Geçmişten Geleceğe Mağusa

141
Geçmişten Geleceğe Mağusa Tarihi-Sosyal-Kültürel Geçmişi İle Beraber Mağusa Üzerine Popüler Ve Sözlü Tarih Denemesi Giriş Mağusa: Her taşının WAR bir hikâyesi Kültürlerin kesiştiği adres... Mağusa, dinlerin ve medeniyetlerin kesiştiği kent Kiliseler, kahvehaneler ve meyhaneler kenti Mağusa Mağusa ile özdeşleşmiş renkler, sarı-yeşil idi Çeşitli dinlere mensup insanları... Mağusa'nın ilk eczacısı Andreas Garulla (Karoullas) ile unutulmayan doktorlar Niyazi Manyera ve ortopedist Hacıgago (Hadjikakou) Mağusa’nın hastalıkları ve Dr.Mehmet Ali Bey Demiryolu’nun son müdürü Kemal bey ve hayat arkadaşı Desbunu hanım Bölünmüş kentin bitmeyen dostlukları: Andreas Lordos-Mehmet Emin Sarı Mağusalı iki ressam: George Pol. Georghiou ve Xanthos Hadjisoteriou Mağusa’daki ‘Son Ermeni’ idi: Kirkor KASKELYAN Eski Eserler Dairesi’nde 35 yılını geçiren Ali Eşrefoğlu: “Mogabgab, Mağusa için herşeydi” Mağusa’nın sinemaları ve renkli simaları Mağusa’da geçen efsane, ağıt ve öykümüz Filistin kökenli ailelerimiz ve onların Mağusa’ya taşıdığı kültür: Humus ve çorbası Mağusa’daki çok kültürlü bir yaşam ve iki toplumlu aileler Sürgün kenti... Dilden dile dolaşır Namık Kemal’in bedduası: “Her kime gazap ederse mevlası, ona olsun mesken Magosa Kalası” Biri ‘avam’dan, diğeri ‘saray’dan! Mağusa’da iki sürgün: Katırcı Yianni ve II.Abdülhamit’in kızı

Transcript of Geçmişten Geleceğe Mağusa

Geçmişten Geleceğe Mağusa

Tarihi-Sosyal-Kültürel Geçmişi İle Beraber Mağusa ÜzerinePopüler Ve Sözlü Tarih Denemesi

Giriş Mağusa: Her taşının WAR bir hikâyesi

Kültürlerin kesiştiği adres... Mağusa, dinlerin ve medeniyetlerin kesiştiği kent Kiliseler, kahvehaneler ve meyhaneler kenti Mağusa Mağusa ile özdeşleşmiş renkler, sarı-yeşil idi

Çeşitli dinlere mensup insanları... Mağusa'nın ilk eczacısı Andreas Garulla (Karoullas) ile unutulmayan doktorlar Niyazi Manyera ve ortopedist Hacıgago (Hadjikakou) Mağusa’nın hastalıkları ve Dr.Mehmet Ali Bey Demiryolu’nun son müdürü Kemal bey ve hayat arkadaşı Desbunu hanım Bölünmüş kentin bitmeyen dostlukları: Andreas Lordos-Mehmet EminSarı Mağusalı iki ressam: George Pol. Georghiou ve Xanthos   Hadjisoteriou Mağusa’daki ‘Son Ermeni’ idi: Kirkor KASKELYAN Eski Eserler Dairesi’nde 35 yılını geçiren Ali Eşrefoğlu: “Mogabgab, Mağusa için herşeydi” Mağusa’nın sinemaları ve renkli simaları Mağusa’da geçen efsane, ağıt ve öykümüz Filistin kökenli ailelerimiz ve onların Mağusa’ya taşıdığı kültür: Humus ve çorbası Mağusa’daki çok kültürlü bir yaşam ve iki toplumlu aileler

Sürgün kenti... Dilden dile dolaşır Namık Kemal’in bedduası: “Her kime gazap ederse mevlası, ona olsun mesken Magosa Kalası” Biri ‘avam’dan, diğeri ‘saray’dan! Mağusa’da iki sürgün: Katırcı Yianni ve II.Abdülhamit’in kızı

Mağusa’nın çarşı meydanı, evleri ve ağaçları... Çarşı meydanı ve meydandan limana inen yol: Liman Yolu Mağusa Suriçi Evleri: Bin yıldır insanlarla yaşamını sürdürmeye devam ediyor Mağusa’da unutulmuşluğun hüznünü yaşayan evler: ‘Çamlık Yolu Evleri’Kaybolan yada yok olmaya yüz tutmuş ağaçlarımız

Mağusa tarihinde önemli bir gün... Kıbrıs ve Mağusa tarihinde önemli gün: 16 Ağustos 1960

İnsanlarımız ne yer, ne içerlerdi ve meslekleri nelerdi?.. Mağusa’da portakaldan önce nar vardı... Ve garutsalarımız! XIX. Yüzyılda Mağusalılar: Nasıl yaşarlar, ne üretirler ve ne satarlardı? Venedik, Osmanlı ve İngiliz Dönemlerinde ‘Mağusa ve Su’ Mağusa’nın tarihe mal olan ve zamana karşı direnen meslekleri

Dünya sinemasında iz bırakan filimlere konu olan olayları ve Hollywood filimleri... Mağusa Karakol Kampı, beş milletten insanın esaretine ve Exodus filmine ev sahipliği yaptı Othello’nun hikayesi

Fotoğraflar, kartpostallar, müzeler ve kentlilik bilinci... Yüzyıllık resim ve fotoğrafların diliyle, Mağusa’yı anlamak Kartpostalların diliyle Mağusa Müzeler, kentler ve kentlilik bilinci

Bir hayalimiz var... Mağusa-Maraş 2019!

Giriş

Mağusa: Her taşının WAR bir hikâyesi

Mağusa’nın tarihi, Kıbrıs tarihinin minyatürüdür. Yani fetihlerin, kolonizasyonların ve işgallerin tarihidir aslında Mağusa...

Kıbrıs ve Mağusa hakkında yazılar yazan yabancılar, genelde okuyup etkilendikleri ya da geçerken uğradıkları veya memuriyette bulundukları bu ülkede, bir dönem bizimle yaşamış ve fikir yürütmüş insanlardır.

Araştırmacı yazar rahmetli Haşmet Gürkan da Mağusa için böyle birisiydi. Lefkoşa’da yaşadığı halde Mağusa ile ilgili okudukları onu bir Mağusalı kadar kentin içine çekiyordu. Kent ile ilgili okuduklarını ve gördüklerini yazılarında harmanlıyordu.

Patrick Balfour (Lord Kinross) isimli yazarın 1950’lerde yazdığı ‘The Orphaned Realm: Öksüz Bırakılmış Ülke’ kitabındakiönsöz Haşmet Gürkan’ı çok etkilemişti. O da bu satırları alıp, ‘Kıbrıs’ın Sisli Geçmişi’ isimli kitabının önsözüne koymuş dahasonrasında!

Ben de etkilenmiş olacağım ki kitabımın girişine koyuyorum:

“Kıbrıs’ı bilmek için onun tarihini bilmek gerekir. Bu tarih ise onun kendi tarihi değildir. Bu tarih Mısırlıların, Hititlerin, Yunanlıların, Asurluların, Perslerin, Makedonyalıların, Romalıların, Bizanslıların, Frankların, Venediklilerin, Türklerin ve İngilizlerin tarihidir. Bu tarih, adayı kendi stratejik ya da ticari amaçları için fetih ya da kolonize eden halkların sürekli gelip geçişleridir. Tüm bu olupbitenlerde Kıbrıslıların fikri söz konusu değildir.”

Tarih boyunca yaşadığımız bu ‘sürekli gelip geçişlere’ hepdeğişik tanımlar yapılmış asırlar boyunca. Fetih demişler, kolonizasyon demişler, işgal demişler, yani demişlerde demişler. Bir sonra gelen, bir önce geleni kenara çekip, kendisi yerleşmiş koltuğa ama biz Kıbrıslıların pozisyonu hiç değişmemiş, fikri de söz konusu olamamış asırlar boyunca, Balfour’un dediği gibi sanki de!

***

Mağusa, dünya savaş mimarisinin şaheser surlarına sahip kentlerinden en önemlisidir. Yapıldığı günkü gibi sağlam ve hâlâ dimdik hayatta, zamana ve bize karşı yaşam savaşı vermektedir...

Kale, sadece beş yüz küsur yıl önce Osmanlı’nın ağır toplarına değil, kırk yıl önceki modern silahlara karşı da direnmiş ve Da Vinci’yi haklı çıkarmıştır. Lüzinyan ve Ceneviz dönemlerinde yapımına başlanan Mağusa kalesini Venedikliler daha da geliştirip, sağlamlaştırmıştır.

Venedikliler, zenginliklerini koruyabilmek için bundan yaklaşık beş asır önce dünyanın bu alandaki en büyük tasarımcısının bilgisine de başvurmuşlar. Onları kıramamış bu bilgin İtalyan. Kalkmış, 1481 yılında buralara kadar da gelmiş...

Kentin birçok köşesini, savaş mimarisi konusunda da bir dahi olan Leonardo da Vinci tasarlamıştır. Buna en güzel örnek Sea Gate (Porta del Mare, Deniz Kapısı)dır.

“Bu şehri” demiş Da Vinci, “savaşarak kimse alamayacak, busurları da kimse aşamayacak...!”

Öyle de olmuş.Osmanlı, en şaşaalı döneminde Kıbrıs’ı fethetmiş ama

Mağusa’yı alamamış sadece.

Kıbrıs’ın fethinden ancak bir yıl sonra kendisinden belki de onlarca kat daha büyük bir orduya karşı aylarca savaştıktan sonra ‘anlaşarak’ teslim etmiş kaleyi, Venedikli Başkomutan Marco Antoni Bragadino... Bu Venedikli, sekiz bin civarında çocuk, kadın ve askeri ile sayıları iki yüz bini aşan bir orduya karşı savaşmış! Venedik’ten gelecek yardımları beklemiş,ama beklediği yardımlar gelememiş. Açlık, susuzluk baş göstermiş ama Osmanlı topuyla, tüfeğiyle, lağımcısıyla yine de surları delip geçememiş...

