HACI ZEYNEL ABİDİN ŞİRVANÎ’NİN ANADOLU’YA SEYAHATİ
Transcript of HACI ZEYNEL ABİDİN ŞİRVANÎ’NİN ANADOLU’YA SEYAHATİ
1
Bildirinin özeti yayınlanmıştır:
CEİPO-19: Osmanlı Öncesi ve Dönemi Tarihi Araştırmaları. I. cilt. İstanbul: İstanbul
Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Yayını, 2014, s.73-98.
XIX. YÜZYILIN İKİNCİ ONYILINDA
HACI ZEYNEL ABİDİN ŞİRVANÎ’NİN ANADOLU’YA SEYAHATİ
Dr. Namiq MUSALI
Ünlü Azerbaycanlı gezgin ve bilim adamı Hacı Zeynel Abidin Şirvânî (1780-1837 veya
1838) ömrünün kırk yılını seyahatte geçirmiş, Kanarya adalarından ve Fas’tan Siyam’a ve Tibet’e,
Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan Habeşistan’a kadar birçok ülkelerde olmuştur (bkz.: Keremov
1958; Keremov 1977; Kuliyev 1964). Dört kez büyük seyahat yapmış gezgin üçüncü seyahati
zamanı (1810-1821) Türkiye’nin de çeşitli kentlerinde olmuş, yaklaşık üç yıl Anadolu’da bulunmuş
(Şirvânî 1315: 48) ve altı yedi ay boyunca İstanbul’da yaşamıştır (Şirvânî 1315: 432). O, kendi
gezileri hakkında anılarını Farsça yazdığı üç seyahat kitabında toplamıştır. 1821-1827 yıllarında
kaleme aldığı ve coğrafî prensip esasında tertip ettiği “Riyâzu’s-seyâhat” (“Seyahat bahçeleri”) adlı
eserinden başka, alfabetik sırayla düzenlediği “Hadâikü’s-seyâhat” (“Seyahat bağları”, 1827) ve
“Büstânü’s-seyâhat” (“Seyahat büstanı”, 1832) isimli daha iki eseri de vardır.
Şirvânî’nin İstanbul’a dair bilgileri (Şirvânî 1974: 363-386; Şirvânî 1348: 386-393; Şirvânî
1315: 429-441) tarafımızdan incelenerek, bir uluslararası sempozyumda bildiri olarak sunulmuştur
(Musalı 2009a: 797-808). Bu bildirimizde ise seyyahın Anadolu’ya dair açıklamalarına yer
vereceğiz. “Ravza” adlı sekiz bölümden oluşan “Riyâzu’s-seyâhat”in III. ravzası tamamen
Türkiye’ye (“Rum kişveri”ne) ayrılmıştır (Şirvânî 1974: 132-386)1. Şirvânî diğer iki
seyahatnamesinde de Anadolu kentleri hakkında bilgiler vermiştir.
Seyyah Rum ülkesinin iki kısımdan, yani Anadolu’dan ve Rumeli’den ibaret olduğunu
yazıyor ve ilk olarak Anadolu’dan bahsediyor: “Burası ünlü bir vilayettir ve suyunun bolluğu,
havasının serinliği, toplumunun çokluğu ve mamur bir mekan olmasıyla vasıflanmıştır... Dağlar ve
tepeler orada çöllerden ve sahralardan daha çoktur. Dördüncü ve beşinci iklimlerde yer almaktadır.
Orada eski beldeler, büyük şehirler, meşhur kasabalar, mamur köyler, iyi otlaklar, beğenilen
mevziler vardır. Hizmet ehlinin meskeni ve maiyet sahiplerinin yaşam yeridir. Kendinde gönül
okşayan çayırlıklar ve av hayvanları ile dolu şikâr-gâhlar bulundurmaktadır... Rum ehli kalabalık
bir ümmet ve azametli bir cemaattirler. Umumen beyaz yüzlüdürler ve güzellik sermayesinden
behrelidirler”.
1 “Riyâzu’s-seyâhat”in A.Kuliyev tarafından Moskova’da yayımlanmış olan üç kitaptan ibaret II. cildini büyük bir
lütufkârlık göstererek bize takdim etmiş Dr. Hayırbey Qasımov’a teşekkürlerimizi arzediyoruz.
2
Şirvânî Anadolu ahalisinin esas itibariyle Müslümanlar’dan ibaret olduğunu yazıyor. Onun
anlatımına göre, Anadolu’da en çoksaylı cemaat Hanefîler’dir. Oradaki Şafiîler’in sayısı
Hanefîler’den az olsa da, Malikî ve Hanbelîler’den çoktur. “Diğer bir fırka Ali-Allahîler’dir
(seyyah, Alevîler’i her yerde Ali-Allahî veya Galî diye tanımlıyor – N.M.). Bunlar da sayısı çok
olan bir toplulukturlar, ama dağınık vaziyettedirler”. Anadolu’daki İsnâ-Aşeriyye Şiîleri’nin sayısı
diğer fırkalara nispette azdır. Seyyah, aynı zamanda Anadolu’da çeşitli sûfî tarikatlarının
varlığından söz ediyor. O, bu vilayette Müslümanlar’ın yanı sıra İsevîler’in (Hristiyanlar’ın),
Yahudiler’in, Yezidîler’in ve Şeytan-perestler’in de yaşadığını belirtiyor. Şirvânî Anadolu halkının
mecmusunun Türkçe konuştuğunu ifade etse de, burada Kürtçe, Ermenice, Yunanca, İbranice
konuşan grupların da varlığından söz ediyor. Seyyah bozkırlarda meskun olanlar içinde Türkler’in
öncül olduklarını, ikinci sırada Kürtler’in durduğunu belirtiyor. “Rum ehli umumen sadakat, emanet
ve hukuk sahibidirler ve onlarda adalet, fütüvvet ve şecaat alâmetleri vardır” (Şirvânî 1974: 132-
134; Şirvânî 1348: 72-73; Şirvânî 1315: 47-48).
Şirvânî gezdiği Anadolu şehir ve kasabaları hakkında teker teker bilgi veriyor. Bazı
istisnalar hariç, seyyah Anadolu bölgelerinin çoğunun insanlarını, toprağını, havasını, suyunu,
tahılını, meyvasını iyi sözlerle anmıştır. Fakat onun kentlerdeki hane sayısına ilişkin bilgileri esas
itibariyle abartılı gibi görünüyor. Örneğin, Ankara’nın, Kayseri’nin, Konya’nın ve Tokat’ın
demografisine dair seyyahın rakamlarını resmi istatistik verilerle kıyasladığımız zaman onun
belirttiği sayının gerçek rakamlardan iki veya üç kat daha fazla olduğunu ortaya çıkardık. Şimdi
seyyahın Anadolu kentleri hakkında verdiği bilgileri alfabetik sırayla özetleyeceğiz.
Adana – 10 bin evden ibaret güzel bir şehirdir. Orada gerek sıcak, gerekse de serin iklimlere
özgün bol bol meyvalar yetiştiriliyor. Hububatı ve tahılı da çoktur. Üçüncü iklimin sonunda yer
almaktadır. Şehrin dört tarafı açıktır. Ahalisi Türktürler, samimi bir halktırlar ve iyi huyludurlar
(Şirvânî 1315: 59).
Adilcevaz – Van gölünün kuzeyinde, Ahlat’tan bir konak doğuda küçük bir kasabadır. Üç
tarafı yüksek dağlardır. Bağları ve çeşmeleri sayısızdır. Dağ başında sağlam bir kaleye sahiptir.
Kalenin içinde ve dışında bin tane ev bulunuyor. 12 köyü vardır. Kasaba halkı Hanefî mezhebinden
olan Türklerdir. Fakat kasaba etrafının ahalisi Kürttür. Kasabanın kuzey ve doğu tarafında konar
göçer hayat tarzı sürdüren Yezidî Kürtleri yaşıyorlar (Şirvânî 1339: 101; Şirvânî 1348: 48-49).
Daha sonra seyyah Yezidîler ve onların inançları, fırkaları konusunda bilgi veriyor (Şirvânî 1339:
102-111; Şirvânî 1348: 49-54).
Ahlat – Eskiden hoş ve güzel bir şehirmiş, fakat Moğollar zamanında harap olmuş, eski
şanını kaybetmiştir. Etrafı açıklıktır, yarım fersah kuzeyinde bir dağ vardır. Suyu iyi olsa da, havası
mülayim değildir. İyi bağları ve büstanları vardır. Meyvalarından zerdalisi, hububatından ise
buğdayı seçkindir. Şimdi mamur bir kalesi vardır ve kale dışında 500 ev bulunmaktadır. İnsanları
3
Türkçe konuşuyorlar ve Hanefî mezhebindendirler. Oranın hâkimi Şeyh Ahmed himmetli,
misafirperver, lütufkâr, âdil, mürüvvetli ve fütüvvetli bir adamdır (Şirvânî 1339: 100; Şirvânî 1348:
48; Şirvânî 1315: 63).
Aksaray – Bağların ve büstanların bulunduğu güzel bir şehirdir, suyu mutedildir, havası
serinliğe maildir, ahalisi Hanefî Türklerdir. Orada serin iklimlere özgün meyva boldur, tahıl
ucuzdur. Bu şehir Selçuklu hükümdarı İzzettin Kılıç Arslan tarafından yaptırılmıştır. Konya’dan beş
konak uzaklığındadır. Etrafı açıklıktır. Şehirde bin tane ev bulunmaktadır. Yüce bir camisi vardır
(Şirvânî 1974: 140; Şirvânî 1348: 77; Şirvânî 1315: 42).
Akşehir – İyi bir şehirdir. Havası serindir, suyu çok tatlıdır. Yükseklikte yerleşiyor ve dört
tarafı açıktır. Bu şehirde tahminen 3 bin ev vardır. İmaretleri sağlam bir biçimde taştan yapılmıştır.
Şehrin güney tarafı çayırlıktır ve orada bol akarsular vardır. Burası şehir halkının istirahat yeri ve av
mekanıdır. Seyyah, Akşehir’in tarihi anıtlarından 600 yıl önce Karaman hükümdarı İbrahim Bey
tarafından yapılmış camiden ve uzun bir süre geçmesine rağmen, bu caminin zarar görmemesinden,
sağlam kalmasından bahsediyor, oranın imamıyla yaptığı sohpeti aktarıyor. Şehir ahalisi Hanefîler
olsa da, köylerde Alevîler yaşamaktalar. Meyvaları içinde zerdali ve elması mumtazdır, hububatı
bol ve ucuzdur (Şirvânî 1974: 140; Şirvânî 1348: 78; Şirvânî 1315: 42-43).
Amasya – “Meşhur bir şehirdir. Suyunun bolluğu ve havasının saflığıyla tanınır. Bu şehir
dağlar arasında bulunmaktadır. Hoş bir yer ve gönül okşayan bir mekandır. Yaklaşık 10 bin evden
ibarettir”. Seyyah orada güzel imaretlerin, bağların, nehirlerin olduğunu, sayısız meyva çeşitlerinin
bulunduğunu, hububatının ve ekmeğinin seçkin olduğunu yazıyor. “Ahalisi Hanefî mezhebindendir
ve az sayıda İsevîler de vardır. Orada yaşayanlar edepli insanlardır. Diyarın cami mescidi rûzgârın
garipliklerinden bir tanesidir” (Şirvânî 1974: 143-144; Şirvânî 1348: 83; Şirvânî 1315: 46-47).
