaret ler vermektedi r . Mars ge-zegenindekî 1971 büyük toz f ı r t ınas ında Mar iner 9'un kızılötesi spekt rometre ler in in cam levhaları üzerinde tozlar bir ikmiştir . Bu levhalar ı inceleyen O. B. Tooo, J, B. Pollack ve ben, bazı t ü r killere benzer durumla r saptadık. Viking gezegen - kondusu ta-raf ından daha sonra sü rdürü len gözlemler, Mars ' taki f ı r t ınanın ü fü rdüğü killerin niteliği konusundaki gözlemlerimi doğrular ni tel iktedir . Şimdi, A. Banin ve J. Hİshpon, Mars toprağında görülen o killere benzer killeri labora tuar deneylerinde üretile-bilirse, Viking'in «başarılı» mikrobiyoloji deneylerinden başlı-

— 153 —

ca özellikleri -fotosenteze ve soluk almaya benzeyen Özellikleri-tekrarlayabileceklerinî söylemektedirler. Sözü geçen Mars kili-nin y ü ^ y i karmaşık bir etkinliğe sahiptir. Gaz alıp vermeye ve kimyasal reaksiyonları katalize e tmeye yatkın görünmekte^ d îr. Viking mikrobiyolojisinin t ü m sonuçlarının organik kimyay-la açıklanabileceğini söylemek için vakit henüz erkendir . Faka t i yle bir sonuca uiaşıhrsa, bu şaşırtıcı olmaz artık. Kil varsa-yımı, Mars ' ta hayat olmadığı görüşünü zor yadsır ; ne var ki, Mars'ta m^robio io j ik bir kanı t tan ille de söz etmemize olanak vermediği de kesindir.

Böyle olsa bile, Banin ile Hishpon'un elde et t ikler i sonuçlar biolojik bakımdan çok büyük önem taşımaktadır . Çünkü haya t olmasa da toprak öylesine bir kimyasal yapıya sahip olabilir ki, hayatın yerine getirdiği bazı işlevleri üstlenir. Yeryüzünde ha-yal başlamadan önce. soluk alışveriş ve fotosentez sürecine ben-zer kimyasal süreçler toprakta harekete geçmiş ve hayat başla-v.nca hemen benimsenmiş olabilir. Üstelik montmoril îonit tü-ründen killerin, amino-asitleri daha uzun molekül zincirlerine, proteinlere dönüştüren güçlü katalizörler olduğunu biliyoruz. Yerküremizin ilk zamanlarına ait killer hayata ya tak l ık etmiş olabilir. Günümüzde Mars gezegeninin kimyasal yapısı, bizim gezegenimiz üzerindeki yaşamın kökeni ve tarihi için kilit nok-talar sağlayabilir.

Mars'ın yüzeyinde darbe sonucu açılmış birçok kra te r var-dır. Her birine genellikle bir bilginin adı veri lmişt ir . Örneğin Mars gezegeninin Güney Ku tbundak i bir kra ter Vishııiac krate-ri denmiştir. Vishniac Mars ' ta hayat olduğunu iddia e tmiyordu. Olabileceğini söylüyor ve olup olmadığının bilinmesinin büyük Önem taşıdığım belirtiyordu. Eğer Mars ' ta hayat varsa, kendi ha-yat şeklimizin genel çizgilerini karşı laşt ırma olanaklarına kavu-şuruz. Ve eğer Mars'ta hayat yoksa, bizim gezegene benzeyen bu gezegende neden hayat olmadığını bi lmemiz gerekir .

Viking mikrobioloji sonuçlarının killere bağlanışı ve mut la-ka hayat bulunduğu görüşünü içermeyişi bulgusunun bir gizi

— 154 —

daha çözmeye yaradığım söyleyebiliriz: Viking organik kimya deneyi, Mars toprağında organik madde izi ortaya çıkarmış de-ğildir. Eğer Mars ' ta hayat varsa, gömülü cesetler nerededir-ler? Hiçbir organik moleküle rast lanmadı. Protein, nükleik asit yapı taş larmdan iz yoktur. Yeryüzündeki gibi ne hidrokarbon, ne de benzeri şeyler va r Mars ' ta . Buna ille de bir çelişki gözüy-le bakmamalıyız. Çünkü Viking mikrobioioji deneyleri, Viking k imya deneyler inden bin kez daha duyarl ı olmak üzere düzen-lenmiştir . Karbon-atom duyarlıl ığı daha çok olan Viking mikro-bioioji deneyleri , Mars toprağında organik madde sentezine işa-re t ediyor. Faka t bunun oranı çok önemsizdir. Yeryüzü topra-ğı, bir zamanlar yaşamış organizmalar ın organik kalıntılarıyla doludur . Mars toprağındaysa Ay yüzeyin de kinden daha az or-ganik madde var. Eğer Mars ' ta hayat olduğu görüşünü benimse-me eğiliminde olsak, Mars ' ın kimyasal tepkili, oksidasyonlu yü-zeyinin cesetleri yokettiğini düşünebiliriz; İçinde hidrojenli pe-roksit in bu lunduğu bir şişede mikrobun yok oluşu gibi. Ya da şöyle düşünebil i r iz: Haya t var ama organik kimya yeryüzünde-kindc o lduğundan daha az önemli bir rol oynuyor.

Bu son görüş benim için çok daha çekici. İtiraf etmeliyim ki, karbona şoven denecek derecede gönül vermiş biriyim. K02-mos'da karbon bolluğu vardı r ve karbon hayat için gerekli olan inanı lmayacak kadar karmaşık moleküller meydana getirir . Ben aynı zamanda, suya da şoven denecek derecede gönül vermiş bi r iy imdir . Su, organik kimya çalışmalarını m ü m k ü n kılan ve bazı ısı derecelerinde sıvı kalabilen ideal bir çözücü oluşturur . Bazen düşünüyorum da, acaba diyorum, benim bu maddelere karş ı olan aşırı bağlılığım, temelde bu maddelerden meydana ge lmemden kaynaklanıyor olmasın? Yerküremizin oluşumu sıra-sında bu maddeler çok bol o lduğundan ötürü müdür yapımızın temelinde karbon ve su bu lunuşunun nedeni? Başka bir yerde, örneğin Mars ' ta, hayat ın temeli başka maddelerden mi oluşmuş-tu r?

Ben su, kalsiyum ve organik moleküller koleksiyonundan

— 155 —

oluşan Cari Sağan adlı biriyim. Sizse hemen aynı moleküller koleksiyonundan oluşmuş değişik kollektif etiketli birisiniz. Ama durum yalnızca bundan mı ibaret t i r? Bizde molekülden başka bir şey bulunmaz mı? Bazı kişiler bu durumu insan haysiyet ve gururunu küçültücü bulabilir. Ben kendi hesabıma, evrenin, bi-zim kadar karmaşık ve hassas dengeli molekül makineler inin gelişimine olanak sağlaması açısından gu ru r verici buluyorum.

Hayatın temelini oluşturmada, varlığınıızdaki atomlarla ba-sit moleküller kadar, bunların biraraya dizilişi de rol oynamak-tadır. Zaman zaman insan vücudunu oluşturan kimyasal mad-delerin bi ıkaç dolar karşıl ığında sat ın alınabileceği yolunda ha-berler okuruz. Vücudumuzun bu kadar az para ettiğini öğren-ihek ÜÜIÜCÜ olabilir. Faka t bu, en basit oluşum parçalar ına bö-lünmüş maddelerin fiyatıdır. Fiyatı çok yüksek olmayan sudan oluşur vücudumuz genellikle. Karbon da kömür f iyat ına göre öl-çülebilir. Kalsiyum ise vücudumuzda tebeşir olarak mevcu t bu-lunmaktadır . Proteinler imizin ni t rojeni de hava olarak bu lunur ki, bu da ucuzdur. Kandaki demir deseniz çiviyi oluşturan mad-deden başka bir şey değil. Eğer hayata ilişkin daha derin bilgi-lere sahip olmasak, bizleri oluşturan bu atomları alıp büyük bir kapta ha bire sallamaya koyabiliriz. Sonuçta da can sıkıcı b i r atom karışımından başka b i r şeyle karşılaşmayız. Bu du rumdan başka bir şey beklememeliyiz elbet.

Harold Morovntz İnsanı oluşturan molekül temel taşlarının tümünü kirnyaevleriııden satın almaya kalkıştığımız takdirde ne kadar para harcamamız gerektiğini hesaplamış. Bulgular ına göre 10 milyon dolara yakın malzeme edermişiz. Bıı belki de-ğerimiz açısından sevindirici bir f iyat, ama ne va r ki, k imyae-vinden satın alacağımız bü tün molekül yapı taş larmı b i raraya ge-tirip karıştırsak bile kavanozun içinde bir insan yara tamayız . Bu bizim yeteneklerimizin dışında kalmaktadı r ve uzun bir süre daha kalacağa benzemektedir. Neyse ki, daha ucuza ve daha ga-rantili biçimde canlılar yaratma yöntemler ine sahip bulunuyo-ruz.

— 156 —

Öyle sanı r ım kî, başka dünyalarda bulunabilecek hayat şe-killeri de, aşağı yukar ı bizimle aynı atomlardan meydana gelir. Prote in ve nükleik asit gibi yapısal ana moleküllerin bile aynı olabileceğini düşünürüm. Şu farkla ki, bunlar ın diziliş biçimi bi-zimkinden ayrıdır. Gezegenlerin yoğun atmosferinde dolaşan organizmaların atom yapısı, belki bizim atom yapımıza benzer. Ama belki kemik sahibi olmadıklarından fazla kals iyum gerek-sinimi duymayabi l i r ler . Başka bir gezegende belki de su yerine başka bir çözücü madde kul lanı lmaktadır . Hidrof lor ik asit iş görüyor olabilir. Bizim moleküllerimize hidroflorik asit zarar ve-rebilir , fakat başka t ü r organik moleküller olan paraf in mum-ları hidroflorik asit içinde dengeli durur la r . Florin Kozmos'ta fazla mik ta rda bulunmaz. Bu nedenle sıvı amonyak daha iyi bir çözücü oluşturabil ir . Kozmos'ta amonyak boldur. Ne var ki, yer-küremizden ve Mars ' tan çok daha yaşlı gezegenlerde sıvı halde bu lunur . Yeryüzünde amonyakm gaz halinde bulunması gibi, Venüs ' te de su gaz hal inde bulunur . Olabilir ki, er iyik sistemi-ne sah ip bu lunmayan canlılar vardır . Bunla r moleküllerin yü-zer biçimde değil de, elektr iksel sinyallerle bağlantı kurduklar ı katı yapılı haya t şekilleri olabilirler.

Faka t bü tün bunlardan, Viking gezegen-kondıısu deneyleri-nin Mars ' ta hayat olduğu varsayımını desteklediği sonucu çık-maz. Yerküremize çok benzerl ik gösteren bol karbonlu ve sulu Mars ' ta eğer haya t varsa, organik kimya temeline dayanması gerekir . Organik k imya verileri, Mars ' tan aldığımı/, görüntü ve mikrobiyoloji sonuçlar ında olduğu gibi, 1970'lerde Chryse ve Uto-pia bölgelerinde hayat bulunmadığı görüşüne uygunluk göster-mektedi r . Kaya la r ın birkaç mil imetre altında (Antar t İka 'nın ku-tu vadilerinde olduğu gibi) ya da gezegenin başka bir bölgesin-de veya çok daha eski zamanlardaki daha yumuşak bir dönem-de hayat belki olmuştur ya da vardır . Faka t bizim baktığımız yerde ve zamanda yoktu.

Viking'in Mars ' ı keşif girişimi, tarihsel boyutları büyük bir gir iş imdir . Bir uzay aracının başka bir gezegende bir saa t ten

— 157 —

fazla çalışır durumda kalışının tar ihteki ilk kanıtıdır. Viking ' in başka bir gezegende çalışır du rumda kalışı yıllarca sü rmüş tür . Jeoloji, mineraloji, sismoloji, meteoroloji ve başka bir dünyanın daha birçok bilini dalına ilişkin bilgilerini toplayıp veren ilk uzay aracıdır Viking. Olağanüstü nitelikteki bu bilimsel geliş-meleri bundan sonra nasıl sürdürmeliyiz? Bazı bilginler Mars 'a giderek oranın toprak numunelerini alıp yeryüzüne getirecek otomatik araçlar gönderilmesini Öneriyorlar. Böylece bu numu-nelerin Mars'a gönderilen minya tü r laboratuar larda incelenme-sini değil, yeryüzünün geniş olanaklı labora tuar lar ında enine boyuna incelenmesini istiyorlar, Viking'deki mikrobiyolojik ince-l tmelerin sonuçlarındaki çelişkilere bu yolla son verilebilir, di-yorlar. Toprağın kimyasal yapısı ve mineralojisi saptanabil ir . Haya t var mı yok mu diye kayalar parçalanabilir , doğrudan doğ-ruya mikroskopla inceleme dahil organik k imya ve hayat var-lığı açısından yüzlerce deney gerçekleştirilebilir . Vishniac ' ın önerdiği araşt ırma yöntemlerini de uygulayabiliriz. Böyle bir de-neyime girişmek çok büyük para harcamala r ım gerektirse bi le teknolojik olanaklarımız buna yeterl idir .

Şunu da açıklamalıyız ki, bunun b i r tehlikesi Mars ' tan yer-küremize mikrop getiri lmesi olasılığıdır. Mars toprağındaki mik-ropları yeryüzünde incelemek istiyorsak, nümuneler î sterilize etmeden ele almalıyız. Böyle bir girişimin amacı, Mars topra-ğındaki mikropları dünyamıza canlı olarak get i rebi lmekt i r . Pe-ki, bunun sonucu ne olur? Yeryüzüne getirdiğimiz Mars ' l ı mik-roorganizmalar halk sağlığı için bir tehl ike oluşturur m u ? Bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Ciddi ve tehlikeli bir sorun-dur. Yerküremize Mars ' tan mikro-orgaııizma ge t i rmek istiyor-sak, bunların yayıîmamasını son derece güveni l i r bir biçimde sağlamalıyız. Bakteriyolojik silahlar geliştiren ve depolayan ül-keler var. Bu ülkelerin toprakları üzerinde çok ender kaza lar görülse bile, yaygın bir tehlike sozkonusu olmadan tehl ikenin önüne geçtikleri görülüyor. Ola ki Mars ' tan a lman nümune le r tehlikesizce yeryüzüne getirtilebilir. Doğrusu ya, Mars ' tan dün-

— 158 —

yaya toprak nümunesi get i rmeden önce tehlike unsurunu kılı kırk yara rak incelemeyi yeğlerim.

Bu gezegenin gözler önüne sereceği öyle ilginç yan l an ol-duğu kanısındayım ki, Viking gezegen-kondusunun hareketsizli-ğine bir çare bulmak gerekir . Bunun için de tepeleri aşan, çu-kur la ra düşmeyen, kaya parçaları karşısında tökezlemeyen bir araç indirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu yönde NASA'da çalışmalar sürdürü lüyor . Böyle bir araç gönderebilirsek Mars gezegenine, orayı enine boyuna kateden bir aracın günlük gö-rüntü le r i ve bilgileriyle yaklaşık bir milyar insan yeryüzünden başka bir gezegenin keşfine günü gününe katılabilir. Gönderile-cek Rover (gezgin) tipi bir araç yeryüzünden verilecek radyo sinyalleriyle Mars ' ın yüzeyini tarayabilecektir . Viking'ler in-dirdiğimiz bölgelerden daha ilginç olan en az yüz bölge bulun-duğu kanısındayım. Mars ' ta hayat bulmasak bile gezici bir araç-la sağlanacak bilgiler ve görüntüler le başka bir gezegenin keşif dizisini canlı olarak izleme olanağına kavuşacağız.

Mars yüzeyinin yüzölçümü yerküremizin toprak bölümüne eşittir. Mars yüzeyinin ayrıntı l ı görüntüler i bizleri yüzyıllar bo-yunca meşgul edecek bilgiler sağlayacaktır . Mars'ın tüm yüze-yinin keşfedileceği bir zaman gelecek. Robot-uçakların tepe-den tüm hari tasını çıkardıkları , rove r l e r in üzerinde dolaştıkları, toprak nümuneler ini t ı ye ryüzüne gönderildikleri . Mars yüzeyi kumlar ın ı insanların adımladıklar ı zaman gelecektir. Peki , bun-dan amaç nedir? Mars ' la ne alıp vereceğimiz var bizim?

Eğer Mars gezegeninde haya t varsa, bizler için yapacak faz-la bir şey olmaz. O takdirde Mars Mars l ı l a r ınd ı r demek zorun-da kalırız. Mars ' l ı lar yalnızca mikroplardan oluşsa bile. Yakı-nımızdaki bir gezegende bizimkinden ayrı ve bağımsız bir biyo-lojinin h ü k ü m sürmesi anlat ı lamaz bir değerdedir. Orada bu hayat ın korunması Mars konusunda besleyeceğimiz düşüncele-r in başında yer almalıdır. Tu tun ki, Mars ' ta hayat yok. O tak-dirde hammadde kaynağı açısından verimli bir kaynak sayıl-maz; Mars ' tan yeryüzüne hammadde taşımacılığı yüzyıllar bo-

— 159 —

yunca ekonomik olumsuzluğunu sü rdürür . Fakat acaba Mars ge-zegeninde yaşayamaz mıyız? Orayı bir bakıma yaşanabilir du-ruma getiremez miyiz?

Mars hiç kuşkusuz sevimli bir yer . Ne var ki, bizim ağımız-, dan Mars'ın birçok kusuru sözkonusu: Oksijen azlığı, sıvı ha lde su bulunmayışı ve morötesi ışın çokluğu. Bü tün bu sorunlar bi-razcık hava üretebilsek çözümlenebilir. Atmosferik basıncı ar t ı ra-rak sıvı halde su elde edebiliriz. Daha fazla oksijenle atmosferi içi-mize çekebiliriz. Morötesi güneş radyasyonuna karşı ozondan bir kalkan da böylece oluşabilir. Mars ' ta bir zamanlar atmosfe-rin daha yoğun oluşuna ilişkin belirt i ler var. Yoğun a tmosfer gazlarının Mars ' ı te rkedip gitmesi olası değildir. Gezegende bir yerlerde varlıklarını sü rdürüyor olmalılar. Bazıları yüzeydeki kayalarla kimyasal bileşim halindedir. Bazıları yiizeyaltı buzla-rmdadır . Faka t önemli bir bölümü k u t u p takkeler inde buluna-bilir.

K u t u p takkelerini buhar laş t ı rmak için onlara ısı vermeliyiz. Koyu renk tozla örterek daha fazla güneş ışığı emmesini sağla-yabiliriz. Yeryüzünde ormanlar ı ya da yeşillik ör tüsünü yok et-mek için kullandığımız yöntemin tersini orada yapmış oluruz. Fakat Mars'ın ku tup bölgelerinin yüzeyi çok geniştir . Yeryüzüne den Mars'a gereken tozu taşımak için 120ü adet Sa tü rn 5 roketi ateşlemeyi göze almalıyız. Böyle yapılsa bile, gönderilen tozları rüzgârın başka yerlere taşıması olasılığı kuvvet l i . Bu nedenle daha iyi bir yöntem bulmalıyız. O da kendini çoğaitabilen koyu renkli bir madde olmalı. Mars'ın ku tup bölgesine göndereceğimiz bu makine oradaki yerli malzemeyle kendini çoğaltabil mel idir. Böylesi makineler vardır . Adına ağaç diyoruz. Bunla r çok daya-nıklı ve inatçıdırlar. Yeryüzü mikroplar ından bazı lar ının Mars ' ta yaşayabildiklerini biliyoruz. Koyu renk ağaçlar, örneğin l iken ağacı üzerinde genetik mühendisl iği çal ışmalarıyla yapay bir ayıklama yöntemi geliştirerek bunlar ın ye ryüzünden çok daha sert Mars or tamına dayanmaları sağlanabilir . Bu t ü r ağaçlar ge-.

— 160 —

Derebeyl ik J a ponya ' s ı n ı n zırhları i ç indeki bir s a m u r a y ı .

J a p o n adalar ı su lar ında y a ş a y a n bir Heike yengec i .

Trİlobit fosilleri. Sol üs t te , ya r ım milyar o t u . sine ait ilk trilobitîcrin gozii y o k t u . O r t a d a k i ve alttaki fotoğraflarda, d a l u sonraki d ö n e m -lere ait, daha ç o k gel işmiş ve gözlerini iyin* koruyacak bir durum k a z a n m ı ş trilobitk-ı görülüyor.

21 Haziran günü şa fak vakti Casa Riı ıca-na 'da hir p e n c e r e d e n giren güneş ışığı belli bir o y u ğ u ayd ın la t ı r .

Gün dönümünün gözlenmesine yarayan^ yaklaşık 1000 yıl ön-cesine ait bir gündönümü yarığı.

Ay'ın sık kraterli yüzıi, uzay araç-ları yokken insanoğlunun meçhu-lüydü. İlk kez Sovyetler'in uzay ara-cı l una tarafından görüntüleri sap-tandı. (Sağda)

A r i z o n a ' d a k i Meteor Kra te r i , 1 ,2 k i lomet -re ç a p ı n d a k i bu kra-terin, 15.000'le: 4 0 . 0 0 0 yıl ö n c e , sa-n i y e d e 15 ki lometre1

hızla yul a l an , 25i m e t r e ç a p ı n d a k i biri demi r y u m a ğ ı n ı n ye ryüzüne ç a r p m a >ı| s o n u c u o l u ş t u ğ u sa n ı l ıyor . S ö z k o n u s ı enerj i 4 m e g a t o n l u bir nükleer p a t l a m a ya e ş i t t i r . (So lda )

Sovyetler'in Mars i iuıy aracım simgeleyen bir posta pulu. I Aralık 1971 tarihinde bir toz fırtınasın dan geçerken görülen araçta sürtün-me ısısına karşı koruyucu zıılı buttı rıuyor.

1577 yılındaki Büyük Kuyruklu Yıl-dızın Türkler tarafından yapılmış bir resmi. Kornetin görülmesinin ya-rattığı heyecan, İstanbul Gözlem-evinin kurulmasına yol açmıştır. (Sağda)

Prag'da Codicillus tarafından yapı lan bu tabloda, 1577 yılındaki Bü-yük Kuyruklu Yıldız, Ay ve Satürn gezegeninden daha arka planda gös-terilmiştir. Bu Kuyruklu Yılrfız'ın Ay'dan uzakta görüldüğü konusun-da Tycho Brahe'niıı ısrarlı görüşü, kornetleri yeryüzü olgularından alıp gök cisimleri arasına kattı. (Solda)

Jüpiter'in en büyük Ay'ı olan Ga-rıimede'nin Voyager 1 tarafından gönderilen bu resminde görülebi-len en küçük noktalar bile yakla-şık 3 km. çapındadır. (Solda)

Ganimede'ye aît Vo-yager 2 tarafından & Temmuz 1979 günü gönderilen fotoğraf. (Sağda)

DOĞUM Y E K L E R İ N İ G Ö S T E R E N A K D E M / HARİTASI

MISIR

Venüs'ün yeryüzündeki radar astrono-misi aracılığıyla çekilmiş fotoğrafı. Ekvator bölgesine ait bu resimdeki kraterlerden büyükleri yaklaşık 200 km. çapındadır. (Üstte)

Göğün X-ışınlı bir fotoğrafı Kuğu X—1 Galaksisinin aydınlık kaynağı-nı gösteriyor. Bir kara delik olması ola-sılığı sözkonusu. (Altta)

CltpSydfd yü da "su hırsızlanın n , __ ... •tiüdu 1 anrıs» Shivü'ııın VaratıSiî Dmsı ^iıiva'nııı <u- .:on ImI dern bir yapımı Empedoklcs ben/ ri'li^r. Bu ateş Hindu'ların aydınlık '»imgesi ola tur ^creijk- havanın sayısı/ ktiı,uk p jr-^fnaRta, Slıiva bu dansı, cclıale'i mineleyen yjı.ıtı^ın , ti i >ı çatıktan oluştuğu sunucuna vjrım U (Üstte)

Samanyolu'na benzeyen ve galaksimize yakrn sarmal gökadalardan M 18. Ye-di milyon ışık yılı uzaktaki bu galak-si bizim "yerel" diye adlandırdığımız Samanyolu grubundan değildir. Bu fo-toğraf çaprazlama çekilmiştir. (Üstte)

Porto Riko'daki Are-cibo radyo - radar gözlem kulesi.

Yandan görülen bir sarmal galaksi. NGC 891 galaksisini çevreleyen yıl-dızlar bizim galaksimize ait olup NGC 891'in berisindedirler.

liştirilirse ve Mars kutuplarının geniş takkelerinde kök salmaları sağlansa, bunlar alanlarını genişleterek kutup takkelerine koyu bir renk kazandırmak suretiyle güneş ışığı emilmesine, buzları ısıtmasına ve Mars'ın uzun dönemlerdir tu tuklu bulunan atmos-ferinin serbest kalmasına yol açarlar.

Bu kavramın adına «Toprak Değişimi» diyoruz: Bilinmedik bir toprağın insanlar için daha uygun bir duruma getirilmesidir. İnsanoğlu binlerce yıl süren dönemler boyunca dünyanın bazı bölgelerine beyazlık kazandırma yoluyla ve «sera etkisi» elediği-miz süreçle yerküremizin ısısını yalnızca bir derece kadar değiş-tirmiştir . Oysa fosil yakıt ları kullanımı ve ormanlarla yeşillik Örtüsünü mahvetmek suretiyle bir ya da iki yüz yıl gibi kısacık bir zaman içinde yerküremizin ısısını bir derece daha değişti-rebilecek duruma geldik. Bu ve buna benzer yöntemlerle Mars toprağının Önemli bir değişime uğratılması için gereken Zaman dilimi yüzler ve binlerce yıl arasında oynar. Gelecekte çok ilerlemiş bir teknolojiye ulaştığımızda, Mars'ın yalnızca tüm atmosferik basıncım ar t ı r ıp sıvı su elde etme olanağına kavuş-tuktan başka, eriyen ku tup bölgelerinden daha sıcak ekvator bölgelerine doğru su da taşıyabileceğiz. Böyle bir şey için mut-laka çok zaman ister. Faka t sonunda kanallar yapacağız demek-

Yüzeydeki ve yüzeyin alt tabakalar ındaki buz büyük bir ka-nal şebekesiyle taşınacak. Buysa henüz yüzyıl önce Pervical Lowell ' in yanlış bir biçimde ortaya koyduğu fikre uygunluk gösteriyor. Gerek Lowell, gerek Wallace, Mars ' ta yaşam olasılığı azlığının su darlığından ileri geldiğini anlamışlardı. Eğer bir kanal şebekesi olsaydı, su yokluğu giderilebilir, Mars'ta yaşam olasılığından söz edilebilirdi. Lowell ' in Mars gezegenini İzleyişi, son derece zor görüş koşulları alt ında oldu. Diğerleriyse, Örne-ğin Schiaparelli gibi, kanallara benzer görüntülere rastlamışlar-dı. Lowell 'm Mars'a tutkunluğu başlamadan önce, bunlara Ca-nali (Kanallar) adı verilmişti. İnsanların duyguları galeyan ha-

tir.

— 161 — Kozmos : F. 10

Ündeyken kendilerini aldatma eğiliminde oldukları kanı t lanmış bir olgudur. Ye komşu bir gezegende insan yaşadığı düşüncesin-den daha çok insan zihnini galeyana getiren bir şey yoktur.

Lowciri ı ı düşüncesinin gücü, bir önsezi olmasından ileri ge-liyor olabilir. Onun sözünü ettiği kanal şebekesi Mars'l ı lar tara-f ,d:jii yapılmış olabilir. Bu nokta da doğru bir kehanete dönü-şebilir : Mars ' ın toprağı değişime uğrarsa, bu, sürekli yerleşim yerler i Mars olan ve bu gezegenle bir yakınl ıklar ı bulunan insan-lar taraf ından gerçekleştirilecek. Sözünü ettiğimiz Mars' l ı larsa bizlerden başkası olmayacaktır .

— 162 —

Bölüm VI

GEZGİNCİ ÖYKÜLERİ

Birçok dünya mı, yoksa tek bîr dünya mı var acaba? Doğanın incelenmesinde bundan daha soylu ve seçkin bir soru olamaz.

— Albertus Magnus, on üçüncü yüzyıl

Dünyanın ilk çağlarında, adalarda yaşayanlar kendilerini bu yeryüzünün tek sakinleri sanırlarınış ya da başka yerlerde yaşayan bulunsa bile, geniş ve derin denizlerin ayırdığı toprak parçalar) arasında nasıl ilişki kurabilecek-lerini bîlemezlermîş. Fakat daha sonraki zamanlarda ge-miler İcat etmişlerdir,,. Bakarsınız, Ay'a ulaşabilecek araçlar da İcal edilebilir... Böyle bir yolculuğu göze alacak bir Columbus ya da Drake yoktur bugün için. Ya da havada uçacak bir Dedalus. Fakat hiç kuşkum yok ki, yeni gerçekler yolunda bize hâlâ ebelik eden ve alalarımızın bilemediği birçok gerçeği bize açıklayan

— 163 —

zamarıF şimdi bilmek istediğimiz ve bilemediğimiz birçok şeyi bize öğretme lütfuııu da gösterecektir,

— John Wîfkîns, The Discovery of a VVorld in the Moone, (1638)

Bu sıkıcı yerküreden çıkıp yukarılardan aşağı bakarak, doğanın tüm çabasını ve ince işçiliğini bu küçücük pislik noktası üzerinde mi harcadığını düşünebiliriz. Böylece uzaktaki öteki ülkelere yolculuk eden gezginler gîbi, anayurdumuzda yerde neler olup bittiğini daha iyi bi-leceğiz ve evrendeki her şeyin değerini daha iyi tak-dir edebileceğiz. Yerküremizden başka yerlerde canlı varlıkların yaşadığını ve buraların da bizim gezegeni-miz kadar özene bezene yaratılmış yerler olduğunu gö-rünce, dünyamıza İlişkin olarak kullanılan «büyük» sözcüğüne dtiha az kapılacak, insanların çoğunun tut-kuyla bağlandıkları önemsiz konulan küçümseyebılece-ğiz.

— Christlan Huygens, The Celestial World Discovered, (1690 dolaylarında)

İNSANOĞLUNUN UZAY OKYANUSLARINA Y E L K E N AÇTIĞI BİR ÇAĞDA YAŞIYORUZ. Kepler ' in gösterdiği geze-gen yollarını izleyen çağdaş uzay araçları, insansız olarak yol-culuklarını sürdürüyor. Çok iyi bir biçimde yapılmış bu yarı-akılh robotlar bilinmeyen dünyaları keşfe çıkıyorlar. Dış güneş sistemine yolculuklar, Je t Propulsion Laboratory ( JPL) adım taşıyan California'nın Pasader.a'daki NASA (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) merkezinden yönetiliyorlar.

9 Temmuz 1979 günü Voyager 2 adındaki bir uzay aracı, Jüpiter sistemiyle karşılaştı. Gezegenlerarası boşluklarda iki yıl-dır yolculuk yapıyordu. Bu uzay gemisi parçalar ından biri bozu-lursa, işlevi benzer başka bir parça taraf ından alınsın diye mil-

— 164 —

yanlarca yedek parçadan oluşmuştur. Ağırlığı 900 kilo; geniş bir oturma odasına sığabilir. Üstlendiği görev, onu Güneş' in çok uzaklarına da alıp götüreceğinden, başka uzay araçlarının fayda-landığı Güneş enerj is inden yarar lanamamakta . Voyager'in ener-jisi küçük bir nükleer ener j i tesisincc sağlanıyor. Çapı 3.7 met-re olan geniş bir an ten aracılığımla yerküreden radyo sinyalle-riyle komut a lmakla ve bulgularını radyo yoluyla yeryüzüne göndermekte. Jüpi ter 'den radyo dalgalarıyla elektrik yüklü zer-recikleri ölçecek bilimsel aygı t lara sahip. Fakat sahip olduğu ay-gıtlar arasında en yararl ı ları , dış güneş sistemindeki gezegen adalarının binlerce resimlerini alanlar o 'muştur .

Jüpi ter ' i görülmeyen, faka t tehlikeli biç imdi:1 yüksek ener j i yüklü olan parçacıklar kabuğu çevrelemektedir . U / a y gemisi Jüpi ter ' le yakın Ay'larını incelemek ve Satürn ' le daha ötedeki gezegenlere doğru yolculuğuna devam etmek için sözünü eniği-miz radyasyon kuşağının yanmdan geçmek zorundaydı, Elektr ik yüklü parçacıklar hassas yapılı aygıtları bozabilir ye elektronik aygıtları kül edebilir. Jüpi ter ' i çevreleyen katı cisimli bir çem-berin bu lunduğunu Voyager 1 saptamış ve Voyager 2'nin aşma-sı gereken bu çemberin varlığını dört ay önce haber vermişti . Küçük bir kaya parçasıyla karşılaşmak, uzay aracının .çılgınca sarsılmasına, anteninin yeryüzüyle temasının bozulmasına ve verilerinin de sonsuza dek kaybına neden olabilirdi. Bu «büyük karşılaşma»daıı önce Voyager 2'nin yeryüzünden yönetildiği merkezde gergin bir hava esiyordu. Zaman zaman alarm ve ola-ğanüstü du rum anları yaşandı, faka t yeryüzündeki i n . ^ n h n r i aklıyla uzaydaki robotun aklı birleşince facia Önlendi.

20 Ağustos 1977 tar ih inde fır lat ı lmış olan Voyager 2, Mars gezegeni yörüngesinden y a y gibi bir yol çizerek Aneroi t Kuşa* ğı'ndan geçip Jüp i t e r sistemine yaklaştı , gezegeni ve sayısı on dört ya da o dolayda olan Ay'ı geçerek yolculuğunu sürdürdü. Voyager uzay aracının Jüpi te r ' in yanından geçmesi, ona hız ka-zandırdı. Aynı şekilde S a t ü r n ' ü n çekim gücü, aracın Uranus 'a doğru hızla yol almasını sağlayacaktır . Voyager 2, Uranus ' la

— 165 —

198S'nın Ocak ayı sonunda karşılaşacaktır. Uranus ' tan sonra bir dalış daha yaparak Neptün' le karşılaşıp onu da geçtikten sonra güneş sisteminden sıyrı larak büyük yıldızlar okyanusunu sürek-li dolaşma kaderine boyuıı eğecektir.

Bu tür keşif yolculukları insanlık tarihini belirleyen uzun yolculuklar dizisinin yeni bölümleridir, XV. ve XVI. yüzyıl larda birkaç günde İspanya'dan Azor Adalarına gidebilirdiniz. Şimdiyse birkaç günde yer-küremizle Ay arasındaki mesafe alınabiliyor. O za-manlar Atlas Okyanusunu geçmek birkaç ay tu tuyor ve ancak bu süreden sonra Yeni Dünya adı veri len Amerika kıtasına varılıyor-du. Bugün iç güneş sistemi

okyanusu birkaç ayda katediiebiliyor ve bizleri t am anlamıyla bekleyen yeni dünyalar olan Mars ve Venüs gezegenlerine iniş gerçekleşebiliyor. XVII . ve XVIII . yüzyıl larda Hollanda 'dan Çin'e bir ya da iki yıl da yolculuk yapabil iyordunuz. Bu süre şimdi Voyager'in yerküremizden Jüpi ter 'e gi tmek için harcadığı za-mandır, Bugünkü uzay araçlarının robotları insanların girişecek-leri yolculukların Öncüleridir,

XV, yüzyılla XVII. yüzyıl arasındaki dönem, tar ihimizin bü-yük bir dönüm noktasıdır. O tarihler , gezegenimizin her yanına gidebileceğimiz düşüncesinin yerleştiği dönemdir . Yelkenlerini cesaretle şişiren tekneler beş, altı Avrupa l imanından demir ala-rak her okyanusu taramaya koyuldular. Bu gezilerin birçok itici gücü va rd ı : İhtiras, para hırsı, ulusal şeref, dinsel fanat izm, ha-pis cezasından affedilmek, bilimsel merak, se rüven coşkusu ve

— 166 —

Voyaper'lerin uçuş planı: Uranıiîüfi yörüngesinden (yukarıda sol-d.ı) g^çen V -1 1; - m Orağında (Jranüs'dcn geçecek olan V • II

Ens t remadura adı verilen İspanya ile Portekiz arasındaki ku-rak ve verimsiz topraklarda h ü k ü m süren işsizlikti. Bu yolcu-luklar kötülükler getirdiği gibi iyilik de getirdi. Faka t somut sonucu, insanları birbir ine bağlamak, bölgeciliği azaltmak ve gezegenimizle kendimiz hakkındaki bilgilerimizi derinleşt irmek oldu.

Yelkenli kayıklar la gerçekleştirilen keşifler dönemine, XVII . yüzyılın devrimci Hollanda Cumhuriyet i simgelik e tmektedi r . Güçlü İspanya İmpara tor luğundan kur tu lup bağımsızlığını ilan edince, Avrupa 'n ın Aydınlık Çağının ürünler i en çok bu ülkede belirdi. Akla, düzene dayanan yaratıcı bir toplum özelliğini ta-şıyordu. İspanya l imanlar ını Hollanda gemilerine kapalı tu t tu-ğundan, bu küçücük cumhur iye t in yaşaması gemi yapımına, tay-fa yetişt irmesine, t icareti geliştirmesine bağlıydı.

Hollanda hükümet iy le özel teşebbüsünün ortaklaşa kurduğu Hollanda ve Doğu Hindis tan Şirketi , dünyanın uzak köşelerine tekneler gönderir , eşine ender ras t lanan öteberi ler get i r ip Avru-pa'da kârla satardı. Bu yolculuklar Hollanda Cumhurİye t i 'mn yaşam kaynağıydı . Sefer yolları ve har i ta lar devlet s ı r lan ara-sındaydı. Gemiler in sefere çıkması m ü h ü r l ü zarf lar içindeki emirlere bağlı olurdu. Gezegenimizin he r yer i birden Hollanda gemileri ve gemicileriyle dolup taşmıştı . Kuzeyde Barents De-niziyle Avustra lya 'da Tasmama, adlarını Hollandalı kaptanlar ın-dan almıştır . Bunla r yalnızca ticari amaçlı seferler değildi. Ger-çi ticari amacın rolü b ü y ü k t ü ama bilimsel serüven, yeni ülke-lerin keşfi, yeni bi tki ler , yeni hayvanlar , yeni insanlar bulmak, kısacası bilgi aşkı da ağır basıyordu,

Amsterdam Belediye Sarayı XVII . yüzyıl Hollanda'sının, kendine güven duyan b i r top lumun resmettiği portresi niteliğin-dedir, Bu sarayın inşası için gemiler dolusu mermer le r getir t i l-mişti, Yıldızlarla bezenmiş evren in y ü k ü n ü omuzlarında taşı-yan Atlas'ın heykeli bu binadadır . Yine bu bina salonlarında Ba-t ı Afr ika 'dan B ü y ü k Okyanusa kadar uzanan ülkeleri içeren b i r har i ta duvarlar ı kaplar . O zamanlar dünya Hollanda'nın he r ye-

— 167 —

rine gemi gönderdiği bir arenaydı. At koşturur gibi denizlerde gemi koştururlardı . Dünyanın

yarı çevresine teknelerinin yayıldığı bir yılda, Hollanda gemile-rinin bir bölümü Habeşistan Denizi adım verdikleri Batı Af r ika kıyılarına yönelirler, batı kıyı lar ım izleyerek Afr ika 'n ın güne-yini geçerler, oradan Madagaskar Boğazını aşıp Hindis tan ' ın güneyinden Baharat Adalarında soluğu alırlardı. Bahara t Ada-ları dedikleri bugünkü Endonezya. Sefere çıkan gemiler in b i r bolümü de Yeni Hollanda adını verdikleri bir diyara, bugünkü Avustralya'ya giderdi. Teknelerden bazılarıysa Malakka Boğa-zım aşma cüretini gösterir ve Filipinler ' i geçerek Çin'e ulaşır-lardı.

Hollanda o dönemden Önce ve sonra hiçbir zaman öylesine bir «Dünya Devleti» olmadı. Yeni f ikir lere açık bir ülke oldu-ğundan, Avrupa 'nın başka ülkelerinde baskı altındaki aydınlar ın cenneti olmuştu. 1930'larda Nazi egemenliğindeki Avrupa 'dan aydınların kaçmasından ABD'ııin yarar lanması gibi, Avrupa 'n ın öteki ülkelerindeki sansür ve baskıdan kaçan aydınlar Hollanda'-ya akın ediyordu. XVII . yüzyıl Hollanda'sı büyük Yahudi filo-zofu Spinoza'mn sığındığı bir yer oldu. Spinoza, Einstein ' in tak-dir ettiği düşünürlerdendi . Matemat ik ve felsefe tar ihi a lanında büyük bir isim olan Descartes içiıı de aynı d u r u m sözkonusu. Siyasi bilimci John Locke da Hollanda 'ya sığındı ve fe lsefeye yatkın devrimci düşünceleri olan Adams, Frankl in , Jefferson, Pain ve Hamilton gibi kişileri etkiledi. Hollanda bilim ve sana t adamlarının akın ettiği bir ülkeye dönüştü. B ü y ü k us ta la r Rembrandt, Vermeer ve Frans Hals bu dönemin sanatçı larıdır . Leeuwenhoek mikroskopu icat etti . Willebrordo Snellius, ışığın kırınımı yasasını buldu.

Düşünce Özgürlüğü geleneği kökleşen Hollanda'nın Leiden Üniversitesi, yerküremizin Güneş' in çevresinde döndüğü görü-şünü yadsımasını isteyen Katolik Kilisesinin zu lmünden kaçan

— 168 —

^

Galiîeo 'ya (*) b i r bu r s vererek profesör lük görevine devam et -mesini sağladı. Galileo, Hol landa 'y la sıkı t emas hal indeydi . O n u n ilk as t ronomik teleskopu Hol landa yapısı b i r d ü r b ü n d i zaynm-

!

d a n gelişt i r i lmişt i . Gali leo teleskop sayesinde güneş tek i lekeleri , V e n ü s ' ü n evre ler in i , Ay' ın k ra te r le r in i ve Jüp i te r ' in şimdi Gali-leo Uydu la r ı adıyla bi l inen dör t b ü y ü k Ay ' ın ı saptadı . Galileo'-n u n kilise içi ça l ışmalar ına ilişkin olarak verdiği bilgilere, 1615 yı l ında Hol landa B ü y ü k Düşesi Chr i s t ina 'ya yazdığı m e k t u p t a ras t layabi l i r iz .

Bi ldiğimiz üzere , b i rkaç yıl önce göklerde çağımızdan önceki dönemle rde b i l inmeyen birçok şey b u l u p or taya çı-ka rd ım. Bu buluş la r ın yenil iği ve akademik f i lozofların edin-d ik le r i f izik kav ramla r ıy l a genel l ikle çelişen sonuçlar ı , kü-çümsenmeyecek say ıda p ro fesö rün bana karş ı vaziyet a lma-s ına yol açtı. Bu profesör ler in çoğu kilise adamlar ıd ı r . Doğa-yı ve ona ilişkin bi l imsel yasa lar ı te rsyüz e t m e k için göğe bu c is imler i sanki ben kend i e l ler imle yer leş t i rmiş im gibi bana kız ıyor lar . Gerçekle r in g ü n ışığına ç ıka rak b i r ik im ya ra t -mas ın ın çeşitli sana t kol lar ındaki a ra ş t ı rmay ı ve gelişmeyi kamçı ladığ ın ı u n u t u y o r gözüküyor l a r (**)

(*) 1979 yılında Papa Et. John Faul GalÜeo'yu kilisenin 346 yıl ön-ce mahkûm edişine ilişkin kararın bozulması Önerisini çevrede lazla patırtı çıkarmadan ortaya attı.

{**) Dünyanın güneş çevresinde döndüğü (helyosantrik) görüşünü or-taya atma konusunda Galileo'nun {ve Kepler'in) gösterdikleri cesarete öteki düşünürlerin davranışlarında rastlamıyoruz. Av-rupa'nın düşünce bağnazlığının ortalığı kasıp kavurmadığı ülke-lerde büe bu cesareti göremiypruz. Örneğin, 1634 yılında Hollan-da'da yaşayan Descartes'ın bir mektubunda şu görüşlere yer verdiğine tanık oluyoruz.

Galüeo'mm yerküremizin Güneş çevresinde döndüğü yolun-daki görüşünün kilise tarafından suçlandığını biliyorsunuz.

— 169 —

Keşif lere yönelmiş Hol landa 'yla ente l lek tüe l ve kü l tü re l merkez olan Hol landa arasındaki bağ çok sıkıydı. Yelkenl i gemi-lerin geliştirilmesi he r t ü r teknoloj iyi teşvik et t i . El sanat lar ı ge-lişti. Buluşlar Ödüllendiri lmeye başlandı . Teknoloj ik i le r leme bilgi edinmeye, bu da en geniş boyut la rda özgür lüğe ih t iyaç gös-terir . Bu nedenle Hollanda, Avrupa 'da en çok k i t ap bası lan ve sat ı lan bir ü lke d u r u m u n a geldi. Başka ü lke le rde yasak lanmış ki taplar ın çeviri lerine izin verdi. Bi l inmedik toprak la r keş fe tmek ve gar ip gelen yeni toplumlar la karş ı laşmak, kendi ha l inden m e m n u n toplum yapısını sarst ı ve düşünür l e r i akıl diye bel le-dikleri şeyleri yeniden gözden geçi rmeye ve gerçekler i s ınama-ya zorladı. Bu a rada binlerce yıldır , Örneğin coğrafya konusun-da, doğru olarak belledikleri bilgilerin yanlışl ığını anladı lar . Dünyanın b ü y ü k bir bö lümündek i ülkelere k ra l l a r ve impara to r -lar hükmeder le rken , Hol landa C u m h u r i y e t i ha lk t a r a f ı n d a n yö-neti len ülke kategoris inde sayı lmayı en çok hak e tmiş b i r top-lumdu. Özgür lük ve d ü ş ü n haya t ın ın teşvik görmesi , m a d d i refah, yeni dünya la r ın keşfi ve b u n l a r d a n yarar lan ı lmas ı , top-lumsal se rüven coşkusu ya ra t t ı .

İ talya 'da Galileo başka dünya la r ın va r l ığ ım açıklamış, B r u -no da başka haya t şekil ler inin varl ığı üzer inde d u r m u ş t u . Bu d ü -şüncelerinden ö türü Galileo ve B r u n o İ ta lya 'da işkence g ö r ü r -ken, Hollanda'da he r iki görüşü pay laşan as t ronom Chr i s t i aan Huygens ödüllerle donat ı l ıyordu. Chr is t iaan Huygens , «Dünya benim ülkem ve d in im de bilimdir,» d iyordu.

Kitabımda ele aldığım konular -ki, bunlar arasında yerküre-nin devinimi de vardır. Birbirine öylesine bağlıdır ki, bun-lardan birinin yanlışlığı ötekileri de silip süpürür. Her ne ka-dar bu görüşlerimin kesin ve doğru kanıtlı temeller üzerine oturtulduğunu biliyorsam da, kiliseye karşı gelmek iste-mem... «İyi yaşamak İçin gSze batmadan yaşamak gerek» sloganıma uygun olarak yaşamımı sürdürmek niyetindeyim.

— 170 —

Çağı işleyen büyük motif ışıktı: Düşünce ve vicdan özgür-l ü ğ ü n ü n simgesi ışık; coğrafi keşif ler in simgesi ışık; özellikle Vermeer ' i nk i l e r o lmak üzere o dönemin tablolar ım aydınl ığa bo-ğan ışık; bi l imsel a r a ş t ı rman ın konusu olarak ışık; Snell ' in kır ı -n ım yasa la r ıy la Leeuwenhoek ' in mikroskobundaki ışık ve H u y -gens ' in ışığın da lga lardan o luş tuğu k u r a m m d a k İ ışık (*). Bun-lar hep b i rb i r ine bağlantı l ı e tk in l ik lerdi ve bu faal iyet lere giri-şenler b i rbi r ler iy le serbestçe temasa geçiyorlardı . Vermeer ' i n tablolar ındaki iç dekorasyonlar denizcilik aygı t lar ı ve d u v a r ha-r i ta lar ıy la doludur . Mikroskoplar konuk odalar ın ın ilgi çeken köşelerini o luş tu ruyordu . Leeu-wenhoek ise Vermeer malikanesi

(*) Isaac Newton, «Düşünceleri en seçkin matematikçi» olarak nite-lediği Huygens'i takdir ederdi. Aynı zamanda onun eski Yunan-lıların matematik geleneğinin en ssdık izleyicisi olduğunu söy-lerdi ki, bu o zaman da, şimdi de iltifat sayılır. Gölgelerin sivri uçlu olmalarından Ötürü, Newton ışığm küçük zerreciklerin akı-şından oluştuğu kanısındaydı. Kırmızı ışığın en çok ve mor ışığın da en az zerrecikten oluştuğu görüşündeydi. Huygens ise ışığm boşlukta yayüan dalgayı andırdığını, deniz dalgası gibi yayıldığı-nı savılmıyordu. Bu yüzdendir ki, ışığın dalf;a uzunluğu ve frekan-sı terimlerini kullanmaktayız. Işığın sapıp kırılması özellikleri Dal^a Kuramıyla açıklanabilmiş ve Huygens'in görüşleri yaygın-lık kazanmıştır. Fakat 1905 yılında Einstein Tanecikler kuramıy-la fotoelektrik olgusunu, başka bir deyişle, ışık gösterilen bir madenin elektronlar saçması olgusunu açıkladı. Modern kuvaı.'a mekaniği her iki görüşü bağdaştırır ve bugün artık ışığın bazı durumlarda dalga olarak yayıldığını, bazı durumlarda da tane-cikler saçtığını kabul etmek olağandır. SÖzkonusu dalga - tanecik ikilemi sağduyu kavramlarımıza ters düşebilir, fakat ışığm özel-liklerini ortaya koyan deneylere uygun düşmektedir. Çelişkilerin bağdaşması olan bu durumda gizemli ve heyecan verici bir yan vardır ve her ikisi de bekâr yaşamış Newton'la Huygens'in ışı-ğın niteliği hakkındaki çağdaş anlayışımızın ebeveyni olmaları ilginç bir rastlantıdır.

— 171 —

yöneticileri ndendi ve Huygens' i Hofv/ijck'deki evinde sık sık ziyarete giderdi.

Leeuwenhoek'irı rr.ikroskopu, manifaturacı lar ın kumaş ka-litesirıİ şgiptamak için kullandıkları büyütecin geliştiri lmesinden doğmuştur. Mikroskop sayesinde Leeuwenhoek bir kaşık suda bir evren keşfet ' : : Mikropları buldu. î lk mikroskopların yapıl-masına Huygens de yardım etti ve bu aygıtla epey yeni şey bul-du Leşuwenhoek ve Huygens insan sperm hücrelerini dünya-da gören ilk kişiler olmuşlardır. İnsanoğlunun üreyip çoğalışını anlamak İçin bu spermleri görmek şart t ı . Mikro - organizmaların kaynat ı lmak suretiyle önceden sterilize edilmiş suçla yavaş ya-vaş üreyiş nedenlerini havada yüzecek kadar küçük oluşlarına ve sudan kaçışlarına bağlayarak açıkladı. Böylece kendi kendine üreme kavramına yeni bir görüş getirdi ve üzüm suyunun ma-yalarım asıyla et in çürümesi sırasında ü remenin olabileceğine işaret etmiş oklu. Huygens ' :n işaret ettiği doğrunun kanı t lanma-sı için iki yüzyıl geçti ve Pas teur 'ün buluşu beklendi. Mars geze-geninde hayat olup olmadığını araşt ı ran Viking projesinin kay-naklan, I ,eeuwenhoek ile Huygens ' te aranabil ir .

XVII . yüzyıl Hollanda'sında geliştirilen mikroskop ve teles-kop, insanoğlunun merakının çok küçük ve çok büyük alanlara uzanma isteğîr.i yansı tmaktadır . Bizlerin atomları ve galaksile-ri izleyişimizin tohumları o tar ihlerde atılmıştı. Astronomi ça-lışmaları için yapılan merceklere karşı ilgi duyan Huygens beş metre uzunluğunda bir merceği kendisi imal etti . Teleskopla yaptığı keşifler bile Huygeııs ' in bilim tar ihine geçmesi için ye-terlidir. Eratostenes'in izinden giderek başka bir gezegen boyut-larını ölçen ilk bilgindir Huygens. Venüs gezegeninin t ü m ü y l e bulutlarla çevrili olduğu görüşünü İlk ortaya atan odur. Mars gezegeninin yüzey biçimini ilk göstermeye çalışan yine Huy-gens'tır. Mars'ın dönerken gösterdiği kayboluş ve yeniden orta-ya çıkış Özelliklerini izleyen Huygens, Mars ' ta bir günün, ye rkü-remizdeki gibi yaklaşık yirmi dört saat o lduğunu ilk kez sapta-mıştır. Sa türn 'ün halkalarla çevrili o lduğunu ve bu çemberle-

— 172 —

r in gezegene hiç değrnediğini yine i!k olarak Huygens söylemiş-t i r (*). SaLürn gezegeninin en büyük Ay'ı olan Ti tan ' ı keşfeden de odur . Ti tan güneş s is temindeki en büyük Ay'dı r ; son derece ilginç ve incelenmesine u m u t bağlanabilecek bir d ü n y a görünü-münded i r . Huygens bu keşif ler inin çoğunu yi rmi yaş la r ınday-ken yapt ı . Astroloj inin de anlamsız bir şey olduğunu vurgu la rd ı .

Huygens ' i n daha başka başar ı l ı çal ışmalar ı da var İ> üs yo lcu luğunda boylam s a p t a m a k so runu zor b i r İşti. Enlem, yıl-dızlar sayesinde kolaylıkla bi l inebi l iyordu; giineye gidildikçe g ü -neydeki yıldız kümeler in i görebil irsiniz. Faka t boylamın saptan-ması t am olarak zaman ın bil inmesini gerekt i r i r . Gemideki has-sas bir saat , t e ıke t t iğ in iz l imandaki saati size bildirebilir . Gü-neş' in doğuşuyla batışı ve yıldızlarsa geminiz in bu lunduğu yere l saati ver i r . İkisi a ras ındaki f a rk boylamın sap tanmas ın ı sağlar . Huygens sarkaçl ı saat i icat et t i . B u n u n prensibi Galileo t a ra -f ından daha önce b u l u n m u ş t u . Denizci l ikte kul lanı lan saat ler-de gelişme sağlayıcı ça l ışmalar yaparken , Huygens bugün bile bazı saa t le rde kul lan ı lan sa rmal dengel i yayı buldu. S a n t r i f ü j gücün hesaplanışı gibi mekan iğe ilişkin buluş lar ı da vardı r . Zar oyunlar ına daj 'a r .a rak olası l ıklar ku ramın ı o r taya attı . Son radan maden sanayi inde devr im ya ra tacak hava pompasını icat et t i , Slayd p r o j e k t ö r ü n ü n habercisi «Sihirbaz Kutusus>nu buldu. Başka b i r m a k i n e n i n daha, b u h a r makines in in gelişimini etkile-yen «Barut M a k i n e s i n i de İcat e t t i .

H u y g e n s y e r k ü r e n i n Güneş çevres inde ha reke t eden bir ge-zegen olduğu yo lundak i Kopern ik ' i n g ö r ü ş ü n ü n Hol landa 'da halk a ras ında bile kabu l edi lmiş b i r görüş o lmasından ut i i rü zevk duyan bi r b i l imadamıydı . Kopern ik ' i n tüm as t ronömlarca

(*) Galileo halkaları keşfetmişti. Fakat bunları hangi fikir çerçeve-sine oturtacağını bilemedi. Astronomi teleskopl arıyla yaptığı in-celemelerde Satürn gezegenine simetrik olarak düşen iki pro-jeksiyondan söz ediyor ve ne olduklarını bilmediğini gösteren bir şaşkınlıkla, kulağa benzediklerini belirtiyordu.

— 173 —

kabul edildiğini. «Ancak kafası yavaş çalışanlarla batıl inançla-rın etkisinde olanlar ta raf ından reddedildiğini» söylerdi. Or ta-çağın Hırist iyan filozofları, gök cennetinin ber gün bir kez yer -yüzü çevresinde dönmesinden esinlenerek bunun sonsuz olama-yacağı görüşünü tu t turur , tart ışır lardı . Bu görüşün etkisiyle sa-yısız, hatta çok sayıda bile (ve ba t ta varolandan başka) dünya olamayacağını savunurlardı . Göğün değil de ye rküren in döndü-ğünün keşfi, yeryüzünün tek dünya oluşturduğu kavramını teh-likeye at ıyor ve başka dünyalarda da haya t bulunabileceği ola-sılığına yol açıyordu. Bunun önemli sonuçları sozkonusuydu. Ko-pernik yalnızca güneş sisteminin değil t üm evrenin Güneş ' in çevresinde döndüğünü, başka bir deyişle helyosantr ik o lduğunu söylüyor. Kepler de yıldızların gezegen sistemlerine sahip olduk-larını reddediyordu. Çok sayıda, daha doğrusu sayısız başka dün-yalar ın başka güneşler çevresindeki yörüngeler inde döndüğü gö-rüşünü ilk kez açıklığa kavuş turan kişinin Giordano Bruno oldu-ğu sanılmaktadır . Bazılarına göreyse, dünya sayısının çokluğu görüşü, Kopernik ' le Kepler ' in f ikir ler inden fil izlenmiştir . XVII , yüzyılın başlarında Robert Merton, helyosantr ik varsayımının daha birçok gezegen sistemi içermesi gerekt iğini ve bu yönde öne sürülen fikirlerin «anlamsızdan hareket ederek anlam çıkar-mak» olduğunu belirtiyordu. Bir zamanlar karşıs ındakinin dili-ni yutmasına neden olabilen bir savla Rober t Mer ton şöyle di-yordu :

Kopernikoğlu Kopernik canavar ının dediği gibi, gök kı-yaslanamaz bir büyüklükte . . . Yıldızlar sayısız ve enginlik sonsuzsa, gökte gördüğümüz sayısız yıldızların güneşler ol-duklarım, bunların da değişmez merkezler i bu lunduğunu ne-den kabul etmeyelim? Güneş ' in çevresinde dolaşan gezege-ni bulunması gibi, onların da benzer biçimde kendi ler ine bağlı gezegenleri bu lunduğunu düşünebil ir iz . . . B u n u n sonu-cu olarak ta sonsuz sayıda yaşanabil i r dünya bu lunduğu so-nucunu çıkarabiliriz. Böyle düşünmemize engel nedir?..

— 174 —

Kepler ' in ve ötekilerinin söylediği gibi, yeryüzü dönüyorsa, yukar ıda dile getirdiğim daha nice küstahça çelişkiyi or taya

£ dökebiliriz.

Faka t yerküremiz dönüyor. Merton eğer bugün yaşasaydı,

I «sayısız ve yaşanabil ir dünyalars ın varlığını kabul etmek zorun-da kalacaktı . Huygens bu zorunluğu o zaman duydu ve hiçbir zamaıı f ikr inden caymadı: Uzay okyanusundaki yıldızlar da b i re r güneşti ler . Bizim güneş sistemiyle kıyaslayarak, Huygens o yıldızların da kendilerine ait gezegen sistemleri bulunması ge-rektiği ve bu gezegenlerden birçoğunda canlı yaşıyor olabilece-ği görüşünü öne sürüyordu. «Gezegenlerde yalmzca engin çöl-lerin bu lunduğunu kabul eder ve buralar ı Kutsal Mimara daha çok yakınlık duyan tüm canlı lardan yoksun kdarsak, güzellik ve soyluluk açısından t ü m gezegenleri ye rküreden aşağı saymış oluruz ki, bu da mant ığa uygun düşmez.»

Bu f ikir ler olağanüstü bir ki tapta ve zafer habercisi bir başlık al t ında top lanmış t ı : Göklerde Keşfedilen Dünyalar : Ge-zegenlerdeki Bu Dünyalarda Yaşayan tnsanlaı*, Bitkiler ve Ürün-lere İlişkin Düşünceler . 1690 yıl ında Huygens ' in ö lümünden kısa bir süre öııce derlenen bu kitap, Rus Çarı Büyük Pe t ro dahil birçok kişi t a ra f ından hayranl ıkla karşılandı. Petro , Rusya 'da Batı bil imine ait ilk ki tap olarak bastırdı .

Huygens ' in gözlemlerine dayanarak çıkardığı sonuçlar çağ-daş kozmik perspekt i fe benzerl ikler gösteriyor.

Evrenin müth iş enginliğinin ne güzel ve şaşırtıcı b i r şeması karşısında bulmaktayız kendimizi. . . Bunca güneşler, bunca ye rküre le r . . . ve bunlar ın he r biri de otlar, ağaçlar, hayvanlar dolu ve nice denizler ve dağlarla süslü!.. Yıldız-ların çokluğu ve birbir leri arasındaki büyük uzaklığı düşü-nünce, hayranl ığımız ne kadar daha çok art ıyor?

Voyager uzay aracı, o g ü n k ü keşif yolculuklarına çıkan yel-kenli gemiler in ve Christ iaan Huygens ' in bilimsel ve tasarımcı

— 175 —

geleneğinin uzantı larıdır . Voyager uzay araçları , yıldızlara doğru yol alan gemilerdir ve yollan üzerindeki Hnygens ' in iyi bildiği ve sevdiği dünyaları keşfetmektedirler .

Yüzyıllar öncesinin yolculuklarından dönerken getiri len önemli şeylerden biri Gezi Öyküleri 'dir . Bunlar , yabancı ülke-lere ve hayranlığımızı uyandıran, yeni keşifleri kamçılayan, da-ha önce hiç görülmemiş (egzotik) yarat ıklara ait hikâyelerdir . Bu hikâyelerde göğe değen dağlar; e jderha ve deniz canavar-ları; günlük yiyecekler için alt ından yapılmış kap kaçak; acayip yapılı hayvanlar; Protestanlar , Katolikler, Museviler ve Müslü-manlar arasındaki kavgaların anlamsızlığı; ağızları göğüslerinde bulunan insanlar; ağaçlarda yetişen keçiler vardır . Bu hikâye-lerden bazıları doğrudur, bazıları da uydurmadı r . Kimisinde bir dirhem gerçek bulunur, kimisi de keşle çıkanlar ya da onların anlatt ıkları ta raf ından abart ı lmış ya da yanlış yorumlanmış lar -dır. Bu öyküler Voltaire ' in ya da Jonathaı ı Swif t ' in elinde, Av-rupa toplumu için yeni bakış açıları get i rmiş ve kabuğuna çe-kilmiş bu topluma yeniden düşünme malzemesi sağlamışlardır .

Voyager 2 uzay aracı, hiçbir zaman yeryüzüne dönmeyecek. Fakat biiimsel bulguları, yaptığı destansı keşifleri, yolculuk anı-ları gelmekte. Örneğin, 9 Temmuz 1979 tar ihini ele alalım. Bü-yük Okyanustaki yerel saatle 8.04'de yeni bir dünyanın ilk re-simleri yeryüzüne geliyor. Bu yeni dünyaya Avrupa adını veri-yoruz dünyamızdakînden esinlenerek.

Dış güneş sisteminden ye ryüzüne resim nasıl geliyor? Jüp i -ter çevresindeki yörüngesinde donen Avrupa üzerinde güneş ışı-ğı panldıyor. Bu ışık uzaya yansıyor. Uzaya yansıyan ışığın bir bölümü Voyager televizyon kamerasındaki fosfora çarpıyor ve bir görüntü yaratıyor, Voyager 'deki bilgisayarlar gö rün tüyü okuyorlar, yarım milyar kilometre uzaklıktaki ye ryüzünde yerleştirilmiş bir radyo - teleskopa radyo sinyalleri ver iyorlar . Bu radyo - teleskoplardan biri İspanya'da, biri Güney Califor-nia'daki Mojave Çölünde, üçüncüsü de Avustra lya 'da .

— 176 —

Voyager'Ierin çıktığı yolculuklarda insan bulursa, kapta-nın seyir defterinde şunlar yazılı olacak:

1. Gün : Gezegenlere ve yıldızlara doğru Cape Canaveral'-dan havalandık. 2. Gün : Aracın bilimsel gözetleme platformunda bir bozuk-luk var. Bozukluğu gideremezsek çekmemiz gereken fotoğraf-lardan çoğu ve bilimsel veriler kayba uğrayacak. 13. Gün : Geriye doğru bakarak şimdiye dek birlikte fotoğ-rafları çekilmemiş yeryüzüyle Ay'ın uzayda birarada ve bir-birinden ayrı dünyalar olarak fotoğraflarını çektik. Uzayda giizel bir çift oluşturuyorlar. 170. Gün : Olağan ev ve temizlik işlerine baktık. Olaysız birkaç ay geçti. 185, G ü n : Jüpi ter ' in resimlerini çektik. Bunlar ayar fotoğ-raflarıydı . 207. Gün : Radyo vericisinde bir bozukluk var. Vericiyi ona-rıyoruz. Düzeltemezsek, yeryüzünde bizden bir daha hiç ha-ber alamayacaksınız. 215. G ü n : Mars' ın yörüngesini geçiyoruz. Gezegenin kendi-si Güneş'in öte yanına düşüyor. 295. G ü n : Asteroit Kuşağı 'na giriyoruz. Genişçe ve düzen-siz kaya parçaları var. Çarpışmayı önlemeye çalışacağız. 475. G ü n : Belli başlı Asteroit Kuşağı 'ndan sıyrıldık. Her-hangi bir çarpışmaya kurban gitmediğimize sevinçliyiz. 570. G ü n : Jüpi te r gökte giderek daha belirginleşiyor. Yer-yüzündeki en büyük teleskopların sağlayamadığı ayrıntıları saptayarak görüntülerini alabileceğiz. 815. Gün : Jüpi ter ' in değişken bulutları önümüzde fır dö-nerek bizi hipnotize edecek derecede şaşkınlığa uğrattı, Ge-zegen çok kocaman bir şey. Öteki tüm gezegenler biraraya getirilse, Jüpi te r onların tümünden iki kat daha büyük bir kütleye sahip. Bağ diye bir şey yok. Ova, Volkan ve akar-su yok. Toprakla hava arasında smır diye bir çizgide yok.

177 Kozmos : F. 12

1

Yoğun gaz okyanus uy la yüzen bulutlardan oluşuyor her ye-ri. Yüzeyi bulunmayan bir dünya. Jüpi te r üzerinde gördü-ğümüz her şev göklerinde dalgalaniyor. 630, Gün : Jüpiter ' in havası çok ilgimizi çekti. Bu masif dünya ekseni etrafında on saatten az bir zamanda dönüyor. 640. G ü n : Bulut biçimleri birbirinden farklı ve çok güzel. Van Gogh'un «Yıldızlı Gece» tablosunu andırıyor. Ya da William Blake'in yapıt larım. Faka t hiçbir sanatçı böylesi bir tablo henüz çizmemiştir, çünkü hiçbiri henüz gezegenimiz-den dışarı ayağını atmamıştır . Yerküre üzerindeki hiçbir sanatçı böylesine acayip ve güzel bir dünya düşleyememiş-tir. Jüpi ter ' in rengârenk kuşak ve çizgilerini yakından izliyoruz. Beyaz çizgiler yüksek bulutlar olabilir, belki de amonyak kristalleridir. Kahverengine çalan kuşaklar daha aşağıda ve daha sıcak bölgeler olabilir. Mavi bölgelerse bulut örtüleri arasında açık bir gök parçası görebildiğimiz deliklerdir. Jüpi ter ' in kırmıza bakan kahverenginin nedenini bilemiyo-ruz. Belki de fosforun ya da sü l fürün kimyasal yapısından-dır. Belki de Güneş'ten gelen morötesi ışık Jüpi te r atmos-ferindeki metanı, amonyağı ve suyu ayrışt ırarak açık renk-te karmaşık organik moleküllerin oluşumuna, sonra da bu moleküllerin yeniden biraraya gelmesine yol açıyor. Bu tak-dirde, Jüpiter ' in renkleri dört milyar yıl Önce yeryüzünde hayatın başlangıcına yol açan kimyasal olgulardan söz ediyor demektir. €47. G ü n : Büyük Kırmızı Nokta. Büyük bir gaz sütunu yükseliyor. Yanındaki bulutların boyuna erişiyor. O kadar büyük bir sütun ki, içine 6 tane yerküre sığar. Kırmızı olu-şunun nedeni, belki de çok derinde oluşmuş ya da yoğunlaş-mış karmaşık molekülleri yüzeye çıkarmasmdandır . Bir mil-yon yıllık bir büyük fır t ına sistemi olabilir. 650. G ü n : Muhteşem karşılaşma. Önümüzde müthiş güzel likler sergileniyor. Jüpi ter ' in azılı radyasyon kuşaklarım

— 178 —

;

yalnızca tek bir aygıtın bozulmasıyla aşabildik. Jüpi ter ' in yeni keşfettiğimiz halkalarının parçacıkl arıyla çarpışmadan bunları aştık. Radyasyon kuşağının göbeğinde bulunan kü-çük, kırmızı bir dünya olan Amalthea'yı, çok renkli lo'yu Avrupa'daki çizgili işaretleri, Ganyemede'nin örümcek ağı-nı anımsatan güzel şekilleri geçtikten sonra, Callisto'nun çok halkalı havzasını aştık. Jüpi te r gezegenin bilinen Ay'larından eıı dıştakini de aşıp dışa doğru açılıyoruz.

662. Gün : Alan detektör-lerimizle küçük parça de-tektörlerimiz Jüpi ter rad-yasyon kuşağından ayrıldı-ğımızı gösteriyor. Gezege-nin çekim gücü hızımızı ar-tırdı. Sonunda Jüpi ter 'den sıyrıldık ve uzay okyanu-suna doğru açılıyoruz, 874. Gün : Bundan sonra-ki uğrağımıza iki yıl sonra varacağız : Sa tü rn sistemi.

Voyager tarafından gönderilen gezi öyküleri arasında en çok hoşuma giden Galileo uydularından biri olan Io'dan gelenidir. Voyager gitmeden önce de lo'da garip bir şeyler olduğunu bi-liyorduk. Yüzeyinde bazı değişik ve ilginç şekiller görülüyordu. Rengi de çok kırmızıydı, Mars knmızısından daha da kırmızı.

Voyager bu kocaman Ay'a yaklaştığında, güneş sisteminde-ki başka bir yerde rastlanmadık biçimde değişik renkler taşıyan bir yüzeyle karşılaştı. Io, Asteroit Kuşağı'na yakın bir yerdedir. Tarihi boyunca düşen kaya parçalarıyla yumruklanmış olmalı. Krater le r açılmış olması gerekir. Fakat krater gözükmüyordu. Açılan krater ler i silebilen oldukça etkili bir süreç sözkonusu ol-malı. Atmosferin etkisi olamaz bu, çünkü Io'nun güçsüz olan çekimi nedeniyle atmosferin büyük bir bölümü uzaya kaymıştı. Akarsudan ötürü olamaz, çünkü Io 'nun yüzeyi çok soğuk. Vol-

AFıTl" ro

V -'i,*.;: • r

•İ m

Voyager I ve ll'nin Jüpiter'in aylarım incelemesi 5 Mayıs • 9 Haziran 1973

— 179 —

kan ağzına benzeyen yerler vardı. Fakat emin değildik. \ oyager'in yoluna devam etmesini sağlamaktan sorumlu

ekip üyelerinden Linda Morabito, lo'nun arka planındaki yıl-dızları görebilmek amacıyla bilgisayardan lo 'nun bir uç bölge-sinin görüntüsünü vermesini istemişti. Uydunun yüzeyindeki ka-raıi i ikn dik duran bir :üy sorguç görür gibi oldu. Şaşırdı. Son-r -: birden karar verdi kî, tüy sorguç, varolabileceğindeıı kuşku-landığı bir volkandı. Voyager, yerküremizin dışındaki ilk faal volkanı keşfetmişti. Şu aııda Iö'da gaz ve parçalar kusan dokuz büyük volkan ve yüzlerce de -belki binlerce- sönmüş volkan bu-lunduûunu biliyoruz. Volkanik dağların yanlarından akan püs-kürtülmüş döküntüler kraterleri örtmeye yetmektedir. Gezegen-lerdeki görüntülerden yepyemsiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Gaiileo ve Huygens bayılırlardı bu görüntülere.