Bragadino, Sultan II.Selim’in Kıbrıs’a gönderdiği KomutanıLâla Mustafa Paşa ile anlaşıp teslim etmiş kenti ama anlaşma, teslimden sonra çeşitli gerekçelerle bozulmuş. Bragadino ile şehri savunan Venedikli komutanlar ve Mağusalı yerliler, batılıkaynaklara göre büyük bir zulme uğramış... Katliam olmuş anlaşmanın ardından!

Osmanlı kaynakları ise Bragadino’nun anlaşmayı bozması sonucu bunu yaşamıyla ödediğini yazıyor.

***

Tarihler boyunca Kıbrıs ve Mağusa’nın kaderi, gelip geçen kavimlerin, halkların ve toplumların kente bıraktıkları ya da alıp götürdükleri ile çok yakından ilgilidir.

Lüzinyan’lar, Kıbrıs Krallığı ile beraber 1372 yılına kadar Mağusa’ya büyük bir zenginlik yaşatmıştır. Hatta ‘altın dönemi’ denmiştir kent için...

Sonra Cenevizliler gelmiş, kente karabasan gibi çökmüşler,tamamen askeri bir kent halini alan ve yaklaşık yüzyıl süren karanlık bir dönemi yaşamıştır Mağusa.

Ardından yine Lüzinyan ve Venedikliler derken Mağusa, 1571yılına kadar, yüzyıldan uzun bir süre de Kıbrıs’a başkentlik deyapmıştır...

Başkentlik döneminin son kısmında daha çok Venediklilerin askeri bir kenti gibi olmuş ve Mağusa’daki zenginliğin bir kısmı da Venedik’e taşınmıştır. Kent, Lüzinyan dönemini arar olmuştur.

Ve Osmanlı dönemi... Kentin düşmesi ile beraber kale içinden gayri müslimler kovulmuştur. Bunun üzerine çok şeyler söylemiş ve anlatmış Mağusalılar.

Mağusa kuşatması çok uzun sürmüş ve savaş önemli kayıplarayol açmış Osmanlı’da... İmparatorluğun hem maliyet açısından hem de insan kaybı yönünden büyük kayıpları olmuş. Osmanlı,

Mağusa’da kimilerine göre yetmiş, kimilerine göre seksen bin insanını kaybetmiş. Kentte yaşayan ve kenti savunan sekiz bin civarında insana karşı, bir yıldan fazla buralarda kalan Osmanlı, Mağusa’da iki yüz bin kişilik bir orduyu da beslemiştir.

Osmanlılar Mağusa’ya yüz kırk bin ile yüz yetmiş bin arasında gülle atmışlar. Hala daha surların üzerinde taşlara saplanmış bu gülleleri görmeniz mümkündür. O zamanlar gülleler hem demir hem de taştandı. Taştan olanlar futbol topu büyüklüğünde, demir olanlar ise daha küçüktü. Açık müze olan kentimizde, bu gülleler Venedik Sarayı’nın avlusunda sergileniyorlar.

İstanbul iktidarı, uzun süren savaşın sonunda kentin asırlar boyu süren zenginliğinden büyük bir ganimet beklemiş, Mağusa’nın Serdarı Lala’dan! Hatta islami yönü ağır basan Osmanlı bu ganimete ‘kanun-i nimet’ de demiş!

Maalesef bu kanun-i nimetten pay sahibi olabilmek için asırlar boyunca beklemişler, bizimkiler ve Osmanlılar...

Ve ancak 1571’den dört asır sonra 1974’te ulaşabilmiş bu nimete! Ama bu nimetin ne kadar kanuni olduğunu geçmişte bilemesek de şimdilerde artık hukukla ve kanunla bir alakası olduğunu söylemek mümkün değildir.

Tekrar geriye dönecek olursak, Lala Mustafa Paşa çok sıkıştırmış kentin komutanı Bragadino’yu. Ama yine de hazineninyerini öğrenememiş. Beyaz bayrak Ravelin’e (Akkule) çekilmeden bir gece önce, atlıları ile beraber Martinengo Burcu’nun (ÇifteMazgallar) altından açılan gizli bir geçitten geçip hazineyi saklamış kale komutanı. Dönüşte de, kendine eşlik eden süvarilerini de öldürmüş.

Ve hiçbiri o günden beridir ne yerini öğrenebilmiş ne de ulaşabilmiş bu hazineye! Lala da bunun verdiği öfke ile anlaşmaşartlarını bozarak derisini bundan dolayı yüzmüş Marc Antonio Bragadino’nun!...

Nitekim hazineye gayri müslümler ulaşmasın diye kentin dışına bundan dolayı çıkartılmışlar diyor Mağusalılar... Hazineye her şeye rağmen ulaşamayan Lala, İstanbul iktidarına geçen bir yıl boyunca bu kadar kayıbı niye verdiğinin izahatınıyapamamış. Sürekli bu hazinenin cazibesi ile aldığı büyük bir destek ve güç ile Mağusa’ya saldıran Lala’nın Yeniçerileri ve Osmanlılar, kale düştükten sonra biraz da hüsran yaşamışlar...

Osmanlı ordusu, iki bin at ve yirmi bin askeri kolonizasyon için Mağusa’da bırakıp geri dönmüşler.

Gayri müslimler de Mağusa’nın güneyine şimdiki Maraş’a sürgün edilip, surların dışına çıkartılmışlar.

***

Çeşitli gezginler gelmiş geçmiş asırlar boyunca Mağusa’dan.

Herkes bir şeyler not etmiş bir yerlere. Yüzyıllar boyuncaseksen gezgin yazarın, on iki ayrı dilde yazdıklarını, 1900’lerin başında Cobham isimli, Kıbrıs düşkünü ve ömrünün büyük kısmını bizlerle geçirmiş bir kişi, İngilizce olarak yayınlamıştır. ‘Excerpta Cypria’ isimli kitapta ve tek dilde toplanmış gezginlerin yazdıkları... SAMTAY Vakfı, yaklaşık on yıl önce, ‘Mağusa Yazıları’ isimli kitapla da ‘Excerpta Cypria’içinden Mağusa ile ilgili olan yazıları çekip kitaplaştırmıştır.

Gezginlerin yazdıklarına ve tarihimize çok meraklı Diş Hekimi, araştırmacı yazar rahmetli Haşmet Muzaffer Gürkan da çeşitli gezginlerin anılarından, yüzyıllar önceki yazılı ve basılı kaynaklardan bulup derlemiş birçok makaleyi. ‘Kıbrıs’ın Sisli Geçmişi’ isimli kitabında, Mağusa’dan oldukça bahsetmiştir.

Güney’de faaliyet gösteren Hellenic Bank da unutmamış Mağusa’yı. ‘Famagusta: The Emporium of the East’ -Gazimağusa: Doğu Akdeniz’in Limanı- isimli anıt eserle ve Rita Severis’in katkılarıyla üç ayrı dilde yazmış, yaşadığımız ve soluduğumuz bu kenti...

Çok sevdiğim Diş Hekimi Fehmi Tuncel de, bir yandan yıllardır Mağusa’nın yüzyıllar öncesinden bugüne kadar çekilmişolan fotoğraflarını topluyor diğer yanda da kendisi çekmeye devam ediyor. Fotoğrafların “hiç yalan söylemediğini” ifade ederken bu arada fotoğrafların dilini de çözüyor. Dt. Fehmi Tuncel de oldukça katkı yapmış Mağusa’ya, çektiği ya da arşivlediği fotoğraflarıyla

Mağusa’da hayatının son çeyreğini yaşamış ve Mağusa için skeçler çizmiş, kitaplar yazmış İngiliz Jeoloji Profesörü William Dreghorn’u unutmak mümkün mü? Ya da efsanevi Eski Eserler Dairesi Müdürü Mogabgab’ı?

Ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha niceleri Mağusa’dan gelip geçmişler ve bir yerlere bir şeyler not etmişler. Ünlü İngiliz gazeteci ve gezgin Lewrence Durrell de

uzun süre Mağusa Suriçinde Rum ressam George Pol. Georghiou konuğu olarak yaşamıştır.

***

Aslında tüm dünyada her şehrin bir hikâyesi mutlaka vardır. Hatta o şehre gittiğinizde genelde bir veya birkaç taneo şehri simgeleyen bir küçük hediyeliğini de görebilirsiniz.

Brüksel’de iseniz koskoca ‘atom çekirdeği’ o şehri simgeler.

Kopenhag’da ise ‘çakıl taşının üstünde oturan balık kızını’ görürsünüz her tarafta.

Mağusa’ya dönecek olursak, her taşın var bir hikâyesi dememiz işte tam da yukarıda saydığım nedenlerden dolayı. Birçok büyük şehrin yaşanmamış ya da gerçek üstü olaylarını da hikaye yapıp, bunu ete kemiğe büründüren kentlerin yanında, bizim 2300 yıllık kentimizin her taşının ayrı ayrı, gerçek ve yaşanmış hikâyelerini dinleyebilirsiniz.

Savaşlardan, göçlerden, sürgünlerden, yaşam kavgasından yorgun düşmüş kentimin her taşı, kendini işgalcisinden korumak için üst üste konmuş aslında. WAR bir hikâye dediğimiz de bundan işte!

Milattan yüzlerce yıl önce Kral Philadelphus, kız kardeşinin adını koymuş buraya. ‘Arsinoe’ demişler şimdiki Mağusa’ya. Buraya ve Kıbrıs’ın başka iki kentine daha! Mağusa, Lüzinyan dönemine kadar da kurucusunun adıyla anılmış.

Sonra ‘kuma gömülmüş’ anlamını taşıyan ‘Ammohostos’ olmuştur.

Frenkler ‘Famagusta yada Famagosta’ derken belki de bir önceki isminden de esinlenmiş olabilirler.

