Wooster Düsturları

23

Transcript of Wooster Düsturları

Wooster DüsturlarıThe Code of the Woosters

Yazar: Pelham Grenville Wodehouseİngilizceden Çeviren: Işıl Özbek Arslan

Yayına Hazırlayan: Mahir KoçakDizgi ve Kapak: Naz Yıldız

Sertifika No: 43569Baskı ve Cilt: İşkur Matbaa

Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1370 Cadde No: 5 İvedik OSB. / Ankara (0312) 394 52 62ISBN: 978-605-74961-3-3

Sertifika No: 19371Birinci Basım: Nisan 2021

Baskı Adedi: 2000

Copyright by The Trustees of the Wodehouse Estate.

Bütün yayın hakları saklıdır. Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında

yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yedi Kültür Sanat ve Yayıncılık Faaliyetleri A.Ş.Birlik Mah. 448.Cad. 455.Sok. No:18 Çankaya/Ankara

Tel: (312) 496 27 10 Faks: (312) 496 27 19www.yediyayinlari.com [email protected]

Sir Pelham Grenville Wodehouse (15 Ekim 1881-14 Şubat 1975): 20. yüzyılın en fazla okunan mizahi yazarlarından biri olan Wodehouse, 70 yılı aşan kariyerine 90’dan fazla kitap sığdırmıştır. Eğitimini Londra’da, Dulwich College’da tamamlayan yazar kısa süreliğine bir bankada çalıştıktan sonra mizah yazarı olarak London Globe gazetesinde çalışmıştır. 1909’dan sonra Fransa ve ABD’de yaşayan Wodehouse, Almanların Fransa’yı işgalinde yakalanmış ve savaş süresince Berlin’de kalmıştır. Savaş sonrasında ABD’ye yerleşmiş, 1955’te ABD vatandaşlığına geçmiştir. Birçok kısa öykünün ve kitabın yanı sıra oyun ve müzikal içeriklerine de katkıda bulunan Wodehouse’un şüphesiz en meşhur karakterleri Bertie Wooster ve uşağı Jeeves’dir.

Işıl Özbek Arslan: 1982 yılında İzmir’de doğdu. 2000 yılında Suphi Koyuncuoğlu Lisesi’ni, 2005 yılında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Bilkent Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. On beş yıldır İngilizce’den dilimize kitap çevirileri yapıyor.

P. G. WODEHOUSE

WOOSTER DÜSTURLARI

Çeviren: Işıl Özbek Arslan

9

BÖLÜM 1

Battaniyelerin arasından elimi uzatıp Jeeves’i çağırmak için zile bastım.

“İyi akşamlar, Jeeves.”“Günaydın, efendim.” Şaşırdım. “Sabah mı oldu?” “Evet, efendim.” “Emin misin? Dışarısı çok karanlık görünüyor.” “Sis var, efendim. Hatırlayacağınız üzere güz aylarında-

yız. Sislerin ve yumuşacık bir bereketliliğin mevsiminde.”“Neyin mevsimi, neyin?”“Sislerin ve yumuşacık bir bereketliliğin.”1

“Öyle mi? Evet. Evet, anladım. Sen yine de bana şu insanı ayıltan iksirlerinden bir tane yapıver olur mu?”

“Hazırda bir tane var, efendim, buzlukta.” Titreşen bir ışık gibi gözden kayboldu, yatakta doğrulup oturdum; içim-de beş dakika sonra ölecekmişim gibi nahoş bir his vardı. Bir önceki gece, Bal Arıları Kulübü’nde, Kraliyet Şövalyesi Sör Watkyn Bassett’in biricik kızı Madeline’le dünya evine gir-meye hazırlanan Gussie Fink-Nottle şerefine dostlar arasında küçük bir akşam yemeği düzenlemiştim; böyle şeyler mahve-diyor insanı. Sahiden de Jeeves içeri girmeden önce rüyamda cibilliyetsizin biri kafama kazıklar çakıyordu; Hever’ın karısı

1. John Keats’in Sonbahar Baladı şiirine gönderme yapılıyor. (ç.n.)

10

Wooster Düsturları

Yael’in2 kullandığı gibi çadır kazığı da değildi üstelik, kor gibi kızgın olanlardandı.

Elinde hücre yenileyiciyle döndü. İçeceği gırtlağımdan aşağı boca edip, Jeeves’in akşamdan kalmalığı geçiren iksirle-rinden içtiğimde mutlaka yaşadığım o geçici rahatsızlığı; yani kafatasımın üst kısmının uçarak tavana yapışmasını, gözleri-min yuvalarından fırlayıp, tenis topu gibi karşı duvardan se-kerek geri gelmesini tecrübe ettikten sonra kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Bertram’ın sezon ortasındaki formuna tekrar kavuştuğunu söylemek biraz abartılı kaçardı belki ama en azından nekahat evresine geçmiştim ve iki lafın belini kı-rabilecek durumdaydım.