Ic Jaki volkanların keşfedilmesinden Önce, bunların varlığı S an:oıı Peale ve arkadaşları tarafından haber verilmişti. Io'da g'_:-. üğümüz renklerin şekilleri, volkan ağzından çıkan erimiş sülfür nehirlerinin alabileceği renk şekillerine benziyor. lo'nun yüzeyi birkaç ay içinde bile değişikliğe uğruyor. Yeryüzünde d üşenil aralıklarla hsva raporları yayınlanması gibi, lo'ya ait ha-ritaların düzenli aralıklarla hazırlanması gerekmektedir .

Yoğunluğu pek az olan Io atmosferinde Voyager genellikle sülfür di oksit br.lgusuna vardı. Bunun bir yarar ı olabi l i r : İyice içine düştüğü Jüpiter radyasyon kuşağının elektrik yüklü par-çacıklarından yüzeyini koruyor.

lo'nun büyük volkanik sorguçları, Jüpi ter ' in çevresindeki «:?.; - Ti atomlarını doğrudan sokabilecek kadar yüksek. Io'dan çıkan gazlı maddenin, birçok çarpışma ve yoğunlaşma süreci so-nunda Jüpiter'in çevresindeki kırmızı halkaların sorumlusu ol-ması da sözkonusudur.

İnşanın Jüpiter 'ce yaşayabileceğini düşünmek zordur. Bu-nunla birlikte atmosferinde sürekli olarak dolanacak büyük ba-lonlu kentler kurulması uzak bir geleceğin düşüncesi olabilir, Jüpiter'in Ay'larını keşfetmek isteyenler için Jüpi te r gezegeni

— 180 —

bir tahr ik noktası olmaya devam edecektir . Güneş sistemi, yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaşmasın-

dan oluşurken, Jüpi te r , yıldızlararası uzaya püskürmeyen ve güneşi oluşturmak üzere içe doğru düşmeyen maddenin büyük bir bölümünü kendine çekmiştir . Jüpi te r in kütlesi otuz, kırk mis-li olsaydı, içindeki madde de te rmonükleer tepkiler geçireceğlr.-den, bu gezegen kendi ışığıyla par ı ldamaya başlardı. Gezegen-lerin en büyüğü, yıldız olmayı başaramayan bir kütledir . Böy-le olmasına karşın, iç ısısı Güneş ' ten aldığı ener j in in iki ka t ım verebilecek kadar yüksekt i r . Tayfın kızıl Ötesi bölümüyle değer-lendirilince, Jüp i te r ' i bir yıldız saymak bile doğru olur. Gözle görülebilen bir yıldıza dönüşseydi, çifte yıldız sistemli, gökte iki güneşli bir dünyada yaşayacakt ık. Ve geceler dünyamıza daha ender olarak İnecekti. Samanyolu boyunca sayısız güneş sistem-lerinde olduğu gibi.

Jüp i t e r bulut lar ının al t bölümlerindeki a tmosfer tabakala-rının ağırlığı, yerküremizdekinden çok daha yüksek basınç ya-par, Bu basınç öylesine b ü y ü k t ü r ki, hidrojen atomlar ından elektronlar ı sıkıştırıp çıkarır ve sıvı met a İlik hidrojen maddesi oluşturur . Yeryüzü laboratuarlar ında elde edilmemiş bir fiziksel sonuçtur bu. Çünkü yerküremizde böylesine yüksek basınç sağ-lanmamışt ı r . (Metallik hidrojenin orta dereceli ısıda süper-ilet-ken işlevi yapabileceği u m u t ediliyor. Yeryüzünde üreti lebil ir-se elektronik alanında bir devr im yaratabil ir . ) Yerküremizdeki

; atmosfer basıncından üç milyon kez fazla basınç bulunan Jü -I piter ' in iç ka tmanlar ında , metall ik h idrojen okyanusundan baş-1 ka bir şey yoktur . Bu arada Jüpi te r ' in en iç bölmelerinde kaya

ve demir kütlesi bulunabi l i r . Basınç mengenesi içinde yeryüzü . benzeri bir dünya, bu en büyük gezegenin ortasında sonsuza dek

> gizli kalabilir .

Jüp i te r ' in içerlerindekİ sıvı maddenin taşıdığı elektrik akım-ları, gezegenin muazzam manyet ik alanının kaynağını oluşturu-yor olabilir. Güneş sisteminin en güçlü manyet ik alanı bu ge-zegendedir. Gezegenin radyasj 'on kuşağı ise elektron ve proton

— 181 --

kapanı oluşturur. Elektr ik yüklü bu zerrecikleri, Güneş ' in sal-dığı güneş rüzgârları taşırlar. Jüpi te r ' in manyet ik alam bun-ları yakalayıp hızlandırır.

Io, Jüpi ter 'e öylesine yakm bir yörüngede döner ki, söz-konusu yoğun radyasyonun göbeğinden geçer. Geçerken elek-tr ik yüklü parçalar çavlaru yarat ı r , bunlar da radyo ener j is i pat-lamaları doğurur. Jüpi ter ' in radyo enerj is i pa t lamalar ın ın ne za-manlar olacağı, yerküremiz için hava tahminler inden daha bü-yük bir kesinlikle haber verilebilir.

Jüpi ter ' in radyo dalgaları yayınlayan bîr merkez olduğu, 1950'lerin başlarında radyoastronominin yeni icat edildiği gün-lerde bir rast lantı sonucu bulunmuştu . İki genç Amerikal ı olan Bernard Burke ve Kenne th Frankl in , yeni yapılmış ve o gün-ler için epey duyarl ı radyo-teleskopla gökleri kolaçan ediyor-lardı radyo sinyali alabilecek miyiz diye. Güneş sisteminin dı-şındaki kozmik alanda radyo dalgaları kaynağı a ramaktaydı la r . Önceden bil inmeyen bir kaynak tan radyo da lga lan gelince şa-şırdılar. Çünki bu n u n kaynağı, b i r yıldızdan, nebuladan ya da galaksiden değil gibiydi. İş in garibi, çok uzaklardaki cisimlere oranla epey hızla hareket eden bir cisimden gel iyordu radyo dal-gaları. Uzak Kozmos alanlarına ait har i ta la r ına bakıp bu rad-yo kaynağına ilişkin bir açıklama yapamadıklar ı s ı ra larda b i r gün, rasathaneden çıkıp göğe çıplak gözle bakt ı lar . Sağlar ında olağanüstü parlaklıkta bir cisim görmeleri onları şaşırttı . Şakay-la karışık bir sevinç içinde radyo dalgaları yayın layan cismin Jüpi ter olduğunu gördüler . Laf aramızda, bu t ü r raslantısal bul-gular, bilime yabancı bir olgu değildir.

Jüpi ter 'den daha küçük b i r gezegen olmasına karşılık, Sa-I türn yapı bakımından ve birçok yönüyle Jüp i te r ' e benzemek-tedir. Her on saat te bir kendi ekseni e t ra f ında dönen Sa tü rn ekvator bölgesinde renkli çizgi kuşak lan sergiler. Bu renkli ku-şaklar Jüpiter ' i ı ıki kadar belirgin değildir . Jüp i t e r ' den daha za-yıf bir manyetik alanı ve radyasyon kuşağına sahiptir . Satürn 'ü çevrsleyen ha lka lann görünümü, Jüp i te r ' ink inden çok daha et-

— 182 —

j

kileyicidir. Sayısı otıu aşan uyduyla da çevrelenmiştir. Sa türn 'ün Ay' larından en ilginci olarak Titan gözümüze çar-

pıyor. Ti tan güneş sistemindeki en büyük ve hatır ı sayılır de-recede atmosferi olan tek Ay'dır . 1380 yılı Kasımında Voyager 1 Titan' la karş ı laşmadan önce Titan hakkındaki bilgimiz az ve düzensizdi. Varlığı kuşkuya yol açmayan tek gaz türü metan gazıydı (CH4) ve G.P. Küpler ta raf ından saptanmıştı . Güneşin morötesi ışığı metan gazını daha karmaşık hidrokarbon mole-kül ler ine ve hidrojen gazına dönüştürmekte . Hidrokarbonlar Ti-tan ' ın yüzeyini koyu renk ve kat rans ı bir organik balçık olarak kaplıyor. Bu, yeryüzündeki hayat ın başlangıcına ilişkin olarak düzenlenen deneyde yara t ı lan balçığa benziyor olmalı, l ' i tan ' -ın çekim gücü az olduğundan, hafif hidrojen gazı «kaçış dar-

Ibesİ» olarak nitelenen şiddetli bir süreçle çabucak uzaya kaçı-yor ve beraber inde metanla atmosferin öteki yapısal maddele-rini gö türüyordur . Faka t Titan ' ın atmosfer basıncı en azından Mars gezegenin a tmosfer basıncı kadar büyüktür . Bu nedenle «kaçış darbesi» pek gerçekleşmiyor galiba. Belki de henüz keş-fedi lmeyen öyle a tmosfer ik yapısal bir madde vardır ki. Örne-ğin ni trojen, bu madde a tmosfer in ortalama molekül ağırlığını a r t ı ra rak darbeli kaçışı önlüyordur . Ya da darbeli kaçış oluyor, ama uzaya kaçan gazların yerini gezegenin içinden gelen baş-ka gazlar alıyor. Ti tan ' ın kütle yoğunluğu o kadar düşüktür ki, çok mik ta rda su ve buz bulunmalıdır . Bu arada metan da var-dır. İç ısıdan ö türü yüzeye bunlar ın ne oranda salıverildiği bi-l inmemektedi r .

Ti tan 'e teleskopla baktığımızda, zar zor farkedilen bir kır-mızı disk görebiliyoruz. Bazı gözlemciler o diskin yukarı bölüm-lerinde beyaz bulu t la r gördüklerini bildirmişlerdir. Bunlar, bü-y ü k bir olasılıkla, metan kristalleri bu lu t l and ı r . Peki ama kı r -mızı rengi veren nedir? Titan inceleyicileri, bunun nedenini kar-maşık organik moleküllere bağlamaktadır lar . Titan'ın yüzey ısı-sı ve a tmosfer ik yoğunluğu halen tar t ışma konusudur. Atmos-ferde oluşan sera tipi bir e tkiden ö t ü r ü yüzeyinde ısının art t ığı

— 183 —

belirt i leri var. Yüzeyinde ve a tmosfer inde bolca organik mole-kül varl ığıyla Titan, güneş s is teminin ikamet edilebilir tek ve ilginç biı yeridir . Keşif amacıyla girişilen daha önceki yolculuk-lar tarihi, Voyager ' in ve başka uzay araç lar ın ın gir işecekleri keşif uçuşları, bu ye r hakkındaki bilgilerimize devr im sayıla-cak bilgiler katacakt ı r .

Titaıı ' ın bu lu t ara l ığ ından S a t ü r n ' ü ve ha lka la r ım görebi -. i niz. Aradaki a tmosfer in etkisiyle açık s a n renk ted i r ha lka-

lar. Sa tü rn sistemi, ye rküremiz in Güneş 'e mesafes inden on ka t daha uzak olduğundan, Ti tan 'a ulaşan güneş ışığı bizim al ışkın olduğumuzun yüzde I'İ yoğunluğundad ı r . Isı derece le r i de a tmos-fer in sera tipi b i r e tki göstermesine karşın, suyun donma de-recesinin çok al t ında olmalıdır . F a k a t organik m a d d e bol luğu, güneş ışığı ve belki de volkanik bölgeleriyle Tİ tan 'da (*) h a y a t o ..- :hğı pek de yabana at ı lamaz. Böylesine değişik b i r o r t am-da, haya t da doğal olarak yeryüzüı ıdeki ı ıden fark l ı olacaktır , Ti-

(*) İ635 yılında Titan'ı keşfeden Huygens bu konudaki görüşlerini 5 •"•>•! GZctbyon «Gözlerimizi göklere çevirip Jüpiter ve Satürn t: tem'erini minnacık gezegenimizle kıyaslarken, bu iki gezege-nin büyüklüğü ve soylu bekçileri karşısında hayran kalmama-ya o-an ak var mıdır? Ya da akıllı Yaratıcımızın bütün hayvan-lar: ve bitkileri bize bahşederek yalnızca yeryüzünü süsleyip bü-tün o dünyaları yoz ve insandan yoksun bıraktığını düşünme-ye olanal: var mı? O dünyalar ki, orada yaşayanlar da Yaratı-cılarına tapmak isteyeceklerdir. Yoksa tiim o gök cisimleri bize göz kırpsınlar ve tarafımızdan incelensinler diye mi yaratıldılar, d üşü nitesin de siniz?» Satürn Güneş'in çevresini otuz yılda dön-düğüne göre, Satürn gezegeniyle Ay'larının mevsimleri Yeryü-zü mevsimlerinden epey uzun olmalı. Satürn'ün Ay'larında ya-şıyor olabilecekler hakkında Huygens şunları ekliyor: «Böylesi-ne uzun ve cansıktcı kışları olduğuna göre, yaşayış biçimleri bi-zimkinden' çok farklı olamaz.»

— 184 --

tan'da hayat var ya da yoktur , şeklinde kesin yanıt lar verebi-lecek kanıt lara sahip değiliz. Faka t bir olasılık sözkonusudur. Titan' ın yüzeyine, içinde aygıt lar bulunan uzay araçları indir-medikçe, bu sorunun yanı t ını kesin olarak veremeyiz.

Sa tü rn 'ün halkalar ım oluşturan madde parçacıklarım ince-lemek için onların yak ınma gidebilmemiz gerekir . Bunlar kar topu buz küpler i ve çapı bir met reyi aşamayan cüce buzullardır . Bunlar ın sudan yapılmış buz özellikleri taşıdı-ğını biliyoruz, çünkü halkalardan yansıyan güneş ışığının tayf taki özellikleri, laboratuarda ölçümleri yapılan buzunkİ-ne benzemektedir . Bir uzay aracıyla bu buz parçalar ının yakınına gidebilmek için sürat imizi keserek onların Sa tü rn çevresinde dönüş hızları olan saatte 45.000 mil (yaklaşık 62.000 km.) yapmalıyız ki, beraber ler inde dolaşabilelim. Başka bir de-yişle, o buz parçalar ının Sa tü rn çevresindeki dönüş hızlarına ayak u y d u r a r a k biz de Sa tü rn çevresinde yörüngede dolanma-lıyız. Ancak o takdirde ne olduklarını t am olarak anlayabili-riz.

Sa tü rn 'ün çevresinde çember sistemi yer ine neden tek ve büyük bir uydu yok? Halkayı oluşturan madde parçası, Sa türn 'e yakın bu lunduğu oranda yörüngede dönme hızı ar tacakt ı r ; içte-ki parçacıklar dıştaki parçacıklardan daha hızlı dönmektedir ler . Her ne kadar komple g r u p olarak parçacıklar gezegenin çevre-sini saniyede 20 km. hızla dönüyorsa da, birbir ine yakın iki par-çacığın göreceli hızı çok düşük tür . Dakikada birkaç sant imet re farkedecek kadar . Bu göreceli devinimden ö tü rü parçacıklar kar -şılıklı çekimin etkisiyle hiçbir zaman birbir ine yapışamıyorlar . Yapışmaya çabalayınca, yörüngesel h ı z l a n m n az faka t de-ğişik oluşu onları b i rbi r inden ayırıyor. Eğer ha lkalar Sa türn ge-zegenine bu denli yakın olmasalar, sözünü ettiğimiz etkinin gü-cü azalır ve küçük kartopları b i ra raya gelerek sonuçta bir uy-du oluş turur lardı .

Güneş rüzgârı , Sa türn gezegeni yörüngesinden çok Öteler-deki dış güneş sis temine kadar etkisini pek az da olsa hissetti-

— 185 --

rir. Voyager, Unır.us'a ve Neptün' le P lu to 'nun yörüngeler ine ulaştığında, eğer aygıtları hâlâ çalışır du rumda kalırsa, Güneş '-in dünyalar arasında estirdiği rüzgâr ın etkisinin azaldığını mut -laka hissedecektir. Güneş'in estirdiği rüzgârın, Yıldızlar impa-ratorluğunun eşiğine uzanan son kalmtısıdır bu. P lu to 'nun Gü-neş'e olan uzaklığının iki üç misli daha uzaklıktaki yıldızlar-arası protonlar ve elektronların basıncı, Güneş rüzgârının ora-lara kadar vardırabildiğı basıncından çok daha etkilidir. Güneş '-in impara to r luğunun sona erdiği bu bölgeye «heliopause» (Gü-neş duraksaması) adı veriliyor. Voyager adlı uzay aracımız he-liopause bölgesini XXI. yüzyı l ortalarına doğru aşarak bir daha Güneş sistemine geri dönmemek üzere yıldız adalar ına yak-Iaşacak ve Samanyolu 'nun orta bölümlerindeki yoğun bölgenin Çevresini bundan birkaç yüz milyon yıl sonra dolanmayı ta-mamlayacaktır . İlk olarak! Art ık destansı yolculuklara başlamış bulunuyoruz.

— 186 --

Bölüm VII

GECENİN BELKEMİĞİ

Gökte yuvar lak bîr deliğe rastge İdiler... ateş gibi par-l ıyordu. İşte bu bir yı ldızdır , dedi Kuzgun.

— Yaratıl ış'a aît Eskimo efsanesi

Bir şeyin nedenini öğrenmeyi , kral olmaya yeğ tutarım.

— Demokritus

Sisam'lı Ar îs larkus , evrenin şimdi s an ı ld ığ ından birkaç kez daha büyük olduğu sonucuna götüren bazı varsa-yımlar attı ortaya. Bu varsayımlar, sabit yıldızlarla Gü-neş' in yerler inden kımıldamadığı , yeryüzünün Güneş ç e v r e s i n d e bir daire çizerek döndüğü, Güneş' in de bu yörüngenin orta yerinde durduğu yolunda. Ayn ı zaman-da, sabit yı ldızların bulunduğu ve merkezi Güneş olan

— 187 --

küreyi öyie büyük varsayıyor kî, yeryüzünün dönüşünü tamamladığı dairenin sabit yıldızlara U2aklık oranı küre merkezinin kendi yüzeyine olan uzaklık oranına eştir, diycr.

— Arşimet, The Sand Reckoner (Kum Sayıcısı)

insanoğlu Tanrı hakkındaki düşüncelerinin gerçekçi bir muhasebesini yapacak olursa, tanık olduğu olayların bi-linmeyen, gizli kalan nedenlerini düe getirmek içîn ço-ğu zaman «tanrı» sözcüğünü kullandığını itiraf etmek zorunda kalır. Bu sözcüğü, nedenlerin kaynağını bula-madığı, doğal olanın kaynağı anlaşılır olmaktan çıktığı zaman kullanmaktadır. Ya da nedenleri birbirine bağ-r !yan zincirin halkalarını kaybettiği anda, sonucu Tan-rı'ya bağlayarak sorunu çözer ve araştırmasına son ve-rİr. Bu yüzden, bir şeyîn olusunu tanrdara bağladığın-da, aslında zihnindeki karanlığın yerini, hayref duygu-suyla önünde eğildiği alışılmış bir sese terk etmekten başka bir şey mi yapıyor?

— Paul Heinrich Dîetrich, Baron von Holbach, S y s t 6 m e de la N a t u r e (Doğanın Sistemi) Londra, 1770

Ç O C U K L U Ğ U M U N G E Ç T İ Ğ İ M A H A L L E A V U C U M U N İÇİ G İ B İ B İ L D İ Ğ İ M B İ R E V R E N D İ . T ü m k o m ş u l a r ı m ı z ı ta -nır , i s imle r iy le t e k e r t e k e r s a y a b i l i r i m . B e s l e d i k l e r i h a y v a n l a -r ı b i l i rd im. K a l d ı r ı m t a ş l a r ı n a dek o y n a d ı ğ ı m s o k a k l a r ı t a n ı r -dım. F a k a 4 b i r k a ç blok ö t ede , t r a f i k g ü r ü l t ü s ü n ü n h ü k ü m s ü r -düğü 88. S o k a k t a n i t i b a r e n z i h n i m d e y o l c u l u ğ a ç ı k t ı ğ ı m s ı n ı r -lar baş la rd ı . A n ı m s a d ı ğ ı m k a d a r ı y l a , y o l c u l u ğ a ç ı k t ı ğ ı m b u y e r M a r s ge r egen iyd i .

Kış a k ş a m l a r ı b a z e n g ö k t e y ı l d ı z l a r g ö r e b i l i r s i n i z . U z a k t a n göz k ı r p t ı k l a r ı n ı g ö r ü r , n e o l d u k l a r ı n ı m e r a k e d e r d i m . B e n d e n

— 188 --

büyük çocuklara ve yetişkinlere sorduğumda, aldığım yanıt yal-nızca şu olurdu: «Onlar gökte birer ışıktırlar, oğlum.» Işık ol-duklarını ben de görebiliyordum. Ama neydiler acaba? Gökte sallanan küçücük ampuller mi? Neden oradaydılar? Onlar için üzülürdüm; meraksız arkadaşlarım için gizliliğini koruyan ga-rip yerlerdir, diye düşünürdüm. Sorumun daha derin bir yanıtı olmalıydı.

Yaşım büyür büyıimez, evdekiler semt kitaplığına gitmemi sağlayacak kar t lar ım bana verdiler. Kitaplık 85. Sokaktaydı ga-liba. Benim için meçhul bir yerdi. Hemen gittim ve kitaplıkta çalışan memur kızdan bana yıldızlar hakkında bir İki kitap bul-masını rica ett im. Bana getirdiği kitapta Clark Gabîe ve Jean Harlow gibi erkek ve kadnı isimleri taşıyan yıldızlar vardı. Bi-raz kızdığımı gören kızcağız o zamanlar için anlamadığım bir nedenle gülümsedi ve bana başka bir kitap çıkarıp verdi. Bu istediğim kitaptı . Kitabı hemen açarak soluk almadan aradığım bilgiyi buluncaya dek okudum. Evet, kitap insanda hayret uyan-dıran bir bilgi veriyordu. Büyük bir fikir. Yıldızların güneş, ama uzakta kalan .güneşler olduğunu yazıyordu. Güneşimiz de bir yıldızdı, fakat yakın bir yıldız.

Diyelim ki, Güneş'i minnacık ve göz kırpan bir ışık duru-muna gelinceye dek uzaklara sürüklediniz. Acaba ne kadar uzak-lara götürmek gerekirdi? Açı ölçüsü kavramından habersizdim. Işığın yayılmasına ilişkin ters kare ilkesini bilmiyordum Yıl-dızlara olan mesafemizi ölçmeyi bilecek en ufak bir bilgi kırın-tısına sahip değildim. Faka t şunu söyleyebilirim: Madem ki yıl-dızlar güneştiler, epey uzakta olmaları gerekiyordu.. . 85. So-kaktan uzak, Manhat tan da uzak, New Jersey'den de uzak olma-lıydılar. Evren tahminimden daha büyük, diye geçirdim ak-lımdan.

Sonraları daha da şaşırtıcı bir şey okudum. Bizim mahalle-nin de dahil olduğu yeryüzü bir gezegendi ve Güneş'in çevre-sinde dönüyordu. Başka gezegenler de vardı, Bunlar da Güneş'in etrafında dönüyorlardı . Bazı gezegenler Güneş'e daha yakın,

— 189 — I

bazılanysa daha uzaktaydı. Ne var ki, gezegenler kendi ışıkla-rıyla parıldamıyorlardı. Oysa Güneş kendi ışığıyla parıldıyor-du. Gezegenler yalnızca Güneş' in ışığını yansıt ıyorlardı . Eğer Çok uzak mesafeler ötesine gitseydiniz, yerküremizi ve öteki ge-zegenleri hiç mi hiç göremezdiniz; yalnızca fersiz birer ışık nok-taları olarak görülürdü. Güneş ' in yaldır yaldır parlaklığına kar-şılık sönük birer nokta olurlardı. Derken, şunu geçirdim aklım-dan : Öteki yıldızların gezegenleri bu lunduğunu düşünmek man-tıksız olmaz. Henüz gozleyemediğimiz gezegenler Örneğin. Sö-zünü ett iğim bu öteki gezegenlerin bazılarında baya t olabilirdi de... Neden olmasmdı? Bizim mahallede bildiğimiz haya t biçi-minden değişik olabilirdi belki. Böylece astronom olmaya ka-r a r verdim. Yıldızlar ve gezegenler hakkında bir şeyler öğren-meyi aklıma koymuştum. Ve m ü m k ü n olursa, oralara gi tmeyi de.

Bu garip isteğime annemle babamın set çekmemesi ve bazı öğretmenlerimin teşvik etmesi benim için bir talih olduğu gibi, öteki dünyalar ın ziyaret edilip Kozmos'un yakından keşfe çıkıl-dığı bir dönemde yaşamam da bir talihtir . Daha önceki bir çağ-da doğmuş olsaydım, bu konuya merak ım ne denli der in olur-sa olsun, yıldızların ve gezegenlerin ne olduğunu ya da ne olma-dığını bilemeyecektim. Başka güneşler ve başka dünyalardan ha- • berim olmayacaktı. Bunlar atalarımızın 1 milyon yıldır sürdür- , dükleri sabırlı gözlem ve cesur düşünceleri sonucunda doğanın bağrından koparılmış gizlerdir.

Nedir yıldızlar? Bu tür sorular bir çocuğun gülümseyişi ka-dar doğaldır. Bu soruları hep sormuşuzdur . Çağımızın özelliği, bu soruya yanıtların bazılarını bİlişimizdir.

Embr iyonik gelişmemizde türlerimizin evr im tar ih ini izle-yişimiz gibi, zihinsel gelişmemizde de atalar ımızın düşünceleri-nin izi üzerinden geçeriz. Bil im öncesi zamanlar ı düşünün . Ki-taplıkların henüz bulunmadığı z a m a n l a n gözünüzün önüne ge-tiriniz. O zamanlar da zeki, merak dolu ve hem toplumsal, hem cinsel konulara karşı ilgi duyan insanlardık. Faka t o dönemler-

— 190 —

de henüz deneyler gerçekleşmemiş, icatlar gün. ışığına çıkma-mıştı. İnsanoğlunun çocukluk dönemiydi. Ateşin îlk kez bulun-duğu zamanı düşünün. O sıralarda insanlar acaba nasıl yaşar-lardı? Atalarımız yıldızların ne olduğunu sanırlardı dersiniz? Bazen düş kurar ve birilerinin şöyle düşündüğünü geçiririm zihnimden:

Kiraz yiyoruz, ot yiyoruz. Fındık, fısük yiyoruz. Yaprak yi-yoruz. Ölü hayvanlar yiyoruz. Bazı hayvanları öldürüyoruz. Hangi yiyeceklerin iyi, hangilerinin zararlı olduğunu biliyoruz. Bazı yiyecekleri ağzımıza koyunca yerde debelendiğimizi biliriz. Baldıran ve yüksükotu sizi öldürebilir. Çocuklarımızı ve arka-daşlarımızı severiz. Onları bu gibi yiyeceklere karşı uyarırız.

Hayvan avına gittiğimizde avlanıp öMürülebileceğımİzi de biliriz. Boynuz yiyerek ya da çiğnenerek Ölebiliriz. Ya da doğ-rudan doğruya bizi yiyen hayvanlar da olabilir. Hayvanların davranış biçimleri bizim için Ölüm kalım sorunu oluşturur. Na-sıl çiftleştiklerini, yavrulafbklarını, çıtladıklarını, Hangi yollan izlediklerini, bütün bunları bilmeliyiz. Çocuklarımıza öğretiriz bütün bunları. Onlar da bu bilgileri çocuklarına aktarırlar.

Hayatımız hayvanlarınkine bağlıdır. Onları iyice izleriz, özellikle kışın yenecek bitki azalınca. Hayvanların peşlerinde koşan ve toplayıp saklayan avcılarız.

Bu gökkubbenin altında bir ağaçta ya da dallarında uyuruz. Giyim için hayvan derisinden yararlanırız. Çünkü bizi sıcak tu-tar. Çıplaklığımızı giderir. Bazen dıe hamak için kullanırız deri-sini. Hayvaaı derisi giydiğimizde o hayvanın gücünü hissederiz. Karaca ile birlikte sıçrarız. Ayı postunu üstümüae geçirince hayvan avına çıkarız. Bizimle hayvanlar anasında bir bağ var. Hayvan avlayıp yeriz. Hayvanlar da bizleri avlar ve yer. Bir-birimizin parçalarıyız.

Araç gereç yaparak yaşayabiliriz. Kimimiz iyi odun yarar, kimi iyi rendeler, kimi iyi eğeler, kimi iyi cilalar, kimi de iyi taş bulmakta ustadır. Tahta sapa taş parçasını hayvan ilerisiyle

— 191 --

bağlayarak balta yaparız. Bahayla ağaç deviririz. Bazen de hay-van. Bazen hayvana uzaktan ok saplarız.

Et çabuk bozulur. Bazen kokmuş ctiıı tadını gidermek için otla pişiririz. Bazı yiyecekleri hayvan derisi içimle ya da geniş-çe yapraklara sararak saklarız. Bir kenarda yiyecck bulundur-, mak iyidir. Hepsini şimdi yersek ileride aç kalabiliriz. Bu ne-denle birbirimize yardımcı olmalıyız. Bu ve daha başka birçok nedenle kurallar koyarız. Herkes kurallara uymalıdır. Kurallar lıer zaman varolmuştur. Kutsaldırlar kurallar.

Bir gün fırtına vardı. Şimşek çakmış, gök giimburdemiş ve yağmur yağmıştı. Küçükler fırtınalardan korkarlar, liazen ben de korkarım. Fırtınanın sırları gizlidir. Gök gürleyişi derinden gelir vc gürültülü olur. Şimşek çakışı kısa süreli vo parıl t ıh dır. Çok kudretli biri fena halde kızmış olmalı. Göklerde biri, sanı-rım.

Fırtınanın ardından civardaki ormanda bir çıtırdı duyuldu.. Gidip baktık. Parıldayan, sıcak, sıçrayan, sarı ve kırmızı renkte» bir şev gördük. Baha Önce lıiç böyle bir şey görmemişlik. Şimdi buna «aîev» adını veriyoruz. Değişik bir koku çıkarıyor. Bir ba-kını:- canlı sayılır. Bitkileri, ağaçları yiyip bitiriyor. Eğer bunu yapmasına izin verirseniz... Giicii var ama aklı yok. Önüne gelen her şeyi bitirdiğinde, kendi de son buîııyoı*. Yolu üzerinde yiye* cek bir şey bulamazsa bir ağaçtan ötekine sıçrayamaz bile.

Aramızdan birinin, aklına cesur fakat tehlikeli bîr fikir gel-di : Alevi yakalayıp ona yemini vermek ve dost kılmak. Kuru ağar. dalları bulduk. Alev bu dallan yiyip bitiriyordu, fakat ağır-dan yapıyordu fcıı işi. Ballan yanmayan ucumtan tutabiliyorduk. Hafif yaı?an bir dalı eline alarak hızla koşarsan alev söner. Koş-madık. İyi dileklerimizi bildirerek yürüdük. Aleve «Ölme» di-ye tembih ettik. Öteki avcılar gözlerim faltaşı gibi açarak şaş-tılar bize.

O zamandan bu yana ona beraberimizde taşıdık. Yanımız-da hep bir «-.ana aîev» taşıdık ki, alevleri ağırdan emzirsin diye.

— 192 --

Böylece alevin yaşamasını (*) sağladık. Alev harika bir şeydir ve yararlıdır. Hiç kuşkusuz kudretli varlıkların bîr lütfudur. Fır-tınaların da kudretli yaratıcılarımı bu varlıklar?

Alev soğuk gecelerde îıızi ısıtır. Eize ışık verir, Ay yeni çık-tığı zamanlama karanlığı dolar. Ertesi günün avı için ok hazır edebiliriz ateşte. İyi bir yanı daha! Ateş hayvanları uzak tutar. Geceleyin hizi yiyebilen hayvanlar yaklaşamaz ateş sayesinde. Bİz alevi koruruz, alev de bizi.

Gökyüzü önemlidir. Yukarıya başımızı kaldırınca gökyüzü-nü görürüz. Bi^e seslenir âdeta. Alevi bulduğumuz günlere dek gecenin karanlığında sırtüstü uzanır ve gökyüzündeki ışıklı her noktaya gözümüzü dikerdik. Işıklı noktaların Ifâzjları biraraya getir ilihce Önümüzde şekiller çizilirdi. Aramızdan bîri göky üzün-deki şekilleri ötekilerden daha iyi görebilirdi. Bize yıldızların çiz-diği resimleri öğretti, onlara ııe adlar vermemiz gerektiğini fı-sıldadı. Gcce geç vakitlere kadar oturup gökte gördüğümüz şe-killer içiıı, öyküler uydurduk: Aslanlar, köpekler, ayılar, avcı-lar. Vc dalıa başka garip şeyler. Bunlar gökteki kudretli varlık-ların resimleri olabilir mi? Kızdıklarında bizlere fırtınalar yağ-dıranlar olabilir mi?

Genellikte gckyiizü değişmez. Yıldızların çizdiği resimler hep

{*) Ateşin canlı, korunması ve bakım istemesi gibi kavramları • il-ke]» diye kesip atmamak gerekir. Çağdaş birçok Uygar! 1:. kök-leri yakınında görmek mümkündür. Eski Yunan'da ve E malı-larda, ayrıca eski Hindistan'daki Brahmanlarda aile o'.... bu-lunurdu ve bu ocağın bîr yerinde alevin bakımına i l i . : . du-rallar belirtilirdi. Geceleri kömürün üstü kiille örtiiiürse i anıp ateş yitip gitmesin diye. Sabahları da küllerden eş e I eh t n korlar çırayla tu tuştur ulurdu. Ocakta alevin söndürülmesi iyi bel: ti sa-yılmaz. ve ailenin yok olup gidisi olarak yorumlanırdı. Her üç uygarlıkta ocakta alevin yaşatılması atalara gösterilen saygınlı-ğın belirtisiydi, işte bu, sonsuz alevin simgesidir. Bugün dı din-sel, siyasal, sportif ve anma törenlerinde başvurulan bîr ^im-ge.

— 193 — Kozmos : F. 13

oradadır. Her yıl aynen. Hİç yoktan hilal gözükür. Yuvarlak bîr top olur. sonra yine bir biç olur. Ay değiştiği sıralarda kadın-lar aybaşı olur. Bazı kabileler Ay'ın İlk doğuşunda ve kaybolu-şunda cinsel ilişki yapılmasına karşı kurallar gel irmişler;] ir. Ba-zı kabileler Ay lı günleri ya da kadınların aybaşı olduğu gün-leri g?vik boynuzlarına işaret ederler. Ona göre plan program yapıp 1 ura İlan saptarlar . Kura l la r kutsaldır.

Yılt'ızlar çok uzaktadırlar. Bîr tepeye ya da ağaca t ı rmandı-ğ îiu^da onlara yakınlaşmış olmayız. Bulutlar da bizlerle yıldız-lar arasında, yani yıldızlar bulutların arkasındadıı lar . Ay ya-vaş ; .îvaş devinirken, yıldızlatın Önünden geçer. Daha sonra gö-rür- iıutz ki, yıldızlar duruyorlar , çünkü Ay yıldız yemez. Yıl-d ı z ı .eşip dururlar . Garip, soğuk, beyaz, uzak bir ışıktırlar. X kadar çok yıldız var. Gökyüzünü doldurmuşlar. Fakat yal-nızca geccleyiıı görünüyorlar. Ne olduklarım merak ediyorum.

Alevi bulduktan sonra açıklıktaki bir ateşin yanında otur-muş, yıldızlar hakkında düşünüyordum. Yavaşlan bir düşünce belü-di zihnimde: Yıldızlar alevdirler. Sonra aklıma başka bir fil;i: geldi: Yıldızlar başka avcıların geceleyin açıkta yakt ıklar ı ateştir. Yıldızlar kamp yerinde yaktığımız ateşten dalıa az ışık eriyorlar , «Fakat,» diye soruyorlar harta, «gökte ateş nasıl ya-

kı1 ; . O ateşin çevresindeki avcılar nasıl oluyor da gökten aşa-ğı düşmüyorlar? Oradaki garip kabileler nedeıı gökten aşağı düş-müyorlar yanımıza, bizim ateş yaktığımız kampa?»

Bunlar esaslı sorular. Zihnimi kurcalayan sorular. Bazen gö-ğün bir büyük yumurta ya da fındık kabuğunun yarısı olduğu geliyor aklıma. O uzak yerlerdeki kamp yerlerinde yakılan ate-şin çevresinde oturanların bize baktığım düşünüyorum. Onlar da bizim neden düşmediğimiz soruyor olabilirler. Anlatabiliyor mu-yum ııe demek istediğimi. Fakat avcı milleti, «Aşağısı aşağısı-dır, yukarısı da yakarışıdır,» diyor. Bu da iyi bir yanıt sayılır.

Bizlerden birinin aklına başka bir dilşünce gelmiş. Omın dü-şüncesine göre, gece göğün üstüne örtülen kocaman, siyah bir hayvan derişidir. Deride delikler var. Biz deliklerden bakıyoruz.

— 194 —

Ve alev görüyoruz. Ona göre ateş yalnızca yıldızlan gördüğü-müz birkaç yerde değil, i l e r yerde alev var. Ona göre alev bü-tün göğü kaplıyor. Ne var ki, deri alevî örtüyor. Delikli yerler dışında.

Bazı yıldızlar dolaşırlar. Bizim avladığımız hayvanlar gibi. Eğer dikkatle vs birkaç ay süi'eyle gözlerseııiz, yıldızların kı-mıldadığım görürsünüz . Bunlar ın sayısı yalnızca beştir. Tıpkı elimizdeki p a r m a k şayi&ı kadar. Öteki yıldızlar arasında ağır ağır kımıldarlar . Eğer kamp ateşi düşüncesi doğruysa, dönüp do-laşan avcı kabilelerin kocaman ateşler taşıdıkları yıldızlar ol-mal ı onlar. Faka t dolaşan yıldızların derideki delikler olması fik-r ine aklım ermiyor . Belik açtın mı, o bir delik olarak orada ka-lır. Belikler dolaşmaz kî. . . Hem sonra, alev dolu bir gök tara-f ından sar ı lmak istemem. Eğer deri düşerse, geceleyin gökyüzü çok parlak olur, hem de pek parlak, her yanımız alev almış gibi. Sanır ım alevden bir gök hepimizi ye r bit ir irdi . Kanımızca gökyü-zünde iki tür kudre t l i varlık bu lunuyor : Kötüler , ki bunlar alevin bizi yiyip yok etmesini istiyorlar. Ve iyiler, Bunlar da alevi biz-den uzak tu tmak için üzerlerine giyiyorlar. İyilere te fekkür et-menin yolunu aramalıyız .

Yıldızların gökte kamp dolaylarında yakılan ateşler olup ol-madığını bi lemiyorum. Aralığından kudret alevinin bize baktığı derideki delikler olup olmadığını da bi lemiyorum. Bazen şu şe-kilde düşünüyorum, bazen de bu şekilde. Bir defasıuda da !:r.mp-ta yakılmış a teş olmadığını ve deliğe benzer bir şey bıılııııma-dığını düşündüm, Buj beıüm anlayamayacağım kadar zor l ir şey-di.

Bir ağaç kü tüğüne başınızı dayayın. Başınız a rkaya doğru kayar. O zaman yalnızca göğü görürsünüz. Ne tepeler, ne ağaç-lar, ne avcılar, ne kamp ateşi. . . Gökten başka bir şey yok tu r görülecek. Bir a r a yukar ıya , göğe doğru düşebileceğim geldi ak-lıma. Eğer yıldızlar kamp yer inde yakı lan atesse, bu avcıları zi-yare t e tmek isterdim, Şu bizim dolaşıp d u r a n avcıları. Hadi dü-şeyim diyorum. Faka t eğer yıldızlar derideki deliklcrse korka-

nm. İçinde alevin beklediği delikten içeri düşmek istemem. Bu düşüncelerden hangisinin doğru olduğunu bilmeyi ne

kadar isterdim. Bilmemek boşuma gitmiyor.

Sanmam ki. avcı - toplayıcı grup üyelerinden çoğunun ak-hna yıldızlar hakkında bu gibi düşünceler gelmiş olsun. Belkî, çağlar boyunca, banlar ın ın aklına gelmiştir bu sorular. Faka t tümü de aynı kişinin aklım kurcalamamış tır. Oysa bu tür ilginç fikirlere bazı topluluklarda rastlanması olağandır. Botswana'da Kalaharİ Çölünde Kung kabilesi insanlarının Samanyolu 'nu açıklayışları buna bir örnek gösterilebilir. Samanyolu 'nun hep tepelerinde olduğu bu boylamda, Kung kabilesi Samanyolu 'na •^Gecenin Belkemiği» adım vermiştir. Sanki gökyüzü içinde ya-şadığımız kocaman bir hayvanmış gibi. Onların bu açıklama bi-çimi Samanyolu 'nu hem yarar l ı gösteriyor, hem de anlaşılır kı-lıyor. Kung ' lar Samanyolu'nun geceyi yukarıda tutup aşağıya salıvermediğine inanıyorlar. Eğer Samanyolu diye bir şey ol-mas ı üstümüze karanlık dökülecek. Müthiş bir düşünce.. .

Göklerde yakılan ateş ya da karanlığın belkemiği gibi ben-zetmeler, insan uygarlıklarında zamanla yerini başka bir f ikre bıraktılar. Gökyüzünün kudretl i varlıkları tanrılığa yükseltil-mişlerdi. Onlara adlar takıldı, akrabalar yakıştırıldı ve kendile-rine evren çapında üstlenmeleri gereken işlevler konusunda so-rumluluklar yüklendi. Her bir insan sorununa özgü bir tanrı ya da tanrıça vardı. Doğayı tanrılar yönetiyordu. Onların doğrudan müdahalesi olmadan hiçbir şey yapılamazdı. Eğer tanrı lar mut-luysa, yiyecek bolluğu görülürdü ve insanlar da mutlu olurlar-dı. Fakat eğer tanrıların hoşuna gitmeyen bir gelişme görülür-se -ki çoğu zaman tanrıların hoşnutsuzluğuna neden olmak pek kolaydı- kötü sonuçlar doğardı: Kuraklık, fırtına, savaş, dep-rem, volkan patlamaları, salgın hastalıklar. Tanrıların yatıştı-nlması gerekirdi. Bu yüzden onların kızgınlığını azaltmak ama-cıyla büyük bir rahip ve adak sanayii kuruldu. Ne var ki, tanrı-lar kaprisli olduklarından, tutumlarından emin olamazdınız.

— 196 —

Doğa bi r giz ku tusaydt t , Dünyayı an lamak zordu. Gök tanr ıs ı olma görevini üs t lenen H e r a adına Ege'deki Si-

s am adasında dikilen Hera ion an ı t ından bugün pek az kal ınt ı var . Tanr ı l a rdan Athena 'n ın Atina 'da oynadığı rolü, I î e ra o za-m a n l a r d ü n y a n ı n ha r ika l a r ından bîri sayı lan Sisam adasında oy-nuyordu . Sonradan Zeus ' la evlenmiş t i r . Ol imp tanr ı la r ın ın baş-tanr ıs ı Zeus ' la . Efsane le re göre, balaylar ın ı S isam adas ında ge-çirdi ler . Samanyo lu dediğimiz ve Bat ı l ı lar ın S ü t Yolu (Milky W a y ) dedikler i geceleyin gökte bel i ren ışıklı yolun H e r a ' n m göğsünden göklere doğru f ışkırmış s ü t t e n kaynaklandığ ın ı an-la t ı r Y u n a n mitoloj is i .

Biz, hepimiz, ne yapacak la r ı önceden kes t i r i lemeyen ve hoş-nu t suz luk la r ından ö t ü r ü h o m u r d a n a n tanr ı l a ra ilişkin h ikâye-ler icat e tmek sure t iy le ya şam tehl ikeler ini göğüslemeye çaba-layan insan kuşak la r ın ın devamıyız . Uzun bi r süre için insan-oğ lunun olup bi tenler i a n l a m a içgüdüsü, Homeros zaman ın ın Yunan i s t an ' ı nda olduğu gibi, kolaya kaçan dinsel aç ık lamala r y ü z ü n d e n körel t i ldi . O zamanki Yuı ıan 'da Gök Tanrıs ı vardı . Y e r Tanr ı s ı vardı , GÖkgürül tüsü Tanrısı , Aşk Tanrıs ı , Savaş Tanr ıs ı , Ateş Tanr ıs ı ve Z a m a n Tanr ıs ı vardı .

E v r e n i n ipler i gö rü lmeyen ve inceleme konusu yapı lama-y a n bir t an r ın ın ya da t anr ı l a r ın el inde olan b i r kuk la du ru -m u n d a o lduğu kavramı , insanlar ı binlerce yıl baskısı a l t ında t u t t u ve bazı lar ımızı ha len de tu tuyor . Derken , 2500 yı l Önce, l onya 'da m u h t e ş e m b i r uyanma baş gösterdi (*). B i rden he r şe-yin a t o m l a r d a n o luş tuğuna i n a n a n insanlar çıkt ı o r taya . İnsan-lar ve hayvan l a r ı n daha basit haya t şek i l le r inden geliştiğine, has ta l ık la r ın şey tan ya da t anr ı işi o lmadığ ına ve y e r y ü z ü n ü n G ü n e ş çevres inde dönen b i r gezegen o lduğuna inanan insanlar-

(*) Burası Ege'nin doğu bölgesindeki Sisam adası ve Yunan koloni-lerinin yer aldığı bölgede bulunan, o zamanın çok faal merkez-lerinin adıdır,

— 197 —

dı bunlar. Ve yıldızların çok uzaklarda bulunduğunu söylemek-teydiler. •

Bu devrimdir ki, Kaos' tan Kozmos'a geçişi sağladı. Eski Yu-nanlılar varolan ilk şeyin Kaos (karmaşa) olduğu iııancıııdaydı-lar. Bu sözcüğü, Tevrat ' ın Yaradılış Bölümündeki «belli b i r biçi-mi olmayan» anlamında kullanıyorlardı . Bu inanca göre, Kaos, adı Gece olan bir tanrıçayı yarat t ı ve bu ikisinin bir leşmesinden de tüm tanrı lar ve insan kuşak lan doğdular. Kaos'un, yani Kar -maşa'nm bir dünya yaratması, nasıl olacağı Önceden kestirile-meyen bir doğanın kaprisli taıırılarca yönetildiği biçimindeki Yunan inancına pek uygun düşen bir kavramdı . Faka t M.Ö. 6. yüzyılda İyonya'da yeni bir k a v r a m gelişti. İnsan t ü r ü n ü n bü-yük düşüncelerinden biri. Eski İyonya' l ı ların savlarına göre ev-reni tanımak mümkündür , çünkü evrenin bir iç düzeni v a r d ı r : Doğada, gizlerinin çözülmesine izin veren bir düzen sözkonusu-dur. Doğa olguları Önceden hiç de kestirilemez türden değildir-ler. Onur: da boyun eğmek zorunda kaldığı kural lar vardır . Ev-renin bu düzenli ve hayranlık uyandırıcı niteliği Kozmos adının verilmesine neden oldu.

Peki. neden İyonya'da, neden acaba bu iddiasız ve kırsal yaşamlı yerlerde, Doğu Akdeniz ' in ücra adalar ında ve körfez-lerinde doğuyor böyle bir düşünce akımı? Neden Hindis tan ' ın ya da Mısır'ın, Babil'in, Çin'in ya da Orta Amer ika 'n ın büyük kentlerinde değil de burada? Çin astronomi alanında binlerce yıl-lık bir geleneğe sahipti. Kâğıdı ve basım aracım icat etti . Ro-ketler, saatler, ipek, porselen ve okyanusa açılan donanma tek-neleri hep Çinlilerin buluşuydu. Buna rağmen bazı tar ihçi lerin kanısı şudur ki, Çin yenilik is temeyecek kada r geleneklere bağ-lı bir toplumdu. Matematik bilgilerinden yana talihli ve çok zengin bir ülke olaıı Hindistan neden olmasmdı? Tarihçi lere gü-Te olmamasının nedeni, Hint l i ler in evreni, ezelden beri değiş-meyen, ruhlar ın ve dünyaların sonsuz ölüm ve yeniden doğum döngülerine mahkûm, temelde yeni hiçbir şeyin olamayacağı bi-çiminde gören düşünceye sımsıkı bağlanmalar ından ö tü rüydü .

— 198 —

I

Neden Maya ve Aztek topluluklarında olmasındı? Bu toplumlar astronomide ileriydiler ve Hint l i ler gibi sayjlara hayrandılar . Tarihçiler bu soruyu da, bu toplumların mekanik icatlara eği-limli olmayışlarına bağlayarak yanıt l ıyorlar . Maya' lar la Aztek'-ler -çocuklarının oyuncakları dışında- tekerleği bile icat etme-mişlerdi.

fyonya ' l ı lar bazı avantalara sahiptiler. îyonya, adalardan oluşuyordu. Tümüyle değilse de biraz yalı t lanmış durumda ya-şam sürdürmek değişiklikler doğurur . Değişik adalarda değirîk siyasal sistemler hüküm sürüyordu. Adaların tümür.r 'e b i rden toplumsal ve düşünsel birlik sağlayabilecek tek güç merkezi ola-mazdı. Serbest a raş t ı rma ve inceleme bu sayede m ü m k ü n d ü . Ba-tıl inancın yaygınlaşt ı r ı lmasından siyasal ikt idarlar medet um-muyorlardı , Diğer birçok topluluğun tersine onların kül türü , uy-garlıkların kesiştiği bir yerde yeşeriyordu. Tek bir uygarl ık mer-kezine bağlı değillerdi. İyonya'da Finike alfabesi ilk kez Yunan-caya uyar landı ve bu sayede okuma yazma oranı arttı. Yazı, ruh-ban sınıfıyla ha t ta t la r ın tekelinden çıktı. Birçok kişinin düşün-cesi ortaya atılabiliyor ve tart ışı l ıyordu. Siyasal iktidar, re fah-larının bağımlı bulunduğu teknolojiyi fiilen geliştirme çabası içinde olan tacirlerin elindeydi. Afr ika . Asya ve Avrupa uygar-I ıklanyla Mısır ve Mezopotamya kül tür hazinelerinin karşılaşıp verimli melez doğumlar yaparak önyargılar , yabancı dili_r, ya-bancı düşünceler ve yabancı tanr ı lar la çat ışmalara giriştiği yö-reydi Doğu Akdeniz bölgesi. Her biri de ayrı toprak üzerinde egemenlik kuran birçok tanrıyla karşılaşırsanız ne yaparsınız? Babil tanrısı Marduk ile Yunan tanrısı Zeus, he r ikisi de gökle-rin hâkimi ve baş tanr ı sayıl ıyordu. Marduk ' la Zeus'un aynı şey-ler olduğu sentezine varabilirdiniz. Değişik isimlerde iki tanr ı karşısında kalınca, bunlardan birinin rahipler taraf ından icat edildiğini düşünebil irdiniz. Eğer biri için icat edildiği düşünü-lürse, neden ikisi için de aynı şey düşünülmesin?

-Ve işte, böylece büyük bir f iki r doğdu: Dünyayı tanrı var-sayımından soyut layarak anlayıp öğrenme yolunun bulunabile-

— 199 —

eşği, her serçenin düşüş nedenini Zeus'e bağlamadan ilkeler, güçler, doğa yasalarının varolabileceği düşüncesi,

Çin, Hindistan ve Orta Amerika da bilim yoluna sapabilir-lerdi, Ne var ki, her yerde kül tür aynı anda doğmaz. Değişik zamanlarda doğabilir ve değişik hızda gelişebilir. Bilimsel dün-ya, olgulara eyle kesin bir gözle bakar, öyle güzel anlat ı r ve beyinlerimizin en gelişmiş bölgelerinde öyle t i t reş imler yara t ı r ki. yeryüzündeki her kül tür toplumu, zamanla bilimi keııdi ola-naklarıydı keşfedebilirdi. Ancak bu süreçte bazı kül tür toplum-ları öncelik kazandılar. İyonya'nın bilimin doğduğu yer olması gibi-

İ' • düşünuştinçîeki bu büyük devrim M.Ö. 000 -400 yıl-1;:n arai: . ıda gerçekleşti. Devrimin anah ta r ı insan eli olmuştur, iyen yVl düşünürlerden bazıları çiftçi, denizci ve dokumacı ço-cuk! y ' . Elleri iş tutardı . Tamir işleri yaparlardı . Başka ül-k; . . . ı • ' ip eri ve hattat ları lüks içinde yet iş t ikler inden böyle

• ilerini kirletmek istemezlerdi. îyonya 'h düşünür le r batı l ina;. la a karşı çıkarak har ikalar yarat t ı lar . O zaman olup biten-lere ili ! .'••• günümüze kalan bilgiler kır ınt ı halindedir ve dolay-lı yoldandır. O zamanlar kullanılan mecazlar bugünkü dünya görüşümüze; uymayabil ir . Kesin olan bir şey varsa, bu yeni gö-rüşleri boğmak için birkaç yüzyıl sonra bilinçli bir baskı ha re -ketinin başladığıdır, Bıı devrimi gerçekleşt i renlerin başında ge-lenler, Yunanlı kişilerdi. Bugün onların isimleri bize pek yaban-cı gelebilir, fakat bunlar uygarlığın ve insanlığın gelişmesinin gerçek Öncüleridirler.

İlk îyonya'l ı bilim adamı Miletos'lu Thales ' t i r . Miletos, Si-sam adasının hemen karşısında ön Asya'da bir kent t i r . Thales Mısır'a yolculuk etmiş ve Babil kü l tü rü edinmişt i . Güneş tutul-masını önceden haber verdiği söylenir. Bir piramit in yüksekli-ğinin nasıl ölçülebileceğini gölgesinin uzunluğuyla Güneş ' in u fka olan açısını hesaplayarak bulmuştu. Bu yöntem bugün de Ay'da-ki dağların yüksekliğini ölçmek İçin kullanılıyor. Thales, kendi-sinden üç yüzyıl sonra Euklid ta ra f ından yazılı belge haline ge-

— 200 —

tirilerek teoremleri kanıtlanan ilk bilimadamıdır. Örneğin ikiz-kenar üçgenin tabanındaki açıların birbirine eşit olduğunu ka-nıtlamıştır. Thales'ten Euklid'e ve daha Önce de belirttiğimiz gibi Ncwton 'un 1663 yılında Element3 of Geometry kitabını Stourbridge Fuarından satın alışma -kî bu olay çağdaş bilim ve teknolojinin olağanüstü hızlanmasına yol açmıştır- dek uzanan eııtellektüel çaba zincirinde süreklilik halkaları vardır.

Thales dünyay ı t anr ı l a r ın aracı l ığına başvu rmadan an lama çabasına gi r işmiş t i r (*). Babil l i ler gibi o da d ü n y a n ı n bir zamanla r sudan o luş tuğu inancı ndaydı . Babil l i ler k u r u toprağı aç ık lamak için M a r d u k ' u n , su lar ın yüzey ine b i r paspas serdiği ve kiri bu-nun üzer ine yığdığı inancını taş ıyorlardı . Thales de buna ben-zer b i r düşünceye sahipt i . Ancak şu f a rk la ki, aç ık lamasında M a r d u k ' a ye r ve rmemiş t i . Evet , başlangıçta lıer şey suydu. Top-r a k parça la r ı doğal b i r sü reç sonucu okyanus la rdan çıkıp m e y -dana geldi. Nil del tas ında görü len toprak bi r ik imine benzer bi-ç imde bi r o luşum olmalı, d iye düşünüyordu Thales. Gerçek e su-y u n h e r m a d d e n i n t emel inde b u l u n a n vazgeçi lmez öğe olduğuna inan ıyordu . B u g ü n bizim de elektronlar , p ro ton la r ve nötron-lar ya da q u a r k ' l a r d a n söz edişimiz gibi. Thales ' in vardığı sonuç-lar ın doğru o lup olmadığı önemli değil. Önemli olan yaklaşımı-dır . D ü n y a n ı n doğada karşı l ıkl ı e tk i leş im d u r u m u n d a k i madd i

{*) Bundan önce Süm eri il erin ilk yarattıkları ve M.ö. 1000 yıllarına doğru belgeselleştirilen efsanelerde doğacı bir nitelik görülür. Fa kat bu tarihe gelinceye dek efsanelerdeki doğa öğesinin yerini tanrüar almışlardır. Sümer efsanelerinin belgeselleririhniş hali olan Enuma Eliş, Japonların Ainıı efsanelerini andırır. Adıge-çen Japon efsanesinde yaratılıştaki çamurlu evreni kanatlarıyla döven bir kus toprağı sudan ayırır. Yaratılışa ilişkin bir Fiji ef-sanesinde de şöyle den i r : «Rokomautu toprağı yarattı. Okya-nusun dibinden avuç avuç toprağı çıkarıp alan Rokomautu oraya buraya yığdı. Bunlar Fiji Adalarıdır.»

— 201 --

güçlerden oluştuğunu ileri sürüyor, bunu tanrı lar ın oluş turma-dığını söylüyordu. Thales Babil'le Mısır 'dan astronomi ve geo-metri gibi yeni bilimlerin tohumlar ım îyonya 'ya getirmişt i ve bu bilimler bu verimli topraklarda filizlenip yeşerecekti,

Thales'in özel yaşamı üzerine bildiğimiz fazla bir şey yok. Fakat onun hakkında Aristo Polı'tics adlı ki tabında ilginç bir f ık-ra anlatır.

Thales'in yoksulluğu yüzüne vurulurdu. Bundan da fel-sefenin yarar l ı bir uğraş olmadığı anlamı çıkarılırdı. Anla-tıldığına göre, kışın göğe bakıp gelecek yılki zeytin rekol-tesinin iyi olup olmayacağını anlayabilme yetisi ve bilgisi-ne sahipmiş. Bir yıl, zeytinyağı makineler inin t ü m ü n ü Ön-ceden kira layarak az parayla büyük b i r işe girişmiş. Hasa t zamanı geldiğinde o yıl bol zeytin olduğu ve herkes ma l ım zeytinyağına çevirmek üzere pres peşinde koş tuğundan Thales makineleri istediğine ve istediği parayla vererek bü-yük kâr etti . Böylece filozofların isterlerse çok para kazana-bileceklerini, f aka t uğraşlar ının başka şeyler olduğunu her -kese kanıt lamış oldu.

Thales'in siyasi görüşleri de güçlüydü. Miletos'Iuların, Ur i -ya Kralı Krezüs taraf ından devleti içinde erit i lmesine karşı koy-malarını başarıyla sağlamıştır. Ancak İyon ya Adalar ının Liclya'-ya karşı bir federasyon oluşturması f ikrini kabul e t t i rememiş-tir,

Miletos'lu Aııaksimender, Thales ' in dostu ve mesai arkada-şıydı. Deney yaptığı bilinen ilk insanlardan biridir. Dik du ran bir sopanın yürüyen gölgesini izleyerek y ı lm ve mevsimin uzunluk-larım tam olarak hesaplayabildi. Çağlar boyunca insanlar so-palan saldırı ve savunma aracı olarak kullanmışlardı . Anaksı-mender zamanı ölçmek için kullandı. Yunanis tan 'da güneş saati-ni icat eden ilk insandır. Sınırlarını bildiği kadarıyla bir d ü n y a haritası ve takım yıldızların biçimlerini gösteren bir küre yapt ı .

— 202 —

Güneş' in, Ay' ın ve yıldızların ateşten oluştuğuna ve gökkubbe-deki yü rüyen deliklerden görüldüklerine İnanırdı. Bu inanışı bel-ki eski f ikirlere dayanıyordu. Yeryüzünün asılı durmadığı ya da gökteki tavandan destek görmediği, fakat kendiliğinden evrenin merkezinde durduğu, çünkü «gökkuhbesinde»ki tüm yerlere eşit uzaklıkta bulunduğu, yeryüzünü oynatacak hiçbir güç bu-lunmadığı yolundaki görüşleri ilginçtir.

Anaksimender doğduğumuz anda öylesine çaresiz olduğu-muza inanırdı ki, ona göre, çocuklar dünyada yalnız baslarına bırakıl ıverseler hemen ölürlerdi. Bu düşünceden hareket ederek Anaks imender insanların, doğduklarında daha güçlü ve kendine yeter l i olan başka hayvanlardan gelişmiş oldukları sonucuna vardı . Hayat ın ilk olarak çamurda başladığı ve ilk hayvanlar ın belkemikli -balıklar olduğu görüşünü ortaya at t ı . Bu balıklardan olma başka balıklar, sonradan suyu te ıkederek toprağa çıktı lar ve burada bir haya t şeklinden başka hay;:; şekline geçerek baş-ka hayvanlara dönüştüler . Sayısız dünyalar ın Varlığına, hepsi-nin de yaşanı r olduğuna ve t ü m ü n ü n de yokolup yeniden varol-ma evreler inden geçtiğine inanırdı. Saint Augustine'in esefle yakındığı gibi «Anaksimender de Thales gibi durmak bi lmeyen t üm bu devinimin nedenini bir tanr ısa l güce bağlamamıştı,"^

M.G. 540 yı l lar ında Sisam adasında Polifcrates aclırda bir zalim ikt idara geçti. Bir lokantada işçi olarak hayata atıldığı ve sonradan uluslararası çapta korsanl ıklara giriştiği söyie: ir. Po-l ikrates sanat , bilim ve mühendisl ik faal iyet lerinin koruyucuyuy-du* Faka t halkına «zulmü reva» görürdü. Komşu i ı 'kt ierle sa-vaşır ve haklı olarak istilaya uğramak tan da korkardı. Bu ne-denle başkenti uzunluğu altı ki lometreyi bulan duvarlar;-! çev-reledi. Kal ınt ı lar ını bugün bile görmek mümkün . Uzak bir kay-naktan su get i rmek için «müstahkem mevkiler» arasından tünel k a z d ı r m a k gerekiyordu. On beş yılda t amamlanan IJU p ro jen in nasıl bir mühendisl ik eseri olduğu görü lmeye değer, lyoııya'lıla-rın yetenekler inin bir kanıt ıdır . Hemen belir tmek gerekir ki, bu büyük eser, Eolikrates ' in korsan gemileri tarafından yaka lan ıp

— 203 —

getir i len kölelerce meydana get i r i lmişt i r . Bu dönemde Theodorus, o çağın en büyük mühendis i ye t i ş -

ti, Yunanl ı la r anahtar ı , cetveli, gönyeyi, tesviyeyi, torna tezgâ-hını, bronz kalıbı ve merkezi ıs ı tmayı onun bu lduğunu söyler-le;- Niçin bu adamın bi r heykeli yok tu r? Doğanın yasa la r ım zi-hinler inde ta r tanlar ve onlarla ilgili yeni bu luş la r için düş k u -ı:;i-j:.t\ çoğunlukla teknoloji uzmanlar ı ve mühendis le r l e görü-şür tar t ış ı r lardı . Kuramcı l a r l a uygulayıc ı lar b i r a r aya gelmiş olurdu böylece.

O c ivardaki Is tanköy (Cos) adasında, h e m e n h e m e n ayn ı dönemde, Hipokrat , ünlü t ıp geleneğini yer leş t i r iyordu. Şimdi ancak Hipokra t Yemini nedeniyle an ımsanıyor . H ipok ra t k u r -duğu tıp okulunda oldukça başarı l ı sonuçlar sağlıyor, bu o k u l u n çağdaş fizik ve k imya (*) bi l imine eş değerde tu tu lmas ın ı isti-yordu. Bu okul yalnızca pra t ik a landa başarılı sonuçlar elde e t -mekle ka lmıyordu, ku ramsa l yönü de vardı . On Ancient Medi-ciııe (Eski Tıp Üzer ine) k i tabında Hipokra t şöyle d i y o r : «İn-sanlar sara hastal ığının nedenini t anr ı l a ra bağlıyor, çünkü ne ol-duğunu anlayamıyor lar . F a k a t an lamadık la r ı he r şeyin nedeni -ni tanrıya bağlarlarsa tanrısal işlerin sonu gelmez.»

O donemde îonya 'nm etkisi ve deneysel yön temle r i Yuna -nistan'a, İ talya 'ya, Sici lya 'ya yayıldı . B i r z a m a n l a r i n san la r ın hava denen şey hakk ında bilgileri yoktu . Soluk a lman ın ne ol-duğunu elbet bi l iyorlardı . Rüzgâr ı t an r ın ın soluğu sanıyor la rd ı . Havayı stat ik, cisimsel ama görü lemez bi r m a d d e o la rak d ü ş ü n -müyorlardı . Havaya ilişkin ilk deneyin Empedokles adlı b i r fi-

(*) Ve astroloji diye eklememiz gerekir, çünkü o zamanlar bilim olarak kabul edilip büyük yaygınlık kazanmıştı. Hipokrat, aynı zamanda, insanların yıldızların gökte görünüp görünmeyigi du-rumuna karşı da kendilerini korumaları gerektiğini söylerdi.

— 204 —

zikçi (*) t a r a f ından yapıldığına ilişkin kayı t vardı r . Empedokles M.Ö. 450 y ı l la r ında yaşamış t ı r . Bazı kay ı t l a ra göre, kendini t an -rı o larak kabul edermiş . F a k a t olabil ir ki, başkalar ı onu çok zeki bularak tanr ı gözüyle bakmış lard ı r . Işık hızının çok yüksek ol-d u ğ u n u kavramış t ı . Eskiden y e r y ü z ü n d e daha çok canlı t ü r ü b u l u n d u ğ u n u , f a k a t birçok canlı t ü r ü n ü n «var l ık lar ım s ü r d ü r e -memiş olacaklar ım, yaşayan h e r canlı t ü r ü n ü cesaret , beceri ya da sü ra t in ko ruduğunu» öğret i rdi . Organizmalar ın çevreye uyu-mu s o r u n u n u aç ık lamaya çal ışmakta , Anaks imender ve Demok-r i tus gibi Empedokles de, Da rwin ' i n doğal ay ık lama yoluyla ev-r ime il işkin der in g ö r ü ş ü n ü n bazı yan la r ın ın öncü lüğünü yap-mışt ı r .

Empedokles deneyin i evlerde kul lan ı lan b i r gereçle gerçek-leş t i rmiş t i r . Bu gerecin adı Ciepsydra ya da 'Su Hırs ız ı 'd ı r . Bu alet m u t f a k l a r d a yüzy ı l l a rd ı r ku l lan ı lmaktaydı . P i r i n ç t e n ya -pı lmış bu k ü r e n i n üst ucunda boru b iç iminde incecik bir boyun bö lümü vard ı r . K ü r e n i n a l t ında da küçücük delikler. Bu kap su-ya ba t ı r ı l a rak do lduru lu r . Eğer bo ru biç imindeki boynun üs t k ı smım parmağın ız la b a s t ı r m a y a r a k küreyi sudan çıkar ı rsanız , alt de l ik le rden su duş gibi dökülür . F a k a t sudan ç ıkar ı rken boru deliğini pa rmağın ız la t a m olarak t ıkarsanız, su k ü r e n i n içinde parmağın ız ı o de l ik ten çekinceye dek kal ı r . Eğe r boyun del iğini parmağın ız la t ıkamış d u r u m d a kü reye su a lmaya kalkış ı rsanız hiç başaramazs ın ız . Demek oluyor ki, suya geçi t v e r m e y e n ci-simsel b i r m a d d e var . Biz bu cismi göremiyoruz . Ne olabil irdi? Empedokles b u n u n havadan başka bir şey olmadığı g ö r ü ş ü n ü or taya a t t ı . Göremed iğ imiz b i r şey bas ınç ya da pa rmağ ımı bo-y u n deliği üze r inden çekmezsem s u y u n dolmasını engelleyici b i r e tki yap ıyo rdu . Empedok les gö rü lemeyen bir şeyi keşfe tmiş t i .

(*) Deney kan dolaşımına ilişkin tümüyle yanlış bir kuramı des-teklemek üzere yapılmıştı. Burada önemli olan doğanın sınan-ması amacıyla bir deneye girişiImesidir.

— 205 —

Kava, görülemeyecek kadar İnce biçim almış bir maddedir , di-yordu.

Empcdokliğs'in Etna 'daki büyük yanardağın tepesindeki lav-ların içine düşecek kadar bir dalgınlık nöbeti geçirmesi sonu-cunda öldüğü söylenir. Ben bazen, bir jeofizik sorununu gözlem-leme sırasında cesaretli ve öncü bir girişimde bulunurken lavJa-

içine kaymış olabileceğin: düşünüyorum. A omların varlığı hakkındaki bu küçücük ima, bu hafif esin

kayrağı , Demokri tüs adlı bir bilgin ta raf ından daha da gelişti-rildi. Dcmokri tus Yunanistan ' ın kuzeyindeki İyonya kolonisi Abc-era'da doğmuştu. Abdera şakaların kaynaklandığı bir kentt i . M.Ü. 43Ü'da Abdera'Iı biri hakkında bir hikâye anla tmaya kalk-tığım;-; d a, karşınızdakinin kahkahası peşin olarak hazırdı. De-mokriiu 'a göre, yaşamın tümü anlayarak ve eğlenerek geçiril-melidir: anlamak ve eğlenmek aynı şeylerdi. O, «Eğlenccsiz bir yaşam, meyhaneye ras t lamadan uzun uzadıya gidilen yola ben-zer. derdi Dsmokri tus Abdera'lı olabilirdi, fakat budalanın bi-ri deği d:. Uzayda yayılan maddeden çok sayıda dünyan ın bi rden oluştuğuna, geliştiğine, sonra da dağıldığına inanırdı, Darbe kra* terlerinden hiç kimsenin haberi olmadığı bir dönemde, Demok-ritüs dünyaların bazen çarpıştığını düşünüyordu. Dünya la rdan bazı)arınır, uzayın karanlığında dolaşırken, bazılarının birçok güneş ve ay eşliğinde dolaştıklarını; dünyalardan bazı lar ında hayat olduğunu; bazılarındaysa ne bitki, ne hayvan ha t ta ne su bile bulunduğunu ve ilk hayat şekillerinin ilkel bir çamur tü-ründen kaynaklandığını ileri sürmekteydi . Algılamanın -örne-ğin, elimde bir kalem bu lunduğunu düşünmenin- sırf fiziksel ve mekanik bir süreç olduğunu; düşünmenin ve hissetmenin maddenin karmaşık ama yeterince düzenli bir biçimde bi raraya getirilişinden oluştuğunu ve maddenin, içine tanr ı la r t a ra f ından ruh verilerek doğmadığını öğretiyordu.

Demokritus ' tur «atom» sözcüğünü bulan. Yunanca, «kesil-mesi olanaksız» anlamındadır atom. Atomlar bir maddenin bö-lünemez zerrecikleridir; o maddeyi daha küçük parçalara böl-

— 206 --

memîzi engellerler. Her şeyin iç içe yerleşmiş atomlar ko leks i -yonundan oluştuğunu söylerdi. «Biz bile atomdan oluşuyoruz,» diye eklerdi. «Atomdan ve boşluktan başka hiçbir şey yoktur.»

Demokri tus 'a göre, bir elmayı kestiğimizde, bıçak a tomlar arasındaki boşluklardan geçmelidir. Eğer bu boşluklar olmasa, bıçak içine girilemez a tomlara rast lar ve elma kesilmezdi.

1750 yılında Thomas W n g h t , Demokri tus 'un Samanyolu 'nun çoğunlukla kararsız kalmış yıldızlardan oluştuğu yoîurdaki inan-cına şaşmıştır . Thomas Wright , «Astronomi optik bilimlerin ya-rarl ı meyva la rmı toplamadan çok cnce Demokritus, zihin göz-lüğü deyimini kullanalım, evet, zihninin gözlüğüyle, sonsuzluğu çok daha elverişli aygıtlarla çalışan astronomlardan iyi görmüş-tür,» diyor. H e r a ' m n göğsünden f ışkıran Süt 'ün, Gecenin Belke-miği 'nîn Ötesinde, Demokr i tus 'un beyni yükseliyordu.