Sonra da 1800’lü yılların önemli bir sürgün kenti olmuş “kumda saklı” kentimiz.

Ve buraya ünlü sürgünler gelmiş. Hırsızı, katili de gelmiş, şairi de örneğin. Namık Kemal, Mağusa’da üç yılını geçirmiş. O da kentimize “Magosa” demiş. Ama Mağusalılar, ne Magosa ismini sevmiş, ne de Namık Kemal Mağusalıları! Bugün oldu Magosa diyenlere hala daha öfke duyuyor ‘yerli’ Mağusalılar...

Bunu şair yazdığı mektuplarda anlatmış arkadaşlarına. Günlüklerine yazmış ve şiirler döşemiş kentimizin, evlerimizin ve insanlarımızın sevimsizliğiyle ilgili. Ama yine de biz O’nun

hatırasına en büyük lisemize ve en büyük meydanımıza Namık Kemal ismini vermişiz!

Tabii ki daha sonra bir de ‘Gazi’lik eklenmiş kentimin ismine. Savaşlarla yaşamış, savaşlarla bugüne kadar gelmiş Mağusa’ya yakıştırmamış hiçbir Mağusalı “Gazi” ismini. Şehirlerve kentler ne gazi olurmuş aslında ne de şehit.

Unutmadan eklemem gerekir. Yarım asır önce, Baf’a da, ‘Gazi’ Baf derlerdi! Maç yorumlarını dinlemek için Bayrak Radyosu gece sekizde Baf’a bağlanırdı ve rahmetle andığımız Hüseyin Irkad ‘Gazi’ Baf’tan bizlere seslenirdi... 1974 sonrasışehit mi oldu Baf? Hayır, orası aslında hep Baf’tı. Ne gazi olmuştu aslında, ne de şehit!

Ama Mağusanın bir diğer yarısının ‘hayalet’ olduğu kesin. Yabancılar, kentimizin diğer yarısına hayalet şehir anlamında ‘Ghost City’ de diyor.

Mağusa aslında Maraş ile ikiz kardeşler gibidir... Mağusa ve Maraş! Biri onsuz olmuyor aslında. Olunca da, ikiz eşini kaybedenler gibi bir tarafı eksik oluyor.

***

Biz kitabımızda tek kanatlı kuş gibi kalıp uçamayan Mağusa’nın özellikle geçmişten bugüne daha çok Suriçi bölgesinikonu alacağız. Yani antik kale kentini irdeleyip, buradaki yaşamlardan dem vuracağız. Burasının tarihçesine, kültürel ve sosyal olaylarına değineceğiz. Şimdilerde popüler tarih olarak da isimlendirilebilecek bir çalışmaya okuyacaksınız bu satırlarda. Bunların çoğu yıllar önce Havadis gazetesinin Poli ekinde de aylarca yayınlanmıştır. Bu yazılar tekrardan gözden geçirilip kendi arasında guruplandırılıp, yeniden derlenmiştir.Mağusa’nın bir dönemine ışık tutacak sözlü tarih çalışmalarınınde yer aldığı bu kitapta Mağusa’da yaşamış olan herkesin kendinden de bir şey bulabileceğini düşünüyorum.

Dr. Okan DAĞLI Aralık, 2013 Mağusa

********

Kültürlerin kesiştiği adres...

Dinlerin ve medeniyetlerin buluştuğu kent...

Kentin tarihi milattan önce 285 yılına kadar dayanır. 2000küsur yıl da milattan sonrasını eklerseniz yaklaşık 2300 yıllıkbir geçmişe sahip Mağusa kenti... 2015 yılında 2300. yaşını kutlayacağız Mağusa’nın...

Mağusa deyince kentimizden yaklaşık 900 yıl daha önce kurulan ve altı kilometre kuzeyindeki Salamis kentini de unutmamak gerekir. Yunanistan’dan gelen Aka’ların kurduğu ve yeryüzüne çıkarmak için hala daha kazı çalışmalarının devam ettiği Salamis, sonraları Asur, Mısır, Pers, Roma ve de Bizans medeniyetlerine de zaman zaman ev sahipliği yapmıştır.

Milattan 285 yıl önce Ptolema Krallığı tarafından Mağusa kurulur. Çünkü Salamis, savaşlar ve depremlerden kullanılamaz durumdadır. Mağusa sağlam bir ana kayanın üzerine yerleştirilir. Salamis ve orada yaşayanlar yıllar içinde Mağusa’ya taşınırlar. Bu taşınma VII.Yüzyıla kadar devam eder ve sonunda Salamis terk edilir. Bin yıla yakın Kıbrıs’a başkentlik de yapan Salamis, ‘Constantia’ ve ‘Eski Mağusa’ olarak da anılmaktadır.

Salamis’te milattan sonra 45 yılında doğmuş Yahudi bir ailenin oğlu olan Barnabas, Kudüs’te eğitimini aldıktan sonra, doğduğu topraklara döner ve Hz.İsa’nın on iki havarisinden biriolarak Hıristiyanlığı yaymaya çalışmıştı. Hz.İsa ile beraber olmuş, mezarı bilinen tek havarisi olan St.Barnabas’ın doğduğu,sonra da öldürüldüğü ve gömüldüğü yerde şimdi St.Barnabas Manastırı vardır.

***

Ve Mağusa kurulduktan sonra buradan gelip geçenler...

Doğu Akdenize kıyısı olan yerlerden her dönem kentin misafirleri olmuştur. Kudüs Müslümanların eline geçince, bir ‘Haçlı Seferi’ ile orayı kurtarmaya giden Aslan Yürekli Richard, kız kardeşi ve nişanlısının Kıbrıs’ta esir düşmesi ve onlara Kıbrıstaki İmparator Comenos’un kötü davranması üzerine Kıbrıs’ı alır. Daha sonra Kudüs’ten kaçan ve Kıbrıs’ı almasındakendisine yardım eden Lüzinyanlar’a Kıbrıs’ı kiralar (hibe ettiği de söylenir!). Mağusa’ya yerleşen Guy de Lusignan’la başlayan Lüzinyan hakimiyetindeki süreçte Mağusa, 1300’lü yıllarda dünyanın en zengin ticaret merkezlerinden biri olur. Burayı dünyanın en zengin kenti, Mağusalıları en zengin ve varlıklı insanları olarak tanımlayan onlarca gezginin yazılarını okuyabilirsiniz.

Almanya’nın Westphelia eyaletinden Kudüs’e gitmekte olan papaz Ludolf von Suchen, “Mağusa, şehirlerin en zengini ve halkı da tüm insanların en zenginidir. Bir şehirli kızının nişan başlığındaki mücevherler, Fransa şövalyeleri tarafından Fransa Kraliçesinin tüm mücevherlerinden daha da değerli addedilmiştir... Duyulmamış ve inanılmaz değerli taşlardan, altın ve diğer zenginliklerinden ne kadar bahsetsem azdır. Şehirde yaşayan birçok zenginin yüz bin florinden daha fazla parası vardır” der.

Mağusayla ticaret yapan ve para kazanan zengin insanlar, burayı bir kilise yada ibadet ‘cennetine’ dönüştürürler adeta...

Latinler, Nasturiler, Maronitler, Süryaniler, Lüzinyanlar,Venedikliler, Cenevizliler, Yunanlılar, Bizanslılar, Osmanlılar, İngilizler ve daha niceleri gelip geçer Mağusa’dan...

Ayrıca, XVI. Yüzyılda çok farklı dinlerin yanında on bir farklı dilin de konuşulduğu bir kent olur Mağusa... Latince, Ermenice, Süryanice, İtalyanca, Maronitçe, Yunanca, İngilizce, Hintçe, Makedonca (ya da Arnavutça), Antik Mısırca ve Fildişi Sahili dillerini konuşan medeniyetlerin ve toplumların insanları kentin çok kültürlü mozaiğine renk katar buralarda...

***

Ve dünyada turizm yükselen bir trend...Bu turizm içinde inanç turizmi de çok özel bir yer

tutuyor. Kongre turizmi, sağlık turizmi, gezi ve sportif amaçlıturizmler derken son dönemlerde gelişen inanç turizmi,

medeniyetler arasında çatışmaların değil barışın ön plana çıkmasında çok büyük bir rol oynamaya başlamıştır.

İnanç turizmi ayni zamanda uluslararasında din, dil, ırk ve ülke farkı gözetmeden insanlar arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi, böylece dünya barışının sağlanması bakımından önemli siyasal fonksiyonları gerçekleştiren bir niteliğe de sahiptir

Geçmişte toplumların kendi inançlarını diğerlerine kabul ettirmesi için yapılan savaşların yaşandığı günlerden bugünleregeldik. Gerek Kıbrıs, ama özellikle Mağusa çok kültürlü yapısıyla, muazzam anıtsal ve dinsel öğeleri ile beraber dinlerve medeniyetler arasında yumuşama, uzlaşma ve barış ortamının yaratılıp, yaşatılacağı yer olmalıdır. Kiliselerinden başlayacak olursak;

Katoliklerin St.Nicholas’ı,Nasturilerin Ay.Georgios Xorinos’u, Maronitlerin St.Ann’ı, Süryanilerin Tanners’i, Ermenilerin St.Mary’si, Bizanslıların St.Zoni, St. Nikolaos ve Agios Simeon’u, Latinlerin St.George ve St.Francis’iYunanların St. George Greek’i, İspanyolların St.Dominik’i,Suriyelilerin St.Peter ve St.Paul’uKatolik Rahibeler’in Ayios Photou’su (St.Clara),Osmanlıların St.Nicholas kilisesinden camiye

dönüştürdükleri, dünyanın tek Gotik tarzında minaresi ve camisiolan Lala Mustafa Paşa’sı, Akkule Mescidi ve Hamamları (Kertikli, Kızıl ve Cafer Paşa Hamamları),

Venediklilerin Surları, Martinengo Burcu, Deniz ve Kara Kapıları,

Venediklilerin yapıp, İngilizlerin en büyük edebi eserlerinden birinin geçtiği mekan olan Othello’su,

Aka, Asur, Mısır, Pers, Roma ve Bizans medeniyetlerinin kenti Salamis’i,

Ve tüm Hıristiyan Dünyasının St.Barnabas’ı derken, Mağusa’dan gelip geçenlerin kiliselerini, camilerini ve dünya kültür mirasına hediye ettikleri anıtsal yapılarını saymakla bitiremeyiz.