“Ee!” dedim göz bebeklerimi alıp tekrar eski yerlerine yerleştirirken. “Söyle bakalım Jeeves, dünyada neler olup biti-yor? Şuradaki bugünün gazetesi mi?”

“Hayır, efendim. Seyahat Acentası’ndan gelen bir broşür. Göz atmak isteyebilirsiniz diye düşünmüştüm.”

“Ah!” dedim. “Öyle düşündün demek, ha?”Ardından kısa ve –doğru tabir mi emin değilim ama– - bir

şeylere gebe bir sessizlik oldu.Sanırım çelik gibi güçlü iradeli iki adam bu kadar yakın

bir ilişki içinde olunca arada sırada illa ki çatışmalar yaşanıyor; bugünlerde Wooster malikânesinde de böyle bir anlaşmazlık peyda oluverdi. Jeeves beni şu büyük turistik gemilerden bi-rinde dünya turuna çıkarmaya çalışıyordu; benimse buna hiç ama hiç niyetim yoktu. Ancak bu konudaki bütün kesin beyanlarıma rağmen Jeeves’in bana Yaşasın-Açık-Havacı kerataların müşteri çekme umuduyla hazırladıkları bir top ya da bir kucak dolusu resimli broşürlerden getirmediği gün 2. Kitab-ı Mukaddes’in Hâkimler kitabının bölümünde, düşmanını uyurken şakağına tokmakla çadır kazığı çakarak öldüren ve böylece İsrailliler’in Kenan-lılar’a karşı zafer kazanmasına yardım eden Yael’in hikâyesine atıfta bulunulu-yor. (ç.n.)

11

yok gibiydi. Bu tavrı karşısında insanın aklına, ister istemez o piyasanın ziyadesiyle durgun, hatta yok hükmünde olduğu kendisine defalarca sözle ve el kol hareketleriyle aktarılmış olmasına karşın salon halısının ortasına ölü fareler bırakmaya devam eden gayretkeş bir köpek görüntüsü geliyordu.

“Jeeves,” dedim, “bu saçmalığa burada bir son verelim.”“Yolculuk son derece eğitici bir şeydir, efendim.”“Daha fazla eğitim almak istemiyorum. Yıllar önce ka-

pattım o defteri. Hayır, Jeeves. Senin sıkıntını anlıyorum. Damarlarındaki Viking kanı coşturdu seni yine. Tuz kokulu rüzgarları çekiyor canın. Başında bir deniz şapkasıyla güver-tede yürüdüğünü hayal ediyorsun. Muhtemelen birileri sana Bali’deki Dansçı Kızlar’ı anlattı. Anlıyorum ve duygularını hissedebiliyorum. Ama hiç bana göre değil. Ben okyanusta giden kocaman bir yolcu gemisine tıkılıp dünyanın peşi sıra sürüklenemem.”

“Peki o zaman, efendim.” Sesinde hafif bir serzeniş vardı ve tam olarak canı sıkılmış olmasa da en azından durumdan hoşnut olmadığını açıkça görebildiğimden kibarca konuyu değiştirdim.

“Eh, Jeeves, dün geceki eğlence son derece tatmin edi-ciydi.”

“Sahi mi efendim?”“Ah, kesinlikle. Herkes harika vakit geçirdi. Gussie se-

lamlarını iletmemi istedi.”“Nezaketine müteşekkirim, efendim. Bay Fink-Nottle’ın

morali yerinde miydi?”“Fevkaledeydi, üstelik kum saati neredeyse boşalmak

üzere olduğu ve çok yakında Sör Watkyn Bassett’in damadı olacağı hâlde. Neyse ben olacağıma o olsun Jeeves, bin kere yeğdir bu, bin kere yeğdir.”

Bu sözleri sarf ederken son derece yoğun hislerle doluy-dum, bunun nedenini hemen aktarayım. Birkaç ay önce, Kayık

12

Wooster Düsturları

Yarışları’nı kutladığımız gece bir polis memurunun şapkasını çalmaya kalkışmam nedeniyle kanunun pençesine düşmüş, karakoldaki bir ranzada rahatsız bir uyku uyuyarak geçirdi-ğim gecenin sabahında Bosher Caddesi’nde hâkim karşısına çıkarılmış ve güzelinden beş papel cezaya mahkum edilmiş-tim. Beni arkadan yükselen birtakım hakaretamiz yorumlar eşliğinde bu korkunç cezaya çarptıran sulh hâkimi, Gussie’nin müstakbel eşinin babası, yaşlı Baba Bassett’in ta kendisiydi.

Meğer ben, baktığı son davalardan biriymişim; birkaç hafta sonra uzak bir akrabasından bir çuval para miras kalın-ca emekli olup taşraya yerleşmişti. Yani en azından insanlara anlatılan hikâye buydu. Şahsi fikrime göre ise verdiği para ce-zalarına sülük gibi yapışmak suretiyle malı götürmüştü. Beş sterlin şuradan, beş sterlin buradan derken yıllar içinde nasıl bir birikim yaptığını hayal etmek hiç de zor değil.