Demokr i tus kadın, çocuk ve cinsel ilişkiden fazla hoşlan-mazdı . Biraz da zamanını alıyorlar diye onlardan kaçınırdı. Fa-kat dostluğa değer verir , neşenin hayat ın amacı olduğu görü-şünü savunur ve heyecanın asıl kaynaklar ın ı bulmaya yönelik felsefi a raş t ı rmalara girişirdi. Atina 'ya Sokrates'i görmeye gi-der, fakat kendini t an ı tmaya çekinirdi, Hipokra t 'm yakın dostuy-du. Doğanın güzelliği ve görkemi karşısında ağzı açık kalacak derecede hayranl ık duyardı . Demokrasi düzeninde yoksulluğu, baskı yönet imindeki zenginliğe yeğ tu tardı . Zamanında geçerli olan dinlerin kötü lüğüne İnanır ve, «ölümsüz ruh ya da ölüm-süz tanr ı la r diye bir şey olmadığını,» söylerdi.

Anaksagoras M.Ö. 450 yıl larında ün yapan ve Atina 'da ya-şayan îyonya 'h deneyimcilerdendi. Zengin biriydi Zenginliğini b i r yana bırakıp bil ime merak sarmıştı . «Hayatın amacı nedir?» diye sorulduğunda, «Güneş'in, Ay' ın ve göklerin araştırılması.» yanı t ını verirdi. Gerçek bir as t ronomun verebileceği bir yanı t t ı bu. Tek b i r damla beyaz bir sıvının şarap gibi koyu renk sıvı bulunan bir sürahiye girince gözle görülebilecek bir renge bü-rünmediğini saptadı. Bu Önemli bir deneydi. Duyularımızın doğ-rudan algı layamayacağı kadar hassas değişikliklerin başka yol-

— 207 —

lardan saptanması gereğine dikkat çekmiş oluyordu böylece. Dcmcl.rit.us kaçlar radikal değildi Anaksagoras, Her ikisi de

maddeciydi. Bir şeylere sahip olma açısından maddeci değil, fa-kat dünyanın temelini maddenin oluşturduğunu savunmalar ı ba-kımından maddeciydiler. Anaksagoras atomlara inanmazdı, i n -san ;-:h'i:nde özel bir cisim bulunduğu kanısındaydı. İnsanlar ın i yva dardan daha akıllı oluşunu elleri bulunuşuna bağlardı. Tipik bir îyon'ca düşünüş.

Aı :-,kr:-.gora.s Ay'ın yansıttığı ışık nedeniyle parladığmı ke-siijJikîe avunan ilk bilim adamıdır. Ay'ın evrelerine ilişkin bir kurara da geliştirdi. Bu görüş zamanında Öylesine tehlikeliydi k kunurıi içeren yazı elden ele gizlice dolaştırılıyordu. Ay'ın evreic-ıi: i ve Ay tutulmalarını , yeryüzüne, Ay'a ve kendiliğin-de ay:: n lan an Güneş'e ilişkin geometriyle açıklamaya kalkış-mak, o : (n:in Önyargılarına ters düşmekteydi . Kendisinden i " ı> "_nra, Aristo Ay'ın evreler inin ve tu tulmalar ının Ay'ın yay. ' 'V bulunan bazı nedenlerden ileri geldiğini söylüyordu ki, bı ı:lar laf oyunundan ibaretti. Hiçbir şeyi «izah e tmeyen izahat-lar:: cümlesinden yani.

O amanın geçerli inancı, Güneş'in ve Ay'ın tanrı oldukları yolundaydı. Anaksagoras, Güneş' in ve yıldızların y a n a n taş lar olduğu görüşünü benimsemişti. «Yıldızların ısısını hissetmiyo-ruz. çünkü çok uzaktadırlar,» diyordu. Ay'da dağlar bu lunduğu (doğru) ve insan yaşadığı (yanlış) görüşündeydi . Güneş ' in Pelo-ponez kadar büyük olduğunu söylemişti. Bu bölge Yunanis tan ' -ın üçte biri kadardır . O tar ih lerde Anaksagoras ' ı eleştirenler, bu görüşün çok aşırı ve saçma olduğunu bel ir tmişlerdi .

Anaksagoras, Atina'ya Perikles t a ra f ından çağrılmıştı . P e -rikles'in, Atina'nın lideri olarak en par lak dönemiydi . Per ik les aynı zamanda Atina demokrasisinin mahvına yol açan Pelopo-nez Savaşlarının başlamasından sorumlu kişidir de. Felsefeden ve bilimden büyük zevk alan Perikles ' in en yak ın sırdaşîar ın-dandı Anaksagoras. Anaksagoras'ın bu arkadaşlığı nedeniyle Ati-na'nın ihtişamına büyük ölçüde katkısı olduğu sanılır . F a k a t

I

— 218 --

Per ik les siyasi so run la r l a kuşat ı lmış t ı . Kendis ini doğrudan eleş-t i r emeyenle r çevres indeki lere çamur a t m a y a yöneliyorlardı , Böy-lece düşmanlar ı , Per ik les ' in yakın lar ın ı hedef aldılar . Anaksago-ras dinsizlikle suç lanarak hapse m a h k û m edildi. Suçu Ay 'm her-hangi bir maddeden , ye ryüzü gibi b i r ye r o lduğunu ve Güneş ' in gökte sıcak b i r t a ş tan o luş tuğunu söylemesiydi . Per ikles ' in Ana-sagoras ' ı hapis ten çıkarabildiği anlaşıl ıyor. Faka t a r t ık geç ka-l ınmışt ı . Yunan i s t an 'da olaylar ın akış yönü değişirken, merkez i i skende r iye 'n in o luş tu rduğu Mısır 'da î yonya geleneği iki yüzyı l daha sürecekt i .

Tha les ' t en Demokr i tus ' a ve Anaksagoras 'a kada r uzanan b ü y ü k b i l imadamlar ı , t a r ih te ya da felsefe k i tap lar ında «Sokra-tes ' len önceki*ler olarak ni te leni r ler . Bu ni te leme onların, Sok-rates , P l a to ve Aris to gelinceye dek fe lsefe kalesini ayakta tu t -m u ş ve b i raz da bu fi lozofları e tki lemiş oluşlarını an la tmayı amaç l ıyor gibi. Oysa İyonya ' l ı l a r çağdaş bi l imle çok daha iyi bağdaşan düşünür l e rd i . îyonya ' l ı b i l imadamla rmın etkis inuı yal-nızca iki ya da üç yüzyı l sürmesi , î y o n y a Uyanışı ile İ ta lya Rö-nesansı a ras ında yaşamış insan kuşak la r ı için acı b i r kayıpt ı r .

Sisam' l ı b i lginler le k ıyas kabu l edecek t ü r d e n en etkili kişi o larak belki P i tagoras ' ı {*) gösterebil ir iz . Pi tagoras , M.Ö. 6. yüz-yılda, Po l ik ra tes ' in yaşadığı dönemde yaşamış t ı . Yöresel bir söy-len t iye göre, S i sam 'dak i Ke rk ı s dağı mağara l a r ında yıllarca ya-

(*) M.Ö. 6. yüzyılda yeryüzünün derin bir enU-llektüel ve ruhsal uyanışa, tanık olduğunu görmekteyiz. Yalnızca Thaîes'leri, Anaksimender'leri, Pitagoras'lan ve diğer lyon'iıları görmüyo-ruz dünya sahnesinde. Aynı zamanda Mısır Firavunu Necho Af-rika kıtasının gemiyle çepeçevre dolaşılmasına destek sağlıyor. İran'da Zoroaster'i, Çin'de Konfüçyüs'ü ve Lao-tse'yi, İsrail'de, Mısır'da ve Babİl'de Yahudi Peygamberlerini ve Hindistan'da da Gautama'yı görüyoruz. Bu olayların birbiriyle ilgisi olamayaca-ğını dügünmek zordur.

— 209 — Kozmos : F. 13

şam sü rmüş tü r . Y e r y ü z ü n ü n bi r küre o lduğunu dünya ta r ih inde ilk kez Pi tagoras anlamış t ı r . Belki Ay'ın ve Güneş ' in kü re biçi-mine bakarak benzetmişt i r , belki b i r ay tu tu lmas ı s ı ras ında yer -yüzünün Ay üzerindeki kavisli gölgesini f a r k e tmiş t i r . Ya da Si-sam adas ından ufka doğru uzaklaşan gemi le r in gözden en son kaybolan bölümler inin d i rekler oluşu d ikka t in i çekmişt i r .

Kendisi ve öğrenci ler i «Pitagor Teoremi» olarak bil inen ku-ramı buldular . H e r t ü r bil ime temel o luş turan çağdaş m a t e m a -tiksel düşünce yöntemi Pi tagoras 'a çok şey borç ludur . P i t agoras yalnızca teor imi ne ilişkin örnekler i s ı ra lamakla kalmamış, b i r şeyi genellikle matemat ikse l o larak kan ı t l aman ın yöntemin i bul-muştu. Düzenli ve uyumlu , insan zihninin kavrayabi leceği b i r evreni t an ımlamak üzere ('Kozmos» sözcüğünü ku l l anan ilk o olmuştur .

İyunya 'k -a rm çoğu, evrenin temel indeki u y u m u n gözlem ve deneyle anlaşılabileceği karaş ındaydı la r ki, bugün bi l ime egemen yön tem cTe budur . Bunun la birl ikte, P i tagoras çok değişik b i r yön tem kul lanmış t ı r . Doğa yabalar ının salt düşünceden ç ıkar ı -labileceği görüşünü benimsemiş t i . P i t agor ve yandaş la r ı temel-de deneyimci değillerdi (*}. Matemat ikç iydi le r . Ve t a m an lamıy -

Jİeyse ki, bunun bazı istisnaları vardı. M ü z i k uyumlarını s a y ı oranlarına indirgeme istekleri göz l eme , h a t t a t e l l e r i n oynanma-ktı dan çıkan sesler üzerindeki deneylere dayanır. Empedokles hiç olmazsa kısmen Pitagor'eu sayılır, P i t a g o r a s ' ı n Ö ğ r e n c i l e r i n -den olan Alkmenon bir insan vücudunu k e s i p b i ç e r e k ü z e r i n d e inceLc-me yapan i'k araştırmacıdır, Atardamarîa daman ayırt e t -ti: göz siniriyle, kulağın Östaki borusunu buîan ilk kişidir. Akim beyinde bulunduğunu anladı (bunu daha sonraları reddeden Aristo akim kalpte olduğunu söyledi ve bu fikri İsken deriye 'li Heröfilus yeniden canlandırdı). Embr iyo lo j i b i l imin in de öncülü-ğünü yaptı. Ne var ki, Alkmenon'un salt düşünceye değil de deneye bağlılığı Pitagor'cu arkadaşları tarafından sonraki dö-nemlerde destek görmemiştir.

— 210 --

la mistikti ler . Matematikte kusursuz gerçeği bulduklarını, ma-tematiğin tanrı lar âleminin bir parçası olduğunu, dünyarmzmsa bu âlemin kusurlu bir yansıması olduğunu belirtirlerdi. Pita-gor 'cular, Platon 'u, daha sonra da Hıristiyanlığı güçlü biçimde etkilemişlerdir .

Birbiriyle çelişen görüş noktalarının serbest tart ışma yo-luyla düzeltilmesine Pi tagor 'cular i l t ifat etmezlerdi. Bunun ye-rine, t üm katı görüşlü dinlerde olduğu gibi, yanlışları düzeltme-yi sağlayan esnekl ikten yoksundular. Çiçero şöyle d e r :

Tar t ış ı rken iddiaya güç kazandırmak için otoriter dav-ranışa ağjr l ık veri lmemelidir . Çünkü öğretmek iddiasında olanların otoriter davranışları , öğrenmek isteyenlerin Öğ-renmeler ini engelleyen bir o r tam yarat ı r . Öğrenmek isteyen-ler in bu du ruma düşürülmesi , onları kendi yargılarını kul-lanmaktan alıkoyar ve üstad olarak karşılarında bulunan ki-şinin her sözünü sorunu çözümleyici bir yargı olarak kabul ederler . Doğruyu söylemek gerekirse, tar t ışma Sırasında bir savın gerekçesi sorulduğunda, «Üstadımız böyle dedi,» şek-linde yanı t verdikleri söylenen Fi tagor 'cular ın yöntemleri-ni kabule ta ra f ta r değilim. «Üstadımız böyle dedi ı sözün-deki «Üstad*dan kastet t ikler inin Pi ıagoras olduğu biliniyor elbet. Yargısı önceden veri lmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir ,

P i tagor 'cular kenar lar ın ın tümü ele birbir ine eş o" m ü.; iv>-yut lu cisimlere tu tkundular . Kenar lar ı altı kareden oh: ;..:•• küp bu cisimlerden en yalın biçimlisidir. Eşkenarl ı çokgen ayı z denecek kadar çoktur, faka t eşkeııarlı cisim sayısı yalnızca beş-tir, He r nedense, adına «dodekahedron» dedikleri ve her bir ke-narı on iki beşgenden oluşan bir cisim, onlarca tehlikeli bir şekil sayıl ırdı . Mistik b i r bağlantı ku ra rak bu cismin biçimini Koz-mos'uııkine eş sanırlardı , Eşkenarl ı Öteki dört cismi de, yine her nedense, o zamanlar dünyayı o luş turduğunu sandıkları dört ana

— 211 —

öğeyle eş tu ta r la rd ı ; bu dör t ana öğe toprak, ateş, bava ve suy-du. Beşinci eşkenarl ı cisim, gökler â leminin öğesini o luş tu rduğu kabul edilen b i r maddeyle bir t u t u l u r d u . Bi lgiden yoksun in-sanlara dodekahedroı ı 'dan söz açılması doğru değildi (*).

T a m sayı lar ı aşk dere-cesinde seven Pi tagor 'cu lar, evrendek i her şeyin sayı lar sayesinde anlaşı labi leceğine inanıyor lardı ,

P i tagor 'cu larca k ü r e «mükemmel» düzgün lük t e b i r cisimdi. M ü k e m m e l say-ma la r ın ın nedeni, yüzey in -deki he r noktanın merkez i -ne eş uzakl ık ta b u i u n m a s m -dandı . Daire şeklini de m ü -k e m m e l bu lur la rd ı . P i t a -gor 'cular gezegenler in dai-re biçimi çizerek hep ayn ı hızla döndükle r in i İddia et-

mekteydiler . Gezegenlerin yörünge le r inde bazen hızlı, bazen y a -vaş dönmelerini doğru bu lmuyor l a r ve dairesel o lmayan devi-nimi kusurlu sayıyorlardı .

Pitagor 'cu düşünüş geleneğinin yandaş la r ın ı ve karş ı t l a r ın ı Kepler ' in ömür boyu s ü r d ü r d ü ğ ü ça l ı şmalar ında gö rmek m ü m -kündür . Duyular ın dışında kalan m ü k e m m e l ve mis t ik b i r dün-yaya ilişkin Pi tagor 'cu görüş , Keple r ' in ça l ı şmalar ında öneml i b i r yer aldığı gibi, Hır is t iyanlığın öncüleri t a r a f ından da h e m e n

<*) Hippasus adlı bir Pitagor' cu, dodekahedron'un, yani on iki beş-kenarlı kürenin sırrını yaymıştı. Sonradan bir deniz kazasında öldüğünde, Pitagor'culann, Hİppasus'un cezalandırdığının ada-letinden söz ettikleri biliniyor.

Soldan sağa doğru: Dört üçgen yüzlü ci-sim {tetrahedron}; (tüp; sekiz üçgen yüzlü cisim (oktahedron); yirmi yüzlü cisim (ikosaJıcdron) Dünyayı simgeleyen kübiin üstündeki on iki yüzlü cisim {dodekahed-rort), Pitagor'cular tarafından Kozrnos'un biçimiyle eş tutulurdu.

- 2 İ2 -

benimsenmişti . Kepler bir yandan doğada matematiksel uyum-ların hüküm sürdüğü kanısındaydı, «Evrenin, uyumlu orantıla-r ın seçkin damgasını» taşıdığım, gezegenlerin devinimini basit sayısal orantı ların saptaması gerektiğini söylemiştir. Öte yan-dan da, y ine Pİtagor 'cuların düşünce yolunu izleyerek, ancak dairesel ve tekdüze yörünge deviniminin m ü m k ü n olabileceği f ikr ini uzun süre beslemiştir. Gezegenlerin devinimlerini gözle-yip de bu fikirle açıklayamadığını fark ettikçe, gözlemlerini tek-r a r tekrar sınadı, ö t ek i Pi tagor 'culardan farkl ı olarak gerçek dünyan ın gözlemlenmesine ve deneyimden geçirilmesine inanı-yordu. Bunun sonucu olarak, gezegenlerin devinimlerini anla-ması, Kepler ' i onların elips biçiminde bir yörünge izledikleri dü-şüncesine yönelmeye zorladı. Böylece dairesel yörünge f ikrini t e rk etti . Kepler gezegenlerin devinimi konusunda Pi tagor 'cular-dan hem esinlendi, hem de Pi tagor öğretisinin çekiciliğine kapı-larak çal ışmalarında on yıldan fazla bir süre geri kalmış oldu.

Deneye karşı bir horgörü sarmıştı eski dünyayı . Platon ast-ronomlara düşüncelerinden gökleri eksik e tmemeler ini Öneri-yor, ama aynı zamanda da onları, gökleri gözlemek suretiyle va-kit lerini heba etmemeler i konusunda uyarıyordu. Aristo 'nun ka-nısınca, «Düşük düzeydekiler, yapıları nedeniyle köledirler. Bun-lar ın bir e fendinin emr i al t ında bulunmalar ı kendileri için iyi-dir . . . Köle, efendis inin hayat ın ın bir parçasıdır. Zanaatçı , efen-dinin hayat ın ın t a m bir parçası değildir. Ancak köleleştiği oran-da işinde mükemmel l iğe erişir, Araç gereç kul lananlar ın köleli-ği ayrı ve özel bir ni tel ik taşımaktadır .» P l u t a r k da şöyle yazı-yordu: «Eğer yapı lmış bir iş sizi güzelliğiyle etkiliyorsa, bu de-mek değildir ki, bu işi yapan takdire layıktır.» Ksenofon da ka-nısını şöyle özetliyor: «Mekanik zanaat lar toplumda horlamyor ve haklı olarak kentler imizde şerefli bir iş gözüyle bakılmıyor.» Bu tür tu tumlar ın sonucu olarak, İyonya' l ı lar ın parlak ve umut vaa t edici deneysel yöntemleri iki b in yıl süreyle çoğunlukla terk edildi. Deney olmadan, çelişen varsayımlar arasında bir seç-me yapma, başka bir deyişle, bilim y a p m a olanağı yoktur . Pi ta-

— 213 —

gorcü'larm deney a leyhtar : tu tumlar ın ın izleri bugüne dek sür-müştür . Acaba ncdeıı? Deney aleyhtarlığı nereden kaynaklanı-yor?

Eski zamanlar biliminin gerileyicini açıklamak için bilim tarihçisi Benjamin Farr ington şunları yazıyor: îyonya' ı ım bi-limine yol açan ticareti, aynı zamanda bir köle ekonomisine de yol açmıştır. Köleye sahip olmak zenginliğe vc ikt idara götüren

oldu. Polikrates müs tahkem mevkilerini kölelere yapt ı rmışt ı . > * Perikles, Platon ve Aristo döneminin Atina'sı büyük bir köle . nüfusuna sahipti. Atina'nın demokrasi diye cesaretle övündüğü

* $ ş e y , yalnızca ayrıcalıklı bir azınlık için sözkonusuydu. Kölelerin yaptıklar! işin özelliği kol işçiliğidir. Bilimsel deney de kol işçi-ki... ı girer. Böyle bir çabadaıısa köle sahipleri kendilerini uzak tutmaktaydılar. İşin garibi, bilim yapmak için zaman ayırabilen-

di 1er de kölelerin efendileriydi. Bazı toplumlarda kibar an lamın-d a k i gsntlc», c-men» (insan) denilen gentlemeıı ' lerdi köle sa-

j hipleri. Vakit ayırabilen yalnızca köle sahipleri olduklar ından, A v e ur lar da kol işçiliği yapmadıklar ından, hemen hiç k imse bi-

lim yapma olanağım bulamadı. İyonya' l ı lar güzel araç gereçler Üretebilecek yetenekteydiler . Faka t köleye sahip olma olanağı teknolojinin gelinmesini sağlayacak dür tüyü or tadan kaldır ıyor-du. Bu nedenle İyonya'daki büyük uyanışa (M.Ö. 600) yard ım-cı olan ticaret, kölelik kurumu yüzünden, iki yüzyıl sonra gerî-leyişin nedeni olmuştur denebilir. Tar ihin büyük ci lvelerinden

Vbiıi r;öz konusudur bu olgu da. B u r a benzer eğilimleri bü tün dünyada gözlemek olasıdır.

Çin'de dış etkiler olmadan beliren astronomi, 1280 yılında K u o Şu-çing'in çalışmalarıyla üst düzeye ulaştı. 1500 yıllık bir geç-mişi olan gözlem bilgilerinden hareket eden bilgin, astronomi hesaplarında matematik yöntemle gözlem araçları gel iş t i rmişt ir . Ancak bu noktadan sonra Çin'de astronominin gerilediği kabul edilmektedir. Nathan Sivin bu gerileyişin nedenini bir ölçüde «seçkin tabakanın esnekliğini kaybedişinde» buluyor, «-Böylece okumuş kişiler tekniğe karşı ilgi duymuyor ve bilimi k ibar kişi-

— 214 --

lerin değer vereceği bir uğrağı olarak görmüyorlardı.» Astronom mesleği babadan oğula geçer bir du ruma dönüştü. Buysa konu-n u n gelişmesini kamçı lamaktan uzaktı. Ayrıca astronominin ge-lişmesi İmpara tor luk Sarayının sorumluluklar ından sayılıyordu. Sa ray da bu görevi yabancılar ın eline vermişti . Bunlar Cizvit papazlarıydı. Eüklid' i ve Koperuik ' i Çinlilere tanıt t ıklarında, Çinlilerin ağzı açık kalmıştı . Kopernik 'İn kitabını yasaklayan Çin yöneticileri, helyosantr ik (dünyanın güneşin çevresinde dön-düğü görüşü) kozmolojinin yayı lmamasmda çıkar görüyorlardı . H in t , Maya ve Aztek uygarl ıklar ında bilim, lyonya 'dakı geri-leyiş nedeninden Maya ve Aztek uygarl ıklarında bilim, îyonya'-daki gerileyiş nedeninden ötürü , başka bir deyişle, köle ekono-mis in in yayılmasıyla ölü doğmuştu. Çağımızın Üçüncü Dünya sorunlar ından en önemlisi, okumuş sınıfların zengin çocukları olması, bunla r ın da s ta tükonun sürüp gitmesinden çıkarları bu-lunması ve kol işçiliğine yatkın olmadıktan başka alışılmış bil-gi s ınır larını aşmak için meydan okumaya kalkışmamalarıdır . Bi l imin kök salması çok yavaş gerçekleşiyor.. .

Pla ton ve Aristo köleli bir toplumda rahat haya t sürüyor-lar, zulüm için bahaneler bulup önermekten geri kalmıyorlar-dı. Ti ranlar ın emrindeydi ler . Vücudun zihinden soyutlanması öğretisiyle (köleli toplum içinde oldukça doğal bir amaç) yanıp tu tuşuyor lard ı . Maddeyi düşünceden, ye ryüzünü gökten ayırdı-lar. Bunlar , Bat ı düşüncesine iki bin yıl süreyle egemen ola-cak «Ayrılıkçı» görüşlerdi . P la ton 'un Demökri tus 'a ai t tüm ki-tap la r ın yakılmasını önerdiği (Homeros 'un ki tapları için de ben-ze r öner i lerde bu lunmuş tu r ) söylenir. Bunun nedeni, Demokrİ-tus 'un ölümsüz ruh la ra ya da ölümsüz tanr ı lara veya Pi tagor mist is izmine inanmayış ı olabileceği gibi, sonsuz sayıda dünya-nın varl ığına inanışı da olabilir. Demokri tus 'un yazdığı söyle-n e n t ü m insanlık bilgisine ilişkin üç k i tap tan b i r tanesine bile ras t lanamamış t ı r . Onun hakkında t üm bildiklerimiz bölük pör-çük bilgi k ı r ınt ı lar ına dayanmaktad ı r . Bunla r daha çok ahlaka ilişkin yazdıklar ı olup ikinci el bilgilerdir . Anlatı lara dayanmak-

— 215 --

tadır çoğu. Aynı şey t üm öteki îyonya' l ı bilginler için de ge-çerlidir.

Fitagoras'la Pla ton 'un Kozmos'un bilgi s ınır ları içine alına-bileceği ve doğu gerçeklerinin sayılarla ifade edilebileceğine iliş-kin fikirleri, bilimin gelişmesine yardımcı olmuştur . Faka t bi-limi sınırlı bir seçkin tabakaya özgü bir düşünce alanı olarak

irmeleri, su lan bulandırıcı olayların örtbas edilmesini isteme-İL'i'i, deney aleyhtarlığı, mistisizme kucak açışları ve köleli top-lumların varlığını kolayca sineye çekmeleri, insanlığın büyük se-rüvenini kösteklemiş t ir. Bilimsel araş t ı rma araç gereçlerinin çürümeye bırakıldığı uzun bir mistik uykudan sonra, bazı bul-guları İskenderiye Kütüphanes i bilginleri aracılığıyla aktar ı lmış o!;;n İycı .ya 'hların büyük girişiminin örtüsü sonunda kaldırıldı. Batı dünyası yeniden uyandı . Deney ve açık araş t ı rma yeniden saygınlık kazandı. Unutulmuş kitaplar ve bilgi kırıntı ları yeni-ce--; ele alınıp okundu. Leonardo, Kristof Kolomb ve Koper-nik, Yunan düşünce geleneğinden esinlendiler. Zamanımızda İ /anya bilimine benzer bilimsel çalışmaları oldukça çok yapıyo-ruz. (Siyaset ve din alanlarında değil). Serbest araş t ı rma yön-temi de uyguluyoruz. Faka t y ine de şaşırtıcı batıl inançlar ve ahlak açısından müth iş çelişkiler karşısındayız. Eski zaman çe-lişki : n r ; ı ; yanılgılarına biz de düşüyoruz.

Plato; 'cular ve onun fikirlerini sü rdüren Hır is t iyanlar şu garip saplantı içindeydiler: Yeryüzü kötü b i r yer, gökyüzüyse mükemmel ve tanrısal bir yerdir . Yeryüzünün b i r gezegen, biz insanların da evrenin sakinleri olduğumuz temel düşüncesi red-dediliyor ya da görmezden geliniyordu. Bu düşünceyi, ilk ene süren Aristarkus'iu. Aristarkus, Pi tagoras ' tan üç yüzyıl sonra Sisam adasında doğmuş bir bilgindi. İyonya'h bilginlerin sonun-cusuydu. Art ık o sıralar entel lektüel aydınlık merkezi, büyük İskenderiye Kütüphanesi 'ne kaymıştı . Ar is tarkus gezegen siste-minin merkezinde yeryüzünün değil Güneş ' in bu lunduğunu , t ü m gezegenlerin yeryüzü çevresinde değil Güneş' in çevresinde dön-düklerini ilk olarak Öne sürmüştü. İlginçtir, bu konudaki kitap-

— 216 --

ları kayıpt ı r . Bir ay tu tu lması s ırasında, Ay 'm yüzeyindeki yer-k ü r e gölgesinin boyut la r ından Güneş ' in ye ryüzünden daha bü-yük ve daha uzak olduğu kanıs ına vardı . Belki o an Güneş gibi kocaman bir cismin ye ryüzü gibi küçücük bir cisim çevresinde dönmesinin anlamsız l ığ ım kavramış t ı . Güneş ' i merkeze o tur t tu , y e r y ü z ü n ü n günde bi r kez kendi ekseni ve yı lda b i r Güneş çev-res inde d ö n d ü ğ ü n ü söyledi.

Aynı düşünceyi Koperı ı ik adıyla da özdeşleştiriyorıız. Gali-le, Koperı ı ik için he lyosant r ik varsay ımın «onaylayıcısı ve can-landırıcısı» deyimini kul lanı r . Yoksa onu bu keşfin sahibi kıl-m a z (*). Ar i s t a rkus ' un dönemiyle K o p e r n i k ' i n dönemi aras ında geçen 1800 yı l boyunca gezegenler in doğru olarak dizilisini bi-len çıkmadı . Oysa M.Ö. 250 y ı l ında bu doğru olarak açıklanmış-tı, A r i s t a rkus ' un or taya a t t ığ ı f ikir , çağdaşlar ını çileden çıkar-dı. Anaksagoras 'a , B runo 'ya ve Gali lea 'ya karş ı yükse len sesle-r in benzer ler i Ar i s ta rkus ' a karş ı da yükseldi ve dinsizlikle suç-lanması istendi. Ar ı ş la r kus ve Kope rn ik ' e karşı gösteri len dire-niş, Güneş ' in y e r k ü r e çevres inde döndüğü görüşü gün lük yaşa-mımızda ha l en de s ü r m e k t e d i r . Hâlâ Güneş ' in «doğduğundan , Güneş ' in «hat l ığından» söz ederim. Ar i s t a rkus ' un he îyosent r izm f ik r in i o r t aya a t t ığ ından bu y a n a 2.200 yıl geçti ve kullandığı-mız dil hâlâ ye rkü remiz in dönmediği yo lundadı r .

Gezegenler i b i rb i r inden ay ı ran mesafe y e r y ü z ü n d e n V . -

(*) Konernik, Aristarkus'u okuyarak b:ı :;onııc;t varmış ol ;l f' ıl-yaıı üniversitelerinde bıduncn son ki t ağlar bil'm ç.cvr '••••.r: : 1

büyük bir heyecan yarattı. Kopernik'in tıp okuluna - • et-tiğini gösteren bir elyazması kitabında Koperııik, Ar: • •.-.."••'rn bıı düşünceyi Önceden ortaya attığını söyler Koperni': P.ıpa HT. Paul'e şunu yazmıştır: (-'Çieero'y3 göre Nicetas yery 1 m rı d'jn-düğü öğretisini ortaya koymuştur.. . Plutark'a göre (ki Aristur kus'tan söz eder). . . yeryüzünün döndüğü fikrini b; ka payla-şanlar da vardır . . . Biitün bunları okuduktan sonra ben de yer-yüzünün hareket ettiği düşüncesine yer verdim.»

— 217 --

nüs'e o)an uzakhlı 4Ü milyon kilometre, Pluto 'yaysa 6 mi lyar kilometre- Güneş'itı Peloponez kadar biiyiik olabileceği fikri kar-şıcında çileden çıkan Yunanlıların ağzını açık bırakırdı . Güneş sistemini daha dar bir çerçeve ve daha yerel olarak düşünmek doğaldı. Aristarkus yıldızların uzaklardaki güneşler oldukları yo-lunda bası kuşkular duymuş ve Güneş'i sabit yıldızlar arasına koy mu m. Teleskopun icadından sonra Y'onan geometrisine da-- anarak yapıla® hesaplarla yıldızların nice ışık yılı uzaklarda bulunduğu XIX. yüzyılda a ulaşılabildi.

Aristarkus dönemiyle Huygens dönemi arasındaki zaman içinde, insanlar, çocukken merak ettiğini bir sorunun yanıt ını vermişlerdir: Yıldızlar nedir? Bunun yanıtı , yıldızların güçlü güneşier olduğu ve yıidızlararası uzayda nice ışık yılı uzaklık-larda bulunduklar ıdır .

Aristarkus 'un bir.e bıraktığı büyük mirası şudur: Ne bize, ne gezegenimize doğada ayrıcalık tanınmış değildir. Bu görüş, gezegenimizin yıldızlarla kıyaslamamda geçerli olduğr. kadar, insanlık ailesinin kişileri arasındaki çeşitli ilişkilerde de geçerli-dir. Bu güriişün etkisiyle astronomide olduğu kadar, fizikte, bi-yolojide, antropolojide, ekonomide ve siyasette büyük ilerleme-ler kaydedilmiştir . Bu görüşün sosyal açıdan fazla yaygınlaşma-sı, aynı zamanda örtbas edilmesini hedef a lan girişimlerin de nedenini oluşturuyor mu, diye sormadan edemiyorum.

XVIII. yüzyıl sonlarında ingi l tere Kral ı III. George 'un m ü -ziklisi ve astronomu William Herschel , yıldızlı göklerin har i ta-sını çıkardığında Samanyolu şeridinden he r yöne doğru eşit sa-yıda yıldızın dağılmış olduğunu görerek yerküremiz in bu ga-laksinin tam ortasında bulunduğu sonucuna varır . Birinci Dün-ya Savaşından bir süre önce Harlow Shapley küresel yıldız kü-melerine uzaklığımızı ölçme tekniği gelişt irmiştir ,

XX. yüzyıla gelinceye dek, astronomlar, Kozmos'ta yalnızca bir tek galaksi, Samanyolu Galaksisi var sanıyorlardı . Bu arada Tbomas Wright ile Immanuel K a n t teleskopla yapt ıklar ı ince-lemeler sonunda başka galaksilerin varolduğunu sezmişlerdi,

— 218 --

İnsanlar yaşadıkça Kozmos'daki yerimizi arayıp durduk. Tü-rümüzün emekleme döneminde (atalarımız göklere avare ava-re bakarken) eski Yunan ' ın îyonya' l ı bilginleri ta raf ından ve ça-ğımızda sorulan sorudan kurl ı ı lamıycruz: Neredeyiz? Bizler kim-leriz? İnsanlardan çok galaksilerin bulunduğu bir evrenin ücra köşesindeki dağınık galaksiler kümesine dahil bir galaksinin sı-nır lar ında, iki sa rmal kol arasında kaybolmuş sırada bir geze-gende yaşıyoruz. Kendimizi böyle bir perspektif te gözleyişimiz, göklerin nasıl olduğuna ilişkin olarak j-arattığımız zi ' ı ir .^1 mo-delleri s ınama eğilimimizi cesaretle sü rdürdüğümüzü ortaya ko-yar. Sözkonusu modellere göre Güneş kıpkırmızı, sıcak bir taş, yıldızlar sema alevleri, Samanyolu da Gecenin Belkemiği 'dir .

Ar is tgrkus ' tan günümüze dek evreni a raş t ı rmak üzere gi-riştiğimiz çabaların her biri bizi, Kozmos sahnesinin ortasında-ki bir yerden daha az Önemli bir yere itelemişt-ir. Bu alandaki yeni bulgular ı özümseyecek vakti insanoğlu henüz bulamadı. Bü-tün yeni buluşlar , yerküremizin eıı önemli, en merkezî ve en hayat i yer olmasını isteyenler için üzüntü kaynağı olmaktadır. Çünkü evrenin araşt ı r ı lmasmdaki her yeni buluşu gezegenimiz için «tenzil-i rütbe» saymaktadı r la r . Ayrıcalığa ve en çok öne-me mazhar gezegen s ta tüsünde olmayı bos yere İsteyenler, ge-lişmelerin getirdiği değişiklikleri sineye çekmek zorundadırlar. Nerede yaşadığımızı b i lmek için komşuların durumunu bilmek zorunludur . Öteki komşularımızın du rumunu bilmek, kendi du-r u m u m u z a ışık tutacakt ır . Eğer gezegenimizin önem ıınas. :: ist iyorsak yapabileceğimiz şudur : Sorularımızın cesareti ve ya-nı t lar ının derinliğiyle gezegenimizi önemli kılabiliriz.

Kozmik yolculuğumuza, ilk önce, t ü r ü m ü z ü n emekleme dö-neminde or taya atılmış bir soruyla başladık ve tü rümüzün her yeni kuşağı bu soruyu yeniden ve hiç de ekşi tmemiş bir merak-la sordu: Yıldızlar nedir? Araşt ı r ıp keşfe tmek insanın İçinde var-olan bir duygudur . Bu sorunun peşine takılmış yolcular olarak işe başladık. Halen de bu yolun yolcularıyız. Kozmik Okyanu-sun kıyılarında biraz fazlaca oyalandık. Sonunda yıldızlara doğ-ru yol a lmaya hazırız.

— 219 --

Bölüm VIII

ZAMAN YE MEKÂN İÇİNDE YOLCULUKLAR

Ölü bîr çocuktan daha uzun yaşamış kimse yoktur. Pi-eng Tsu çok küçük yaşta hayata gözlerini yumdu. Gök ve Yer benim kadar yaşlıdırlar ve bînbir şeyin hep-si bîr ve aynıdır.

— Chuang Tzu, M.Ö. yaklaşık 300, Çin

Yıldızları, geceden korkmayacak kadar içten seviyoruz.

— Amatör iki astrqnomun mezartaşındaki yazı

Yıldızlar, buz tutmuş efsaneleri yazıp çiziyor, gözlerimi-zin içinde. Sırlarını ele vermeyen uzayın parıltılı şarkı-larının eşliğinde.

— Hart Crane, Köprü

— 221 —

GÜNEŞ VE AY ÇOK UZAÛIMIZDADIR. Faka t çekim güç-lerinin etkileri yeryüzünde fark edilir. Kumsallar bize uzayı anımsatırlar. Hepsi de aşağı yukar ı birbir ine benzer büyüklük-teki ince kum taneleri, kayaların çağlar boyunca durmadan, sür-tünmesinden, aşınıp yenmesinden ve yine Ay'la Güneş' in ya-rattığı dalgalar ve havanın aşındırmasından oluşmuşlardır . K u m -sallar bize zamanı da anımsatmış olurlar. Dünya, insan t ü r ü n ü n belirmesinden çok daha eski zamanlara dayanır .

Bir avuç kumda yaklaşık 10.000 kum tanesi vardır . Göğün açık olduğu bir gecede çıplak gözle görebildiğimiz yıldız sayı-s ı n ı n daha çoktur bir avuç kumdaki taneler. Ama görebildiği-miz y 'dızlar, varolan yıldızların ancak küçücük bir bö lümüdür . Geceleyin gördüklerimiz en yakın yıldızlardır. Oysa Kozmos Öl-çü kavramını aşan bir zenginliktedir; şöyle ki: Evrendeki yıldız-larm toplam sayısı yeryüzündeki t üm kumsallardaki kum ta-nelerinden daha çoktur,

E: i astronomlarla astrologların göklerdeki yıldızlarla şe-killer kurmaya çalışmalarına karşın, bir takım yıldız aslında ya -kıştırmadan başka bir şey değildir. Takım yıldızlar, gerçekte fer-siz e!ru-:ları halde bize yakınlıkları nedeniyle par lak gözüken ve Uzakta bulunmalar ına karşın gerçekten parlak olan yıldızla-ı r, • belli bir çerçeve içine alır gibi bakı lmasından doğan birtakım şekillerdir. Yerküremiz üzerindeki he r yer, herhangi biı y v : : a tam olarak aynı uzaklıktadır. Bu nedenle de herhan-gi bir takım yıldızdaki yıldızların oluş turduğu şekiller, Asya 'da ayı c';r, Amerika 'da da. Herhangi bir takım yıldızdaki yıldızla-rın hepsi de öylesine uzaktır ki, bizler yeryüzünde oldukça on-ları aç boyutlu şekiller olarak gözümüzün önüne get i remeyiz. Yıldızlar arasındaki ortalama uzaklık birkaç ışık yılıdır ve b i r ışık yılının da 10 trilyon kilometre olduğunu anımsayal ım. Ta-kım yıldızların oluşturduğu şekillerin değiştiğini görebilmek için bu yıldızları birbirinden ayıran mesafeleri aşmalıyız. Ve ancak o durumda, yıldızların bazıları takım yıldız dışına, bazıları da içeriye kayıyor gibi olacak, böylece de çerçevenin görünümü de-ğişecektir.

— 222 --

Teknolojimiz şimdilik, öy-lesine uzak mesafeli yıldızlar-arası yolculuklar için yeterli de-ğildir. Ya da şöyle diyelim: Bel-li bir yolculuk süresi İçinde bu mesafeleri a lmaya yeterl i değil-dir. Olabilir ki, önümüzdeki yüzyıllarda yeryüzünden hare-ket edecek bir uzay aracı, sözü-nü ettiğimiz büyük mesafeleri çok hızlı kat edebilir ve böylece daha önce hiç kimsenin görme-diği bir çerçevede başka bir ta-kım yıldız biçimi yakıştır ı labi-Ur.

Günümüzde bilgisayara, ya-kınımızdaki tüm yıldızların üç boyutlu durumlar ın ı verebil ir ve onları küçük bir yolculuğa çı-karabiliriz. Örneğin, bilgisayara Büyük Ayı'yı o luşturan parlak yıldızlar çevresinde tam bir tur atmasını emredebilir iz. Böylece takım yıldızının içinde göründü-ğü çerçevenin değişikliğe uğra-yişmı izleyebiliriz. Yıldızları, «şu - noktalar ı - birleştir el: m»

oyunundaki gibi göklerde yakıştırdığımız bir şekil İçine yerleşti-rebil i r iz . Faka t perspektif imiz değişince, görünürdeki takım yıl-dız biçimlerinin de değiştiğine tanık oluruz.

Takım yıldızların görünümü yalnızca uzayda (mekân için-de) değişmez, zaman içinde de değişikliğe uğrar . Bir başka de-yişle, biz konumumuzu değiştirince, görüntüler i değişmiş olmaz

S o n iki ş ek i l , e ğ e r 1 5 0 ı( ik yılı glclerek u y g u n n o k t a l a r a varabilmeydik s a p t a y a c a -ğ ı m ı ı görün tü le rd i r .

— 223

yalnızca; yeterince uzun bir süre bekleyebilsek yine değişir. Yıl-dızlar bazen bir grup ya da hevenk halinde hareket ederler; bazen de tek bir yıldız, gruptakilere oranla daha çabuk yol alır, Bu tür yıldızlar, sonunda, eski bir takım yıldızı terkedip yeni-sine katılırlar. Pazen de çift yıldız sistemindeki üyelerden biri patlayarak, uzaydaki eşini bağlı tu tan çekim zincirlerini kopa-rır . O da eski. yörüngesel, hızıyla uzaya sıçrar. Gökte sajpanla fırlatı lmış gibi bir yıldız görürsünüz o an.

Birde yıldızların doğup gelişme ve ölme durumlar ı vardır . Yeterince uzun bir süre bekleyebilecek olsak, o dönem içinde yeni yıldızlar belirecek ve eskileri kaybolup gideceklerdir. Gök-teki şekiller yavaş yavaş birbir ine karışarak değişirler.

İnsan tü rünün yaşamı boyunca bile (birkaç milyon yıl) ta-kım yıldızlar değişmişlerdir. Örneğin, Büyük Ayı 'mn b u g ü n k ü görünümüne bir göz atalım. Bilgisayarlarımız bizi mekân ve za-man olarak bugünden alıp başka günlere götürebil ir . Yıldızla-rın devinimlerini hesaba katarak, bilgisayarımız bizi eski zaman-lara doğru götürünce, bir milyon yıl önceki Büyük Ayı şekli-nin ayrı görünümde olduğunu anlarız. O tar ihlerde Büyük Ayı'-mn biçimi bir oku andır ıyordu. Bir zaman - makinesi sizi bir-den çok eski devirlere gö türüp bırakacak olsa, B ü y ü k Ayı 'nın o zamanki biçiminden hangi donemde yaşadığınızı anlardınız: Orta Pleistosen Çağında.

Bir takım yıldızın ilerki zamanlarda alacağı g ö r ü n ü m ü n bi -çimini de bilgisayardan sorabiliriz, ö rneğ in , Aslan tak ım yıldı-zını (burcu) ele alalım, ö n ü m ü z d e k i bir milyon yıl içinde, Aslan Burcu şimdikinden daha az aslana benzeyecektir . İ lerki kuşak-lar Aslan Burcu'na Radyo - Teleskop Burcu diyebilirler. Bu arada, bir milyon yıla kadar radyo - teleskopun da modası çok-tan geçmiş bir aygıt olarak eski eşyalar arasında yer almasın-dan endişe ettiğimi söylemeliyim.

Güneş'e komşu bölgede, yani uzayda Güneş ' in yakın çevre-sinde, en yakın yıldız sistemi bu lunmaktad ı r : Alfa Ken tau rus . Aslında üçlü bir yıldız sistemidir. Ken tau rus takım yıldızı. İki

— 224 —

ı.ooo.ouo yıl 6nteki üüruk Ayı

Güniimiu deki Astan Burcu

5 «1.0 00 yıl ttncodl Siıyıik Ayı

£fl fitim [ir aotti Büyün Ayı

Bilgisayarın ürettiği Büyük Ayı'nın laman içindeki görintülcrî.

Atlan takım yıldızının 1.000.000 yıl son ra alacalı jekîl.

yı ldız b i rb i r in in çevres inde dolanır , üçüncüsü de Proksİma Ken-t an rus , bu ç i f t in çevresinde, b i raz mesafeU bir yö rüngede dola-şır . K e n t e a u r u s ' l a r m {*) Proks ima ' s ı (proksima en yakın de-mek t i r ) ad ından da anlaşı lacağı üzere Güneş ' e en yakın olanı-dır. Biz im Güneş ' imiz in yapayalnız l ığ ı anlaşı lmaz bir şeydir .

Tak ım yı ldız ın eıı çok pa r l ayan İkinci yıldızı Andromeda (Beta A n d r o m e d a adını taş ı r ) ye tmişbeş ışık yılı uzaklardadır . Onu görmemiz i m ü m k ü n kı lan ışık, yı ldızlarası karan l ık la r ı

(*) Başı insan, gövdesi at olan mitolojik yaratıklar.

— 225 — Kozmos : P. 15

aşıp yeryüzüne gelinceye dek yetmiş beş yıl geçmiş demektir . Diyelim ki (olmaz ya!) . Beta Andromeda geçtiğimiz ha f t a infi-lak ct'.i. Bizim bu önemli olaydan yetmiş beş yıl haberimiz ol-maz. Bu yıldızı görmemize olanak veren ışık uzun yolculuğuna başladığı sırada genç Albeni Einstein yeryüzünde Görecelik (Rö-tetivitej Kuramını yayınlamıştı. Einstein o sıralarda İsviçre Pa-tent Bürosunda bir memur olarak çalışıyordu.

Uzay (mekân) ve zaman iç içe girmiş durumdadı r ; zaman ki . m: olmaksızın mekânı, mekân kavramı olmaksızın zamanı kav uyumayız. Işık çok hızlı yol alır. Faka t uzay çok boştur \v yıldı::lari£ aralarındaki mesafe büyüktür . Yetmiş beş ışık yılı gibi uzaklıklar, astronomi alanında çok küçüktür . Güneş ' ten Sa-m.. ' .yo!ünun merkezine olan mesafe 30.000 ışık yıldır. Bizim ga-!.... .;,izden M31 adını alan ve yine Andromeda tak ım yıldızın? a bulunan en yakın sarmal galaksi 2.000.000 ışık yılı uzaklık-••;' Bugün gördüğümüz MSİ'den gelen ışık o zamanlar hare-

•,".i.. :.de, yeryüzünde insan türü henüz yoktu. Atalar ımız bugün kazandıkları şekle yeni yeııi düşüyorlardı . Bu denli

ziikı. n gelen ışığı bugün görebilmemizin nedeni, bunun kay-J;ri!i yerküremiz ve Samanyolü ı ıun oluşmasından önce var -

olmuş bulunmasmdarıdır . Bu urum yalnızca astronomi alanının cisimlerine özgü de-

ğildir. Bİr odanın içinde üç metre ötedeki bir arkadaşınıza ba-kıyorsanız. bu arkadaşımızı «şu andaki» haliyle görüyor değilsi-niz. Saniyenin yüz milyonda birine eş zaman önceki d u r u m u n u görüyorsunuz. Buna, isterseniz, bir mikrosaniyenin yüzde biri de diyebilirsiniz. Bunun hesabı şöyledir : (3 m) / (3 x 1 0 ' m / sa-niye) = 1 / (10 v saniye) - 1Q-S

Bu hesapta yaptığımız, uzaklığı hıza bölüp arada geçen za-manı bulmaktan ibarettir. Ne var ki, «şu andaki» arkadaşınızın görüntüsüyle saniyenin yüz milyonda birine eş zaman önceki gö-rüntüsü arasındaki fark o kadar küçüktür ki, f a rk edilemez. Oy-sa sekiz milyar ışık yılı uzaktaki bir «kuasar»a baktığınız za-man, onun sekiz milyar ışık yılı Önceki d u r u m u n u görüyor ol-

— 226 --

manız Önemli fark yapar. (Kuasar ' ları galaksillerin yalnızea er-ken tar ihler inde görülmesi olası pat lama olguları kabul edenler vardır . Bıı takdirde, bir galaksi ne denli uzaksa, o denli erken tarihini izlemekteyiz demektir . Ve o denli de tam olarak kuasar görme olasılığı vardır . Nitekim on beş milyar ışık yıllık mesa-felerden daha uzaklara baktığımızda kuasar larm sayısı a r tmak-tadır.)

Yıldızlararası gezilere çıkmış olan iki adet Voyager uzay ge-misi, ışık hızının on binde birine eşit sürat le i lerlemektedirler şimdi. En yakın yıldıza 40.000 yılda varabilirler. Yeryüzünden kalkıp da hiç olmazsa Ken tau rus Proksima'ya uygun süre için-de gi tme umudu besleyebilir miyiz acaba? Işık hızına yaklaşa-bilecek miyiz dersiniz? Işık hızıyla ilgili giz nedir? G ü n ü n birin-de ışıktan hızlı yolculuk edebilir miyiz?

1890 yıl larında İ talya 'nın güzel Toskana kırlarında dolaşı-yor olsaydınız, okuldan atılmış, uzun saçlı bîr gencin Pavia yo-lunda i ler lemekte olduğunu görürdünüz. Almanya'daki öğret-menler i ona adam olamayacağını, sorduğu soruların sınıf disip-linini bozduğunu, okulu bıraksa daha iyi edeceğini söylemişler-di. Böylece okulu bırakan genç, Toskana kır larının güzellikle-r inde dolaşırken, zihninde sınıfta düşünmeye zorlandığı konu-lardan başka sorunlara yanı t la r a ramaya koyuldu. Bu gencin adı Alber t Einstein'di ve zihninde yanı t aradığı sorunlar dün-yayı değiştirdi.

Einstein People 's Book of Natural Science (Doğa Bilim: El Ki tabı) adını taşıyan Bernstein'iıı kitabına hayran kalmıştı. I :ı-ha ilk sayfasında tel lerden geçen elektriğin ve uzayda: .. .;• n ışığın korkunç hızını anla tan ve bilimi halka sunmayı ;ı [ilaçla-yan bu ki tap Einstein'i çok etkiledi. Bir ışık dalgası : eı.ııde yolculuk edince dünya nasıl görünür , sorusu zihnini kurcalama-ya başladı. Işık hızıyla yolculuk ha! Güneş ışığının güzellikleri arasında İ ta lya 'n ın kırlarında dolaşan bir gencin aklına gelebi-lecek ne güzel ve gizemli bir soru. . . Işık dalgası üzerinde yol-culuk etseniz, hız kavramını kaybedeceğinizden ışık dalgası üze-

— 227 --

rinde olduğunuzu bilemezsiniz. Işık hızıyla giderken gar ip bir şey olur insana. Einstein bu tür sorunlar üzerinde kafa yordukça, bu sorunlar dünya için daha da önem kazandı. Işık hızıyla yol-culuk halinde birçok çelişkili durum çıkardı ortaya. Bazı f ikir-ler, düşünce süzgecinden yeterince incelenmeden geçirildiğinden gerçek gibi kabul edilmişti. Örneğin, iki olayın eşzamanlı oldu-

ğunu söylemekle neyi kastediyo-ruz acaba?

F 4 > C l ç—»

Gözlemci yol k a v a ğ ı n ı n g ü n e y i n d e bu lu-nuyor Kuîcyden jjtlen bisikletli çizgi o k -la gösterilen hızla i lerliyor. Bisiklet l i t lcn yansıyan « daha hızlı yo l i l a n ı ş ık n o k -talı çizgiyle göster i lmiş t i r . Kavşağa batı-dan yaklaşan »robanın h n ı çizgi okla, gü-neye dugru yans ıyan g ıg ın ın t ı n ı nok ta l ı ç i lg iy le belir t i l iyor. Eğer göz lemciye y a k -laşan bisikletl inin hızını ışık h ı r ına e lde-y*bil şeydik, bisiklet l iden yansıyan ı ^ k (Bzlemciyt a r abadan yans ıyan ışıktan ün. ce varacak ve bisiklet l iyle a rabacıya çar-p ışacak gibi görünen d u r u m , görlemci ta-raf ından d e ğ d i k b i ç i m d e algılanacaktı . Oysa d e n e y l e r . b ö y l e b ı d u r u m u n olma-dığını göstermişt i r B u n d a n da çıkan so-nuç şudur: tşığın hızı h a r e k e t e d e n cis-mim bizindin bağ ımsızd ı r .

Bisiklete binmiş olarak size doğru geldiğimi düşünün. B i r kavşağa yaklaşırken bir at ara-basıyla çarpış ıyormuşum gibi geliyor bana. Direksiyon kır ıp ç iğnenmekten zor kur tu luyorum.

Şimdi bu olayı yeniden düşü-nün. Tu tun ki, atlı a raba ve bi-siklet ışık hızına yakın bir sü-ratle ilerliyorlar. Eğer siz yolun aşağı kısmında seyirci olarak hareketsiz duruyorsanız, a raba görüş çizginize göre dik açı içer-sinde ilerliyor olacaktır. Siz, be-ni, yansıyan ışık nedeniyle, size doğru ilerliyor göreceksiniz. Be-ki, benim yapt ığım sürat , ışık hızına eklenmeyecek midir ki, böylece, görüntüm, size araba-nın görüntüsünden bir hayli da-ha erken ulaşsın? Benim direk-siyon kırdığımı, a rabanın geli-şinden Önce görmeniz gerekmez mı? Ben ve atlı araba kavşağa, benim görüş açımdan eşza-

— 228 --

mani i olarak var ı r da, size göre varmaz mı? Bana arabayla çcırpışıyormuşum gibi gelirken, siz beni önümde hiçbir engel bu-lunmadığı halde direksiyon kır ıp caddede keyiflice pedal çevir-diğimi görüyor olamaz mısın? Bunlar ilginç ve kılı kırk yaran sorulardır . Herkesin olağan kabul ettiği şeyi değiştirmeye yö-neliktirler. Bu sorunları Einstein'den Önce hiç kimsenin ele al-mayışının nedeni vardır . Einstein bu basit sorulardan hareket ederek dünyanın yeniden ve yeni biçimde algılanmasına yol aç-mış, fizikte devrim yaratmışt ı r .

Dünyayı tam olarak anlamamız ve yüksek hızla i lerlerken or taya çıkan mantıksal çelişkileri gidermemiz gerekiyorsa, «Do-ğanın Emirnamesi» adını verebileceğimiz bazı kural lar vardır ki, bunlara uymak zorunludur. Einstein, işte bu kural lar ı yasa ha-line get i rmiş ve Görecelik (Rölativite) (izafiyet) kuramı adını vermişt ir . Bir cisimden yansıyan ya da kaynaklanan ışık, o cisim ister hareket etsin ister dursun, aynı hızda ilerler : Kendi hızı-nı ışığm hızına asla eklemeyeceksin. Aynı zamanda hiçbir mad-desel cisim ışıktan daha hızlı i lerleyemez: Işık hızıyla ya da ışık h ız ından süratl i gi tmeyeceksin. Fizik kural lar ı sizin ışık hızı-nın %99,99'u kadar süra t yapmanızı engellemez. Buraya kadar tamam. Faka t ne denli çaba gösterirseniz gösterin %100'e vara-mazsınız. Dünyamız ın bir sağlam temel üs tüne otur tulmuş ol-ması için, kozmik bir sürat sınırlaması tanınmıştır . Yoksa hare-ket eden bir p la t form sayesinde ışığnı hızından fazla olmak üze-re istediğiniz süra te erişebilirdiniz.

XTX. yüzyılın bit imine doğru Avrupal ı lar üstünlük ı da ayrıcalık açısından kıyaslamalarda bazı dayanak noktalar ına gü-veniyorlardı. Alman veya Fransız ya da ingiliz kül tür ve siyasi örgütlenişinin başka ülkedekilerden daha iyi olduğu inançl ıday-dılar. Avrupal ı lar ın üstün olduklarına inanır lar ve bunların sö-m ü r g e haline get irdikleri yerlerdeki insanların talihli oldukları-nı sanır lardı . Aris tarkus 'un ve Kopernik ' in fikirlerinin sosyal ve siyasal a lanlardaki uygulaması, ya redde uğrardı ya da aldır-mazl ık tan gelinirdi, Genç Einstein fizikte olduğu kadar siya-

. _ 229 -

sette de ayrıcalık ve üstünlük görüşüne karşı gelmiş biridir. Yıl-dızların vızır vızır her yöne gidip geldikleri bir evrende «du-ran» hiçbir şey yoktur ki, belli bir sabit dayanak noktası alın-sın Dolayısıyla da belli bir çerçevedekileriıı başka çerçevede-kilere üstünlük taslamaları diye bir şey olamaz. Einsteiıı 'in gö-recelik (rölativite) (izafiyet) sözcüğünden anladığı budur . Bu kuramın tuzakları var gibi görünürse de, aslında fikir çok açık seçik olarak o r t adad ı r : Evreni izlerken, izlemek için kuru lan her gözlem yeri, Öteki gözlem yeri kadar iyidir. Doğanın yasala-rım kim açıklarsa açıklasın herkes için aynıdır . Eğer bu doğ-ruysa -ki Kozmos'd akı yerimizin ayrıcalıklı olduğunu düşünmek şaşılası bir durumdur- bunun sonucu olarak lıjç kimsenin ışıktan d ıha hızlı gidemeyeceği de doğrudur.

B:r kırbacın şaklayışmı duyarız, çünkü kırbacın ucu ses hı-zın su daha süratli hareket eder ve böylece bir şok dalgası, küçük bir sonik pat lama yarat ı r . Gök gürlemesinde de benzer bir durum sözkonusudur. Bir zamanlar uçakların ses hızından daha çok sürat yapamayacakları sanılırdı. Bugünse sesten hızlı giden uçakların sayısı oldukça çoktur. Faka t ışık hızı sınır lama-dı. ses hızından ayrı bir şeydir. Sesten hızlı uçakta sorun m ü -hendislik sorunudur ve bu mühendislik sorunu çözümlendikten son: a sesten hızlı yolculuk yapılabilmektedir , Fakat ışık hızı sorunu, yerçekimi gibi, Doğa Yasasının temelinde ya tan bir ko-nudur.

Ses maddi bir or tam aracılığıyla, genellikle hava aracılığıy-la yayılır. Bir arkadaşınız konuştuğunda Size ulaşan ses dalga-sı. havadaki moleküllerin hareketidir , Işıksa bir boşlukta yol alır. Bu nedenle eşzamanlılık sorunları sese uygulandığı gibi ışığa uygulanamaz. Güneş'in ışığı bize aradaki boşlukları aşarak ula-şır. Fakat ne kadar kulak kabart ı rsak kabar ta l ım güneş pat la-malarını duyamayız. Einstein'in Görecelik K u r a m ı n d a n Önceki dönemlerde ışığın özel bir or tam aracılığıyla ulaştığı sanıl ırdı . Tüm uzayı kapladığı sanılan bu ortama «Işık saçıcı» adı veril ir-di. Michelson - Morley deneyi böyle bir or tamın var olmadığını

— 230 —

ortaya çıkardı. Gcorge Gamovv'un deneyine dayanarak, ışığın gerçek hızı

olan saniyede 200.000 km. sürat te değil de saat te 40 km. lıızla ilerlediği bir yer düşünelim. Bir motosiklet üzerinde olduğuuuz halde ışık hızına yaklaştığınızı düşünün. (Görecelik Kuramı «Tutun kİ...» «Düşünün ki...» deyimleriyle doludur. Einstein bu nedenle Almanca olan Gedankcnexper iment -düşünce antren-manı- sözcüğünü kullanmıştır .) Sürat iniz art t ıkça, geride bırak-tığınız cisimlerin kenarlar ını önünüzde görmeye başlarsınız. Işık süra t ine yakın bir hızla giderken, dünya, sizin açınızdan, çok gar ip bir hal an r ; sonuçta herşey sıkışıp küçücük dairesel pencereye dönüşür. Olduğu yerde duran bir gö;:iemci açısından, sizden yansıyan ışık siz uzaklaşırken, k:rmi2. aşır, yaklaşırken mavileşir. Eğer gözlemciye doğru ışık sürat ine yakın bir hızla yolculuk ediyorsanız, renkli bir ışına bü rünmüş bir gölge olur-sunuz; normal olarak gözle farkedi lmeyen kızılötesi ışın saçı-şınız, gözle görülebilen daha kısa dalga boylarına dönüşür. Ha-reket ettiğiniz yünde pres alt ında yoğunlaşmış gibi küt leniz ar-ta r ve geçirdiğiniz deneyim nedeniyle, zaman yavaşlar. Işık sü-ra t ine yakın b i r hızla yolculuk e tmenin verdiği soluk kesici de-neyim, zaman genleşmesi yapar .

Bu garip ve özel görecelik yaratan şaşırtıcı öngörü, bi l .m alanında her şeyin doğru olduğunu açıklamaktadır . He r şey si-zin göreceli deviniminize bağlıdır. Ne var ki, bunlar doğrudur-lar ve göze hi tap eden hayali durumlar değildir. Bu, basit bir matemat ik işlemle, daha doğrusu cebir dersinin ilk yılını ta-mamlamış herkese cebir işlemiyle anlatılabiiir .

Aynı zamanda, birçok deneye de uygun düşmektedir , l/çok-la rda bu lunduru lan ve zamanı göstermede çok hassas saatler, olağan saat lere oranla birazcık geri kalır. Nükleer hızlandırıcı-lar, hızın ar tmasıyla küt lenin büyümesine olanak tanıyacak bi-çimde yapı lmışlardır ; eğer bu aygı t lar bu biçimde yapılmasa-lardı, hızlandırılmış zerreciklerin t ümü aygıt ın çeperlerine çar-parlardı. Bunun sonucu olarak nükleer fizik deneyleri alanında

— 231 —

fazla bir şey yapılamazdı. Süra t i veren, katedilen mesafenin zamana bölünüşüdür. Işık sürat ine yakın bir hıza başkaca sü-ra t ekleyemeyeceğimi ze göre (oysa günlük yaşamımızda yaptı-ğımız hızları birbirine eklemek olasıdır) sizin görece devinimiz-den bağımsız olarak geleneksel mut lak mekân ve zaman kavram-ları terk edilmelidir. Mekânın büzülmesi ve zamanın genleşme-sinden anladığımız budur . Işık hızıyla yolculuk eden kişinin yaşla nmamasımn nedeni de bu ilkede ya tmaktadı r .

Mühendislik açısından ışığın hızına eş sürat te giden araç-lar yapmak acaba m ü m k ü n müdür?

İtalya'nın Toskana vilayeti yalnızca genç Einstein ' in vak-tini geçirdiği bir yer değildir. Toskana tepelerine t ı rmanıp ora-dan bir kar ta l gibi düzlükleri seyreyleyen biri daha yaşamışt ı 400 yıl kadar önce : L e o n a r d o ' d a Vinci. Leonardo 'nun resim, heykeİtraşlık, anatomi, jeoloji, doğa tar ihi ve sivil ya da askeri mühendislik alanlarındaki ilgi ve çalışmalarından başka kendini kaptırdığı bir a lan daha v a r d ı r : insanın uçabileceği bir araç yapmak. Bu konuda resimler çizdi, modeller yaptı, t am boy pro-totipler üretti, f a k a t hiçbiri de işlemedi, O tar ih lerde yeter ince güçlü ve hafif bir motor yoktu. Ne var ki, çizimler müthiş t i . E ' ..onraki kuşakların bu alandaki cesaretine hız verdi. Leo-nardo da Vinci'nin başarısızlık nedeniyle moral inin bozulduğu olurdu. Fakat kabahat onun değildi. XV. yüzyıl onu kapanına kısmıştı.

Leonardo da Vinci 'nin başına gelen bu d u r u m u n benzeri 1939 yılında bir g rup İngiliz mühendis inin başına da geldi. İn-sanları Ay'a götürecek bir araç çizdiler. Gezegenlerarası İngiliz Derneği'nin mensupları. 1939 yılının teknolojisiyle çizmişlerdi bu aracı. 30 yıl sonra Ay'a insan gönderme işlevini yer ine geti-ren Apollo uzay aracının aynı olmadığı kesindi 1939 yılının ge-zegenlerarası gemisi. Fakat günün birinde Ay'a yolculuğun m ü -hendislik açısından mümkün olabileceği düşüncesini ha reke te geçirdi.

Bugün de insanları yıldızlara götürmeye yarayacak uzay

— 232 --

araçlar ının öncüleri üzerinde çalışılmaktadır. Bu araçların hiç-biri de yeryüzünden direkt uçuşla yıldızlara varma kapasitesin-de değil. Dünya çevresindeki yörüngesinden yıldızlara fırlatıl-mak üzere geliştiriliyorlar.

Araç hızının ışık hızına yakın olacağı yıldızlararası süratli araçlar yapımı belki gelecek yüzyılın amacı değil. Ama bin ya da on bin yıl sonrasının amacı. Ne var ki, ilke olarak böyle bir araç gelişt irmek olasıdır.

Yıldızlara yolculuğa henüz hazır değiliz. Yüz ya da iki yüz-yıla kadar güneş sistemi tümüyle keşfedildiğinde, biz de kendi gezegenimize yeni bir çekidüzen veririz. O zaman yıldızlara gi-decek istek, kaynaklar ve teknolojiye sahip olacağız. Uzak me-safelerde bazıları bizimkine çok benzer, bazıları da çok değişik başka gezegen sistemlerini inceleyeceğiz. Hangi yıldızın ziyaret edilmesi gerektiğini bileceğiz. Thales'in, Aristarkus1 un, Leonar-do'nun, Einstein ' in çocukları o zaman ışık yılı evrenini dolaşa-caklar.

Kaç gezegen sisteminin varolduğunu henüz kesinlikle bil-miyoruz. Sayısının bir hayli kalabalık olduğu sanılıyor. Bizim hemen yakınımızda bir değil, birkaç gezegen sistemi v a r : Jü-piter, Sa tü rn ve Uranüs 'ün her birinin bir gezegen sistemi bu-lunuyor . Bunlar boyutlar ı ve Ay'larıyla olan mesafeleri bakımın-dan Güneş çevresindeki gezegenlere benziyorlar. Kütleleri bir-b i r inden farkl ı olan çift yıldızlara ilişkin istatistiklerin y sygm-laştırılması, Güneş gibi yapayalnız yıldızların hepsinin arkadaş -gezegenleri bu lunduğunu gösteriyor.

Henüz doğrudan doğruya görememekteyiz başka 1 ichzlann gezegenlerini. Bunla r kendi bölgesel güneşlerinin ışığı dtırıda b i re r parılt ı l ı noktacıktan ibarettir . Faka t görülmeyen bir geze-genin gizleyebildiğimiz bir yıldız üzerindeki çekim etkisini sap-tama aşamasına geldik.

Yıldızlar çevresindeki gezegenlerin varlığını saptamaya ya-r ayan başka yöntemler le birlikte önümüzdeki on yıllarda bize en yakın yüz yıldızdan hangilerinin a rkadaş - gezegenleri bulun-

— 233 --

duğu nu ödenebi leceğiz . Bu yeni yön teinlerden biriyle yıldızın çıkardığı ve parlaklığının görmeyi engellediği ışığın yapay ola-rak giderilmesi söz konusudur. Uzay teleskopunun önüne ışığı

a ,m bir disk konulabileceği gibi, Ay'ın karanlık ucunu da böyle bir disk yerine kul lanmak mümkündür . Böylcce gezegen-de:! gelen yansımış ışık, yakınındaki güneşin parlaklığı altında

'iğulmadığından b e l i r t i l m e k t e d i r . Son yıllarda kızılötesi gözlemler yakınımızdaki yıldızlardan

bazılarında disk biçimli gaz ve toz bulutlarını belirlemiştir ki, bunlar gezegen müjdecisi olabilir. Bu arada kuramsal bazı çalış-ıl :1ar. gezegen sistemlerinin galaksilerde olağan bir du rum oldu-ğunu belirtiyorlar. Galaksilerde keşfedilmeyi bekleşen belki de yüz milyarca gezegen sistemi vardır.

Bu dünyalardan bir tanesi bile yerküremizin ayııı olmaya-c k;n belki de. Bazıları konuk barındırabil i r olacak. Bazılarıysa koni vtv olmayacaktır . Kimisi de insana kalp ağrıları vere-ce! güzellikler sergileyebilecektir. Bazılarında gündüz vakti ni-o: güneşler görülecek, gecelerinde aylar çıkacak. Ya da bir u fuk-ıp.ıı doğup öteki u fukta batacak büyük halka sistemleri be lire-erktir. Bazı gezegenler, Ay'larının yakınlığı nedeniyle gökler-di pnıl pırıl yanacaktır . Bazıları gaz bu lu tundan oluşacak, bir zamanla; varolan ve şimdi art ık olmayan bir yıldızın kalıntısı olarak. Uzak ve egzotik takım yıldızlarla dolu bü tün bu gökler-de soğuk bir sarı yıldız olacak -çıplak gözle belki görülebi len, belki de ancak teleskopla fark edilebilen. Bu yıldız, büyük Sa-manyolu'nun küçücük b i r bölümünü incelemek iİ2ere yıldızlar-arası taşıt filosunun kuru lup yolculuğa çıkarıldığı bir l iman ola-rak kullanılabilecektir.

Mekân ve zaman konularının iç içe olduğunu daha önce söy-lemiştik. Dünyalar ve yıldızlar, insan misali, doğar, yaşar ve ölürler. Bir insanın ömrü on yıl larla ölçülür, Güneş ' in ö m r ü yüz milyonlarca kez daha uzundur . Yıldızlara oranla t üm ya-şamı bir güncük süren mayıs sineği gibiyiz. Mayıs sineğinin gözünde insanlar sağlam yapılı, cüsseli, yerinden oynatı lmaz,

— 234 --

ııe iş yaptığı belli olmayan yaratıklarız. Bir yıldız açısından in-san uzakça ve silikatla demir yapılı egzotik ve soğuk bir küre-nin yüzeyinde bir varmış - bir yokmuş örneği gelip geçen bir şeraredir .

B ü t ü n o dünyalarda kendi geleceklerini belirleyecek olay-lar ve gelişmeler yer almaktadır . Ve bizim küçücük gezegeni-mizde, 2500 yıl Önce îyonya' l ı lar ın mistiklerle karşı karşıya gel-meler i kadar önemli bir tarihi yol kavşağında bulunuyoruz. Ta-r ih in bu döneminde yapacaklar ımız yüzyıllarca etkisini sürdü-recek ve gelecek kuşakların yıldızlar arasında bir rol oynamala-r ı mukadderse bunu tayin edecektir.

— 235 —

Bölüm IX

YILDIZLARIN YAŞAM SÜRELERİ

İki gözünü birden açan Güneş Tanrısı Ra, Mısır üzerine ışık saçtı ve geceyi gündüzden ayırdı. Tanrılar onun ağ-zından çıkıp geldiler, insanlar da gözlerinden. Her şey ondan doğdu. Nilüfer çiçeğinde parıldayan çocuk da, tüm varlıklara yaşam saçan çiçeğin ışınları da.

— Batlamyus dönemi Mısır'ına ait büyü yazısı

Tanrı çeşitli boyut ve biçimde madde zerrecikleri yara-tabiliyor... Değişik yoğunlukta ve güçte de. Bu neden-le doğanın değişik yasalarını uygulayarak evrenin bir-çok bölgesinde değişik dünyalar yaratabilir.

— Isaac Newton, O p f i c s

— 237 —

Us-tümüzde gök vardı, her yanına yayılmış yıldızlarla. Sırtüstü uzanıp onları seyre dalar ve bunlar yapma mı, yoksa kendiliklerinden mî olma diye fikir yürütürdük.

— Mark Twain, Huckleberry Fînn

Korkunç bîr ihtiyaç duyuyorum.., O sözcüğü açrklasam mı?.. Din sözcüğünü. İşte o zaman geceleyin yıldızları boyamaya gidiyorum.