Bu yapıların birçoğu ilk günkü gibi dimdik ayakta durmaktadır. Bir kısmı asırlar öncesinin savaşlarına,

depremlerine yenik düşmüş de olsa hala daha heybetli günlerininizlerini taşımaya devam etmektedir.

Bu anıtsal değerler, sadece dini yönden önemi bulunan ve büyük oranda ziyaret edilebilecek yerler olması yanında sanat tarihi açısından önemli olan veya mimari özelliği nedeniyle türünün ilginç örneklerinden olup, bu mekanları yaratan toplumların veya medeniyetlerin oralara aidiyet duygularının dadevamında rol üstlenebilirler.

İnanç turizmi, yılda yaklaşık üç yüz milyon kişiye hitap etmekte ve on sekiz milyardan fazla bir bütçe içermektedir.

İnanç turizmi uzmanlarından David Gitlitz, “Çağdaş hacılar, ‘insanların kutsallıkla birleştikleri noktalarda’ dualarının daha büyük bir anlam kazanacağını hissettikleri yerleri arıyor” demektedir.

***

Mağusa, 1974 öncesi Maraş ile beraber adadaki tüm turistikfaaliyetlerin ve konaklamalarının %50’sine ev sahipliği yapıyordu.

Halbuki şimdilerde savaş sonrasında, her türlü yıkımın yaşandığı ve terk edilmişliği yaşayan yer oldu kentimiz...

O yılların yarattığı statüko ile bugünlere gelişimiz, Mağusa’yı turizmden gittikçe uzaklaştırdı. Son yıllarda neredeyse günübirlik birkaç saatliğine gelip geçen turistlerin dışında hiç turist alamadık Mağusa’ya...

Mağusa, tarihi ve kültürel birikimi ile, belki de UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde (World Herritage List) başı çekecek bir kent olması gerekirken, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlükle beraber Kuzey Kıbrıs’ı yönetenlerin vizyonsuzluğu, Mağusa’yı dünya turizminde ‘ofsayda’ düşürmüş veturistik faaliyetlerden dışlanmış bir kent durumuna sokmuştur.

Mağusa, turizm yatırımı açısından artık esamesi okunmayan bir bölgedir. Burada 1974’te Kıbrıslı Rumlardan kalan ve şu anda isimleri ‘casino ve kumar’ turizmleri ile anılan bir-iki yapının dışında herhangi bir otele rastlamak mümkün değildir.

Mağusa, geçmişte tüm Kıbrıs’ın ikinci büyük kenti iken şimdilerde sadece Kuzey Kıbrıs’ın nüfus yoğunluğu olarak üçüncübüyük kenti durumuna düşmüş, ekonomisinde ciddi bir gerileme yaşamıştır. Mağusa kenti, taşıdığı kültürel mirası ve zenginliğini de zaman aşımına ve bırakmış durumdadır.

Mağusa geçmişte sayısız medeniyetlere ve çeşitli dinlere (özellikle üç semavi din yani tek tanrılı dinler olan Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğe) ev sahipliği yapmıştır.

Bu dinlerin ve medeniyetlerin değerlerini, tüm zenginliği ile içinde barındırmış bir kentin bu derece atıl kalmasına hiçbirimizin gönlü razı olmamaktadır.

***

Kiliseler, kahvehaneler ve meyhaneler kenti Mağusa...

Kentimiz kiliseler kenti olarak da tarihe adını yazdırmıştır. Mağusa’nın, dünyanın en zengin kentlerinden biri olduğu, 1192-1489 yılları arasındaki Lüzinyan dönemi için çok söylenmiştir. “Kendisi şehirlerin, insanı ise halkların en zenginidir” der, 1336 yılında bölgeyi ziyaret eden Alman gezginLudolf von Sudheim!

Özellikle 1300’lü yılların içinde, her gün ayrı bir kiliseye gidilmesi için 365 kilisenin yaptırıldığı söylense de,son yıllarını bizlerle geçirmiş, kitaplar yazmış İngiliz akademisyen Prof.Dr.William Dreghorn, Mağusa’da sadece yirmi beş adet kiliseden bahseder... W.Dreghorn, 365 adet kilisenin varlığına inanmadığını, kendisinin resimleyip yazdığı sadece onyedi kilise olduğunu, kiliselerin toplam rakamının da olsa olsayirmi beş kadar olabileceğini iddia etmektedir. Yine de bu rakamın, küçük bir kent için çok fazla olduğunu yazmaktadır.

Bunların birçoğu 1571 yılındaki Osmanlı kuşatmasında atılan güllelerden ve sonrasındaki depremlerden büyük hasarlar görmüştür. İşte bu kiliselerden en önemlisi St.Nicholas Katedrali’nin diğer kiliseler gibi 1735 depreminde büyük bir kısmının yıkıldığı ve bir bayram gününe denk geldiğinden namaz kılan üç yüze yakın Müslümanın da ibadet ederken öldüğü bilinmektedir.

Latinlerin bu katedrali, 1571’den sonra Gotik tarzında birminare eklenmek suretiyle camiye çevrilmiştir. Bu bir ilktir vedünyada başka Gotik tarzında minare eklenmiş bir cami yoktur!

Nihayet 1950’lerin içinde bölge, köy, sokak ve anıt eserlerin isimlerinin ‘Türkçeleştirilmesi’ ile beraber camiye dönüştürülmüş bu Katolik kilisesinin ismi tekrar değiştirilmiştir. O güne kadar Ayasofya (Santa Sophia) olarak bilenen bu cami, bu kez Lala Mustafa Paşa Camisi ismini almıştır.

Halen daha dimdik ayakta duran ve ibadete hazır durumda olan diğer üç kilise de 50’li yılların sonlarına kadar KıbrıslıRumların, Ermenilerin ve diğer gayri müslimlerin ibadetine açıktı.

St. Mary (Ermeni Kilisesi) genellikle Ermenilerin ziyaretine uğrarken, İkiz Kiliseler (Hospitaller ve Templars) ayda bir Masonların buluşmalarına tanıklık yapıyordu. Burası Masonlar Kilisesi olarak da adlandırılır.

Mağusa’yı o yıllarda Pazar günleri hareketlendiren ve en büyük ayinlerin yapıldığı kilise Ay.Georgios Xorinos (NasturyanKilisesi) idi. Nasturiler, Süryanilerle akrabalığı olan ve Mağusa’da yaşayan toplumlardandı. Burayı yaptıran ünlü Nasturi tüccar Sir Francis Lakha’dır. Bir zamanlar Türkiye’de Nusaybin,Siirt, Hakkari civarı Nasturilerin yaşadıkları yerlerdi. Asuri veya Doğu Süryanileri diye de bilinen Nasturiler şu anda en yoğun Güney Hindistan’da yaşamaktadırlar.

***

İki toplumun birbirine düşürüldüğü yılların başlangıcı olan 1955 yılına kadar Pazar günleri Mağusalılar için ayrıcalıklı bir gündü. O günleri Dinçer Raif hocamızdan dinledim. Kendisi Mağusa’da doğup büyümüş ve o günleri hala daha hafızasında capcanlı tutan Mağusalılardan bir tanesidir.

“Ay.Georgios Xorinos’un papazı hemen karşısındaki balıkçı İbrahim’in oturduğu evde otururdu. Meydandaki Ahmet dayının kahvesinde de sürekli nargilesini içerdi. Her Hıristiyan bir kilisenin müdavimiydi. Herkesin kilisede bir sandalyesi vardı ve onun parasını yıllık olarak öderdi. Bu kilisenin de müdavimleri Maraş’ın en zenginleri idi. Ayni zamanda Mağusa’lı Rumlar da bu kiliseye giderlerdi. Mağusa, Pazar günleri tüm Maraş Rumlarının gezme yeri idi. Herkes en güzel kıyafetlerini giyerlerdi. Bizler de onlara ayak uydurur ve ‘pazarlık kıyafetlerimizi’ giyerdik. Yani tüm Mağusa Pazar günleri pırıl pırıl giyinmiş insanlarla dolup taşardı.

Yılda bir kez ‘Yahudi Yakma Ayini’ vardı. Ortodoks Rumların dini bir bayramı idi ve Ocak ayı içindeki bir günde kutlarlardı bu bayramı... Omuzlarına tabut alıp kilisenin etrafında dönerlerdi.

Akkule –Kara Kapısı- tarafından Mağusa’ya girildiğinde ‘yukarı çarşı’ dediğimiz yer vardı. Burada Tatlıcı Hasan dayı vardı. Pazar günleri Akkule önüne masalarını çıkarır, baklava, lokma ve şamişi yapardı. Yanındaki kahveci de nargileleri dizerdi. Rumlar ayinlerinden sonra buraya gelirlerdi.

Bir de çarşı meydanında Baklavacı Halil ayni şekilde lokmave şamişi yapardı. Onlarca masa kurulurdu. Nargileleri şimdiki Namık Kemal’in büstünün olduğu yere dizerdi.

Meydanda beş kahvehane daha vardı. Diğerleri Murat’ın kahvesi (sonraları Arap Salih’in işlettiği yer), Babaliki’nin yerinde Maria’nın kocası Ahmet dayının kahvesi, İş Bankası’nın olduğu yerde Standart’ın kahvesi ve hemen yanında Mulla’nın kahveleri vardı.

Meydandan hemen aşağıya doğru Liman Yolu’nda Seyis’in ve Nebil’in kahveleri ile Yeşil Tulumba kahvesi vardı. Meydana gelmeden önce de Ahmet’in kahvesi vardı. Caminin köşesinde de yine bir kahve daha vardı. Orada da nargile içilirdi.”