Amid (Diyarbekir) – “Diyarbekir memleketinin merkez şehridir. Şimdi bu şehire
Diyarbekir diyorlar ve öyle yazıyorlar. Yürek açan bir şehir ve ruh yükselten bir kenttir. Suyu gayet
iyidir. Havası çok beğenilendir. Artukoğulları orada taştan bir kale yaptırmışlar. 15 bin mamur
evden ve kusursuz imaretlerden ibarettir... Dört tarafı açıktır ve etrafı güzeldir. Orada iyi bağlar ve
cennet misalli büstanlar vardır. Meyvası ve hububatı gayet iyidir. Halkının çoğu buğday renkli ve
beyaz yüzlüdürler, hüsnü cemal sermayesinden behrelidirler, çok zeyrektirler ve akıl sahibidirler”.
Seyyahın yazdığına göre, o diyarın halkının çoğunluğu Hanefî mezheplidirler, diğerleri İsevî, Alevî,
az kısmı İsnâ-Aşeriyye Şiîleri’dirler. Şehir haricinde çok sayıda Alevîler ve Hristiyanlar yaşıyorlar.
Seyyah vilayet halkının etnik açıdan Türkler ve Kürtler olduğunu, orada az sayıda Araplar’ın da
yaşadığını belirtyor. O, Diyarbekir memleketinde toplam 100 bin hane insanın yaşadığını tahmin
ediyor. Müellif Diyarbekir memleketinin geniş, tabiatı güzel bir vilayet ve feyiz mekanı olan bir
diyar olduğunu, çok kısmının dördüncü iklime, bazı yerlerinin ise üçüncü iklime ait olduğunu
belirtiyor. O, XIV. asır coğrafi kaynaklarından olan “Suver-i akalim” isimli esere isnat ederek,
4
Diyarbekir memleketinin 29 şehir ve kasabadan oluştuğunu, merkezi Musul olan Rabia mülkünün
de Diyarbekir’in bir bölgesi olduğunu, orada sıcak havaların soğuk havalardan daha çok olduğunu,
bu memlekette Musul, Hasan-keyf, Mardin, Maden, Harput, Urfa vs. gibi şehirlerin bulunduğunu
yazmıştır. Seyyah Diyarbekir vilayetinin doğudan Kürdistan’la sınırdaş olduğunun altını çizmiş,
Kürdistan adlandırdığı coğrafi mekanın sadece İran’ın batı kısmındaki bir bölgeden ibaret olduğunu
belirtmiş ve bu kavramın hiçbir şekilde Anadolu ve Kuzey Irak coğrafyasına ait olmadığını gayet
açık bir şekilde ifade etmiştir (Şirvânî 1974: 352-353; Şirvânî 1348: 95; Şirvânî 1315: 43-44).
Şirvânî yedi ay boyunca Diyarbekir şehrinde yaşamış ve oranın bir çok bilginleri ile
buluşmuştur. Seyyah Diyarbekir’de bulunduğu zaman oranın hâkimi İbrahim Paşa ibn İsmail Ağa
idi. Şirvânî onu böyle hatırlıyor: “Marifet alâmetli ve hikmete bürünmüş bir emirdi. Ben fakir,
hâkimler arasında onun gibisini az görmüşüm. Hikmet, marifet, ilim ve amel ziynetiyle süslenmiş,
kötü huylardan arınmıştı. İksir yapmak fenninde bilgin ve hacer (taşları tanıma) biliminde
becerikliydi”. Hacı Zeynel Abidin bazı bilginlerin kimyagerlik bilimini inkar ettiklerini söylemiş ve
bu konuda İbrahim Paşa’ya soru sormuştur. İbrahim Paşa böyle bir bilimin efsane değil de, gerçek
olduğunu savunmuştu (Şirvânî 1974: 353-360; Şirvânî 1348: 95-97; Şirvânî 1315: 44-46).
Diyarbekirli bilim adamı İshak Efendi de Şirvânî seyahatnamesinde yer alan kişilerdendir.
Bilgili ve faziletli olan bu şahıs deliller esasında tarikatları ve mezhepleri araştırıyor, hiçbir tahkikat
yapmadan körü körüne herhangi bir mezhebe bağlanmanın doğru olmadığını savunuyordu (Şirvânî
1974: 360-361; Şirvânî 1348: 97-98; Şirvânî 1315: 46-47).
Ankara – Büyük bir şehirdir, ahalisinin tamamı Türk’tür, yüksek zeminde kuruludur, etrafı
genişliktir. Şehirde 11 bin mamur ev ve kusursuz kasırlar vardır, orada çokca güzellikler
bulunmaktadır. Suyu hoş, havası münasip, toprağı iyidir. Orada insana mutluluk veren bağlar ve
İrem gülistanı gibi büstanlar mevcuttur. Meyvaları ve tahılı kalitelidir. Şal dokumacılığı çok
gelişmiştir ve oradan etrafa şal ihraç edilmektedir. Ankara şalları esasen keçi yününden üretiliyor.
Halkının çoğunluğu Hanefî mezhebindendir. Az sayıda İsevîler ve Alevîler de vardır (Şirvânî 1974:
140-141; Şirvânî 1348: 78-79; Şirvânî 1315: 125). Her hanede ortalama beş kişinin olduğunu
zannedersek, seyyaha göre o zamanlar Ankara’nın nüfusu 55 bin imiş. Ama 1830 yılına dair resmi
belgeler seyyahın Ankara demografisiyle ilgili tahminlerini doğru bulmuyor. Bu belgelere göre, o
zaman şehir nüfusu sadece 22586 kişiydi (bkz.: Özdemir 1998).
Ankara’nın tarihî şahsiyetlerinden bahseden seyyah, “bu mekanda maddî ve manevî kâmillik
ziynetiyle süslenmiş olan irfan sahiplerinin” olduğuna dikkat çekiyor ve Hacı Bektaş-ı Veli
zamanında yaşamış olan Dede Bayram’ın mezarının Ankara’da bulunduğunu yazıyor. Şirvânî
Ankara’da Üşşakiyye silsilesine mensup olan Dede Mahmud’la buluşmuştur. Seyyah, Dede
Mahmud’u “ma’rifet-endîş bir dervîş” gibi tanımlıyor ve “o vilayette hiçbir kimsenin fakrü fenada
ve sıdkü safada ona beraber olmadığını” yazıyor. Hacı Zeynel Abidin sûfî tarikatları konusunda
5
Dede Mahmud’la uzun bir sohpet yapmış ve bunu kendi eserinde anlatmıştır (Şirvânî 1974: 140-
143; Şirvânî 1348: 79-83; Şirvânî 1315: 125).
Antakya – Büyük İskender’in ölümünden sonra Yunan hükümdarlarından olmuş
Antakyus’un şerefine yapılmış bir liman şehridir. Haleb’in beş konak batısındadır. Havası ve suyu
iyidir, sıcak ve sert iklimlere özgün meyva çeşitleri boldur. Şehirde değişik fırkalardan olan beş altı
bin aile yaşıyor. Şehir haricindeki bölgenin ahalisi esas itibariyle Alevîler’dir (Şirvânî 1974: 627;
Şirvânî 1348: 77; Şirvânî 1315: 121).
Bayazıt (Doğu Bayazıt) – Şirvânî bu kalenin içine girmediğini, sadece yanından geçtiğini,
oraların güzel yerler olduğunu ve kale halkının Hanefî mezhebine bağlı Türklerden oluştuğunu
yazıyor (Şirvânî 1315: 131).
Bektaş (Hacıbektaş) – “Kasabaya benzer bir köydür. Yüreğe hoş gelen bir yerdir. Kayseri
şehrinden üç konak mesafede ve oradan batı tarafta vakidir. Dört tarafı açıktır. Orada yaklaşık bin
tane ev vardır. Serin iklimlere özgün meyvası ve tahılı iyidir. Hacı Bektaş-ı Veli bu köyde medfun
olduğu için oranı bu büyük zatın adıyla isimlendirmişler”. Oranın ahalisi Türkçe konuşan ve
sevecen bir halktır. Hepsi Alevîler ve Şiîlerdir (Şirvânî 1974: 259; Şirvânî 1348: 127; Şirvânî 1315:
152).
Seyyah Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşîlik hakkında bilgiler veriyor. O, halk arasında dolaşan
şifahi rivayetlere ve o diyarın ahalisi arasında bulunan kitaplara isnat ederek, Hacı Bektaş’ın
sekizinci Şiî imamı Hz. İmam Ali er-Riza Aleyhisselem’ın neslinden olduğunu ve irşat şeceresinin
Şeyh Ebu Mahfûz Ma’rûf-ı Kerhî’ye vardığını belirtiyor. Şirvânî yeniçeri ocağının kurulmasında
Bektaşî tarikatının rolünden ve yeniçeriler üzerinde bu tarikatın etkisinden de bahsediyor.
Anadolu’da Bektaşîler’in çok olduğunu yazan seyyah, onları Şiî eğilimli inanca sahip bir tarikat
olarak görür, beyaz libas ve beyaz taç giydiklerine dikkat çeker, fakat Bektaşîler’in İslamiyet’in
bazı kurallarına uymadıklarını da ifade eder. Onun müşahede ettiğine göre, Bektaşî tarikatı
mensupları Anadolu’nun tüm bölgelerine, Rumeli’ye, Rum adalarına, Şam, Mısır, Diyar-ı Rabia,
Irak-ı Arap ve Diyarbekir vilayetlerine yayılmışlardı. Şirvânî, Osmanlı sultanlarının kendi
memleketlerinin her tarafında onların rahatlığı için gönül okşayan tekkeler yaptırdıklarını, devlet
emirlerinin ve hâkimlerinin o taife için iyi hâne-gâhlar kurduklarını ve onların yaşaması için çokca
vakıflar bağışladıklarını belirtiyor. Seyyaha göre, Bektaşîler “gayet hoşluk ve asayiş içinde ömür
sürüyorlar ve misafirlere, fakirlere ve miskinlere rahatlık bahşediyorlar”. Müellif, Bektaşîler
arasında mevcut olan bazı âdet ve inançlardan da bahsediyor (Şirvânî 1974: 259-262; Şirvânî 1348:
127-128).
Bitlis – Ahlat’tan altı fersah batıda, dağlar arasında 5 bin taş evden ibaret hoş bir şehirdır.
Dağ başında metin bir kaleye sahiptir. Şehrin içinden nehir akıyor. Her evin güzel bahçesi vardır.
6
Ahalisi Hanefî ve Şafiîler’dir. Az sayıda Ermeniler de vardır. Seyyah oranın ünlülerinden yalnız
Şeyh Ammar’ın ismini zikretmiştir (Şirvânî 1339: 111-112, Şirvânî 1348: 154).
Buldur – Seyyah oranın adınının Türkçe “bulmak” kelimesinden yarandığını yazıyor. Ona
göre, Buldur şehire benzeyen güzel bir kasabadır ve orada üç dört bin ev vardır. Burası İlâhî
nimetlerle zengin olan bir yerdir, umumen halkı cemal sahibi ve hâl ehlidir. Suyu tatlı ve havası
iyidir. Tepeler arasında vakidir ve ön tarafı açıktır. Hoş bağları ve büstanları vardır (Şirvânî 1974:
181; Şirvânî 1348: 125; Şirvânî 1315: 165).
Buldur hâkimi İbrahim Ağa, Şirvânî’nin kendi seyahatnamelerinde en çok yer verdiği
kişilerden biridir. O, memleket işlerini bilen, raiyetin hâlinden haberdar, maddî ve manevî kâmillik
ziynetiyle süslenmiş, zulüm ve cevirden uzak bir adamdı. Ulemâ ve fukara fırkalarına çok saygı
duyardı. Edebiyatı ve Arapçayı iyi bilirdi ve ta’bîr (rüyaları yorumlama) ilminde zamanın vahidiydi.
Seyyahın istedği üzerine İbrahim Ağa rüya yorumlanması konusunda onunla uzun uzun sohpetler
yapmış ve Şirvânî onun bu konuşmalarını kaleme alıp, kendi seyahatnamesine dahil etmiştir.