— Vincent van Gogh

ELMALI BİR K E K YAPMAK İÇİN NELERE GEREK-SİNME DUYARSINIZ? Bir miktar una, bi rkaç elmaya, az §«-

buna ve fırının ısısına... Elmalı kekin içindekiler molekül-lerden oluşmuştur, şeker ya da su gibi diyelim. Moleküller de atomlardan meydana gelmiştir, karbon, oksijen, hidrojen vb. gi-bi. R.t atomlar nereden geliyor? Hidrojen dışında t ümü yıldız-larr;« imal ediliyorlar. Bir yıldız, hidrojen atomlarının daha ağır .:" ımlara dönüştürüldüğü kozmik bir mut fak t ı r . Yıldızlar, büyük bir bölümü hidrojen olan yıldızlararası gaz ve tozun yoğunlaş-mam sonucu oluşmuşlardır. Faka t hidrojen Kozmos'u başla tan bü \ iîk patlamada meydana gelmiştir. Eğer bir elmalı keki, için-deki ilk temel maddeleri yeniden elde ederek yapmak isterse-niz. her şeyden önce evreni yeniden ieat e tmeniz gerekir .

Diyelim ki, bir elmalı keki aldınız ve ikiye kestiniz; bu iki parçadan birini aldınız, yine ikiye böldünüz. Ve Demokr i tus 'un öğretisine uygun olarak bölyece sürdürdünüz kesme işlemini. Tek bir atom parçasına ulaşıncaya dek kaç kez kesmelisiniz? Bu-nun yanıtı doksan kez kesmeniz gerektiğidir . Kuşkusuz hiç b i r bıçak bunu becerecek kadar keskin değildir. Kek öylesine ufa la-nacaktır ki, yardımcı bir aygıt olmadan küçücük atom parçasını gözle göremezsiniz. Fakat görmenin bir yolu bu lunmuş tu r .

İngiltere'de Cambridge ünivers i tes indeki kırk beş yıllık ça-lışmaların yoğunluk kazandığı 1910 yılında, ilk kez, a tomun ya-

— 238 --

pısı anlaşılabildi . Bu, a tomlar ı a tomlar la çarpış t ı r ıp nasıl s ıçra-d ık la r ım izlemek sure t iy le oldu. Olağan bi r a t o m u n dış kesimin-de, e lek t ron la rdan o luşmuş bi r bu lu t tabakası vardı r . Elekt ron-lar, i sminden de anlaşılacağı gibi, e lekt r ik yük lüdür le r . Bu elek-t r ik yüküne , kolayl ık olsun diye, negatif e lektr ik yükü denil-mek ted i r . A t o m u n k imyasa l Özelliklerini e lek t ronlar belirler; örneğin, a l t ın ın parı l t ıs ını , demir in soğukluğunu ve e lmas kar -b o n u n u n kr i s ta l yapısını . A tomun iç bö lümünde , e lek t ron bulu-t u n u n çok aşağı lar ında gizlenmiş bu lunan çeki rdek vard ı r . Çe-k i rdek genel l ikle pozitif yük lü protonlar la e lekt r ik açısından n ö t r d u r u m d a k i nö t ron la rdan oluşur . Atomla r çok küçük zerre-c ik lerdi r ; 100 mi lyon a tom elimizin küçük pa rmağ ın ın ucu ka-da r y e r ancak kaplar . Faka t çeki rdek yüz bin kez daba da küçük-tü r . B u l u n u p or taya çıkar ı lmasının gecikmesindeki neden, biraz da bu yüzdend i r (*). B u n u n l a bir l ikte , b i r a tom küt les inin bü-y ü k bi r bo lümü çeki rdeğindedi r ; çekirdeğe kıyasla e lektronlar , ke t en helvası b u l u t u gibidir ve sürekl i ha reke t hal indedir ler . A tomla r genell ikle boş luk tan ibare t t i r . Madde, temelde hiçbi r şeyden m e y d a n a gelmiş değildir .

Ben a tomla rdan yap ı lmış ımdı r . ö n ü m d e k i masaya dayadı-ğ ım di rseğim a t o m l a r d a n m e y d a n a gelmişt i r . Masa da a tomlar-dan o luşmuş tur , iy i ama, eğer a tomlar öylesine küçük ve boşsa, çeki rdekler de çok daha küçükse , masa dayadığ ım dirseğimin

(*) Daha önceleri, protonların, atomun merkezinde pozitif yiik ola-rak değil de elektron bulutu içinde düzenli biçimde dağıldı "ı sanılıyordu. Çekirdek, Cambridge'de Ernest Rutherford tarafın-dan. bombardıman edilen zerrecikler geldikleri yöne gerisin geri sıçrarlarken bulundu. Rutherford bu buluğu karşısında şun-ları söylemekten kendini alama mı ş l ı : «Hayatımda h'ç böyle bir şey başıma gelmemişti. 38'lik bir topla bir kâğıt dokusunu bom-bardıman ediyordunuz ve attığınız top gelip geri çarpıyordu sanki.

— 239 --

ağır l ığını nasıl kaldıra bil iyor? A r t h u r Edd ing ton 'un sevdiği bir sorusunu yineleyel im : «Nasıl oluyor da dirseğimi o luş turan çe-ki rdekler , masayı o luş turan atom çekirdekler inin aras ından ge-çip yere kaymıyor? Neden küt diye yere düşmüyorum?»

Bu sorular ın yanıt ını e lek t ron bu lu tunda a r a m a k gerek, Dirseğımdeki a tomlar ın dış kesimleri negatif e lektr ik y ü k l ü d ü r -ler. Masadaki he r a tomun d u r u m u da aynıdır . Negatif e lekt r ik y ü k l e r bi rbir ini geri i t iyor. Dirseğimin masadan aşağı göçüp git-meyiş inin nedeni, a tomun, çekirdekler i çevresinde e l ek t ron la ra sahip bulunuşu ve elektr iksel güçler in dayanıkl ı o luşundandı r . Gün lük yaşam a tomun yapısına bağlıdır . E lek t r ik yük le r in bo-şalıvermesi halinde, h e r şey görülemeyecek kada r incecik toza dönüşürdü. Elektr iksel güçler varo lmasa ev rendek i he r şey yok olur, çevreyi e lektron, proton ve nö t ron bulu t la r ı kap la r ve ci-simlerin ilkel parçacıklar ı küçük küre le r biçiminde dolanırdı . Bu da dünyan ın biçimsiz kal ın t ı lar ı o lurdu.

Vücudunuzdaki atom sayısı t u t a r ı yaklaş ık lCP'dİr (1 sayı-sının sağma 28 ade t sıfır ek lemek ge rek) . Gözlenebi l i r evren-deki temel zerrecik -proton, nö t ron ve e lek t ron- sayısı ICP'dir (*).

Elmalı kekin yanmış hali çoğunlukla ka rbondan oluşur . Doksan kez kesince bir karbon a tomuna indirgeyebi l i rs iniz . Bir ka rbon a tomunun çekirdeğinde altı proton ve altı nö t ron vard ı r . Çevresindeki bu lu t ta da al t ı e lekt ron bu lunur . Çek i rdek ten b i r parça çekip alacak olsak -örneğin, iki pro tonlu ve İki nö t ron lu

<*) Bu sayının kökeni çok eskilere dayanır. Arş i met Kum Sayıcısı kitabının ilk cümlesinde şöyle der : «Bak Kral Gelon, kum sayı-sının sonsuz olduğunu düşünenler var. Ben kumdan söz ederken yalnızca Siraküz'deki ve Sicilya adasının öteki bölgelerindeki kumları kastetmiyorum. Her yerdeki kumdan söz ediyorum.» Ar-şimet bildiği evreni, yan yana getirilmek suretiyle d inilebilecek /.aç kum tanesinin kaplayacağını hesap ederek 1083 sayısını bu-luyor. 10*3 sayısıyla hayret edilecek bir benzerdik...

— 240 --

bir parça- arlık o bir karbon a tomunun çekirdeği olmayacak, fa-kat bir helyum a tomunun çekirdeği olacaktır. Böyle bir kesme ya da atom çekirdeği bölünmesi, nükleer silahlarda ve nükleer güçlü elektr ik santral lerinde oluşur. (İşlem gören atom, ar t ık karbon atomu değil, başka bir atomdur.) Eğer elmalı keki dok-san birinci kez kesmeyi başarabilirseniz, ortaya daha küçük bir karbon parçası çıkmaz, başka bir şey çıkar : Tümüyle değişik özellikler taşıyan bir atom. Eir atomu parçalayınca elementleri değiştirmiş oluyorsunuz.

Bir adım daha attığımızı düşünelim. Bilindiği gibi, a tomlar proton, nötron ve e lekt ronlardan oluşmuştur. Acaba bir protonu kesebilir miyiz? Eğer protonları yüksek ene r j i derecelerinde başka yapısal zerreciklerle -örneğin protonlarla- bombardıman edersek protonun içinde gizlenen daha temel yapılı bir imler fark etmeye başlarız. Fizikçiler şimdi «yapısal zerrecikler» diye ad-landırdığımız proton ve nötron gibi zerreciklerin aslında daha da temel yapılı ve adına «kuarks» denen zerreciklerden oluştuğunu öne sürüyor lar . K u a r k s ' l a r m değişik «renk» ve «ıad»larda orta-ya çıktığı belirti l iyor. Fizikçiler bu zerreciklerin sözünü e r i ğ i -miz biçimdeki özelliklerini bularak a tomun çekirdek - altı dün-yasının iyice mahremiye t ine girmeye çalışıyorlar. Acaba kuark *-Iar maddenin ensoııuncu yapı taşları mıdır, yoksa daha da te-mel zerrecikler var mıdı r? Maddenin yapısını anlamanın bir ro nu gelecek mi, yoksa daha temel ve daha temel z o r r c • . e doğru mu inilecektir? Bil imde çözümlenmeyen büyük • '.;. dan biridir bu.

Element ler in değişim sürecinden geçirilmesi, or taçağ döne-mi labora tuar lar ında «ilm-i simya» adı verilen bir yöntemle ya-pıl ıyordu. Birçok simyacı her maddenin dört temel öğeden oluş-tuğu kan ıs ındaydı : Su, hava, toprak ve ateş. Bu aynı zamanda İyonya' l ı lar ın da paylaştığı bir düşünceydi . Toprakla ateşin gir-di oranını değiştirerek, diyelim ki, bakırı altına çevirmeyi dü-şünüyorlardı , Sahtekâr l ık lar kol geziyordu. Yalnızca element-lerin yapı la r ım değiştirdiklerini iddia e tmekle kalmayıp, ölüm-

— 241 — Kozmos : F. 13

s üzlüğün sırlarım ela ellerinde tuttuklarını Öne süı en adamlar ortaya çıktı. Cagliosüo ve S a î n t - G e r m a i n Kontu gibi. Bazen altı gizlice açılabilen bir baston içinde saklanan altın, deney gösterisi sırasında potada göz kamaştırıcı biçimde ortaya çıkı-yordu. Oltalarına zenginlik ve ölümsüzlük yemlerini takan üç-kâğıtçılık sanatının uzmanları, Avrupa 'nın soylu sınıfından bir lıayli para sızdırmayı başardılar. Bu arada, unutmayalım, Para -celsus, harta Isaac Newton gibi simyacılar da vardı. Bununla birlikte simyacıların aldıkları paralar bütünüyle havaya gitme-di; fosfor, antimon ve civa gibi yeni kimyasal elementler bu-lundu. Zaten, çağdaş kimyanın kökenleri doğrudan bu deneylere bağlanabilir.

Doğada birbirinden ayrı özellikler gösteren doksan iki atom vardır. Bunlara kimyasal elementler denir. Son zamanlara dek yerküremizdeki her şeyi bunlar oluşturuyordu. Bu elementler genellikle molekül bileşimi halindedirler. Su, Örneğin, hidrojen ve oksijen atomundan meydana gelmiştir. Hava çoğunluk nitro-jen (N), oksijen (O), karbon (C), hidrojen (H) ve Argon (Ar) elementinden meydana gelmiş olup molekül biçimleri N", O-, CO. : H : 0 ve Ar'dır. Yeryüzünün kendisi, çok zengin atomlar karışımından oluşur; çoğunluğunu silikon, oksijen, a lüminyum, magnezyum ve demir atomları meydana getirir. Ateş hiçbir kim-yasal elementten oluşmuş değildir. Yüksek ısı derecesinin atom çekirdeğindeki elektronların bazılarını koparmasından ötürü sşın saçar duruma gelmiş bir plazmadır. Eski îyonya 'hlar ın ve simyacıların sıraladıkları «e lemen t l e rden hiçbiri çağdaş anlam-da eiement değildir; biri moleküldür, ikisi molekül karışımıdır, sonuncusu da plazmadır.

Simyacılar döneminden bu yana, birçok yeni element keş-fedildi. Son olarak bulunanlar en nadir elementler. Element-lerin çoğunu yakından tanırız; bunlar yaşamın temelinde bulu-nan elementlerdir ya da yeryüzünü asıl oluşturan bunlardır di-yebiliriz. Bazıları katı, bazıları gaz, ikisi de (bromin ve civa) oda ısısında sıvı durumdadır. Bilimadamlart bu elementleri kar-

— 242 —

maşıklıklarına göre kademelendirerek bir sıraya koyarlar. En basiti olan hidrojen 1 no.lu, en karmaşık olan uranyum da 92 no.lu elementtir . Daha başka elementler vardır ama bunlarm adı pek az geçer. Günlük yaşamda adına pek rastlamadığımız bu elementler hafniyum, diprozyum, praseodimyum'dur. Genel ölçüt şudur : Bir elementin adından çok söz ediliyorsa, o element doğada boldur. Örnek vermek gerekirse şunu söyleyelim: YeT-yüzü çok miktarda demir ve pek az miktarda yi t t r iyum bulun-durur . Bu kuralın istisnasını da belirtelim: altın ve uranyum gi-bi elementler, insanların verdiği ekonomik ya da estetik değer-leri açısından veya kayda değer uygulama alanları buldukların-dan ö tü rü kendilerinden çok söz ettirirler.

Atomların üç tür yapısal zerreden -proton, nötron, elekt-ron- oluşması durumu, bir hayli yeni ortaya çıkmış bir bulgudur. Çağdaş fizik ve kimya, bizi çevreleyen dünyayı karmaşıklıktan şaşırtıcı bir yalınlığa indirgemiştir : Her şey temelde bu üç bi-rimin değişik biçimlerde biraraya getir ilmesinden oluşur.

Daha Önce söylediğimiz ve isminin de açığa vurduğu gibi, nötronlarda elektrik yükü yoktur. Protonların pozitif yükü ve elektronlarında buna eş negatif yükü vardır. Elektronların ve protonların benzer olmayan yükleri arasındaki karşılıklı ç^kim, atomu birarada tutar. Her atom elektriksel açıdan nötr da bulunduğundan, çekirdekteki proton sayısıyla, ek ' \ı • lutundaki elektronların sayısının ayııı olması gerekiri: : B;r atomun kimyasal yapısı yalnızca elektron sayısına bağlı : :. lîu da proton sayısına eşittir ve buna atom sayısı denir. K : \ inek, yalnızca sayılar demektir. Bu saptama Pİtagoras'm 1 bilir ne kadar hoşuna giderdi. Eğer bir protoıılu atomsanız hid-rojensiniz; iki protonlu iseniz helyumsunuz; üç protonlu li tyum; dört bel i ryum; beş baron; altı karbon; yedi nitrojen; sekiz ok-sijen; ve bu 92'ye kadar gider ki, o sayı da uranyumu imu-.-eder.

Elektrik yükleri gibi aynı işaretli yükler de birbirini şid-detle iterler. Bunu, bir türün kendi tü rüne karşı amansızca kar-

— 243 —

§1 koyması olarak yorumlayabi l i r iz . Diyel im kî, dünyay ı doldu-ran insan kalabalığı iki g ruba ayrı lmış; bun la rdan bir g r u p dışa açık ve insan cani ısıdır, diğer g rupsa içine kapanık ve insan yüzü görmek islemez. Elekt ronlar e lek t ronlar ı i ter ler . P ro ton-lar protonları i terler . Peki , bu durumda , bir çekirdek nasıl olu-yor da yer inde kal ıyor ve f ı r lay ıp g i tmiyor? Ç ü n k ü doğada baş-ka bir güç daha vardır . En ne yerçekimi , ne de e lek t r ik gücü-dür; faka t kısa menzil l i çekirdekşel bir güç tür . İşte bu güç, an-cak protonlar la e lek t ron la r b i rb i r ine çok yak ınken , bir ç if t kan -ca gibi dav ran ı r ve proton la rara sı itişi Önler. Çekirdeksel çekim gücü uygu lay ıp elektriksel i tme gücü u y g u l a m a y a n nötronlar , çekirdeği b i ra rada t u t m a y a yarayan bi r t ü r tu tka l işlevi gö rü r -ler. Yalnızlığı seven münzevi kişiler, böylece haşar ı dost lar ına zincirle bağlanıp kolay dost ed inenler a ras ına sa l ıvermiş olur-lar.

İki protonla iki nötron b i r h e l y u m a t o m u n u n çekirdeğini o luş turur . Bunlar is t ikrarl ı b i r denge içindedir ler . Uç he lyum çekirdeği bir karbon çekirdeği o luş turur ; dör t tanesi oks i jen; beş tanesi neon; altı tanesi magnezyum; yedi tanesi silikon; se-kiz tanesi s ü l f ü r o luş tu rur ve bu böylece gider . Çekirdeği denge-de tu tmak üzere bir ya da daha fazla pro ton ve ona göre e lek t ron eklediğimiz her sefer inde, yeni b i r k imyasa l e l e m e n t elde ede-riz, Cıvadan bir proton ve üç nötron ç ıkar ı rsak alt ın elde ederiz . Bu, simyacıların düşüydü . U r a n y u m u n ötesinde, y e r y ü z ü doğa-sında varolmayıp da insan eliyle ve bi leşim yoluyla sağ lanan element ler sözkonusudur . Çoğu d u r u m d a , bu t ü r e l e m e n t l e r parçalara bölünüverir . Faka t b u n l a r a ras ında p lu tonyum adın ı verdiğimiz 94 no.lu e lement vard ı r ki, bu e l ement in pa rça la ra ayrılması ne yazık ki çok yavaş olur. Bildiğiniz gibi bu e l e m e n t varolan zehirleyici maddeler in şahıdır .

Doğada varolan e lement ler in kaynağı ned i r? H e r a tom tü-rünün ayrı bir kaynaktan geldiğini düşünüyor olabiliriz, Oysa evrenin tümü, hemen hemen her yer i %99 oran ında h id ro j en ve

— 244 —

h e l y u m d a n (*), bu en basi t yapıl ı bir e l ement ten oluşmuştur . Y e r y ü z ü n d e he lyum b u l u n m a d a n önce varl ığı Güneş ' te fa rk edil-mişti . Bu nedenle Y u n a n güneş t anr ı l a r ından bir inin adı olan Helios deni lmişt i r bu e lemente . Acaba öteki e lement le r bir yo-lunu bu lup h id ro jen ve he lyumdan kaynak lanmış olmasınlar? Elektr iksel itişi dengelemek için çekirdeksel (nükleer ) madde zerre ler i b i rb i r ine çok yak mlaş t ı r ı İm alıdır ki, böylece kısa men-zilli çekirdeksel güçler hareke te geçirilsiııler. Böyle bir olgu an-cak çok yüksek ısı dereceler inde görü lür . Çünkü çok yüksek ısıda (10 mi lyonun üzer indeki ısı derecelerini kas tediyorum.) zer rec ik le r öylesine bızlı ha reke t eder ler ki. karşı l ıklı itiş gücü kendini h i sse t t i rmeye vak i t bu lamaz . Doğada böylesine yüksek ısı ve b u n u n sonucu olan yüksek basınçlar yalnızca yı ldızların iç inde vardı r .

Güneş ' i , bize en y a k ı n bu yıldızı, çeşitli dalga uzunluklar ı üze r inden araş t ı rd ık . Radyo da lga la r ından gözle görülen ışığa ve X ış ınlar ına dek he r dalga u z u n l u ğ u n d a n inceledik. B ü t ü n bu ışınlar Güneş ' in en dıştaki t abaka la r ından çıkıp ge lmektedi r . Anaksagoras ' tn t ahmin et t iği gibi, sıcak ve kırmızı b i r taş par-çası değildir . Yüksek ısı derecesi nedeniyle par ı ldayan h idro jen ve h e l y u m gaz la r ından kocaman bi r y u v a r l a k t ı r Güneş . Anak-sagoras ' ı ı ı k ısmen lıaklı çıktığını söyleyebilir iz. Şiddetl i güneş f ı r t ına la r ı y e r y ü z ü n d e radyoyla haber leşmeyi önleyici parLk a lev le r d o ğ u r u r . Güneş ' in batışı s ırasında bazen çıplak ; ' görebi ld iğimiz güneş tek i lekeler, manye t ik a lan gücü artı 1

peten serin (az sıcak an lamında) bölgelerdir . Biz güneyin al ca 6000 san t ig rad derece ısıda olan bö lümler in i görüyü Gü-

(*) Yerküremiz buna bir istisnadır. Dünyamızın nispeten ayı T çe-kim gücü, ilk zamanların yeryüzünü saran hidrojenin bayuk bir bölümünü u;:.aya kaptırmıştır. Çekini gücü çak dahi:* ycğun olan Jüpiter, en hafif elementlerden ilk zamanlarda aldığı nasibini korumuştur.

— 245 —

neş ışığı merkezinin ya da santra l ın ın bu lunduğu gizli ka lmı ş orta bölümde ısı 40 milyon derecedir .

Yıldızlar ve onlar ın eşl iğindeki gezegenler, yı ldızlararası gaz ve toz bu lu tunun çekime bağımlı göçüşü s ı ras ında doğarlar . Bulu tun iç kesimindeki gaz molekül ler in in çarpışması b u l u t u ısıtır. O kadar ısıtır ki, sonuçta, h idro jen he lyuma dönüşür , yan i dört h idrojen çekirdeği bir he lyum çekirdeği o luş turur , bu süreç sırasında da bir gamma ışını fo tonu çıkarır . Yıldızın iç kes imin-den yüzeyine doğru yo lunu yavaş tan açan foton bir üst t abaka ta ra f ından emil ip bı rakı l ı rken he r aşamada ısı kaybeder . Böy-lece fotonun destansı yolculuğu bi r milyon yıl süre r , ta ki yüze-ye ulaşıp görülebilen ışık olarak uzaya ışınlanıııcaya dek. Yıldız doğmuştur art ık. Yıldız olmadan önceki çekim gücüne bağıml ı düşüşü du rmuş tu r . Yıldızın dış t abaka la r ın ın ağırlığı, şimdi a r -.... iç bölümdeki t e rmonük lee r t epk imele r ( reaks iyonlar ) sonu-

cu yükselen ısıyla basınç t a r a f ından dengelenmiş t i r . Güneş ' imiz beş mi lyar yıldır böyle b i r t epk ime sonucu dengesini k o r u m u ş -tur . Bir h idrojen bombas ındakine benzer t e rmonük lee r t epk ime-ler, Güneş' i sürekl i ve belirli pa t l amala r l a ene r j i kaynağ ı yap -makta ve bunun sonucu olarak he r saniye dört yüz mi lyon ton (4 :•: 1G,J g ram) h idro jen he lyum o lmaktad ı r . Geceleyin gökyü-zündeki yıldızlara bak ıp gö rdüğümüz b ü t ü n o ı ş ımalar çok uzaktaki bir nük lee r (çekirdeksel) kaynaşma sonucu o luşmak-tadır.

Kuğu takım yıldızında Deneb yıldızı yönünde pa r ı l dayan kırmızı kocaman bir köpük var . Bu devasa köpük sıcak gazdatı oluşmuştur ve bu gaz belki de köpüğün or tas ındaki bir p a t l a m a -dan gel iyordur. Yıldızların ö lümü böyle olur. Ölen yıldız, su-pernova 'dan çıkan basınç dalgaları , dış çevrede, y ı ld ız lararas ı maddeyi yoğunlaşt ı r ı r ve düşmeye hazır yeni bu lu t nesil leri doğurarak yeni yıldız o luşumuna hazır l ık yapa r . Bu an l amda , yıldızların analar ı vardır diyebiliriz. İnsan doğumunda o lduğu gibi doğuran ana - yıldız ölebilir.

Güneş benzeri yıldızlar, bir ba t ında çok yıldız doğurur l a r .

— 246 —

Oıion bulutsusunda olduğu gibi, çok sıkışmış bulut birleşimiy-le ortaya çıkarlar. Dıştan görüldüğünde, bu tür bulutlar karan-lık ve kasvetlidir . Faka t iç kesimleri, yeni doğaıı yıldızlar lara-f ından büyük bir parıl t ıyla aydınlatı lmışlardır . Az sonra parıl-tılı bulutsular la çevrili bebek - yıldızlar, anaokulundan ayrı larak Samanyolu 'uda şanslarını denemeye koyulurlar . Ayrılacakları anda bu yıldızlar, henüz çekim gücünün etkisine girmemiş ve cenin gazı ta raf ından sarılmış durumdadır lar . İnsanların oluştur-duğu aileierdeki gibi, olgun yaşa ulaşan yıldızlar, evlerinden uzaklaşırlar ve kardeşler birbir leriyle ender rastlaşırlar. Saman-yolu Galaksisinin bazı yer ler inde Güneş' in kardeşleri olan bir düzineye yakın yıldız vardır . Bunlar yaklaşık 5 milyar yıl önce Güneş ' in oluştuğu aynı bulut birleşiminden doğmuşlardır. Fa-kat bunlar ın kimliklerini tan ıyanuyoruz ve hangileri olduklarını bi lemiyoruz. Samanyolu Galaksinin arka yanında bulunuyor ola-bilirler.

Güneş ' in merkezinde hidrojenin he lyuma dönüşmesinden yâlnızca gözle görülebil i r foton parlaklığı meydana gelmiyor, ay-nı zamanda daha gizemli, hat ta hayalet tü ründen diyebileceği-miz ışınıma yol açıyor. Sözünü ettiğimiz şey, futoıılar gibi ağır-lıksız o lup ışık hızıyla ilerleyen nütrin 'Ierdir . Notr in ' ler fülon değildir. Bir t ü r ışık da değildirler. Nötrin' lerin, protonlar, e lektronlar ve nötronlar gibi keııdi içlerinde açısal bir dönüşleri olur, Fotonlarda böyle bir dönüş sözkonusu değildir. Nötriıı 'ler için madde saydamdır . Bu nedenle yerküremizi ve Gii • ko-laylıkla delip geçerler . Aradaki madde bunlar ın pek azını 'üz-dü rü r . Bir saniye için Güneş'e gözlerimi çevirdiğimde, gözüm-den bir mi lyar nötrin geçer. Gözümüzün ağtabakasında otağın fo ton la rm takılıp kalması, nötr inler için olası değildir. Nötr inler gözde hiçbir engele takı lmadan başımızın arka yanına gel iverir-ler.

İş in garibi şu : G e c e c i n , Güneş ' in bulunduğu yere baka-cak olursam, (sanki önümde ye rkü re yokmuş ve Güneş karşım-daymış gibi) , aynı sayıda nötr in gözümden geçer gider. Güneş'-

— 247 —

lü aramızda du ran yerküre , nötri t ı ler için camdan farksızdır ; ca-nıın ışığı geçirmesi gibi notr inleri geçirir .

Güneş ' in iç kesimini bildiğimizi sandığımız kadar biliyor-sak ve notr inler in o luşumunu da nükleer fiziğe dayana rak an-layabiliyorsak, belirli bir alana (örneğin, göz yuvar l ağ ına ) be-ırji bir zamanda (saniyede) ne kada r güneş nötr in i d ü ş t ü ğ ü n ü

hesaplayabi lmemiz gerekir . NÖtrinler y e r k ü r e m i z d e n geçip git-tiği için hiçbir ini yaka layamıvoruz . NÖtrinler bazen klorin a tom-la rını argon a tomlar ına dönüş tü rü r . NÖtrin akışını s ap tayab i lmek için epey klorine gereks inme var. Bu yüzden Amer ika l ı fizikçi-ler bol mik ta rda klorin dökerek incelenebilecek mik t a rda a rgon e!de et t i ler . Bu deneyleı Güneş ' in no t r in b a k ı m ı n d a n hesapla-nandan daha fak i r o lduğunu or taya koyuyor,

Nötrin ' lerin sırrı henüz çözülmüş değildir . Ne v a r ki, N o t r i n Astronomisi henüz başlangıç aşamasındadır . Şimdil ik, Güneş ' in harıl harıl yanan göbeğine doğrudan bakabi len b i r aygı l gelişt ir-miş bulunmamız en b ü y ü k aşamadır . N ö t r i n te leskoplar ı geliş-tikçe, yak ın yıldızların göbeğindeki nük lee r tepkimeyi inceleme-miz mümkün olacak.

Fakat h idro jen tepkimesi sonsuza dek s ü r ü p gidemez. Gü-neş'in olsun, herhangi başka bir yıldızın olsun, k a y n a r d u r u m d a -ki iç kesimlerinde belirli m ik t a rda h id ro j en vardı r . Bir yı ldızın geleceği, yaşam evres inin sonu, başlangıçtaki küt les ine bağıml ı -dır. Eğer bir yıldız içindeki he rhang i b i r maddey i uzaya kap t ı r -dıktan sonra kütlesi Güneş ' in kü t les inden iki üç misli fazla ka-lırsa, yaşam evresinin son buluşu hiç de Güııeş ' inkine benzemez. Güneş' imiz hayre t edilecek kada r uzun bir ya şam evresine sah ip gözüküyor. Beş ya da altı mi lya r yıl sonra Güneş ' in or ta kes imin-deki h idro jen tepkime sonucu he lyuma dönüş tüğünde , h i d r o j e n tepkimeli bölge yavaş yavaş o r t adan dışa doğru kayacak. T e r m o -nükleer tepkimeler kabuğu genişledikçe, ısı on mi lyon derece-den aşağı b i r düzeye düşecek ve b u n u n a r d ı n d a n n ü k l e e r kay -naşma kabuğu patlayacak. Bu a rada Güneş ' in kend i çekim gü-cü, helyumla zenginleşmiş iç bölmesinde b i r kası lma yapacak ve

— 248 —

iç ısısıyla basıncı yen iden ar t ı ş gösterecek. He lyum çekirdekleri b i rb i r iy le daha da sıklaşacaklar . O kada r ki, elektriksel karşıl ık-lı itişe r a ğ m e n çekirdekler in in kısa menzilli çekim gücü hare-kete geçerek b i rb i r l e r ine yapışacaklar . Kü l yeni bir yakıt yer ine

I geçecek ve Güneş h idro jen in he lyuma dönüşümü tepkimeler inin ikinci t u r u n a başlayacak.

Bu süreç, ka rbon ve oksi jen e lement le r in in doğumuna yol açacağından . Güneş sağladığı ek ener j iy le belirli bir zaman için daha pa r ı l damay ı sü rdürecek t i r . Bir yıldız, kendi kül ler inden yen iden doğma kader ine erişen b i r anka k u ş u d u r (*). Güneş ' in göbeğinden uzak la rdak i incelmiş kabuk ta ye r alan h idro jenin h e l y u m a dönüşümüy le göbekteki h e l y u m kaynaşmas ın ın yara t -tığı yüksek ışının etkisi , Güneş ' l e b i r değişikliğe yol açacak : Dış ka tman la r ı soğuyacak ve geniş leyecek. Böylece Güneş kocaman bir dev yıldıza dönüşecek ve görülebi len yüzeyi göbeğinden Öylesine uzak kalmış olacak ki, yüzey bölgesindeki çekim gücü azalacak, a tmosfer i de uzaya doğru genleşerek ışık f ır t ınası gibi esecek.

G ü n e ş b i r k ı rmız ı dev halini aklığında. M e r k ü r ve Venüs gezegenler ini sa racak t ı r ve b ü y ü k olasılıkla ye rküremiz i de. Bu d u r u m d a G ü n e ş kol lar ını uzat ı r gibi iç güneş s is temini saracak-tır .

G ü n ü m ü z d e n mi lyar la rca yıl sonrasında, y e r y ü z ü n d e : o n

bir güzel gün yaşanacakt ı r . Bu son güzel günün a rd ından G -neş ' in kırmızısı koyulaşacak, çevresi sarkacak ve yeryf ••:'. iııı k u t u p bölgeler inde bile ter dökülecek. Kuzey ve Güney K ı r ı lar er iyecek, d ü n y a sahi l ler ini deniz basacak. Okyau ı : - / . : yüksek ısı havaya daha çok su buhar ı sa la rak bulu t la r ı yo:;nn-

(*) Güneş'ten daha büyük kütlesi olan yıldızlar, gelişim evrelerinin son dönemlerinde, göbek bölmelerinde daha yüksek derecede ısı ve basınç oluştururlar. Karbonu ve oksijeni daha ağır element-lerinin bileşiminde kullanarak küllerinden yeniden ve birkaç kez doğdukları bilinir.

— 249 —

laşt ı racaklar ve böylece ye rküremiz i güneş ışığından k o r u m a d a kalkan o luş turarak sonumuzu birazcık geciktirecekler . F a k a t Gü-neş'in evr imin in önüne geçilemez. Sonunda okyanus lar k a y n a r suya dönüşerek a tmosfer b u h a r olup uzaya kayacak ve gezege-nimizde boyut lar ın ın korkunç luğunu t ahmin edebileceğimiz b i r facia ye r a lacakt ı r (*). Bu a rada insanlar ın ş imdikinden değişik canlılara dönüşecekleri lıemen kesin gibidir . Ola ki, İnsansoyunuıı _ A , ck k u ş a k l a n yıldızların evr imini kontrol a l t ında t u t s u n l a r ya da evrimin etkisini yavaşla tabi ls inler . Ya da o d u r u m d a Mars'a, Europa'ya ya da Ti tan 'a uçup gideceklerdir . Belki de Ro-bert Godda rd ' ı ş dediği gibi, genç ve u m u t vaat eden bir geze-gen s istemindeki boş bir dünyaya gidip yer leşeceklerdir .

Güneş'in t e rmonük lee r t epkimeler inden oluşan külleri , an-bir . Lire için yeni bir yakı t yer ine geçer, Güneş ' in iç bölme-

in tümüyle karbon ve oksijen olacağı b i r dönem gelecek. O : aman da. sozkoııusu ısı ve basınç düzeyinde başkaca nük lee r tepi-.iîne görülemez ar t ık . Merkezdeki he lyum b ü t ü n b ü t ü n e tü -

. r.C'- Güneş'in iç bölmesi er te lenen düşüşünü biraz daha ge-ciktirecek, ısı yeniden yükselecek, nük lee r t epkimeler in en so-nuncuları görülecek ve güneş a tmosfer i birazcık gcnleşecekt i r . Ölüm çizgisine varan Güneş ' in bir geniş leyerek b i r kas ı l a rak nabzı hızla atmaya başlayacak ve bu nabız a t ı ş lardan h e r biri binlerce yıl sürecekt i r . Sonuçta Güneş gazını ağzı açılınca fış-kıran, bir ya da birkaç deniz k a b u ğ u n u and ı ran k a b u k l a r d a n püskürtecek tir. Güneş ' in çok sıcak iç bölmesi, kabuğunu moröte -si ışıkla sararak P lu to yörünges in in öteler ine varaı ı hoş b i r kır-mızı ve mavi f lüoresan ışığı yayacak t ı r . G ü n e ş küt les in in ya r ı -sına yakın bir bölümü belki böylece kayıp o lup gidecekt i r . Gü-

(*) Aztek'ler, «Yerküremizin yorgun düşeceği... ve yeryüzü tohu-munun sona ereceği» bir zamandan söz etmişlerdi. O gün Gü-neş'in gökten düşeceğine ve yıldızların göklerde sarsıntı geçi-receğine inanmaktaydılar.

— 250 —

neş'in hayaleti dış bölgelere doğru yol alırken, güneş sistemi pek tekin olmayan bir ışınımla dolacaktır.

Samanyolu 'nun bir köşeciğindeki bölgemizden gökteki çev-remize bakmdığımızda, kıpkırmızı gaz püskürmesiyle parlayan küresel kabuklarla çevrelenmiş yıldızlar görürüz. Bunlar geze-gen bulutsularıdır. Sabun köpüğü gibi görünmelerinin nedeni, yalnızca çevrelerini görebilmemizden ötürüdür . Her gezegen bu-lutsuları, ölmek üzere olan yıldızların birer armağanıdırlar. Merkezdeki yıldız yakınlarında ölmüş gezegenlerin kalıntıları, atmosfersiz ve susuz, fakat hayalet dünyasının ışıkları altında do-laşıyor olabilir. Güneş'in kalıntıları, Önce gezeğen bulutsuları ta raf ından sarılmış, göbeği kaynayan kiiçiik bir yıldıza dönü-şecek ve sonra uzayda soğuyacaktır. Milyarlarca yıl sonra, Gü-neş gezegen bulutsularının orta bölümünde, şimdi gördüğümüz o ışık noktaları gibi soğuyarak yozlaşmış, beyaz biı cüceye dö-nüşecektir. Kaçınılmaz sonsa ölü bir kaıa cücedir.

Yaklaşık aynı kütlesel büyüklüğe sahip yıldızlar aşağı yu-karı paralel olarak dönerler. Oysa kütlesi daha büyük bir yıldız, nükleer yakıtını daha kısa zamanda harcar, çabuk bir kırmızı dev olur ve beyaz bir cüce durumuna daha çabuk düşer. Bu yüzden Çİfte yıldız durumları olmalıdır ve vardır. Biri kırmızı dev <?,ı-rumundayken, öteki beyaz cücelik dönemine girer. Bu gibi ç f ler birbirlerine değecek kadar yakındırlar. İki yıldız arasın iki atmosfer, kırmızı devden t'.kna/.laşan beyaz cüceye doğru aka:-ve beyaz cüce yüzeyine düşmeye yönelir. Biriken Midroj yaz cücenin yoğun çekim gücünden ötürü daha yüksek ı ve ısı derecelerinde sıkıştırılır, la ki kırmızı devin çalmmı-mosferi termonükleer tepkime noktasına gelinceye dek. Bunun üzerine beyaz cüce kısa bir süre için parıldar. Böylesi bir yıldız çiftine «nova» adı verilir, Nova' lar yalnızca çift yıldız sistemin-de sözkonusudur ve güç kaynaklarını hidrojen tepkimesi oluş-turur . Süperııova'larsa tek yıldızlarda sözkonusudur ve güç kay-nakları silikon tepkimesidir.

Yıldızların içindeki atom bileşimleri, genellikle yıldızlararası

— 251 —

gaza dönüşürler . Kırmızı devlerin dış atmosferleri uzaya doğru üfiirülür; gezegensel bulutsular, üst bölümleri ü f lenen güneş b' nzeri yıldızların son aşamadaki dönemleridir . Süpernova ' lar yıldızsa 1 kütlelerinin büyük b i r bölümünü şiddetlice uzaya püs-kürtür ler . Geri gelen atomlar, pek tabii, yıldızların İçindeki termonükleer tepkimelerde .ortaya ç ıkanlard ı r : Hidrojen er iy ip helyuma dönüşüyor, helyum karbona, karbon oksijene ve ardın-dan, büyük kütlel i yıldızlarda, helyum çekirdekleri, neon, mag-nezyum, silikon, sü l fü r eklentisiyle -aşama aşama olmak üze-re- h t r aşamada iki proton ve İki nötron oluşur ve bu süreç de-mir oluşumuna kadar varır . Sil ikonun doğrudan doğruya eri-mesi de (füzyon) demiri oluşturur . Yirmi sekiz proton ve nöt-roıılu bir çift silikon atomu, milyar larca derece ısıda birleşince elli altı proton ve nötronlu bir demir atomu meydana getir ir .

Bunlar bize yabancı o lmayan kimyasal elementlerdir , is im-lerini biliyoruz. Yıldızlarda sözünü ett iğimiz nükleer tepkime-lerden birden erbiyum, hafniyum, diprozyum, praseodinyum da da yi t r iyum çıkmıyor ortaya. Günlük yaşamımızdan bildiğimiz elementler çıkıyor. Yıldızlararası gazlar arasına dönen bu ele-mentler. düşüşe hazır yeni bulut nesli, yıldız ve gezegen olmak üzere birikirler. Yerküremizdekİ e lementlerden hidrojen ve hel-yum dışında tümü, milyarlarca yıl önce, yıldızlardaki bir tür ilm-i simya mutfağında pişirilmiştir. Bu elementler in pişirildi-ği yıldızlar bugün Samanyolu Galaksisinin Öte yanında zor se-çilen beyaz cücelerdir. DNA'mızdaki ni trojen, dişlerirnizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, elma kekindeki karbon göçen yıl-dızların içinde üretilmişlerdir. Yıldızlardaki malzemedir yapı-mızda varolan.

Nadir elementlerden birkaçı süpernova pat lamasında üre-tilir. Yerküremizde nispeten bol mik ta rda altın ve u r a n y u m bu-lunuşunu, güneş sisteminin meydana gelmesinden önceki süpe r -nova patlamasına borçluyuz. Öteki gezegen sistemleri de bizde-ki nadir elementlerden, değişik miktar la rda da olsa, bu lundu-ruyordum Acaba sakinlerinin niyobyum ve protakt in iyum bi-

— 252 —

lezikleri takıp a l tmı laboratuar malzemesi olarak kullandıkları gezegenler var mıdır? Acaba gezegenimizde altın ve uranyum, praseodmiyum kadar bilinmez ve değer verilmez şeyler olsalar, ye ryüzünde haya t daha mı gelişmiş olurdu?

Hayat ın kökeni ve evrimiyle yıldızların kökeni ve evrimi aras ında içli dışlı b i r ilişki sözkonusudur. Bir incis i : Yapımızda-ki asıl maddeler olan, hayat ı m ü m k ü n kı lan atomlar çok uzun zaman önce ve çok uzaklardaki kırmızı dev yıldızlarda imal edilmişt ir . Kozmos'da ras t lanan kimyasal e lement bolluğuyla yıldızlarda imal edilen atomların bolluğu, kırmızı devler ve sü-pernovalar ın, madde dökümünün yapıldığı mut fak la r ve potalar oldukları konusunda fazla kuşkuya ye r vermiyor, Güneş ikinci ya da üçüncü nesil yıldızlardandır . Güneş ' teki maddenin tümü, çevrenizde gördüğünüz tüm maddeler, yıldızlardaki simya mut -fağının birinci ya da ikinci evresinden geçmiş şeylerdir. İkinci-si : Yerküremizde bazı ağır atom türlerinin bulunuşu, güneş sis-teminin oluşmasından kısa zaman önce yakınlarda bir süper-nova pat lamasına işarett ir . Faka t bunu bir rast lantı sayma ola-sılığı yoktur ; büyük bir olasüıkla süpernova pat lamasının neden olduğu basınç dalgası, yıldızlararası gaz ve tozu sıkıştırmış ve güneş sisteminin yoğunlaşmasına neden olmuştur . Üçüncüsü: Güneş varlığını kazanınca, morötesi ışınları ye rküre atmosferi-ne yayılmış, sıcaklığı şimşek çakmasına yol açmış ve bu ener j i kaynaklar ı hayat ın başlamasını sağlayan karmaşık organik mo-lekülleri kıvılcımlamıştır . D ö r d ü n c ü s ü : Yeryüzünde yaşam he-m e n hemen tümden Güneş ışığına dayanmaktad ı r . Bitkiler fo-tonları toplayıp güneş enerj is ini kimyasal ener j iye dönüştürü-yorlar . Hayvan la r bitkilerin asalakları olarak yaşam sürdürü-yorlar . Çif t l ik dediğimiz şey, bitkiler aracılığıyla güneş ışığı hasadından ibaret t i r . Hepimiz, hemen hepimiz, güneş enerjisiy-le yaşamımızı sürdürüyoruz . Bir de şunu söyleyebil ir iz: Mü-tasyon dediğimiz kalıtsal değişimler, evr imin hammaddesini oluşturur . Doğanın yeni haya t şekilleri envanter ini düzenlemek için başvurduğu seçimler olan mütasyonlar , kısmen kozmik ışın-

— 253 —

lar tarafından kıvılcımlanır. Kozmik ışınlar, süpernova patla-maları sırasında hemen hemen ışık hızına eşit bir hızla salıveri-len yüksek enerji l i zerreciklerdir. Yeryüzünde hayat ın evrimi-ni, kısmen de olsa, uzaklardaki dev güneşler in hayre t verici ölümleri düzenler.

Bir Geiger sayacını ve bir parça u r a n y u m u yeryüzünün de-rinliklerinde bir yere götürdüğünüzü düşünün. Örneğin, bir al-tın madeni ocağına ya da kayaların eriyip aktığı bir nehr in yer dibinde oyduğu bir lav tüneline. Duyarl ı sayaç, gamma ışını ya da proton ve helyum çekirdekleri gibi yüksek ener j iy le yük-lü zerrecikler karşısında t ı k - t ı k diye atar . Eğer sayacı u ran-yum cevherine yaklaştırırsak, u ranyum ani nükleer çözülme sı-rasında helyum çekirdeği yaydığından, sayacın saniyedeki tık'-lama sayısı müthiş ar tar . Uranyum cevherini ağır bir k u r ş u n tenekeye atarsak sayacın atış hızı iyice azalır. Çünkü kurşun u ranyum ışınlarım emmışt ir . Ama yine de bazı t ık ' lar olacaktır. Tık'lama sayılarından bir bölümü, mağara duvar lar ın ın doğal radyoaktivitesinden kaynaklanır . Faka t radyokt ivi teden ö tü rü olmayan t ık lamala r da saptanacaktır . Bunlardan bazıları tavan-dan sızan yüksek ener j i yüklü zerreciklerden ö tü rüdür . Uzayın derinliklerinde başka bir çağdan kalma kozmik ışınlardır bun-lar. Çoğunlukla elektron ve proton olan kozmik ışınlar, gezege-nimizdeki yaşamın tüm tarihi boyunca yerküreyi bombard ıman etmişlerdir. Bir yıldızın Ölümü binlerce ışık y ıh ötede yer al ı r ve Samanyolu Galaksisinde milyonlarca yıl s a ıma l biçimde do-laşan kozmik ışınlar ya ra t t ık tan sonra, rast lant ı sonucu bu ışın-lardan bazıları yerküreyi ve dolayısıyla bizim kalı tsal malzeme-mizi gelir bulur. Genetik kodumuzun gelişmesini ya da Camb-rian Patlaması dediğimiz pat lamayı veya atalarımızın ayaklar ı üstünde kalkıp durmalarını kozmik ışmlar başlatmış olabilir.

4 Temmuz 1054 yılında Çin astronomları Boğa takım yıldı-zında bir «konuk yıldız» saptadılar. Daha önce hiç görü lmemiş bir yıldız, gökte başka herhangi bir yıldızdan daha par lak b i r hal almıştı. Bu son derece parlak yıldız, astronomi alanında bil-

— 254 —

gi b i r ik imi sahibi, yüksek kü l tü r lü bir t o p l u m u n u n yaşadığı Gü-neyba t ı Amer ika ' da da g ö r ü l m ü ş t ü r (*). Bir mangal k ö m ü r ü ateş inin kalıntısı K a r b o n 14'teıı anl ıyoruz ki, XI, yüzyı l ın orta-lar ında Aııasazi ' ler (bugünkü HopiTerin a ta la r ı ) g ü n ü m ü z ü n N e w Mexico's undaki b i r kayal ık çıkıntı üzer inde yapıyorlarmış. Anasaz i ' l e rden biri, kötü bava koşul lar ından doğal olarak koru-n a n kayal ığ ın b i r bö lümüne yeni yıldızın resmin i çizmişe ben-ziyor. Yıldızın hilal yan ındak i duruşu , res imdeki gibi olması gerekiyor . Üst te de b i r e l resmi var . Bu da resmi çizene ait her-halde .

5.000 ışık y ı l ı uzak tak i bu ilginç yıldıza şimdi Yengeç Sü-pe rnova adı ver i l iyor . O laydan birkaç yüz yıl sonra teleskopla y ı ld ızdaki p a t l a m a n ı n ka l ın t ı la r ın ı izleyen b i r astronom, nede-ni b i l inmiyor ama , b i r yengeç biçimiyle karşı laşınca Yengeç S ü p e r n o v a ad ın ı verdi . Yengeç bu lu t su la r ı pa t lamış kocaman bi r y ı ld ız ın ka l ın t ı la r ıd ı r . Y e r y ü z ü n d e n çıplak gözle üç ay süreyle g ü n d ü z vakt i bile izlenebilen pa t lama, geceleyin hayd i haydi iz lenebi lmişt i r . O r t a l a m a olarak, belirli b i r galakside süpernova o l u ş u m u n a h e r yüzyı lda b i r r as t l an ı r . Tipik b i r galaksinin 10 mil-y a r y ı k b u l a n y a ş a m süres ince 100 mi lyon adet yıldız pat lar ; belki çok gibi ama yine de binde biri o ran ındadı r . Samanyolu galaksis inde 1054 yıl ı o layından sonra 1572 yı l ında b i r süper -nova gözlendi . Bu süpernova Tycho Brahe t a r a f ı n d a n anlatı l-mış t ı r . Kısa b i r süre sonra diyebileceğimiz 1604 yıl ında, Keple r t a r a f ı n d a n an la t ı l an b i r süpe rnova g ö r ü l m ü ş t ü r . Ne yazık ki, te-leskopun icad ından bu y a n a b iz im galaks imizde hiçbir süper-nova pa t lamas ı o lmadı ve a s t ronomla r yüzy ı l l a rd ı r bir taneciği-ne ras t l ayab i lmek için hab i re gökler in enginl iğini kolaçan edi-yor la r .

<*) İslam toplumlarındaki gözlemciler de bu olaydan söz ediyor-lar, fakat Avrupa'daki kitapların hiçbirinde onların gözlemle rınden söz edilmiyor.

— 255 —

Bizimkinden başka galaksi lerde süpernova olguları ru t in biçimde gözleniyor.

Güneş devieşip kırmızı bir r enk al ı rken, iç güneş s is temi acı bir sona yaklaşacak. Neyse ki, gezegenler hiçbir zaman pat-layan süpernovalar t a ra f ından er i t i l ip yok edi lmeyecekler . Böy-lesi bir son. ancak kütlesi Güneş ' t en daha b ü y ü k yı ldızlar ın ya-kınındaki gezegenlere özgüdür . Yüksek ısı dereceler i ve bas ınç düzeylerine ulaşan bu t ü r yı ldızların nük lee r (çekirdeksel) ya -kıt depoları çabucak tükendiğinden, ya şam süreler i Güneş ' ink in-deıı kısadır. Güneş ' t en on, y i rmi kez b ü y ü k kütlesi olan bir yıl-dız, h idrojeni he lyuma dönüş tü rme tepkimesini , ancak b i rkaç milyon yıl sürdürdükten sonra daha egzotik nük lee r tepkimele-re başlar. Bu yüzden de gelişmiş haya t şekil ler inin ev r imine yetecek zaman yoktur bu yıldızlara eşlik eden gezegenlerde . Yıldızlarının bir süpernovaya dönüşeceğini kav rama f ı r sa t ına kavuşacak bir varl ık düşünülemez . Ç ü n k ü bunu an layacak ka-dar vakit bulunsa, o yıldız za ten artık s ü p e r n o v a y a dönüşmeye-cek demektir.

Süpernova pa t l amas ın ın başladığına, göbekteki demi r k ü t -lesinin silisyuma dönüşmek üzere er imesi işaret sayıl ır . Çok bü-yük basınç altında yıldızın iç bö lümler inde se rbes t ka l an elektronlar demir çekirdeğinin protonlar ıy la zorun lu o la rak ka-rışır. Çünkü eşit sayıdaki karş ı t e lek t r ik yük le r i birbirini yok eder. Yıldızın içi, tek ve devasa b i r a tom çekirdeğine d ö n ü ş ü r ve işgal ettiği hacim doğmasına neden olduğu e lek t ron la r la de-mir çekirdeklerinin hacminden daha k ü ç ü k t ü r . İçte ş iddet l i bir pat lama yer alır, dışta bir taşma gö rü lü r ve b u n u n sonucunda bir süpernova patlaması olur. Bir s üpe rnovadan doğan parı l t ı , kendisinin dahil bu lunduğu galaksideki t ü m öteki y ı ld ız lar ın pa-rı l t ısından daha güçlü olabilir. Son z a m a n l a r d a Orion t a k ı m yıl-dızında ku luçkadan çıkmış kocaman mavi beyaz dev yı ldızlar , önümüzdeki birkaç milyon yıl içinde süpernova o lmaya m a h -kûmdurlar.

Ürkütücü süpernova pat laması , doğacak olan yeni yı ldız ın

İ — 258 —

gereksindiği madden in b ü y ü k bîr bö lümünü uzaya püskü r tü r . Azıcık h id ro j en ve h e i y u m kalıntısı, karbon, si l isyum, demir ve u r a n y u m gibi başka a tomla rdan epeyce püskü r tü r . Ger iye kalan, b i rb i r ine çekirdeksel güçler le bağlanmış sıcak nöt ronlar yığını-dır. Bu tek ve kocaman küt lel i a tom çekirdeğinin a tom ağırlığı 10ifl dır; otuz k i lomet re çapında bir güneş demekt i r . Küçücük , kasılmış, solgun bu yıldız parçası hızla dönen bir nötron yıldızı-dır. Yengeç bu lu t su sunun merkez indek i nötron yıldızı, b ü y ü k bir k e n t ilçesi çapında kocaman bir a tom çekirdeğidir ve sani-yede o tuz kez fır döner. Düşüşüy le bir l ikte a r t a n manye t ik ala-nı J ü p i t e r i n daha az güçlü olan manye t ik alanı kadar küçük zer-recikleri çeker. Dönmek te olan manye t ik alanın e lek t ronlar ı ışın çıkarır . Bu ışm yalnızca r a d y o f rekans ı düzeyinde değil, görü le-bil ir ışık düzey inded i r de aynı zamanda. Eğer y e r k ü r e bu koz-mik fener in ış ın a lanı içine düşecek olursa, fener in he r dönü-şünde onu gö rü rüz . Bu nedenle ona «atarca» adı veri l ir . Metro-ncm, kozmik m e t r o n o m gibi bir gtiz k ı rpan , b i r tık yapan a tar -calar, bi ldiğimiz en dakik saa t le rden daha dakik zaman belirle-yicisidirler .

Nö t ron yı ldızının m a d d e ağırl ığını, yalnızca bir çay kaşığı içindeki mik t a r ın ın bir dağ ağı r l ığ ında o lduğunu söyleyerek be-l ir tebil ir iz . Şöyle ki: Eğer nöt ron yıldızının b i r parçası elinizde olsa ve b ı raksan ız (zaten b ı r a k m a k t a n başka çareniz yok tur ) yer-küren in b i r y a n ı n d a n gi r ip ötes inden çıkar, o lağanüstü ağırlık-taki taş gibi. Eğe r bir nö t ron yıldızı parçası , uzaydan bîr yer-den, y e r k ü r e de a l t ında döner halde, b ı rakı lacak olursa, ye ryü-züne sürekl i dal ış lar y a p a r a k yüz binlerce d a r b e sonucu yer i delik deşik e t t i k t en sonra s ü r t ü n m e g ü c ü n ü n etkisiyle gezege-nimiz onu iç kes imle r inde ancak durdurab i l i r . Nö t ron yı ldızının büyücek pa rça l a r ın ın y e r y ü z ü n d e kendin i h isse t t i rmeyiş l bir ta-lihtir. F a k a t küçük parça lar ın ın h e r ye rde b u l u n d u ğ u n u unut -m a m a k gerek. Nö t ron yı ldız ının ü r k ü t ü c ü gücü, her a t o m u n çekirdeğinde, h e r çay bardağında, he r nefes alışımızda, he r el-ma kekinde vardı r . Nöt ron yıldızı, bize pek olağan görünen şey-

— 257 — Kozmos : F. 13

lere karşı bile saygı duymayı öğret ir . Gür.eş gibi b i r yıldızın sonu, bir kırmızı dev, a r d ı n d a n da

beyaz renge b ü r ü n m ü ş bir cüce o lmakt ı r demişt ik. Güneş ' t en iki misli küt lesi o lan b i r yıldız göçerken bir süpernovaya, a r a m -dan da nöt ron yıldızına dönüşür . F a k a t b ü y ü k küt lel i bir yıldız, süpernova aşamasının ardından, örneğin Güneş ' t en beş misli bir b ü y ü k l ü k t e kalırsa, daha da ilginç bir sona m a h k û m d u r : Çe-kim gücüne bağımlılığı onu bi r s iyah delik d u r u m u n a dönüş tü-recekt i r . Elimizde sihirli bir ye rçek imi makinesi b u l u n d u ğ u n u va r sayahm. Ye ryüzünün çekim gücünü kontro l a l t ında tutabi le-ceğimiz bir makine olsun bu ve belirli bir sayıyı t e le fondaki gibi çevirince istediğimiz yerçekimi g ü c ü n ü uygulayabi le l im. Üze-r inde birçok sayı b u l u n a n kad ran 1 g (*) olarak aya r l anmış t ı r . 1 g olunca lıer şey alışık o lduğumuz üzere ha reke t e tmek ted i r . Y e r y ü z ü n d e hayvan la r , b i tk i le r ve t ü m b ina la r ımız 1 g ku ra l ı na bağlıdır lar . Çekim gücü daha fazla olsa bi tki lerin, hayvan l a r ı n ve

( * ) 1 g yeryüzüne düşen cisimlerin düşüş h ı z ı d ı r . S a n i y e d e 10 m e t -

re olan bu dü-jüş hızı, her saniye aynı miktarda artar. Ö r n e ğ i n ,

bir taş parçası 1 saniye süreyle düştükten sonra saniyede 10 metrelik bir düşüş hızı kazanır. İki saniye süren düşüşten .«onra saniyede 20 metre hızla düşer ve böyle gider, yere ula-şıncaya ya da havanın sürtünme gücü tarafından yavaşlatı-lıncaya dek. Çekim gücünün daha büyük olduğu bir dünyada, düşen cisimler o oranda daha büyük düşüş hızı etki sindedirler. 10 g'lik bir dünyada bîr taş parçası ilk bir saniyelik düşüşten sonra saniyede 100 m. hızla düşecektir, ikinci saniyeden sonra düşüş hızı saniyede 200 m. olacaktır. Bu çekim gücünü küçük-g harlıyla yazmalıyız ki. Ne w ton'im değişmez ve evrenin h e r yerinde geçerli olan G çekim gücünden farkı anlaşdsın. New-ton'un evrensel çekim gücü denklemi şöyledir: F = mg => GMm/r s ; g - GM/r". Bu denklemde F çekim gücüdür; M geze-genin ya da yıldızın kütlesidir; m İse düşen cismin kütlesidir ve-r düşen cisimle gezegenin merkezi ya da yıldızın merkezi ara-sındaki uzaklıktır.

— 258 —

binalar ın çökmemek İçin daha kısa, bodur ve çömelmiş gibi b i r d u r u m almaları gerekirdi. Çekim gücü daha az olsaydı, ağırlık-larının bast ıramadığı uzunlukla ve incelikte şekiller görülebilir-di. Şunu da belirtelim : Çekim gücünün varolandan daha büyük .olması hal inde bile, ışık yine düz bir çizgi izleyerek ilerledi. Şimdi olduğu gibi.

Alis Har ika lar Diyarında adlı ki taptaki ünlü çay partisi sırasında çekim gücünü azaltırsak, he r şeyin ağırlığı azalır. Eğer g sıfıra yaklaşırsa, en küçük bir hareket dostlarımızı havaya kal-dıracak ve zar zor dengelerini koruyabileceklerdir . Dökülen bir çay damlası ya da başka bir sıvı havada oynaşan küresel tane-ciklere d ö n ü ş ü r : Sıvı yüzeyinin gerilme gücü, çekim gücüne üs-tün gelir. Her yere çay damlacıkları dağılır. Eğer çekim gücü kadran ın ı yeniden l 'e çevirirsek, çay yağmuru yağdırırız. Çekim gücünü birazcık ar t ı r ıp kadranı 3'e, 4'e çevirirsek, hiçbir şey kı-mı ldamaz olur. Kedin in pençesini oynatması bile büyük bir ça-ba gerekt i r i r . Lambadan çıkan ışık demeti sıfır!ık ya da birkaç g : l ik çekim gücünde tümüyle düz bir çizgi izleyerek ilerler. Şim-di çekim gücünü iyice ar t ı ra l ım. 1000 g'de ışık demeti yine düz g i tmektedi r , f aka t ağaçlar ezik büzük ve yamyassı olur. Çekim gücü 100.000'e çıkınca taşlar kendi ağırlıkları al t ında ezilirler. Sonuçta her şey yok olur. Yalnızca kedi, özel bir ayrıcalık nede-niyle, kalır. Çekim gücü bir mi lyara yaklaşınca daha da acayip b i r olgu karşısında kalınır . O ana dek göğe doğru düz giden ışık demet i bükülmeye başlar. Çok büyük çekim gücü sözkonusu

* olunca ışık bile etkilenir . Çekim gücünü daha da ar t ı r ı rsak ışık demet i gerisin geri yeryüzüne döner. Ar t ık Har ika lar Diyarı bir K a r a Deliğe dönüşmüştür . O anda kedi de yok olmuş, yalnızca ^sırıtışı orada kalmıştır .

Çekim gücü yeterince artırı l ınca, hiçbir şey, ışık bile çık-maz. Böyle bir yere verilen ad Kara Del ik t i r . Yoğunluğuyla çe-

-kîm gücü yeteri kadar artınca, kara delik göz kırpıp evren go-•riintüleri arasından kaybolur. Bu yüzden adına kara delik de-nilmiştir , İçinden ışık çıkamıyor ela ondan. Fakat içyüzü, ışık

— 259 -

orada kısıp kaldığı için, ilginç görüntülü olabilir. Bir kara delik dıştan görülmese de çekim gücü hissedilebilir. Eğer yıldızlar-arası yolculukta dikkatli davramlmazsa kara delik sizi içine çe-ker. Bir daha bırakmamacasma. Vücudunuz da görün tüsü pek hoş olmayan ince uzun bir iplik biçiminde görülür . Bu durum-dan kurtuluş yoktur ama eğer kur tu lursa , o kişi kara delik çev-resindeki diskte toplanmış maddenin görün tüsünü bir daha unu-tamaz.

Güneş'in içindeki te rmonükleer tepkimeler dış ka tmanlar ı -na destek sağlayarak, Güneş' in çekim gücü etkisi altında göç-medi faciasını milyarlarca yıl erteliyor. Beyaz cücelerdeki du-rum ş u d u r : Çekirdeklerinden sıyrı lan e lektronlar ın basıncı yıl-dızı göçmekten al ıkoymaktadır . Nötron yıldızlarındaki durumsa şöyledir : Nötronların basıncı çekim gücünü savuşturuyor . Faka t süpernova pat lamalar ından ve diğer zarar lardan ar ta kalan eski kütlesinde de, Güneş ' ten birkaç kez büyük olan bir yıldızı ayakta tutacak güç yoktur. Yıldız inanı lmayacak biçimde büzülür , ufa-lır, f ır döner, kırmızılaşır ve or ta l ıktan çekilir. Güneş ' ten y i rmi kez büyük kütleli bir yıldız Los Angeles kenti kadar küçülür . Ezici çekim gücü 10t(l değerine ulaşır ve yıldız mekân - zaman sürekliliği içinde kendi çatırtısıyla evrende kaybolur .

Kara deliklerden İngiliz astronomu John Mitchell 1783'de ilk söz eden kişi olmuştur. Fakat bu fikir acayip karşı lanmış ve sonradan terkedilmişti . Son zamanlarda kara delikler üzerinde yeniden duruldu. Ve aralar ında astronomların da bulunduğu bir-çok kişinin hayret ine yol açan kara deliklerin varlığı kanıt landı . Yeryüzü atmosferinden X ışınları geçmez. Gökcisimlerin bu t ü r kısa ışık dalgası çıkarıp çıkarmadığını sap tamak için bir X - ışını teleskopunun atmosferin dışına gönderi lmesi gerekiyordu. Böy-lesi bir X - ı ş ı n laboratuarının a tmosfer dışına f ır lat ı lması de-ğerli bir uluslararası çabayla gerçekleştirilebildi. Kenya k ıy ı lan açıklarında, Hint Okyanusunda bir İ ta lyan f ı r la tma rampasın-dan fır lat ı lan araç ABD taraf ından uzayda yörüngeye otur tu ldu ve laboratuara Swabili dilinde «Özgürlük» anlamına gelen «Uhu-

— 260 —

ru» adı verildi. 1971 yılında Uhuru, Kuğu takım yıldızından gelme çok parlak bir X - ı ş ı n ı kaynağına rastladı. Saniyede bin kez ışık ver ip sönen bir kaynaktı bu. Kuğu X -1 adı verilen kay-nak küçük olmalı. Bir asteroid büyüklüğündeki cisim parlaktır , X - ı ş ı n ı çıkarır ve yıldızlararası mesafelerden görülebilir. Aca-ba bu ne olabilirdi?

Kozmos 'un keşfinde henüz başlangıç aşamasındayız. Daha önce Kozmos'un keşfi için yapılan araşt ırmalar . Gol;cisimler Kı-tas ı 'nm henüz meçhulümüz olduğunu ortaya koyuyor. Ne g ;bi sürpr iz ler sakladığı m bilemiyorum.

Kel imenin tam anlamıyla Kozimns'un Çocukları'yız. Bir yaz günü, yüzünü , Güneş'e çevirdiğinizi düşünün. Güneşe dik bak-manız olanaksızdır. 150 milyon kilometre öteden gücünü hisse-diyoruz. Kayna r ve kendi kendine ışıyan bu cismin yanında bu-lunsak ya da onun nükleer ateşinin göbeğine dalsak, acaba ne-ler hissederiz? Güneş bizi ısıtıyor, bizi besliyor ve görmemize olanak sağlıyor. Yeryüzünün bereket kaynağıdır . İnsanoğlu ta-ra f ından s ınanma sınırının ötelerimle bir güce sahip. Güneş'in doğuşunu kuşlar büyük bir sevinçle karşı lar lar . Güneş doğunca ışıkta yüzmeye başlayan tek hücreli organizmalar bile var. Ata-larımız Güneş 'e tapınışlardı, Taptıkları için kınayanlayız da. Onları safl ıkla suçlayamayız. Ama şunu belirtmeliyiz ki. Güneş olağan diyebileceğimiz bir yıldızdır. Eğer kendimizden iistüıı saydığımız bir güce tapacaksak, Güneş'le birlikte yıldızlara da tapmamız daha akla yakın değil mi? Astronomi alanında girişi-len her a raş t ı rmanın al t ında büyük bir hayranl ık k ıy::: : yat-maktadı r . Bu kaynak çoğu zaman öylesine derinlerde ki, a • .u-macı var l ığım fark edememektedi r .

Samanyolu Galaksisi yıldız büyüklüğünde egzotik cisimlerle dolu, keşfedi lmemiş bir kıtadır. Sarmal biçimli bu Gökadalar K; tası 'nda 400 milyar yıldız var; kâh gaz bulut lar ı göçme durumu-na geçiyor, kâh gezegen sistemleri yoğunlaşıp oluşuyor. Parıl t ı l ı dev cısimleriyle, ist ikrarl ı bir düzen k u r m u ş orta yaşlı yıldız-larıyla, kırmızı devleriyle, beyaz ciiceleriyle, gezegen bulutsula-

— 261 —

rıyla, nova' lanyla, süpernova'larıyla, nötron yüdızlar ıyla ve ka-ra delikleriyle insanın soluğuna kesen bilgi kaynaklar ıyla dolu dünyalar dolaşıyor sarmal biçimli Samanyolu 'nda. Onun az öte-sinde Macellan Bu lu t l a r ın ın yı ldızlan çevresindeki yörünge-lerde gezegenlerin varlığına kesin gözüyle bakabiliriz. Böyle bir dünyanın varlığı bize, kendi dünyamızın da fısıldadığı gibi har-cımızın, biçimimizin ve yapımızın, hayatla Kozmos arasında de-rinden varolan ilişkiye sıkı sıkıya bağlı o lduğunu anlatır ,

— 262 —

Bölüm X

SONSUZLUĞUN İPUCU Gökyüzünden ve Yeryüzünden önce Hayal meyal kurulmuş bir şey var. Sessizlikte ve boşlukta Öylece riuî-uyor ve değişmiyor, Dönüp dolaşıyor ve yorgun düşmüyor. Dünyanın anası olabilir. Adını bilmiyorum Bir sözcük kullanmak için Ona 'Yol' diyorum. Derme çatma bir İsim bulabiliyorum ve Ona 'Büyük' diyorum. Büyük olunca aramızda bulunmuyor, Bulunmayınca uzaklarda varoluyor Uzaklarda varolunca da içimizde yaşıyor.

— Lao - tse, Tao Te Ching (Çin, M.Ö. yaklaşık 600)

Yukarıda bir yol var, gökyüzünde belirgin; adı Saman-yolu. Parıltısı kendinden. Tanrılar bu yoldan gidiyorlar

— 263 —

büyük Yaratıcı'ya ve mekânına... İçte orada oturuyor-lar gökyüzünün güçlüleri.

— Ovidius, Metamorphoses (Roma, 1. yüzyıl)

Bazı akılsızlar dünyanın bir Yaratıcı'nın elinden çıktığı-nı söylüyorlar. Dünyanın yaratıldığı görüşü yanlıştır. Reddedilmelidir. Dünyayı Tanrı yaraltıysa, yaratılıştan önce neredeydi?.. Şunu bil kî, dünya yaratılmış değildir. Zaman gibi dün-ya da yaratılmamıştır. Bir başlangıcı ve sonu yoldur. Ve kurallara bağlıdır...

— Mahapuıana, Jinasena {Büyük Efsane) Hindistan 9, yüzyıl

ON YA DA YİRMİ MİLYAR YIL ÖNCE BÜYÜK P A T -LAMA OLMUŞ.. . Evrenin başlangıcı olan Büyük Pat lama. Bu patlamanın nedeni kafamızı kurcalayan en büyük gizdir. Ancak olduğu da mantığa uygundur Evrenin şimdiki madde ve ener-jisi büyük bir yoğunluk içindeydi. Bir tür kozmik y u m u r t a diye-biliriz; dünyanın yaratı l ışına ilişkili birçok uygarlığın efsane-lerinde denildiği gibi. Bu yoğunluk belki de hiçbir boyuta sahip olmayan bir matematik değerdi. Tüm madde ve ener j i bugün-kü evrenimizin bir köşesinde sıkışıp kalmıştı demek istemiyo-rum. Madde ve ener j i ve bunlar ın doldurduğu mekândan oluşan tüm evren çok küçük bir hacim kapl ıyordu demek is t iyorum. Bir başka deyişle, mekân olayların yer almasına olanak verme-yecek denli dardı.

Kozmik patlamada evren sürekli olarak genişlemeye başla-dı. Evrenin genişlemesini, bir kabarcığın genişlemesinde olduğu gibi, dışarısından bakarak anla tmaya kalkışmak yanlış olur. Bu konuda bilebildiklerimizin hiçbiri dışarıdan olmamışt ı r zaten.

Uzay gerildikçe, evrendeki madde ve ener j i onunla birl ikte genişledi ve hızla soğudu. Kozmik ateş topunun ışınımı, şimdi olduğu gibi, o zaman da evreni doldurarak tayf tan süzüldü; gam-

— 264 —

ma ışınlarıyla X - ı ş ı n l a r ı n a ve morötesi ışığa, tayfın görülebilir gökkuşağı renkler inden kızılötesi ve radyo bölgelerine kadar, O ateş tcpunun kalıntı ları alan ve göğün her yanından çıkıp gelen ışınım bugün radyo - teleskoplarla saptanabihyor. Evrenin ilk dönemlerinde uzak parıltılı biçimde aydınlanıyordu. Zaman-la, uzayın yapısal dokusu genişlemeye devam etti, ışınım (rad-yasyon) scğudu ve görülebil ir ışık niteliği açısından, uzay ilk kez bugünkü gibi karanl ığa dönüştü.

Evren ilk dönemlerinde ışınımla ve çeşitli maddelerle do-luydu, Ateş topunun ilk çağındaki yoğunluğunda ilkel maddeler-den hidrojen ve helyum oluşmuştu. Görülmeye değer fazla bir şey yoktu evrende. Tabii, izleyecek kimse de yoktu. Ardından küçük küçük ve birbir inin aynı o lmamak üzere, gaz cepleri bü-y ü m e y e başladı. Kocaman örümcek ağı biçiminde gaz bulut lar ı filizlendi. Yığınlara dönüştü. Yavaştan fır dönmeye başlayan şey-ler belirdi. Giderek parı l t ı kazanmaya başladı bunlar . Her biri yüz milyarlarca noktayı aydınla tan ga l ip hayvan görünümüne hüründüle r . Evrende tanınabilecek en büyük yapılar belirmiş-ti. Bunlar ı bugün görmekteyiz. Bunlardan birinin ücra kölesin-de yaşamaktayız . Galaksi ler (Gökadalar) adını ver iyoruz onlara.