***

Ve Meyhanelerimiz...“Mağusa kapısından içeri girip Prenses Elizabeth Yolu

(İstiklal Caddesi)nden aşağı indiğinizde meyhanelerimiz başlardı.

İlk meyhane Süleyman’ın meyhanesiydi. Sonra Osman Cadde’nin meyhanesi olmuştu. Meyhanenin önünde şiş kebabı yapılırdı. İçeride sadece iki-üç masa bulunurdu. Küçük bir yerdi.

Aşağıya biraz inince dülger Mehmet dayı ve eşi Katerina’nın hem kahvehane hem de meyhane olan bir yeri vardı.

Daha sonra Foki’nin meyhanesi gelirdi. Şiş kebabı yapmazdı. Mustafa Foki, meyhaneciliği çok iyi bilen biriydi. Meyhanelerin genelinde varelden doldurulan iki yıldızlı Hacı Pavlo’nun konyağı içilirdi! Kapalı satılan tek yıldızlı Hacı Pavlo (açık renkli, tek yıldızlı -Monastero, Haggipavlu-) beş şilindi. Pahalı olduğu için çok tercih edilmezdi.

Hemen karşıda dedem Tahir ağanın gabaresi vardı. Kahveci Mehmet çalıştırırdı burayı. Garsonuda Derviş dayı idi.

Biraz daha aşağı indimin Afrodit sokağının köşesindeki kahvede şiş kebabı da yapılırdı. Gece meyhane olurdu. Bu sokakta hayat kadınları kalırdı.

Yine Prenses Elizabeth üzerinde Tahir ağanın bir meyhanesidaha vardı. İki odalı idi. Bir odasında sadece kendi ve arkadaşları içerdi. Diğer odasında müşterilerini kabul ederdi. Banko başı içilirdi genelde. İçeride sekiz on adet şarap fıçısıvardı. İçenlere oradan doldurup servis yapardı. En makbulu ise gokkinelli (kırmızımtırak) dediğimiz karışımdı. Bir ölçü beyaz stergo (dry) ile bir ölçü kırmızı tatlı (sweet) şarapın karışımıydı. İçinde şarap fıçılarının olduğu sadece iki meyhanevardı.

Yolun devamında meyhaneci Mandi vardı (Terzi Nihat’ın mağazası). Daha çok kebap yapardı. Dışarıda mangalı vardı. İçeride ayakta bir iki tek atabilirdin. KEO ve Hacı Pavlu içilirdi genelde.

Sonrasında Bambi’nin meyhanesi gelirdi (Nejat Onat’ın dükkanı). Burayı daha sonra Şemmedi’nin kardeşi Polo da çalıştırmıştı.

Daha aşağıda Mustafa Ruso’nun lokantası vardı (Halil hocanın mağazası), içki servisi de yapardı.

Şimdiki Foto Tamel ve Tatlıcı İrfan’ın olduğu yere geldiğimizde Andrea Kantin’in lokantası vardı. Çok büyük bir yerdi. Banko başı içilirdi ve kesinlikle açık içki satmazdı. Devlet memurları öğle yemeğini burada yerdi genelde... Pazar günü ayin için gelen Rumlar da öğlenleyin buraya uğrardı. Andrea ayrıca tefecilik de yapardı. 19.5 şilin verir, ay sonu bir lira (20 şilin) geri isterdi! Burayı sonradan Spano (Mehmetdayı) almıştı.

Andrea’dan sonra köşede Liverpool Bar vardı. Meyhaneci İsmail’in yeri idi. Açık konyak satardı. Karısı Maria çok güzelmeze hazırlardı.

Köşeyi aşağıya döndün mü (Sinan Paşa Sokak), meydana gidenyolun başlangıcında Aşçı Hasan’ın yeri vardı. Eski Eserler Müdürü Mogabgab genelde burada yerdi. Burada Aşçı Hasan’ın palaz güvercin yerine insanlara karga yaptığı da söylenir. Adımızı ‘gargacı’ya çıkaran diğer yer de Foki’nin meyhanesiydi!..

Biraz daha aşağıda Pavlo’nun meyhanesi vardı. Tahir ağa gibi bu da şarap fıçılarını meyhanesinde tutardı. Arka duvarda

rafları vardı. Periskanlarda (kavanozlarda) envayi turşuları vardı. Sahura, Pavlo’nun en çok göze batan ve sevilen turşusuydu. Küçük balıklar, una batırılarak kızartılır ve periskana konurdu. Üzerine, kalan un ve yağ dökülürdü. Periskana lazmarin ve üzüm sirkesi de konularak kapatılırdı. Sahura bir nevi balık turşusuydu. Pavlo çok iyi bir insandı. Engüzel ahtapotu da Pavlo yapardı. Gerek kendisi gerekse çocukları herkesle çok iyi geçinirdi.

Meydana gelmeden İsmet Kotak’ın dayısı Ethem’in meyhanesi vardı. Çok konuşkan ve siyasete meraklı birisiydi. Ölünce burayı Foki almış ve meyhanesini buraya taşımıştı. Hemen yanında da humusçu Said Efendi vardı.

Tam karşısını yukarıdaki meyhanelerini kapatan Tahir ağa almıştı. Açık şaraplarını yine fıçılarda burada satmaya devam ederdi. Kebap ya da meze vermezdi. Çok güzel bir havası vardı meyhanenin...

Meydana indiğimizde genelde kahveheneleri bulurdunuz. Şimdiki Liman İşçilerinin olduğu yer Erdoğan’ın snack barıydı. Çok modern bir yerdi. Meydandan aşağı Liman Yoluna girdiğinizde solda Spano’nun meyhanesini bulurdunuz. (Meyhanenin karşısında Kasap Hüseyin ve Müsteyde ablanın lokantası vardı. Sabah kebap ve ciğer, öğlen de ev yemekleri yapardı. Spanodan hemen sonra da Ahmet dayı kebap yapardı. Şiş köfteleri çok güzeldi.OD)

Şimdiki Türk Bankası’nın olduğu yer ise Mihaili’nin yeriydi. Rumlar Suriçini terkedince burayı Kasap Hüseyin almış ve fırın kebabı koymaya da başlamıştı.

Desdemona parkının karşısında Mustafa dayının meyhanesi bulunurdu. Pavlo’nun meyhanesi gibi burası da şarap kokardı. Karşıdaki liman kapısı açık olduğundan denizcilerin ilk uğrak yeri burasıydı.

Canbulat Kapısının karşısında ise Riveara vardı. Burayı Enver Emin’in babası Mehmet Emin dayı çalıştırırdı. Çok güzel bahçesi vardı. Burada da banko başı içilirdi...

Delik denizinde ise yine İsmail’in meyhanesi vardı. Delik,surlardan çıkıp Mağusalının kumsalla ve denizle buluştuğu yürüme mesafesindeki yeriydi.”

***

Mağusa bir liman kenti idi. Denizciler hiç eksik olmazdı buralarda...

Sadece kiliseleri, kahvehaneleri ve meyhanelerinden bahsettim sizlere. Aslında eksik bıraktım biraz da...

Yazımın başlığına da koymadım. Ama liman kenti olan Mağusa, ayni zamanda da bir ‘kerhaneler’ kentiydi!

“Eskiden Mağusa’da bir meyhane, bir kerhane, bir ev vardı”diyen, Mağusa’daki gemi acenteciliğinin duayen ismi Kayalp amcanın, birçok lafının arasına bunu da sıkıştırması boşuna değildi hani...

******

Mağusa ile özdeşleşmiş renkler, sarı-yeşil’di…

Her kentin birçok rengi vardır. Bunu, hem mecazi anlamda söyleyebiliriz, hem de kenti temsil eden renkler açısından… Kentlerin çoğu da rengarenktir aslında. Kültürel zenginliği, geçmişteki yaşamı, kıyafetleri, çeşitli toplumlardan insanları ile kentlerin tarihi bu çeşitlilik ve onların yarattığı zenginliklerle doludur.

Ben kenti simgeleyen renklerden bahsedeceğim. Her ne kadarturuncu-mavili bir belediye amblemimiz varsa da ben bu renklerin Mağusa’yı çağrıştırdığını düşünmüyorum. Geçmişte belki de portakalın turuncusu ve denizin mavisi düşünülerek öneçıkarılan bu renkler, şimdilerde kentte buna vesile olan portakaldan ve denizden eser kalmadığından belki de ilgi çeken renkler de değildir. Mağusa artık ne acıdır ki bir portakal ve deniz kenti değildir. Portakalın kökünü yıllar önce kazıdık ve ağaçlarını lahmacun fırınlarda odun olarak kullandık. Deniz de on altı kilometrelik bir sahil şeridi olarak halka artık kapalıdır! Sekiz kilometresi yasak bölge olup Kapalı Maraş’a ait iken, diğer sekiz kilometresi de (bir kilometrelik belediyeplajı olan bir şeridi hariç tutarsak) askeri bölge ve devlete ait olup yine halka kapalı durumdadır. Hal böyleyken kentimizi portakal ve deniz kenti olarak vurgulamamız gerçekçi değildir.

***

Geçmiş yıllarda, Mağusa Namık Kemal Lisesi (NKL) bölgenin tek orta eğitime bağlı okulu, Mağusa Türk Gücü (MTG) de mazisi şampiyonluklarla dolu tek 1. Lig takımı idi.