İbrahim Ağa’nın 75 sayfadan oluşan bu açıklamaları neredeyse bir risale teşkil edecek hacimdedir
(Şirvânî 1974: 181-256).
Süleyman Ağa bilgili bir kişiydi ve sohpeti yüreğe hoştu. Yaşı yetmişten fazla olmasına
rağmen, otuz yaşında gibi görünürdü. Bir gün seyyah ondan böyle genç görünmesinin sırrını sormuş
ve Süleyman Ağa dünyanın dert ve gam yükünü üzerinden attığı için genç göründüğünü söylemişti
(Şirvânî 1974: 256-257; Şirvânî 1348: 125-126).
Abdurrahim Efendi – “Payesi yüce olan bir âlim ve ercüment bir fazıldı. Maddî ve manevî
faziletler bakımından herkesten öne geçmişti. Zevk, vicdan, ilim ve irfanda o diyarda çok az kimse
ona beraber olabilirdi. Asrın ariflerinin ve devrin fakirlerinin ekseriyle sohpet etmişti ve onlara
muhabbet ve münasebet bayrağını ihlas semasına yükseltmişti”. Hacı Zeynel Abidin birkaç kez
onunla dinî, irfanî konularda sohpet etmiş, seyyahın sorusu üzerine Abdurrahim Efendi şeriat,
tarikat ve hakikat meselelerine dair fikirlerini açıklamıştı (Şirvânî 1974: 258-259; Şirvânî 1348:
126-127).
Bursa – “Sefası bol olan bir şehir, suyu ve havası hoş olan bir kenttir... Toprağı sevinç
getirir, zemini güzellik yetirir. Burası İstanbul’dan üç konak uzaklığındadır ve 40 bin mamur evden
ibarettir. Alçak ve yüksek zemin üzerinde kuruludur. Onun güney ve batı tarafları dağlarla
çevrilidir, kuzey ve doğu samtı açıktır. İstanbul’un fethinden önce Osmanlı hükümdarlarının
başkenti Bursa’ydı. Onlar burada sağlam imaretler, müstahkem mescitler, yürek açan hâne-gâhlar,
insanın ruhunu yükselten medreseler inşa ettirmişler, iyi binalar ve rağbet doğuran bağlar
yaptırmışlar, rahatlık veren tekkeler, sevinçle süslenmiş mekanlar tertip ettirmişler ve pakize
hamamlar kurdurmuşlar”. Seyyah Bursa’nın mahsüllerinin, serin iklimlere özgün meyvalarının çok
iyi olduğundan, orada çok sayıda çeşmelerin aktığından, güney taraftan şehire birleşik yüksek bir
7
dağın bulunduğundan, o dağda çokca çeşmelerin, yeşilliklerin, meyva ağaçlarının, çeşitli çiçeklerin
varlığından söz ediyor. Daha sonra Bursa ahalisinden bahseden müellif oranın insanlarının fakir-
perver, garip-nevaz ve güzel huylu olduklarını yazıyor. Onun hatıralarına esasen, Bursa ahalisinin
çoğunu Hanefîler teşkil etseler de, burada Hristiyanlar, Alevîler, Yahudiler, Şafiîler, az sayıda İsnâ-
Aşeriyye Şiîleri de vardı. Seyyah “kemal erbâbından, hâl ehlinden, hüsnü cemal ve cahü celal
sahiplerinden orada çok adam gördüğünü ve onlarla konuştuğunu” ifade ediyor (Şirvânî 1974: 162;
Şirvânî 1348: 123-124; Şirvânî 1315: 138).
Bunların birincisi din adamı Emin Efendi’dir. Seyyah bu zatın “güzel vasıflarla ve seçkin
ahlakla süslenmiş, insanî özelliklerle ve nefsanî faziletlerle bezenmiş” bir adam olduğuna,
“mürüvvet, fütüvvet ve muhabbette zamanın vahidi” olduğuna vurgu yapıyor, onun doksan yaşa
vardığını ve ömrünün tamamını riyazetle geçirdiğini, “inziva köşesinde kanaat bayrağını müsâbirat
(sabır) semasına yükselttiğini” yazıyor. Hacı Zeynel Abidin birkaç kez onunla konuştuğunu, bu
sohpetlerden zevk aldığını ifade eder ve seyahatnamesinde Emin Efendi’nin dinî konularda
söylediği bazı meseleleri anlatır (Şirvânî 1974: 162-179; Şirvânî 1348: 124).
Seyyahın Bursa’da tanışdığı diğer bir adam yeniçeri ağalarından Mehmed Ağa’dır. Şirvânî
onun güzel huylu ve ahlaklı bir kişi olduğunu belirtiyor. O, yeniçeri ağası olmakla beraber, ticaretle
de uğraşıyordu. Mehmed Ağa “din büyüklerinin ve derin bilgiye sahip ariflerin huzurunda
bulunmuş, dünyayı görmüş, rûzgârın sıcağını ve soğuğunu kendi üzerinde hissetmiş, çeşitli
taifelerden olan adamlarla oturup kalkmış, insanî kâmilliklerin ziynetiyle süslenmiş bir kişiydi”. O,
Şirvânî’ye çok ülfet ve iltifat göstermiştir. Sık sık bu kelamı söylüyormuş: “Ne mutlu o adamın
hâline ki, kendi ahlakını düzeltmek için çalışıyor ve kendi gözlerini diğerlerinin ayıplarını
görmekten sakındırıyor” (Şirvânî 1974: 179; Şirvânî 1348: 124).
Rakıp Paşa – “Hünkar’ın (Osmanlı Sultanının – N.M.) şanı büyük emirlerindendi.
İnsanlığına ve faziletlerine göre Kayser’in ekser vezirlerinden üstündü. Doğru düşünceye, metin
zekaya, aydın fikire sahipti”. O, bilginleri ve fazılları canü gönülden sever, onlara ikram ve ihtiram
gösterirdi. Bir defasında Rakıp Paşa, Şirvânî’den bir Kur’an-ı Kerim ayetinin manasını sormuş,
seyyah ayetin hem zahirî, hem de batınî anlamını açıklamış, cevap paşanın hoşuna gitmiş ve o,
seyyaha bunun mukabilinde üç adet eser, o sıradan meşhur tarih kitaplarından olan “Ravzatu’s-
safâ”nın yedi cildini hediye etmişti (Şirvânî 1974: 179-180; Şirvânî 1348: 124-125).
Seyyahın Bursa’da buluştuğu şair Galip Efendi “hem cemala, hem de kemala sahip bir
gençti. Amelleri güzel ve huyları beğenilendi. Kendi vaktini şiire ve şairliğe sarfederdi. Fakirlerin
sohpetine rağbeti vardı ve ariflerle aynı mecliste olmaktan hoşlanırdı. Çok sayıda Türkçe şiirler
söylemiştir. Gerçekten, o, bu dilde (Türkçe – N.M.) fikir miskabine mana incisi delmişti”. Ama,
maalesef, seyyah onun şiirlerinden hiçbir örnek sunmamıştır (Şirvânî 1974: 180).
8
Darende – “Güzel bir kasabadır. Dağlar arasında vakidir. Ama ön tarafı tamamen açıktır.
Burası Elbistan’ın kuzeyinde ve Sivas şehrinin güneyinde yer almaktadır... Yaklaşık 3 bin mamur
evden oluşuyor. Serin iklimlere ait meyva çeşitleri boldur. Orada iyi bağlar vardır ve her bağda
rağbet doğuran bir imaret bulunmaktadır. Kenarından Aksu isimli bir nehir akıyor. Gerçi ziraatı çok
değil, ama orada her ne hasıl olunuyorsa iyidir. Şehrin doğu tarafında Huda-Aferin isimli gayet
metin bir kale vardır. Darende halkı hekim huylu ve derviş üslupludur. Orada çok bilginler
görmüşüm” (Şirvânî 1974: 345; Şirvânî 1348: 243; Şirvânî 1315: 278).
O sıralarda Darende hâkimi Mustafa Bey ibn İbrahim Paşa isimli bir şahıstı. Seyyah onu
adaletli, comert ve fazıl birisi olarak hatırlıyor ve onun hükümet işlerinden zaman bularak, fazilet ve
kemal sahipleri ile sohpet ettiğini, zengin bir kütüphaneye sahip olduğunu yazıyor. Seyyah onunla
tasavvuf konusunda bir sohpet yapmıştır (Şirvânî 1974: 345-347; Şirvânî 1348: 243-247).
Şirvânî’nin Darende’de buluştuğu diğer bir ünlü şahıs Muhsin Efendi’dir. O, fazıl ve bilgin
bir adamdı, Hanefî’ydi ve kendi mezhebinin taassubunu çekerdi. Şiî olan Hacı Zeynel Abidin
Şirvânî ile aralarında mezhep tartışması olmuş ve bu konuşmaları müellif kendi eserine dahil
etmiştir (Şirvânî 1974: 347-351).
Seyyahın Darende’de iki üç ay müddetince evinde kaldığı kişi Nureddin Efendi’dir. Yazar
onu derviş huylu, iyi itikatlı birisi olarak takdim ediyor ve onun insanî faziletler ve manevî
kâmillikler bakımından diğerlerinden üstün olduğunun altını çiziyor. Son derece konuksever olan
bu adam Şirvânî’ye çok büyük bir saygıyla yaklaşmış ve evinde kaldığı sürece onun şahsî hayatına,
mezhebine vs. dair seyyahı rahatsız edebilecek hiçbir soru sormamıştır. Sonunda seyyah bunun
sebebini merak etmiş ve cevabında Nureddin Efendi şöyle demişti: “Fütüvvet ve mürüvvet
mezhebinde misafire soru sormak ve onun aziz kalbini soru yarasıyla azarlamak reva değildir. Ev
sahibinin vazifesi garipleri incitmek değildir, onlara mihmandarlık yapmaktır” (Şirvânî 1974: 351).
Denizli – Seyyah, Denizli’nin isminin Türkçe “deniz” kelimesinden kaynaklandığını, orada
su ve çeşmelerin çok olması yüzünden boyle adlandırıldığını kaydediyor, şehir halkının esas
itibariyle Hanefîler olduğunu, fakat orada az sayıda İsevîler’in de bulunduğunu, bazı etraf köylerde
Alevîler’in yaşadıklarını belirtiyor. O, iki ay boyunca kaldığı Denizli’yi şöyle anlatıyor: “Burası
şehire benzer çok iyi bir kasabadır. Gönüllere gayet hoş gelen ve rağbet doğuran bir yerdir. Suyu
boldur ve mülayimdir. Havası uygun ve serinliğe meyillidir. Orada yaklaşık 10 bin ev vardır.
İmaretleri gayet iyidir. Her evin bahçesinde bir akarsu kaynıyor ve her sokakta bir nehir akıyor.
Oranın evlerinin her birinde gönül açan bir bağ ve ruh yükselten bir büstan bulunmaktadır. Meyva o
kadar boldur ki, orada onu alıp satmak adet değildir. Gerçekten, oranın dilberleri ay şekilli,
erkekleri ise iyi huylu, garip-perver, bilgili ve derviş hasletlidirler. Ben fakir bir müddet orada
bulundum ve kültürlü şahıslarla sohpet ettim” (Şirvânî 1974: 264; Şirvânî 1348: 247-248; Şirvânî
1315: 186).