“O gazap dolu adamı unutmadın değil mi Jeeves? Ne çetin cevizdi yahu!”

“Sör Watkyn özel hayatında muhtemelen daha az ürkü-tücüdür, efendim.”

“Pek sanmam. Zebaniyi neresinden kesersen kes, damar-larından aynı zehirli kan akacaktır. Neyse, bırakalım artık şu Bassett bahsini. Bugün hiç mektup geldi mi?”

“Hayır, efendim.”“Telefonla arayan oldu mu?”“Bir kişi aradı, efendim. Bayan Travers.”“Dahlia Hala mı? Şehre dönmüş öyleyse, ha?”“Evet, efendim. İlk fırsatta onu aramanızı istediğini iletti.”“Daha büyük bir güzellik yapacağım,” dedim içtenlikle.

“Bizzat gidip görüşeceğim onunla.”Yarım saat kadar sonra evinin merdivenlerini ağır aksak

adımlarla tırmanmış, uşağı yaşlı Seppings tarafından içeri ka-bul ediliyordum. O gün, o eşikten adımımı atarken, göz açıp kapayıncaya kadar Wooster ruhunu o güne kadar eşi benzeri

13

görülmemiş çetinlikte sınayacak bir keşmekeşin içine düşe-ceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Baş aktörleri Gussie Fink-Nottle, Madeline Bassett, Baba Bassett, Stiffy Byng, Ra-hip H.P. (“Kokarca”) Pinker, on sekizinci yüzyıldan kalma bir inek sütlüğü ve küçük, kahverengi, deri kaplı bir defter olan o meşum hadiseden bahsediyorum.

*

Neşeyle içeri girdiğim esnada huzuruma gölge düşürecek en ufak bir kötü his dahi yoktu içimde. Tam tersine Dahlia’y-la yeniden bir araya gelecek olmanın tatlı heyecanıyla kıpır kıpırdı kalbim –daha önce de sözünü ettiğim gibi bu benim iyi yürekli, cennetlik halamdır, onu kırık şişe camlarıyla bes-lenen ve derisi dikenli tellerle kaplı Agatha Halam’la karış-tırmanızı asla istemem. Onunla havadan sudan konuşmanın getirdiği zihinsel haz bir yana, kendimi öğle yemeğine davet ettirebileceğim ümidi de yeşermişti içimde. Fransız aşçısı Anatole’ün müthiş ustalığı sağ olsun, mutfağa şöyle bir göz atmak bile değme gurmenin ağzını sulandırırdı.

Ben koridordan geçerken oturma odasının kapısı açıktı; göz ucuyla Tom Amca’nın eski gümüş koleksiyonuyla uğraştı-ğını gördüm. Bir an içimden yanına uğrayıp, fena hâlde mus-tarip olduğu hazımsızlık sıkıntısı ne durumda diye sormak geçtiyse de hemen ardından aklım başıma geldi. Bu amca ye-ğenlerinden birini görür görmez alçıya alıp, aplikler ve yaprak süslemeler, dahası parşömenler ve kabartma ve kenar süsle-rindeki kurdele çelenkler üzerine uzun uzadıya konuşmaya meyilli bir tipti; bu yüzden sessiz kalmanın yapılacak en doğ-ru hareket olduğuna kanaat getirdim. Dolayısıyla dudaklarımı mühürleyip, odanın önünden hızla geçerek Dahlia Hala’nın hâlihazırda oturmakta olduğunu öğrendiğim kütüphaneye doğru yöneldim.

14

Wooster Düsturları

Yaşlı akrabamı Marcel dalgası saç tuvaletine kadar matbaa provasının içine dalmış hâlde buldum. Kendisi cümle âlemin bildiği üzere hoş yazılarla donatılmış haftalık Hanımefendi-nin Yatak Odası adlı derginin zarif ve pek sevilen sahibesi idi. Ben de bir keresinde “İyi Giyimli Bir Bey Ne Giyer” isimli yazımla bir sayısına katkıda bulunmuştum.

İçeri girmemle birlikte daldığı yerden çıkıp beni bir za-manlar avlanırken kullandığı ve onu Quorn, Pytchley ve daha bir dizi derneğin dikkat çekici şahsiyetlerinden biri yapan ve İngiliz tilkilerine feleğini şaşırtan, meşhur şen haykırışların-dan biriyle selamladı.

“Merhaba çirkin şey,” dedi. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?”“Benimle bir konu hakkında istişare etmek istediğin ha-

berini aldım yaşlı akrabam.”“Doğrusu böyle damdan düşer gibi gelip, çalışmamı böl-

men değildi istediğim. Telefonda birkaç cümle konuşsaydık da yeterdi. Ama çok yoğun bir gün geçirdiğim içine doğmuş herhâlde.”