Namık Kemal Lisesi sadece eğitim alanında değil ayni zamanda sportif alanda da tüm ada çapında çok önemli sporcuların yetiştiği bir okuldu. Orta kısmı ile lise beraberdi. Atletizm, voleybol, futbol başta olmak üzere her branşta çok başarılı sporcuların çekirdekten yetiştiği bir eğitim ve öğretim yuvasıydı Namık Kemal Lisesi... Lisenin futbol takımı, uzun yıllar Mağusa Türk Gücü’nün belkemiğini oluşturan futbolcuları yetiştirip, yıllarca Türkiye takımlarınada kök söktüren ve liglerde art arda şampiyonluklar yaşamış birtakımın alt yapısıydı. Raifler, Galligalar, Arap Aliler, KaleciMustafalar, Erdinçler ile daha niceleri ve saymakla bitmeyen onlarcası, yüzlercesi Namık Kemal Lisesi’nden yetişmiş oyunculardı. Beden Eğitimi öğretmenleri Önder, Adil, Dinçer ve Mahir hocalar tüm günlerini okulda geçiren ve bu başarılı sporcuları yetiştiren hocalarımızdan sadece birkaçıdır.

***

İşte sporda tüm kente yıllarca hem liseler arası müsabakalarda, hem de futbolda sayısız başarılar ve şampiyonluklar yaşatmış, kentin bu iki kendi alanında rakipsiz kurumları NKL ve MTG’nin renkleri sarı-yeşildi… Tüm çocukların sokak aralarında bir topun peşinde koşarak büyüdüğü yıllarda, en büyük özlemleri bu renkleri taşıyan lisenin veya futbol takımının sarı-yeşilli formalarını giymekti.

Ve sporla ilgilenmeyen çok az bir kesimin dışında, o dönemin gerek liseler, gerekse futbol ligleri düzeyinde maç günleri ve öncesinde kentte büyük bir heyecan yaşanırdı. Liseler arası maçlar –gerek voleybol, gerekse atletizm olsun- öğleye yakın başlar ve şimdiki futbol maçlarından daha fazla seyirci çekerdi.

***

Mağusa’da sarı-yeşilli renkler herkeste coşku yaratsa da gerek okul, gerekse lig maçlarında deplasmanlara gittiğimizde hep “gargacılar” diye aleyhte bir tezahürat veya tepki ile karşılaşırdık. Mağusalıların geçmişte restoranlarında

garga servisi yaptığından olacak böyle bir küfürleri olurdu heprakip takımların! Hatta bazen de daha da ileriye gidilir, sahaya canlı garga atarlardı. 1990’lı yıllardan sonra tüm dünyada taraftar gurupları kendilerini ortaya koyarlarken, guruplarını simgeleyen bir sembol ve isim de bulurlardı. Mağusalı gençlerinki ise hazırdı: UltraCrows… Dilimize ‘radikalkargalar’ olarak de çevrilse hiçbir zaman Türkçe çevirisini ve Türk Dil Kurumuna uygun yazılışını kullanmadı bizim UltraCrows taraftar gurubumuz.

***

Ortaokuldan başlayarak kırklı yaşlara kadar spora bir yerden bulaşmış bir insan, kadın olsun erkek olsun fark etmez, geçmişte sarı-yeşilli formayı günün birinde mutlaka sırtına geçirirdi. Mağusa’da doğan her çocuk sarı-yeşilli bir formaya doğardı aslında. Ve onunla büyürdü… Bir tutkuydu aslında sarı-yeşil. Bu renkleri kim, neden tercih etti bilemem ama bahar aylarında tüm hisarların üstü sarı-yeşilli papatyalarla dolmayadevam ediyor hala… Kimileri, Mart ayında kurulan MTG’nin, renklerini başta hisarlarda olmak üzere o günlerde bölgede açanve Mağusa’yı adeta sarı-yeşile boyayan papatyalardan aldığını iddia etmektedir.

***

Canbulat Stadyumu’nun 17 yıl aradan sonra tekrar açılması:17 Mart 2012

Mağusa Türk Gücü’nün ve tüm Mağusalıların, 30 yıldan fazla futbol oynadığı hisar altındaki sahaları, Canbulat Stadyumu, 17 yıl kapalı kaldıktan sonra tekrardan açıldığı 17 Mart 2012 günü ağlayan onlarca kişi vardı tribünlerde. 17 Mart 1945 tarihinde kurulan Mağusa Türk Gücü’nün kuruluşunun da 67. yılı olan o günde, bizim dönemlerin gençliğinde top oynadığı yada seyrettiği ve çocuklarına anlattığı maçları, bu kez çocukları ile beraber seyretmeye gitmesi, herkeste farklı duygular yaratmıştır elbette… Çünkü birçoğumuz sarı-yeşille orada tanışmış, hayatının ilk 100 metresini orada koşmuş, ilk maçını orada seyretmiş ya da ilk golünü orada atmıştır. Hep sırtındaki sarı-yeşil formayla ve bahar aylarında açan sarı-yeşil papatyaların gölgesinde…

Hisarın altında maç keyfi başkaydı. Maçlarda gannavuriyi Şakir dayı, kuruyemişi Yılmaz, fıstığın iyisini de Fıstıkçı Nidai satardı. Yılmaz ara sıra arabasını bırakıp, çevirdiğinde meydanda da duyulan elindeki gırgırı ile tezahüratlara da katılırdı. O zaman kabuksuz fıstık (gunna) pek olmadığından ya da çok az olduğundan, ülkemizde oynanan tek spor toto olan İngiliz liglerinin beti ‘Littlewoods’ kağıtlarına kabuklu fıstık koymak mümkün değildi. Kabuklu tuzlu fıstık sadece gazete kağıtlarından yapılan hartuçlara konurdu. Littlewoods kağıtları genelde mavi renkli idi ve işi bitince kuruyemişçilertarafından alınırdı. Bükülerek içine pasadembo (kabak çekirdeği), gannavuri veya leblebi konurdu.

Canbulat Stadyumu’nun yıllar önce futbola kapılarını kapamasından sonra, tribünler ve hisarlarla beraber yıllarca futbola da küsmüş yüzlerce futbolsever vardı hisar altında. O gün şampiyonlukta iddialı Kaymaklı’yı misafir eden MTG, rakip kaleye tam üç gol göndermiş ve gollere kale arkasında sevinen çocuklara, genç kaleci Ufuk çok sinirlenmişti! Halbuki çocukların sevinci, Ufuk’un yediği gollere değil, babalarından dinledikleri ve o kaleye yıllar sonra ilk kez giren gollere tanıklık yapmış olmalarındandı.

Yıllarca Mağusa’da futbolun evine geri dönmesini, gerek söylemlerimde gerekse spor sayfalarında savunan biri olarak, buaçılımla beraber futbolun, Mağusa Suriçine tekrardan akacak insan sayısına az da olsa katkı yapacağına inanıyorum. Ayrıca yıllardır oralarda atıl olarak duran ve yıkılmaya terk edilmiş eski eserlerin ve surların tekrardan gözden geçirilmek zorunda olacağını düşünüyorum. Ülkenin ataleti Mağusa’ya yansımış olmazsa eğer!

**************

Çeşitli dinlere mensup insanlarımız...

Mağusa'nın ilk eczacısı Andreas Garulla (Karoullas) ileunutulmayan doktorlar Niyazi Manyera ve ortopedist Hacıgago

(Hadjikakou)...

Kıbrıs’taki tüm farklı toplumların oluşturduğu mozaik bir yapının ta kendisini Mağusa Suriçinde de gözlemlemek mümkündü. Kıbrıslı Türkü, Rumu, Ermenisi ya da Latini, Suriçinde beraber yaşıyorlardı.

Mağusa onlar için bir cennetti belki de... Farklı toplumların ibadetine uygun yerlerin sayısı kentimizde çok fazlaydı. Mağusa’nın camisi, kilisesi hem müslüman nüfusa hem de gayri müslümlere çokca seçenek sunuyordu. Türkler, Ermeniler, Rumlar, Latinler varsa Suryaniler ya da Nasturiler kendi atalarının yaptığı cami veya kiliselerde namazlarını kılıyor, ayinlerini yapıyorlardı. Sonrasında limanda beraber çalışıp, fırınlarda beraber ekmek yoğuruyorlardı. Yediği, içtiği meyhaneleri ortaktı. Hatta bazı zaman sevdikleri kadınlar bile! Hayatı paylaştıkları insanlardaçoğu zaman din farkı gözetmiyorlardı. Mağusa’da iki toplumlu evlilikler de fazlaydı. Kimileri gizlesede aşklarını ya da evliliklerini, herkes herkesi biliyordu kentimizde... Burada yaşayanların sağlıkta ve hastalıkta ayrısı gayrısı da yoktu...

***

Benim hatırladığım dönemlerde bölgenin tek ortopedisti Dr. Hacıgago (Hadjikakou) idi. Maraş’ta büyük bir kliniği vardı. Emeği ve iyiliği geçmeyen Mağusalı yok gibiydi. Onusevmeyen Mağusa’lı da yoktu.

Mağusa’da 1924 yılında doğan Dr.Hacıgago, tıp eğitimini İngiltere’de tamamladıktan sonra 1951’de Kıbrıs’a dönmüş ve 1954 yılına kadar Lefkoşa Genel Hastanesinde çalışmış. Sonra ihtisas için tekrar İngiltere’ye gitmiş.

Ortopedi ihtisasını bitirdikten sonra Mağusa’ya, doğduğu yere yerleşen doktor, 1961 yılında Maraş’ta deniz kenarında büyük bir ortopedi kliniği açıp, 1970’de milletvekili seçilmiştir.

16 Ağustos 1974 günü Maraş boşaldığında, doktor Maraş’takikliniğinden kaçmamıştı. Dostlarına ve dostluklarına güvendiğinden belki de...

O günlerde Mağusa’ya ulaşan asker hızını alamamış ve ‘Atila Hattı’ diye bilinen çizginin de ötesine geçmişti. Orası Maraş’tı! Maraş’tan yetiştiren kaçmış, kaçamayanlar da

tutuklanıp sorgulanmak için Suriçine taşınmıştı. Mağusa Kapısından içeri girip sağ tarafa döndüğünüzde

Raşit Cafer’in binalarının olduğu yere getirilen siviller burada sorguya tutuluyordu. Bir Karpazlı olan ve anadili gibi Rumca konuşan babam rahmetli avukat Osman Mehmet (Dağlı) de sancaktarlığın talimatı ile orada sorgulama işini yapıyordu. Gelen esirler perişan halde idi. Kısa bir süre içeri girip ifade verip çıkıyorlardı. Esirlerin manzarası inanılmaz derecede içler acısıydı.