9
“Osman Bey o diyarın hâkimiydi. Adaletli bir emirdi. Zenginliğin ve servetin bolluğu,
azametin çokluğu bakımından az sayıda adam ona beraber olabilirdi”. Seyyah, Osman Bey’i
maneviyatı zengin, kalbi saf, yüreği geniş birisi olarak hatırlar ve onun bilginlere, fazıllara ve
ariflere saygı gösterdiğini belirtir. Osman Bey resmî ve edebî bilimleri öğrenmesinin yanı sıra
İslamî fırkalara ait bir çok kitabı da okumuştu. Seyyah onun Şiîliğe meylettiğini, hatta bu mezhebi
kabullendiğini yazıyor ve bununla ilgili aralarında geçen diyalogu aktarıyor (Şirvânî 1974: 264-266;
Şirvânî 1348: 248-249).
Abdurrahman Efendi – Denizli müftüsü görevinde bulunan bu zatı Hacı Zeynel Abidin
Şirvânî “fazilet alâmetli bir âlim” olarak anıyor ve onun “zihinde ve zekada, sıdkü safada her
kesden önde bulunduğunu”, “aklî ve naklî ilimleri iyi bildiğini ve hikmet bilimlerinde üstün
olduğunu” belirtiyor. Seyyah onunla insan ve onun çevresindeki canlı ve cansız âlemin özellikleri
hakkında bilimsel konularda sohpet etmiş ve müftünün açıklamalarına kendi eserlerinde yer
vermiştir (Şirvânî 1974: 266-272).
Mustafa Efendi – seyyah onu “azade ve köşenişin bir kişi”, fukaranın ve urefânın önderi
olarak değerlendiriyor, tasavvufî bir yaşam sürdüğünü ve tovhid iliminde yegane olduğunu
gösteriyor. “Sohpeti yürek açan, meclisi ruk yükselten kişiydi ve gariplere nevaziş göstermekte
müstesna birisiydi”. Zeynel Abidin onun çeşitli bilimsel konularda ve hikmet hakkında yaptığı
konuşmaları kaleme almıştır. Bu kayıtlardan biz Mustafa Efendi’nin İslamî bilimlere vakıf
olmasının yanı sıra antik Yunan felsefesinden de haberdar olduğunu görüyoruz. Mesela, o, mantık
hakkında konuşurken Eski Çağ’ın Yunan bilgini Aristotelis’in ismini zikrediyor ve onun fikirlerine
yer veriyor (Şirvânî 1974: 272-285).
Efesus – Gezgin, Efesus’un bulunduğu Kilikya bölgesinin sert dağlardan ve ağaçla dolu
ormanlardan oluştuğunu, bu bölgede Efesus’la beraber Adana, Elbistan, Darende, Tarsus vs. gibi
şehirlerin bulunduğunu ve oranın Dulkadır, Baharlu, Türkman, Kacar, Afşar gibi Türk oymaklarının
ve bazı Kürt aşiretlerinin meskeni olduğunu yazıyor. “Efesus eskiden önemli bir şehir olsa da,
sonralar tahrip olmuştur. Şimdi orada yaklaşık 500 tane ev vardır. Suyu ve havası gayet iyidir”.
Seyyah Efesus’tan bahsederken Eshâb-ı Kehf mağarasından da geniş şekilde söz etmiştir. O, Eshâb-
ı Kehf mağarasının bazı diğer yerlerde de bulunduğuna dair rivayetlerin mevcutluğunu duymuştur2,
fakat Eshâb-ı Kehf mağarasının Efesus’ta olması Rum ehlinin arasında meşhurdur. “Bu mağara
Efesus kentinin bir fersah uzaklığındadır. Osmanlı sultanları onun etrafında misafirlerin rahatlığı
için evler ve hücreler kurdurmuşlar, hâne-gâh ve medrese inşa ettirmişler, yolcuların yiyeceklerini
ve içeceklerini temin etmek için oraya çokca vakıflar bağışlamışlar, bu ziyaretgâha mütevelli ve
hizmetçiler tayin etmişler”. Seyyah Eshâb-ı Kehf’le ilgili birkaç rivayeti kendi eserine dahil etmiştir
(Şirvânî 1974: 333-345; Şirvânî 1348: 94; Şirvânî 1315: 156).
2 Bu rivayetlerden biri de Eshâb-ı Kehf mağarasının Azerbaycan’ın Nahçıvan bölgesinde bulunmasıyla ilgilidir.
10
Ekin (veya Egin) – Seyyah bu kasabanın Fırat nehri kenarında, Erzincan’dan beş konak
batıda bulunduğunu, yüksek dağlarla çevrelendiğini, orada ziraatın pek gelişmediğini, ama insan
yaşamı için normal bir yer olduğunu yazıyor. Kasaba dağınık şekilde yerleşmiş iki üç bin evden
ibarettir. Her evin bahçesi vardır. Ahalisi esas itibariyle ticaretle uğraşıyor ve marifet sahibirler. O
diyarın sakinleri Hanefî mezhebindendirler, bir kısmı ise İsevî’dirler. Orada çok sayıda varlıklı ve
zengin kişiler yaşamaktadır. Daha sonra seyyah o diyarın biri Hristiyan ve diğeri Müslüman
olmakla iki ünlü şahsiyeti hakkında bilgi veriyor3.
O, şehrin Hristiyan meşhurlarından olan Hoca Abnus’u zahirî ilimlerden ve resmî
bilimlerden haberdar bir adam gibi değerlendiriyor, fakat onun ihtiyar birisi olmasına rağmen,
yaşına uygun olmayan işlerle uğraştığını, kadınlara düşkün olduğunu belirtiyor. Bir defasında Hoca
Abnus çok sayıda güzel kadınların da bulunduğu bir meclis tertip etmiş, Hacı Zeynel Abidin’i de
oraya davet etmiş, ona bu meclisin cennet, bu kadınların ise huri ve peri olduğunu anlatmıştı. Bunun
cevabında seyyah, İslam Peygamberinin bir hedisine dayanarak, “bu dünyanın müminler için
zından, kafirler için cennet olduğunu” söylemişti.
Bölgenin Müslüman ünlülerinden Mustafa Ağa ile münasebetlerinden bahseden Şirvânî,
onunla birlikte Erzincan’dan Ekin’e kadar sefer ettiğini gösteriyor. Seyyah, Mustafa Ağa’nın bilgin
ve ahlaklı bir adam olduğunu, onunla Yunan filozoflarının ve İslam âlimlerinin eserleri esasında
insan faziletleri hakkında sohpet ettiğini yazıyor (Şirvânî 1974: 135-139; Şirvânî 1348: 74-77;
Şirvânî 1315: 108).
Elbistan – “Bundan önce muazzam bir şehirdi. Fakat zaman geçtikçe harap olmuştur. Şimdi
2 bin evden oluşan bir kasabadır. Havası soğuğa meyillidir. Suyu iyidir. Efesus şehrinin bir konak
uzaklığındadır. Bağları azdır, lakin hububatı boldur. Burası düz zemin üzerinde kurulmuştur ve
etrafı açıktır. Ama güney tarafının yakınında bir dağ bulunmaktadır. İnsanları misafirperver ve
cazibelidirler, ama umumen kötülükten de yoksun değiller. Müverrihlerin kitaplarında ismi geçen
Seyhan (Ceyhan) nehri bu diyarın yarım fersahlığından akıyor. Suyu gayet tatlı ve münasiptir. Bu
nehrin kaynağı da o vilayettedir...” (Şirvânî 1974: 345; Şirvânî 1348: 94; Şirvânî 1315: 41).
Erciş – Ahlat’tan üç konak mesafede bir kasabadır. Havası soğuk, suyu ise hoştur. Kasaba
halkı Türk olsa da, etraf köylerin ahalisi Kürttür (Şirvânî 1348: 54; Şirvânî 1315: 69).
Erzincan – Seyyah “gönül okşayan bir şehir ve ruha rahatlık veren bir kent” olarak
vasfettiği Erzincan şehrinin ovanın ortasında vaki olduğunu ve bu ovanın dört tarafının yüksek
dağlarla çevrildiğini yazıyor. Şirvânî her taraftan uzunluğu yaklaşık üç fersah olan bu ovada, şehir
etrafında güzel köylerin de olduğunu kaydediyor. Şehirde ve köylerde akarsular bulunmaktadır.
Erzincan’ın yaklaşık 10 bin evden oluştuğundan, orada taştan yapılmış bir kalenin, debdebeli
pazarların, dükkanların, seçkin kervansarayların, imtiyaz sahibi olan tekkelerin varlığından söz
3 Ekin şehrinin şimdiki ismi Kemaliye’dir (Tuğlacı 1985: 112).
11
ediyor. Tahılı ucuz, serin iklimlere özgün meyvası bol, suyu tatlı, havası güzel, toprağı sevinç
getiren, “insanları muhabbet-âmîz, umumen hüsnü cemal sahibi, muhlis, hâl ehli ve kemal
erbâbıdırlar”. Şehrin ve onun etrafındakı ovada bulunan köylerin sakinleri Hanefî
mezhebindendirler, fakat dağ köylerinin ahalisi Alevîler’dir. “Gerçekten, Erzincan cennet misalli
bir şehir ve şanı yüce olan bir medinedir”. Erzurum’dan başlayan Fırat nehri Erzincan’ın bir fersah
kenarından akıyor (Şirvânî 1974: 134-135; Şirvânî 1348: 73-74; Şirvânî 1315: 69-70).
Erzurum – “Büyük bir şehir ve eski bir kenttir. Havası soğuktur ve suyu yüreğin istediği
gibidir. Yaklaşık 15 bin mamur evden ve kusursuz imaretlerden ibarettir. Tahili boldur. Bağları o
kadar da çok değildir. Halkı Türkçe konuşan, sevecen, Hanefî mezhepli ve edeplidirler. Ahalisi
içinde Hristiyanlar da vardır, az sayıda Şiîler ve Galîlier (Alevîler – N.M.) de bulunmaktadırlar.
Orada âli mescitler, yüce hâne-gâhlar, kapalı çarşılar ve mükellef dükkanlar mevcuttur. Oranın
pazar ekmeği çok iyidir”. Seyyah Erzurum’un tarihî anıtları içinde kümbedi yıkılmış eski bir
kiliseden ve Kabe’ye benzer şekilde inşa edilmiş bir camiden bahsediyor (Şirvânî 1974: 160;
Şirvânî 1348: 93; Şirvânî 1315: 69).
Gürküp (Ürgüp) – Hacıbektaş’ın iki konaklığındadır. “Yüreğe rahatlık veren ve sevinç
getiren bir kasabadır. 2 bin evden oluşmaktadır ve bu evlerin hepsi taştan yapılmıştır. Burası dağlar
arasında vakidir. Alçak ve yüksek zemin üzerinde kurulduğu için görenlerin nazarına gayet iyi ve
güzel görünüyor”. Suyu bol, havası iyidir. Orada mülayim iklim şartlarında yetişen meyva çeşitleri
vardır. Fakat seyyah oranın armut çeşitlerinin daha seçkin olduğunu hatırlatıyor (Şirvânî 1974: 331;
Şirvânî 1348: 457-458; Şirvânî 1315: 482).
Güzelhisar – Seyyah bu şehrin her bakımdan gönül okşayan olduğu için böyle
isimlendirildiğini ve Aydın beladından olduğunu yazıyor. Aydın mülkü bir kaç belde ve kasabadan
ibarettir. O diyarın havası esas itibariyle mülayim ve uygundur. Narınç, turunç, zeytin gibi
suptropik mahsüller orada boldur. Sert iklimlerde yetişen meyvalar da sayısızdır. Şirvânî bu diyarın
şaşılacak derecede bakımlı ve mamur bir vaziyette olduğunu, her tarafında bağların, büstanların ve
ziraat alanlarının bulunduğunu, her 500 veya 1000 adımdan bir akarsuyun mevcut olduğunu haber
veriyor. Müellifi şaşırtan durumlardan biri de budur ki, o diyarın bağlarının ve büstanlarının
çevresinde duvarlar bulunmamaktadır. Güzelhisar şehri bu diyarın merkezidir ve 15 bin mamur
evden oluşmaktadır. Orada yedi ülkenin ürünlerini ve kumaşlarını bol bol bulmak mümkündür.