“Öğle yemeğine gelip gelemeyeceğimi merak ediyor idiy-sen endişelenmene gerek yok. Her zamanki gibi büyük bir zevkle katılırım size. Anatole ne sunacak bize bugün?”

“Anatole sana hiçbir şey sunmayacak, yüzsüz genç para-zitim benim. Roman yazarı Pomona Grindle’ı ağırlayacağım öğle yemeğinde.”

“Ah, onunla tanışmak ziyadesiyle mutlu eder beni.”“Tanışmayacaksınız ama. Tamamen tête-à-tête3 bir bu-

luşma olacak bu. Yatak Odası için bir yazı dizisi hazırlamaya ikna etmeye çalışıyorum onu. O değil de senden Brompton Yolu’ndaki bir antikacıya gidip –Kilise’nin hemen yanında, bulamaman imkânsız– bir inek sütlüğüne burun kıvırmanı is-tediğimi söyleyecektim.”

3. (Fr.) Baş başa. (e.n.)

15

Söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. Ensesinden konuşuyormuş gibi bir hisse kapılmıştım.

“Neye ne yapmamı istiyorsun?” “Ellerinde Tom’un bu öğleden sonra satın alacağı bir inek

sütlüğü var.”Birden anladım. “Ha, gümüşten bir zımbırtı değil mi?”“Evet. Bir çeşit süt sürahisi. Oraya git, sütlüğü gösterme-

lerini iste, gösterdiklerinde de yüzünü ekşit.”“Bunu yaparak ne elde etmeyi amaçlıyoruz?”“Özgüvenlerini yerlere indirmeyi tabii ki seni ahmak. Zi-

hinlerine kuşku ve nifak tohumları ekerek fiyatı biraz düşür-melerini sağlamayı. Ne kadar ucuza alırsa o kadar mutlu olur. Ve onun keyfinin yerinde olması gerekiyor, çünkü Grindle’a bu yazı dizisini kabul ettirmeyi başarabilirsem ondan ne yapıp edip bir şekilde hatırı sayılır miktarda para koparmam gere-kecek. Bu çok satan kadın yazarlar eserleri için acayip uçuk rakamlar telaffuz ediyorlar. O yüzden bir an önce oraya gidip, söz konusu nesneye kafanı sallayıp cık cık etmen lazım.”

Kişilik sahibi bir halanın isteklerine riayet etmek her za-man boynumun borcudur ama o anda Jeeves’in deyimiyle bir nolle prosequi4 arz etmek durumundaydım. Hazırladığı sabah iksirlerinin etkileri mucizeviydi ama onları içtikten sonra bile cevizi pek oynatmamak gerekiyordu.

“Kafamı sallayamam. Bugün yapamam.”Sağ kaşını sertçe havaya kaldırarak kınayan bir bakış attı

bana.“O hâle geldin demek, ha? O menfur aşırılıkların kafanı

sallamanı imkânsız kılsa da dudak bükebilirsin en azından.”“Ah, kesinlikle.”“Öyle yap o zaman. Bir de sesli bir şekilde iç geçir. Dilini

4. (Lat.) Takipsizlik kararı (ç.n.)

16

Wooster Düsturları

şaklatmayı da deneyebilirsin. Evet, evet, sonra da onlara süt-lüğün günümüz Hollandası’na ait olduğu kanısında olduğunu söyle.”

“Neden?”“Bilmiyorum. İnek sütlüklerinin modern dönemde yapıl-

mamış olmaları gerekiyor sanırım.”Sustu ve gözlerinin, muhtemelen cesede benzeyen yü-

zümde gezinmesine izin verdi bir süre. “Dün gece yine vur patlasın çal oynasın eğlencelerdey-

din demek benim küçük baştankaram! Ne tuhaf şey –seni ne zaman görsem akşamdan kalma, yarı sarhoş bir hâldesin. İçki içmediğin bir an var mı acaba? Uyurken falan ara veriyor mu-sun bari?”

Bu suçlamayı derhâl inkâr ettim. “Bana haksızlık ediyorsun sevgili akrabam. Özel kutlama-

lar haricinde son derece makul miktarlarda içki içiyorum. Bir iki kokteyl, akşam yemeğinde bir kadeh şarap, belki kahveyle biraz likör –hepi topu budur Bertram Wooster’ın içip içeceği. Ama dün gece Gussie Fink-Nottle için bir bekârlığa veda par-tisi düzenledim.”

“Demek öyle yaptın, ha?” Bir kahkaha attı –o hassas hâ-limle kaldırabileceğimden biraz daha yüksek tonda bir kah-kahaydı bu ama halam kendimi bildim bileli güldü mü pen-cereleri titreten bir kadın olmuştur. “Tam bir kafadan çatlak, değil mi ama? Evlerden ırak vallahi! Nasıldı bakalım bizim semender-sevici?”