Büyük Pa t l amadan bir mi lyar yıl sonra evrendeki madde dağılımı birbir inin aynı olmayan öbekler halinde gerçekleşti. Öbekler in aynı olmayışı Büyük Pa t l aman ın tam olarak düzen-li gerçekleşmemesinden ö t ü r ü d ü r belki de. Bu öbeklerde mad-de başka yeri erde kinden daha yoğun biçimde sıkışmıştı. Çekim gücü bu madde öbeklerine, yakın lar ında dolaşan gazların önem-li bir bö lümünü çekmiştir. Böylece çektikleri hidrojen ve hel-y u m bulu t la r ına hevenk hevenk takım adalara dönüşme kaderi reva görülmüştü . Başlangıçtaki öbeklerin aynı büyüklükte 0.1-mayışı, sonradan, çok önemli mik ta rda madde yoğunlaşmaların-da başlıca e tkendir .

Çekim gücünün etkisine kapılma sürdükçe, ilk gökadaların

fır dönmesi giderek hız kazandı. Bunlardan bazıları, çekim gü-

cünün merkezkaç günü taraf ından dengelenemediği dönüş ek-

— 265 —

büyük Yaralıcı'ya ve mekânına... İşte orada o t u r u y o r -lar gökyüzünün güçlüleri.

— Ovidius, Metamorphoses (Roma, t. yüzyıl)

Bazı akılsızlar dünyanın bir Yarahcı'nın elinden çıktığı-nı söylüyorlar. Dünyanın yaratıldığı görüşü yanlıştır. Reddedilmelidir. Dünyayı Tanrı yareitıysa, yaratılıştan önce neredeydi?.. Şunu bil ki, dünya yaratılmış değildir. Zaman gibi dün-ya da yaratılmamıştır. Bir başlangıcı ve sonu yoktur. Ve kurallara bağlıdır...

— Mahapuıana, Jinssena (Büyük Efsane) Hindistan 9. yüzyıl

O N YA DA YİRMİ MİLYAR YIL ÜNCE BÜYÜK P A T -LAMA OLMUŞ. . . Evrenin başlangıcı olan Büyük Pat lama. Bu pat lamanın nedeni kafamızı kurcalayan en büyük gizdir. Ancak olduğu da mant ığa uygundur . Evrenin şimdiki madde ve ener-jisi büyük bir yoğunluk içindeydi. Bir tür kozmik y u m u r t a diye-biliriz; dünyanın yaratılışına ilişkin birçok uygarl ığın efsane-lerinde denildiği gibi. Bu yoğunluk belki de hiçbir boyuta sahip olmayan bir m a t e m a ü k değerdi. Tüm madde ve ener j i bugün-kü evrenimizin bir köşesinde sıkışıp kalmıştı demek istemiyo-rum. Madde ve ener j i ve bunların doldurduğu mekândan oluşan tüm evren çok küçük bir hacim kaplıyordu demek is t iyorum. Bir başka deyişle, mekân olayların ye r almasına olanak verme-yecek denli dardı.

Kozmik patlamada evren sürekli olarak genişlemeye başla-dı. Evrenin genişlemesini, bir kabarcığın genişlemesinde olduğu gibi, dışarısından bakarak anla tmaya kalkışmak yanlış olur. Bu konuda bilebildiklerimizin hiçbiri dışarıdan olmamışt ı r zaten.

Uzay gerildîkçe, evrendeki madde ve ene r j i onunla birl ikte genişledi ve hızla soğudu. Kozmik ateş topunun ışınımı, şimdi olduğu gibi, o zaman da evreni doldurarak t ay f t an süzüldü; gam-

— 264 —

ma ışınlarıyla X - ı ş ı n l a r ı n a ve morötesi ışığa, tayf ın görülebilir gökkuşağı renkler inden kızılötesi ve radyo bölgelerine kadar . O ateş topunun kalınt ı ları olan ve göğün her yanından çıkıp gelen ışınım bugün radyo - teleskoplarla saptanabiliyor. Evrenin İlk dönemlerinde uzak parıltılı biçimde aydınlanıyordu. Zaman-la, uzayın yapısal dokusu genişlemeye devam etti, ışınım (rad-yasyon) soğudu ve görülebilir ışık niteliği açısından, uzay ilk kez bugünkü gibi karanl ığa dönüştü.

Evren ilk dönemlerinde ışınımla ve çeşitli maddelerle do-luydu. Ateş topunun ilk çağındaki yoğunluğunda ilkel maddeler-den hidrojen ve he lyum oluşmuştu. Görülmeye değer fazla bir şey yoktu evrende. Tabii, izleyecek kimse de yoktu. Ardından küçük küçük ve birbir inin aynı olmamak üzere, gaz cepleri bü-yümeye başladı. Kocaman örümcek ağı biçiminde gaz bulut lar ı filizlendi. Yığınlara dönüştü. Yavaştan f ı r dönmeye başlayan şey-ler belirdi. Giderek parı l t ı kazanmaya başladı bunlar . Her biri yüz milyarlarca noktayı aydınla tan gar ip hayvan görünümüne hüründüler . Evrende tanınabilecek en büyük yapılar belirmiş-ti. Bunlar ı bugün görmekteyiz. Bunla rdan birinin ücra köşesin-de yaşamaktayız . Galaksiler (Gökadalar) adını ver iyoruz onlara.

B ü y ü k Pa t l amadan b i r mi lyar yıl sonra evrendeki madde dağılımı birbir inin aynı olmayan öbekler halinde gerçekleşti . Öbeklerin ayııı olmayışı Büyük Pa t l amanın tam olarak düzen-li gerçekleşmemesinden ö t ü r ü d ü r belki de. Bu Öbeklerde mad-de başka yer le rdekinden daha yoğun biçimde sıkışmıştı. Çekim gücü bu madde öbeklerine, yakınlar ında dolaşan gazların önem-li bir bö lümünü çekmiştir . Böylece çektikleri h idrojen ve hel-yum bulu t la r ına hevenk hevenk takım adalara dönüşme kaderi reva görü lmüş tü . Başlangıçtaki öbeklerin aynı büyüklükte ol-mayışı, sonradan, çok önemli miktarda madde yoğunlaşmaların-da başlıca e tkendir .

Çekim gücünün etkisine kapılma sürdükçe, ilk gökadaların fır dönmesi giderek hız kazandı. Buula rdan bazıları, çekim gü-cünün merkezkaç günü taraf ından dengele ne mediği dönüş ek-

- 265 —

seni boyunca ezilerek yassıldılar, Uzayda fırıldak gibi dönüp dolaşan büyük madde birikintileri olan sarmal gökadaların ilki bunlar oldu. Çekim gücü daha az olan ya da başlangıçtaki dönüş hızı daha düşük ilk gökadalar fazla yassıImayarak eliptik dönen, ilk galaksiler oldular. Aynı kal ıptan dökülmüşçesine benzer başkaca gökadalar da var evrende. Çünkü çekim gücü ve açısal b : gibi doğa yasaları evrenin he r yerinde geçerlidir. Ye rkü re -m; iv çekim gücünün etkisiyle düşen cisimler ve tek ayak üs-tünde dönen buz patencileri için sozkonusu olan fizik yasaları , evrende de gökadalar için aynen geçerlidir.

Yeni doğmakta olan gökadalar (galaksiler) arasındaki çok küçük bulut lar da çekim gücünün etkisine kapıldılar, tç ısıları-nın derecesi çok yükseldi, termonükleer tepkimeler başgösterdi ve ilk yıldızlar böylece oluştular. Hidrojen yakıt ı sermayeler ini savurganca tüket ip Ömürlerini süpernova pat lamasıyla sona er-dirdiler. Helyum, karbon, oksijen ve daha ağır e lement lerden meydana gelen termonükleer küllerini yıldızlararası gazlar a ra -sına katarak yeni yıldız nesillerini hazırladılar. Büyük kütlel i yıldızların süpernova patlamaları , yanı başlarındaki gaz üze-rinde üst üste şok dalgaları yayarak galaksilerarası or tamdaki basınçla hevenk hevenk yeni gökada nesillerini hızlandırdı, Çe-kim gücü büyük fırsatçıdır, yoğunlaşan en küçük madde birikin-tilerini bile genişletmekten kendini alamaz. SÜpernovaların şok dalgaları her aşamada madde bir ikiminde rol oynamışt ır . Koz-mik. evrimin destanı, Büyük Pa t lamadan çıkan gazın madde yo-ğunlaştırmadaki «silsile-i meratip» destanı baş lamış t ı : Gökada hevenkleri, gökadalar, yıldızlar, gezegenler, sonuçta, haya t ve hayatın başlamasından sorumlu görkemli sürecin ne o lduğunu birazcık anlayacak akıl.. .

Bugün evren, gökada hevenkleriyle doludur. Bunla rdan ba-zıları bir düzineye yakm gökadalar bu lunduran anlamsız ve de-ğersiz koleksiyonlardır. Duygusal bir yakınl ıktan Ötürü olacak, '-Bölgesel Grup» adını verdiğimiz grupta he r ikisi de sa rmal iki büyük gökada va rd ı r : Samanyolu ve M31. Başka gökada he-

— 266 —

venklerinde birbirine karşılıklı çekim gücüyle sarılmış binlerce gökada sürüler i vardır .

Genel anlamda, gökadalardan meydana gelen bir evrende yaşıyoruz. Kozmik mimarinin sürekli yapılış ve çöküşüne ait belki de 100 milyar galaksi örneği vardır . Düzenle düzensizliğin b i rarada y ü r ü d ü ğ ü bu kozmik mimaride normal sarmal biçim-de olanlarına rastlarız, Yeıyüzünden bakış çizgimize kıyasla çe-şitli açılar alarak dönerler. (Önden görününce sarmal kolları; profi lden görününce, kolları o luş turan gaz ve toz yolları beli-r i r . ) Or ta lar ından yıldızların geçiştiği ve gazla toz ı rmağının kestiği çizgili sarmal lar vardır . Bir tr i lyon yıldızdan fazlasını b u l u n d u r a n dev elliptik gökadalar bulunur . Cüce olanlarına da ras t lanı r ki, her biri önemsiz milyonlarca güneş bulundurur . Öylesine çok düzensiz olanları var ki, bu, galaksiler âleminde işlerin bazı bölgelerde iyi gitmediğine işarett ir . Bazı gökadalar da birbir ler ine öyle yakın bir yörüngede dolaşırlar ki, uçları, adaşlarının çekim gücü yüzünden kıvrı lmışfır . Bazı durumlar-aaysa çekim gücü gaz ve yıldız kümeler in i dışarıya doğru itti-ğinden, gökadalararası geçit genişler. Gökadalararası çarpışma-l a r önceleri küresel olan hevengin biçimini değiştirir. Elliptik biçimlerin sarmal biçimlere ya da biçimsizliklere dönüşmesinden sorumlu da olabilir sözünü ettiğimiz çarpışmalar. Galaksilerin çokluğu ve biçim çeşitliliği, bize eski zamanlarda evrende olup bi tenler hakkında birşeyler anlat ıyor olabilir. Bu öyküyü he-nüz yeni okumaya başlamış bulunuyoruz.

«Kuasar» sözde yıldız anlamına gelmektedir . Yıldıza çok benzedikler inden bunlar ın gökadamızdaki yıldızlar olduklarını düşünmüş tük doğal olarak. Ancak spektroskopik araş t ı rmalar bunla r ın çok uzaklarda bulunabileceğini göstermiştir . Kuasarla-r ı n evrenin genişlemesinde çok önemli rol aldıkları sanılıyor. Bun la rdan bazıları bizden ışık hızının yüzde 90'ına eş bir hızla uzaklaşmaktadır lar . Eğer kuasar lar çok uzaktaysalar, hu mesa-fe lerden görülecek kadar içleri par lak olmalı. Aralarında bin sü-p e m o v a m n bir defada patlamasının çıkardığı ışık kadar par lak

— 267 —

1

clanlaîı var. Kuğu X - 1 için spzkonusu olduğu gibi, bunlar ın hız-lı dalgalanmaları, o müthiş parlaklıklarının küçük bîr hacim için-de (başka bir deyişle, güneş sistemi hacmine yakın.) kaldığını gösteriyor. Bu kuasardan büyük mik ta rda ener j i yayıldığına ba-

a, bun® çok ilginç bir süreç doğuruyor olmalı. Bunun ne-de ine ilişkin olarak ortaya atılan fikirleri şöyle özetleyebili-

(1) Kuasarlar , güçlü bir manyet ik alana bağlantılı olarak hır dönen olağanüstü kütleli dev - a tarcalardır ; (2) kuasarlar , galaksinin göbeğinde yoğun birikimli milyonlarca yıldızın çok yanlı çarpışma7arından ileri gelmektedir . Bu çarpışmalar sonu-cvr.da, büyük kütlel i yıldızların dış katmanlar ı y ı r t ı larak, iç ke-simlerinin milyar lara varan derecedeki ısısı ortaya çıkıyor; (3) fcir önceki savın benzeri hu sava göre, kuasar la r öylesine

yoğun birikimli yıldız galaksileridir ki, yıldızların bir indeki sü-pervona patlaması başka bir yıldızın dış ka tmanını y ı r t a rak onu da bir süpernova yapar ve zincirleme tepkimeyle yıldızlarda pat-lamalar meydana gelir; (4) kuasar lar maddeyle madde - karşı t ı -nın ( a n t İ - m a d d e ) birbirini şiddetle yok etmesinden güç kayna-ğı alıyor ve her nasılsa bu gücü koruyor; (5) böylesi bir gökada-

m göbeğindeki kara deliğe gaz, toz ve yıldızların düşmesiyle çıkan ener j i bir kuasardır ; ve (6) kuasar la r «beyaz delik»ler-d:':\ Yar.:, kara deliklerin a rka yan lan . Evrenin öteki yanla-rında, hatta belki de başka evrenlerde kara deliklere ho r tum gi-bi madde emilerek bir maddenin görün tüye dönüşmesidir .

Kuasar lar ı incelemeye kalkışınca, çok derin gizlerle karşı karşıya kalıyoruz. Bir kuasar patlamasının nedeni ne olursa ol-sun, şurası kesin ki, böylesine şiddetli b i r pa t lama anlat ı lması zor bir karmaşa yara t ıyordun Ker kuasar pat laması milyonlar-ca dünyayı -hayat ve olup bitenleri kavrayacak akıllı yara t ık la r da bulunabil ir bu dünyalarda- silip süpürüyordur . Gökadalar in-celendiğinde, evrensel bir düzen ve güzellik görülüyor bunlarda . Fakat aynı zamanda, insanın aklına sığmayacak büyüklük te b i r karmaşa da şiddetini beraberinde getiriyor. Yaşamamız olanak veren bir evrende hayat sürmemiz çok ilginçtir. Galaksileri , yıl-

- 268 —-

dızları ve dünyala r ı yok edip götüren bir evrende yaşamamız da ilginçtir. Evreni bizden yana ya da bize karşı diye yorumlama-malıyız. Bize karşı kayıtsız davranıyor, Hepsi bu.

Samanyolu gibi görünürde uslu bîr galaksinin bile gürül tülü patırtı l ı huysuzluklar ı vardı r . Radyo gözlemleri, Samanyolu Ga-laksisinin göbeğinden sorguç gibi yükselen iki muhteşem hid-ro jen gazı bulutu belirliyor. Buysa arada sırada hafif pat lama-lara işaret t i r . Sözkonusu büyük hidrojen gazı bulutları , milyon-larca adet güneş var e tmeye yeter de ar tar . Yerküremiz in yö-rüngesine yerleştir i len yüksek enerj i l i astronomi gözlemevi, galaksinin çekirdek bölümünde özgün bir gamma ışını tayf çiz-gisi kaynağı bulmuştur . Şiddet dolu erginlik çağında kuasar lar ve pat lar gökadaların gelip geçtiği sürekli evr im dizisir.de, Sa-manyolu gibi galaksiler ağırbaşlı orta yaşlılığı ifade ediyor ola-bilir. Şunu bel ir tel im ki, kuasar la r çok uzaklarda olduklarından biz onların mi lyar larca yıl önceki gençlik hal ler ini görmekteyiz.

Samanyolu 'ndaki yıldızlar sistemli ve hoş bir gö rünüm için-de devinirler . Galaksi düzleminden küresel hevenkler î :rlayıp öte-yana geçerler ve orada yavaşlayarak geri dönüş yapıp yeniden öne f ı r lar lar . Teker teker her bir yıldızın galaksi düzlemindeki bireysel devinimler in i izleyebilsek mısır pat laması görür gibi oluruz. Bir galaksinin belirli bir biçim değişikliği geçirişine hiç tanık olmadık. Bunun tek nedeni devinimin çok zaman alması-dır . Samanyolu Galaksisi he r 250 milyon yılda bir dönüşü rü ta-mamlar . Bir galaksinin astronomik bir fotoğrafının çekilmesi, onun ağırbaşlı devinimiyle evr imindeki bir aşamanın anlık gö-r ü n t ü s ü d ü r (*). Bir galaksinin İç bölgesi katı bir cisim gibi dö-

( * } Aslında bu pek de doğru sayılmaz. Bir galaksinin bize baltan yanı, bize, uzak yanından on binlerce ışık y ı l ı daha yakındır; bu ned«nle ön cephesini arka yanından on binlerce yd Önce gö-rüyoruz. Galaksilerin dinamiğindeki t ipik olgular on milyonlarca yı l içinde geçtiğinden, bir galaksinin görüntüsünü zamanın bir anında donmuş gibi duruyor düşünmedeki hata payı büyük de-ğildir .

— 269 —

ner. Fakat öteki bölümler, Kepler ' in üçüncü yasası uyarınca ge-zegenlerin Güneş çevresinde dönüşü gibi, dış bölgeleri daha ya-vaş olmak üzere dönerler. Galaksinin kolları, orta bölgeyi gide-rek sarmak eğilimindedirler. Gaz ve toz sarmal bölgelerde daha çok yoğunlaşır. İşte buraları geııç, sıcak, parlak yıldızların olu-şum bölgeleridir. Bu yıldızlar yaklaşık 10 milyon yıl parı ldar-d ı . B a s ü r e bir galaksinin dönüş süresinin yalnızca yüzde S'ine

.'-. Sarmal kolu belirleyen yıldızlar yaıııp gittikleri için on-ların hemen ardında yeni yıldızlarla onlara bağımlı bulutsular

oluştuğundan, sarmal biçim hep varlığını sürdürür . Sa rmal kolu belirleyen yıldızlar, galaksinin tek bir dönüş süresi boyunca bile hayatta kalamadıklarından, sürekli olarak yalnızca sarmal biçim Yarlığını sürdürür .

Galaksinin merkezine yakın herhangi bir yıldızın hızı, ge-ne t ik le sarmal biçim içindeki yıldızın hızıyla aynı değildir. Gü-neş, Samanyolu Galaksisi çevresinde y i rmi kez tamamladığı dö-nüğü sırasında sarmal kollar arasından epey girip çıktı. Güneş'-in Samanyolu çevresindeki dönüş hızı da saniyede 200 kilomet-redir. Ortalama olarak Güneş'le gezegenler bir sarmal kolda kırk milyon yıl kalıyorlar. Sarmal kol dışında seksen milyon yıl har -cıyorlar, sonra içinde bir kırk milyon yıl daha ve böylece s ü r ü p gidiyor. Sarmal kollar kuluçkaya yatmış yeni yıldız hasadının hazırlandığı ve Güneş gibi orta yaşlı yıldızların mut laka bulun-ması gerektiği bölgeler değildir. Şu dönemde, sa rmal kollar ara-sında bulunuyoruz.

Güneş sisteminin sarmal kollar arasından belirli aral ıklar la geçmesi bizler için önemli sonuçlar doğurmuş olmalıdır. On mil-yon yıl kadar önce Güneş, Orioıı Sarmal Kolunun Gould Kuşa-ğından çıktı. Şimdi bu sarmal kol bin ışık yılı uzaktadır . (Orion Kolunun içinde Yay - Sagıttarius - Kolu; Orion Kolu 'nun ötesin-de de Perseus Kolu vardır.) Güneş bir sa rmal kol içinden geç-tiğinde, gazb bulutsuya ve yıldızlar arası tozlu bulut lara girmesi olasılığı kuvvetlidir. Yeni yıldız yara tacak harçlara ras laması olasılığı da içinde bulunduğumuz döneme oranla daha yüksekt i r .

— 270 -

Yerküremizde he r 100 milyon yılda bir tekrar lanan başlıca b u -zul çağlarının Güneş'le yeryüzü arasına yıldızlararası maddenin girmesinden kaynaklandığı savunuluyor . W. Napier ve S. Clu-be'in öne sürdükler i f ikre göre, güneş sistemindeki epey sayıda ay, asteroid, kornet ve gezegenleri çevreleyen halkalar bir za-manlar yıldızlararası mekânda serbestçe dolanırlarken, Güneş, Orion Sarmal Kolundan geçtiği sırada tutuklanmışlardır . Bu fi-kir ilginçtir, ancak gerçekleşmiş olması zayıf b i r olasılıktır. Fa-kat sınanabil ir bir f ikirdir . Sınamak İçin ihtiyacımız olan tek şey, bir kornettir ve onun magnezyum izotopunu incelemektir. Magnezyum izotoplarının görece fazlalığı, özgün bir magnezyum örneği oluşturan bir süpernova pat lama zamanının belirlenmesi de dahil olmak üzere, yıldızdaki nükleer olgular dizisine işaret eder. Galaksinin başka bir köşesinde başka olaylar dizisi yer al-mış olabilir ki, bunlardaki magnezyum izotop oranı değişiktir.

Büyük Pa t l amaya ve galaksilerin uzayın gerilerine çekilişi-ne ait olgu, «Doppler etkisi» dediğimiz doğadaki bir olgudan anlaşılmıştır, Biz bu etkiyi ses fiziğinden biliyoruz. Bir otomo-bil sü rücüsünün hızla yanımızdan geçerken kornasını çaldığı-nı düşünel im. Arabanın içinde sürücü belirli b i r perdeden çı-kan b i r sabit ses duyar . Faka t a rabanın dışında olan bizler, ses. perdesinde değişmeler fark ederiz. Korna sesi bize yüksek fre-kanslardan alçak f rekansa doğru inerek ulaşır. Saat te 200 kilo-met re hız yapan bir yarış arabası, ses hızının yaklaşık beşte bi-r i kadar süra t yapıyor demektir . Ses havada dalgaların yayıl-mas ından oluşur. Dalganın bir üs t eğrisi, bir de alt eğrisi de-ğeri sözkonusudur. Dalgalar bi rbir ine ne kadar yakın olursa f r ekans ya da ses perdesi o denli yüksek olur. Ses dalgalan bir-b i r inden ne kadar uzak olursa, ses perdesi o denli düşük olur. Eğer a raba bizden hızla uzaklaşıyorsa, ses dalgalarını genleş-t i rerek bizim açımızdan daha düşük bir ses perdesinde ulaşt ı-r ı r . Ve böylece hepimizin bildiği tipik sese olanak verir. Eğer araba bize doğru geliyor olsaydı, ses dalgaları birbirine yakın-laşıp ezilir, f rekans yükselirdi. Ve yüksek perdeden bir çığlık

— 271 —

duyardık . Eğe r a raba d u r d u ğ u yerde kornas ın ı ö t tü rseydi ve çı-kardığı ses perdesini önceden bilseydik, a r aban ın hızını, gözü kapalı , çıkardığı korna sesinin değişikl iğinden söyleyebil i rdik.

Işık da b i r dalgadır . Sesin tersine, b i r boşluğu çok iyi kat-eder . Doppler etkisi ışık konu-sunda da geçerlidir- Otomobil , he rhang i b i r nedenden ö t ü r ü , ses yer ine , önünden ve arkasın-dan saf sarı ışık demet i ç ıkar ı-yor olsaydı, ışığın f rekans ı a ra -ba yak laş ı rken a r t acak ve a ra -ba uzaklaş ı rken haf i fçe azala-caktı . A r a b a normal b i r hızla i lerlerse, bu etki değişimi f a r k edilmez. F a k a t araba, ışık hızı-nın belirli b i r o ran ındak i hızla bize doğru İlerlerse, ışığın ren-ginin daha yüksek f r e k a n s l a r a doğru değişt iğini (maviye doğ-ru ) gözlerdik. A r a b a y ine dedi-ğimiz sü ra t l e bizden uzaklaş ı r -ken, daha aşağı f r e k a n s l a r a (kır-mız ıya doğru) değiş t iğini göz-lerdik. Bize çok b ü y ü k hızla yak -laşan b i r c ismin tayf r eng in in çizgileri mav iye döner . B izden çok b ü y ü k bi r bızja uzak laşan b i r c i smin tayf renk le r i k ı rmı -

zıya (*) döner. Bu k ı rmız ıya dönüş uzak la rdak i ga laks i ler in

Doppfcr etkisi: İ i b i t bb kaynaktan ses ya de ı̂ ile dalgaÜh daireler halinde yayılır.

kay naîı iağıön s ota doğru (ıarctet hzİinsseyM, tlıireirrin merkezleri Vden b'Yi doğru tlcfler. Gözlemci B dalgaları f i ş l e m i ş olarak görürken, Gözlemci A 5ikı;iF'f olarataîgıiar. Uzakla şan kayrak, dalga boylarının uzaması nedeniyle kırmı-zıya d ü n ü r k e n , y a k l a ş kayrak ıfelp boylarının kısilrnası nedeniyle maviye dö-nüşür. Doppler etkin kozmolojinin anah-tarıdır.

(*) Cismin kendisi herhangi bir renkte olabilir. Mavi de olabilir. Kırmızıya dönüş, tayftaki her renk çizgisinin durağan lıaldekine oranla daha büyük dalga uzunluklarında görünmesi demektir.

— 272 —

tayf çizgilerinde gözlenip Doppler etkisi açısından yorumlanın-ca Kozmoloji bil iminin anahtar ına kavuşulmuş oluyor.

Bu yüzyılın başlarında, uzak gökadaların kırmızıya dönüş olgusunu incelemek üzere dünyanın en büyük teleskopu Wil-son Dağı üzerine yerleştir i l iyordu. O zamanlar göğü ter temiz olan Los Angeles'e bakar bu dağ. Teleskopun çok büyük par-çalarının dağ tepesine katır s ır t ında taşınması gerekmişti. Ka-tır sürü ler ine sahip olan Milton Humason adında biri, dağın tepesine mekanik, optik malzemeyle bilgin, mühend i s ve yet-kili kişileri katır s ır t ında taşıma görevini üstlendi. Atıyla kat ı r kervanın ın önüne geçen Humason, dağa t ı rmanırken semerin hemen ardında du ran köpeğinin pençeleri de omuzundan eksik değildi. T ü t ü n çiğneyen, kumarbaz, polo oyununda başarılı ve o zamanlar hanımefendi ler in erkeği tanımına giren biriydi. Or taokuldan öte bir öğrenimi yoktu. Fakat zekiydi. Her şeyi inceden inceye soruşturur , Öğrenmeye çalışırdı. Bu arada da-ğın ta tepelerine taşıdığı aygıtların da neyin nesi olduğunu sor-m a k t a n elbet geri kalmadı . Kuru l an gözlemevinde çalışan mü-hendislerden birinin kızıyla da arkadaşl ık ediyordu. Mühendis baba bir seyis o lmaktan öte iht iras taşımayan bir adamla kızı-nın arkadaşl ık e tmesinden endişe duymaktaydı . Derken, Huma-son gözlemevinde bir sürü garip görevlere a t and ı : Elektrikçi yardımcıl ığına, kapıcılığa, kurulması İçin malzemesini ve ay-gıt larını get i rmeye yardımcı olduğu teleskop donanımı temiz-leyiciliğine, Bir gece, söylendiğine göre, teleskop gözlemci yar-dımcısı hasta lanmış ve Humason 'dan yerine geçmesi istenmiş. Aygıt lar ı kul lanmada öylesine özen ve ustalık göstermiş ki, kı-sa zamanda teleskop teknisyeni görevi verilmiş. Aynı zamanda gözlemci yardımcısı da olmuş.

Birinci Dünya Savaşından hemen sonra Wilson'a ünü kısa zamanda yayılan Edwin Hubble geldi. Çok parlak bir astro-nomdu. Sarmal bulutsular ın aslında «evren adaları» oldukları-nı, bizim kendi Samanyolu Galaksimiz gibi çok sayıda kocaman

— 273 — Kozmos : F. 13

yıidız kümelerinden ibaret bulunduklar ını sonuçta kanı t layan Hubble'dır. Galaksilere olan uzaklıkları ölçmeye yarayan yıldız-l ım j:i§kin ışık birimini Hubble akıl etmiştir, l lubblc ve Hu-mason inanılmayacak kadar uyum içinde çalışan bir ekip oluş-undu . Lowell Gözlemevinde çalışan astronom V.M. Slipher'İn bir buluşuna dayanarak uzak galaksilerin tayf incelemesine koyuldular. Sonradan Ilumason'uıı uzak galaksiler tayf ölçü-nıi ıcio büyük bir ustalık kazandığı görüldü. Profesyonel astro-fı mdatı daha iyi sonuçlar elde etti. Kısa zamanda Wilson Göz-lemevi kadrosuna alındı, bilimsel verilerin çoğunu öğrendi. Ast-: onorr "nr camiasında sayılan ve zengin bir kişi olarak öldü.

Bir galaksiden gelen ışık, onu oluşturan milyarlarca yıl-dızdan çıkan ışığın toplamına eşittir. Işık bu yıldızlardan çıkıp ayrılırken, yıldızların dış katmanlar ındaki atomlar ta ra f ından bazı f rekanslar ya da renkler emilir. Bunlara ilişkin elde et t i -ğimiz çizgiler, milyonlarca ışık yılı uzaklardaki yıldızların, G ü -neş'imizin ve yakınlaı ımızdaki yıldızların aynı kimyasal ele-men t!ere sahip olduklarını Öğrenmemizi sağlar. I lumason ve Hubble tüm uzak galaksilere ait tayf lar ın kırmızıya döndüğü-nü, galaksiler ne denli uzaksalar tayf taki çizgilerinin o denli k ı r -mızıya döndüklerini hayret le gözlediler.

Sözkonusu kırmızıya dönüşün en iyi açıklanışı Doppler ku-ralıyla mümkün o luyordu : Galaksiler bizden giderek ger iye çekiliyorlardı. Galaksi ne denli uzaktaysa geriye kaçış hızı o denli fazlaydı. Peki , neden galaksiler bizden kaçıyorlar? Ev-rendeki bibini konumumuzda özel bir du rum mu vardı? Acaba Samanyolu Galaksisi gökadaîararası kural lar ı küstahça çiğne-miş miydi? Evrenin genişlediği ve beraber inde galaksileri de götürdüğü daha olası bir yanıtt ı . Yavaş yavaş anlaşıldı ki, H u -mason ve Hubble Büyük Pat lamayı , evrenin başlangıcını değil-se bile tekrar dirilişlerinin en yenisini keşfetmişlerdi.

Çağdaş kozmolojinin hemen t ü m ü ve özellikle genişleyen bir evren ve Büyük Patlama, uzak galaksilerin kırmızıya dö-nüş olgusunun Doppler etkisinden ileri geldiği ve geri çekiliş

— 274 —

hızlarının artt ığı görüşüne dayanmaktadı r . Faka t doğada daha başka t ü r kırmızıya dönüşler de sözkonusudur. örneğin , çekim gücünden doğan kırmızıya dönüş de vardır . Böyle bir durumda çok yoğun çekim gücü alanından çıkan ışık buradan sıynlabi l-mek için öylesine çok çaba harcar ki, yolculuğu sırasında ener-ji kaybeder. Uzaktaki b i r gözlemci, sıyrılıp çıkan ışığın daha büyük dalga uzunluklar ına ve daha kırmızı renklere dönüşü ola-rak saptar bu olguyu. Bazı galaksilerin merkezlerinde kocaman büyük delikler olduğunu düşündüğümüze göre, bunlar ın kırmı-zıya dönüş olgusuna yol açmaları akla yakın gelmektedir . Bu-nunla birlikte, gözlenen özgün tayf çizgileri, genellikle çok in-ce ve seyrek gaz verileri taş ımakta olup kara delik çevresinde bulunması gereken olağanüstü yüksek yoğunluk verilerine uy-mamaktad ı r . Bir de şu deneb i l i r : Kırmızıya dönüş olgusu evre-nin genel bir genişlemesini değil, daha mütevazı ve bölgesel bir galaksi patlamasını açıklayan bir Doppler etkisidir. Ancak böy-le bir durumda , pa t lamadan ö tü rü bizden uzaklaşan öğeler ka-dar, bize yakınlaşan öğeler de vardı r herhalde. Yani kırmızıya dönüş oranı ne kadarsa, tayf çizgilerinde maviye dönüş de o kadar olmalıdır. Oysa şimdiki durumda gördüğümüz hemen tü-müyle kırmızıya dönüştü. Teleskopumuzu Bölgesel Grup ' t an Ötedeki hangi uzak cisme çevirirsek çevirelim, gördüğümüz şey kırmızıya dönüştür .

Bununla birl ikte, Doppler etkisi açısından gökadalardaki kır-mızıya dönüşü saptamakla, evrenin genişlediği sonucuna var-manın doğru olmayacağı görüşünü sürekli öne süren astronom-lar da var. Astronom Hallon Arp, bir galaksiyle bir kuasarın ya da bir galaksi çiftinin fizik görüntü uygunluğuna karşın, kır-mızıya dönüş uygunsuzluğu gostermeleriyle ilgili şaşırtıcı so-nuçlar elde etmişt i r .

Doppler etkisiyle yorumlanan kırmızıya dönüşün galaksile-rin geri lere çekildiğini göstermesi, Büyük Pat lamanın olduğuna tek kanı t değildir. Büyük Pa t l amadan bu yana bir hayli soğu-m u ş olması gereken patlama radyasyonunun günümüze dek kal-

— 275 —

ması ve evrenin her yönünden beklenen bir yoğunlukta, tek-düze, hafif duyulur radyo dalgaları olarak gelmesi de ikna edi-ci kanıt sayılır. Yerküremiz atmosferinin sınır larına U - 2 uça-ğıyla götürülen çok duyarl ı bir radyo anteniyle sürdürü len göz-lemler, arka plandaki radyasyonun, ilk tahmini hesaplara göre, he r yöııa aynı yoğunlukta yayıldığını ortaya koydu; Büyük Pa t -lamadan çıkan ateş topunun her yöne simetrik olarak yayı lma-sı gibi. Fakat daha ince hesaplar sonucu, radyasyonun tam si-metr ik olmadığı görüldü. Bunun nedenini or taya koyabilecek küçük, sistemli bir etki sözkonusudur : Eğer t üm Samanyolu Galaksisi (ve bir olasılıkla Bölgesel Grup Galaksilerinin öteki üyeleri de) Başak (Virgo) Galaksileri Topluluğuna saniyede 600 kilometre hızla gidiyor olsalar, s imetri noksanlığını bize açıklayabilecektir. Böylesi bir hızla Başak Galaksisine on mil-y a r yılda yaklaşabileceğiz ve o zaman galaksiler - ötesi astrono-mi öğrenimi bir hayli kolaylaşmış olacak. Başak Galaksileri Topluluğu zaten şimdi bile en zengin galaksiler topluluğudur; sarmal, elliptik ve düzgünlükten uzak galaksileriyle gökte bir mücevherat kutusu gibidir. Peki , Başak Galaksilerine doğru gitmek niye? Çok büyük yüksekliklerdeki cisimlere ilişkin göz-lemler yapmış olan George Smoot ve mesai arkadaşları , Sa-manyolu Galaksisinin çekim gücünün etkisi al t ında Başak Ga-laksileri Topluluğuna doğru yol aldığım, bu topluluğun Önce-den bulunup ortaya çıkarılandan çok galaksilere sahip bulundu-ğunu ve asıl şaşırtıcısı, Başak Galaksileri Toplu luğunun bü-yük mekân kaplaması, (bir ya da iki mi lya r ışık yılı) olduğu-nu ileri sürmüşlerdir. Evrenin zaten gözlenebilen bolümü de yalnızca yirmi, otuz milyar ışık yı lma eşit b i r mekâm kapla-maktadır. E5er Başak Galaksiler Topluluğu o denli genişse, da-ha büyül: mesafelerde başka galaksiler var demekt i r ki, bu da onların gözlenmesini zorlaştırır. Böylece Smoot, Büyük Pat la-manın evrene maddeyi düzenli biçimde dağı tmadığı sonucuna varıyor. Düzgün olmayan topaklar oluşması beklenebilirdi. Hat-ta galaksilerin yoğunlaşmasını anlayabilmek için topaklar bu-

— 276 —

lurıması vazgeçilmez bir koşuldur, faka t düzgünlükten uzak bu çapta bir topak oluşması bir sürprizdir. Bu çelişkiyi aynı an-da iki ya da daha fazla Büyük Pat lamanın yer aldığını düşüne-rek belki çözümleyebiliriz.

Eğer genişleyen bir evren ve Büyük Pat lama görüşü doğ-ruysa, o takdirde, daha güç sorularla karşılaşacağız. Büyük Pat-lama anında koşullar nasıldı? Ondan önce ne olmuştu? Madde-den yoksun küçücük bir evren vardı da, ardından madde bir-den hiç yok tan mı yarat ı ldı? Bu nasıl oldu? Birçok oplunmn kü l tü ründe Tanrı 'nıı ı evreni hiç yoktan var ettiği yanıtı veri-lir. Faka t soruları savsaklamak demekti r bu. Eğer soruyu yürek-lice sürdürürsek , bir adım daha atarak Tanr ı 'nm nereden çık-tığını sormalıyız. Eğer bu soruya yanı t veri lemez dersek, ken-dimizi boşuna yormadan, evren in başlangıcı sorusunun yanıtsız kalacağı karar ına ııedeıı varmayal ım? Ya da Tanr ı 'nm her za-m a n varolduğunu söylersek, evrenin lı-ar zaman varolduğunu neden söylemeyelim?

Her toplum kül tü rü , yarat ı l ış tan önceki dünya ve dünyanın yaratı l ışı hakkında tanrı lar ın çiftleşmesi ya da bir kozmik yu-m u r t a d a n evren in çıkmasıyla süslenmiş bir efsane besler. Bu ef-sanelerde genellikle evrenin başlangıcı, insan ya da hayvanın doğuşu Örneğine benzeti l ir safça. Pasif ik Okyanusu kıyılarından bu tür efsanelere ilişkin beş örnek sunacağım.

Başlangıçta her şey sürekli bir karanl ığa bi i runmü ii. Gece, içine duhnamaz bir çalılık gibi her şeye zulmedi-yordu .

— Orta Avustra lya 'da Aranda halk ın ın Büyük Yaratıcı efsanesi

Her şey beklenti içindeydi, he r şey sessiz ve sakindi; hareketsizdi ve gökler bomboştu.

— Maya efsaneler inden

— 277 —

Hiçlikte yüzen bir bulut gibi Na Arean boşlukta tek başına oLurmuştu, Uyumuyordu, çünkü uyku diye bir şey bilinmiyordu; acıkmıyordu çünkü açlık henüz bi-linmiyordu. Uzun bir süre böyle kaldı. Sonunda aklına bir f ikir geldi. «Ben bir şey yapacağım,s- dedi kendi kendine.

— Maiana'dan bir efsane (Gilbert Adaları)

Önce büyük kozmik yumur ta vardı. Yumur tan ın içinde kaos ve kaos'ta yüzen gelişmemiş, tanrısal Embriyon, P a n Ku vardı. Par. Ku yumur tadan çıktı bugünkü her-hangi bir insandan dört kez daha büyük olarak. El inde bir çekiç ve keski bulunuyordu. Bunlarla dünyaya bi-çim verdi.

— Pan Ku efsaneleri , Çiıı (Yaklaşık üçüncü yüzyıl)

Gök ve yeryüzü şekil a lmadan önce tümden bir kar -maşa egemendi. . . Açık seçik ve aydınlık olan her şey yukarılara çıkıp gök oldu. Oysa karışık ve düzensiz olan her şey katı laşarak yeryüzü oldu. Saf, ince maddenin biraraya gelmesi kolay oldu, faka t ağır, karışık mad-denin yoğunlaşması çok zor oldu. Bundan ö tü rü önce gök tamamlandı ve yeryüzü daha sonra şekil aldı. Gök-le yeryüzü biraıada boşluklar oluşturup her taraf kaba bir sadelik gösterirken, he r şey yara t ı lmadan varolma-ya başladı. İşte bu Büyük Bütün lük tü . Her şey bu Bü-tünlükten çıktı ve değişiklikle donandı.

— Hunai -nan Tzu, Çin (Yaklaşık M.Ö. i . yüzyıl)

Bu efsaneler insanoğlunun cesaretine birer övgüdür . Fa-kat eski efsanelerle Büyük Pat lamaya ilişkin çağdaş bil imsel

— 278 —

efsane arasındaki başlıca fark, bil imin kendi kendini sorguya çekmesidir. Ve düşüncelerimizi sınayacak deneyler ve gözlem-ler yapabilmemizdir . Yaratıl ışa ilişkin efsanelere karşı da bü-y ü k saygı duyarız.

İnsanlar ın meydana get irdikleri her kü l tü rün , doğada ev-relerin varolmasından Ötürü sevinç duyduğunu görürüz. Peki, t anr ı l a r istemedikçe, bu evreler nasıl meydana gelir diye dü-şünü lmüş tü r . İnsan yaşamı evrelerden geçtiğine göre, tanrı la-r ı n yaşamlar ında da evreler olamaz mıydı acaba? Hindu dini, Kozmos 'un çok sayıda, hat ta sayısız ölüm ve yeniden doğuşlar-d a n geçtiği inancına dayanan dünyan ın tek dinidir. Zaman çerçevesinin, rast lant ı sonucu da olsa, çağdaş bilimsel kozmo-lojiyle bağdaştığı tek din Hindu dinidir. Bu dine göre, evreler , yaşadığımız bir gün ve geceden i t ibaren 8.64 milyar yıl önceki bir Brahma günü ve gecesine kadar gidiyor. Bu sü re yeryüzüy-le Güneş ' in yaşından daha uzundur . Büyük Pa t lamadan bu ya-na olan zamanın da yarıs ına yakındır .

Bu dinde, evrenin, t anr ın ın rüyasından başka bir şey olma-dığı kavramı ye r alıyor. O tanrı ki, yüz Brahma yılı geçtikten sonra kendini rüyasız bir uykuya bırakınca, dünya da onunla bir l ikte yok oluyor. Yüz Brahma yılı geçtikten sonra yeniden k e n d i n e geliyor, irkii iyor ve büyük kozmik rüyay ı t ekra r gör-m e y e başlıyor. Bu arada, başka yerlerde de, sayısız başka ev-r en l e r vardı r ve he r biri de kozmik rüya gören bir tanr ıya sa-hip. Bu büyük kavramlar ı çevreleyen başka bir büyük kavram beliriyor. Buna göre, insanlar, t anrüar ın rüyalar ından doğa m az-lar ; tanr ı la r insanlar ın rüyalar ından doğabilirler.

Hindis tan ' ın birçok tanrı ve her tanr ının pek çok kendini sunuş biçimleri vardır , XI. yüzyılda kalıba dökülmüş Chola bronzları , Tanr ı Sh iva 'mn değişik görünüşler ini veriyor. Bun-lardan en güzeli ve insana huşu vereni, her kozmik evre başın-da evrenin yeniden yarat ı l ış ına ilişkin olanıdır. Burada işlenen başlıca motif , Sh iva 'mn kozmik dansı diye bilinen bir şekildir. N a t a r a j a adı veri len Dans Kral ı 'nın dört eli görülmektedir . Üst

— 279 —

sağ elde bir davul var . Bu davuldan yarat ı l ış ın sesi çıkıyor. Ust sol e lde dil biçiminde b i r alev görülüyor . Bu da yeni ya ra -tılan evren in milyar larca yıl sonra t ümüy le yok edileceğini an-latıyor.

Bu derin anlamlı ve hoş gö rün tü l e r in çağdaş as t ronomi d ü -şünceler ine b i re r işaret sayı lmalar ın ı ne kada r i s te rd im. . . (*) Çok büyük bi r olasılıkla, evren, B ü y ü k P a t l a m a d a n bu y a n a geniş lemektedir . F a k a t sürekli geniş lemeye d e v a m edeceği ke -sinlikle belli değildir . Geniş leme durak layabi l i r , du rab i l i r ve gel işmenin tersi olabilir . Eğer belirli bir ye te r l ik tek i m a d d e d e n daha azı varsa evrende , geri lere kayan galaksi ler in çekim gücü genişlemeyi d u r d u r a m a y a c a k t ı r . Ve ev ren sürekl i geniş leyip gi-decektir . F a k a t eğer bizim görebi ldiğimizden daha çok m a d d e varsa ev rende -Örneğin, k a r a del iklerde saklı ya da galaks i ler -arası sıcak ve gö rünmez gazlar içinde- o t akd i rde ev ren çek im gücünün etkisiyle b i r a r aya gelecek ve Hindu dininde söylen-diği gibi evre ler dizisinin b i r dönüm noktası olacak. Geniş le-menin a rd ından büzülme olacak, ev ren evren üs tüne binecek ve sonu olmayan bi r Kozmos 'a dönüşecek. Böyles ine sal lantı l ı b i r evrende yaşarsak, demek oluyor ki, B ü y ü k P a t l a m a Kozmos 'un yaratıl ışı değil ama yalnızca b i r Önceki e v r e n i n sonudur .

(*) Mayaların yazıtlarındaki tarihler de oldukça eskiye dayanmak-tadır. İlerkı tarihlere ait bir sözeyse rastlanmaz. Yazıtlardan birinde bir milyon yıl önceki zamanlardan söz ediliyor. Bir di-ğer inci eyse 400 milyon yıl öncesinden söz ediliyor. Maya uy-garlığını inceleyen bilginler arasında 400 milyon yıl konusun-da tartışma sürmektedir. Bu yazıtlarda geçen olaylar efsane-lere ait olabilir, fakat zaman ölçüsü hayret vericidir, Avrupalı-ların dünyanın birkaç bin yıl eskiye dayandığına ilişkin İncil'-deki fikri benimsemelerinden bin yıl kadar önce Mayalar mil-yonlarca yıllık bir zamanı, Hintlilerse milyarlarca yıllık bir za-manı düşünüyorlardı.

— 280 —

Çağdaş kozmolojilerden hiçbiri hoşumuza gitmeyebilir. Koz-molojik görüşlerden birine göre, evren her nasılsa on ya da yir-mi milyar yıl Önce yarat ı lmışt ı r ve sürekli genişlemektedir; ga-laksiler kozmik u fkumuzdan kayboluncaya dek geri çekilmek-tedirler . Bu olgunun ardından, uğrakları galaksi astronomluğu olanlar işsiz kalacaklar, yıldızlar soğuyup Ölecekler, madde çü-r ü y ü p dağılacak ve evren ilkel zerreciklerden ince ve soğuk bir sise dönüşecek. Kozmos'u başka tü r lü gören bir başka kozmolo-j iye göreyse, Kozmos'un ne sonu, ne de başlangıcı vardır , Koz-mos'un doğuşuyla ölümleri arasında gidip geliyoruz ve bu koz-mos sarkacının gidiş gelişinden hiçbir bilgi susmamaktadır. Ev-renin bir önceki yeniden vücut bulutundaki galaksilerden, yıl-dızlardan, gezegenlerden, hayat şekillerinden ya da uygarl ıklar-dan bugün yaşadığımız evrende eser yoktur ; Büyük Pa t lamanın berisine kana t çırparak hiçbir şey uçup gelememiştir .

He r iki kozmolojinin evren için öngördüğü almyazısı içi-mizi ferahla tmayabi l i r , f aka t hiç olmazsa zaman ölçüsü açısın-dan ferahlayabil ir iz, SÖzkonusu olaylar on milyarlarca yıl sonra ya da daha geç yer alacak. Gelecek insan kuşakları, bu süre içinde Kozmos ölüme terk edilmeden, epey önlem alabilirler.

Evrenin sarkaç örneği bir genişleyip bir büzüldüğü görüşü kabul edildiği takdirde, bilginler genişlemeden büzülmeye ge-çiş döneminde neler oluşageldiğiııi merak ediyorlar. Bazılarına göre, Öyle bir durumda , doğa yasaları rasgele değişikliğe uğru-yor. Ve bugünkü evreni düzen İçinde tu tan fizik ve kimya ya-saları, sonsuz olasılıkları bulunan doğa yasalar ından yalnızca birkaçıdır . Galaksiler, yıldızlar, gezegenler, yaşam ve akılla u y u m halindeki doğa yasalarının belirli sayıyla kısıtlı olamaya-cağını an lamak zor olmasa gerek. Eğer sarkacın bir ucundan öteki ucuna geçişinde doğa yasaları pat diye değişirse, kozmik ta l ih makinesine at ı lan paradan bu kez bizim yapımızla uyuşan

— 281 —

doğa yasalarının çıkmasına şükretmeliyiz (*). Acaba sürekli genişleyen bir ev rende mi, yoksa sonsuz ev-

reler dizisi arasında varolan b i r ev rende mi yaş ıyoruz? B u n u bulup or taya ç ıka rmanın yollar ı var . Bu yol lardan biri, ev ren-deki toplam madde envanter in i yapmak t ı r . Öteki de, Kozmos ' -un ucunu görebi lmekt i r .

Radyo - teleskoplar varlığı belli belirsiz, çok uzak la rdak i ci-simleri bu lup or taya ç ıkarabi l iyor lar . Uzayın der in l ik ler ine bak-tığımızda, zamanın da der in l ik ler ine b a k m ı ş oluyoruz. En ya-lan kuasar belki de ya r ım mi lya r ışık yıl ı ö tededir . En uzağı on ya da on iki mi lyar ışık yılı Ötede olabilir. On iki mi lya r ışık yılı Ötedeki cismi gördüğümüzde , o c ismin on iki m i lya r y ı l ön-

(*) Doğa yasaları sarkacın bir o yan ında , bir bu y a n ı n d a rasge le değiştiril em v/.. Eğtr ev fen b i r ç o k kez bir o yana bir bu yana gidip geldiyse, ortaya çıkmış olabilecek birçok çekim gücü ya-sası uyarmça, çekim gücü fcylesîne zayıf ka lmış o lu rdu ki, ge-ni^iernenin başlangıcını toparlayamazdı evren. Evren bir kez böylesi bîr çekim yasasına mahkûm edilirse, artık bir daha sar-kacın öteki ucundaki deneyimi geçiremez ve bir daha yeni bir doğa yasasına kavuşamaz. Bu nedenle evrenin varolmasından çıkarabileceğimiz sonuç, ya evrenin belirli bir ömrü olduğu ya da sarkacın hem a yanında, h tm bu yanında uygulanan doğa yasalarının belirli ve sınırlı bulunduğudur. Eğer fizik yasaları bir o uçta, bir bu uçta rasgele değ iştir ilmi yorsa, hangilerinin değiştirilmesine, hangilerinin değiştir ilmemesine olanak verilip verilmediğini belirleyen kurallar var demektir. Bu kurallar da varolan fizik yasaları üzerine yeni îizik yasalarım oturtacaktır. Bu noktada dil zenginliğimizin azaldığını fark ediyoruz. Böyle bir fizik yasasını ifade için elimizde hazır bir deyim yok. Bu ko-nularla fepey ilgisiz faaliyet gösterenler «Metafizik» ve «Parafİ. zikî deyimlerini kullandılar. En iyisi «Trans - fizik» demek olur herhalde.

— 282 —

çeki d u r u m u n u gö rmüş oluyoruz. Bu nedenledir ki, uzayın de-r in l ik le r ine bakt ığ ımızda zamanın da derinl iklerine, evrenin uf-kuna, B ü y ü k P a t l a m a dönemine bakmış oluyoruz.

N e w Mexico 'nun ücra bir köşesinde ayrı ayrı yer lerde ku-r u l m u ş y i rmi yedi teleskop ağı vardı r . Bunun adı Very Large A r r a y VLA'd ı r , H e r iki teleskop bi rb i r ine e lektronik düzen için-de bağlant ı l ıd ı r . Böylece on k i lomet re çapında lek b i r teles-kopmuş gibi görev yapar . Y'LA. tayf ın radyo bölgelerindeki en nice ayr ın t ı l a r ı bile f a rk e tmekted i r .

Bazı d u r u m l a r d a bu t ü r radyo - te leskoplar y e r k ü r e n i n ar -ka t a ra f ındak i te leskoplar la bağlant ı l ı olur. Böylece çapı yer-kü ren ink ine eşit b i r te leskop ekle edil ir . Başka bir deyişle, ge-zegen çapında b i r teleskop. Gelecekte ye rküremiz in yörüngesi-ne te leskoplar yer leş t i receğiz . Güneş in a rka taraf ını dolaşacak olan bu te leskopun çapı, iç güneş sistemi çapma eşit olacak. Bu t ü r te leskoplar , k u a s a r l a n n iç yapısını ve ni tel iklerini açığa vu-rab i l i r . En uzaktak i k u a s a r l a n n yapısını ve kırmızıya dönüş o lgusunu öğ renmek sure t iy le ev ren in milyar larca yıl Önce mi daha çabuk genişlediğini, yoksa geniş lemenin yavaş ladığını mı ya da ev ren in g ü n ü n bir inde çöküp çökrneyeceğıni inceleme ola-nağ ına kavuşabi l i r iz .

G ü n ü m ü z d e k i radyo - te leskoplar son derece duyar l ıd ı r lar ; uzak t ak i b i r k u a s a r m var l ığ ı Öylesine belli belirsizdir ki, sap-t anan ışınımı b i r va t ın ka t r i lyonda biri kadardır. Yeryüzündeki t e leskopla r ın t ü m ü n e güneş s i s teminin d ış ından ulaşan enerji tu ta r ı , tek b i r ka t tanes in in yere çarpması sırasında çıkardığı e n e r j i m i k t a r ı n d a n azdır . Güneş sistemi dışındaki kozmik rad-yasyon arayış ında, kuasa r say ımında , uzayda akıllı canlıların var l ığ ın ı b u l u p ç ıka rmadak i ç a b a l a n sırasında radyo - astronom-l a r ın üzer inde d u r d u k l a r ı e n e r j i m ik t a r l a r ı n ın varlığıyla yok-luğu b i rb i r ine neredeyse eştir .

Bazı madde le r , özellikle y ı ld ız lardaki zerrecikler görülebi-len ış ıktaki pa r i l t ı l a r ıy la kolayca farkedi l iyor . Gökadalar ın s ınır bölgeler indeki gaz ve tozsa kolaylıkla sap tanamaz; radyo dal-

— 283 —

galan çıkarıyor gibiyse ele ışık çıkarmıyor. Kozmolojik gizlerin anahtarını bulabilmek amacıyla gözlerimizin duyarl ı olduğu ışık için kullandığımızdan ayrı aygıt lar ve frekanslar kul lanmak -orundayız. Yerküremizin yörüngesine yerleştiri len göslemev-leri galaksiler arasında yoğun X - ı ş ı n ı parıltısı saptamışlardır . Bunun, önceden varlığına hiç rastlamadığımız galaksiler arası sı* t :k ve Kozmos'u kaplamaya yeterli h idrojen olduğu kanısına va. ,ldı. Böylece Kozmos'un varoluş, sonra da yokoluş ve yeni-den varoluş sarkacı arasında gidip geldiğini Öne süren görüşü kanıtlayan bir durumla karşılaştığımızı sandık. Faka t Ilicardo Giaccoııi taraf ından son olarak yapılan gözlemler, X - ışını pa-rıltısının belirli noktalarda bulunduğunu, bunlar ın da büyük kuasar sürüleri olabileceğini gösterdi. Bunların aynı zamanda, evren için daha önceden varlığı bil inmeyen küLle katkı lar ından say;iması uygun görüldü. Kozmos envante r i tamamlandığında ve tüm galaksilerin, kuasarların, kara deliklerin, galaksi lerara-:•-: hidrojenin, çekim gücü dalgalarının ve uzaydaki daha egzo-tik katkıların miktar ı saptanıp tam bir toplama yapıldığında, ne-menem bh evrende yaşadığımızı anlayabileceğiz.

Kozmos'un geneldeki yapısı tartışı l ırken, astronomlar , uza-yı:: kavisli olduğunu ya da Ko2inos'un bir merkezi bulunmadığı-nı veya evrenin sonu bulunduğunu fakat sınır tanımadığını söy-lemekten zevk duyarlar . Acaba bü tün bunlarla ne demek isti-yorlar? Diyelim ki, herkesin yamyassı olduğu gar ip bir ülkede yaşıyoruz. Bazılarımız üçgen, bazılarımız kare biçiminde olsun. Bazıları da daha karmaşık biçimli olsunlar. Yamyassı binalar ı-mızdan girip çıkıyor, yamyassı bürolara ve eğlence yer ler ine gidip geliyoruz. Adına Yassıyer diyeceğimiz bu ülkede herke-sin genişliği ve uzunluğu var ama yüksekliği yok. Sol - sağ, İleri-geri kavramlar ım biliyoruz, fakat yukar ı - aşağı kavramlar ın ı bilmiyoruz. Yalnızca matematikçiler biliyorlar. Matemat ikçi ler bize, «Dinleyin, bakın.. . Gerçekten çok kolay.. . Sağı - solu dü-şünün. Tamam. İleri - geriyi düşünün. O da t amam. Şimdi de başka bir boyut düşünün. Şöyle ki, varolan çizgilerinizden dik

— 284 —

açı oluşturacak biçimde birer çizgi çıkın,» diyorlar. Eiz de, «Siz ne anlatmak istiyorsunuz?» yanı t ını veriyoruz. «Yalnızca iki boyut bitiyoruz. Üçüncüyü göstersene.. . Hadisene.. . Hani nere-deymiş?» Bunun üzerine, matematikçi ler , an îa t amamamn ver-diği üzüntüyle çabalarından vazgeçiyorlar. Zaten matematikçi-lere de pek kulak veren olmuyor sözünü ettiğimiz iki boyutlu var l ık lardan.

Yassıyer'de yaşayan her kare - yaratık, Öteki kare - yaratığı t ek bir çizgi olarak, yani karenin kendine en yakın bölümünü çizgi olarak görmektedir . Karen in öte yanını, ancak oraya ka-dar kısa bir gezinti yapmak zahmetine katlanırsa görebilir. Fa-kat karenin içi hep bir sır olarak kalacaktır onun gözünde. Me-ğer ki, müth iş bir kaza ya da otopsi fa lan karenin içini scsm.. .

G ü n ü n birinde üç boyutlu bir yarat ık -örneğin elma biçi-minde biri- Yassıyer 'e gelir ve havalarda dolaşır. Cana vakın vc sevimli bir canlı - karenin evine girdiğini fark eden elma, boyutlararası bir dostluk gösterisiyle içi tutuşarak, «Merhaba,-•> der. «Ben, üçboyut lular d iyar ından bir ziyaretçiyim.» Zavallı canlı kare evde çevresine bakar ve hiç kimseyi göremez. İşin tu-hafı , sesin yukar ıdan geldiğini anlayamayınca, kendi içinden gel-diği kuşkusuna düşerek d u r u m u gar ipser de. Acaba rahatsız fa-lan mıyım, der.

Bir ruh olduğu sanılmasından çekinen elma Yassıyer 'e iniş yapar . Yassıyer ' l i ler diyarında üç boyutlu bir yara t ık ancak iliş-m e n varolabil ir . Yalnızca bir kesiti görülebilir Yassıyer'de. Yani Yassıyer'iıı dümdüz yüzeyiyle temas halinde olan noktalarıyla ka imdir görüntüsü ancak. Yassıyer 'de kaydırak gibi yürüyen 1-ma önce bir nokta biçiminde görülecektir ötekilerin gözüne. Son-ra da giderek hemen hemen düzgün daire biçimindeki dilimler gibi. K a r e yarat ık iki boyutlu dünyasındaki odada önce bir nokta görecek, sonra da bu noktanın yavaş yavaş daire biçimini aldığını f a rk edecek. Gar ip ve şekil değiştiren bu yarat ık da ne-reden çıkıp geldi, diyecektir .

İki boyutlu dünyadan sıkılan elma, kare - yaratığa bir tek-

— 285 —

nıe alıp onu havaya gönderil-. Böylece o da üç boyutlu dünya-nın şaşırtıcı gizleri arasında dolaşır. Önce ltarc neye uğradığını anlayamaz. Bilmediği bir dünyada bulmuştur kendini. Fakat az sonra, Yassıyer'e ilginç ve üstten bir yerden baktığını fark eder . «Yukarıya çıktım!» Kapalı odalara yukar ıdan bakabi lmektedir artık. Yamyassı arkadaşlarını üstten görmektedir . Başka bir bo-yut ta yolculuk edebilmek bir tür X - ı ş ı n ı görüşü ya da üs tün bir görüş sağlar. Sonuçta düşen bir yaprak gibi, bizim can l ı -kare yüzeye konar. Öteki kare yarat ıklar açısından, kapalı oda-nın içinden kaybolan «Bizimki» birden var o lmuştur tekrar . Ar-kadaşları. «Neredeydin, seni göremedik?» diye sorduklarında, «Bizimki» yanıt verir : «Az yukarı lardaydım.» Omzuna vuru r -lar geçmiş olsun der gibi. Bu aile üzülmeye zaten pek merakl ıdı r .

Madem ki, boyutlararası ilişkilerden söz açıldı, yalnızca iki boyutlular konusuyla ye t inmeyd im. Abbot t 'un önerisine uyarak bir tek boyutlu yara t ık la r dünyasını gözüııüne getirel im. Bu dünyada herkes bir çizgiden oluşuyordu. Ha l ta sıf ır - boyut lu ya-ratıklar dünyasını gözörıüne getirerek yalnızca nokta lardan olu-şanları da düşünelim. Faka t bu arada bir başka soru daha da il-ginç gelebilir. «Dördüncü bir fizik boyut olabilir mi?»

Şimdi bir küp oluşturalım, anlatacağım yo ldan : Bir çizgi parçası alın. Belirli bir uzunluğu olsun. Bu çizgiye dik açı oluş-turacak biçimde aynı uzunlukta çizgi çizerek birleştirin. Bir ka-re elde ettik. Karenin dik açılarından çıkarak eşit büyüklük te çizgiler çizince bir küp elde ederiz. Bu k ü p ü n bir gölge verdiği-ni biliyoruz. Bu gölgeyi, köşe nok ta lan birbir ine bağlı iki kare biçiminde çiziyoruz. İk boyutlu bir k ü p ü n gölgesini incelersek çizgilerin birbirine eşit görünmediğini ve t üm açıların dik açı olmadıklarını gözleriz. Üç boyutlu cisim iki boyutlu d u r u m a ge-çerken görüntüsü tam aktarı lamamışt ır . Geometr ik projeksiyo-na başvurunca bir boyutun kaybıyla karşılaşırız. Peki , şimdi üç boyutlu küpümüzü alalım ve sahip bu lunduğu dik açı lardan çiz-giler çekerek dördüncü bir boyut verelim : Sağa - sola, öne -arkaya, yukar ı - a şağ ı çizgiler çekerek değil, f aka t aynı anda bu

— 286 —

yönlere doğru tüm dik açılardan çizgiler çekerek. Bunun hangi yönde olduğunu sizlere gösteremem, ama böyle bir durumda dört boyutlu bir küp, hiperküp yaratacağımızı biliyorum. Bu küpe Teseract adım veriyoruz. Size bir Teseract gösteremem, çünkü üç boyut içinde kısılıp kalmış bulunuyoruz. Ancak size, bir Teseract 'ın üç boyutlu gölgesini gösterebilirim. Bütün köşe-leri birbirine çizgilerle bağlantılı ve birbirinin içine yuvalanmış iki küp biçiminde görürüz. Fakat t am bir Teseract, yani dört boyutlu küp gösterebilmem için bütün çizgiler birbirine eşit ve tüm açılar dik açı olmalıdır.

Yassıyer benzeri bir evren düşünün. Bu evrenin sakinleri-nin hiç haberleri olmadan iki boyutlu evrenlerini üçüncü bir fi-ziksel boyut nedeniyle yuvarlak yapalım. Yassıyer'liler kısa ge-zintilere çıkarlarsa, evreni dümdüz görürler . Fakat biri, tümüy-le düz bir çizgi gibi görünen yolda uzunca bir gezintiye çıkar-sa, büyük bir sırla karşı karşıya ge l i r : Herhangi bir engelle karşılaşmadığı ve hiçbir geri dönüş yapmadığı halde, her nasıl-sa, hareket ettiği noktaya yeniden gelmiştir. İki boyutlu evre-ni eğrilip bükülerek bir kavis çizmiştir, üçüncü gizemli bir bo-yut yüzünden. SÖzkonusu Yassıyer'li üçüncü boyutu bilmemek-te ama anlayabilmektedir . Anlattığımız bu öyküdeki boyutları birer tane artırırsanız, bizlere uygulanabilecek durumu kavrar-sınız.

tCSpün iti boyutlu götîinifS. T e s e r a k t ya da hipsrkiipiirı üç b o y u t l u gö-runtijti.

— 287 —

Kozmos'un merkezi nerededir. Evrenin bir ucu var mıdır? O ucun Ötesinde ne vardır , nereye uzanıyor? Üçüncü bir boyut taraf ından eğrilmiş bir evrende merkez y o k t u r - e n azından kü-renin yüzeyinde yoktur. Böyle bir evrenin merkezi o evrende değildir. Ulaşılamayan bir noktada, kürenin içinde, üçüncü bo-yu . 'adır . Kürenin yüzeyinde yalnızca bu denli geniş a lanlar varolduğundan, bu evrenin ucu yoktur , yani sonu vardır , f aka t sınırsızdır. Ve daha ötede ne vardı r sorusu anlamsızdır. Yassı yaratıklar, kendi başlarına, iki boyutlu evrenler in in dışına çıka-mazlar.

Bütün boyutlar bi rer tane artırıl ırsa, bizlere uygulanabilen durum ortaya ç ıka r : Merkezî ve ucu olmayan, Ötede bir şey bu-lunmayan dört boyutlu bîr süper - küre biçimindeki evren.

Bilimde ya da dinde olsun karşılaştığımız f ikir ler in en ga-ribi, en şaşırtıcısından söz edeceğim şimdi. Kanı t lanamadığı ke-sin. Hiçbir zaman da kanıt lanamaz. Ama yine de insanın kanın ı oyr.aian bir fikir. Denildiğine göre, sonsuz evren le r hiyerarş i -si vardır. Öyle ki, elektron gibi evrenimizdeki bir temel zerre-ciğin içine girilebilse, tümüyle kapalı kalmış bir başka ev ren bulundurduğunu görebileceğizdir. Bunun içinde gökadalar ın ve daha küçük yapıların bölgesel karşı t ı olan çok sayıda ve daha küçük element zerrecikleri vardır . Bunlar da bir a l t düzeyin evrenleridir. Ve bu hep böyle gider. Evren içinde evren bulun-ması. aşağı doğru bir hiyerarşi o luş turduğu gibi yukar ı doğru da oluşturur. Sonsuza dek. Bizim bildiğimiz galaksiler, yıldız-lar, gezegenler ve insanlardan oluşan evrenimiz bir üs t teki ev-renin tek ve temel zerreciğinden biridir. Sonsuz bir merd ivenin basamağı yani.

Hindu kozmolojisinde sözü edilen sonsuz evrel i sonsuz ev-renler görüşünü de geride bırakan bir dinsel görüş olarak b e n şimdiye dek bundan başkasına raslamadım. Öteki evrenler aca-ba nasıldır? Değişik fizik yasaları üzerine mi o tur tu lmuş lard ı r? Yıldızlara, galaksilere, dünyalara ya da tümüyle başka şeylere mi sahiptirler? Aklımızın almayacağı başka b i r haya t biçimleri

— 288 —

mi vardır? Bu evrenlere girebilmemiz İçin dördüncü fiziksel boyuta girmemiz gerekebil ir . . . Herhalde kolay değildir; belki b i r kara delik bu konuda bize yardımcı olabilir. Güneş sistemi yakınlarında küçük kara delikler bulunabil ir . Sonsuzluğun ipucu-nu ararken, bir sıçrama yapabiliriz. . .

— 289 — Kozmos : F. 13

Bölüm XI

ANILARIN ISRARI

Şimdi Göğün ve Yeryüzünün kaderi tayin edildiğine, ve hendeklerle kanallar işlevlerini üstlendiklerine,

Fırat'la Dicle'nin kıyıları belirlendiğine göre, Şimdi ne yapacağız? Şimdi ne yaratacağız?

Söyle Anunaki, göklerin tanrısı sen söyle, başka ne yapalım?

— İnsanın Yaratılışına İlişkin Asur öyküsü, M.Ö. 800

Tanrılar arasından hangi tanrıysa, işte o, kaos kütlesine düzen verdi ve kütleyi kozmik zerreciklere ayırdı; yer-yüzünün îlk kalıbını da o döktü. Her yanı aynı biçimi alsın dîye kocaman bîr küre yaptı.. . Hiçbir yanı verdi-ği bayat şekillerinden yoksun kalmasın diye yıldızlarla tanrısal şekiller göğün döşemesini kapladılar, deniz pa-rıltılı balıklara yatak oldu, yeryüzü hayvanlara kucağını açtı ve uçarı hava kuşları barındırdı... İnsanoğlu doğ-muştu.. . Tüm hayvanların bakışlarının yere dönük ol-

— 291 —

masına karşılık, o tanrı yalnızca insana yukarıya doğru bakma, iki ayağı üzerinde dik durma ve gözlerini gök-yüzüne kaldırma olanağı tanıdı.

— Ovİdİus, Meta mor phoses, birinci yüzyıl

E N G İ N K O S M İ K K A R A N L I Ğ I N İÇİNDE güneş Üs temi -n. n daha genç ve daha yaşlı olan sayısız yı ldızlar ve geze-genler bu lunur . Henüz kesinlikle söylemeyiz, ama y e r y ü z ü n d e haya t ın ve akl ın evr imine yol açan aynı süreçler , Kozmos 'un h e r köşesinde geçerli olmalıdır . Yalnızca Samanyo lu Galaksis inde bi;-ı.len çok değişik ve çok daha gelişmiş ya ra t ık l a ra ba r ınak sağ-layan bir mi lyon dünya bulunabi l i r . Çok bi lmek, çok zeki ol-makla eş değildir. Akıl yalnızca bilgi demek değildir , aynı za-manda yargıdı r da. Başka b i r deyişle, bilgiler a ras ında bağlan-t ı k u r u p bun la r ı ku l lanmakt ı r . Buna r ağmen , el imizin a l t ında bu lundurduğumuz bilgi bi r ikimi yine de aklın b i r ölçüsü sayı-lıyor. Bilgi b i r iminin ölçeği Bi t ' t i r ; belirli bir soruya «evet» ya da hayır» yanı t ın ın ver i lmesiyle oluşur, ö r n e ğ i n , b i r l amba-nın açık ya da kapalı o luşunun bel i r lenmesi tek b i r bilgi Bi t ' i gerekt i r i r . Elinizdeki bu k i tab ın sözlü bilgi içeriği 10 mi l -yon (lü7) Bit ' t i r . Yeryüzündek i t ü m ki tapl ık lardaki çeşitli ki-taplarda varolan sözcüklerle res imler in içerdiği bilgi 10'° ya da 10!T Bit ' t ir (*). Kuşkusuz bu bilgi lerin bazı lar ı gereksizdir . Bu sayı, insanların bilgi çapını göstermesi bak ımından bi r ö lçüdür . Fakat hayat ın ye ryüzündek inden mi lyar la rca yı l Önce geliştiği daha başka dünyalarda bilgi b i r ik imler i belki 10î0 ya da 10™ Bi t olabilir.

(*) Bu duruma göre, dünyadaki tüm kitapların içerdiği bilgi, bir büyük Amerikan kentinde bir yılda video olarak yayınlanan bilgiden çok değildir. Ne var ki, bütün Bit'Ierin değeri, hiç kus-kusuz aynı değüdir.