Halkı iyiliksever ve garip-perverdir. Devlet erbâbı ve servet eshâbı, hüsnü cemal ve hâlü kemal
sahipleri orada hadden ziyadedir (Şirvânî 1974: 329-330; Şirvânî 1348: 113,457; Şirvânî 1315:
59,508).
Şirvânî Güzelhisar ehlinden Mahmud Ağa isimli bir şahıstan bahsediyor. O, dünya görmüş,
cihanı gezmiş ve dönemin sıcağını ve soğuğunu kendi üzerinde hissetmiş, sonunda kendi evinde
oturup, rahat bir hayat sürmeğe başlamıştı. Onun Güzelhisar’da bir hamamı vardı ve onu
12
işletiyordu. Fakat o, seyyahla sohpetinde eski günlerini özlediğini ifade etmişti (Şirvânî 1974: 330-
331).
Hakkari – Küçük bir şehirdir. O bölgede sert dağlar ve ağaçla dolu ormanlar var. “O diyarın
hâkimleri Abbasiler Hanedanından olduklarını iddia ediyorlar”. Şirvânî Hakkari’de olduğu zaman
oranın hâkimi Mustafa Bey idi. Seyyah onun “bazi beğenilen özelliklere sahip olduğunu” ifade
etmiştir (Şirvânî 1348: 550).
Harput – “Şehire benzer bir kasabadır ve gönüle hoş gelen bir mekandır. Burası Amid’in üç
konaklığında ve onun kuzey tarafındadır. Bu kasabanın kuzey tarafında dağ vardır ve diğer tarafları
açıktır. Suyu lezzetli, havası münasiptir, toprağı bol meyva yetiştiriyor. Bu bölgede akarsu bol,
köyler çoktur. Orada yaklaşık 100 tane köy vardır. Köylerinin hepsine iyi bağlar ve büstanlar
bulunuyor. Harput kasabası yürek açan iki üç bin evden ibarettir ve bu kasaba bir dağın eteğinde
vakidir... O diyarın eni ve uzunu tahminen 20 fersahtır ve tamamı mamur ve gönül okşayandır”.
Ahalisi Hanefî mezheplidir. Şirvânî Harput’ta çok iyi ve gayet büyük kelemlerin yetiştirildiğine
dikkat çekiyor ve kendisinin Tebriz vezniyle 5 men (batman)4 ağırlığında olan bir kelem gördüğünü
ifade ediyor (Şirvânî 1974: 361-362; Şirvânî 1348: 216-217; Şirvânî 1315: 230).
İnegöl – İstanbul’un dört konak uzağında, ovada yerleşik bir kasabadır, etrafı genişliktir ve
güzelliklerle doludur. Bağları gönül okşuyor. İki üç bin mamur evden oluşmaktadır. Meyvası
boldur. Ahalisi rint meşreplidir. Çoğunluğu Hanefîler’dir, fakat az sayıda İsevîler ve Alevîler de
vardır (Şirvânî 1974: 145; Şirvânî 1348: 84; Şirvânî 1315: 124).
Seyyah İnegöl’ün yöneticisi olan Rıdvan Paşa’dan da söz etmiştir. O, Rıdvan Paşa’yı
“saygıdeğer bir emir” adlandırıyor ve yazıyor: “Devletinin bolluğu ve servetinin çokluğu ile
diğerlerinden üstündü. O şehriyarın aslı Horasan’dandı ve onun ecdadı Osman Bey’in (Osmanlı
Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin – N.M.) hizmetine girmek için Rum’a gelmişlerdi. Sülalece o
diyarın (İnegöl’ün – N.M.) yönetimiyle meşgul olmuşlar. Pıdvan Paşa fakirlere nevaziş gösteren ve
zalimleri cezalandıran bir emirdi. Cahillerin ve şerefsizlerin sohpetinden sakınırdı. Makul bir ömür
sürüyordu ve hayatının tamamını hükümet işlerine adamıştı. Ariflerin sohpetine meylederdi. Devlet
yönetiminde kâmil, âlim, memur, bilgin ve erdemli bir adamdı... Günahlardan çok sakınırdı, zulüm
ve cevirden uzak durardı”. Rıdvan Paşa ibadete az zaman ayırmasına rağmen, İslam felsefesini iyi
bilirdi. O, bir defa Şirvânî ile konuşmasında İslamî açıdan 50 zahirî ve 50 batınî günahı teker teker
saymış ve onlar hakkında bilgi vermişti (Şirvânî 1974: 145-160; Şirvânî 1348: 84-93).
İsparta – “İyi bir şehir ve beğenilen bir mekandır. Düz zemin üzerinde kuruludur ve dört
tarafı açıklıktır”. Şirvânî bu şehrin 6 bin evden oluştuğuna, oranın insanlarının güzel huylu ve
Hanefî mezhepli olduğuna, ayrıca, şehirde Hristiyanlar’ın da yaşadığına dair bilgi vermiş, İsparta’da
4 1 Tebriz meni yaklaşık 3 kiloya beraberdir.
13
iyi meyva bağlarının bulunduğuna dikkat çekmiştir (Şirvânî 1974: 160; Şirvânî 1348: 94; Şirvânî
1315: 73).
İzmir – Şirvânî seyahantamelerinde “Ak Deniz kenarında yerleşen büyük bir liman ve geniş
bir şehir” diye yer alır. “Frenk samtına doğru bulunduğu için oranın ahalisinin çoğunluğu
İsevîler’dir. Bu yüzden Rum ehli oraya “Gavur İzmir” diyor. Orada tahminen 20 bin ev vardır.
Devlet erbâbının ve ticaret eshâbının meskenidir. Gerçekten mamur bir limandır. Burada yedi
ülkenin ürünlerini bulabilirsiniz. Özellikle de Mısır, Şam, Rum, Frenk, Magrip-zemin ve Cezair
ürünleri bir hayli boldur. O diyarın devlet ve servetinin çokluğunu, ürünlerinin bolluğunu
konuşmakla ve yazmakla tam olarak anlatmak mümkün değildir”. Şirvânî İzmir’in zenginliklerini
anlatmak için bir hikayeye yer veriyor. Bir keresinde seyyah, tanışdığı İzmir zenginlerinden birine
“bu diyarda devlet ve servet sahibi olan kaç kişi vardır?” diye sormuş, bunun cevabında İzmirli
şahıs “eğer sen varlıklı adamların sayını değil de, müflis ve fakir olan kaç kişi vardır? – diye
sorsaydın, o zaman belki cevap daha kolay olurdu” söylemişti (Şirvânî 1974: 160-161; Şirvânî
1348: 93-94; Şirvânî 1315: 72).
İznikmid – “Büyük bir liman ve eski bir şehirdir. Küstentiniyye’nin iki konaklığında
bulunmaktadır”. 12 bin evden oluşan şehir yükseklikte vakidir. Orada çok sayıda servi ağaçları,
diğer meyva veren, gölge salan ağaçlar da vardır. Ormanı ağaçla zengindir. Misafirleri çok olur.
Meyvası orta kalitede, kestanesi ise çok mumtaz ve müstesnadır. Sakinlerinin çoğunluğu
Hanefîler’dir, az miktarda İsevîler de vardır. Yaşamları kafidir. Kahvehaneleri beğenilendir. Burası
devlet erbâbının ve servet eshâbının meskenidir (Şirvânî 1974: 144; Şirvânî 1348: 83-84; Şirvânî
1315: 72).
Karahisar-ı Afyon – seyyah Anadolu’da Karahisar isimli iki şehrin olduğunu ve ilk olarak
Karahisar-ı Afyon’dan bahsedeceğini yazıyor. Bu Karahisar’da bol bol afyon üretildiği için şehrin
böyle isimlendirildiğini ve oranın “gönül okşayan bir şehir ve seçkin bir vilayet” olduğunu
belirtiyor. Şirvânî bu beldenin suyu, havası ve insanları hakkında hoş sözler kaleme almıştır. Onun
anlatımına göre, şehrin batı tarafında dağ var, diğer tarafları ise açıktır ve etrafında bağlar
bulunuyor. Seyyahın geldiği sıralarda orada her şey bolmuş. “Oranın halkı umumen güzellik
sermayesinden behrelidirler, fütüvvet ve mürüvvet meydanında başı yücedirler. Ekseri Hanefî
mezhepli olup, edepli bir toplulukturlar. Orada İsevî milletinden olanlar ve Galîler (Alevîler –
N.M.) de vardır. Oranın ahalisi muhabbetten yoksun değildir” (Şirvânî 1974: 322-323; Şirvânî
1348: 399; Şirvânî 1315: 425).
Hacı Ahmed Ağa Karahisar-ı Afyon hâkimiydi. Seyyah onu “merdane bir emir ve bilgin bir
büyük” olarak hatırlıyor ve onun “yiğitlikte ve sebatta tek olduğunu” belirtiyor. Serveti bol,
cevahiratı sayısız kadardı. Anadolu’da büyük ihtiram sahibiydi. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin
soyundandı. Memleket işleriyle çok ugraşmasına rağmen, marifet ehliyle sohpet etmeğe vakit
14
buluyor ve onlara saygı gösteriyordu. O, Şirvânî’yi 11 ay boyunca yanında misafir bulundurmuş,
ona iyi bakmış ve veziri İbrahim Ağa ile onun oğlu Abdullah Ağa’yı seyyaha mihmandar tayin
etmişti. Bazı kimseler Zeynel Abidin’i emirin gözünden düşürmek isteseler de, buna muvaffak
olamamışlardı. Hacı Ahmed Ağa seyyahın orada bulunduğu sıralarda, Hicrî 1226 / Milâdî 1811
yılında vefat etmiştir (Şirvânî 1974: 323-326; Şirvânî 1348: 399).
Diğer bir Afyon sakini Hacı Ahmed Efendi “seyyah bir kişiydi ve bilgi denizinde yüzgeçti”.
Rum, Şam, Mısır, Arap vilayetlerini gezmiş, bir çok âlimler, arifler ve hekimlerle buluşmuş,
muhtelif mezhep sahiplerini görmüş, onların sohpetini dinlemiş ve sonunda bir halvet köşesine
çekilip oturmuştu. Seyyahın isteği üzerine Hacı Ahmed Efendi nasihat tarzında bir konuşma yapmış
ve seyyah onun sözlerini seyahatnameye dahil etmiştir (Şirvânî 1974: 324-326). Daha sonra seyyah,
İbrahim Ağa’nın oğlu Abdullah Ağa’nın cemalinden ve kemalinden söz ediyor (Şirvânî 1974: 327-
329; Şirvânî 1348: 400-401).
Karahisar-ı Zac – Çokca zac (demir sülfat) madenleri bulunduğu için böyle
isimlendirilmiştir. Sivas’ın üç konak doğusundadır. Yüksek bir tepenin üzerinde vakidir ve etrafı
açıktır. Suyunun hazmı kolay, havası ilkbahar aylarında çok güzeldir. Her taraftan bakıldığında
şehrin etrafında, yaklaşık bir fersah uzakta yüce dağlar bulunuyor. Şehirde 2 bin ev vardır. Ahalisi
Türktür. Serin iklimlere özgün meyvası ve tahılı iyidir. Seyyah iki üç gün burada kalmıştır (Şirvânî
1974: 329; Şirvânî 1348: 401; Şirvânî 1315: 427).
Kars – Azerbaycan’dan Erzurum’a giden yolun üzerindedir. Ahalisi mürüvvetli, fütüvvetli
ve misafirperverdir (Şirvânî 1348: 378).