“Tam bir hovardaydı.”“Partinde konuşma yaptı mı?”“Evet, beni çok şaşırttı. Kıpkırmızı bir yüzle reddetmesi-

ni bekliyordum. Ama hayır. Biz sağlığına kadeh kaldırdıktan sonra, Anatole’ün deyişiyle, bir limonata serinliğiyle ayağa kalktı ve hepimizin ağzını açık bıraktı.”

“Küfelikti diye tahmin ediyorum.”

17

“Tam tersine. Tüyler ürpertici derecede ayıktı.”“Ah, güzel bir değişiklik olmuş bu.”Düşünceli bir sessizliğe gömüldük. O yaz öğleden son-

rasında, halamın Worcestershire’daki evinde oturmuş, Gus-sie’nin kaderin garip bir cilvesi sonucu, Pazar Snodsbury Lisesi’nin her sene düzenlenen ödül törenlerinden birinde öğrencilere yaptığı konuşmayı düşünüyorduk.

Daha önce hakkında hiçbir şey anlatmamış olduğum bir insanla ilgili bir hikâyeye başlarken çerçeveyi çizmek adına ne kadar detaya girmek gerektiğini hiçbir zaman bilememi-şimdir. Her açıdan ele alınması gereken bir sorun bu. Demek istediğim, okurların Gussie Fink-Nottle’ı çok iyi tanıdıklarını varsayarak kör gözüne parmağım ilerlersem ilk seferinde ağ-zımdan çıkan sözleri işitmemiş dostların kafaları allak bullak olacaktır. Ancak kırk saat adamın hayat hikâyesini anlatmaya kalkarsam da beni başından beri dinlemekte olan arkadaşlar esnemeye başlayıp “Bildiğimiz şeyleri anlatıp durma. Esas hikâyeye geç artık,” diye mırıldanacaklardır.

Sanırım yapılabilecek tek şey, belli başlı bilgileri ilk grup-ta yer alan insanlara olabildiğince hızlı bir şekilde aktarmak ve bunu yaparken ikinci gruptakileri özür dileyen bir el ha-reketiyle selamlayıp, onlardan dikkatlerini bir iki dakika için başka bir şeye yöneltmelerini istemek ve kısa bir süre sonra tekrar yanlarında olacağımı belirtmek olacaktır.

Bu Gussie dediğimiz adam, delikanlılık çağları itibarıyla taşraya çekilmiş ve kendini tamamen semenderleri inceleme-ye adamış, balık suratlı bir arkadaşım –bu küçük yaratıkları akvaryumlara koyup büyük bir azimle hareketlerini gözlemli-yor. Kelimeye aşina olsaydınız onun tam bir tasdikli münzevi olduğunu söyler ve bu kanınızda yüzde yüz haklı olurdunuz. Onu birazcık bile tanısanız minicik kulaklara sevgi sözcükleri fısıldayıp, bir ay içinde beyaz altından yüzükler ve nikâh ta-rihi alacak raddeye nasıl gelebileceğini hayatta tasavvur ede-

18

Wooster Düsturları

mezdiniz. Ama aşk ne yapıp edip bir yolunu buluyor. Madeline

Bassett’le tanışıp, saniyesinde kör kütük âşık olunca çekildi-ği inzivadan çıkıp, kıza kur yapmaya başladı; hayli çalkantılı günlerin ardından kısa bir zaman içinde dikine çizgili kumaş pantolonunu giyip, ceketine bir gardenya iliştirerek o kor-kunç kızla dünya evine girmeye karar verdi.

Korkunç bir kız diyorum, hakikaten korkunç bir kız çün-kü. Woosterlar kibar olmasına kibardırlar ama düşündükle-rini söylemekten de çekinmezler. Tatlı gözleri ve cıvıltılı bir sesi, yıldızlar ve tavşanlar gibi konularda çok tuhaf fikirleri olan, buluttan nem kapan, ağlak bir duygu kumkuması. Bana bir keresinde tavşanların Periler Kraliçesi’ne hizmet eden ye-raltı cüceleri, yıldızların da Tanrı’nın papatya tacı olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Tamamen saçmalık tabii. Gerçeklik-le uzaktan yakından alakası yok.

Dahlia Hala tiz, gümbür gümbür bir kahkaha attı, Gus-sie’nin Market Snodsbury’de yaptığı konuşma hayatının en neşeli anılarından biriydi.

“Zavallı Kafadan Çatlak! Nerede şimdi?”“Bassett’in babasının evinde kalıyor –Totleigh Kuleleri,

Glos’taki Totleigh Bozkır Köşkü’nde. Bu sabah gitti. Düğün oradaki kilisede yapılacak.”

“Sen de katılacak mısın?”“Kesinlikle hayır.”“Tabii, fazlasıyla acı verici bir deneyim olurdu senin için.