— 292 —

Akıllı canlıların yaşadığı o bir milyon dünya arasında ender bir gezegen düşünün ki, yüzeyinde sıvı durumda su bulunsun. Sudan yana zengin böyle bir or tamda nispeten zeki yarat ıklar yaşar. Bazıları avım yakalamak için sekiz kolludur; bazdan vü-cutlar ındaki koyu ve açık renkli şekilleri değiştirerek aralarında haberledirler; hat ta t ah tadan ya da madenden tekneler yaparak okyanuslar ı yağma e tmeye çıkan küçük ve zeki yarat ıklar da yaşar. Faka t biz, yerkürenin en büyük yaratıkları , belli başlı zekâları, derin okyanuslar ın sezgi sahibi ve sevimli ustaları olan kocaman bal inalar üzerinde yoğunlaştır ıyor uz araştırmalarımızı.

Bal inalar yerküremizde gelişmiş en büyük hayvanlar-dır (*). Dinozorlardan da epey büyüktür le r . Yaşlı bir mavi balina otuz met re boyunda ve 150 ton ağırlığında d ir. Balinala-r ın okyanusa açılmaları yenidir . Daha bundan 70 milyon yıl önce atalar ı ka radan okyanusa ağır adımlarla göç eden etçil memeli lerdi . Balinalar dünyasında ana balinalar sü t emzirir ve yavru lar ına özenle bakar. Büyükler in yavru balinalara öğre-nim verdikleri uzun bir çocukluk dönemi sözkonusudur. Oyun oynamak önemli eğlencelerinden biridir. Bunlar memelilere Özgün davranış lardı r ki, akıllı var l ıklar ın gelişmesi açısından önem taşır.

Deniz kasvetli ve loş bir or tamdır . Karadaki memelilerin işine yarayan görme ve koku duyular ı okyanusun derinliklerin-de fazla yarar l ı değildir. Çiftleşecek birini ya da çocuğunu ve-ya avını bu lmak için bu duyular ı kul lanmaya yeltenen balina-lar ın ataları nesillerini fazla sürdürememişlerdi r . Böylece evrim yoluyla yeni bir yöntem geliştirmişlerdir; bu yöntem çok işe yar ıyor ve balinaların a nlaşab ilmelerin de önemli rol oynuyor : îş i tme duyusu. Bal inalar ın çıkardıkları bazı sesler şarkı olarak ni teleniyor. F a k a t bu seslerin anlamı konusunda henüz cahil

{*) Ba2i sekoya ağaçları herhangi bir balina türünden daha bü-yüktür.

— 293 —

sayılırız. Yüksek f rekanstan tutun da insan kulağının işitebi-leceği alçak frekansa kadar varan sesler çıkarıyorlar. Balinala-rın tipik bir şarkısı on beş dakika sürer . En uzunu da bir saati bulur. Bazen bu şarkının he r haliyle aynen tekrarlandığı olur. Bazen de şarkının ortasında, bir g rup balinanın kış sularını terkedip gittikleri ve altı ay sonra dönüp orada şarkıya aynı no-- l:vı tekrar başladıkları -sanki hiç ara veri lmemiş gibi- saptan-ıl.. ır. Balinaların belleği çok kuvvetli . Çoğu zaman da şarkı lis-telen: .! değiştirdikleri görülür .

Bir gruptaki üyelerin aynı şarkıyı birlikte söyledikleri olur. Karşılıklı anlaşma ve işbirliği sonucu söylenen parçalar hu ay değiştiriliyor. Bu değişme yavaş yavaş ama mut laka ölü-yü. Seslendirme de çok karmaşıkt ı r . İnsanın ses perdesinden çıkacak olsa söyle dik i eri şarkılar, içindeki bilgi tutar ı 10" Bit'i bulur. İlyada destanmdakı bilgi tu tar ı kadar. Balinalarla ku-zenleri oıaıı yunu. ; balıklarının konuşmaktan ya da şarkı söyle-mekten amaçları nedir bilemiyoruz. El gibi organlara sahip de-ğiller. el işleri yapamazlar, fakat sosyal yarat ıklardır . Avlamyor-i?.ı, yüzüyorlar, balık tutuyorlar , geziniyorlar, coşup eğleniyor-lar, çiftlemiyorlar, oynuyorlar, yırtıcı hayvanlardan kaçıyorlar. Bu >;onuda söylenebilecek epey şey var.

Balrvalar için başlıca tehlike, yeni türeyen bir hayvandan, kendine insan dıyeıı bir yara t ık tan geliyor. Teknolojisi sayesin-de okyanuslarda etkinliğim gösteren insanoğlundan geliyor bu tehlike. Balinaların tar ihinin yüzde 99,99'unu kaplayan zaman bölümünde derin okyanusların yüzeyinde ya da diplerinde in-sanoğlu görülmemişti. Bu süre içinde balinalar işitme duyusu yoluyla olağanüstü haberleşme sistemlerini geliştirdiler. Bali-naların bir türü yirmi Her tz f rekansl ı yüksek sesler çıkarır . Pi-yana klavyesinin en düşük oktavına yakın bir sestir bu. (Bir Hertz bir ses frekansı birimidir. Kulağınıza he r saniyede gi-ren bir ses dalgasıdır.) Bu gibi düşük frekansl ı sesleri okyanus zor emer. Amerikan biyologu Roger Payne, derin okyanus ka-nallarını kul lanarak iki yunus balığının dünyanın neresinde bu-

— 294 -

lunursa bulunsunlar birbirleriyle yirmi Her tz üzerinden haber-leşebileceklerini hesaplamıştır . Güney Ku tbunda Ross Ice kıta sahanlığmdakiyle Aleutian adaları açıklarındaki iki balinanın haberleşmesi m ü m k ü n d ü r . Tarihleri boyunca balinalar, yerkü-re çevresini kapsayan bir haberleşme şebekesi kurmuş olabilir-ler. Birbi r ler inden 15.000 kilometre kadar uzaktalarken çıkar-dıkları sesler belki de aşk şarkılarıdır . Okyanusların derinlikle-rine boşaltılan u m u t notaları .

On milyonlarca yıl süreyle bu kocaman, akıllı ve haberleş-me yeteneği gösteren yarat ıklar , doğada bir düşmanla karşılaş-madan yaşamışlardır , XIX, yüzyılda buharl ı gemi yapımına girişilince, denizlere hiç de hayırlı olmayan bir çevre kirliliği işareti u laş t ı : Gürü l tü . Ticari ve askeri gemilerin daha da ço-ğalmasıyla okyanuslara yayılan gürü l tü (özellikle yirmi Hertz f rekans ında) kulak ardı edilemez du ruma geldi, Okyanuslarara-sı haberleşme girişimini yü rü ten balinalar için anlaşmak gide-rek zorlaştı. Haber leşme giderek kısa mesafelere indi. İki yüz-yıl önce Fİnback denen balina t ü r ü n ü n anlaşması 10.000 km. uzaktan m ü m k ü n olurken, şimdi bu mesafe birkaç yüz kilo-met reye inmiş olabilir. Bal inalar birbir lerini isimleriyle mi ça-ğır ır lar? Yalmzca ses yoluyla birbir lerini tanıyabil i r ler mi? Ba-linaların haberleşme olanaklarını kestik. Milyonlarca yıl haber-leşebılen yara t ık lar ı şimdi susturduk.

Onlar ı sus tu rduğumuz bir yana, balinaları ö ldürüp r u j ya da makine yağı üre t imi için cesetlerini satıyoruz. Böylesine akıllı canlıları ö ldürmenin sistemli bir cinayet olduğunu birçok ülke anlıyor. Faka t Japonya, Norveç ve Sovyetler Birliği'nin önderl iğindeki balina cesedi ticareti sü rüp gidiyor. Biz insanlar, t ü r olarak, yerküremiz dışındaki akıllı yara t ık lardan haber al-ma peşindeyiz. Peki , bu uğurda, önce yerküremizdeki akıllı can-lılarla, değişik kü l tü rden ve ırktan insanlarla, maymunlar la , yunuslarla , f aka t özellikle derin sular ın üstadı olan balinalarla haberleşmeyi yoğunlaşt ı rsak daha iyi olmaz mı?

Bir bal inanın yaşayabilmesi birçok bilgi edinmesine bağlı-

— 295 —

dır. Bu bilgi, genlerinde ve beyninde birikmiştir. Sözkonusu gcnc-'ik bilgi, planktonu yağa çevirme, su altında bir kilometre suren bir dalış sırasında soluğu tutma gibi durumlar ı da kapsa-maktadır . Beyinlerindeki bügiyse. yani Öğrenilen bilgi, annesi-ıv - kim olduğunu ya da dinlemekte olduğu şarkının anlamını -,:vroma gibi durumlar ı içerir. Yeryüzündeki tüm öteki hay-

vanlar gibi balinaların da bir gen kitaplığı ve bîr de beyin ki-taplığı vardır .

Balinanın genetik malzemesi, insanlardaki genetik malze-me gibi, nükleik asitten meydana gelmiştir. Hani şu olağanüstü meleküller ki, çevrelendikleri kimyasal yapı taşları aracılığıyla kendilerini üretebiliyorlar ve kalıtsal bilgiyi eyleme geçiriyor-lar ö rneğin , vücudumuzdaki her hücrede bulunanın aynı olan bir balina enzimi vardır . Buna Heksokinase adı verilir. Balina-nın planktondan aldığı bir şeker molekülünü ener j iye çevirmek üzere yaklaşık yirmi dört enzim aracılığıyla gerçekleşen süre-cin ilk aşamasını, sözünü ettiğimiz enzim gerçekleştirir . P lank-tondan aldığı o azıcık ener j i de balinanın şarkı söylemesine ufacık bir katkı oluşturuyor belki de.

Bir balinanın ya da insanın veya herhangi bir hayvan ın ya da bitkinin çift sarmal eğrili DNA'sında birikmiş bilgi dör t harf ten meydana gelen bir dilde yazılıdır; dört değişik nükleot id türü DNA'nın molekül malzemesidir. Çeşitli hayat şekil lerinin kalıtsal malzemesinde kaç B i t l i k bilgi birikimi vardır? Çeşitli biyolojik sorulara kaç tane eve t /hay ı r yanıt ı yazılıdır haya t ın dilinde? Bir virüsün ihtiyacı olan bilgi yaklaşık 10.000 Bit'Iik-tir; bu sayfadaki bilgi tu tar ı kadar . Bu bilgi, bir virüse, başka organizmaları hasta etmek ve kendini yeniden üre tmek için ge-reklidir. Zaten virüsün bundan başka bir işi de yoktur . Virüse ait bilgi basıt ' t ir fakat çok dikkatle okunması gerekir . Bir bak-terîyse yaklaşık bir milyon Bi t l ik bilgi kullanır ; 100 ki tap say-fasındaki bilgi kadar. Bakterilere virüslerden daha yüklü iş düşmektedir. Virüsler gibi tam asalak değildir bakter i ler . Bak-teriler yaşamak için çalışmak zorundadırlar . Bağımsız yaşayan

— 296 —

tek hücreli bir amipin yapısı daha karmaşıkt ı r . DNA'smda var-olan dört yüz milyon Bit 'lik bilgi birikimi yüzünden yeni bir amip üretebi lmek için her biri 500 sayfabk seksen cilt ki taba sığacak bilgiyi kar ış t ı rmak zorundadır .

Bir balinanın ya da insanın beş milyar Bit'lik bilgi birikimi-ne ihtiyacı vardır . Hücrelerimizin her birindeki bilgilerin top-lamı olan hayat ansiklopedimizdeki bilgi birikimi 5x10° Bit ' tir. Bu bilgiler kitaba dökülecek olsa 1.000 cildi doldurur, Bedeni-nizdeki 100 trilyon hücrenin her biri, sizi bugünkü şu durumu-nuza get i rmeye yönelik komple bir bilgi kitaplığına sahiptir. Vücudunuzdaki her hücre, tek bir hücrenin birbiri ardından bölünmesiyle meydana gelir. Bunlar ı meydana getiren o tek hücre, ana babanız ta raf ından üret i len tohumdur . O hücrenin he r bölünüşünde, sizin siz olmanızı sağlayan birçok embriyolojik aşamada, ilk genetik bilgi cil t lerinin birer kopyası büyük bir sadakatla tekrar lanır . Böylece karaciğer hücreler inde kemik hücrelerinizin yapımına ilişkin bilgiler bulunması gereksiz ol-duğu gibi, kemik hücreler inde de karaciğer yapımına ilişkin bilgiler kullanılmaz. Genet ik kitaplıkta, vücudunuzun kendini sahip olduğu du ruma getirebilmesi için gerekli bü tün bilgiler vardır . Eskiden kalma bilgiler kahredici bir sabırla, titizlikle, en ince ayr ın t ı la r ına dek habire yazılır da yazılır. Nasıl güle-ceğinize, nasıl aksıracağınıza, nasıl yürüyeceğinize, şekiller: na-sıl tanıyacağınıza, nasıl üreyeceğinize, bir elmayı nasıl sindire-ceğinize ilişkin t üm bilgiler sözkonusu genetik kitaplığındadır,

Bir e lma yemenin son derece karmaşık bir süreç olduğunu belir tmeliyiz. Gerçekten de yedikler imden ene r j i elde etmek için zorunlu olan kimyasal surecin t üm aşamalar ından bilinçli olarak geçmem gerekseydi, başka bir deyişle, kendi enzim bileşimleri-mi bilinçli olarak kendim yapsaydım açl ıktan ölürdüm belki de.

Bakter i ler anaerobik (havasız - oksijensiz) glikoliz süreci-ne girişirler ve bunun sonucu olarak elmalar çürür ; mikroplar içinse m ü k e m m e l bir ziyafet . Onlarla bizler ve aradaki tüm ya-ra t ık lar benzer genetik öğreti sahibiyizdir. Genlerimizin kitap-

— 297 —

lıkları ayrı olmakla birilkte ortak sayfaları vardır. Bu da, ortak bir evrim mirasına sahip bulunduğumuzu bir kez daha hatırla-tır. Vücudumuzun hiç çaba harcamadan yaptığı karmaşık bio-kimya süreçlerini bizler teknolojimizle ancak kısmen gerçek-leştirebilmekteyiz. Unutmayalım ki, evrimin milyarlarca yıllık pratik yapma imkânı oldu.

Sözgelişi, üstlendiğiniz süreç çok karmaşık olduğundan mil-yarlarca Bit'lik bilgi birikimi yetmiyor. Ne bileyim, çevre ko-şulları öylesine hızlı değişim gösteriyor ki, o ana dek yeterli olan genetik bilgi ansiklopedisi artık ihtiyaca cevap vermiyor, o süreci nasıl tamamlayacağınızı yanıtlayamıyor. Böyle bir du-rumda 1.000 ciltlik bir gen kitaplığı bile yetmez. İşte, bu neden-ledir ki, beynimiz vardır.

Tüm diğer organlarımız gibi beyin de gitgide daha karma-şık bilgiler içererek, milyonlarca yıllık süre içinde gelişti. Bey-nin yapısında gelişme sürecinden geçtiği bütün aşamaların yan-sıdığı görülür. Beyin İçten dışarıya doğru bir gelişme evrimi ge-çirmiştir. En iç bölmede, en eski kesimi, beyin kökü vardır; kalp atışı ve soluk alış gibi yaşamın temel biyolojik işlevlerini düze-ne sokar, Paul McLean'in ilginç araştırmalarına göre, beynin yüksek düzeydeki İşlevleri üç aşamada gelişmiştir. Beyin kökü-nü örten R - kompleksi, saldın, töresel davranışlara, karaya bağ-lılık ve sosyal hiyerarşi anlayış merkezi olup yüz milyonlarca yıl önce sürüngen atalarımızda oluşmuştur. Hepimizin kafatasının derin bölümünde timsah beynine benzeyen bir şey vardır. R - kompleksini memelilerin beyni çevreler. Bu bolüm on mil-yonlarca yıl önce atalarımız memeliyken, fakat henüz primat değillerken gelişmiştir. Davranışlarımızın ve duygularımızın» çocuklara karşı ilgilerimizin ve endişelerimizin başlıca kayna-ğıdır.

Dış bölümde, hemen altındaki ilkel beyinle huzursuz bir uyum halinde olan beyin kabuğu vardır. Beyin kabuğu milyon-larca yıl önce primat atalarımızda gelişmiştir. Maddenin bilin-ce dönüştürüldüğü beyin kabuğu, bizlerin tüm kozmik yolcu-

- 298 —

luklara başlangıç iskelesidir. Beyin kütlesinin üçte ikisinden fazla bir bölümü sezgi ve muhakeme imparator luğunun sınırla-rına girer. Fikirler , esinlenmeler burada doğar. Burada okuruz, yazarız, hesap ve müzik bestesi yaparız. Beyin kabuğu yaşamı-mızın bilinç yanını düzenler. Tü rümüzün belirgin Özelliği, in-sanlar ın t ah t ku rduğu yer burasıdır . Uygarl ıklar beyin kabuğu-n u n meyvasıdır lar .

Beynin dili genlerin kul landığı D N A dili değildir. Bilgile-rimizin şifrelendiği hücreler vardı r beyinde. Bu hücrelere nö-ronlar adı verilir . Nöronlar , bir mi l imetrenin birkaç yüzde bi-r i oranı çapında elektrokimyasal elementlerdir . Her birimizin sahip olduğu nöron sayısı belki yüz mi lyar ı b u l u r Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısıyla kıyaslayabiliriz. Çoğu nöron komşu nöronlarla binlerce bağlant ı ku rmuş durumdadır , tnsan

j beyninin kabuğunda yaklaşık yüz trilyon 10u bağlantı var-dır.

Charles Sherr ington insanın uykudan kalkınca, beyin ka-buğunun çalışmasını şöyle d ü ş ü n ü y o r :

Şimdi, r i tmik kıvılcım kabarcıkları alanına dönüştüğü ve oraya buraya gidip gelen kıvılcım katar lar ın ın hare-kete geçtiği an. Beyin uyanışının habercileri bunlar. Be-y in uyanıyor ve düşünce yer ine geliyor. Samanyolu koz-

• m i k bir dans şölenine başlamış sanki. Milyonlarca renkli noktanın gidip gelerek çözülmekte olan b i r şekli yeniden an lam ipliğiyle ördüğü, f aka t hemen çabucak başka anlam kazandırdığı bir sihirli tezgâh şimdi beyin kabuğu. Düşün-ce çerçevesi içindeki müsvedde şekiller sürekli değişen bir u y u m l a gel ip geçiyor. Uyanan vücudumuz şimdi ayağa diki l i rken, bu büyük eylemin u y u m u n u hazırlayıcı şekil-leri, alt- beynin karan l ık yollarına ışık tutuyor. Yolculu-ğa başlayan kıvılcımlı iplikler aradaki bağı kurmayı üst-

| leniyor. Demek oluyor ki, vücudumuz kendine gelmişt ir ve uyanan günü karş ı lamak İçin ayağa kalkmıştır.

— 299 —

Uykuda bile beyin nabız gibi atar, kalp gibi çarpar ve kıvıl-cımlanır. Bunları insan hayatı sürdürme gibi karmaşık görevi nedeniyle yapar; rüya görerek, anımsayarak, düşünerek. Düşün-celerimiz, düşlerimiz ve zihnimizde kurduklarımız, fiziksel bir ger-çeğe dayanırlar. Bir düşünce, yüzlerce elektrokimyasal dürtüden oluşur. Nöronlar düzeyine ındirgenebilsek, süslü işlemeler gibi karmaşık gelip-geçici şekillere tanık olabilirdik. Bu şekillerin biri, çocukluğumuzdaki köy patikasında aldığımız bir leylek ko-kusunun anısal kıvılcımından geliyor olabilir. Bir başkasıysa, «Ey-vah, anahtarlarımı nerede bıraktım?» sorusunun heyecan dal-gasından doğmuştur.

Beyin Dağı'nm vadileri çoktur. Çapı sınırlı bir kafatasında-ki beyin kabuğunda bilgi istiflemek için alanı genişleten epey kıvrımlar bulunur. Beynin noro - kimyasal faaliyeti inanılma-yacak derecede yoğundur. Şimdiye dek insanoğlunun icat etti-ği tüm makinelerden çok daha mükemmel çalışan bir makine-dir bu. Ne var ki, işleyişinin, 10" nöron bağlantısından başta bir yolla olduğuna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Düşünce dünya-sı aşağı yukarı iki yarım küreye ayrılmıştır. Beyin kabuğunun sağ yarı küresi, şekil ayırt etme, sezinleme, duyarlılık ve ya-ratacılık işlevlerini yerine getirir. Sol yarım küre, mantıksal düşünce ve muhakeme İşlevlerini yerine getirir. Birbirine kar-şıt bu iki temel güç, insan düşüncesini belirler. İkisi bırarada fikir yaratmaya ve bu fikrin geçerliliğini sınamaya yarar. İki yarım küre arasında sürekli bir diyalog kurulmuştur. Yaratı-cılıkla çözümleyici muhakeme arasındaki köprüyü muhteşem bir sinir yumağı kurmuş olup bu köprünün her iki kıyısı birden dünyayı anlamamız için vazgeçilmez yarım kürelerdir.

însan beynindeki bilgi içeriğini Bit olarak ifade edecek olur-sak, nöronlar-arası bağlantı toplamıyla Bit sayısının birbirine eşit olduğunu söyleyebiliriz. Bu da yaklaşık yüz trilyon, 10J1

Bit'tir. Eğer bu bilgi yazıya dökülecek olsa, yirmi milyon cilt kitabı doldurur ki, bu da dünyadaki en büyük kitaplıklardaki kitap sayısı kadardır. Yirmi milyon cilt kitaptaki bilgiye eş bil-

— 300 —

gi, h e r b i r imiz in kafas ın ın içinde bu lunmak tad ı r . Beyin çok az y e r kaplayan çok b ü y ü k bi r bilgi alanıdır , Beynimizde taşıdı-ğımız ki tap ci l t lerinin çoğu beyin kabuğundad ı r . Beynin bod-r u m ka t l a r ında a ta la r ımız ın çok eski zamanla rda bel bağladık-ları işlevler y a t m a k t a d ı r : Saldırı , korku, seks, çocuk büyü tmek , l ider ler in k ö r ü k ö r ü n e peşine tak ı lmak. Okumak , yazmak, ko-nuşmak gibi beynin yüksek düzeydeki işlev yerinin b'::yin -ka-buğu bö lümünde bu lunduğu sanıl ıyor. Anı la rsa beyn in birçok bölgesinde çokça is ü f l e n m i ş ! ir. Eğer te lepat i diye b:.r şey ger-çekten olsaydı, he r b i r imiz için sevdikler imizin beyin kabuk-l a rmdak i k i tap la r ı okuma olanağı açılırdı. Fakat t- .opalinin var-lığını gös teren bir kara t yok el imizde; bu t ü r bıigi iletişimi sa-natç ı lar la yazar la r ın görevler i a ras ına gir iyor.

Beyin a n ı m s a m a k t a n daha öte işlevler yapıyor . Kıyas lama yapıyor , çözüm ve sentez yapıyor , soyu t l ama la ra geç1 yor. Gen-lerimizin bilgi dağa rc ığ ından daha çok bilgi ed inmemiz gerek-t iğ inden Bey in Ki tapl ığı Gen Ki tap l ığ ından on bin kez daha b ü y ü k t ü r . Henüz emek leyen bi r çocuğun davran ış la r ından da belli olan öğ renme t u t k u m u z hayatta ka lab i lmeye yarayan b i r araçt ı r . D u y g u l a r ve töreselleşen davran ış biçimleri içimize iş-lemişt i r . Biz im insanlık yaşamımız ın b i rer parçası olmuşla: :lır. F a k a t yalnızca insanlara ait özellikleri deği ldir bun la r , 1: -y- un-la r ında d u y g u l a n vardı r . Bizim t ü r ü m ü z ü öteki lerden ay r; e : n düşüncedi r , f ik i rd i r . Bey in kabuğu bi r k u r t u l u ş yolu . • ' m u k a -lıtsal genet ik mi ras ımız olan ke r t enke le ve maymun *. "niş biç imler in in s ın ı r la r ı içinde kısıp ka lmamıza ar t ık gc: k mamış t ı r . H e r bir imiz, beynimiz in »girdikler inden ve y>- in dönemimizde de öğ renmek is tedik ler imizden geniş çapta sorum-luyum. S ü r ü n g e n beynin in h ü k m ü a l t ında ka lmayıp kendim:/.i değiş t i rebi lme olanağına sahibiz.

D ü n y a d a k i b ü y ü k ken t l e r in çoğu ras t lant ı sonucu kurul-muş, g ü n ü n ih t iyaç la r ına cevap ve rmek üzere yavaş yavaş bü-yümüş le rd i r . B i r ken t in evr imi beynin evr imi gibidir. K ü ç ü k bir merkezden gelişip y a v a ş yavaş b ü y ü r ve değişir. Değişir-

— 201 —

ken, eski bölümler inden çoğu çalışmasını s ü r d ü r ü r . Yetersizl ik-ler inden ö t ü r ü beynin eskiye ait iç bö lümünü çıkarıp yer ine daha çağdaş yapılı bir şey koyma şeklinde bir evr im olanağı yoktur. Yeni leme sırasında beyin çalışır d u r u m d a d ı r . B u n d a n ötürüdür ki, bey inkökünü R - kompleksi, daha sonra memel i beyin sistemi ( l imbik) ve sonunda da bey inkabuğu çevre lemek-edir. Eski bölümler, t ü m ü birden değiş t i r i lemeyecek k a d a r

ö emli işlevler görmekted i r ; böylece çağdışı kalsa da, y a r a r de-ği l zarar verse de, evr imimizin gerekli sonucu olarak hır ı l t ıyla so luyarak çal ışmalara kat ı lacakt ı r .

New York kent inde büyük sokaklardan çoğu X V I I . yüzyıl-dan. borsa binası XVIII . yüzyı ldan, su boru ha t l a r ı XIX. yüz-yıldan kalmadır . E lek t r ik santra l ler i ve güç nakil şebekeleri XX. yüzyıla a i t t i r .

Haya t ta kalabi lmemiz için gerekli bilgilerin t ü m ü n ü dev-ra lmaya genler imiz yeter l i o lmayınca beyin ler gelişti. F a k a t sonradan öyle bir zaman geldi ki, Örneğin on bin yıl Önce, be-yinde bulundurabi leceğimizden daha çok bilgi ed inme iht iyacı duyunca, vücudumuz dışında yığınla bilgi b i r ik t i rmenin yolla-rını bulduk. Gezegenimizde, genler in in ve beyin ler in in dışında olmak üzere topluluğa maledi lmiş o r tak bellek gel iş t i ren tek tür İnsandır. Bu bilgi deposu ki tapl ık adını verd iğ imiz yer le r -dir.

Kitap bir ağaçtan yapı lmış t ı r . Koyu r enk boyalı ka rgac ık burgacık çizgilerin çizildiği ve ad ına «yaprak» denen parça la r ın b i ra raya get i r i lmesinden oluşur. Bu ki taba b i r göz a t t ığ ınızda, başka b i r insanın seslenişini duyars ın ız ; b inlerce yı l önce öl-müş birinin sesidir bu. Binlerce yı l ın geçtiği z a m a n köprüsü-nün ötesinden yazar, k i tabı aracı l ığıyla size, zihninizin içine, açıkça ve sükûnet le br şeyler ak t a r ı yo rdu r . Yazı, i n san la r ın belki de en büyük icadıdır. Bi rb i r ler in i hiçbir zaman t a n ı m a -mış, a ra lar ına çağların girdiği insanlar ı b i rb i r ine sağ layan en büyük araçt ı r . Kitap, zamanın zincir ini çat ı r çat ı r kopar ı r , i n -sanların mucize ya ra tan s ih i rbaz l ık lar ın ın b i r kanı t ıd ı r .

— 302 -

Eski zaman yazarlarından bazıları kil üstüne yazı yazdılar. Çivi yazısı, Batı alfabesinin eski atası, Yakındoğu'da yaklaşık 5.Û00 yıl önce icat edildi. Kayıt tutma amacı taşıyordu: Buğ-day alımı, arazi satışı, kralların zaferleri, rahiplerin heykelleri, yıldızların aldıkları durum, tanrılara dualar. Binlerce yıl yazı, kil üstüne ve taşa oyularak veya balmumuna, ağaç kabuğuna ya da deriye işlenerek ya da bambu tahtasına, papirüse ya da ipeğe boyayla yazıldı. Bunların hepsi de ancak bir tek nüsha olabiliyor, anıtlardaki yazılar dışında da öteki yazılar yalnızca az sayıda kişiye okuma olanağı sağlıyordu. Derken, Çin'de, ikin-ci ve altıncı yüzyıllar arasında kâğıt, mürekkep ve içi oyulmuş tahta harflerle baskı yöntemleri icat edildi. Böylece bir yazı-dan birçok suret çıkarıp yaymak gerçekleşebildi. Bu fikrin ge-ri kaimış Avrupa kıtasında uyanması için bin yıl geçti aradan. Ama uyanır uyanmaz da kitaplar basılmaya başlandı dünyanın her yanında. 1450 yıllarına doğru matbaanın icadından önce tüm Avrupa'daki kitap sayısı ancak on binlerle ifade edilebilir-di. Hepsi de elyazmasıydı. Çin'de M.Ö. 100 yıllarında kitap sa-yısı, 1450'lerde Avrupa'daki kitap sayısı kadardı. Büyük isken-deriye Kitaplığmdaki kitap sayısı da dünyada varolanın yüzde onuna yakındı. 50 yıl içinde, yani 1500 yıllarında basılmış kitap sayısı 10 milyonu bulmuştu. Okumasım bilen herkes için öğ-renmek mümkün oluyordu. Sihir yayılmıştı.

Son yıllarda «cep kitapları» denilen ciltsiz kitapların basıl-masıyla kitap fiyatları ucuzladı. Bir öğle yemeği parasıyla Ro-ma İmparatorluğunun çöküşü, türlerin kökeni, rüyaların yoru- ı mu, eşyanın doğasına ilişkin birkaç kitap alıp üzerinde düşü- ı nebilirsiniz. Kitaplar tohum gibidirler. Yüzyıllarca bir yerde uyuyakalmış durumdadırlar, sonra da birden beklenmedik ve n umut vaat etmeyen topraklarda çiçek vermeye başlarlar. li

Dünyanın büyük kitaplıklarında milyonlarca cilt kitap bu- f-lunur. Bunlar, kelime olarak, 10" Bit'lik bilgiye eşittir. Resim if olarak da 10!S Bit'lik bilgiye. Bu sayı, genlerim izdeki bilgiden -'e on bin kez fazladır. Beynimizdeki bilgiden de on kez çok, Haf-

21 — 303 —

tada bir kitap bitirirsem, ömrüm boyunca, yalnızca birkaç bin kitap okumuş olurum. Bu da zamanımızın en büyük kitaplık-larındaki ki taplar ın içeriğinin yüzde birinin ancak onda biri de-mektir. Bütün sorun, hangi kitapları okumam gerektiğini belir-leyebilmektir. Ki tapiardaki bilgiler doğduğumuz zamanki gibi kalmaz, sürekli değişir. Olayların değiştirdiği kitaplar dünya-;.. •-. gidişine ayak uydu ru r duruma getirilir. İskenderiye Kitap-lığı kurulduğundan bu yana yirmi Üç yüzyıl geçti aradan. Ki-tap olmasaydı, yazılı kayıt lar bulunmasaydı, y i rmi üç yüzyıl ağızdan agıza geçen bilgiyle ne Öğrenebilirdik? H e r yüzyılda dört kuşak insan doğduğuna göre, şimdiye dek gelip geçen yüz kuşak İnsanın ağızdan ağıza aktardığı bilgiyle ne kadar az iler-lerdik! Bütün bildiklerimiz, o zamanki bilgilerin doğru akta-rılmasına bağlı olacaktı. Ağızdan ağıza aktarı ldıkça da giderek bilgiler birbir ine karışacak ve yok olup gidecekti. Kitaplar , bi-ze. zaman içinde yolculuk yapmamızı , atalarımızın bilgilerini miras olarak devralmamızı sağlar. Kitaplık bize, yeryüzüne gel-miş geçmiş en büyük dehaların, doğanın bağrından binbir zor-lukla kopardıkları bilgileri ve gerçeklerin içyüzlerini sunar; ge-zegenin her yerinde ve tarihi boyunca yetişmiş en iyi öğretmen-lerin bıkıp usanmadan biriktirdikleri bilgilerin bize esin kay-nağı olmasına yol açar. Biz de kitaplık aracılığıyla kuru lan köp-rü sayesinde İnsan tü rüne katkıda bulunma f ırsat ını ele geçir-miş oluruz. Kitaplıkların çoğu yur t taş la r ın gönüllü bağışlarıy-la ayakta durmaktadır . Uygarlığımızın sağlık durumu, kül tü-rümüzün derin dayanakları konusundaki bilinçsizliğimiz ve ge-leceğe gösterdiğimiz ilgi hep ki tapl ıklara karşı göstereceğimiz özenle ölçülebilir.

Yeryüzü yeniden ve tüm fiziksel Özellikleriyle yarat ı lacak olsa, insana benzer bir yarat ığın yeniden varolması çok zayıf bir olasılıktır. Evr im sürecinde rast lant ının payı büyüktür . Bir koz-mik ışının başka bir gene ulaşması sonucunda oluşan değişik bir mütasyon ilk anda ufak tefek etkiler yapabi l i r faka t za-manla büyük etkilere dönüşür. Tar ih te olduğu gibi, biyolojide

— 304 -

de ras t lan t ın ın rolü büyük olabilir. Çok Önemli olgular ne ka-d a r eski ta r ih le rde m e y d a n a gelmişse g ü n ü m ü z ü n derinl ikleri-ne o ölçüde çok n ü f u z eder.

Örnek olarak el lerimizi inceleyelim. Beş parmağımız var; başparmağımız la öteki pa rmak la r ın iç bö lümüne dokunabil ir iz . Epey işimize ya r ıyor bu p a r m a k l a r . F a k a t başparmak dahi l al-t ı pa rmağımız olsaydı ya da dör t pa rmağ ımız bulunsaydı , ha t ta beş p a r m a k ve iki ba şpa rmak olsaydı, y ine de işimizi görürdü . Şu anda sahip b u l u n d u ğ u m u z pa rmak la r ın idealliği savunula-maz. Oysa b u n u şimdi çok doğal sayıyor ve böyle olmasaydı ne y a p a r d ı k diye d ü ş ü n ü r ü z . Beş pa rmağ ımız var, çünkü yüz-geçler inde beş p a r m a k kemiği ya da kemik bu lunan Devon ba-l ığ ından türemiş iz . Eğer yüzgeçler inde altı ya cö r t kemik bu-lunan bi r ba l ık tan tü remiş olsaydık, her iki e l imizde altı ya da dör t p a r m a k bu lunacak t ı ve pekala bunlar ı da doğal sayacak-t ık . Temel i on sayıs ına dayal ı a r i tmet iğe başvurmamız ın ne-deni, e l ler imizde on p a r m a k bu lunmâs ındand ı r . (*) Yok eğer p a r m a k sayı lar ımız değişik olsaydı, a r i tmet iğ in temel ine otur-tacağımız sayı da ona göre olacaktı. Aynı durı ım, sanı r ım, var-l ığımızın daha birçok temel Özelliği için de sözkonusudur : Ka-lıtsal harcımız, içimizdeki b iyokimyasal süreç, biçimimiz, boyu-muz , o rgan s is temler imiz , aşk lar ımız nefre t ler imiz , iht irasları-mız, düş kır ıkl ığımız, şe fka t imiz ve saldırganl ığımız, hal "a çö-zümleme süreç le r imiz , . . B ü t ü n bunlar , hiç olmazsa kısmen, bi-zim son derece uzun e v r i m ta r ih imizdeki rast lant ısal olguların sonuçlar ı gibi gözükmek ted i r . Eğer karbon dönemi bakanlıkla-r ından b i r inde b i r yusufçuk kuşu eksik ölseydi, gezegenimizin akıllı ya ra t ık l a r ı bugün belki de kuş tüylü olacaklar ye çocuk-la r ına kuş yuvası dersler i vereceklerdi . Evr imse l ras t lant ı şa-

( * ) Ar i tmet iğ in 5 ya ela 10 sayısı temeline oturtulduğu o denli açık-

t ır ki, eski Yunaucada «saymak» f i i l inin anlamı «beşslemek-

tir.

î — 305 — * Kozmos : F. 21,

şırtıcı b i r ka rmaşa ağıdır ; anlayış sınırımızın darl ığı ça rnaçar boynumuzu büküyor .

Aitmiş beş milyon yıl önce atalar ımız, zihinleri en boş me-meliler , köstebek zekâsında yara t ık la rd ı . B u g ü n gezegenimizin egemen tü rü olan o zamanki hayvan la r ın böylesi bir gel işme göstereceklerini t a h m i n edecek biyolog zor bu lunurdu . Y e r y ü -zü o zaman ürkütücü , kâbus gibi dev ker tenkele ler le doluydu: Dinozorlar . Bazıları 6 kat l ı a p a r t m a n boyundaydı . Yüzen sü-rüngenle r , uçan sü rüngen le r ve y ü r ü y e n sü rüngen le rd i bunlar . Yeryüzünde dehşet saçarak dolaşıyorlardı. Bazı lar ı büyükçe b i r beyne sahipti . Başları , dik duruş lar ı ve el gibi iki ön a y a k l a n vardı . Ellerini ya da önayaklar ın ı hızla kaçan küçücük m e m e -lileri -belki a ra la r ında a ta lar ımız da bu lunuyordu- y a k a l a m a k için kul lanı r lardı . Eğer bu dinozorlar yaşamla r ım sürdüreb i l -seîerdi, bugün gezegenimizin egemen akıllı t ü r ü yeşil derili , keskin dişli, dört me t r e boyundaki y a r a t ı k l a r olacaktı . T a m k u r g u - b i l i m k i tap la r ındaki gibi. F a k a t dinozorlar h a y a t t a kal -madılar . B i r fe lâket dinozorlar ın t ü m ü n ü ve ye ryüzündek i t ü r -lerin çoğunu yok et t i . (*) Ağaç böcekler ini ve memel i l e r i yok etmedi. Onlar haya t t a kaldı lar .

Dinozorları yok eden şeyin t a m olarak ne o lduğunu kimse bilmiyor. İlginç b i r f ik re göre, nedeni kozmik bi r fe laket t i , ya -kın b i r yıldızın pat laması ; Yengeç Bu lu t su la r ına yol açan b i r süpernova. Al tmış beş mi lyon yıl önce ras t lan t ı sonucu güneş sistemimizden on ya da y i rmi ışık yılı uzakl ık ta b i r süpernova bulunsaydı , uzaya yoğun kozmik ışınlar y a y a r d ı ve bu ı şmlar -

(*) Yapılan son bir anatİ2, okyanuslardaki tüm türlerin yüzde 96'sı-nın bu çağda ölmüş olabileceğine işaret ediyor. Türlerin böylesi-ne silinip süpüriilıcesi karşısında, bugünkü organizmalar, Me-zozoik zamanlarda yaşamış pek küçük ve tüm canlıları tam ola-rak temsil etmeyecek sayıdaki örneklerden gelişmiş olabilir-ler.

— 306 -

dan bir bölümü yerküremizin hava ör tüsüne girerek atmosfer-deki ni trojeni yakardı . Böylece oluşan ni t rojen oksitler, atmos-ferdeki koruyucu ozon tabakasını yır tar , yeryüzüne güneşten gelen morötesi ışınları a r t t ı ra rak yoğun morötesi ışına karşı korumasız birçok organizmayı yakar , mütasyona uğratırdı. Bu organizmalardan bazıları, dinozorların başlıca yiyecek maddesi olabilirdi.

Nedeni kesinlikle bil inmeyen bir felaket sonucu dmazorla-r ın dünya sahnesinden çekilişi memeli lere raha t bir soluk al-dırdı. Atalar ımız doymak nedir bilmeyen sürüngenler in baskı-sında yaşamaktan art ık kur tulmuşlardı . Büyük bir coşku için-de değişmeye ve gelişmeye koyulduk. Yirmi milyon yıl önce bizim en yakın atalar ımız büyük bir olasılıkla hâlâ ağaçlarda yaşıyorlardı . Sonradan ağaçlardan indiler, çünkü büyük bir bu-zul çağında ormanlar yok olmuş ve yerlerini çalılıklar almıştı. Eğer ağaç sayısı azsa ağaç üzerinde yaşama alışkanlığını sür-dü rmek iyi bir şey değildir. Ormanlar ın kayıplara karışmasıy-la ağaçlar üzer inde yaşamlar ını sü rdüren pr imat lar ın çoğu da sahneden silinip gitmişlerdir. Aralar ından yalnızca bazıları ye-re inerek oradaki tehlikeli ve zorlu hayat ı göze almış ve yaşam-larını sü rdü rmüş tü r . Ve bunlardan bîr boyunun gelişmesinden biz or taya çıkmışız. İkl imdeki bu değişikliğin nedenini de kim-se bilmiyor. Güneş ' in iç aydınlığında ya da yerküremizin yö-rüngesindeki aydınl ıkta küçük bir değişme meydana gelmiştir belki; belki de geniş çapta volkanik pat lamalar stratosfere ince toz salarak güneş ışığının yerküreye daha az geçerek çoğunun tekra r uzaya yansımasına neden olmuştur . Böylece de yeryüzü soğumuştur . Okyanuslar ın genel akmt ı smdaki değişiklikten de olabilir. Ya da Güneş galaksilerarası toz bulu tu arasından geç-mişt ir . Ne olursa olsun, bize, varlığımızın astronomi ve jeoloji a lanlar ındaki rast lant ısal olaylarla ne denli bağlantılı bulundu-ğunu bir kez daha gösteriyor.

Ağaçtan aşağı indikten sonra dik duruşa geçiş için bir ge-

lişme gösterdik; ellerimiz serbest kalmıştı ; iki gözü birden kul-

— 307. —

l anmak sure t iy le gö rme duyumuz epey gelişmişti za ten; kısa-cası araç, gereç y a p m a k için ge reken önkoşul lar ın çoğuna sa-hiptik. Şimdi artık genişçe bir beyne sahip olmak ve karma-şık düşünceleri ak t a rmak gerekiyordu. Akıllı o lmak aptal ol-maktan yeğdir . Çevre aynı kaldığına göre, bu yola s a p m a k en iyisiydi. Akıll ı var l ık lar sorunlar ı daha iyi çözümlerler , daha

.i i.;;-'- yaşayabi l i r ler ve dünyaya daha çok çocuk b ı rakabi -İ l ; Niik eer s i lahlar icat edilinceye dek, akıl insan ın hayat -

ta k. "m. -;na epey yardımcı olmaktaydı. Tar ih imizde , akıl l ı k ü -çük memelilerden oluşan bazı sürüler d inozor lardan saklandı-î ağaç L pelerine sahip çıktılar, sonra ağaç tan inip ateşi eh-l i leşürdiler , yazıyı icat et t i ler , gözlemevleri k u r d u l a r ve uzay araçları fırlattılar. Eğer olaylar birazcık değişik bir akış göster-seydi, böylesi başarı l ı sonuçlara ulaşacak akıl ve beceri sahibi V.v i-.a bir hayvan çıkabilirdi. Belki ele iki ayakl ı zeki dinozor-lar olabil::..;. Ya da tilkiler, m ü r e k k e p balığı veya başkalar ı . Zekâ sahibi Ç e k i ya ra t ık la r ın ne derece bilgi sahibi o lduklar ı -nı oğ: :-nmek ilgimizi çekt iğinden bal inalar la o rangu tan la r ı i n -celiyoruz. Başka ne t ü r uygarlıkların m ü m k ü n olabileceğini bi-razcık öğrenmek için tarih ve k ü l t ü r antropoloj is i incel iyoruz. Fakat bi: hepimiz -bal inalar , o rangu tan la r , insanlar- b i rbi r i -mizle çok yak m bağlar içindeyiz. Araş t ı rma la r ımız tek bir ge-zegendeki bir ya da iki ev r imse l çizgiyi incelemekle sınır l ı ka-lırsa, başka akıllı var l ık lar ın ve öteki uygar l ık la r ın çeşi t lerini ve zekâ pırı l t ı larını b i lmekten yoksun kalacağız.

Kalıtsal çeşitliliğe yol açacak ras t lant ısa l süreç le r dizisinin değişiklik göstereceği ve bazı Özel gen bi r leşmeler ini belirle-yecek ayın çevre koşullarının geçerli olacağı başka b i r gezegen-de, bizlere fiziksel olarak benzeyen ya ra t ık l a ra r a s t l ama şansı, kanımca, s ı f n a yakındır. Değişik b i r akıl şekline ras lamamız şansıyla vardır . Onların beyinler i içer iden dışar ıya doğru ge-lişmiş olabilir. Bizdeki nöronlara benzeyen değişken e lement le -re sahip bulunabi l i r ler . Faka t nöronlar ı b iz imkinden değişik-lik gösterebilir . Oda ısısında çalışan organik aygı t l a r olacakla-

— 308 -

r m a , çok düşük ısı derecelerinde çalışan süper - iletkenler ola-bilir onların beyni. Bu takdirde onların düşünme hızı bizim-kinden 107 kez olacaktır. Nöron bağlantı larının bizimkiler gibi 10M 'lük olduğu gezegenler bulunabil ir . Faka t hu sayının 10-4 ya da 10"4 olduğu gezegenler de olabilir. Bunlar ın ne derece bilgi sahihi olduklarını Öğrenmek İsterdim, Onlarla birlikte aynı ev-reni paylaştığımızdan, ortak bilgilere sahip bulunabiliriz. On-larla temas kurabilsek, beyinlerinde, bizim ilgimizi çekecek epey bilgiye rast lardık. Bunun tersini dc söyleyebiliriz. Yerküremiz dışındaki akıllı varl ıklar -bizden epeyce gelişmiş varlıklar ol-salar bile- bize karşı ilgi duyarlar , ne bildiğimizi, nasıl düşün-düğümüzü, beyinlerimizin yapısını, evrimimizin izlediği yolu, geleceğimize ilişkin d u r u m u m u z u öğrenmek isterlerdi.

Bir hayli yakınımızdaki yıldızların gezegenlerinde eğer akıl-lı yara t ık lar varsa, bizim hakkımızda acaba herhangi bir bilgi-ye sahip midir ler? Yerküremizdeki genlerden beyinlere ve ki-tapl ıklara dek g i ren uzun evrimsel gelişmemizin kırıntısından haberda r l a r mı acaba? Eğer yerküremiz dışındaki gezegenlerde akıllı var l ık lar yaşıyorsa, hakkımızda bilgi edinebilmeleri için en az ından iki seçeneğe sahip'.irier. Biri, radyo-teleskopla biz-leri dinlemeleridir . Milyarlarca yıldır şimşek çakmasıvia yer-küremizin manyet ik alanında kapana kısılmış, ıslık çalan elekt-ronlar la protonlar ın neden olduğu zayıf ve aralıklı radyo dal-ga la r ından başka bir şey duymamış lard ı r . Derken, bundan yüz-yıl kadar önce, yerküremizden çıkan radyo da lga lan r h î u güç-lü, daha duyu lu r bir hal almıştır . Aynı zamanca sesi daha az ve sinyali daha çok andı rmaya başlamıştır . Yerküre in a: lan sonunda radyoyla haberleşmeyi icat etmişlerdi . Bugün uluslar-arası radyo, televizyon ve radar haberleşme ağı k u ı t l m u ş ur. Bazı radyo f rekans la r ında , yerküre , güneş sistemindeki tn güç-lü radyo kaynağına ve en parlak cisme cönüşmt^ bulunuyor. Jüp i t e rden de, Güneş ' ten de daha par lak oldu. Yeryüzünden radyo yayınlar ını dinleyen ve bu tür sinyalleri alan yerküre-dışı bir uygarl ık, bizim gezegenimizde, son zamanlarda önemli

— 309 -

bir şeyler olduğu sonucunu çık ar m azlık edemez. Yerküremiz döndükçe, daha güçlü radyo vericilerimiz göğü

yavaştan tarar . Başka bir yıldızın gezegenindeki bir astronom, sinyallerimizin belirip kayboluş sürelerinden yerküremizdeki günün uzunluğunu çıkarabilir. En güçlü verici kaynaklar ımız-dan bazıları da radarlardır . Bunlardan birkaçı radyo-astronomi-ae kullanılır ve yakın gezegenlerin yüzeylerinde arama tarama yaparlar . Radardan göğe yayılan sinyal demeti, gezegenlerin çapından çok daha büyük olduğundan bunun büyük b i r bölü-mü güneş sisteminden geçip giderek yıldızlararası uzayda din-liyor olabilecek duyarl ı bir alıcıya ulaşır. Radar yayın lar ından çoğu askeri amaçlıdır. "Nükleer başlıklı füze at ı l ış ından endişe duyarak göğü sürekli olarak tarar bu radar lar . însan uygarl ı -ğının sona ermesinden onbeş dakika öncesini saptayacakt ı r as-keri amaçlı radarlar . Bunlar ın çıkardığı sinyallerin içerdiği bil-gi önemsizdir; bip'ler biçiminde şifrelenmiş basit sayısal dizi-lerden oluşmaktadır .

Genel olarak yerküremizden kaynaklanan en bel i rgin rad-yo yayın lan televizyon programlanmızdı r . Yeryüzü döndüğü için bazı televizyon istasyonları u f u k t a gözükürken, diğer bazı-ları u fkun Öteki yanından kaybolacaktır . P r o g r a m karışıklığı olacaktır bu yüzden. Bu karışıklık yakın bir yıldızın gezegenin-de ayırt edilip düzenli b i r dinleme servisi kurulabi l i r . En sık tekrarlanan mesaj lar , istasyon bel ir leme sinyalleriyle de te r jan , deodoran, başağırısı hapları ve otomobil satış çağrıları olacak-tır. En çok kaydedecekleri mesaj lar , ayrı ayrı yer le rden ayn ı zamanda birçok vericiden yapılacak olan yayınlardı r . Örneğin, uluslararası bunalım dönemlerinde A.B.D. Başkanı ya da Sov-yetler Birliği Başkanı t a ra f ından yapı lan konuşmalara ait sin-yaller. Televizyon reklamlarının anlamsız içerikîeriyle ulus lar-arası bunal ım ve insanlık ailesi içindeki savaş zır-zırları Koz-mos'a yeryüzündeki hayat hakkında yayın yaptığımız başlıca mesajlardır. Hakkımızda ne düşünüyor lardı r , kimbilir ,

O televizyon programlarını geri alabilmek diye bir olanak

— 310 -

yoktur . Daha önceki yayınlar ın ardından yenisini gönderip es-kisini silme olanağı da yok. Hiç bir şey ışıktan daha hızlı yol-cu luk edemez. Yerküremizden geniş çapta televizyon yayınla-rı 1940'larda başlatıldı. Böylece merkezi yerküremiz olmak üze-re , ışık hızıyla ilerleyen küresel bir dalga cephesi vardır . O ta-r ih lerde başkan yardımcısı olan Richard Nixon'un demeciyle y ine o zamanlar televizyonda gösterilen Senatör Joseph Mc-Ca r thy ' n in soruşturmasına ait hım-hım yayınlardır . Bu yayın-lar otuz beş, kırk yıl önce yapıldığından, yerküremizden he-nüz elli yı l ın al t ında ışık yılı uzaklığı varmışt ır . Eğer bize en y a k m uygarl ık daha uzaklarda bulunuyorsa, foyalarımızın mey-dana çıkması biraz daha gecikeceğinden rahat bir nefes alabi-liriz. Neyse, belki de, sözünü et t iğim programlar ın içeriğini an-laşılır bulmayabil ir ler .

İki Voyager uzay aracı, yıldızlara doğru yol a lmaktadır şu anda. Herbi r ine altın kaplamalı bakır bir pikap plağı, bir kaset ve plak iğnesi bağladık. Plağın a lüminyumdan mahfazasının üs tüne de nasıl kullanılacağını yazdık. Genlerimiz hakkında, beyinlerimize ilişkin ve kitaplıklarımıza dair bilgiler verdik. Bu bilgileri, yı ldızlararası uzay yolculuğuna çıkmayı düşünebilecek başka varl ıklara yolladık. Yıldızlararası uzayda, vericileri çok-t an susmuş Voyager ' in varlığını farkedebilen bir uygarl ık kuş-kusuz bizden daha i leridir bilim alanında. O varlıklara kendi-miz hakkında yalnızca bizde varolduğunu sandığımız özellik-leri anla tmak, beyin kabuğunun Önemini ve beyindeki limbik s is temi t an ı tmak istedik. Mesajımızı alacak olanlar anlamasa-lar da, ye ryüzü ülkeler inden al tmış dilden selâm gönderdik. Ba-l inaların seslerini de ekledik. Yerkürenin dört bir yanında bir-bir ler ine karşı ilgi ve saygı gösteren, kendini Öğrenime, araç gereç üret imine ve sanata adamış, zorluklara karşı meydan oku-y a n insanların fotoğraf lar ım derleyip gönderdik. Birkaç kül türe ai t müziklerden bir buçuk saatlik bir derleme de yolladığımız paket in içinde. Bu müziğin bir bölümü, kozmik yalnızlığımızı, bunu giderme arzumuzu, Kozmos'daki Öteki varlıklarla ilişki

—. 3U —

kurmak isteğimizi yansıtıyor. Aynı zamanda gezegenimizde ha-yatın başlangıcından Öteki zamanlarda duyulmuş olabilecek seslerden, insan türlerinin evrimi ve son olarak patlak veren teknoloji dönemindeki seslere kadar kayıt yaptığımız plaklar da gönderdik. Eal inalarmki gibi, enginliklere çığır i lan bir sev-gi şarkısıdır bu. Birçok mesajımız, belki de çoğu, çözümleneme-yecek. anlaşılamayacak, Ama yine de göndermiş bulunuyoruz. Çünkü denemek önemlidir.

Bn anlayış ve coşkuyla Voyager uzay gemisine bir insanın düşüncelerini ve duygularım, onun beyninin, kalbinin, gözleri-nin ve kaslarının elektriksel devinimlerini bir plağa kaydede-rek bunu da gönderdik. Bir bakıma, bir tek insanın, 1977 yılı-nın Haziran ayında, düşüncelerini ve duygularını Kozmos'a yol-lamış bulnuyoruz. Bu plağı alanlar belki onu dinlemeyecekler ya da radyo dalgalan yayan bir gökcismi sanacaklar . Sansınlar . Zaten yüzeysel olarak bakınca, gönderdiğimiz o plak radyo dal-galan yayan bir gökcismidir de.

Genlerim izdeki bilgiler çok eskidir, çoğu milyonlarca yıl ön-cesine aittir. Bazıları milyarlarca yıll ıktır . Buna karşılık, ki-taplarjmızdaki bilgiler en çok birkaç bin yıl l ıkt ır ve beyinleri-mizdeki de yirmi, otuz yıllık. Uzun ömürlü bilgi, insanlara öz-gü bilgi türü değildir. Yeryüzünde aş ınmadan ö türü anıt lar ı-mız ve yapıtlarımız, doğa olaylarının içinde, uzun bir gelecek-te yaşamayacaklardır. Faka t Voyager 'deki plak güneş sistemine doğru yol almış bulunuyor. Yıldızlararası aşınma (erozyon) -ço-ğunlukla kosmik ışınlar ve toz zerreciklerinin konması- öylesine azdır ki, plaktaki bilgi bir milyar yıl dayanır . Genler, beyinler ve kitaplar değişik yöntemlerle bilgi derlerler. Zamana karşı da-yanıklılığı da değişik oranlardadır. Oysa insan tür ler in in Voya-ger'deki yıldızlararası plağa kaydedilmiş bilgileri zamana kar -şı çok daha inatçı anılar olarak kalacaklardır .

Voyager'deki mesaj, insanın içine sıkıntı verecek bir ya-vaşlıkla ilerliyor yolculuğunda. İnsan tü rü taraf ından fır lat ı l-mış en hızlı araç olmasına karşın, en yakın yıldıza varması için

— 312 -

binlerce, onbinlerce yıl geçecek aradan. Voyager in on yılda al-dığı yolu, bir televizyon programı yayını birkaç saatte alır. Bir televizyon yay ım bittiği andan i t ibaren birkaç saatte Voyager'i Sa tü rn gezegeni dolaylarında yakalar , geçer ve yıldızlara doğ-ru yönelir. Eğer uzaydaki birileri bizim televizyon yayınları-mızı duyarsa, dilerim, hakkımızda iyi şeyler düşünürler . Zekâ-mız son zamanlarda bize büyük güçler bağışladı. Fakat , kendi yokoluşumuzu önleyecek yeteneği bağışlamadı. Neyse ki, ara-mızda bu yönde ciddi çaba harcayanlar var. Zamanı kozmik perspektif içinde algılayarak yerküremiz üzerinde yaşayan her insanın hayat ını kutsal sayacak bir düşünceyle örgütleneceği-mizi ve ondan sonraki ilk adımı da a tmaya hazır olacağımızı u m u t ederim. Bu, galaksilerarası haberleşen uygarlıklar top-lu luğunun bir adayı olma adımı olacaktır.

— 313 -

Bölüm XII

GÖK KITASI ANSİKLOPEDİSİ

«Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz? Sana benzer hiçbîr şey görmemiştim daha Önce.» Yaratıcı, insanoğ-luna baktı ve.., bu yeni garip varlığın kendine bu den-li benzeyişine şaşırdı.

— Eskimolann yaratılışa İlişkin bir efsanesi

Gökler kuruldu Yeryüzü tamamlandı Ya şimdi kim hayatta kalmalıdır, ey tanrılar?

— Aztek güncesinden, Krallıkların Tarihi

Biliyorum, bazı kişiler, gezegenlerin varlığı savında birazcık fazla ileri gittiğimizi, birçok olasılık öne sür-düğümüzü ve bunlardan biri, zinhar, boş çıkarsa, kötü

— 315 —

bîr femet yüzünden çöken bina gibi İüm savımızı bo-şa çıkaracağını söyleyecekler. Fakat yerküremizin üie-ki gezegenlerle birlikte eşît saygınlık ve onuru paylaş-tığım söylersek, doğanın yapıtlarının görkemli güzellik-lerinden zevk alınan başka bir yer yoktur diye kim îd-dl^da bulunabilir? Ya da doğa yapıtlarının görkemini izlf yenler varsa, bunlar arasında, bizim kadar yapıtların de.-in gtzîerine giren yoktur demeye cesaret edebilir mi?

— Christiaan Huygens, !\lew Conjecîures Concer-mng Planetary VVorlds, Their Inhabitents and Productions, (Gezegenlerdeki Dünyalar, Ora-larda yaşayanlar ve Üretimlerine ilişkin yeni düşünceler), yaklaşık 1690 yılı

Doğanın yaratıcısı... şimdiki durumda yeryüzünden ev-rendeki ötekî büyük cisimlerle haberleşmeye girişme-miz olanağını vermemiştir; olasıdır kî, öteki gezegen-ler ve sistemler arasında da aynı biçimde haberleşme-yi tümden kesmiştir... Bütün bu gezegenlerde merakı-mın körükleyen yeterince kaynak var. Doğada pırıl pı-rıl bunca zekâ bulunsun da, meraklar şahlansın da, so-nunda bu merakların giderilmesi mümkün olmasın... Olamaz... Eu nedenledir ki, bugünkü durumumuzu varlığımızın şafak zamanı ya da başlangıcı sayıyoruz. Daha sonraki ilerlememizin hazırlık dönemidir.

— Colin Maclaurin, 1748

Daha evrensel, daha yalın, yanlışlıklardan ve karanlık-lardan daha arınmış bir dîl olamaz... Doğal şeyler ara-sındaki değişmez ilişkileri matematikten daha iyi arıla-tan hiçbir şey yoktur. Tüm doğa olgularını aynı dille anlatarak sanki evrenin plan yalınlığı ve birliğine tanık-

— 316 -

Iık eder. Doğa olaylarının nedenlerine değişmez bir dü-zenin egemen olduğunu daha da belirgin kılar.

— Joseph Fourier, Analytic Theory of Heat (Isının çö-zümleyici Kuramı), 1822

YILDIZLARA DOĞRU DÖRT ARAÇ FIRLATTIK; Pio-neer 11, 12 Voyager 1 ve 2. Bunlar ilkel uzay gemileridir, Yıl-dızlararası geniş uzaklıklar gözönüne alınırsa, bazen rüyada u laşmak isteyip de hızlı koşamadığmız için u laşamamaktan ötü-rü kahrolduğunuz du rumla ra benzetebiliriz bunu, İleride, uzay gemilerimiz, daha hızlı gideceklerdir . Yıldızlararası gezi güzer-gâhlar ı saptanacakt ı r ve er ya da geç o uzay gemilerinde insan bulunacakt ı r aracı yöneten. Samanyolu Galaksisinde yerküremiz-den milyonlarca yıl daha eski gezegenler olması gerekir . Bazı-lar ı milyarlarca yıl eski de olabilir. Şimdiye dek ziyaret edilmiş olmamız gerekmez miydi? Gezegenimizin başlangıcından bu ya-na geçen milyar larca yıl içinde, bir kerecik olsun uzaklardaki uygar l ık lardan kalkıp yerküremize gar ip bir aracın geldiği ol-mamış mıdır acaba? Yeryüzüne tepeden bakıp dolaşan ya da böcekler, meraksız sürüngenler , homurdanan pr imat la r ya da dolaşıp gezinen insanlar t a ra f ından gözlenmek üzere yerküremi-ze konan acayip bir araç görülmemiş midir? Bu düşünce herke-sin aklına gelen doğal bir sorudur . Evrende akıllı canlılar bulu-nup bulunmadığı so rununu düşünen herkesin aklına gelmiş bir soru. Ama gerçekte oldu mu acaba böyle bir şey? Bu konudaki çok önemli nokta, ortaya at ı lan kanı t la r ın geçerliliğidir; olası gözüyle bakılan kanıt geçerli değildir. Ya da gönüllü bir ya da birkaç görgü tanığının temelsiz kanı t lar ı yeter l i değildir. İşe böy-le bakınca, yerküre-dış ı ziyaretçilerin Yeryüzüne geldiklerine inandırıcı bir du rum yoktu. UFO' lar (Unidentif ied Flying Ob-jects , Kimliği Sap tanmamış Uçan Cisimler) hakkında söylenen-lere ve eski astronotların gezegenimizin davetsiz konuklarla do-lup taştığına ilişkin sözlerine karşın, ortada inandırıcı bir kamt

— 317 -

yok. Keşke olsaydı.. . Ne kadar isterdim böyle b i r şeyi. Yerkü-re-dışı egzotik bir uygarl ığı an lamaya a n a h t a r ro lünü oynaya-cak, karmaşık f aka t aydınlatıcı bir bilgi zerreciğine bile razı-yız aslında.

1801 yıl ında Joseph Fourİer (*) adında b i r fizikçi F ransa 'da İşere eyaleti belediye başkanıydı . İl s ınır lar ı içindeki b i r okulu tef t iş ederken onbir yaş ındaki bir öğrencinin zekâsı ve doğu dil-lerine yatkınl ığı ilgisini çekti. Four ie r çocuğu evine b î r sohbet için dave t etti . Çocuk Four ie r ' n in evindeki Mısır 'dan ge t i r i lmiş sanat yapı t lar ı ve eşyası koleksiyonunun etkisi a l t ında kaldı. Na -polyon'uıi Mısır seferi s ırasında bu ülkedeki eski uygar l ık la r ın -dan kalma astronomi anı t lar ın ın ka ta logunu ç ıkarmakla görev-lendir i lmişt i Four ie r . Hiyeroglif yaz ı t l a r çocuğun m e r a k duygu-sunu kamçıladı, «Peki, bunlar ın an lamı nedir?» diye so rduğun-da, «Hiç kimse bilmiyor,» yanı t ın ı aldı. Bu çocuğun adı J e a n François Champoll ion 'du. Hiç kimsenin okuyamadığ ı b i r di l in gizlerini çözme merakıy la yan ıp tu tuşan çocuk, doğu di l le r ine merak sardı ve eski Mısır yazısını çözmeye koyuldu. O ta r ih le r -de, Fransa , Napolyon t a ra f ından çalman, sonra da Batı l ı b i l im-adamlar ın ın incelemesine sunulan Mısır yapı t la r ıy la dolup taşı-yordu. Napolyon 'un Mısır sefer ine ilişkin ki tabını genç C h a m -pollion kısa zamanda yu t tu . B ü y ü y ü n c e Champolliotı çocuklu-ğunun düşünü gerçekleşt irdi : Eski Mısır hiyeroglif yazısını çöz-müştü. Ancak 1828 yılında, yaııi Fourİer ile t an ı ş t ık tan y i rmi ye-di yıl sonra, Champoll ion ilk kez Mısır 'a ayak basabildi . Düş-lerinin toprağına ayak bas t ık tan sonra, Kahİ re 'den Ni l nehr i yo-

(?) Fourier ısının k a t ı cisimlerde yayılışına ilişkin İnceleme-siyle ün yapmıştır. Bu incelemeleri gezegenlerin yüzey özellik-lerini anlamaya yardımcı olmuştur. Fourier dalgaların ve diğer-döngüsel hareketler üzerinde yaptığı incelemeleriyle do tanınır . Bu çalışmaları Fourier analizi olarak matematiğin bir dalım oluş-turmaktadır .

— 318 -

luyla, uğruna yaşamını adadığı kü l tü rün kaynaklar ına gitti. Za-man içinde giriştiği bir yolculuktu bu. Yabancı bir uygarlığa ya-pılan yolculuk.. .

16 günü akşamı Der.dera'ya vardık. Mehtap muhteşemdi. Tapınaklara ulaşabilmemize bir saat kalmıştı. Bu denli yak-laşmışken duraklamak olur muydu? Biz ölümlüler arasındaki en soğukkanlı yarat ığa soruyorum! Bir an önce oraya ulaş-ma dür tüsüne dayanıl ır mi? O anın insana verdiği emir şöy-leydi: Bir iki lokma yedikten sonra hemen yola çıkın! Mu-h a f ı z ı z ve yalnız, faka t tepeden t ırnağa kadar silahlı olarak geniş araziler aşt ık. . . Tapınak sonunda kendini gösterdi bi-ze. . . Bu tapmağın boyutlar ı ölçülebilir istenirse. Fakat bu tapınak hakkında bir f ikir verebilmek olanaksızdır. Güzel-likle görkemin en yüksek düzeyde buluştuğu bir yer burası. Ağzımız iki saat açık kaldı. Tapmağın odaları ve bölmeleri a ras ında oradan oraya koşup durduk. Ayıcığında dtij duvar-ları üzerindeki yazıları okumaya çalıştık. Tekneye döndü-ğümüzde sabaha karşı saat üçtü. Sabahın yedisinde yine ta-pmaktayd ık . . . Ayışığmda güzel olan güneş ışığında da gü-zeldi. Güneş ışığı bize yazıların ayrınt ı lar ım da gösterdi.. . Avrupa 'da bizler cüceleriz ve hiçbir toplum, eski ya da ye-ni, mimar iy i Mısırlılar kadar yüce ve görkemli bir anlayışa kavuş turmamış t ı r . Her şeyin otuz met re boyundaki insan-lara göre yapılmasını buyurmuşlar .

Dendera 'daki Ka rnak sütünlar ıyla duvarlar ındaki yazıları, Mısır ' ın her yanındaki yazıt ları Champollion hiç zorluk çekme-den çözebildiğin! gördü. Ondan önce çok kişi denemişti, fakat başaramamışt ı hiyeroglif yazısını çözmeyi. Hiyeroglif, kutsal oyun tu la r anlamına gelmekteydi . Çoğu araştırmacı ve bilgin bu yazıyı resim şifresi sanmıştı . Özellikle kuşlarla dolu olmak üze-re eşekarıları , hamamböcekler i , göz küreleri ve dalgalı çizgiler-le dolu karmakar ış ık mecazlar sanmışlardı. Hiyerloflifler konu-

— 319 -

sundaki karışıklık büyük tü . Mısırlı ları Çin 'den ge lme sömür-geciler sananlar vardı. Tersini düşünen le r de vardı kuşkusuz . Sah te çeviriler cilt cilt dolaşıyordu ellerde. Çeviri yapan araş-t ı rmacı la rdan biri, Rosetta Taşı 'na bak ıp o ana dek hiyeroglif yazıları çözümlenmemiş bu taştaki yazının anlamını h e m e n çı-kar ı vermişi i . Bakar bakmaz çıkardığı an lamın «Uzun uzadıya 'üşünmenin yol açtığı sistemli ha ta la rdan» koruduğunu , bu ne-

de::!: de fazla düşünceye da lmadan daha iyi sonuçlar elde edil-diğini söyledi. Champollion hiyeroglif ler in res im biçiminde me-cazlar olduğu savına karş ı koydu. İngiliz fizikçisi Thomas Yo-ung'un zekice suf lör lüğü sayesinde Champoll ion şöyle b i r f ik i r silsilesi kurdu: Rosetta Taşı 1799 yı l ında bir Frans ız askeri ta ra-fından Nİİ Del tasmdaki Raşİt kasabası m ü s t a h k e m mevki le r in -de bulunmuştu. Arapça bi lmeyen Avrupa l ı l a r bu taşa Roset ta adım vermişlerdi. Eski bir t ap ınak tan kopmuş bi r taş parça-sıydı. Aynı mesa j ı üç ayr ı dilde anla t ıyor gibiydi; üs t te hiye-roglif yazısı, orta bö lümünde demotik denilen hiyerogl i f i andı -ran bir el yazısı vardı ve so runun çözümlenmesinde a n a h t a r ro-lünü gören üçüncü bölümse Yunancaydı . Y u n a n c a y ı iyi bi len Champollion sözkonusu Rosetta Taş ı 'nm K r a l V. P t o l e m y Ep ih -panes'in M.Ö. 196, yı l ında taç g iyme töreni dolayısıyla yazı ldı-ğını anlamıştı. Bu vesileyle kra l siyasi t u tuk lu l a r ı serbes t bı-rakmış, vergi iadesi yapmış, tap ınaklar ı donatmış , asileri bağış-lamış, askeri hazır l ıkları a r t ı rmış , kısacası, çağdaş yönet ic i le r in de iktidarda ka lmak için yap t ık la r ın ı t ekrar lamış ,

Rosetta Taşı 'ndaki yaz ın ın Yunanca bö lümünde P t o l e m y kelimesi b i rkaç kez geçiyordu. Hiyeroglif yazı l ı me t inde de he-men h e m e n ayn ı ye r l e rde e t ra -f ı k a b a r t m a y l a çevre lenmiş b i r s imge vardı . Champol l ion, bu s imgenin P t o l e m y kel imesi yer i -

ne konulduğunu fark etti. Eğer böyleyse yazı res im ya da mecaz

— Î320 --

temeli üzerine o tur tu lmuş olamaz, tersine, birçok simge, harf ya da hece yer ine geçiyor, diye düşündü, Champollion bu arada, Yunanca sözcüklerin sayısıyla met in boyu aynı olan hiyeroglif yazısındaki hiyerogliflerin (kutsal oyuntular) sayısını da karşı-laşt ı rmayı akıl etti . Şimdi b ü t ü n sorun, hangi hiyeroglifin hangi harf yer ine kullanıldığını çözmeye kalmıştı. Bir şans eseri, Cham-pollion öyle bir dikili taşla karşılaşmıştı ki, bunda Yunanca ya-zılı Klepa t ra adının hiyeroglif yazısındaki karşılığını saptamış bu lunuyordu . Bu taş Phi lae adında bir yerdeki kazılarda ortaya çıkarılmıştı . P to lemy adıyla Kleopatra adında ortak harf ler in bu-lunması , Champoll ion 'un hiyeroglif yazısını çözmesine yardımcı oldu. P to lemy adının ilk har f i P 'd i r . Kleopatra adında da P harf i vardı r . P 'n in hiyeroglif yazısında bir kareyle simgelendiğini fark eden Champollion, böylece ortak yanları saptamaya koyuldu. Her iki isimde de L har f i vardı. Champollion, baktı, L yer ine birer aslan yat ıyordu hiyeroglif yazısında. A har f i yerine bir kartal konmuştu . Böyle böyle hiyeroglif yazısının temel yapısı belir-meye başlamıştı . Mısır hiyeroglif yazısı, temelde basit şifreler-den oluşmuştur . Ne va r ki. he r hiyeroglif bir harf ya da hece değildir. Hiyeroglif yazıları arasında resme dayanan anlamlar da bu lunur . P to lemy oyuntusunun son bolümü, «Çok yaşa, Tan-rı P t a h ' m sevgili oğlu» demektir . Kleopatra adının son bölümün-deki yar ım daireyle y u m u r t a da «Isis'iıı kızı» demektir . Harf -lerin resimlerle karış ık du rumda oluşu, Champollion'dan önceki a raş t ı rmacı la r ın kafa lar ın ı karışt ırmışt ı .