Kayseri – Rum’un meşhur şehirlerinden biridir. Erciyes (Ercasp) dağının eteğinde
bulunmaktadır ve şehrin diğer üç tarafı açıktır. Selçuklu Alâuddin Keykubad burada üzerine
mermer taşları çekilmiş olan sağlam imaretler inşa ettirmiştir. “Suyunun hazmı kolaydır, havası
uğurludur, toprağı insanın içine ferahlık veriyor. Oranın insanları gönüle hoştur. Türktürler.
Çoğunluğu Hanefî mezheplidir. Az sayıda İsevî meşrebinden ve Musevî milletinden de adamlar
vardır. Galîler’in (Alevîler’in – N.M.) sayısı gayet azdır. 15 bin mamur evden oluşmaktadır”.
Şirvânî Kayseri’de meyva çeşitlerinin bol olduğunu, o diyarda büstanların çok bulunduğunu
yazıyor. Onun sözlerine göre, Kayseri’de Hz. Ali Aleyhisselam’ın oğlu Muhammed Hanife’ye
mensup bir makam vakidir. Daha sonra müellif, “Mucemu’l-buldân” isimli esere isnat ederek, Eski
Çağ’ın Yunan bilgini Belinas Hekim’in kayser için Kayseri’de bir çırakla ısınan hamam yaptırdığını
yazıyor. O, Kayseri’den Şeyh Davud ve Siraceddin gibi bilgin şahısların çıktığını kaydediyor
(Şirvânî 1974: 322; Şirvânî 1348: 398-399; Şirvânî 1315: 453). Ama seyyahın ahali sayısında yine
abartıya yol verdiğinin şahidi oluyoruz. 1831 yılına dair müfredat defteri Kayseri şehrinin tahmini
nüfusunun 26250 kişi olduğunu gösteriyor (Keskin 2000: X). Böylece, Kayseri nüfusunu 15 bin
hane, yani yaklaşık 75 bin kişi olarak göteren Şirvânî şehir ahalisinin sayısını üç kat şişirmiştir.
15
Kemah – “İyi bir kasaba ve rağbet doğuran bir mekandır. Yüksek dağlar arasında vakidir ve
kuzey tarafı azacık açıktır. Fırat nehri bu kasabanın yanından akıyor. Güney tarafında büyük dağlar
vardır, orada çokca ağaçlar bulunmaktadır ve yolları korku ile dolu ve ürkütücüdür. Bu dağlarda
Ali-Allahî taifesi yaşıyor ve onlar orada emniyettedirler. Yetmiş yıldır ki onlar Hünkar’a itaat
etmiyorlar, başkaldırı ve isyanla vakitlerini geçiriyorlar. Kemah şehri eskiden muazzam bir yerdi.
Fakat zaman ileriledikçe tahrip olmuştur. Şimdi orada yaklaşık 1500 tane ev vardır. Suyu ve havası
iyidir. Şehir ahalisi Hanefî mezheplidir, hoş meşrepli bir fırka ve edepli bir toplulukturlar. O diyarın
hâkimi âdil, comert, misafirperverdi ve insanlık şivesinde mümtazdı” (Şirvânî 1974: 331-332;
Şirvânî 1348: 458; Şirvânî 1315: 469).
Konya – Karaman vilayetinde bulunmaktadır, büyük ve eski bir şehirdir, güzel bir yerdir.
Suyu mülayim, havası serinliğe maildir, toprağı iyidir. “Eskiden gayet büyüktü ve başkentti... Şimdi
orada yaklaşık 15 bin tane ev vardır”5. Seyyah Konya’da çok iyi meyva çeşitlerinin bulunduğuna
tanıklık ediyor. O, şehrin düz zemin üzerinde yerleştiğini, dört tarafının açık olduğunu, fakat onun
batı tarafında, şehirden bir fersah uzaklıkta bir dağın bulunduğunu yazıyor. Seyyahın belirttiğine
göre, Selçuklu Sultan Kılıç Arslan orada sağlam bir taş kale yaptırmış ve bu kalede kendisinin
yaşaması için büyük bir eyvan inşa ettirmiştir. Onun bu işlerini sonralar Sultan Alâuddin Keykubad
devam ettirmiş, kalenin onarımını tamamlamış, kale duvarlarının uzunluğunu 10 bin adıma
ulaştırmış, kale etrafında derin hendek kazdırmış, iyi imaretler yaptırmış ve kale istihkamını
güçlendirmiştir. Seyyah o diyarda çok sayıda yüksek camiler, yüce medreseler, iyi hâne-gâhlar,
rağbetli imaretler gördüğünü ifade ediyor. Şirvânî, Konya şehrinin güneybatı samtında, şehirden
yarım fersah uzaklıkta güzel bağlardan oluşan Meram isimli bir bölgenin bulunduğunu ve onun
çevresinin beş fersah uzandığını yazıyor. Seyyahın belirttiğine göre, bu yerden İsfahan’dan akan
Zayende-rud nehri kadar büyük bir nehir akmaktadır. Oradaki bağların her birinde gönül okşayan ev
bulunmaktadır. O diyarın ahalisi altı ay boyunca (sıcak aylarda) orada gönül hoşluğu ile yaşıyorlar
ve daha sonra diğer altı ayda (soğuk aylarda) ise şehirde kalıyorlar. “Oranın halkı zihin ve zeka
sahibidirler, sıdkü sefa efendisidirler. Hepsi sevecen, Türkçe konuşan, misafirperver, fakir dostu ve
vefakâr dervişlerdir. Öyle ki, oradaki evlerin 6 bini Mevlevî dervişlere ve 6 bini Bektaşî yeniçerilere
aittir. Azametli bir kavim ve bilim öğrenmeye çaba sarfeden bir toplulukturlar, şevket, maiyet,
devlet ve servet sahibi, nimet, miknet, mürüvvet ve fütuvvet efendisidirler”.
Konya’nın tarihine göz atan seyyah, Selcuklu Hanedanının bir kolunun 260 yıl boyunca
gayet câhü celal ile Konya’da hüküm sürdüğünü, bu şehrin onların başkenti olduğunu ve
Selcuklular’ın Konya’yı sadece bir siyasî merkeze değil, aynı zamanda bir kültür ve bilim
başkentine dönüştürdüklerini, âlimlere, hekimlere, ariflere, akillere son derece saygı gösterdiklerini
5 Eğer her evde ortalama 5 kişinin bulunduğunu varsayarsak, o zaman seyyahın iddiasına göre, XIX. yüzyılın ilk
çeyreğinde Konya şehir nüfusunun 75 bin olduğunu tahmin edebiliriz. Oysa ki 1838 yılına ait veriler adı geçen şehirde
toplam 30 bin insanın yaşadığını gösteriyor (Tuğlacı 1985: 218).
16
ifade ediyor. O, Alâuddin Keykubad zamanında Konya’da yaşayıp yaratmış bilginlerden bazılarının
isimlerini zikrediyor ve onların toplam sayısının 70’e vardığını belirtiyor. Seyyaha göre, İlhanlı
hükümdarı Muhammed Hudabende (Ulcaytu Han) ve babası Gazan Han zamanındaki Sultaniyye
istisna olmakla, aynı zamanda ve aynı mekanda bu kadar çok sayıda ünlü bilginin toplanmasına dair
başka bir örnek bulunmamaktadır. Şirvânî, Konya’nın “Darü’l-Marifet”, “Darü’l-İrşad” ve “Darü’l-
Müvahhidin” diye tanımlandığını ve bu ifadelerin Konya’ya gerçekten yakıştığını yazıyor (Şirvânî
1974: 301-303; Şirvânî 1348: 393-394; Şirvânî 1315: 444).
“Konya diyarından çok sayıda büyük insanlar zuhur etmişler ve orada sayısız miktarda
bilginler yaşamışlar. Eğer onların hepsini zikretmeye başlarsak, her ne kadar büyük bir defter ve
muazzam bir kitap olsa da, onlardan sadece birkaçının ehvalinin yazılmasına yetebilir”. Seyyah,
kendi eserlerinin Konya’dan bahseden kısımlarında Karaman vilayeti arazisinde doğmuş eski
Yunan bilginlerinden söz ediyor, Eflatun’un (Platon’un) mezarının Karaman vilayetinde
bulunduğunu, zaman halkının ziyaret mekanı olduğunu ve onun mezarı üzerinde âli bir kümbedin
mevcut olduğunu belirtiyor (Şirvânî 1974: 303-308).
Müellif, Konya ve civarından çıkmış Yunan bilginleri hakkında hikayetini bitirdikten sonra
tarihen bu diyarda yaşamış Türk Müslüman bilginlere dair malumat veriyor. Şeyh Bahauddin b.
Muhammed Hüseyin b. Ahmed-i Hatib, onun oğlu Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, onun oğlu Mevlânâ
Bahauddin b. Mevlânâ Celâleddin Muhammed ve Celâleddin-i Rumî’nin müridlerinden İbn Ahi
Türk (Ahi Türk’ün oğlu) adıyla tanınan Şeyh Hüsameddin Çelebi’nin, Şeyh Salaheddin-i Zerkub’un
hayat ve faaliyetlerine göz atıyor. Seyyah, Şeyh Bahauddin’den söz ederken şöyle yazıyor: “Bu
saygıdeğer zatın feyiz alametli mezarı o diyarda gayet meşhurdur, zaman ehlinin ve marifetli
kişilerin ziyaretgâhıdır”. Şirvânî, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’nin Konya’daki türbesini böyle
hatırlıyor: “Bu saygıdeğer zatın Konya vilayetindeki mezarı ve hâne-gâhı güneş gibi meşhurdur”.
Mevlevî tarikatından bahseden seyyah, bu fırkanın Anadolu, Şam, Mısır, Arap, Rumeli, Kırım
vilayetlerinde, Rum adalarında mevcut olduğunu, ahalinin her tabakası arasında yaygınlaştıgını
yazıyor, Mevlevîler’in giysileri, ritüelleri, tarikata kabul olunma şartları hakkında kısa bilgi veriyor
ve Osmanlı sultanlarının Mevlevîler’e çok büyük ihtiram gösterdiklerini, hatta bir Mevlevî tarikatı
üyesinin cinayet işlediği takdirde ona yönetim tarafından ceza verilmediğini ve onun işinin Mevlevî
şeyhlerine havale olunduğunu belirtiyor (Şirvânî 1974: 313-320; Şirvânî 1348: 397-398)6.
Konya hakkında anlatımının sonunda seyyah, Şeyh Sadreddin-i Konyevî’nin faaliyetinden
söz ediyor (Şirvânî 1974: 320-322). İlginçtir ki, seyyah Konya’dan bahsederken kendi zamanında
değil, eski dönemlerde yaşamış bilginler hakkında malumat vermeği karara almıştır.
6 Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin hayatı ve faaliyeti ile ilgilenen Hacı Zeynel Abidin Şirvânî onun hakkında değerli bir
makale yazmış ve bu makale Mevlânâ’nın “Mesnevî”sinin Hicrî 1263 / Milâdî 1847 yılında Hindistan’ın Bombay
şehrinde yayımlanmış neşrine mukaddime olarak dahil edilmiştir (Kuliyev 1964: 161-164).
17
Kütahya – “Büyük bir şehirdir. İstanbul’un yedi konaklığında vakidir. Batı tarafında dağ
vardır. Diğer tarafları açıktır. Uzununa gelişmiştir”. Seyyah Kütahya’da yaklaşık 10 bin tane ev
bulunduğunu, meyvasının ve hububatının iyi, suyunun ve havasının gayet tatlı ve serin olduğunu
yazıyor. Ahalisinin çoğunluğu Hanefî’dir, fakat İsevîler de vardır. Buranın hâkimi olan Ahmed Ağa
fakirlere ve zayıflara şefkat ve merhamet gösterirdi (Şirvânî 1974: 329; Şirvânî 1348: 456-457;
Şirvânî 1315: 470).