Sonuçta kıza âşıksın.”Dik dik yüzüne baktım. “Âşık mı? Bir peri her sümkürdüğünde bir bebek doğdu-

ğuna inanan bir dişiye mi aşığım?”“Sonuçta bir zamanlar nişanlanmıştınız.”“Evet, beş dakika falan sürmüştü ve asla benim suçum

değildi. Sevgili akrabam,” dedim sinirli bir sesle, ‘o korkunç

19

olayın gerçek yüzünü sen de çok iyi biliyorsun.”Yüzümü buruşturdum. Bu, benim hayat yolculuğumda

başıma gelmiş olmasını hiç istemediğim bir olaydı. Olan bi-teni kısaca özetleyeyim. Çok uzun zamandır semenderlerle haşır neşir olmaktan beyin fonksiyonları iyice zayıflamış olan Gussie, Madeline Bassett’e duygularını açmayı bir türlü bece-rememiş, benden kızla onun adına konuşmamı rica etmişti. Adamcağızın isteğini yerine getirdiğimdeyse kalın kafalı kız ona ilan-ı aşk ettiğimi sanmıştı. Bunun neticesinde de Gus-sie’nin ödül törenindeki maskaralığının ardından yüzüğünü atarak bana yaklaşmış, benim de onu kabul etmekten başka seçeneğim kalmamıştı. Demek istediğim, bir kız bir erkeğin onu sevdiğine ikna olup, nişanlısından vazgeçtiğini, hayatını onunla birlikte geçirmek istediğini söylerse başka ne gelir ki elden?

Neyse ki olayın üstünden on bir saat geçtikten sonra iki deli barıştı da her şey yoluna girdi ama nasıl bir kabusla karşı karşıya kaldığımı düşündükçe hâlâ tüylerim diken diken olu-yor. Rahip “Kabul ediyor musun, Augustus?” diye sorup Gus-sie mahcup bir ifadeyle “Ediyorum,” cevabını verene kadar da tam olarak rahatlamayacak içim.

“Seni ne kadar alakadar eder bilmiyorum ama,” dedi Dah-lia Hala, “ben de düğüne icabet etmeyi düşünmüyorum. Sör Watkyn Bassett’ten hiç hazzetmiyorum ve bir şeylerden yüz bulmaması gerektiğini düşünüyorum. O adam koca bir çocuk!”

“O yaşlı uyuzu tanıyorsun demek,” dedim, şaşırmıştım doğrusu ama aslında sık sık dile getirdiğim bir gerçek, bir kez daha kanıtlanmıştı –dünya gerçekten küçüktü.

“Evet, tanıyorum. Tom’un arkadaşı. İkisi de gümüş ko-leksiyonu yapıyor ve sürekli köpekler gibi didişiyorlar. Geçen ay Brinkley’de ağırladık onu. Peki konuğumuz olduğu süre boyunca ona gözüm gibi bakmış olmamın karşılığını nasıl verdiğini duymak ister misin? Arkamdan iş çevirip, Anatole’ü

20

Wooster Düsturları

çalmaya kalkıştı!” “Olamaz!”“Aynen öyle yaptı. Neyse ki Anatole sadık çıktı –maaşını

iki katına çıkardıktan sonra tabii.”“Bence bir o kadar daha zam yap sen,” dedim büyük bir

ciddiyetle. “Hatta durmadan artır o maaşı. Rostolar ve yahni-lerin büyük ustasını kaybetmektense su gibi akıt parayı gitsin.”

Bariz şekilde sarsılmıştım. Anatole’ün, o eşsiz benzersiz sunum ustasının, dilediğim zaman kapısında bitip, kendimi içeri davet ettirmek suretiyle o yemek şölenlerinin keyfi-ni sürebileceğim Brinkley Konağı’ndan ayrılıp, yeryüzünde Bertram’ın önüne çatal bıçak koyacak son kişi olan ihtiyar Bassett’in evinde çalışmaya başlamasından paçayı kıl payı sı-yırmış olmamız düşüncesi altüst etmişti beni.

“Evet,” dedi Dahlia Hala, bu korkunç ihtimali düşündük-çe gözlerinden alevler fışkırıyordu, “işte böyle dalavereci hay-dudun teki bu Sör Watkyn Bassett. Bizim Kafadan Çatlak’a söyle, düğün günü gözlerini dört açsın. En ufak bir dikkatsiz-likte, o yaşlı haydut kilisenin giyinme odasındaki kravat iğ-nesini cebine indiriverir vallahi. Haydi şimdi,” dedi hastalıkta ve sağlıkta bebek bakımı ile ilgili derin bir makaleye benze-yen bir şeye uzanarak “kışkış bakalım. Yapmam gereken bir ton düzeltme var. Ah, unutmadan, bunu da görüştüğünüzde Jeeves’e ver. ‘Kocalar Köşesi’ yazısı bu. Erkeklerin özel gün-lerde giydikleri kumaş pantolonların yan taraflarına konulan şeritlerle ilgili derin bilgiler içeriyor, bir göz atmasını istiyo-rum. Belki de Komünizm propagandası yapılmıştır, hiç belli olmaz. İşi yüzüne gözüne bulaştırmayacağına güvenebilir mi-yim? Kendi cümlelerinle ne yapman gerektiğini anlatır mısın bana?”