Şimdi geriye doğru göz atınca kolay gibi görünüyor hiye-rogbf yazısı. F a k a t nice yüzyıl lar sü rmüş tü incelenmesi. Yazıyı çevreleyen kabar tmalar , hiyeroglif yazısını çözmek için bulunan b ü y ü k anah ta r la r ın küçük anahtar lar ıydı . Mısır Firavunları ken-di isimlerinin e t ra f ın ı kabar tmayla çevrelemeleri , sanki iki bin yıl sonra bu yazıyı çözmeye uğraşanlara sunulan birer önemli anah ta r armağanıydı . Champollion Karnak ' tak i Büyük Hyposty-le Koridor lar ını kendinden öncekileri de büyüleyen hiyeroglif yazıları okuyarak dolaşıyordu. Böylece çocukluğunda Fourier 'e

î

— 321 — * Kozmos : F. 21,

yönelttiği sorunun yanıtını da vermişti. Kimbilir duyduğu zevk ne büyüktü. Başka bir uygarlıkla iletişim kanalını açmak! Bin-lerce yıldır tarihi, tıbbmı, sihirbazlarının büyücülüğünü, dini-ni, siyasetini, felsefesini dünyaj ra anlatamayan bir kül türe böy-lesine büyük bir olanak açılmıştı...

Bugün de yine eski ve egzotik bir uygarl ıktan mesaj lar bekliyoruz. Ama bu clefaki yalnızca zamanın gerisinde kalmış bir uygarlık değil, fakat uzayda gizli kalmış bir uygarlık. Eğer yerküre - dışı bir uygarlıktan bir radyo mesajı alsak, acaba bu-nun metnini nasıl çözümleyebiliriz? Yerküre - dışı akıllı varlık-ların mesajı karmaşık, kendilerince açık ama bizce yabancı bir mesaj niteliğinde olacaktır. Bizim anlayabileceğimiz gibi bir me-saj ulaştırmak isterler elbet. Fakat bunu nasıl başarabilirler? Yıldız; n arası bir Rosetta Taşı var mıdır? Biz varolduğuna ina-nıyoruz. Biz, tüm teknik uygarlıkların ortak bir dili bulunduğu kanısındayız. Bu ortak dil, matematik ve bilimdir. Doğa yasala-rı her yerde aynıdır. Uzaktaki yıldızlarla galaksilerin tayfları Güneş'in ya da ona göre hazırlanmış laboratuar deneylerin deki-lerin aymdır . Evrenin her yerinde aynı kimyasal elementlerin varlığının yanı sıra, atomların radyasyon emiş ve yaşayışında ge-çerli kuvantum mekaniği de her yerde aynıdır. Birbirinin ya-nından geçerek dolanan uzak galaksilere egemen çekim gücü fiziği yasalarının aynısı, yeryüzüne düşen elmaya ya da yıldızla-ra doğru yol alan Voyager uzay gemisine de egemendir. Yükse-liş halindeki bir uygarlık tarafından anlaşılması için gönderilen yıldıMİararası bir mesaj kolaylıkla deşifre edilebilir.

Güneş sistemimizdeki herhangi bir gezegende gelişmiş bir teknik uygarlık bulunduğunu sanmıyoruz. Bizden az geri -örne-ğin 10.000 yıllık bir gerilik- bir teknik uygarlığın teknolojisi hiç de iler: sayılamaz. Bizden az ileri bir teknik uygarlık varsa, bizler güneş sistemini keşfe çıktığımıza göre, o uygarlığın temsilcile-rinin şimdiye dek yeryüzüne inmiş olmaları gerekirdi. Öteki uygarlıklarla haberleşebilmek için yalnızca gezegenlerarası uzaklıklar için değil, yıldızlararası mesafelere de uygun düşen

— 322 -

bir iletişim yöntemi bulmalıyız. Bu yöntemin ekonomik bakım-dan ucuz olması gerekir . Ucuz olmalı, çünkü ancak bu sayede büyük miktarda bilgi gönderip getirebiliriz. Hızlı olmalı, çün-kü, ancak bu sayede yıldızlararası bir diyalog m ü m k ü n olabilir. Bu haberleşme yönteminin izlemesi gerektiği yol ne olursa ol-sun, herhangi bir teknolojik uygarl ık bu yolu bulacaktır . Büyük s ü r p r i z : Böyle b i r yöntem bu lunmuş tu r bile ve adı radyo - ast-ronomidir .

Adı ye rküre olan gezegenimiz üzerindeki en büyük ve dü-men gibi kumandal ı r adyo / rada r gözlemevi Puer to Rico adasın-dadır . Cornell Üniversitesi uzmanlar ının ABD Ulusal Bilim Vakfı adına yönettikleri Arecibo Gözlem Çanağı 'nm çapı 305 met red i r . Radyo /Radar Gözlem Çanağı 'nm yansıtıcı yüzeyi, ça-nak biçimli bir vadiye daha önce yerleşt ir i lmiş bir küren in bö lümünü oluşturur . Uzayın derinliklerinden radyo dalgaları al-gılar. Aldığı bu radyo dalgalarmı çanağın tepesindeki antene ak-tar ı r . Anten elektronik bağlantı larla kontrol odasıyla temas ha-l indedir . Alınan sinyal kontrol odasında çözümlenir. Bunun ter-sine, teleskop bir r adar vericisi olarak kullanılırsa, sinyalle bes-lenen anten çanağa sinyali geçirir, o da uzaya yansı t ı r . Arecibo Gözlemevi uzaydaki uygar l ık lardan sinyaller elde e tmek için kullanıldığı gibi, bir defasında da bir mesaj ımızı M13 adını ver-diğimiz yıldızlar kümesine göndermek için kullanıldı. Böylece yıldızlararası bir diyalog ku rma yeteneğimizin varlığını oralar-daki akıllı canlıları anla tmak İstedik.

Arecibo Gözlemevi yakınımızdaki bir yıldızın gezegcninde-ki benzer bir gözlemevine Encyclopedia Bri ta ımica 'mn tamamı-nın metnini birkaç ha f t a içinde yollayabilir. Radyo dalgalan ışık hızıyla giderler . Bu da, yıldızlararası bir yolculuğa çıkan en sürat l i uzay aracımızdan 10.000 kez daha büyük bir hız de-mektir . Radyo - teleskoplar, dar f r ekans dalgaları üzer inden öy-lesine yoğun sinyal ler yay ın la r ki, çok geniş yıldızlararası me-safelerde bile alınabilir , Arecibo Gözlemevi, Samanyolu Galak-sisinin orta yer inde 15.000 Işık yılı uzaklıktaki bir gezegende

— 323 -

kuru lmuş benzer bir gözlemeviyle iletişim kurabi l i r . Yeter ki. r a d y o - t e l e s k o p u m u z u hangi noktaya yönelteceğimiz bilinsin.

Radyo - astronomi doğal b i r teknoloj ik yoldur . H e m e n he r gezegenin a tmosfer i , bu a tmosfer in yapısı ne olursa olsun, rad-yo dalgalarına karşı s aydam bir o r tamdı r . Radyo mesa j l a r ı yıl-dızlararası gaz t a ra f ından fazla emi lmez ya da it i lmez. Örneğin , San Francisco ile Los Angeles aras ında sis, gö rüş olanaklarını , optik dalga uzunluklar ın ın birkaç k i lometre mesafeye inmesi ne-deniyle azal t ı rken, r adyo istasyonu yay ın ın ın güzelce dinlene-bilmesi gibi, yı ldızlararası r adyo mesa j l a r ı da a tmosferden e tk i -lenmez. Akıll ı var l ık lar ın eseri o lmayan birçok doğal kozmik radyo kaynağı da sözkonusudur; a tarca lar , kuasar la r , gezegenle-r in radyasyon kuşaklar ı ve yı ldızlar ın dış a tmosfer le r i bun la r aras ındadır , ö t e yandan , radyo, e l ek t romanye t ik t a j r f m da ge-niş biı- bölümünü o luş turur . Herhang i bir dalga uzun luğundak i radyasyonu sap tayabi ld i b i r teknoloji , kısa bir süre sonra tayf ın radyo bölümüyle karşı laşır .

İleri uygar l ık la r haber leşme alanında radyodan daha öte yöntemler gelişt irmiş olabilir ler. Ne va r ki, r a d y o güçlü b i r kay-nakt ı r . ucuzdur , hızlıdır ve basit t ir . Bizim gibi ger i ka lmış b i r teknoloj iye sahip uygarl ığın göklerden mesa j a labi lmek için radyo teknolojisine başvurmak zorunda kaldığını an layabi l i r le r . Belki bizimle bu yöntemle i letişim kurab i lmek üzere K a d i m Tek-noloji Müzesinden radyo-teleskoplar ı t eker lek le r üzer ine koyup gözlemevine get i receklerdi r . Eğer o ra la rdan radyo m e s a j ı ala-bilecek olursak, radyo-as t ronomi konusuna eği lme gereğini da-ha çok duyacağız.

Peki , ama orada konuşulacak bir i ler i b u l u n u r mu acaba? Yalnızca Samanyolu Galaksis inde ya r ım t r i lyona yak ın yıldız bu lunduğuna göre, bizimki akıllı canl ı lar ın yaşadığı tek geze-gen olabil i r mi? Adı geçen galaksi i ler lemiş top lumlar ın sesiy-le uğulduyorsa ve hemen yanı baş ımızda b i r k ü l t ü r kaynağ ın ın nabzı a t ıyorsa ne olacak? Belki de çıplak gözle görülebi len b i r yıldızın gezegeninde yerleşt ir i lmiş an t enden radyo s inyal ler i ya-

— 324 -

yıyordur . Geceleyin göğe bakt ığımızda, uzak la rda gö rdüğümüz solgun bir ışık noktasında belki de bizden değişik biri leri bir yıl-dıza bakıyor . Ve bizim G ü n e ş dediğimiz bu yıldıza birileri ba-karken , bir an için, hakk ımızda ileri geri sözler harcıyor olabi-l ir ler .

Bu konuda kesin konuşmak zor. Bir teknik uygar l ığ ın ev-r iminde engel le r va rd ı r belki de. Gezegenler sandığımızdan da-ha ender olabilir . Haya t ın başlaması bizim l abora tua r deneyle-r in in gösterdiği k a d a r kolay deği ldir belki . Belki de ileri haya t şekil leri olası değildir . Ya da ileri haya t şekil leri b i rden gelişi-yor da, zekâ ve teknik toplu luklar ın belirmesi , biraraya zor se-len ras t lan t ı la ra bağl ıdır ; t ıpkı insan t ü r ü evr iminin , dinozor-lar ın yok olmasına ve a ta la r ımız ın tepeler inde dolaşt ıklar ı ağaç-la r ın buz çağı yüzünden kaybolmas ına bağlı bu lunmas ı gibi. Ya da uygar l ık la r Samaı ıyo lu 'ndaki sayısız gezegenlerde sürek-l i o la rak bel i r ip or taya çıkıyor, faka t genell ikle dengesizlikler gös te r iyor la r ; bu yüzden yara t t ık la r ı teknoloj iden ya ra r l anamı -yor l a r ve iht irasa, cehale te , çevre kir l i l iğine ve nük lee r savaşa k u r b a n gidiyor lar .

Bu dev k o n u y u daha enine boyuna inceleme olanağı var-dır. S a m a n y o l u Galaksis indeki ileri t eknik uygar l ık la r ın ın sayı-sını kabaca t a h m i n ed ip bu sayıya N diyebil ir iz. İleri uygar l ık düzeyinden , r adyo - a s t ronomiden y a r a r l a n m a y ı anl ıyoruz. Böy-le bir t a n ı m l a m a d a n dolayı da r görüş lü damgas ın ı v u r m a k iste-yebi l i r ler , Birçok gezegende (dünyada) o lağanüstü dil uzmanla-r ı ya da b ü y ü k ozanlar bulunabi l i r , f aka t radyo-astroı ıom yetiş-t i rmemiş olabi l i r ler . O t akd i rde onlardan h a b e r alamayacağız elemektir. N h a r f i çok sayıda e tkenin top lamını i fade eder.

N., S a m a n y o l u Galaks is indeki y ı ld ız lar ın sayısı; fp , gezegen s is temler i b u l u n a n yı ld ız lar ın oranı; ne, belirli b i r s i s temde çevresel koşul lar açısından yaşan-

m a y a elverişl i gezegenler in sayısı; fl, haya t ın başladığı ve y a ş a n m a y a elverişli gezegenler in

o ram;

— 325 -

fi. akıllı canlılara ait haya t şekillerinin geliştiği gezegenler; fc. haberleşebilecek teknik düzeydeki uygarl ıkların geliştiği

gezegenler; fL, bîr gezegenin ömrünü teknik uygarl ığın süslediği orta-

lama süre; Şimdi denklemimizi şöyle kural ım N ^ N. fpnef l f ı fc fL

N'yi bulmak için bu miktar lardan her birini tahmin etme-liyiz. Bu denklemdeki e tkenlerden ilk sıradakiler hakkında epey bilgi sahibiyiz. Örneğin, yıldızların sayısıyla gezegen sistemleri-nin sayısını biliyoruz. Oysa son etkenlere ait, Örneğin zekânın evrimi ya da teknik toplulukların ö m ü r süreleri hakkında az şey biliyoruz. Bunlar için tahmin yürüteceğiz. Benim aşağıda yü rü -teceğim tahminler için aym fikri paylaşmayanlar , kendi düşün-celerine uygun tahminleri yazsınlar. Bakal ım bu tahminler imiz galaksideki ileri uygarl ıkların sayısını nasıl etkileyecek, Cornell Üniversitesinden F r a n k Drake taraf ından ilk kez ortaya at ı lan bu denklemin önemli yanlar ından biri, yıldız ve gezegen astro-nomisinden organik kimyaya, evrimsel biyolojiye, tarihe, siya-sete ve anormal psikolojiye kadar he r alanı içermesidir, Koz-mos'un büyük bir bölümü Drake denklemi yelpazesinin içine güer .

Samanyolu Galaksisindeki yıldızların sayısını ifade eden N.'yi dikkatli sayımlardan ötürü kesine y a k m biçimde biliyoruz. Göğün küçük bölümlerinde sayım yapmış olmakla birl ikte, seç-tiğimiz bu küçük bölümler t ü m sayıyı verecek nitel iktedirler . Bu sayı birkaç yüz milyardır . Son olarak yapılan tahminler 4x10"-dir. Bu yıldızlardan pek azı, t e rmonükleer yak ı t l a r ım israf ede-rek hayat lar ına kısa zamanda son veren büyük kütlel i yıldızlar-dandır, Bunlar ın büyük çoğunluğunun Ömrü milyar larca yıllık-tır. Bu süre içinde dengeli biçimde par ı ldayarak yakınlar ındaki gezegenlerde yaşamın başlaması ve evr imi için ener j i kaynağı sağlarlar.

— 326 -

Gezegenlerin genellikle yıldız kümeleri eşliğinde bulundu-ğuna ilişkin kanı t v a r : Jüpi ter ' in , Sa tü rn 'ün ve Uranüs 'ün ge-zegen sistemleri buna örnektir . Bunlar bizim güneş sisteminin minya tü r le r i gibidirler. Gezegeni bulunan yıldızlar oranını fp'yi yaklaşık 1/3 olarak kabul ediyoruz. O takdirde galakside geze-gen sistemleri toplam sayısı, N.fp = 1 , 3 x 1 0 " dir, ( simgesi aşağı yuka r ı eşit an lamındadı r ) . Eğer her sistemin bizimki gibi on gezegeni olsa, galaksideki dünyalar ın toplam sayısı bir trilyo-nu aşar ki, epey büyük bir kozmik arena sayılır.

Kendi güneş sistemimizde şu ya da bu biçimde bir hayat bi-çimine elverişli birçok gök cismi vardır ; ye rküremiz elbet elve-rişli o lanlardandır . Belki Mars, Titan ve Jüp i t e r de olabilirler. Haya t bir kez başladı mıydı , vazgeçilmez oluyor ve yaşam koşul-lar ına ısrarla uyu lmaya çalışılıyor. Herhangi bir gezegen siste-minde haya ta elverişli düşen birçok değişik çevre koşulu sözko-nusu olabilir. Biz fazla cömert davranmayarak ne = 2 diyoruz. Bu takdirde yaşama elverişli gezegen sayısı N . fpne = 3 x 10" dir.

Deneyler şunu gösteriyor ki, en olağan kozmik koşullar al-t ında haya t ın molekül temeli hemencecik oluşuyor, molekülle-r in yapı blokları kendi kopyalar ını çeki ver iyor lar . Bundan son-rak i a lana ait daha az kesin konuşabiliriz. Şöyle k i : Genetik ko-dun evr iminde engeller çıkabilir, Samaııyolunda haya t ın ' en azından bir kez başlamış bu lunduğu gezegenlerin tümünü f = 1 /3 kabul edersek, N. fpnef l 1 x 1 0 " sonucuna, başka bir deyişle yüz mi lyar tane yaşanan dünyanın varolduğu sonucuna ulaşıyoruz. Bu m ü t h i ş bir sonuç ama henüz bi tmedi hesapları-mız.

fi ve fc için daha az kesin konuşabil iyoruz. Bir yandan şunu kabul e tmel iyiz ki, bizim bugünkü akıl ve teknoloji düzeyine er işmemiz için biyolojik evr imimizde ve insanlık tar ihimizde b i rb i r inden değişik öyle çok aşama o lmuş tur ki, bunların başka dünya la rda t ekra r ı zor olabilir. Öte yandan , belirli ye tenekteki ileri uygar l ık lara gidiş yolları da değişik olabilir. Büyük orga-nizmalar ın evr iminde Cambr ian Pa t lamas ın ın oynadığı rolü be-

—- 327 —

N * X f p X n e * f l X

saba katarsak, f i x f c = 1/100 alarak hayat ın başladığı gezegen-lerden yalnız yüzde Finde teknik uygarl ığın geliştiğini söyleye-biliriz. Bu tahmin, çeşitli bilim çevrelerinde egemen olan k a m ortalamasıdır. Bazılarının kanısınca, tribolitlerin ortaya çıkışın-dan ateşin ehlileştirmesine dek süren aşama, t üm gezegenlerde çok çabuk olmuştur; bazılarına göreyse on ya da on beş milyar yılda bile teknik uygarlığın gelişmesi olanaksızdır. Araş t ı rma-larımız ve bulgularımız tek bir gezegenle sınırlı oldukça, bu ko-nuda fazla varsayımda bulunamayız. Bu etkenler in çarpımı bi-ze teknik uygarlığın en azından bir kez gün ışığı gördüğü geze-gen sayısını N.fpnef l f i fc ~ 1 x 10', yani bir mi lyar olarak ver i -yor. Fakat bu, teknik uygarl ıklar ın şimdi varolduğu geezgen sa-yısı bir milyardır demek değildir. Bu nedenle fL için de t a h m i n yürütmeliyiz.

Bir gezegenin ömrünün ne kadarl ık bölümü teknik uygar l ık :çinde geçmiştir? Yerküremiz birkaç milyarl ık Ömür süresinde radyo - astronominin belirlediği teknik uygarl ık dönemini an-cak yirmi, otuz yıldır yaşamaktadır . Demek oluyor ki, gezege-nimiz için fL 1/lCTden aşağıdır ki, bu da yüzde bir in milyonda biridir. Ve hemen yarın, kendimizi yok edemeyeceğimiz garan-tisi verilemez. Diyelim ki, bizimki tipik bir d u r u m olsun ve kendimizi yok edişimiz öylesine geniş boyut lara varsın ki, b i r daha hiçbir teknik uygarlık -insan t ü r ü n ü n ya da başka bir tü-rün uygarlığı- Güneş'imizin ö m r ü n ü n geri ka lan bö lümü olan beş ya da altı milyar' yılda belirmesin. O takdirde N =. N. fpnef l f i fc fL = lö'ya eşi t t ir ki, bunun anlamı, belirli b i r

— 328 —

zamanda galakside çok az, avuç içi kadar az sayıda teknik uy-garlık bulunduğudur. Başka bir deyişle, bu küçük sayı, kendini yok eden teknik uygarlıkların yerini alanları ifade etmektedir. N sayısı l 'e bile düşebilir. Eğer uygarlıklar teknolojik aşamaya geldikten hemen sonra kendilerini yok etme eğilimi gösterirler-se, biz yerküreli ler İçin yeryüzü - dışı kimseyle konuşma olanağı kalmaz. Kendi kendimizle konuşuruz. Bunu da pek iyi becere-miyoruz ya! Uygarlıkların meydana çıkması milyarlarca yıl alı-yor ve kaplumbağa hızıyla oluyor, sonra da bağışlanmaz bir ha-ta yüzünden bir anda kendimizi yok edebiliyoruz.

Faka t bir de öteki almaşığı düşünelim : Yüksek düzeyde bir teknolojiyle yaşamayı sürdürmesini bilen birkaç uygarlık oldu-ğunu. . . Diyelim ki, geçmişteki beyin evrimi sapmalarının yarat-tığı çelişkiler bilinçle çözümleniyor ve uygarlıkların kendilerini yok etmelerine yol açmıyor; ya da huzursuzluklar patlak verse bile biyolojik evrimin yer aldığı diğer milyarlı yıllarda bu dü-zensizlikler gideriliyor. Bu tü r toplumların yaşam süreleri yıl-dız yaşı kadar uzun olabilir. Eğer uygarlıkların yüzde l'i tek-nolojik erginlik dönemlerini sağ salim atlatabilseler ve tarihle-rinin o kritik dönemlerinde doğru yola sapıp olgunluk dönemi-ne girebilseler, o takdirde fL =: 1/100, N — I0T olur ki, bu da galakside varl ıklarım sürdüren uygarlıkların sayısını milyonlara yükseltir . Böylece, Drake denkiemindeki astronomi, organik kimya ve evrimsel biyolojiye ilişkin tahminlerimizin güvenil ir olmayabileceği konusundaki endişelerimize karşın, asıl güven-sizlik duyulan etkenler, ekonomi, politika ve yeryüzünde «in-

— 329 —

saıı doğası» deyimiyle İfade et t iğimiz e tkendir . Öyle anlaş ı l ıyor kî. eğer kendi kendini yok etme. galaksi ler ar ası uygar l ık la r ın ağır basan kaderi olmazsa, göklerde y ı ld ız lardan gelen m e s a j l a r f ısı ldaşıyordur.

Böyle bir t ahmin insanın k a n m ı hareke t lend i r iyor . Uzây-lan b i r mesa j gelmesi, bu mesa j ın şifresi çöziimlenemese bile,

yir.e de çok u m u t verici b i r bel i r t idir . Bu mesa j , b i r i ler in in yük-sek teknoloj i düzeyine ulaşmış olduğunu, teknoloj ik erginl ik dö-neminin başarıyla at lat ı ldığını bel ir t iyor. Tek başına m e s a j b i -le, başka uygar l ık la r a ranmas ı için yeter l i bir gerekçedir .

Samanyolu Galaksis inin orasında bu ras ında dağı lmış mi l -yonlarca uygarl ık varsa, en yak ınma olaıı mesafe yaklaş ık iki yüz ışık yılıdır. Işık hızıyla bile bir radyo mesa j ın ın oraya ulaş-mam iki yüz yılı bu lur . Eğer b i r diyalog baş la tmış olsaydık, ku anda diyalogun neres inde olacağımızı şu örnekler le an la ta l ım : Joi ıannes Keple r soruyu sormuş olurdu, biz de o s o r u n u n yan ı t ı -nı daha şimdi almış o lurduk.

Uzayda başka uygar l ık la r ın b u l u n u p bu lunmad ığ ı yo lunda giriştiğimiz arayışın e rken aşamalar ındayız henüz . Opt ik fotoğ-raf aracılığıyla resmi çekilen yoğun yıldızlı b i r a landa y ü z ban-kerce yıldız var . Bizim iyimser t ahmin le r imize göre, b u n l a r d a n biri, ilerlemiş uygar l ık bölgesidir. F a k a t hangisi? Rarlyo - teles-koplarımızı hangi noktaya yönel tmel iy iz? İ le r lemiş u y g a r l ı k merkezler i olabilecek mi lyonlarca yıldız a ras ında ş imdiye d e k radyoyla ancak bin tanesini t a rad ık . Ha rcanmas ı ge reken çaba-nın yüzde bir inin ancak onda bi r in i ye r ine getirdü^. Ne va r ki, sistemli ve ciddi arayış kısa zamanda yoğunlaşacakt ı r . Bu a lan-daki ön çalışmalar B. Amer ika ve Sovye t l e r Bi r l iğ i 'nde başla-mış bulunmaktadır ' . Bu konuda ha r canan çaba fazla mas ra f l ı değildir; orta boy bi r gemi, örneğin, m o d e r n b i r des t roye r f iya t ı bile y e r k ü r e - dışı haya t arayış ı h a r c a m a l a r ı m geçer .

İnsanlığın tar ih inde yer alan karş ı l a şmala r iy i l ik ten y a n a karş ı laşmalar olmamışt ır çoğunlukla . K ü l t ü r l e r a r a s ı t e m a s l a r b i r radyo s inyal in in a l ınmasından çok değişik, doğ rudan ve ü-

— 330 -

ziksel olmuştur. Yiııe de geçmişten bîr iki örnek vermek, umudu-muzun çapını belirlemek için gerekebi l i r : Amerikan ve Fransız devrimler i arasındaki dönemde Fransa Kra l ı XVI. Louis Pasi-fik Okyanusuna bilimsel, coğrafi, ekonomik ve ulusal amaçlı bir sefer düzenlemişti . Bu sefere kat ı lanlar ın başında ABD'nin Ba-ğımsızlık Savaşında dövüşmüş ünlü kâşif Kont La Perouse bu-lunuyordu. 1786 Temmuzunda sefer İçin yelken açt ıktan bir yıl Sonra Alaska kıyılarına, şimdi Lituya Koyu adı verilen yere ulaştı. Buradaki limanı beğenen La Perouse, «Dünyada hiçbir l iman buııca kolaylık sunamaz,» diye yazmıştı. La Perouse en-der ye r olarak niteliği bu limanda,

bazı vahşilere rastladı. Bunla r dostluk gösterisi amacıyla pelerinlerini ve değişik tü rde deri mantolar sallıyorlardı. Bu kızılderilileriıı tekneler inden bazıları balık avlıyordu koyda.. . Vahşiler, kanolarıyla çevremizi kuşatıyorlar, balık, susam uru ve başka hayvan derileriyle ufak tefek eşya su-narak karşıl ığında demir İstiyorlardı. Bu tür alışverişe yat-kınlıkları bizi şaşırttı . Avrupal ı tüccarlar gibi enikonu pa-zarlık ediyorlardı .

Kızılderili yerl i ler pazarlıkta epey ısrarlıydılar. La Perouse'-uıı tepesini a t t ı racak kadar ileri gidiyorlar ve özellikle den-u eş-ya çalıyorlardı. Faka t bir defasında Fransız deniz subaylarının yast ıklar ı a l t ında saklı üni formalar ın ı da çalmışlardı. La Perouse kral iyet emir ler ine uyarak bu du ruma karşı sert tepki goVer-meyip, barışçı yoldan çözüm get i rmeye çalışıyordu. Fakat yeı • l i lerin «sabrımızın tükenmez olduğunu s a n m a l a r ı n d a n yakmı-yor, yerl i lerden yaka silkiyordu. Buna rağmen, her iki kü l tü rün temsilcileri de birbir ler ine zarar vermemişlerdi . îki gemiyi do-natan La Perouse Li tuya Koy 'undan ayrıldı. Buraya bir daha da dönemedi. Keşif seferine çıkan gemiler Pasif ik ' in güneyinde 1788'de kaybolup gitt i ler. La Perouse kaybolanlar arasındaydı .

— 331 -

Müre t t eba t t an bir kişi dış ında heps i ö lmüş tü (*). Bu olaydan tam yüz yıl sonra Tlingit ' ler in reisi CoweeT Ka -

nadalı antropolog G. T. Emmons 'a a ta la r ın ın ilk beyaz insanla karş ı laşmalar ına a i t bir öykü aktardı . Bu öykü ku lak tan kulağa aktar ı lan türdendi r . Tl ingi t ' ler in bilgileri yazıya clökme olanak-' • yoktu. Cowee 'mn de La Perouse 'u duymuş luğu yoktu . C wee 'n in bu konuda anla t t ık lar ı Özetle şöy led i r :

Bir i lkbahar günü kalabal ıkça b i r Tlingit topluluğu bak ı r alışverişi için Kuzey 'e Yakuta t ' a g i tmeyi denemişlerdi . Ee-mir . bak ı rdan daha da değerliydi. Faka t demi r bu lmak ola-naksızdı. Lituya Koyuna gi ren dört kayık dalgalar ta ra f ın-dan yut tJİü vermiş ti. Haya t t a ka lan la r kıyıda k a m p k u r u p ölen arkadaşlar ı için yas t u t a r k e n körfeze iki ga r ip c is im girmişti . Bunla r ın 11e o lduğunu bileıı yoktu . K o c a m a n beyaz kanat la r ı olan s iyah kuşlara benziyorlardı . Tli ı ıgit ' ler dün-yanın kuzgun biçimindeki bir s iyah kuş t a r a f ı n d a n yara t ı l -dığına inanır lardı . K u z g u n Güneş ' i , Ay' ı ve yıldızları hapse-dildikleri k u t u l a r d a n ku r t a r ıp uçu rmuş tu . K u z g u n ' a b a k a n taş oluverirdi . Kuzgun gördükler inde , Tl ingi t ' ler o r m a n a ka-çarlar ve orada saklanır lardı . Bir süre sonra, h e r h a n g i kö tü biı şeyin başlar ına gelmediğini gören cesur b i rkaç kişi, san-sar derisini d ü r b ü n gibi k ıvı r ıp bu yön temle bakınca başla-

(*) La Perouse bu gemiye sahip firmanın başındayken, sefere katıl-mak için başvuruları geri çevrilen epey genç aday vardı. Bun-lardan biri Korsikalıydı. Korsika'da topçu subayı olan bu gen-cin adı Napolyon Bonaparte'tı, Dünya tarihinin örgüsünde önem-li bir düğiim atılmış oluyordu. Şöyle ki : Eğer La Perouse, Bo-naparte'ı keşif seferine kabul etseydi, Rosetta Taşı bulunmazdı ve hiyeroglif yazısı hiçbir zaman Champollion tarafından çözü-lemezdi. Öte yandan yakın tarihimiz birçok açıdan epey deği-şik seyir almış olurdu.

— 332 -

r ina bir şey gelmeyeceğini , taş kesilip ka lmayacaklar ın ı d ü -şünmüşlerd i . Der i pa rça la r ından yapt ık lar ı dü rbün le rden bakınca, kocaman kuşlar kanat la r ın ı kat l ıyorlar ve bun la -rın vücud la r ından ç ıkan küçücük siyah yav ru l a r b ü y ü k l e r i n tüy le r i üzer inde emekl iyor gibi gözüküyordu . Bu a rada neredeyse gözleri t ü m ü y l e kör olacak bi r savaş-çı, topluluğa h i t ap ederek h a y a t t a n beklediği fazla b i r şeyi kalmadığını , top lu luğun ya ra r ı içîn Kuzgun 'un insanı taşa d ö n ü ş t ü r ü p d ö n ü ş t ü r m e y e c e ğ i n i denemek istediğini açıkladı, S u s a m u r u k ü r k ü n ü omzuna a t ıp kanosuna at ladı ve k ü r e k çekilen tekneyle K u z g u n ' a doğru götürü ldü . Kuz-gun 'a çıktı ve ga r ip sesler duydu . Bozuk gözleriyle önün-de dolaşan kara l t ı l a r ın 11e o lduğunu f a rk e tmedi . Belki de kargaydı la r . Toplu luk aras ına ger i döndüğünde onun e t raf ı -nı sa rd ı la r ve hâ lâ h a y a t t a ka lmış olmasına şaştı lar. Ona el s ü r ü p dokundu la r , kokladı lar , acaba gerçekten yaşıyor mu diye. Uzun sü re d ü ş ü n d ü k t e n sonra, adamcağız z iyare t e t t iği şeyin Tanr ı K u z g u n olmadığı, insanoğlu t a r a f ı n d a n yapı lmış b i r dev t ekne olduğu kanıs ına vardı . Ka ra l t ı l a r ka rga değil, değişik insanlardı . Savaşçı, Tlingit ' leri gemiyi z iyare t e tme le r i için yü rek lend i rd i ve onlar da kürk le r in i ve re rek karş ı l ığ ında demir aldılar .

Tl ingi t ' ler yabanc ı bir k ü l t ü r ü n temsilci ler iyle olan bu ilk barışçı ka rş ı l aşmala r ın ın ö y k ü s ü n ü yazıya dökmeden ku lak tan k u l a ğ a a k t a r ı l m a k sure t iy le hiç bozmadan koruyabi lmiş lerdi r (*).

(*) Tlingit'lerin reisi Cowee'nin anlattıkları gibi, okuma yazması ol-mayan bir kültürde bile İleri bir uygarlıkla temasa geçilmesine ait bir öykü anlatıla anlatıla, kulaktan kulağa nesillerce koru-nabiliyor. Eğer yerküremize yeryüzü dışı bir ziyaretçinin geli-şi sözkonusu olsaydı, bu temasın niteliğini ortaya çıkaracak bir öykü geriye kalırdı.

— 333 -

Eğer günün bîrinde yerküre - dışı daha ileri bîr uygarlıkla te-masa geçersek, bu temas her ııe kadar Fransızların sözünü etti-ğimiz temasıyla fazla ilgili gibi gözükmese de, acaba barışçı mı olacak? Yoksa daha ileri teknik düzeye ulaşmış kü l tü rün daha düşük düzeyde tekniğe ulaşmış kül türü yok etmesiyle sonuçla-nacak bir durumla mı karşılaşacağız?

XVI . yüzyıl başlarında orta Meksika'da ileri bir uygarl ıkla karşılaşıldı. Az tek îe r in muhteşem bir mimarisi, titiz kayı t tut-ma yöntemleri ve Avrupal ı larmkinden çok daha üs tün astrono-mi takvimleri vardı. Aztek'lerin sanat eşyasıyla karşılaşan Albrecth Dürer, Ağustos 152Û'de şunları yazıyordu : «Şimdiye dek kalbimi böylesine sevince boğan bir şey görmemişt im. Her yanı tümüyle altından, bir kulaç boyunda, bir güneş gördüm (bu gördüğü, aslında Aztek'lerin astronomi takvimiydi) ; y ine b i r

Ay ' la r ım gördüm ki, som gümüştendi , yine aynı büyüklüktey-di, kocaman bir şey.. . iki oda dolusu silah, zırh ve daha başka savaş araç gereçleri gördüm. Har ika lar mı görüyorum, demek-ten alamadım kendimi.» Aztek' lerin kitaplarıyla karşılaşan ay-dınlar bayıldılar bunlara. Bu ki taplardan biri için, «Neredeyse Mısırlıların kitaplarını andırıyor,» diyerek hayranl ığ ım ifade etmişt i aydınlardan biri. Hernan Cortes başkentleri Tenochti t -lan'ı «dünyanın en güzel kent ler inden biri» olarak nitelemiş ve şunları ek lemiş t i : «İnsanlarının davranışlar ı ve gösterdikleri faal iyet İspanya'd a ki insanların düzeyindeydi. Bir düzenin ege-m e n olduğu ve iyi Örgütlenmiş bulunduklar ı belliydi. Bu insan-ların barbar oldukları, Tanr ı 'dan habersiz ve Öteki uyga r top-lumlarla temas halinde bulunmadıklar ı gözönünde tutulursa , sa-h ip oldukları her şey olağanüstü şaşırtıcı oluyor.» Bu sözleri yazdıktan iki yıl sonra Cortes, Tenochti t lan ' ı yerle b i r etti . Ve Aztek uygarlığından ne varsa onu da, Aztek' l i lerden biri şöyle anlat ıyor bu olayı :

Montezuma (Aztek İmpara toru) duyduklar ı karşısında deh-şete kapıldı. Onların yiyip içtikleri şeyler karşısında şaşırıp

— 334 -

kaldı. Fakat onda asıl şok etkisi yapan, İspanyolların ortalı-ğı gümbür tüy le kasıp kavuran topları oldu. Toptan çıkan ses insanı sersemletiyor, kendinden geçiriyordu. İçinden ge-len koku insanın içini allak bullak ediciydi. Dağa bile çarp-sa onu paramparça ediyor, bir ağacı toz yığınına çeviriyor-du. Ağaç sanki ü fü rü lmüş gibi or tadan kayboluveri yordu. . . Montezuma'ya bü tün bunlar anlatıldığında şok geçirdi, deh-şete kapıldı. Bayılır gibi oldu. Kalbi dayanamadı.

ispanyollara ait haber ler Montezuma'ya geldikçe, «Onlar ka-dar güçlü değiliz,» sözü yayı lmaya başladı. «Onların yanında b i r hiçiz.» ispanyollar için «Göklerden Gelen TanttUır» denilme-ye başlandı. Bü tün bunlara rağmen, Aztek'lcr yanılgıya düşme-mişlerdi ispanyollar konusunda. Nitekim ispanyolları şeyle an-lat ıyorlardı :

Altına birer m a y m u n gibi yapıştılar. Altına sarıldıklarında yüzleri parı ldıyordu. Altın karşısındaki açlıkları doymak bilmiyordu. Çıldırmışlardı sanki . . . altına şehvetle saldırmış-lardı. Domuzun yiyecek karşısındaki davranışı gibi ah—:i yi-yip he r yan la r ım onunla doldurmak istiyorlardı. Bulduklar ı yerde al t ına ellerini daldırıyorlar, altınla konuşuyorlar . or.\ bir şeyler fısıldıyorlardır.

Faka t İspanyolların r u h u n u okuma yetenekleri ke^-L savunmalar ına yetmedi. 1517 yıl ında Meksika göklerine büyük bir kornet görülmüştü . Aztek'Ierin tanrısı Kuetzalkoa'.'.'u ı Do-ğu Denizinden beyaz lenli bir insan olarak geleceği sfsar.aaine kendini kapt ı ran Montezuma, astrologlarını hemen idam ett ir-mişti. Çünkü kuyruk lu yıldızın geleceğini haber vermemiş ve bunun açıklamasını yapamamışlardı . Bu felaketin geleceğine inanan Montezuma kendini büyük bir üzün tüye kaptırmışt ı . Aztek'leriıı batıl inancının sağladığı avan ta j ve yüksek teknolo-jileri sayesinde 400 silahlı Avrupal ıyla yerli yardımcıları, 152İ

— 335 -

yılında ileri uygarlık düzeyine ulaşmış sayısı 1 milyona yakın bir toplumu yenip darmadağın ettiler. Aztek' ler Ömürlerinde at görmemişlerdi. Yeni Düııya'da at yoklu. Demir metalür j is ini silah sanayiine uygulamamalard ı . Ateşli silahları icat e tmemiş-lerdi. Oysa îspanyollarla aralarındaki teknoloji açığı çok geniş değildi. Belki birkaç yü2 yıllık bir açıktı.

Bizler, galaksideki en geri teknolojiye sahip topluluğuz her-halde. Teknik bakımdan daha da geri bir top lumun radyo - ast-ronomiden hiç haberi yoktur kuşkusuz. Yerküremiz üzerindeki kültürlerarası hazin çatışma durumlar ın ı galaksi boyutunda dü-şünürsek, şimdiye dek yok edilirdik herhalde. Shakespeare ' imi-ze, Bach'ımıza ve Vermeer' imi2e karşı hayranl ık duyularak da olsa. Neyse ki, bugüne dek böyle bir şey gerçekleşmedi. Belki de yabancıların yerküremiz hakkında besledikleri duygular , Cor-tes ' inkinden çok La Perouse 'unkine benziyordur . Daha iyil ikten vanadır. Belki de UFO' lara ilişkin bü tün iddialara ve eski ast-ronotların fikirlerine rağmen, uygarlığımız henüz keşfedilme-miş olamaz mı?

Bir yandan diyoruz ki, teknik uygarl ıklar ın küçük bir bölü-mü bile kendilerini düzen içinde yönetebilseler ve kitlesel imha silahlarını zararsızca koruyabilmeler, şu anda galaksideki ileri uygarlıkların sayısı bir hayli fazla olmalıdır. Yıldızlararası yol-culukları çok yavaş yapabilecek durumdayız . Ama diyoruz ki, insan türü için süratl i yıldızlararası yolculuk gerçekleştiri lebi-lecek bir hedeft ir . Öte yandan dünyamızın yerküredış ı akıllı var-lıklar taraf ından şimdi ya da eski zamanlarda ziyaret edildiğine ilişkin inandırıcı kanıt yoktur . Peki , bu bir çelişki değil midir? Eğer bize en yakm uygarl ık 200 ışık yılı mesafedeyse, oradan buraya ulaşmak için -o da ışık hızıyla gelinebilirse- 200 yıl tu-tar. Işık hızının yüzde biri ya da yüzde bir in onda biri hızıyla da olsa, yine de yeryüzünde insan yaşamının başlamasından bu yana yakın uygarl ıklardan varl ıklar gelebilirdi. Neden gelen yok? Buna verilecek birçok olasılı yanı t bulabiliriz. Ar is tarkus ve Kopernik' in görüşlerine ters düşse de, ola ki, bizler «tik» ve

— 336 —

«Birinci»leriz. Galaksi tar ih inde ilk olarak or taya çıkan b i r teknik uygar l ık elbet vardı r . Hiç olmazsa bazı uygar l ıklar ın ken-di kendi ler ini yok e t m e eğil imi göstermedikler i inancımızda ya-m l ı y o r u z belki. Belki de yı ldızlararası yolculuklarda engel ler söz-konusudur . Hem sonra, ışık süra t in in al t ındaki hızlarda bile bu gibi engel ler in neler olabileceğini s ap t amak zordur . Ola ki bu rada , a ramızdad ı r l a r ve GÖk Kı tas ı Yönetmel iği uyar ınca yeni doğ-m a k t a olan uygar l ık la r ın içişlerine müdaha ley i doğru bulmu-yor la rd ı r . Bir de bakmışsınız, bizlerin, bu yılı yine kendi kendi-mizi yok e tmeden savuş turabi lecek miyiz diye b i r yosun taba-ğ ında bak te r i k ü l t ü r ü n ü izleyişimiz gibi merak la ve sabırsızlık-la iz l iyorlar bizi.

Bir aç ık lama yolu daha v a r ki, tüm bi ldikler imizle uyuşuyor . Eğe r epey yıl lar önce, iki yüz ışık yılı kada r önce, uzayda yolcu-luk edebi len bir uygar l ık bel i rmişse bile, dünyamız ın ilginç ola-bileceğini akı l lar ına ge t i rmemiş le rd i r . Onla r ın açısından, yakı-n ımızdaki yı ldız s i s temler in in t ümü , keşif ya da koloni 'eş t i rmek için aşağı y u k a n aynı derece ilginç olabil ir (*}.

Tekn ik düzeyi a r t m a k t a olan bir uygar l ık , kendi gezegen s is temini keş fe t t ik ten sonra yı ldız lararas ı uçuş olanaklar ını ge-l i ş t i re rek komşu yı ldızlar ın keşf ine çıkar. Yı ldız lardan bazı lar ı-nın gezegenler i o lmayabi l i r . Hepsi de gazdan oluşmuş b i re r dev dünyay la ya da as teroi t ler le karşı laşı labi l i r . Başka yı ldızların da gezegenler i bu lunabi l i r . B u n l a r d a n k iminin a tmosfe r i zehirli

(+) Yıldızlara gitmeyi istetecek birçok etken doğabilir. Eğer Gü-neş'imiz ya da komşu bir yıldız bir süpernova olma yoluna gir-mişse, yıldızlararası uzay yolculuğu birden çok ilginç bir durum doğurur. Galaksimizde bir patlama olasılığı belirmesi, eğer biz teknik bakımdan bir hayli ileriysek, galaksilerarası yolculuğu ilginç duruma getirir. Kozmos'da şiddetli patlamalar olasılığı uzay göçmenliğini gerekli kılabilir. Böyle bir olasılıkta bile bi-zim yerküremize gelmeleri sözkonusu değildir.

î — 337 — * Kozmos : F. 21,

f \

olabilir, kiminmkiyse rahatsız edici. Bazıları da meskûn olabi-lir. Uzayda koloni kurmaya gidenler, yerleşecekleri dünyayı ka -şanır duruma getirme çabasına girişmek zorundadırlar. Bir ge-zegenin yaşama uyarlanması çabalan uzun zaman alır. Yaşama-ya elverişli gezegen de çıkabilir karşınıza. Gidilen gezegende, yeni bir yıldıza doğru yolculuğa çıkmak üzere oranın yerel kay-naklarından yararlanılarak uzay aracı yapmak uzun zaman iste-yecektir. Zamanla yıldızlara doğru ikinci nesil keşif ve koloııi-leştirme çabalan devreye girecektir. Ve böyle böyle bir uygarl ık asma Örneği dünyalar araşma tırmanacaktır .

Hiçbir uygarlık, topluluktaki doğumların sayısını sınırlan-dırmadan yıldızlararası yolculuk çabalarının üstesinden gele-mez. Doğum oranı yüksek herhangi bir toplum, tüm enerjisini ve teknolojisini kendi gezegeni üzerinde yaşayan insanları do-yurmak ve barındırmaya adayacaktır. Çıkardığımız bu sonuç doğrudur ve şu ya da bu topluluğun özellikleriyle ilgisi yoktur . Herhangi bir gezegende, biyolojik yapısı ya da sosyal sistemi ne olursa olsun, nüfusundaki belirgin bir artış t ü m kaynakları-nı yutacaktır.

Mesai arkadaşım William Newman ve ben şöyle hesapla-dık : Eğer bir milyon yıl önce doğum oram düşük ve uzay yol-culuğu yapmaya yetenekli bir toplum iki yüz ışık yılı uzaklık-larda belirip dış dünyalara açılsaydı ve yolu üzerinde elverişli dünyaları kolonileştirseydi, keşif araçları henüz şimdi güneş sis-temimize dalacaktı. Faka t bir milyon yıl uzunca bir zamandır. Eğer bize en yakın uygarlık bundan daha genç yaştaysa şimdi-ye dek bize ulaşamazlardı, iki yüz ışık yılı çapındaki bir küre-de 200.000 adet güneş ve belki de bir o kadar sayıda kolonileş-meye elverişli gezegen bulunur. Ancak 200.000 dünya keşfedil-dikten sonradır ki, bizim güneş sistemimiz rastlantı sonucu keş-fedilir ve yabancı bir uygarlığın barınağı olabilirdi.

Bir uygarlığın bir milyon yaşını bulması ne demektir? Rad-yo - teleskop ve uzay aracına sahip oluşumuz henüz yenidir. Yir-mi, otuz yıllık falan; teknik uygarlığımız ancak birkaç yüzyıl-

— 338 -

Iıktır. Çağdaş kalıba uyacak bilimsel düşünceler de birkaç bin yıllıktır. Genel anlamdaki kü l tü rümüzün eskiliği yüz bin yı l ı bulmaz. Gezegenimizde insanın belirip gelişmesiyle yalnızca bir-kaç milyon yıl öncesine dayanır . Yerküremiz üzerindeki teknik gelişme oranına bakılırsa, birkaç milyon yıllık ileri bir uygarlı-ğın katett iği yol bizimkinden birkaç miİim ileride demektir . Bizden bir milyon yıl ileride olan bir uygarl ık yıldızlararası yolculuklar ve gezegenleri kolonileştirmekle ilgilenir mi? t n -sanların ömür süresinin kısıtlı olmasının bir nedeni vardır . Bi-yolojide ve t ıp bil imlerinde çok büyük ilerlemeler, bu nedeni araş t ı rarak uygun çözümler bulabilirler. Uzay yolculuklarıyla ilgilenişimiz, acaba kendi yaşam süremizi uzatma ya da sonsuz kılma çabalarımızdan mı ileri geliyor? Ölümsüz insanlardan olu-şan bir uygarl ık, yıldızlararası keşiflere çıkmayı gereksiz ve çocuksu mu bulur? Ziyaret edilmeyişimiz, uzayda yıldızların di-zi dizi bol oluşundan ve yakınımızdaki bir uygarl ık bize ulaş-madan önce uğradığı yerde keşif nedenini yi t i rmesinden ö türü olabilir.

Gerek kurgu - bilim yapıt lar ında, gerekse U F O edebiyatın-da y e r k ü r e - d ı ş ı var l ık hemen hemen bizim kadar yetenekli kabul ediliyorlar. Değişik uzay aracına ya da ışın tabancasına sahiptir ler , ama savaşlarda ( k u r g u - b i l i m uygar l ık lar arasında savaş görüntüler inden hoşlanıyor) onlar ve bizler hemen he-men aynı güçteyiz. Aslındaysa galaksideki iki uygarlığın aynı düzeye erişmiş bu lunması hemen hemen olanaksız. Bir çatış-mada biri ötekine mut laka egemenliğini kabul ett irecektir . B i r milyon yıl az b i r zaman dilimi değildir. Eğer ilerlemiş bir uy-garlık güneş sistemimize buyuracak olursa, bizim yapabileceği-miz hiçbir şey yoktur . Onlar ın bilim ve teknoloji düzeyleri bi-zimkinin çok üzerindedir . Temasa geçeceğimiz İleri bir uygar l ı -ğın olası kötü niyet inden endişe d u y m a k gereksizdir. Bu k a d a r uzun b i r zaman dilimi uyar l ık lar ın ın sü rmüş bulunması, kendi kendilerini ve başkalarını yok e tmeden yaşama yöntemini öğ-rendikler ini gösterir. Yerküre - dışı yara t ık la r konusunda d u y -

— 339 —

duğumuz endişe, kendi geril iğimizin bir sonucu olabilir, geç-mişteki tar ih imizden duyduğumuz vicdan azabından doğab i l i r : Uygarl ıkların azıcık geri kalmış uygar l ık lara reva gördüğü sal-dırılar, Corles'i ve Aztek'Ieri an ımsayal ım. H a t t a La Perouse ' -da:; sonraki kuşaklar ın el inde Tlingıt ' ler in uğradığı akibeti de ı; Utmayalım. Unutmuyoruz . . . Ü z ü n t ü duymadığ ımız ı da söyle-

eyiz. Eğer gökler imizde yı ldızlararası bir a r m a d a g ö r ü n ü r -se. ek: ukça uysal davranacağımızı söyleyebil ir im,

Dalıa değişik bir temasa geçmemiz olasılığı daha kuvve t l i -dir; önce dc bel ir t t iğimiz gibi, r adyo yoluyla mesa j l a r a la rak te-mas edeceğiz ve fiziksel b i r temas, hiç olmazsa uzunca bir süre m ü m k ü n olmayacak. Böyle b i r d u r u m d a mesa j ı gönderen uy-garlığa yanı t ver ip v e r m e m e k bizim el imizdedir . Eğer m e s a j ı saldırgan ve ü rkü tücü bulursak cevap vermeyiz . Yok, eğer me-sa jda değerli , yara r l ı bilgiye raslarsak, uygar l ığ ımız açıs ından bunun sonuçları hay re t verici olabilir : Başka b i r bi l imin ve tek-nolojinin, sanatın, müziğin, siyasetin, ahlakın, fe lsefenin ve di-nin gizlerine gireceğiz. Dahası , gezegenimizin d u r u m u «galaksi eyaleti»ne dönüşecek. Daha başka neler öğrenmemiz m ü m k ü n olacağını da göreceğiz o zaman.

Başka bir uygarl ıkla bilimsel ve ma temat ikse l bi lgi ler pay-laşacağımızdan yı ldızlararası m e s a j göndermek , s o r u n u m u z u n en kolay bö lümünü oluş turacakt ı r . A B D Kongres i ile Sovyet-ler Birliği Bakanlar Konseyi 'n i y e r k ü r e - dışı akıllı y a r a t ı k l a r araştırması için pa ra ay ı rmaya ikna e tmek işin daha zor yan ı -dır (*). Gerçekte uygar l ık lar ı iki b ü y ü k s ını fa ayırabi l i r iz : D ü n -

(*) Başkaca ulusal organlar da sözkonusu olabilir. Örnek olarak İn-giliz Savunma Bakanlığı sözcüsünün 26 Şubat 1978 tarihli Lım-don Obse rve r gazetes inde y a y ı n l a n a n şu sözünü a k t a r a b i l i r i z : «Uzaydan gelebilecek mesaj lar la ügi lenmek PTT'n in ve BBC'nin görevler i a r a s ındad ı r . Yasadış ı y a y ı n l a r ı b u l u p o r t a y a ç ı k a r m a k bu kuruluşların işidir.a

— m —

ya - dışı akıllı varl ıklar araşt ı rması için para ayrılmasına çaba harcayan bilginlere, bilgin olmayanların karşı çıktıkları ve tüm harcamalar ın iç tüket ime yönelti lerek yıldızlara ilgi gösterilme-yen, alışılagelmiş düşüncelerin h ü k ü m sürdüğü toplumlar; ikin-cisiyse başka uygarl ıklarla temas görüşünün paylaşıldığı ve bu

I konuya yönelik geniş araşt ı rmalara girişilen toplumlar.

Bu alan Öyle bir alandır ki, İnsanoğlunun girişimlerinin ba-şarısızlıkla sonuçlanması bile başarı sayıl ır . Şöyle k i : Milyon-larca yıldızı içine alan bir çerçevede radyo sinyalleri aracılığıyla d ü n y a - d ı ş ı var l ık araşt ı rmasına koyulsak ve hiçbir şeye rastla-masak, hiç olmazsa galaksideki uygarl ıkların pek ender olduğu sonucuna varabiliriz. Bu da evrende kendi değerlendirmemizi ve çapımızı öğrenmeye yarar . Gezegenimizdeki insan t ü r ü n ü n ne denli ender ras t lanan bir varlık olduğu, çok güçlü ve pek seç-kin bir görüş d u r u m u n a gelir, her insanın kişilik değeri önem kazanır. Eğer bu yönde bir başarı sağlarsak, t ü rümüzün ve ge-zegenimizin tar ihi köklü ve sürekli bir değişime uğrar .

Başka uygarl ıklar ın varlığını ve niteliğini keşfetmemizse, bilgimizi onların bilgisiyle karşı laşt ırma olanağı tanıyacağından çapımız genişleyecektir . O takdirde Samanyolu Galaksisindeki t ü m uygar l ık lar ın etkinlikleri ve bilgileri bir Gök Kıtası An-siklopedis inin konusunu oluşturacakt ır . '

ün, mız Bu ba: nle? cuk ;yle • eğ . sü anj

— 341 -

Bölüm XIII

YER KÜREMİZ ADINA KİM SÖZ HAKKINA SAHİP

Önümde ölüm ve sürekli kölelik bulunduğuna göre, yıl-dızların gizlerini araştırma zahmetine neden gireyim?

— Anaksimes'in Pitagoras'a yöneltmiş olduğu ve Mon-taigne tarafından aktarılan bir soru (M.Ö. yaklaşık 600)

Ne denli kocaman olmalı gökyüzündeki o küreler . . .Ve İktidar oyunlarımıza gemi seferlerimize ve tüm savaşla-rımıza sahne olan şu yerküremiz de ne denli küçük ol-malı anlarla kıyaslanınca. Şu küçücük yerkürenin zavallı bir köşesinin efendileri olma uğruna bunca insanın ha-yatına kıyan krallarla prensler için gozÖnünde tutulması gereken, üzerinde düşünülmesi şart olan bîr nokta bu.

— Chrisüaan Huygens, N e w Conjectures Concerning the Planetary VVorlds, Their Inhabitants and Productions, yak-laşık 1690

— 343 —

i

«Dünyanın tümüne,» dedi Güneş Babamız. «Ben ışığımı ve pırıltımı veririm; insanlara ısımı veririm onlar üşüdük-ler! zaman; tarlalarının ürün vermelerini ve ineklerinin ço-ğalmasını sağlarım; her gün dünyanın çevresinde dönerr

insanların ihtiyaçları ve bunların karşılanması için daha İyi bilgiler edinirim. Ben sîzlere Örnek olmalıyım.»

— İnka'larm bir efsanesinden. Garcilaso de la Vega'nır* «Kraliyet Yoromlarundan, 1556

Nice ve nice milyon yıl gerilere doğru bakıyoruz ve şe-kilden şekle girip bîr güç kaynağından başka bîr güç kaynağı arayışına sıçramak, toprak üzerinde emeklerken kertdine güven duyup ayağa kalkmak, havayı hükmü al-tına alabilmek için uğraşını kuşaktan kuşağa sürdürmek, derinliklerin karanlığına inmeye çalışmak ve gelgit bal-çığında yok olmamak için İnsencalunda büyük bir sava-s;m istemi görüyoruz. Bu sarsılmaz istemin hiddet ve aç-lıkla bir o yana, bîr bu yana yaylanarak yeniden ve ye-niden şekil ald;gınır genişleyip kendine çekidüzen vere-rek tam kavram lam sz hedefine dur durak nedir bilmeden yöneldiğini, bize giderek yaklaştığına ve benzediğine tanik olurken varlığının benliğimizde, beynimizde ve da-marlarımızda atmaya başladığını fark ediyoruz... Tüm geçmişin bir başlangıcın başlangıcını oluşturduğuna, bu-güne dek varolmuş ve varolan her şeyin şafsğın alaca-karanlığı olduğuna İnanmak olasıdır, İnsan zihninin şim-diye dek ulaşabildiklerinin uyanmadan önceki rüyadan başka bir şey olmadığına inanmak mümkündür.. . Bizim soylarımızdan İleride belirecek zihinler, bizi bizden da-ha İyi anlayabilecek bir boyutla bugünkü dar görüşleri-mizin İçine uzanabilecekler. Bir gün gelecek, günlerin bir-birini amansızca izlediği dizinin İçinden öyte bir gün çı-kıp gelecek ki, varlıklar belirecek; şimdi zihnimizde uyur

— 344 -

uyantk ve etimizde saklı durumda bulunan bu varlıklar, insanın bir tabure üzerinde durması gibi toprağın üze-rinde dikilerek gülecek, gülecek ellerini yıldızlara dokun-durarak.

— H.G. VVells, The Discovery of the Future, (Geleceğin Keşfi), 1902

K O Z M O S HENÜZ DÜN KEŞFEDİLDİ . Bir milyon yıl bo-yunca herkes yeryüzünden başka bir yer olmadığını belledi. Der-ken, t ü rümüzün yeryüzündeki ömrünün yüzde birinin onda bi-r ine eş süresinde, Aristarkus ' tan günümüze dek uzanan kısa bir zaman dil iminde evrenin merkezi olmadığımızı ve evrenin var-oluş amacının üzerimizde toplanmadığını üzülerek öğrendik. Mer-kezi ve kuruluş amacı bir olmayıp enginlikte ve sonsuzlukta kay-bolmuş minnacık ve minya tü r inceliğinde, yüzlerce milyar ga-laksi ve milyarlarca trilyon yıldızla bezenmiş bir Kozmik Ok-yanusta dönüp dolaşan bir dünya üzerinde yaşadığımızı f a rk et-tik. Cesaretimizi toparladık ve Kozmik Okyanusun sularına ayak-larımızı daldırdık yavaştan. Okyanusun bizi çektiğini gördük. Yapımızla bağdaşır bulduk. İçimizden b i r ses Kozmos'un yuva-mız olduğunu söylüyor. Yıldız külünden yapılmış bulunuyoruz. Kökenimiz ve evr imimiz uzak kozmik olgularla bağlanmış durum-da. Kozmos'un keşfi kendi kendimizi keşif yolculuğudur.

Eskiden efsane düzenlerin bildiği üzere, hem gökyüzünün, hem ye ryüzünün çocuklarıyız. Bu gezegen üzerindeki varlığımız süresince tehlikeli bir evrimsel yük sır t lamış bulunuyoruz. Bu yük torbasının içinde saldırıya ve töreye yatkınlık, liderlere baş eğme ve yabancı lara düşmanca davranış gibi kalıtsal eğilimler y e r alıyor. Faka t aynı zamanda başkalarına karşı şefkat, çocuk-larımıza ve onların çocuklarına karşı sevgi, tarihten bir şeyler Öğrenme ve giderek zekâ ve yetenekler imize bir şeyler ka tma eği-l imlerine sahibiz; bunlar da haya t t a kalmamıza ve refahımızı sür -dürmeye yarayan e tkenler . . . Yapımızdaki bu eğilimlerin hangi-

— 345 —

eri üstün gelecek bilemiyoruz, özell ikle bakış açımız yalnızca Yerküre» adım verdiğimiz küre sorunlarına yönelikse. Ha t ta !aha da kötüsü, bu kürenin yalnızca küçücük b i r bölümüne yö-lelikse... Bizi Kozmos'un enginliklerinde kaçamayacağımız bir ledeî beklemekte. Dünya-dışı akıllı varbklar ın bulunduğuna iliş-,in henüz açık belirtiler yok. Bu, bizimkine benzer uygar l ık lar icaba hiç durmamacasma kendi kendilerini yok mu ediyorlar, [iye bir düşünce getir iyorlar aklımıza. Yerküremize uzaydan ıak-:ğımtzda, ulusal sınır diye b i r şey göremiyoruz. Uzaydan ge-egenimizin incecik mavi bir hilal, sonra da yıldızlar kenti ara-mda bir ışık noktası olarak göründüğünü izleyince etnik, din-el ya da ulusal şovenist davranışların sürdürülmesi akıl almaz ıir duruma dönüşür. Yolculukların boyutları büyüyor . . .

Hayatın hiçbir zaman başlama olanağı bulamadığı dünya-ar var. Kozmik felaketlerin yakıp yıktığı dünyalar da var. Biz alihliyiz, hayattayız, güçlüyüz, uygarlığımızın ve t ü r ü m ü z ü n re-fahı elimizde olan bir şey. Eğer ye rküre adına bizler söz sahibi leğiisek kim olabilir? Varlığımızı sürdürmede karar veren bizler alamazsak kim olabilir?

İnsan türü şimdi Öyle büyük bir serüvene girişiyor ki, eğer başarılı olursa toprağa hükmedişi ya da ağaçtan yere inişi kadar ünemli bir iş yapacaktır . Deneye duraklaya yerküreye bizi bağ-layan zincirleri koparmaktayız, manevi anlamda, içimizdeki da-ha ilkel beyinlerin dür tüler ine karşı çıkıp onları sus turarak , mad-di olaraksa, gezegenlere yolculuk edip yıldızlardan gelen mesa j -ları dinleyerek. Bu iki serüven birbirine amansızca bağlıdır. He r iki girişimde kanımca, birbir inin vazgeçilmez biçimde tamamla-yıcısıdır. He r biri, öteki için şart t ı r . Ne va r ki, ener j imiz i daha Çok savaşlara yönlendirmişiz. Karşılıklı güvensizlikten hipnotize olmuş durumda, t ü rümüzün ve gezegenimizin geleceğiyle ner-deyse hiç ilgilenmeden toplumlar ölüme hazır lanıyorlar . Ve tut-tuğumuz bu yol öylesine korkunç ki, ne yaptığımızı düşünme-rneyi, üzerinde durmayı yeğliyoruz. Faka t gözönünde tu tma-ya yanaşmadığımız şeyi düzeltmek zorundayız.

— 346 -

Düşünen her insan nükleer savaştan korkuyor ve her tekno-lojik devlet nükleer savaş hazırlığı içinde. Herkes bunun delilik olduğunu bildiği halde her ülke bıı çılgınca hazırlık için bir ba-hane buluyor. Bu yoldaki nedenlerin hazin bir dizilişini görüyo-ruz: Almanlar İkinci Dünya Savaşının başında o bombanın ya-pımı için kafa yoruyorlardı; bu yüzden Amerikalılar onlardan önce ilk biz yapalım diye çalışmaya koyuldular. Amerikalıların bombası olursa, Sovyetler ' in de olması gerekirdi. Ardından İngi-lizler, Fransızlar, Çinliler, Pakistanlılar sahip olmak için çabala-dılar. . . XX. yüzyılın sonlarına doğru birçok ülke nükleer silah bulunduracak. Nükleer bomba yapımı kolaylaştı. Nükleer reak-törlerden malzeme çalmabilir. Nükleer silah yapmak neredeyse ev işçiliğiyle bile m ü m k ü n olacak.

İkinci Dünya Savaşında kullanılan bombalarda yirmi ton TNT vardı ve bir kentin bir semtini yakıp yıkabiliyordu. İkinci Dünya Savaşında t ü m kentlere atılan bombaların tutar ı iki mil-yon tondu. Başka bir deyişle, iki megaton. XX, yüzyılın sonları-na doğruysa bir tek termonükleer bombanın salıverdiği ener j i tutar ı iki milyon ton bombanmkine eşit, yani tüm İkinci Dünya Savaşı bombalarının tahr ip edici gücü bir tek bombanın içinde! Şu anda on binlerce nükleer silah depolanmış durumda. 1990*-larda Sovyetler Birliği 'yle ABD'nin stratej ik ve bombardıman güçleri, kendilerine yeryüzünde 15,000 hedef seçmiş olacaklar. De-mek oluyor ki, yerküremizde geleceği garantil i hiçbir bölge yok. Birer ölüm dehası örneği olan ve patlamak için bir düğmeye ba-sılmasını bekleyen bu silahlardaki ener j i 10.000 megatonu aşı-yor. Bu tahr ip gücü İkinci Dünya Savaşındaki gibi 6 yıllık bir savaş dönemine dağıtılmış olmuyor. Yeryüzündeki her aileye İkinci Dünya Savaşının semt tahrip eden bir bombası düşüyor. Ya da şöyle diyelim: Kasvetli bir günün yalnızca öğleden sonra-sında her saniye içinde bir ikinci Dünya Savaşı dehşeti yaşana-cak.

Nükleer silahlı saldırıdan gelen ölüm nedenlerinin başında, v

patlamadan oluşan dalgalardır. Şok dalgaları birkaç kilometre ü.ı

— 347 -aç ih-ti'

uzaktaki beton binaları dümdüz edebilir. Öteki ölüm nedenleri de, f ır t ına gibi yayılan alevler, gamma ışınları ve geçenlerin içlerini kebap eden nötronlar . . . ikinci Dünya Savaşını sona er -diren ABD'niıı Hiroşima'ya nükleer saldırısından sağ çıkabilen bir Japon kız Öğrencisi izlenimlerini hemencecik şöyle ka leme almıştı:

Cehennemin dibindeki bir kapkaranlığın içinde Öğrenci ar-kadaşlarımın annelerini çağıran seslerini duyabildim. Orada kazılan bir büyük sarnıcın köprü ayağında ağlayan bir an-ne, başının üzerinde, yandığı için vücudu kıpkırmızı olmuş bir bebek tutuyordu, Dir başka anne de yanmış göğsünden çocuğuna süt emzirirken hıçkırarak ağlıyordu. Sarnıçtaki Öğ-rencilerin yalnızca başları ve yardım için ana babalarım ça-ğırmak üzere çn*pman kolları su üzerinde görülüyordu. Fa-kat oradan geçen herkes yaralı olduğundan, hepsi de yara-landığından, kimse kimseye yard ım edecek durumda değil-di. Kıpkırmızı kafalaslar ında saçları seyrek, beyaz tüylere dönüşmüştü. Başları toz içindeydi. Bu dünyanın insanına benzemiyordu artık onlar.

Daha sonraki Negazakîye atılan atom bombasının etkis inden farklı olarak Hiroşima toprak yüzeyinin çok üs tünde ye r a lan hava patlamasıydı. Bu nedenle nükleer döküntü pek o kadar faz-la değildi. Oysa 1 Mar t 1954 tar ihinde Marshal l Adalar ındaki Bi-kini'de yer alan bir termonükleer bomba patlaması, sanı landan daha fazla radyoaktif döküntü yaptı . Pa t lamanın 150 km. uza-ğmdaki Rongalap mercan adasında (buranın sakinleri pa t lamayı batıdan doğan bir güneşe benzett iklerini söylemişlerdi) genişçe bir radyoaktif bulut oluştu. Birkaç saat sonra Rongalap üzerine radyoaktif döküntü kar gibi yağdı. Düşen or ta lama mik t a r 175 rad, yani Normal sağlıklı bir insanı ö ldürmek için gerekli dozun yarısı kadardı. Pat lama yer inden uzakta oldukları için ölenlerin sayısı çok değildi. Radyoaktif s t ronsiyum insanların kemikler ine girdi, radyoaktif iyodin de tiroit bezlerine daldı. Çocukların üçte

— 34a —

iki ve b ü y ü k l e r i n üçte bir inde sonradan t iroid bezi anormall ik-leri, b ü y ü m e gecikmeler i ya da habis tümör le r görüldü. Neyse ki, Marshal l Adalar ı sakinler i uzman la rdan oluşan doktor heye-t inin bedava bakımı a l t ındaydı lar .

Hi roş ima 'ya a t ı lan bombanın tahr ip gücü on üç kilotondu. Başka b i r deyişle, on üç bin ton T N T karşılığı. Bikini 'dekİyse on beş mega ton luk tu . Karşı l ıkl ı nük lee r saldırı çılgınlığında dün-yamıza at ı lacak bomba sayısı 1 milyon adet Hi roş ima bombası-na eşit olacaktır . Hi roş ima 'da on üç kilotonluk bi r nük lee r bom-ba yaklaş ık yüz bin kişinin ö l ü m ü n e neden o lduğuna göre, bir nük lee r savaşta at ı lacak bomba la r yüz mi lya r insanı ö ldürmeye ye te r l id i r . Oysa ye ryüzündek i insan sayısı X X . yüzyıl ın sonları-na doğru ancak beş mi lya r olacak. Böylesi b i r karşı l ıklı nükleer sa ld ı r ıda hiç kuşkusuz pa t l amadan ö tü rü , a lev f ı r t ınası radyas-yon ve radyoakt i f dökün tü yüzünden herkes Ölmeyecek. Radyo-akt if d ö k ü n t ü n ü n uzunca b i r süre etkisini s ü r d ü r d ü ğ ü n ü de he-saba k a t m a k ge rek i r : S t rons iyum 90'ın çok büyük bi r bö lümü (yüzde 90'ı) 96 yı lda e r i r gider; Cesİum 137'nin yüzde 90'ı 100 yıJda; îyodin 131'in yüzde 9Û'ı da yalnızca bir ay içinde er i r gi-de r .

H a y a t t a ka lan la r savaşın çok daha ince becer i ler ine tanık ola-cak la rd ı r . N ü k l e e r b i r savaş sonucu yüksek tek i havan ın nitro-jen i yanacak t ı r . N i t ro jen , n i t ro j en oksi t ler ine dönüşecek, bu da y u k a r ı a tmosfe rdek i ozonun öneml i b i r m ik t a r ın ı yok edecek. Ozonun yok olması güneş in morötes i ı şmia r ımn yoğun biçimde a t m o s f e r d e n s ızmasına yol açacakt ı r . (*) Morötesi ışm sızması

<*) Bu süreç, zarar boyutları daha küçük olmakla birlikte, aero^ol-lü sprey kutularmdaki fıslama gücünü veren florkarbonlu itici-nin ozon tabakasını bozmasına benzeyen bir süreçtir. Aerosol sprey kutularının kullanılması bazı ülkelerde yasaklanmıştır. Bu bir anlamda dinozorların yeryüzünden yirmi, otuz ışık yıl Önce silinmesi nedenini anlatırken sözü edilen süpernova paÜama et-kisi sürecine benzemektedir.

— 349 -

yıllar boyu sürecek ve cilt kanserine neden olacaktır. Morötesi ışın genellikle cildi ince olanları tercih edecektir. Daha da önem-lisi gezegenimizin ekolojik dengesini şimdiye dek duyulmamış boyutlarda sarsacaktır. Morötesi ışın ürünleri yakar. Birçok mik-ro-organizma ölecektir. Hangi mikro-organizmalarm hangi mik-tarda öleceğini ve bunun sonucunda neyle karşılaşacağımızı tam olarak bilemiyoruz. Ölecek organizmalar, bildiğimiz kadarıyla, insanoğlunun zirvede sendelemeye başlayabileceği geniş tabanlı bir çevresel piramitin temel bölümünden olacaktır.