Maden – Malatya’dan üç konak mesafededir. “Fırat nehri üzerinde vakidir. Onun üç
tarafında dağlar vardır ve batı tarafı tamamen açıktır. Orada gümüş madeni bulunuyor, her yıl
oradan çokca gümüş çıkarılıyor ve burası bu maden yüzünden bayındırlı ve mamur bir yere
dönüşmüştür. Bu nedenle de Maden diye isimlendirilmiştir. Suyu iyi, havası beğenilendir. Bağları
azdır, ama toprağı gönül açandır. Orada iki üç bin ev bulunuyor... Ahalisi insanlıktan yoksun
değildir. Umumen misafirperverdirler. Çoğunluğu Hanefî mezheplidirler ve az kısmı İsevî
milletindendirler” (Şirvânî 1974: 362; Şirvânî 1348: 517-518; Şirvânî 1315: 564).
Malatya – Havası mülayim, suyu salimdir. Zengin bağları vardır. Fırat kenarında, nehrin
batısında bulunmaktadır. Seyyah Malatya şehrinde olmamış, onun yanından geçip gitmiştir (Şirvânî
1348: 517; Şirvânî 1315: 567).
Maraş – Seyyah bu yerin isminin “yüksek uçan güvercin” anlamında olduğunu belirtiyor7.
Büyük bir dağın eteğinde yapılmıştır. 6 bin evden oluşuyor. Her evin birer güzel bahçesi vardır. Her
tarafı yeşillik ve gül-zârdır. Seyyah gezdiği yerler arasında ilkbaharı geçirmek için Keşmir’den
sonra en iyi mekanın Maraş olduğunu yazıyor. Daha sonra Maraş’ta hüküm sürmüş
Dulkadaroğulları Hanedanı hakkında kısa bilgi veriyor (Şirvânî 1974: 646-647; Şirvânî 1348: 515-
516).
Şirvânî Maraş hâkimi Kalender Paşa’yı adaletli, şecaatli ve comert bir adam olarak
vasıflandırmış, onun her taifeye iyi davrandığını belirtmiş, paşayla nücûm ilmi hakkında yaptığı
geniş sohpetleri kendi eserine dahil etmiştir (Şirvânî 1974: 647-671; Şirvânî 1348: 516). Daha sonra
gezgin, Maraş’ta buluşup konuşduğu irfan ehlinden Muhammed Efendi ve Mahmud Efendi isimli iki
şahıstan ve onlarla yaptığı konuşmalardan söz etmiştir (Şirvânî 1974: 671-695; Şirvânî 1348: 516-
517).
Muşabad – Bitlis’in 6 fersah uzağında, dağlar arasında bulunan ve bin evden oluşan şirin
bir kasabadır. Doğu tarafı açıktır, ama batı samtında çok yüksek bir dağ vardır. Suyu çok tatlı,
havası gayet serindir. Güzel yeşillikleri ve çayırlıkları bulunmaktadır. Ahalisi Türkler ve
Kürtler’dir. Hanefî mezhebine bağlıdırlar. Seyyah orada Murad Paşa ile buluşmuştur (Şirvânî 1339:
112; Şirvânî 1348: 518).
7 Maraş isminin diğer anlamları da vardır. Konumuz dışında olduğu için burada bu meseleye yer veremiyoruz.
18
Sivas – “Muazzam bir şehir ve büyük bir vilayettir”. Düz zemin üzerinde yerleşiyor, dört
tarafı açıklıktır. Orada 12 bin ev vardır ve imaretleri gayet güzeldir. Suyu mülayim ve havası
serinliğe meyillidir. Sultan Alâuddin Keykubad tarafından Sivas’ta taştan istihkam yapılmıştır.
“Orada devlet erbâbı ve servet eshâbı çoktur ve ekser hububat ucuzdur”. Fakat havasının soğuk
olması yüzünden bağ ve büstanları azdır. Seyyah o diyarda yürek açan çarşılar, mal ile dolu
dükkanlar, metin camiler, zerrin medreseler, latif hâne-gâhlar, sevinç bahşeden kasırlar, ay yüzlü
dilberler, marifetli büyükler, halvette oturan arifler, temkinli gençler gördüğünü hatırlatır. Daha
sonra müellif Sivas’ın tarihine bir göz atıyor ve bu şehrin Danişmendiyye meliklerinin başkenti
olduğuna dikkat çekiyor (Şirvânî 1974: 285-286; Şirvânî 1348: 272; Şirvânî 1315: 313).
Seyyah Sivas’ta gördüğü bazı insanlardan söz eder. Bunlardan birincisi Hanefî mezhebinden
olan din adamı Hasan Efendi’dir. Şirvânî onun alimliğini, faziletini, konuşma yeteneğini
methediyor, fakat mezhep taassubu konusunda çok ifrata vardığını ve Ehl-i Şia’ya daima itiraz
ettiğini ve onları kötülediğini yazıyor. Kendisi Nimetullahiyye tarikatına bağlı bir Şiî olan seyyah
onunla bu konuda tartışmıştır (Şirvânî 1974: 286-295).
Seyyahın Sivas’ta muhatap olduğu diğer bir din adamı Şemseddin Efendi’dir. sûfî tarzında
yaşayan bir adamdı. “Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat merasiminde az kimse ona beraber
olabilirdi”. O, Şirvânî’ye bir hayli lütuf ve inayet göstermişti. O, seyyaha vahiy, ilham, keşif ve
feraset kavramlarının manası hakkında felsefî sorular sormuş, Şirvânî bu soruyu geniş bir biçimde
cevaplamış ve bu mükalimeyi eserine dahil etmiştir (Şirvânî 1974: 295-298; Şirvânî 1348: 272).
Hacı Zeynel Abidin Sivas hâkimi Mehmed Paşa ile de buluşma ve konuşma fırsatı
bulmuştu. O, Mehmed Paşa’yı şöyle hatırlıyor: “Zeyrek bir emir ve müdrik bir hâkimdi. Adalette,
doğrulukta, rüştte ve hakikat-perestlikte eşi ve beraberi yoktu. Manevî kâmillikler ve insanî
faziletlerle süslenmiş, kötü sıfatlardan ve rezil huylardan arınmıştı. Hükümet ve eyalet işleriyle
meşgul olmasına rağmen, ulemâ ve urefâ ile sohpet konuşmaya gönülden talip ve candan
hevesliydi. Her gece gündüz dört saat müddetince meclis kurup, bilginler ve arifler fırkasıla sohpet
ederdi. Onun iyi görünüşlü nedimleri ve marifetli müsahipleri vardı. Hâl erbâbına ve kemal
eshâbına daim gereğince saygı ve sevgi gösterirdi”. Şirvânî de Sivas’ta olduğu zaman onun
meclislerine katılmıştı. Mehmed Paşa dinî ve tasavvufî konularda seyyaha sorular sormuş ve
cevaplar almıştı (Şirvânî 1974: 298-301; Şirvânî 1348: 272).
Tokat – Şirvânî seyahatnamelerinde “ferahlık bahşeden bir şehir” olarak tarif edilir, dağlar
arasında yerleştiği, imaretlerinin alçak ve yüksek zemin üzerinde inşa edildiği, görünümünün hoş ve
kuzey tarafının tamamen açık olduğu gösterilir. “Ahalisinin çoğu Hanefî mezheplidir, az sayıda
İsevîler de vardır. Ayrıca, bazı köylerin ahalisi Ali-Allahîler’dir (Alevîler’dir – N.M.). Ahalisinin
hepsi Türkçe konuşan, merhametli ve sevecendirler, mürüvvet ve fütüvvet merasiminde zaman
ehlinden öndedirler”. Seyyaha göre, o zamanlar Tokat şehrinde 20 bin mamur ev varmış. “Meyvası
19
ve hububatı çoktur. Orada iyi bağlar ve cennete benzer büstanlar mevcuttur”. Şirvânî Tokat’ın “ay
suratlı ve güneş yüzlü dilberlerin meskeni olduğunu” yazıyor. Orada iyi mescitler, görkemli
imaretler ve güzel üsluplu hâne-gâhlar bulunuyor. O diyarın gerek devlet ve servet sahibi olan
adamları, gerekse de fakirlik ve fena erbâbı olan kimseleri mümtaz ve müstesnadırlar (Şirvânî 1974:
262; Şirvânî 1348: 171-172; Şirvânî 1315: 193). Şirvânî’den önce, XVIII. yüzyılın sonlarında
Tokat’ı ziyaret etmiş İncicyan orada 13200 Türk, 2500 Ermeni ve 300 Rum (Yunan) hanesi olmak
üzere toplam 16 bin hanenin olduğunu belirtiyor. Ama araştırmacılar bu rakamın abartılı olduğunu
düşünüyorlar (Beşirli 2005: 296)8.
Trabzon – Anadolu’nun Canik bölgesinde, Kara Deniz kıyısında 10 bin evden ibaret büyük
bir şehirdir. Dağlar ve ormanlar arasında vakidir. Havası mülayim ve suyu salimdir. Toprağı
rütubetlidir. Ahalisinin ekseriyeti Hanefî Müslümanlar’dır, bir kısmı ise Hristiyanlar’dır. Hepsi
Türkçe konuşuyorlar ve misafirperverdirler. Orada çok iyi keten üretiliyor ve ihraç ediliyor.
Trabzon’un findiği bol ve mümtazdır (Şirvânî 1348: 318).
Urfa – Zengin bağları vardır ve havası iyidir. Ahalisinin ekseri Hanefî olup, çok
misafirperverdirler. “Diyorlar ki, Nemrud-ı Merdud Hz. İbrahim’i bu şehirde ateşe atmış ve Yüce
Tanrı o hazreti ateşin zararından korumuştur. Şimdi orada bir çeşme mevcuttur. Bu çeşmenin
Allahü-Teâlâ’nın o zaman o ateşin içinden fışkırttığı çeşme olduğunu söylüyorlar” (Şirvânî 1348:
112; Şirvânî 1315: 123).
Üsküdar – Seyyah Üsküdar’ı İstanbul’un bir bölgesi olarak görüyor ve seyahatnamelerinin
İstanbul’u konu alan kısımlarında Üsküdar’a da yer veriyor. Fakat aynı zamanda Üsküdar’ın coğrafî
açıdan Anadolu’ya ait olduğunu ve onunla İstanbul’un esas kısmı arasına bir boğazın girdiğini göz
önünde bulundurarak, Anadolu şehirleri sırasında da Üsküdar’dan ayrıca olarak bahsediyor. Şirvânî
“Riyazu’s-seyahat”te yazıyor: “Üsküdar Küstentiniyye’nin bir parçasıdır. Fakat onunla
Küstentiniyye arasında deniz bulunduğu ve Anadolu samtında vaki olduğu için haber beladının
denizcileri ve seyir ülkesinin mühendisleri Üsküdar’ı Anadolu vilayetine ait ediyorlar. Burası hayli
azametli bir liman ve çok geniş bir şehirdir. O, yüksek ve alçak zemin üzerinde yapılmıştır. Onun
kuzey ve batı tarafı açıktır. Havası mülayimdir, rutubete ve serinliğe meyillidir... Orada yaklaşık 40
bin gönül okşayan ev bulunmaktadır. Oranın yiyecekleri, içecekleri ve giyecekleri çok iyidir. O
şehirde yokluk yoktur. Hatırladığım kadarıyla firavanlığın kemali içindedir. Orada devlet, servet ve
zenginlik çok boldur ve o şehirde zahmet, mühnet ve nikpet çok azdır. Ben o diyarda ardıç, çam,
servi ve çınar ağaçlarını çok görmüşüm. Bu şehirde uzunluğu bir fersah, eni yarım fersah olan bir
mezarlık vardır. Oradaki her bir mezarın yanıbaşında bir serv ağacı bitmiş ve başını feleklere doğru
8 Şirvânî 1810’lu yıllarda şehir ahalisinin 20 bin hane, yani 100 bin kişi olduğunu iddia ederken, 1838’de Tokat’ta
olmuş Moltke burada 30-40 bin insanın yaşadığını belirtmiştir. XIX. asrın ilk yarısına ait muhtelif yabancı kaynaklarda
Tokat’ın ahalisi 20 bin, 40 bin, 50 bin, 60 bin, ve hatta 92500 kişi gösterilmiştir. Ama 1834 yılına ait resmî bir belgede
Tokat ve nahiyelerinin erkek nüfusunun 14090 olduğu kaydedilimiştir (Beşirli 2005: 298). Her halde Şirvânî’nin
önerdiği rakamın gerçek nüfus sayısından hayli çok olduğunu söyleyebiliriz.