Aniden çok farklı bir şekilde bir ambulans gelip tam önümde durmuştu. İçinden beyaz kıyafetleri ile hemşireler ve önlüğüyle Dr.Hacıgago inmişti. O’nu çok iyi tanıyordum. Çünkü birkaç ay önce basketbol topu parmaklarımı darmadağın etmiş ve yanına gitmiştim. Koşup hemen haber verdiğimde, babam dışarı çıkmış, doktorun yakın arkadaşlarından Dr.Ali Atun da telefonlaaranmıştı. O’na esir muamelesi yapılmadan, sorgulanmadan ekibiyle beraber, doğrudan doktoru Suriçinin tek hoteli olan, hemen ilerideki Altun Tabya Hoteline yerleştirmişlerdi. Ardından da BM’ye haber verilip, güvenli bir şekilde ekibi ile geri gönderilmiş ve O’na karşı son görevlerini Mağusalılar, savaşın tüm acımasızlığına rağmen, insanca ve dostça yerine getirmişti.

Yıllar geçtiği halde O da, biz Mağusalıları hiç unutmamış.1982’de Larnaka’da bir kalp krizi geçirerek öldüğünde cenaze törenine katılmaları için Kıbrıslı Türk tüm arkadaşlarına ulaştırılmasını istediği davetiyelerini de bırakmıştı!..

***

Ama daha da gerilere gittiğimizde doktor bile henüz yokkenkentimizde, eczacı Garulla (Karoullas) doktoru gibiymiş Mağusa’nın!

Anlatanlar Andreas Garulla için öyle diyordu...Bölgenin tek eczacısıydı. Mağusalıların hala daha dilinden

düşürmediği bu kişinin oğlu olan Nikos, babasından yadigar kalan dostlarını ve kentimizi, zaman zaman gelip ziyaret ederken eczacı Garulla'nın belki de vasiyetini de yerine de getirmiş oluyor hala...

Kıbrıs Cumhuriyeti'in ilk Sağlık Bakanı olan büyük dayım Dr.Niyazi Manyera'nın tıbbiye sonrası aktif doktorluğa başlamasında Garulla’nın büyük katkıları olmuştu. Öyle anlatıyordu evdekiler...

Meryem ve Mulla Manyera ailesi Karpaz'ın Vasili (Gelincik)köyünden olup sonraları Yeşilköy’e göç etmişlerdi. Oğulları Niyazi Manyera, İstanbul Tıp Fakültesinden 1939 yılında mezun olduktan sonra, önce doğduğu yer Karpaz’a, sonra da Mağusa'ya yerleşmişti. Birçok hastalığa da yakın dostu olan eczacı Garulla’nın yaptığı ilaçlarla çare bulurmuş. O zamanlarda neredeyse tüm ilaçlar eczanelerde eczacılar tarafından hazırlanıp, doktorlarla beraber hastalara veriliyormuş.

Dr.Manyera, 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyle beraber Başpiskopos Makarios Başkanlığında oluşturulan kabinenin üç Kıbrıslı Türk bakanından bir tanesiydi. Kabinenin Sağlık Bakanı olunca Lefkoşa’ya taşınmıştı. Mağusa’da kaldığı uzun yıllar boyunca doktorluğununyanı sıra iki dönem Belediye Meclis üyeliği, Namık Kemal Lisesinin kurulmasına önayak olan Mağusa Okullar Komisyonu Başkanlığı yapmış ve Mağusa’nın birçok alanda sosyal ve siyasalyaşamına da önemli katkıları olmuştu.

Andreas Garulla, Ay.Georgios Xorinos (Nestoryan) kilisesinin arkasında, şimdiki Tabakhane sokakta otururdu. Eczacı dükkanı ise Mağusa kapısından Suriçine girdiğinizde, sağtarafta tam karşıdaydı.

Garulla, ilkokul yıllarından beri yanında olan, ilkokul sonrası da eczanesinde kalfalık yapan Kayhan (Yorgancıoğlu)'nunbabası gibiydi. Yazdıklarımın bir kısmını dinlediğim Kayhan abiöyle diyordu Garulla için...

Garulla Türkçeyi ana dili gibi biliyordu.Dr.Niyazi Manyera'nın ilk hekimlik yıllarında Kıbrıs'ta

oldukça yaygın görülen Sıtma ve Tifo hastalığının tedavisini, doktor ile Garulla beraber başardılar demişti Kayhan abi...

Doktorun yanı sıra, o dönem bölgenin iki avukatı Osman Mehmet (Dağlı) ve Ayhan Çiftçioğlu, Dr.Ali Atun, Dr.Manyera'nıneniştesi Başöğretmen Eşref Efendi, Türk Bankası'nın Müdürü (Sarı) Kemal bey, eczacı Garulla'nın çok iyi dostlarıymış. Mağusa’dan kaçmak zorunda kalınca, eczanesini Maraş’taki Bandabuliyanın yanına taşımış. Ama arkadaşları kendisini orada da yalnız bırakmamış, sürekli ziyaret etmiş, ilaçlarını almış Garulla’dan...

***

1950'lerin ikinci yarısı Mağusa Suriçinden Kıbrıslı Rumların kovulmaya başladığı dönemdi!

O günlerde Mağusa, sanırım asırlar sonra ikinci kez ‘etniktemizliğe’ uğruyordu. 1958 yılının henüz başında 27-28 Ocak olayları olmuştu. Kıbrıslı Türklerin “Ya Taksim, Ya Ölüm” taleplerinin tepe yaptığı günlerdi, o günler...

İngilizler, Kıbrıslı Türklerin ‘resmi tezi’ Taksim politikasına perde gerisinden destek verirken, Kıbrıslı Türk veRumların karşı karşıya getirildiği günleri yaşıyordu Mağusa... İşte bu süreç, Mağusa’daki Rum ve Ermenilerin Suriçini teker teker terketmesine kadar varmıştı. Buna karşın Maraş’ta dükkanı bulunan Kıbrıslı Türklerden yemişçi Fehmi, Ali Eyüp, Hüseyin Atai, Saatçi Niyazi Ziya, İrfan Nadir, Osman Kutup ve Ahmet Tahsin gibi ticaret yapan esnaf da dükkanlarını terkedip Mağusa’ya geri dönmüştü.

Doğduğu ve ekmeğini kazandığı, dostlarıyla beraber büyüdüğü Suriçinden ise en son O kaçmak zorunda kalmıştı.

Eczanesi taşlanıp, yağmalanınca Garulla, Mağusa'yı terketmek zorunda kalıp, Maraş'a yerleşmişti. Liman İşçileri kahvesinde, O’nun eczanesini taşlayanlardan biriyle şimdilerde çok sık sohbet ediyoruz. O günleri kendisinden dinlediğimde, Garulla hep laf arasında geçer ve der ki “gençlik işte, ben de bir taş savurmuştum eczanesinin camlarına...”

Dostları sürekli kendisini Maraş’ta da ziyaret etmiş, yalnız bırakmamış. Rumların Hasan diye bildikleri Kayhan abi deyanında kalfalığa devam etmiş Maraş'ta...

1960 sonrası Mağusa'dan kopamayan Garulla Suriçine girememesine rağmen buraya bir eczacı dükkanı daha açmıştı..

Nebil Nami, Garulla’nın kalfalığını uzun yıllar yapmış, sonrasında da Mağusa'nın ikinci eczanesini açan kişi olmuştu. Kalfalığını da uzun yıllar yanında çalışan Enver Emin yapıyormuş. Garulla’nın Mağusa’da ikinci kez açtığı eczanesine önceleri Nebil Nabi’nin yanında yetişen Enver Emin bakarken, sonrasında Kayhan abi de eczacı kalfalığı yapmış orada.

Fakat bu kez 1963 yılına yaklaşırken havalar yine ısınmayabaşlamıştı. Garulla, Suriçinde tekrar açtığı ve kendisinin hiç gidemediği eczanesini bir kez daha kapatmak zorunda kalmıştı.

Birçok kişiden dinlediğim Garulla’nın, fakirlerden para almayan, başta Mağusa Türk Gücü kulübü olmak üzere spor kulüplerinin tüm sağlık ihtiyaçlarını karşılayan, özellikle yanık vakalarına yaptığı kremlerle, ayrıca Kıbrıs’ı ve Mağusa’yı kasıp kavuran ve körlüğe sebep olan trahom hastalığını doktorlarla beraber tedavi etmesiyle birlikte, insanlığının hala daha Mağusalılar arasında dilden dile

dolaştığı bir efsane olarak, herkesin gönlünde Dr.Manyera ve Dr.Hacıgago ile beraber yaşadığını söylemek zor olmasa gerek...

***********

Mağusa’nın hastalıkları ve Dr.Mehmet Ali Bey...

Mağusa’nın nüfusu, 1735 yılında yaşanan büyük deprem ile sonrasında gelen feleket ve yoksulluk yılları derken nüfus 1900’lü yılların başına kadar çok azalmış. O yıllarda Suriçindenüfusumuz dört yüzlere kadar da inmiş.

Felaket ve yoksulluk ama iki de önemli hastalık yakamızdanhiç düşmemiş. XX. Yüzyılın ilk yarısında İngilizler bu iki hastalıkla çok mücadele etmiş:

Trahom ve SıtmaHer ne kadar Namık Kemal, Mağusa’nın dedikodusunun

sıtmadan da beter olduğuna dair yazılar yazmışsa, dedikodudan hiç kimse ölmemiş Mağusa’da!

Sıtma ölümle sonuçlansa da trahom sadece körlüğe sebep oluyormuş. Görev yapan doktor ve sağlık ekiplerinin özverili çalışması ile her iki çalışmanın da önü açılmış ve bu iki hastalık da yok edilmiştir.