Nükleer savaşın havayı toza boğması yüzünden, toz tabakası Güneş İşığım yansıtarak yerküremizin soğumasına neden olacak-tır. Gezegen çapındaki az bir soğumanın bile tar ım üzerinde fela-ket sözcüğüyle ifade edilebilecek sonuçları olabilir. Radyasyon kuşları sineklerden daha çabuk öldürür. Sinek sürülerinin pey-dah oluşunun getireceği tarımsal dengesizlikler nükleer savaşın olası sonuçları arasındadır. Endişe etmemizi gerektiren bir veba basili bulunduğunu unutmamalıyız. XX. yüzyılda vebadan ölen olmamışsa, basilin yokluğundan ötürü değildir bu. İnsanların di-rencinin artması sayesindedir. Bir nükleer savaşın getireceği rad-yasyon insan vücudunun bağışıklık sistemim de zaafa uğrat ır ve hastalığa karşı direncimiz azalır. Uzun dönemde mütasyonlar belirir, ortaya yeni mikroplar ve böcek tür ler i çıkar ki, bu nük-lere felaketten paçasını kurtaracak olsa bile o kişiyi ömrü boyun-ca rahat bırakmaz. Bir süre geçtikten sonra, kötüye doğru mü-tasyonlarm oluşmasıyla, ortaya belki de yeni ve dehşet verici in-san türleri çıkabilir. Bu mütasyonlar belirdiğinde çoğu öldürücü bir hal alabilir. Bazıları da öldürücü olmayabi l i r Bu arada in-sanı kahreden dertler belirecektir: Sevdiklerinizi kaybedeceksi-niz. tümen tümen yanmış insan göreceksiniz, gözleri görmeyen-lerle sakatların sayısı kabaracak. . . hastalıklar, veba, inatçı rad-yoaktif zehirlerin havaya ve suya bulaşması; tümör tehdidi . . . ölü doğumlar ve sakat doğanlar olacak; sağlık hizmetleri aksa-yacak; önüne geçebileceğimiz fakat geçmediğimiz bîr felaketin uygarük umudumuzu yok edişine tanık olacaksınız.

— 3S0 —

Bir ingiliz meteorologu olan L.F. Richardson savaş konusu-na ilgi. duyar, savaşın nedenlerini bulup ortaya çıkarmaya uğ-raşırdı. Savaşla hava koşulları arasında zihinsel paralellikler bu-lunur . Her ikisinin nedenleri de karmaşıkt ı r . Her ikisinin de bir düzen içinde ye r aldığı görülür . Büzen derken kastettiğimiz, he r ikisinin de durduru lamaz güçler olmadığı, ama nedenleri anlaşı-labilir ve kontrol al t ına alınabilir güçler olduklarıdır. Küresel hava koşul lan hakkında bir f ikir edinebilmek için he r şeyden önce bir hayli meteorolojik veri toplamak gerekir . Havanın na-sıl bir davranış gösterdiğini bilmek gerekir . Richardson, «sava-şm nedenlerini kavrayabi lmek için de benzer bir yaklaşımla işe başlamalıyız,» demiş ve zavallı gezegenimizde 1820-1943 yı l lan aras ında pat lak veren savaşlara ilişkin veriler derleyip toplamış-t ır .

Richardson 'un elde ettiği sonuçlar, adı The Siatistİe of De-adly Q nar reis ( ö ldü rücü Kavgalar İstatistiği) olan bir kitapta kendisi öldükten sonra yayınlandı . Belirli sayıda kurban alıp gö-tü ren b i r savaşla öteki arasında ne kadar süre geçtiğini sapta-y a n Richardson savaşın neden olduğu ölü sayısını içermek üze-re savaşın kapmasını M harf iyle tanımladı . M = 3 olduğu durum-larda, savaş yalnızca 1.000 kişiyi (10*) ö ldürüyor demekti. M—5 ya da M = 6 olunca savaşta yüz bin ya da bir milyon kişi ölüyor demekt i . Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu açıdan büyük sa-vaşlardı . Richardson'un vardığı bir bulgu şuydu: Bir savaş ne kadar çok İnsanın canına kayıyorsa, böyle bir savaşın yeniden pat lak vermesi olasılığı azalıyor ve pat lak verse de aradan uzun-ca bir süre geçiyordu. Tıpkı şiddetli f ı r t ınalar ın hafif f ır t ınalar-dan daha az çıkması gibi. Bu veri lerden hareket ederek bir bu-çuk yüzyı l içinde M büyüklüğüyle gösterilen savaşlara ait bir graf ik çizdi.

Richardson bu graf ik te M'nin değerlerini küçül t tükçe ve M'-

yi s ıf ıra indirge dikçe, dünyadaki ortalama cinayet sayısının bulu-

nabileceğini belir t t i ; ni tekim dünyada he r beş dakikada bir cina-

y e t işleniyor. Bir kişinin ö ldürüldüğü cinayetlerle çok sayıda in-

— 351 —

sanın öldürüldüğü savaşlar, asgariyle azami sınır arasında sü rüp giden kesintisiz bir eğridir. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Sa-vaş psikolojik anlamda bir cinayet fermanıdır . Mut lu luğumuz ve refahımız tehdit edilince, beslediğimiz umut la ra meydan okunun-ca. cinayet bile işleyebilecek hiddete kapılırız -daha doğrusu ba-zılarımız kapılır. Bu tahrikler devletler için sözkonusu olduğun-da, onlar da çoğunlukla iktidar ya da kişisel hırsla hareket eden-lerin körüklemeleriyle cinayet işleme hiddetine kapılıyorlar. Ci-navei teknolojisi ve savaşla verilen ceza biçimleri şiddetlendikçe, çok kalabalık insan yığınlarının hep birden cinayet turnikesine köşuldnğu görülüyor. Kitle ilitişim araçları genellikle devletin elinde bulunduğundan bunun düzenlenmesi kolay oluyor, (Nük-leer savaşta durum değişiktir, çünkü çok az sayıda kişinin baş-latabileceği bîr savaşt ı r ) .

Bu noktada hırslı yanımızla varlığımızın iyi yanı diye adlan-dırdığımız yanı arasında bir çatışmaya tanık oluyoruz; buna bey-nimizin iç bölümündeki si&üngenlık döneminden kalma ve cina-yete varan hiddetlerin yatağı R-kompleksi bölümüyle daha ya-kın tarihlerde gelişen beynimizin memeli ve insansı dönemi bö-1 .imlerinin, yani limhik sistemle beyin kabuğu arasındaki çatış-ma da diyebiliriz. İnsanlar küçük topluluklar halinde yaşar larken ve silahlarımız ilkelken, müth iş hiddete kapılan bir savaşçının bile Öldürebileceği insan sayısı birkaç kişiydi. Teknoloj imiz ge-liştikçe savaş araç gereçlerimiz de gelişti. Aynı kısa dönemde, bi2 de geliştik. Hiddetimizi, düş kırıklarımızı ve umutsuzluğa ka-pılışımızı akılla yonttuk. Düne dek çok yaygın olan gezegen ça-pındaki adaletsizlikleri azalttık. Ne va r ki, şimdi elimizdeki si-lahlar milyarlarca insanı bir anda öldürebiliyor. Çok mu çabuk geliştik dersiniz? Akla yeterince ye r verebiliyor muyuz? Savaş-ların nedenlerini cesaretle inceleyebildik mi?

Nükleer savaştan caydırma stratejisi dediğimiz durumun , he-nüz insanlaşmamış atalarımızda görülen davranışa dayandır ı la-rak sürdürülmesi ilginçtir. Çağımızın polit ikacılarından olan Henry Kissinger şöyle diyor bir ki tabında: «Caydırma, her şey-

— S52 -

den önce psikolojik ölçütlere dayanır . Caydırma amacıyla kulla-nılan b i r b löfün ciddiye alınması, ciddi bir tehdidin blöf olarak kabul edilmesinden daha yararlıdır.» Gerçekten etkili bir nük-leer blöfün içinde mantıkdışı t u tumla r da yer alır ki, karşı ta-ra f ı nükleer savaşın dehşetinden uzaklaştırsın. Bunun üzerine olası düşman mantıkdışı davranışlar ın varmış gibi sunulduğu topyekun bir çatışmaya gir işmekte nse, bazı noktalarda geri adım a tmaya razı olur, Mantıkdışı davranışınızın inandırıcılığının en büyük tehlikesi, inandırıcı gözükmek için rolünüzü çok iyi oy-namak gerektiğidir . Bir süre sonra, bu inandırıcılığa siz de alı-şırsınız ve a r t ık rol olmaktan çıkıverir.

ABD'ye Sovyetler Birliği 'nin Önderliğindeki topyekûn deh-şet dengesi, ye rküremiz İnsanlarını reh in tu tmaktadı r . He r iki taraf , karşı tarafa , hangi davranışı yapmasının m ü m k ü n olduğu-na ilişkin s ın ı r lan çizmektedir. Olası düşman o sımr aşıldığında nükleer savaşın başlayacağına inanı r duruma getiri lmiştir . Ne va r ki, s ınır ın tanımlanışı zaman zaman değişiyor. Taraf la rdan he r biri, karşı t a ra f ın yeni s ınır ları kavradığından emin olma-lıdır. He r iki taraf kendi askeri avanta j ın ı a r t ı rma eğilimindedir. Ama bunu yaparken, karşı t a ra f ı da fazla te laş landırmamaya özen gösterir . He r iki taraf da karşı t a ra f ın t ahammül sınırlarını sürekli olarak keşfe çalışır: Küba 'dak i füze bunalımında, uydu imha edici s i lahların denenmesinde, Kuzey Ku tbunda nükleer bomba taşıyan uçaklar ın uçuşlarında, Vietnam ve Afganistan sa-vaşlar ında olduğu gibi; bunlar uzun ve hazin üs teden b n k a ç seç-medi r . Yerküremizdeki topyekûn dehşet dengesi, korunması çok zor ve nazik bir dengedir . Herhangi bir hata yapı lmamasına, ilişkilerin bozulmamasına, sü rüngen yanımızın iht i raslar ının cid-di biçimde dür tü lmemesine bağlıdır .

Şimdi gelelim Richardson 'un şemasına. Şemadaki düz kalın çizgi M büyüklüğündeki b i r savaşın ne kada r zaman aralığıyla pat lak verebileceğini gösteriyor. Başka bir deyişle, 10m iıısam (Burada M birden sonraki s ıf ı r lar ın sayısını temsil ediyor) öl-dürecek bir savaşın olasılık süresini anlatıyor. Şemanın sağın-

biç — 353 — Kozmos : F. 23 iti

H ı fi

I

Richardson diyagramı : Yatay eksen, savaşın kapsamını gösteriyor (M = 5 Öldürülen 10! sayıda İnsanı ifade ediyor; M = 1 0 ise 10" sayıda insanı, başka bir deyişle, gezegenİmizdeki herkesin ölümü demek oluyor). Dikey eksen M büyüklüğünde bîr savaştn çıkma-sına kadar geçecek zamanı gösteriyor. Eğri, Richardson'un 1820 İle 1945 arasındaki savaşlara ait sağladığı verilere dayanmakta-dır. Bu verilere göre, yaklaşık bin yıl süreyle M = 10'a ulaşama-yacaktır (1820+ 1000=2820), Ne var ki, nükleer silahların artı-şı, eğriyi büyük bir olasılıkla gölgeli bölüme indirerek Kıyamet Günü'nün süresini kısaltmış olabilir. Richardson eğrisinin şeklini değiştirmek elimizdedir; eğer insanlar nükleer silahsızlanmaya cankurtaran sim'di gibi sarılırlar ve gezegenİmizdeki canlı top-luluğunun yapısını yeni bir düzene sokmayı amaçlarlarsa...

— 354 -

Arkeuiog Adams'in kazı çalınmaları, önceden bilinmeyen fakat sonradan Maya uy-garlığına (M.Ö. 250-M.S. 900) ait olduğu anlaşılan, bazıları düz çizgili, bazıları da kavisli olmak iizere kanal sistemlerini ortaya çıkardı. Bu kazılar Mayaların birkaç milyon İnsanın kurduğu topluluğu nasıl ayakta tutabildiğini açıklamaktadır. Tarih çilerin bir bölümünün kanısına göre, yeryüzündeki yüksek düzeyli uygarlıkların ı ıııü kanal yapımıyla keııdinibetli etmiştir. Birçok bakımdan ba^ka dünyaların ke>fı, kendi dünyamızı daha İyi anlamaya yardımcı olmaktadır.

arlıklar Zinciri. Atomlarla kar taneleri arasında çok küçük Ölçekteki ve güneylerle taksiler arasında çok büyük ölçekteki ilişkiler zincirinde (Kozmus'ta) İnsanoğlu -un yeri konusunda giderek bilinçleniyoruz.

Çekim gücünün madde ve ışığa etkisi. Lewis Carrol'un Alis Harikdl.tr çay partisinde Alis, Mart Tavşanı ve Van Kedisi (a) yeryüzünün ; gücünde ( t g.) görülüyor. Fenerden çıkan ışık yer çekiminden ctku-giicli sıfıra yaklaştıkça, en ufak bir hareket bile dostlarımızın hayalci m '•-olmaktadır (b, c); çay damlalar halinde havada dolaşıyor. Yeniden •• • : , gücüne döndüğümüzde, eski durumlarına kavuşan dostlarımız çav > . nturuıı.ı i-.ıtu luyorlar (d). Çekim gücü arttıkça, tüm hareketler zorlaşıyor, giderek kımıld.ı ı! bile olanaksızlaşıyor (e) ama ışık etkilenmiyor Çekim gücü 100.000 g 'ye ^l.ışiıgn daysa, her şey yamyassı oluyor. Bir milyar g.'lik çekim gücü ışıijı da etkileyerek ,er yüzüne dönmesine neden oluyor (f). Lewis Carrol'un anlatımıyla, kedi de yokokı yor, yalnızca sırıtışı kalıyor. Artık Harikalar Diyarı bir k.ır.ı delik olmuştıır.

İnsan beynindeki nöronlar yumağı, elektron-mikrografla 15.000 kez büyü-tülmüş halleri, (Üstte)

Biri telden yapılmış ve süt şişesi bu-lunduran, diğeriyse yine telden yapıl-mış ve süt şişesi bulundurmasına ek olarak örtüye bürünmüş iki mekanik anne arasında, yavru maymun hiç du-raksamadan ikincisini yeğliyor. İnsan-ların ve öteki primatların genetik ola-rak karşılıklı sosyal ve fiziksel yakın-lık sıcak ilgi gereksinimleri çok güç-lüdür. (Sağda)

Spektrograf aygıtıyla kaydedilmiş olan balinaların şarkısı. Her satırda zaman yatav olarak, alçak notalardan yüksek notalara doğru olan ses frekansı dikey olarak gösteriliyor. Dikey çizgiler he men hemen parmağı piyano tuşlarından çabucak geçirilerek çıkarılan sesi andır-maktadır. Bu sesleri su altında 28 Nisaıı 1964 tarihinde Berrnuda'da kaydetmiş olan Roger Payne şöyle diyor: "1964 ve 1969 yıllarında kaydettiğimiz şarkı-lar, Beethoven Beatles'dan ne denli fark-lıysa, o kadar farklıdır ve 1960'ların bali-na müziği, 1970'lerdekinden daha güzel-dir." (Yanda)

daki dikey çizginin içinde aynı zamanda son yıllardaki nüfus gösteriliyor ki, 1835 yıl ında bir mi lyarken şimdi 4,5 milyardır (M—9,7). Richardson eğrisi dik ve kesintili çizgiyle kesiştiğinde, zaman olarak Kıyamet Gününü göstermiş oluruz: Yerküre insan-larının toptan yok olacakları büyük bir savaşa dek geçecek za-man dilimi. Richardson'un eğrısiyle nü fusun ilerki yıllarda ne miktarda artacağı tahminler ini ifade eden çizginin kesişmesi 3.000'nci yıla rastlıyor. Kıyamet Günü böylece ertelenmiş olu-yor.

Ancak şunu göz Önünde tutmalıyız ki, İkinci Dünya Savaşı 7,7 büyüklüğündeydi . Asker ve sivil olarak ölenlerin sayısı elli milyonu buldu. Ölüm teknolojisi dev adımlarla ilerledi. Nükleer silahlar ilk kez kullanıldı . Savaş nedenlerinin ve eğilimlerinin azaldığını gösteren belirt i lere rast lanmadığı gibi, gerek klasik ge-rek nükleer silahlar daha öldürücü olma yolunda ilerliyorlar. Bu yüzden, Richardson eğrisi bi l inmeyen bir oranda aşağı kıvrılarak kesişme noktası erkene alınmış oluyor. Eğer Richardson eğrisinin e rken kesişmesi çizgiyle taranmış bölgeye düşerse Kıyamet Gü-nü yirmi, o tuz yıl sonraya ras t layarak bir hayli öne alınmış olur. 1945 yı l ından önceki ve sonraki savaşların pat lak veriş sıklığı ya da seyrekliği bu sorunun yan ı t ım almamıza yardım eder. Bu ya-nıtı almaksa gelip geçici bir istek olmasa gerek.

Aslında şunu demek istiyoruz: NükleeT si lahlarla gelişimiy-le bunlar ı f ı r la tma yöntemler in in mükemmelleşmesi er ya da geç yerküremizde toptan b i r felakete yol açacak, t ik nükleer si-l ah l an yapan Amerikal ı ve Avrupa 'dan Amerika Birleşik Dev-letleri 'ne göç e tmiş bilginler dünyaya salıverdikleri şeytandan ö tü rü çok acı duydular . Nükleer si lahların topyekûn yok edilme-si için çaba harcadı lar . Faka t çaba lanna ve çağrılarına aldıran olmadı; ulusal bir s t ra te j ik avan t a j sağlama beklentisi gerek Sov-yetler Birliği1 nde, gerekse B. Amerika 'da kök saldı.

Aynı dönemde nükleer olmayan imha edici silah satışları uluslararası çapta art t ı . Nükleer o lmayan silahlara da us turuplu bir deyim kul lanı larak «Klasik» adı verildi. Son yirmi beş yılda

— 355 —

uluslararası yıllık silah ticareti, enflasyon payı da hesaplanarak, 300 milyon Dolar'dan 20 milyar Dolar'a çıktı. 1950-1968 y ı l lan arasında nükleer silah kazaları bakımından elimizde epey ti-tizlikle tutulmuş bilgiler var. Bu bilgiler ortalama yılda bir-kaç kez dünya çapında kazanın yer aldığım gösteriyor. Kazara nükleer patlama olayıysa birkaç taneyi geçmiyor. Silah yapı-mıyla uğraşan sanayi bölümü, gerek Sovyetler Birliği'ııde ge-rek ABD'de ve gerekse öteki devletlerde yaygın ve güçlüdür. B. Amerika'da bu sanayiye dahil büyük şirketlerin iç tüket im için ürettikleri malları ne denli rahat sattıkları bil inmektedir. Bir tahmine göre, silah sanayi f i rmaları teknolojik düzeyi ay-nı olan fakat başka mallar üreten f i rmalara oranla yüzde 30, 50 fazla kâr sağlıyorlar. Silah üretimi için kabul edilen mali-yet arüşı sınırları, sivil alan için üretilen malların maliyetle-rinde kabul edilmeyecek bîr düzeye v a n r . Sovyetler Bîrliği 'nde askeri üretim İçin ayrılan kaynaklar, gösterilen özen, ulaşılan kalite, tüketim mallarına oranla çok üs tündür . Bazı tahmin-lere göre, yeryüzündeki bilginlerle yüksek teknoloji düzeyine ulaşmış elemanların yarısı, askeri sektörde ya tam gün ya da yarım gün çalışıyorlar. Silahların geliştirilmesi ve üretilmesi işlerinde çalışanlara en yüksek maaşlar, en üst yetkiler ve yolunu buldukça da şeref nişanları her iki ülkede veriliyor. Si-lahların geliştirilmesindeki gizlilik -özellikle aşırı Ölçülere var-dırılan Sovyetler Birliği'nde- kişileri isimsizleştiriyor ve görev sorumluluğundan soyutluyor. Askeri sır kavramı, herhangi bir toplumda, askeri sektörün vatandaşlar tarafından denetlenmesi-ni çok güçleştiriyor. Eğer onların ne yaptıklarını bilmezsek on-lan durdurmamız da zorlaşır. Çalışmalarının böylesine yüksek karşılığını alabilmeleri, iki devletin askeri sanayi üyelerinin bir-birlerine iğrenç bir kucaklaşma içinde bakışmalarıyla, dünya, insanoğlunun büyük girişiminin yok oluşa doğru kaydığını fark ediyor.

Her büyük devlet kitlesel imha silahlan yapımı ve istifçi-liği için geniş reklam kampanyalarına dayanan haklı nedenler

— 356 -

ilan eder. Bu arada olası düşmanların sürüngenükten kalma ya-pısını hat ır lat ı rcasma onların kişilik ve kül tür noksanlıklarından, dünyayı ele geçirme niyet ler inden söz açarak kendi niyetinden hiç söz etmez. Her devletin yasakladığı sınırlar ç iz i lmiş in Bu sınırın ötesindeki konularda yurt taş lar ının kafa yormasına izin vermez. Sovyetler Birligi 'nde bu konular kapitalizm, Tanrı ve ulusal egemenliğin yitiri lmemesidir. B. Amerika 'daysa sosyalizm, dinsizlik ve ulusal egemenliğin yit ir i lmemesidir . Dünyanın her ye-rinde hep aynı şey., ,

Yerküremizdekî silah yarışını ye rküre -dm bir tarafsız göz-lemciye nasıl anlatabil ir iz? Uydu vurucusu, laser, nötron bom-baları yapımı, füzeler in gelişimini ve kıtalararası füzelerin gizle-nebilmesi için bir ülke büyüklüğündeki arazi parçalarının füze saklambacına ayrı lmasına ne derdi bizim gözlemci? Hedeflerine yönelik on bir adet nükleer savaş başlığının hayat ta kalmamızı sağlayacak araçlar olduğu görüşünü savunabil ir miyiz? Yerküre yönet imindeki ustalığımızı böyle mi anlatmalıyız? Nükleer süper devletin bu konudaki gerçeklerini çok duyduk, ü lke le r adına k imler in konuştuklar ını biliyoruz. Peki, insan tü rü için kim ko-nuşacak? însan t ü r ü konusunda söz sahibi kim?

İnsan beyni kütlesinin üçte ikisi beyin kabuğundan oluşuyor. Burası da sevgi ve muhakeme merkezidir , İnsanoğlu topluluk içinde gelişmiştir. Birbir imizin sözünden sohbetinden hoşlanırız, birbir imize karşı İlgi gösteririz. İşbiriiği içinde yaşamamızı sür-dürü rüz . Özgeçicilik içimizde vardır . Doğanın bazı yasalarını ze-kice çözümleyebildik, Birarada çalışmamızı gerektiren yeterince neden vardır . Bunu nasıl gerçekleştirebileceğimizi akıl e tme yeti-sine de sahibiz. Nüklee r bir savaşı ve yerküremizde filizlenen yaşamı toptan yok e tmeyi düşünebil iyorsak, toplumlarımızın ye-ni bir yapıya kavuş turu lmasın ı da düşünemez miyiz? Yerküre-miz dışı b i r perspekt i f ten bakınca, gezegenİmizdeki uygarlığın en büyük görevi açısından başarısızlığın ucuna geldiği görülür. Bu büyük görev yeryüzündeki insanların hayatını ve refahını ko-rumakt ı r . Peki , her ülkede olmak üzere, hepimiz işleri ele atma-

— 357 -

I

daki alışkanlık kalıplarının dışına çıkarak ener j ik biçimde kök-lü değişiklere başvurmamalı mıyız? Ekonomik, politik, sosyal ve dinsel kuruluşlarımızın yapısını yeniden çizmemiz gerekmez mi?

Karşımızda duran almaşık çözümün zorluğu bizi hep soru-nun ciddiyetini küçümsemeye İter; Kıyamet Gününden söz açan-lara «telaşe uzmanları» denir; kurumlar ımızda köklü değişimle-re gitmenin pratik olmadığı ya da «insan yapısına» ters düş tü-ğü söylenir. Sanki nükleer savaş pratik bir yolmuş ve İnsan ya-pısı yalnızca tek biçimde yönlendir!lebilirmiş gibi. Gezegen ça-pında nükleer savaş deneyimi geçirmedik hiç. He r nasılsa, bu durumu, hiçbir zaman denemeyeceğiz sonucuyla eş tu tuyoruz. Zaten bu deneyimi yalnızca bir kez geçirebiliriz. O zaman da ar-tık istatistik çıkarmak zaten olanaksızdır.

ABD silahlanma yarışını durdurmayı hedef almış bir kuru-luşu destekleyen ender devletlerden biridir. Faka t Savunma Ba-kanlığının bütçesiyle (1980 yılı gideri 153 mi lyar Dolar) Silahla-rın Denetimi ve Silahsızlanma K u r u m u bütçesi (0.018 mi lyar Do-lar yılda) arasındaki fark, bizlerin iki konuya verdiğimiz önemin farkını ortaya koymaktadır . Mantıklı olarak bir top lumun bun-dan sonraki savaşı hazırlamak için harcayacağı paranın, bu sa-vaşın niteliğini anla tmak ve Önlemek için harcayacağı pa radan daha az olması gerekmez mi? Savaşın nedenlerini inceleme ola-nağı vardır. Şimdiki durumda savaş nedenlerini anlama olanağı-mız kısıtlıdır. Çüııkü tarihin ilk dönemler inden bu yana silah-sızlanma için ayrı lan bütçeler ya gülünç denecek kadar az ya da hiç olmamıştır. Mikrobiyologlar ve fizikçilerin hastal ıkları ince-lemeleri çoğunlukla insanları tedavi amacını taşır. Savaşı da, Ednstein'in doğru biçimde tanımladığı üzere, çocukluk hastalığı olarak inceleyelim. Nükleer si lahların yayılışı ve nükleer silah-sızlanmaya karşı çıkış, gezegenimizde yaşayan herkesi tehdi t eder bir noktaya geldi. Özel çıkarlar ya da Özel du rumla r diye b i r şey yok artık. Altlımızı ve kaynaklar ımızı kendi alınyazımızı ken-di elimizde tu tmaya yöneltmekle hayat ta kalmamız ve Richard-

— 358 —

son eğrisinin daha fazla sağa eğim göstermemesi m ü m k ü n ola-bilir.

Nükleer rehinler olan bizler -yeryüzündeki tüm halklar-nükleer ve klasik savaş konularında kendimizi eğitmeliyiz. Ar-dından da hükümetler imizi eğitmeliyiz. Hayat ta kalmamız için akla yakın araç gereçleri sağlayacak bilimi ve teknolojiyi geliş-t irmeliyiz. Alışılmış kalıpların dikte ettiği sosyal, politik, ekono-mik ve dinsel f ikir lere cesaretle karşı koyma isteğini edinmeli-yiz. Dünyanın he r bölgesindeki insan kardeşlerimizin insan ol-duklarını anlamak için elimizden gelen her çabayı harcamalıyız. Kuşkusuz bu t ü r bir çaba çok zordur. Ne var ki, öne sürdüğü fi-kirlere, «insan yapısı»yla bağdaşmadığı ve prat ik olmadığı yo-lunda yanı t lar a lan Einstein ' in dediği gibi, biz de *Pekl, başka bir almaşık, başka b i r seçenek var mı?» diyelim.

Memelilerin Özellikleri arasında olan burun ve ağız sürte-rek sevişmek, öpüşmek, okşamak, çiftleşmek, yavrular ı sevmek sürüngenlerde ras t lanmayan özelliklerdir. Eğer R-kompleksiyle limbik sistemlerin kafatas ımızm içinde huzursuz bir uzlaşım için-de bulunduklar ı ve eskiden kalma eğilimleri beslemeyi sürdür-dükler i doğruysa, ana baba şefkatinin memeli lerden aldığımız yapımızı geliştireceğini ve ana baba taraf ından fiziksel olarak sevgi gösterilmemesi halinde, sürüngenlerden aldığımız özellik-lerimizin dürtüleceğini beklemeliyiz. Bunun doğru olduğuna iliş-kin bası kanı t lar var . H a r r y ve Margaret Harlow laboratuar de-neylerinde fiziksel sevgiden uzaklaştırılmış durumda kafeslerde yetişen maymun la r ın arkadaşlar ını gö rüp duyabilme ve kokla-yabi lmeler ine karşın, içlerine kapanık, kederli, kendilerine ezi-yet edici ve genellikle anormal karakterl i oldukları saptanmıştır . İnsanlarda da aynı d u r u m sözkonusudur. Nitekim ana babanın fiziksel sevgisinden uzak olarak genellikle bakımevlerinde yeti-şen çocuklarda bu d u r u m görülüyor . Çocukların buralarda acı çektikleri açıkça ortada.

Nöro-psikolog J ames Prescott sanayi-öncesi 400 toplulukta yaptığı incelemelerde, fiziksel sevgiye yer veren kül tür lerde ye-

— 359 -

tışeıı çocukların şiddete eğilimli olmadıklarını görmüştür . Çocuk-ları fazla Öpüp sevmeyen toplumlarda bile eğer yetişkinlerin seks ilişkileri basla altında değilse, gençler şiddete yönelmiyor-lar. Prescott 'un kanısınca, bireyleri yaşamlarının en azından bir ya da iki kritik dönemlerinde, başka bir deyişle, çocuklarında ya da erginlik yaşlarında bedensel sevgiden yoksun b ı rakan kül-türlerde, şiddete yataklık eden bir or tam gelişiyor. Fiziksel sev-gi gösterilen kül tür lerde hırsızlık, kitlesel din örgüt lenmeler i ve kıskançlık tohumu taşıyan zenginlik gösterisine ras t lanmamakta-dır. Çocukların dövüldüğü yerde kölelik, cinayet, düşmanlar ın organlarını sakat etme, işkence, kadınları hoşgörme ve günlük yar ima olağanüstü varl ıkların müdahale ettikleri inancı h ü k ü m sürmektedir .

Sözünü ettiğimiz ilişkileri harekete geçiren mekanizmalar ın işleyişinden çok emin değiliz. Fakat bu konuda önemli kıyaslama-lara sahibiz; tahminlere ve varsayımlara ulaşabiliyoruz. Prescot t şöyle eliyor: «Çocuklara karşı fiziksel sevgi gösteren ve evlilik ön-cesi seks ilişkilerine karşı anlayışlı davranan bir toplumun fizik-sel şiddete başvurma olasılığı oranı yüzde 2'dir, Bu ilişkinin rast-lantılara bırakılması halinde olasılık oranı bire 125.000'dir. Du-r u r . g ö r e değişkenlik gösteren bir olasılık oranının böylesine yüksek ve kesin sayıya ulaştığı başka bir alan bilmiyorum.» Ço-cuklar sevilip okşanma gereksinimini açlık gibi hissederler; ye-tişkinlerdeyse cinsel ilişki isteği güçlü bir ihtiyaçtır . Eğer Prse-cott söylediklerinde haklıysa, nükleer silahlarla etkili doğum hap-larının bulunduğu bir çağda çocuklara sert dav ranmak ve cinsel ilişkileri baskı altında tu tmak insanlık suçlarıdır . Bu konuda da-ha derin incelemeler yapmak gereklidir. Bu arada her birimiz, geleceğin dünyasına kişisel ve kesinkes bîr katkıda bu lunmak üzere çocuklarımıza şefkatle sarılalım.. .

Eğer köleliğe ve ırkçılığa, kadım horgormeye ve şiddete doğ-ru eğilimlerimiz birbirine bağlıysa -ki kişisel karak te r le r ve in-sanlık tarihi, ayrıca kül tür lerarası incelemeler bu yöndedir- bi-razcık iyimser olmamızı gerektiren gelişmeler sözkonusudur, Top-

— 360 —

lumumuzda son zamanlarda köklü değişikler karşısındayız. Bin-lerce yıldır süregelen kölelik, son iki yüzyıl içinde, gezegen ça-pında yürü tü len devrim sonucu hemen tümüyle or tadan kalk-mıştır . Binlerce yıldır erkeğin bir adım gerisinde j ' ü rüyen ve siyasi, ekonomik iktidar kapıları kapalı tu tu lan kadınlar , en ge-ri kalmış toplumlarda bile erkeklerle eşit duruma geliyorlar. Çağ daş tarihimizde ilk kez büyük saldırı savaşları, saldırgan dev-letin yurt taş lar ı t a ra f ından kınandığı için son bulmuştur . Körü-körüne milliyetçilik ve anlamsız gurur duygularının gıdıklana-rak galeyana getirilmesi şiddetim yitirdi. Hayat s tandardının yük-selmesinden olacak, dünyanın her yerinde çocuklara da daha iyi davramlıyor . Son yirmi, otuz yılda gezegen çapında değişimler, insan soyunun sürdürebi lmesi yolunda gerçekleşmektedir. Hepi-mizin tek bir t ü rden geldiğimiz bilinci yerleşmeye başladı.

İskenderiye Ki tapl ığı 'mn kuruluş yıllarında yaşayan Tlıeof-rastus, «Kutsal ' ın karşısında batı l inanç korkaklıktır,» diye yaz-mıştı . Atomların yıldızların göbeğinde üretildiği, her saniye bin-lerce güneşin varlığa kavuştuğu, yaşamın güneş ışığı ve şimşek Çakışıyla genç gezegenlerin sularında ve havasında kıvılcımlan-dığı, biyolojik evr im harcının Samanyolu 'ndaki bir yıldızın pat-lamasından üretildiği, bir galaksi kadar güzel bir varlığın yüz mi lyar larca kez şekil aldığı bir Evren 'de yaşıyoruz. Kuasar ' lar ın, kuark ' l a rm, ka r yaprakc ık la rmm ve ateşböceklerinin bulunduğu ve kara deliklerin, başka evrenler in, radyo mesajları şu anda ye ryüzüne belki de gelmekte olan yerküre-dışı uygarlıkların bu-lunabileceği b i r Kozmos'dayız. BaUl İnançların ve sahte bili-min insan kişiliğinin ayrı lmaz parçası olan bilimin yanında ne denli sönük kaldığı or tadadır .

Doğa 'nm her yanı bize büyük bir gizi açığa vuruyor ve hay-ranl ık duygumuzu kamçılıyor. Theofras tus haklıymış. Gerçek evrenden korkanlar , ne İduğü belirsiz bilgiyi tafrayla s a tmaya kalkanlar , kolay edinilen batı l inançların konforuna sığınacak-lardır . Dünyayla göz göze gelmektense ondan gözünü kaçıranlar-dır bunlar . Oysa Kozmos 'un dokusunu ve yapısını keşfetme ce-

— 361 —

saretini gösterenler, kendi istek ve Önyargılarına uygun bulma-salar bile en derin gizlerine inebileceklerdir.

Yeryüzünde bilimle meşgul olan başka bir tür yoktur, i n -sanın icat ettiği bir yoldur bilim ve doğal ayıklama sonucu in-sanoğlunun beyin kabuğunda gelişmesinin bir tek basit nedeni vardır : Çünkü belli bir işleve sahiptir . Mükemmelîeşmiş değil-dir; bir araçt ı r sonuçta. Yanlış kullanılabilir . Ama şimdiye dek icat edilmiş eıı iyi araçt ır : Kendi kendini düzeltebilen, çalışan ve he r konuya yatkın. İki kurala sahiptir . Birincisi: Kutsa l ka-bul ettiği gerçek yoktur . Her öneri eleştirerek incelenmelidir . Tepeden inme, otori ter savlar değersizdir. İkincisi: Olaylarla bağ-daştıramadığı he r şeyi bat tal kılar. Kozmos'u olduğu gibi algıla-maya çalışmalıyız. Olmasını istediğimiz şekliyle değil. Apaçık olan şey bazen sahte çıkabilir. Beklenmeyen b i r sonuçsa k imi zaman gerçek çıkabilir, ön le r indek i sorunun s ın ı r l an geniş olun-ca, insanlar aynı görüşleri , amaç lan paylaşabil ir ler . Kozmos 'un incelenmesi ise sınırları çok geniş bir sorundur . Gezegen çapında kül tür gereksinimi dünyamızda yeni beliren bir gereksinimdir . Sözünü ettiğimiz kül tür , dörtbuçuk milyar yıldır açılan perde-lerin ardından ve birkaç bin yıl süreyle e t ra fa bak ımp ebedi ger-çekleri bulmuş olma küstahlığıyla dünya sahnesine adım atıyor. Fakat bizimki gibi çabuk değişen bir dünyada ebedi gerçekler reçetesi bir felaket reçetesi olabilir. Hiçbir devletin, hiçbir di-nin, hiçbir ekonomik sistemin, hiçbir bilgi bir ikiminin haya t t a kalmamıza yetecek tüm yanıt lar ı ve rmeye yeter l i olabileceği samlmamalıdır. Şimdikilerden çok daha İyi işleyen birçok sosyal sistemler muhakkak vardır . Bilimsel geleneğimize uygun olarak bize düşen görev bunlar ı bu lup ortaya ç ıkar tmakt ı r .

Tarihimizde, bundan Önce parlak bir bilimsel uygarl ık umu-du yalnızca bir kez belirmişti . îyonya 'daki «uyamş»m kıvılcım-ladığı umudu sürdürenler in sonraki kalesi İ skender iye Kitapl ı -ğ ıydı . Bu kitaplıkta 2.000 yıl önce ant ik çağm en par lak zihin-leri matematik, fizik, biyoloji, astronomi, edebiyat , coğrafya ve tıbbın sistemli Öğrenimine ilişkin temelleri atmışlardı . Biz hâ lâ

— 362 -

Bu kitapta sözü edilen in-sanlar, makineler ve olayla-ra ait bir zaman çizelgesi. An. t ikîtera makinesi Eski Yu-nan 'da geliştirilen astronomi-ye ait bir bilgisayardır. İs-kenderiyeli Heron buhar ma-kinesiyle uğraşmıştı. Çizginin orta bölüaıüyse insanoğlu için kaybolan 1000 yılhk bü-yük boşluğu ifade ediyor.

o temeller üstüne bina kuımaktayız. Bu kitaplık, Büyük İsken-der'in imparatorlıığundaki Mısır parselini devralan Yunan kral-ları Ptolemy'ler taraf ından kuru lmuş ve desteklenmişti. M.Ü. 3, yüzyılda kurulduğundan yedi yüz yıl sonra yok edilişine dek, eski dünyanın beyni ve kalbi İskenderiye Kitaplığı 'ydı.

İskenderiye yeryüzündeki kitap yayınının başkentiydi. Tabii, o zamanlar baskı makineleri yoktu. Ki tap pahalıydı. He r b i r ki-tap elyazmasıydı. Kitaplık dünyadaki en iyi ki tapların toplandı-ğı merkez durumundaydı . Tevrat bize, İskenderiye Kitaplığı 'nda yapılan Yunanca çeviriler kanalıyla gelmiştir. Kra l la rdan Pto-lemy'ler servetlerinin büyük bir bölümünü Yunanca yayınlan-mış her kitabın satın alınması için harcadıktan başka Afrika, İran, Hindistan, İsrail ve dünyanın öteki ülkeler inden ki tap al-maya harcamışlardır . IH. P to lemy Euergetes, Sofokles'in, Euri-pıdes'in ve Eskhylos'un ünlü büyük t ra jedi yapı t lar ının asıllarını Atina 'dan Ödünç almaya uğraşmıştı . Atinalı lar için bu trajedi le-rin asılları büyük bir mirastı . Tıpkı Shakespeare 'm oyunlar ının yazılı asıllarının İngil tere için büyük bir miras oluşu gibi. Bu trajedilerin elyazmalarını Atina'dan dışarıya ç ıkarmak isteme-mişlerdi. Faka t Ptolemy büyük bir mik ta r parayı depozito ola-rak verince, Atinalılar t ra jedi ler in asıllarını Ödünç vermeye ra-zı oldular. Ne var ki, Ptolemy bu kâğıt tomarlar ına al t ın ya da gümüşten daha çok değer veriyordu. Depozitonun yanmasına ra-zı oldu ve kitapların orij inallerini ki taplıkta al ıkoyarak çerçeve-letti. Buna içerleyen Atinalı ların kızgınlığı ancak P to lemy 'n in ezile büzüîe adı geçen yapıt lar ın yazdırı lmış kopyalarını verme-siyle birazcık yatıştı. Bir devletin bilgi uğruna böylesine çaba harcadığı çok enderdir .

Ptolemy'ler yalmzca bilgi koleksiyoncuları değillerdi. Bilim-sel araştırmayı da teşvik ve f inanse ederek yen i bilgi üre t imine olanak sağlarlardı. Bu girişimler çok iyi sonuçlar verdi. Eratos-tenes yerkürenin çevresini doğru olarak hesapladı, har i tas ını çiz-di ve İspanya'dan batıya doğru sefere çıkılırsa Hindis tan 'a va-rılabileceği görüşünü savundu. Hipparkus yıldızların varl ığa ka-

— 364 -

vuş tuğu , yüzyı l lar boyunca yavaş tan devindikleri ve sonunda ö lüp gi t t ik ler i gö rüşünü or taya ilk a tan kişiydi. Yıldızların konum de-ğiş t i rmeler ini ve büyüklük le r in i bir liste olarak çıkaran ve deği-şiklikleri s ap tayan da odur . Eukl id ' in geometri k i tabından insan-lık y i rmi üç yüzyı ld ı r ya ra r l and ı ; bu yapıt Kepler ' in , Nr-wton'-un ve Einsteİn ' in bi l imsel ilgisini uyand ı rma işlevi de gördü. Ga-len ' in ya ra l a r ın kapanmas ı ve ana tomi üzer ine yazdıkları , Rö-nesans dönemine dek t ıpta egemen görüşler olarak kabul edildi. Daha önce bel i r t t iğ imiz gibi daha nice örnekler sayılabilir .

İ skender iye Bat ı dünyas ın ın tanık olduğu en büyük kent t i . T ü m top lumla rdan insanlar b u r a y a yaşamaya , t icaret yapmaya, öğ ren ime gelirdi . H e r h a n g i b i r gün l imanına bakılacak olsa, tüc-carları , tu r i s t le r i ve Öğrenime gelmiş hocaları görmek m ü m k ü n -dü. Buras ı Yunanl ı lar ın , Mısır l ı lar ın, Araplar ın , Suriyel i ler in , Yahudi le r in , Pereler in, Finİkel i ler in , Nubyal ı lar ın , Gallerin ve î b e r y a h l a r m eşya ve f ik i r değiş tokuş e t t ik ler i b i r merkezdi . Bel-k i bu rada kozmopoli t sözcüğü gerçek an lamına k a v u ş t u : Bir u lus t an değil, ev renden , Knzmos ' tan (*} gelen herkes, bir başka deyişle, «Evren ya da Kozmos Yurt taş l ığı» an lamında kullanı-l ıyordu.

Çağdaş dünyamız ın tohumla r ı burada at ı lmışt ı r . Bunlar ın kök sal ıp f i l iz lenmesi neden d u r d u sonradan acaba? Niçin Bat ı b in yı l l ık b i r ka ran l ık döneme girdi ve İskender iye 'deki yapıt-l a r ın keşfedi l ip o r t aya ç ıkar ı lması Kris tof Ko lomb ve Kopernik dönemine k a d a r gecikt i? Bu soru la ra yal ın b i r yanıt ve remem. F a k a t şunu söyleyebi l i r im : Ki tapl ığ ın tar ih i boyunca ünlü bi-l imadamla r ıy l a öğrenc i le rden he rhang i bir inin, toplumlarının si-yasi , ekonomik ve dinsel düşünce le r ine karş ı çıkt ığına ilişkin tek b i r kayda ras t l anmıyor . Yıldızlar ın varl ığı ve bu varlığın sürek-liliği ta r t ı ş ı l ıyordu. Oysa köleliğin ada le te uygun olup olmadığı

(*) Kozmopolit sözcüğünü PÎaton'u eleştiren rasyonalist felsefe yan-lısı Diyojen bulmuştu.

— 365 —

tartışılmıyordu. Bilim ve öğrenim genellikle çok b ü y ü k bi r m u t l u azınlığın ayrıcalığıydı. Ken t t ek i halkın çoğunluğu k i tap l ık tak i buluşlar hakkında en küçük bi r bilgiye sahip değildi. Yeni bu-luşlar açıklanmadığı ve halka maledi lmediği için a raş t ı rma ve buluş lardan halk pek az ya ra r l anmış oluyordu. Makine ler ve bu-har teknolojisindeki buluşlar , çoğunlukla s i lahlar ın gel iş t i r i lme-sinde uygulanıyor , bat ı l inançlar ın dü r tük lenmes inde ve kral la-rın eğlendirilmesin de kul lanı l ıyordu. Bi lginler h içbi r zaman ma-kinelerin gücünü halkı Özgürlüğe (*) k a v u ş t u r m a açıs ından de-ğerlendirmediler . An t ik çağın bilimsel çal ışmalar ından, ha lk ın yararlanabileceği p ra t ik buluş lara ende r olarak geçilmiştir . Bi-lim halk yığınlar ının ilgisine sunulmamış t ı . Durgun luğa , k ö t ü m -serliğe ve mist isizmin en süfl i b iç imler ine karşı terazinin öteki ke-fesini bast ıracak bir çaba harcanmazdı . Ve sonunda ha lk gü ru -hu kitaplığı yakmaya geldiğinde, onlar ı durdurab i lecek kimsecik yoktu.

Kitapl ıkta çalışan son bilgin bîr matemat ikç i , as t ronom, fi-zikçi ve neo-platonik felsefe okulu önderiydi . H e r h a n g i bir çağ-da bir insanın gösterebileceği en o lağanüstü başar ı lar ı kendin-de toplamış olan bu kadının Adı Hypat ia 'yd ı . 370 yıl ında İ sken-deriye'de doğmuştu. Kad ın la r ın elinde çok az o lanak la r ın bu lun-duğu ve onlara eşya gözüyle bakıldığı b i r dönemde, H y p a t i a ser-bestçe ve geleneksel kura l l a ra aldır ış e tmeden e r k e k çevreler in-de dolaşırdı. H e r bakımdan güzel b i r kadınmış . P e ş i n d e n koşan epey erkek olmasına karşın, ev l enme Önerilerini r edde t t iğ i bili-niyor. Hypat ia döneminin İskenderiye 's i a r t ık epeyd i r Komalı -

(*) Mısır'da tarlaların sulanmasında hâlâ kullanılan ve suyu kes-meye ya da salıvermeye yarayan bir burgu sistemini bulan Ar-şimet bile böyle bir düşünceyle hareket etmemiştir. İskenderi-ye'ye geldiği sırada su burgusunu icat eden Arşimet, bu tür bu-luşları bilimin erdem çizgisi altında kalan çalışmalardan sayar-dı.

— 366 —

la rm egemenliği al t ında kalmış bir kentti ve gerginlik içindeydi. Kölelik klasik uygarl ığın canlılığını çürütmüştü . Hırist iyan Ki-lisesi yeni doğmuştu; gücünü kökleştirerek putperestliğin etki-sini ve kü l t ü rünü silmeye çaba harcıyordu. Hypatia bu köklü sosyal güçlerin pat lama noktası üzerindeki detantör rolündeydi. İskenderiye Başpiskoposu Cyril, Hypat ia 'mn Romalı valiyle olan yakın dostluğu, öğrenimin ve bilimin simgesi olması, bunun da kilise ta ra f ından putperestl ikle eş görülmesi nedeniyle ondan nef-ret ediyordu. Ama Hypat ia hayat ının tehlikede olduğunu bile bile öğret ime ve öğretilerini yayınlamaya devam etti . 415 yılın-da bir gün işe giderken Başpiskopos Cyril ' in mürit leri taraf ından yolda kıstırıldı. Atlı a rabadan indirildi, elbiseleri yırtıldı ve ka-tiller ellerindeki deniz kabuklarıyla Hypa t ia 'mn etlerini kemik-ler inden kazıdılar. Kalıntısı yakıldı, eserleri yok edildi ve adı unutuldu. Cyril 'e ise azizlik payesi verildi.

İskenderiye Ki tapl ığı 'nm şan ve şerefli varlığı anıların loş-luğuna karışmıştır . Hypa th ia 'nm öldürülmesinden sonra kitaplı-ğın son kalınt ı ları yok edildi. Bu olayla tüm uygarl ık sanki ken-dine b i r beyin ameliyatını reva görmüş ve bu ameliyat sonucu olarak belleğinin, keşif ve icatlarının, düşünce ve ihtiraslarının b ü y ü k bir bölümü silinip gitmişti. Kayıp büyüktü . Hem de he-saplanamayacak ölçüde büyüktü . Yakılıp yıkılan yapıtların ba-zılarının ancak bölük pörçük başlıklarını biliyoruz bugün. Çoğu-nunsa başlığım bile bi lemiyoruz. Yazarının adını da. Sofokles'in Ki tapl ık taki 123 yapı t ından yalnızca yedisinin geriye kaldığını biliyoruz. Eskhylos' la Euripides ' ln yapıt ları için de durum aynı-dır. Kaybın önemini bel i r tmek için şöyle diyelim; Tutun ki, Sha-kespeare ' in yalnızca Coriolanus ve Kış Masalları geriye kalmış olsun ve Hamlet , Macbeth, Romeo ve Jüliet , Kral Lear gibi ya-pı t lar ının adlar ından başka bir şey günümüze kalmamış olsun.

O görkemli ki tapl ıktan bugüne tek bir kâğıt tomarı derli toplu olarak kalmamışt ı r . G ü n ü m ü z İskenderiye'sinde, İskende-riye Ki tapl ığı 'mn değerini ya da varolmuşluğunu bilen pek az kişiye rastlayabilirsiniz. Aynı biçimde, İskenderiye Kitaplığı 'ndan

— 367

öncesinin binlerce yıllık büyük Mısır uygar l ığ ını bilen, değer ini an layan ela azdır. G ü n ü m ü z ü n daha yeni olguları , başka kü l tü re l buyru l tu la r eskilerin yerini almış bu lunuyor . B ü t ü n dünyada da aynı du rum sözkonusudur. Geçmişle olan bağlar ımız çok zayıf ve ince. Oysa hemen oracıkla birçok uygarl ığın kal ınt ı lar ı bize geçmişi anlat ıyor: F i ravun la r ın bi lmece gibi d u r a n sfenksler i ; az ötede bir eyalet da lkavuğunun Roma İ m p a r a t o r u Diokîe t ianus için, belki de İskender iye halkının t ü m ü n ü n aç l ık tan ölmesine izin vermeyişİ onuruna yüksel t t iğ i b i r heykel ; b i r Hır is t iyan Ki-lisesi; birçok minare ve çağdaş sanayi uygar l ığ ının işaret taşları ; Apar tmanla r , otomobiller, t r amvay la r , gecekondu semtler i , tele-vizyon kulesi. Çağdaş dünyamız ın ipler iyle kablolarını b i rb i r ine •Ören geçmişten gelmiş mi lyonlarca bağ lan t ı vardı r .

Bugünkü başarılarımız, bizden önce gelip geçmiş 40.000 in-S-- : nesline dayanır . îk ide b i r eski b i r uygar l ık keşfediyoruz . Geçmişimizi ne denli az bil iyoruz! Hayre t edilecek bi r d u r u m . Yazıtlar, papiruslar , k i taplar insan t ü r ü n ü n se rüven in i bir za-man örgüsü içir.de sunuyor la r bize; kardeş ler imizden, a ta la r ı -mızdan bazılarının seslerini duymamıza o lanak tanıyor lar . Onla-rın da ne denli bize benzedikler ini öğrenince d u y d u ğ u m u z se-vince paha biçilemez.

Eu kitapta adları kaybo lmamış a ta la r ımız ın bazıları üze-r inde durduk: Demokr i tus , Ar is tarkus , Hypat ia , Leonardo, K e p -ler, Newton, Huygens , Champoll ion, Humason , Goddard , Eins-tein. Bü tün bu isimler Bat ı k ü l t ü r ü dünyas ına ait, ç ü n k ü geze-genimizde doğmakta olan bi l imsel uyga r l ık t a ağırl ık Batı kü l tü -ründedir . Fakat her kü l tü r -Çin, Hindis tan , Batı Af r ika , Or ta Amer ika yeryüzü top lu luğuna ka tk ıda b u l u n m u ş ve t o h u m İş-levi gören düşünür lere sah ip o lmuştur . İ let iş im araç la r ı tekno-lojisindeki büyük gelişmeler nedeniyle gezegenimiz tek b i r top-luluk olma yolunda hızla de r l emekted i r . Aradak i k ü l t ü r fa rk la-rını silip süpürmeden ya da kendi kendimiz i m a h v e t m e d e n yer-küremizde bü tün leşmeyi (en tengrasyonu) başarabi l i r sek çok bü-yük bir adım a tmış olacağız.

— 380 -

Bugün İskenderiye Ki tapl ığ ın ın yanında biryerde başsız bir sfenks duruyor . F i ravun Horemheb döneminde, İskender 'den b in yıl kadar önce yapılmış bu sfenks. O aslansı vücudun oradan b i r göz atınca, çağdaş bir kısa dalga bağlantı kulesi görülüyor. Bu iki yapı t arasında, insan t ü r ü n ü n tarihi boyunca kesintisiz döşe-diği bir iplik uzanır . Sfenksle o kule arasında uzanan zaman koz-mik bir andır : Büyük Pa t lamadan bu yana geçen yaklaşık on beş mi lyar yıllık zamanın içinde b i r an, Evrenin o zamandan bu za-mana gelişine ilişkin kayıt lar ın hemen tümü zaman rüzgârları t a ra f ından savru lmuştur . Kozmik evr imin kanı t lar ı iskenderiye Kitaplığı 'ndaki papirüs tomarlar ından daha kötü silinip süprül-müş tür . Ama yine de atalar ımız ve bizim yolculuk yaptığımız, o dönemeçti yola, cesaret ve akıl sayesinde birazcık göz atabil-d i k :

Büyük Pa t lamanın çıkardığı madde ve ener j in in yayılmasın-dan sonra bilemediğimiz çağlar boyunca Kozmos şekilsizdi. Ne galaksiler, ne gezegenler, ne hayat vardı. Her taraf koyu, aşıla-maz bir karanlığa gömülmüştü , hidrojen atomları da boşluktay-dı. K â h orada, kâh burada giderek yoğunlaşan gaz birikintileri f a rk edilmeyecek biçimde yığılıyordu. Madde küreleri yoğun-laşıyor, y a ğ m u r biçimindeki hidrojen damlaları güneşlerden da-ha büyük küt leler oluşturuyordu. Bu gaz küreleri içinde mad-dede hazır bekleyen nükleer (çekirdeksel) ateş kıvılcımlandı. İ lk yıldız nesli böylece doğmuş oluyordu Kozmos'u ışığa boğarak. O zamanlar ışığı alacak gezegenler, göklerin parıltısını izleyecek canlı yarat ık yoktu. Göğün derinliğindeki yıldızların fırınların-da nükleer e r imeden ağır e lementler i sağlayan, hidrojen küllerini yakan, gelecekteki gezegenlerle oradaki hayat şekillerinin atomik yapı ha rc ım hazır layan b i r ilm-i s imya belirdi. Kocaman kütleli yıldızlar nükleer yakı t depolarını hemencecik tüketti ler; büyük pa t lamanın etkisiyle, yapı harçlar ının büyük bir bölümünü, bir zamanlar yoğunlaşmasından oluştukları ince gaza dönüştürdüler . Yıldızlararası kara çamur bulut lar ında birçok elementten yeni y a ğ m u r tanecikleri oluşuyordu. Bunla r daha sonraki yıldız ne-

î — 369 — * Kozmos : F. 21,

si İleriydi. Çevrelerinde daha küçük yağmur tanecikleri oluştu. Bunlar nükleer ateşi kıvılcımlaııdıramayacak kadar küçük cisim-lerdi. Yıldızlararası sistemdeki bu damlacıklar gezegen olma yo-lundaydılar . Bunlar arasında taştan ve demirden yapılmış bir kü-çücük dünya da vardı, adına yeryüzü dediğimiz gezegenin ilk haliydi bu.

Yerküre pıhtılaşıp ısınırken içinde kasılıp kalmış metan, amonyak, su ve hidrojen gazlarım salıverdi. Böylece ilkel at-mosferle ilk okyanuslar oluştu. Güneşten gelen yıldız ışığı ilkel yerküreyi aydınlığa boğdu ve ısıttı. F ı r t ına lar şimşek ve yıldırım-lara yol açtı. Volkanlar lav püskür t tü ler . Bu süreçler ilkel at-mosferlerin molekül zincirlerini kırdı. Bundan çıkan parçalar bir-leşip daha karmaşık biçimler alarak yerküreye yeniden düştüler ve okyanuslarda eridiler. Bir süre sonra denizler sıcak bir bula- i macı andırıyordu. Killerin üzerinde moleküller örgütlendi ve karmaşık kimyasal tepkimeler belirdi. Ve bir gün, bulamaçtaki moleküller arasından bir tanesi çıkıp tümüyle rast lant ı sonucu kendi kopyalarını üretebi lmeye başladı. Zamanla kendi kopyala-r ı m tekrarlayabilen daha karmaşık moleküller belirdi. Daha son-ra kendi kopyalarını yapmayı doğal ayıklama ka lburundan geçe-bilen moleküller başardılar. Kopyalarını daha iyi tekrar layabi-lenler daha çok ürediler. Ve böylece İlkel okyanus bulamacı gi-derek koyuluğunu yitirdi. Kendi kopyalarını tekrar layan organik moleküllerin yoğunlaşması sonucu bulamacın harcanmasıyla ok-yanus çamuru inceldı. Aşamalı olarak ve farkına var ı lmadan hayat başlamıştı.

Tek hücreli bitkiler gelişmiş, hayat kendi besin kaynağını yaratmışt ı . Fotosentez atmosferi değişikliğe uğrat ıyordu. Cinsel ilişki doğdu. Bir zamanlar serbestçe yaşayan hayat şekilleri özel işlevli karmaşık hücreler oluşturmak üzere birleştiler. Tat ve koku algılayıcı sinirler gelişti. Kozmos ar t ık tadı ve kokuyu bi-liyordu. Bir zamanlar tek hücreli olan organizmalar çok hücre topluluklarına dönüşerek çeşitli yer ler inde özel organ sistemleri geliştirdiler. Göz ve kulak belirdi. Şimdi art ık Kozmos görebi-

— 370 —

liyor ve duyabil iyordu. Bitkiler ve hayvanlar toprağın hayat kaynağı olduğunu keşfettiler. Organizmalar vızırdamaya, sürün-meye, paytak paytak yürümeye , kaymaya, kanat çırpmaya, t ır-manmaya ve yükselmeye koyuldular. Ormanlarda dev gibi hay-vanlar kükremeye başladı. Denİzkabuğu içinde bekleyeceğine, dünyaya doğrudan doğruya göz açan ve damarlarında okyanus-lardaki gibi bir sıvı dolaşan küçük yarat ıklar belirdi. Bunla r hızlı hareket edebilmeleri ve açıkgözlülükleriyle hayatta kalabil-diler. Derken, ağaçlarda yaşayan bazı küçük hayvancıklar aşağı sıçradılar. Ayakları üzerinde durmayı becerdiler ve areç gereç kul lanmayı öğrendiler, başka hayvanlar ı ehlileştirdiler. Hayvan-larla bir l ikte bitkileri ve ateşi ehlileştirdiler ve konuşma dilini icat ett i ler. Yıldızlardaki külü hazırlayan ilm-i simya şimdi ar t ık bilinçlerine işliyordu. Son süra t bir girişimle yazıyı icat etti ler, kentler kurmayı akıl et t i ler , sanata ve bil ime yöneldiler. Vo ge-zegenlerle yıldızlara uzay araçları f ır lat t ı lar . Bunlar on beş mil-ya r yıllık kozmik evr im süresinde hidrojen atomlarının yapabi-leceği şeylerden bazıları, , .

Bu söylediklerimizde destansı bir mitoloji havası var. Doğru-dur . Aslında, günümüz bilimi ta ra f ından açıklandığı şekliyle b i r kozmik evr imin anlatısı sözkonusudur. Elde edilmesi zor ya-rat ıklar ız ve aynı zamanda kendimize karşı tehlike de yaratırız. F a k a t kozmik evr imle ilgili olarak yapılan her hesap şunu açık-ça ortaya koyuyor ki, ye ryüzünün tüm yaratıkları , galaksi hid-rojeninin en son ürünle r i olan yara t ık lar yabana atılacak şeyler değillerdir. Maddenin gezegenîmizdeki kadar hayret verici mü-tasyonlara uğradığı başka yerler de bulunabil ir . Bu yüzden gök-lerden bir ses duyabi lmek için can kulağıyla dinlemeye koyul-muşuz.

Öyle gar ip kavramlar la yetiştirilmişiz ki, bizden birazcık değişik bir kişi ya da toplumla karşılaşınca, onların bize yaban-cılığı nedeniyle güvensizlik duyuyoruz ya da nefret ediyoruz. Oy-sa he r bir uygarl ığın anı t lar ı ve kül türü , insan olmanın değişik biçimde anla t ımından başka bir şey değildir. Yerküre-dışı bir zi-

— 371 -

yaretçi çeşitli insanlar ve toplumları arasındaki farklara göz at-tığında, aramızdaki benzerlikleri farklardan daha çok bulacaktır . Kozmosu akıllı y a ı auk l a r dolduruyor olabilir. Faka t Darwİn ' în öğretisi açıktır: Başka bir ye rde insana rastlayamazsınız. Yal-nızca gezegenimizde vardır insan. Bu küçücük gezegenimizde. Na-dir fakat tehlikeli bir türüz. Kozmik perspektifte, her birimiz çok değerliyi?,. Eğsr bir insanın sizinle aynı fikri paylaşmadığı-j fark ederseniz, aldırmayın, bırakımz bu gezegende yaşamaya

devam- irsi . . Lau ımay ın , yüz milyar galakside bir insan daha bulamazsınız.

insanlık tarihine, giderek daha genişleyen bir ailenin birey-ler: oı. .uğumuz inancının yava^;.:n içimizde uyanış süreci gözüy-le bakabiliriz. İlk zem anlar yalnızca kendimize ve çok yakın ak-rabalardan oluşan yakınlar ımı ̂ ay d ı sadakatimiz. Sonradan göçe-be aveı gruplarına, ardından kabilelere, küçük yerleşim örgütle-r:. o derken devlet - kent lere ve devletlere sadakat gösterdik. Sevdiklerimizin çemberleri genişledi. Şimdi süper devlet ler de-diğimiz, değişik etnik g ıuplar ve kü l tü r o r tamlar ından gelme devletlerin bir bakıma birlikte çalıştıklarını görüyoruz. Bu, hiç kuşkusuz İnsancıllaşma ve insanda yeni bir kişilik geliştirme de-ney.midir. Eğer hayat ta kalmak istiyorsak, sadakat çemberimiz daha da genişlemeli, t üm insanlığı içine alacak, yerküre gezege-nini kapsayacak biçimde olmalı. Devletleri yönetenlerin çoğu bu düşünceden hoşlanmayacaklardır . İk t idar kaybına uğramak tan korkacaklardır. İhanet ve sadakatsizlik sözcüklerini bir hayli işite-ceğiz demektir. Zengin devletler zenginliklerini yoksul devletler-le paylaşmak zorunda kalacaklardır . Faka t önümüzdeki seçenek, H.G. IVeils'in bir zamanlar değişik biçimde söylediği üzere açık-tır : Evren ya da hiç.

Birkaç milyon yıl Önce insan diye bir varlık yoktu. Bir mil-yon yıl sonra gezegenimizde insan olacağını kim bilebilir? Geze-genimizin 46 milyar yıllık tarihinde ye rküremiz dışına hiçbir şey gönderilmemişti. Oysa şimdi içinde insan olmasa da küçü-cük uzay araçları keşif amacıyla yerküremizden ayrı l ıp güneş

— 372 -

sisteminde bir güzel dolaşıyorlar. Yirmi dünyanın ön keşfini ta-mamladık. Bunlar arasında çıplak gözle görülebilen tüm geze-genler, atalarımızın düşünce ve hayretlerini harekete geçiren o dönmedolaptaki gök ışıklarının t ümü bulunuyor. Eğer varlığı-mızı sürdürebil i rsek bunu iki şeye borçlu olacağız: Birincisi, teknolojik erginliğimizin bu tehlikeli dönemini kendimizi mah-vetmeden atlatt ığımız içindir; ikincisi de bu dönemi yıldızlara ge-ziler başlatmak için kullandığımızdan ötürüdür .

Seçenek çırılçıplak karşımızda durarak anlamlı anlamlı gü-lüyor bize. Gezegenlerde sondaj yapmak üzere gönderilen aynı roket f ı r la t ıc ı lan, başka ülkelere nükleer başlıklar f ır latmak için de hazır du rumda bekliyorlar. Viking ve Voyager uzay araçları-nın ener j i kaynaklar ı olan radyoaktif güç santralleri , nükleer si-lah yapımında yarar lanı lan teknolojiye dayanıyor. Balistik füze-leri nişanlamaya, yönel tmeye ve bizi saldırıya karşı korumaya ya-r ayan radyo ve radar tekniği, aynı zamanda gezegenlere fırlatı-lan uzay araçlarını dinlemek, onlara komut vermek ve başka yıldız yakınlar ındaki uygar l ıklardan gelebilecek sinyalleri dinle-mek için kullanılan tekniktir . Eğer bu teknolojileri yeryüzünden kendimizi silip süpürmek için kullanırsak, gezegenlere ve yıldız-lara ulaşma girişimlerinde bulimamayız. Bunun tersi de olabi-lir, Eğer gezegenlere ve yıldızlara yolculukları sürdürürsek, şo-venizmimiz temeller inden daha da sarsılacak. Kozmik perspek-tif içinde bakmaya alışacağız. Başka dünyalara ve yıldızlara çık-tığımız yolculuklardaki keşiflerin t üm yerküredeki insanlar adı-na yapılabileceğini kabulleneceğiz. Ener j imiz i ölüme değil, yaşa-ma adanmış bir girişime yatıracağız; yerküremizi ve üzerindeki insanları anlamayı derinleşt irerek başka yerde hayat araşt ırma-sına girişeceğiz. Uzayın keşfi -araçlarda insan bulunsun ya da bulunmasın- savaşın gerektirdiği aynı teknolojik ve örgütsel be-cerileri gerekt i rdikten başka, yine savaştaki gibi cesarete ve yi-ğitliğe ye r verir . Nükleer savaş pa t lamadan önce gerçek bir si-lahsızlanmaya gidilirse, uzayın keşfi büyük devletlerin askeri sa-nayi kuruluş lar ın ı uzun süreli olumlu bir girişim işin biraraya

— 373 -

getirebilir . Savaş hazır l ıklar ı için yapı lan ya t ı r ımla r , Kozmos 'un keşfi amacına oldukça kolay biç imde yönelt ilebilir.

Gezegenlerin keşfi p rogramı fazla b i r ha rcamay ı gerek t i r -mez. Sovyet ler Birliği 'nin uzay bil im ve teknolojisi için harca-dığı para ABD'nin harcadığının b i rkaç ka t ıd ı r . Bu pa ra la r ın top-lamı, iki ya da uç nükleer denizalt ı mal iyet ine eşi t t i r . Ya da ya -pımına yeni girişilen b i r silah sistemi için h e r yıl ay r ı l an mali -yet artışı paras ına eştir. 1979 yı l ının son üç ayında F / A - 18 uçak-ları yap ım projes in in mal iyet i 5,1 mi lya r Dolar a r ta rken , F - 1 6 tipi uçakların mal iye t ar t ış ı 3.4 mi lya r Doları bu lmuş tu r . 1970 -1973 yılları a ras ında ABD'nin u lusal s iyaset uygu lamas ı olarak Kamboçya'yı bombalamak için harcadığı pa ra tu t a r ı olan 7 mil-yar Dolar. B. Amer ika 'y la Sovyet ler Bir l iğ i 'n in içinde insan bu-lunmayan uzay araçlı keş i f ler için ş imdiye dek ha rcad ık l a r ından fazladır Viking' in Mars gezegenine ya ela Voyager ' in dış güneş sistemine gönder i lmesine harcanan para , Sovye t le r Bir l iğ i 'n in 1979 - 80'dekİ Afganis tan işgal ine harcadığı p a r a d a n azdır . Tekn ik personel kullanımı ve yüksek teknoloj i ü re t imi sağladığı için u?ay::ı keşf ine yatırılan pa ran ın ekonomik verimli l iği yüksek t i r . Yapılan bir a r a ş t ı rmadan anlaş ı ldığına göre, Öteki gezegenlere yatırılan her Dolar ' ın u lusal ekonomiye 7 Dolar ' l ık katkıs ı olu-yor. Buna rağmen , k a y n a k yeters iz l iğinden ö tü rü e r t e l enmiş Önemli ve aslında pekala uygulanab i l i r g i r i ş imler sözkonusudur . Er te lenmiş projeler aras ında Mars ' ın yüzey inde b i r rove r (uzay cipi) dolaştırmak, kornetle r andevu laşmak , T i tan 'a k o n m a ve uzaydaki öteki uygar l ık la rdan radyo s inyal ler i a lmak gibi tasa-r ımlar yer alıyor.

Ay'ın yüzeyinde sürekli üs ler b u l u n d u r m a k ya da Mars ' a insan f ı r la tmak gibi büyük uzay gir iş imler i yak ın b i r gelecek-te gerçekleştiri lemez. Meğer ki, nük lee r ve «klasik» s i l ah la r a la-nında s i lahlanmaya doğru büyük ad ımla r at ı la . Öyle olsa bile, yeryüzünde yine de bu pa ran ın harcanmas ın ı ge rek t i r en ivedi ihtiyaçlar vardır . Fakat şuna kesinlikle İnan ıyo rum ki, kend i kendimizi m a h v e t m e becerisini göstermezsek, sözünü e t t iğ imiz

— 374 -

girişimleri er ya da geç gerçekleştirebileceğiz, Durağan (statik) b i r toplum düşünmek olanaksızdır. Kozmos'u keşiften birazcık yüz çevirmek bile birçok kuşakta kendini gösterecek gerilemeye yol açar. Buna karşılık, yerküremizin az ötesindeki serüvenlere bir nebze katılışımız -Kristof Kolomb'un deyimiyle «Yıldız Se-r ü v e n i n e katılmak-, gelecek insan kuşaklarında Kozmos'un keş-f inde payı bu lunma coşkusu yaratacaktır .

3,6 milyon yıl Önce şimdi Tanzanya'nın kuzeyi olan bölgede b i r yanardağın püs k ü r düğü kül bulutları çevredeki savanlara yayıldı, 1979 yılında paleoantropolog Mary Leakey o kül ler ara-sında ayak izlerine rastladı. İlkel dönem insansılarından bir inin ayak izi olduğuna inanan Mary Leakey'e göre, yeryüzündeki t üm insanların atası olabilir bu. Ve 380.000 kilometre ötede İnsanla-r ın bir iyimserlik anında Sükûne t Denizi adım verdikleri kurak bir düzlükte bir ayak izi daha duruyor . Bu, gezegenimizden baş-ka b i r dünyaya ayak basan ilk İnsanın ayak izidir. 3,6 milyon yd-da epey ilerlemişiz. Ha t ta 4,6 milyar yılda. Hat ta hatta 15 mi lyar yılda.

Kendisi konusunda bil inçlenmeye başlayan bir Kozmos'un bölgesel temsilcileriyiz. Kökenler imizi araştırabilmeye başlamı-şız : Harc ında yıldız bu lunduran la r yıldızlar hakkında kafa yo-ruyor ; on mi lyar mi lyar mi lyar a tomun Örgütlenmiş toplulukları a tomlar ın evr imini inceliyor; en azından bizim diyarda beliren bilincin bura la ra gelinceye dek geçtiği uzunca yolu saptamaya çalışıyor. Bizim sadakatimiz tür lere ve gezegenedir. Biz yerkü-remiz adma konuşuyoruz. Varlığımızı sü rdürme yükümlülüğü-.mtizse, yalnızca kendimize karşı değil, aynı zamanda Kozmos'a karşıdır da. Yaşımı kaynağımız olan o eski ve engin Kozmos'a. . .

— 375 —