“Antikacıya gideceğim–”“– Brompton Caddesi’ndeki–”“–dediğin gibi Brompton Caddesi’ndeki, inek sütlüğünü

21

görmek istediğimi söyleyeceğim–”“–ve yüzünü buruşturacaksın. Aynen. Yürü bakalım.

Kapı arkanda.”

Evden mutlu mesut çıkıp yoldan geçmekte olan bir faytona el ettim. Sabahlarına böylesi bir müdahaleyle el konulmuş olma-sı birçok erkeğin canını sıkabilir ama benim kalbim bu küçük iyiliği yapma gücüne sahip olmaktan ötürü yalnızca mutlu-lukla doluydu. Her zaman söylerim, Bertram Wooster’ın için-de bir izci çocuk gizlidir diye.

Brompton Caddesi’ndeki antikacı dükkânı, daha önce de ima edilmiş olduğu üzere, Brompton Caddesi’nde bir antikacı dükkânıydı ve Bond Caddesi civarındaki acayip lüks olanlar haricindeki bütün antika dükkânları gibi dış görünüş itiba-rıyla yıkık dökük, içi ise karanlık ve kötü kokuluydu. Neden bilmem, böylesi işletmelerin sahipleri arka odalardan birinde sürekli yahni pişiriyorlarmış gibi gelir hep bana.

Dükkândan içeri adımımı atarken “Şimdi şöyle,” diye başladığım cümlem içerideki adamın iki müşteriyle ilgilen-mekte olduğunu görünce yarım kaldı.

“Ah, çok pardon,” diyerek devam etmek suretiyle mu-habbetlerini istemeden böldüğüm için özür dileyecektim ki birden donakaldım.

Dükkânın büyükçe bir bölümü puslu bir loşluk içindeydi, görüş açısı oldukça kısıtlıydı ancak kötü ışığa rağmen içeride-ki iki müşteriden daha ufak tefek ve yaşlı olanını tanıdığımı fark etmiştim.

İhtiyar Bassett’in ta kendisiydi. Portre falan değildi.

Biz Woosterların ortamlarda sıkça bahsi geçen inatçı bir kö-pek damarımız vardır. O damar, o anda ortaya çıkıvermişti. Benim yerimde daha zayıf bir adam olsaydı, hiç şüphesiz, par-mak uçlarında yürüyerek, oradan derhâl uzaklaşıp kayıplara

22

Wooster Düsturları

karışırdı. Ama ben duruşumu hiç bozmadım. Sonuçta geçmiş geçmişte kalmıştı. O beş papeli vererek Toplum’a olan bor-cumu ödemiştim, bu karides suratlı bilmemne çocuğundan korkmam için hiçbir sebep yoktu. Böylece orada öylece durup kaçamak bakışlarla süzmeye başladım onu.

İçeri girdiğimde dönüp hızlı bir bakış atmıştı bana, hâlâ da arada bir yan yan bakıp duruyordu. Hafızasının canlanma-sının ve arkasında bir şemsiyeye dayanmış duran, ufak tefek, seçkin görünümlü şahsın eski bir tanıdık olduğunu fark et-mesinin an meselesi olduğunu hissediyordum. İşte uyanmıştı. Dükkân sorumlusu tip, bir şeylerle uğraşmak için iç odalardan birine gidince yanıma gelip gözlüklerinin arkasından dikkatle incelemeye başladı beni. “Merhaba, merhaba,” dedi. “Seni ta-nıyorum genç adam. Yüzleri asla unutmam. Benim huzuruma bir kez çıkmış olmalısın.”

Belli belirsiz başımı salladım.“Ama iki kez değil. Güzel! Dersini aldın demek, ha? Doğru

yolu buldun mu? Harika. Dur bir düşüneyim, neydi suçun? Sa-kın söyleme. Dilimin ucunda. Hah, tabii ya. Çanta çalmıştın.”

“Hayır, hayır. Şeydi–”“Çanta çalmıştın işte,” diye tekrar etti sertçe. “Dün gibi

hatırlıyorum. Ama artık hepsi geçmişte kaldı, ha? Kendimize yeni bir sayfa açtık, öyle değil mi? Mükemmel. Roderick, bu-raya gelsene. Çok ilginç bir şey var.”

Arkadaşı incelemekte olduğu tepsiyi yerine koyup bize katıldı.