20
yükseltmiştir. Mezarlar üzerinde nergis çiçekleri açmıştır. Hakikaten de ben böyle seyranlık olan bir
yer görmemişimdir. Üsküdar’ın güzellikleri çoktur” (Şirvânî 1974: 161).
Seyyahın burada hakkında bahsettiği mezarlık Üsküdar’daki Karaca Ahmed mezarlığı
olmalıdır. Şirvânî İstanbul’da 200 bin evin bulunduğunu ve bunların 40 bininin Üsküdar’da
yerleştiğini yazıyor (Şirvânî 1974: 366-367; Şirvânî 1348: 387). Bu bilgiden yola çıkarak, XIX.
asrın ilk çeyreğinde İstanbıul ahalisinin tahminen beşte bir kısmının Üsküdar’da yaşadığını
söyleyebiliriz (bkz.: Musalı 2009b: 39).
Van – “Cennet misalli bir şehirdir. Göl kenarında vakidir. Dört tarafı açıklıktır. Dördüncü
iklime aittir. Oranın kalesi çöl ortasındaki bir dağdadır. Onun etrafı bihişt gibidir. Bu dağın çevresi
altı bin adımdır. Dağın başında çok sağlam bir kale inşa edilmiştir. Onun çevresine dayanıklı bir
hisar yapmışlar ve o duvarın uzunluğu sekiz bin adımdır. Duvarın etrafinda geniş ve derin bir
hendek kazımışlar. Hisarın içinde büyük bir çeşme var. Onun suyu o hisarın tüm imaretlerine
akıyor. Hisar dahilinde yaklaşık 1000 tane mamur ev ve 200 tane yüksek temelli saray
bulunmaktadır. Bu kale o diyarın yöneticilerinin hükümet mekanıdır. Hisar dışında şehir bir mil
kadar, belki daha fazla mesafede uzanıyor. Hisar dışındaki şehirde 5 bin mamur ev vardır. Her evin
revan suyu ve cennet bağları gibi bahçesi vardır. Suyu kolay hazmedilen, havası uygun, toprağı
sevinç getiren, zemini güzellik bahşedendir. İnsanları iyi huyludurlar ve derviş gibi itikatlıdırlar.
Umumen Allah’ı seven, hüsnü cemal sahibi olan insanlardır... Oranın serin iklimlere özgün meyva
çeşitleri iyidir, özellikle de armudu, elması ve zerdalisi mümtazdır ve gayet boldur. O şehirde her
silsileden olan 200 hane derviş ve münzevî yaşamaktadır. İnsanlarının ekseri Hanefî mezheplidir,
diğerleri Hristiyan’dır ve çok az kısmı İmamiyye Şiîleri’dir. Şehir etrafındaki bölgede çok sayıda
Yezidî Kürtleri de yaşamaktalar”.
Şirvânî Van’a geldiği zaman oranın hâkimi Derviş Paşa idi9. O, 12 yıl vardı ki, bu görevi
üstlenmişti. Âdil bir insandı ve bilginlere çok ihtiram ederdi. Müellifin belirttiğine göre, Van’ın
idaresi görevi Derviş Paşa’nın atalarına verileli yetmiş yıl olmuştu ve onlar bu süre içinde
nesilbenesil o diyarı yönetmişler.
Seyyah Van’da üç ay boyunca Derviş Paşa’nın amcası oğlu İshak Efendi’nin evinde
kalmıştı. O, şefketli, mürüvvetli ve comert bir emirdi. Fakirlere yardım ederdi. Kendisi
Nakşibendiyye tarikatına bağlıydı ve Şirvânî’ye çok misafirperverlik göstermişti. Derviş Paşa’nın
diğer bir amcası oğlu da Esad Bey’di. Seyyah onunla aralarındaki felsefi konuşmalara eserinde yer
vermiştir (Şirvânî 1339: 112-115; Şirvânî 1348: 562-564; Şirvânî: 597).
Yozgat – Yeni bir şehirdir. Eskiden sadece bir köydü. Cebbaroğlu (Çapanoğlu – N.M.)
isimli bir şahıs tarafından genişletilerek şehire dönüştürülmüştür. Şimdi büyük bir şehir ve ulu bir
9 Derviş Mehmed Paşa bir bilgiye göre, 1804-1818 yıllarında 14 yıl Van’da valilik yapmış, diğer bir malumata göre ise
1812-1819 yılları arasında aralıksız olarak 7 yıl süresince Van eyaletini idare etmiştir (bkz.: İnbaşı 2006: 202,204).
21
mekandır. Orada tahminen 10 bin ev vardır. Havası soğuk, suyu iyidir. Orada servet sahibi olan çok
adam vardır. Ahalisinin ekseri Hanefîler olsa da, orada İsevîler ve Alevîler de yaşıyorlar. Yozgat
şehri bulunduğu nahiyenin merkezidir.
Ebülfeth Bey ibn Cebbaroğlu o diyarın hâkimiydi. Seyyah onu adaletli bir emir olarak
hatırlıyor. Onun hizmetçileri çok, serveti bol ve memleketi genişti. 80 bin haneden oluşan bir
oymağın reisi olmasına rağmen, alçak gönüllü bir insandı. Şeriat ve tarikat meselelerinde kemal
sahibi olduğu için onu “iki kanat sahibi” anlamına gelen “Zu’l-cinaheyn” lakabı ile
isimlendirmişlerdi. O, seyyaha bazı sorular sormuş ve cevap almıştı. Şirvânî onunla konuşmalarını
kısa bir şekilde anlatmıştır (Şirvânî: 332-333; Şirvânî 1348: 571; Şirvânî 1315: 625).
Seyyah “Riyazu’s-seyahat”in yazıldığı Hicrî 1242 / Milâdî 1826 yılında Osmanlı
Hanedanının Hicaz, Yesrib, Mısır, Şam, Diyarbekir, Apar Irakı, Anadolu, Rumeli, Karaman, Aydın,
Canik, Mora, Cezair, Batı Trablis, Arnavut vs. vilayetlere hükmettiğini belirtiyor (Şirvânî 1974:
132-134). Şirvânî “İslam âleminde Rum Hünkarı kadar iktidarlı bir hükümdarın olmadığının” altını
çiziyor, fakat dünyada Frenkler’in (Avrupalılar’ın), özellikle de Rusya ve İngiltere’nin gücünün
artmakta olduğundan endişe ederek, İslam’a kuvvet vermesini Yüce Allah’tan ister (Şirvânî 1974:
379). Seyyah Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunan diğer vilayetleri (Şam, Filistin, Hicaz, Amman,
Yemen, Yesrib, Mısır, Cezair, Kıbrıs, Girit vs.) de gezmiştir.
Böylece, XIX. asrın ikinci onyılında Anadolu’ya seyahat etmiş olan Şirvânî burada bulunan
50’ye kadar şehir ve kasaba hakkında bilgi vermiş, bazı yer adlarının anlamı, şehirlerin topografik
ve demografik vaziyeti, tarihî geçmişi, eski abidelerı ve anıtları, ekinomik durumu, görkemli
şahsiyetleri, mimarisi, ahalinin dinî ve etnik yapısı, görünümü ve özellikleri, bölgelerin tabiatı,
coğrafi mevkiyi, iklim şartları vs. hakkında bilgiler vermiştir. Seyyah Anadolu gezisi sırasında
buluşup konuştuğu 38 ünlü şahıstan bahseder ki, bunların da 17’si Osmanlı devlet adamları
olmuşlar. Tabi ki, Şirvânî seyahatnamelerinin Türkiye hakkında bilgilerini bir makalede tamamen
incelemek, onun tüm kıymetli ve kusurlu taraflarını bu çerçevede ifade etmek imkan haricindedir.
Sunduğumuz bildiri ile Azerbaycanlı seyyahın Anadolu’ya ilişkin anılarının geniş bir tanıtımını
yapmayı amaçladık. Onun yolculuk hatıralarının tarihî bir kaynak olarak Anadolu kentlerinin 200
sene önceki durumunu öğrenmek açısından belirli bir değere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu
seyahatnamelerin gelecekte Türk bilim adamları tarafından tercüme edilmesinin ve
yayımlanmasının faydalı olacağını düşünüyoruz.
Kaynakça:
1. BEŞİRLİ, Mehmet (2005): Orta Karadeniz kentleri tarihi – I. Tokat (1771-1853).
Tokat, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları.
2. İNBAŞI, Mehmet (2006): Van Valileri (1755-1835), Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum, sayı 29, s.195-212.
22
3. KEREMOV, Nureddin (1977): Kırk yıl seyahatte. Bakü, Azerneşir.
4. KEREMOV, Nureddin (1958): Seyyah ve coğrafyaşinas Zeynel Abidin Şirvânî. Bakü,
Azerneşir.
5. KESKİN, Mustafa (2000): Kayseri Nüfus Müfredat Defteri (1831-1860). Kayseri,
Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları.
6. KULİYEV, Ağamir (1964): Azerbaycan’ın görkemli seyyah ve âlimi Hacı Zeynel
Abidin Şirvânî. Bakü, Azerbaycan Bilimler Akademisi Neşriyatı.
7. MUSALI, Namiq (2009a): Hacı Zeynel Abidin Şirvânî seyahatnamelerinde İstanbul, I.
Uluslararası Türk Edebiyatında İstanbul Sempozyumu Bildirileri (3-5 Nisan 2008,
Beykent Üniversitesi). İstanbul, Beşir Kitabevi, s.797-808.
8. MUSALI, Namiq (2009b): Farsça kaynaklara göre Üsküdar’ın tarihi ve coğrafyası, VI.
Uluslararası Üsküdar Sempozyumu (6-9 Kasım 2008, Üsküdar Belediyesi), Bildiriler,
II. cilt. İstanbul, Seçil Ofset, s.37-42.
9. ÖZDEMİR, Rifat (1998): XIX. yüzyılın ilk yarısında Ankara. Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
10. ŞİRVÂNÎ, Hacı Zeynel Abidin (1315): Büstânu’s-seyâhat. Tahran.
11. ŞİRVÂNÎ, Hacı Zeynel Abidin (1348): Hadâikü’s-seyâhat (ba mokaddeme-yi
Qonabadi Riza Alişah). Tahran, Sazman-i Çap-i Daneşgah.
12. ŞİRVÂNÎ, Hacı Zeynel Abidin (1339): Riyâzü’s-seyâhat, I. cilt (be teshih-o mokabele-
yo mokaddeme-yi Asğar Hamid Rabbani). Tahran, Ketabfüruşi-yi Sa’di.
13. ŞİRVÂNÎ, Hacı Zeynel Abidin (1974): Riyâzu’s-seyâhat, II. cilt (be say-o ehtemam-i
Ağamir Kuliyev). Moskva, Vostlit.
14. TUĞLACI, Pars (1985): Osmanlı şehirleri. İstanbul, Milliyet Yayınları.