Çoktan fark etmiş olduğum üzere, nefes kesici bir herifti. Yaklaşık iki metre on santim boyundaydı, üstünde enini iki metre civarında gösteren ekoseli, uzun, bol bir palto vardı; bu hâliyle bütün bakışları üstünde topluyordu, gözlerini alamı-yordu insan ondan. Sanki Doğa bir goril yapmaya niyetlenmiş de son anda fikrini değiştirmiş gibi görünüyordu.

İnsanı etkileyen tek şey ebatları da değildi. Yakından ba-

23

kıldığında kare şeklindeki, güçlü hatlara sahip ve ortaya doğru hafifçe kıllı yüzü daha dikkat çekiciydi. Bakışları keskin ve deliciydi. Gazetelerde hafif yukarı kalkık çeneleri ve alev alev yanan gözleriyle yeni bovling pistlerinin açılışını yaparken ateşli sözleriyle halkı galeyana getiren diktatörlerin fotoğraf-larına hiç rastladınız mı bilmem, bana onları çağrıştırmıştı.

“Roderick,” dedi ihtiyar Bassett. “Bu adamla tanışmanı is-terim. Uzun zamandır savunduğum şeyin birebir örneği işte –hapse girmek insan onurunu zedelemez, insanı yanlış yollara sevk edip, eski beninin üstüne tırmanarak hayatta daha yük-seklere tırmanmasını engellemez.”

Bu sözlere –Jeeves’in laflarındandı– aşinaydım, onun ne-reden duymuş olabileceğini merak ettim.

“Baksana şu arkadaşa. Kısa bir süre önce tren istasyonla-rında çanta kapkaççılığı yapmaktan üç aya mahkûm etmiştim onu, hapse girmenin ona nasıl iyi gelmiş olduğu açıkça görü-lüyor. Islah olmuş adeta.”

“Ah, sahi mi?” dedi Diktatör. Tam anlamıyla “ah, sahi mi?” deyişi olmasa da konuşma tarzından hoşlanmamıştım. Arsız bir kibirle bakıyordu bana. İnek sütlüğüne dudak bük-mek için biçilmiş kaftan bir adam olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.

“Islah olduğunu nereden anladın?”“Elbette ıslah olmuş. Bir baksana ona. Tertemiz, iyi gi-

yimli, Toplum’un seçkin bir üyesi. Şu anda tam olarak ne iş yapıyor bilmiyorum ama artık çanta çalmakla uğraşmadığı gün gibi aşikâr. Neyle meşgulsün bakalım genç adam?”

“Görünüşe göre şemsiye çalmakla,” dedi Diktatör. “Bak-sana, seninkini almış.”

Bu suçlamayı büyük bir hararetle inkâr edecektim –hatta tam da bu niyetle ağzımı açmıştım ki– birdenbire içi ıslak kum dolu bir çorapla üst çeneme esaslı bir darbe yemişim gibi ka-lakaldım, adamın hatırı sayılır bir haklılık payı olduğunu fark

24

Wooster Düsturları

etmiştim çünkü. Demek istediğim, evden çıkarken şemsiyemi almamış ol-

duğumu hatırlamıştım ama o anda baştan aşağı şemsiyeli bir hâldeydim. On yedinci yüzyıldan kalma bir sandalyeye dayalı duran şemsiyeyi ne amaçla almış olduğumdan emin değildim ama muhtemelen çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmeleri gibi temel bir içgüdüyle şemsiyesiz bir adam da en yakınındaki şemsiyeyi kapıveriyordu.

Mertçe özür dilemem gerekiyordu. Keskin olmayan alet el değiştirirken yaptım bunu.

“Çok ama çok üzgünüm.”İhtiyar Bassett kendisinin de öyle olduğunu belirtti –üz-

gün ve hayal kırıklığına uğramış. Böyle şeylerin insanı kedere sürüklediğini söyledi.

Diktatör burnunu sokmadan duramadı. Polisi aramasını isteyip istemediğini sordu ve bir an ihtiyar Bassett’in gözleri parladı. Hâkimler polis çağrılması fikrine bayılırlar. Kaplanla-rın kan kokusu alması gibi bir şeydir bu onlar için. Ama başını iki yana salladı.

“Hayır, Roderick. Yapamam. Bugün olmaz –hayatımın en mutlu gününde.”

Diktatör dudak büktü, böylesi bir günde polise haber ver-menin daha da tatlı olacağını düşünüyor gibiydi.

“Beni dinlesenize,” diye meledim, “bir yanlış anlaşılma oldu.”

“Ha!” dedi Diktatör.“Şemsiye benim sandım.”“İşte senin esas sorunun da bu zaten oğlum,” dedi ihtiyar

Bassett. “Ben ile sen’i birbirinden ayıramamak. Bu sefer tu-tuklatmayacağım seni ama bundan sonra çok dikkatli olman konusunda uyarıyorum. Gel, Roderick.”

Dışarıya doğru yollandılar, Diktatör kapıda tekrar bana dönüp bir kez daha “Ha!” dedi.