Dr. Mehmet Ali Bey, trahomun ortadan kaldırılmasında, büyük emek harcayan doktorlarımızdan en önemlisiydi. Oğlu Yüksek Mahkeme eski Başkanlarından avukat Taner Erginel’den dinliyorum doktoru...

“Kıbrıs’ın ilk göz doktorlarından olan Mehmet Ali Bey 1891yılında Lapta’da doğar. Babası Hüseyin Mulla Hasan Dolmacı, annesi ise Emine Dolmacı’dır. O tarihlerde Kıbrıs Türkleri içintahsil yapmak kolay değildir. İleri görüşlü bir kişi olan baba Dolmacı, Mehmet Ali’nin Rüştiye (Ortaokul) ve İdadi (Lise) tahsilini yapmasın sağlar. Daha sonra onu İstanbul’a gönderir. İstanbul Tıp Fakültesi ise imparatorluğun en önemli okullarından biri idi. Mehmet Ali, Askeri Tıbbiye’nin giriş imtihanlarında üstün başarı gösterir ve burslu olarak okuma hakkını kazanır. Daha mezun olmadan Balkan Savaşları başlar.

Mehmet Ali ve diğer Askeri Tıbbiye öğrencileri tahsili bırakarak savaşa katılırlar.

Mehmet Ali Bey, 1914 yılında Askeri Tıbbiye’den mezun olur. Mezun olduktan hemen sonra Çanakkale Savaşı başlar ve genç bir doktor olarak savaşa katılır. Dr. Mehmet Ali Bey yaralıları ziyarete gelen Mustafa Kemal ile tanışma fırsatını bulur. I.Dünya Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi ile sona erer ve Osmanlı ordusu terhis edilip dağıtılır. Bunun üzerine Mehmet Ali Bey Kıbrıs’a döner ve bir süre pratisyen doktor olarak çalışır.

1925 yılında Balalanlı Başhakim Zeka Bey’in kızkardeşi Fatma Hüseyin Guselli ile evlenen Dr.Mehmet Ali Bey’in biri kız, dördü erkek beş çocuğu olmuştur.

Daha sonra devlet görevine girer ve Mağusa Hastanesinde görev yapmaya başlar. Trahomla mücadele etmek isteyen İngiliz Yönetimi, Dr. Mehmet Ali Bey’e göz ihtisası bursu verir. KahireÜniversitesi’nde göz ihtisası yaptıktan sonra, Mağusa Devlet Hastanesi’ne geri döner ve göz doktoru olarak çalışmalarını sürdürür.

Mağusa Kazasında bulunan ve halkın tamamı Rum olan Tuzluca(Batrıç) köyünde 1930’larda trahom hastalığı yaygın hale gelir,köylülerin büyük bölümü bu hastalığa yakalanır. Köyü ziyaret eden İngiliz Başhekim hastalığa hatalı teşhis koyar ve tüm Kıbrısa süratle yayılabilecek başka bulaşıcı bir hastalık olduğunu düşünür.

Valinin emriyle köy karantinaya alınır. Hastalık yapılan tedaviye yanıt vermez. Köyde hasta

olmayanların da İngiliz askerleri tarafından öldürüleceği ve hastalığın diğer bölgelere yayılmasının önleneceği dedikodusu yayılır. Bu korku süreci Dr. Mehmet Ali Bey köyü ziyaret edinceye kadar devam eder. Dr. Mehmet Ali Bey trahom teşhisini gecikmeden koyar. Gerçi trahom da bulaşıcı bir hastalıktı, ancak karantina gerektiren bir hastalık değildi ve tedavisi mümkündü.

Uzun tartışmalardan sonra İngiliz Başhekim, Dr. Mehmet AliBey’in görüşlerini kabul etmek zorunda kalır ve karantina kaldırılır. O tarihe kadar gözlerini kaybetmemiş olanlar tedaviye yanıt verir ve trahomdan kurtulur.

O yıllarda trahomla ilgili muayene ve tedavi parasız yapılıyordu. Göz doktorları diğer hastalıkları da tedavi etmiyor değillerdi. Diğer tedaviler ücrete tabiydi. Ücret

hastanın ekonomik durumuna göre ayarlanıyordu. Varlıklı kişileriçin tedavi ücreti iki şilindi. Muhtar belgesi ile varlıklı olmadıklarını kanıtlayanlar için yarım şilindi. Muhtar belgesi ile fakir olduklarını kanıtlayanlar ise sadece bir kuruş veriyorlardı. Fakir olup bir kuruşu bile ödeyemeyenler vardı. Dr. Mehmet Ali Bey onların bir kuruşunu cebinden öder fakir hastaları muayenesiz veya tedavisiz bırakmazdı.

Herkesin kontrolden geçmesi ve tüm hastaların tedavi olması isteniyordu. Bu nedenle Dr. Mehmet Ali Bey, Mağusa Kazasında bulunan Türk ve Rumların yaşadığı tüm köyleri ve okulları ziyaret ederdi. Bir okula gittiği zaman çocuklar uzun bir kuyruk oluştururdu ve Dr. Mehmet Ali Bey tümünün bir bir gözlerine bakar ve ilaçlardı. Her okulda trahoma yakalanmış beş-on çocuk çıkardı.

Önce büyük afişler hazırlanarak halk uyarılmak isteniyordu. Bu afişlerin birinde ‘Körlük Ölümden Beterdir’ diğerinde ‘Trahom İnsanı Kör Eder’ diye yazıyordu. Afişlerde kör olan insanların resimleri de vardı. Mağusa Devlet Hastanesine tüm hastaların görebileceği yerlere ve ayrıca Lefkonuk (Geçitkale), Yalusa (Yeni Erenköy) gibi büyük köylerdebulunan sağlık ocaklarına da afişler asılmıştı.”

Doktor ve ailesi, Mağusa Suriçinde meydana yakın bir evde ikamet ediyordu. (Bu evi 1971 yılında öğretmen arkadaşlarım Alive Erdinç Alnar’ların babası ‘Uzun’ Mustafa satın almış ve uzunbir süre ailesi ile burada kalmıştır.) Bu evin arka tarafında, su kuyusu ve çok geniş bir bahçe vardı. Bahçenin bir kısmına Şeherli Ali (Eşber Serakıncı’nın amcası) bakıyordu. Bu evin bahçesinde kırmızı ahududu, portakal ve mandalina ağaçları bulunur, her türlü yeşillik ekilirdi.

Dr. Mehmet Ali Beyin Mağusa Türk kesiminde ilk araba sahibi olan kişi olduğu söylenir. O tarihlerde Mağusa o kadar sessizdi ki Dr. Mehmet Ali Bey arabasıyla köylerden döndüğü ve Mağusa’ya yaklaştığı zaman daha Suriçine girmeden çarşı meydanında kahvelerde oturan arkadaşları arabanın korna sesini duyduğunu söylerlerdi. Trahomu yok etmek için tüm halkın kontrolden geçmesi isteniyordu. Bunun için göz doktorlarının her yeri gezmesi gerekiyordu. Bu nedenle göz doktorlarına arabaalma olanağı sağlanmıştı.

Emekliye ayrıldığı 1952 yılına kadar Mağusa Devlet Hastanesinde görev yapan Mehmet Ali Bey 1971 yılında ölmüştür.

***

Sıtma ve Sıhhiye Başmüfettişi Mehmet Aziz bey...Larnaka’ya bağlı Vuda (Kalahoryo) köyünde 1893 yılında

doğan Mehmet Aziz bey bu çalışmaları İngiliz Hükümeti adına yürüten bir numaralı isimdi. Sıhhiye Başmüfettişliğine kadar yükselen Mehmet Aziz bey, 1991 yılında hayata gözlerini yumarken Ada çapında artık yeni sıtma vakasının görülmemesi için yaptığı hizmetlerden dolayı her zaman anılacaktır.

1940’lı yıllarda bazı köylerde sıtma hastalığına yol açan parazitin çocuklardaki oranı %70’lere varıyordu. Tüm ülkedeki nüfusumuz o yıllarda dört yüz elli bin idi ve bunun üç yüz binitarımla uğraşmakta idi. Ülkedeki nüfusun ise %51.9’u ise kanında sıtma parazitini taşıyordu.

İşte bu ortamda Ada sathında başlatılan mücadele ile sıtmaparazitini taşıyan insanlarımızın oranı %1.3’e kadar inmişti. Hasta insanlarımızın sayısı ise 1944 yılından 1949’a kadar 7686’dan 71’e düşmüştü.

Bu müthiş bir başarı idi. Anofel sinekleri, ilaçlama ve bataklıkların kurutulması sonucu yok edilmişti. Böylelikle sıtmayı insandan insana taşıyıp bulaştıracak son konak olan anofel kalmadığı için de sıtmanın da kökü kazınmıştı.

************

Demiryolu’nun son müdürü Kemal bey ve hayat arkadaşı Desbunu hanım...

Tren, Kıbrıs tarihinde bir döneme damgasını vurmuş bir olgudur. 1905 ile 1951 yılları arasında Mağusa Limanı ile Lefkebölgesindeki Evrihou köyü arasında 76 mil (122 km)lik mesafeyi dört saatte alan bu trenin 1 numaralı Lokomotifi, demiryolunun ilk durağı olan istasyonunun yani şimdiki Mağusa Tapu Dairesi’nin önünde tarihi bir eser olarak sergileniyor. Kıbrıs Hükümeti Demiryolu (Cyprus Government Railway) şirketinin son müdürü de yıllarca Baykal mahallesinde komşuluk yaptığımız Kemal (Ahmet) beydi.

Baykal, Mağusa’da Kıbrıslı Türklerin yaşadığı dört mahallesinden biriydi eskiden. Savaştan sonra on bir mahalle daha eklenmiş mevcut yapıya! Eskiden dediğim yıllar hep 1974 savaşı öncesini tanımlayan yıllar olmuştur hayatımda. Surlar dışında Baykal’la beraber diğer iki mahalle de Karakol ve Sakarya idi. Şimdi tersi de olsa en kalabalık nüfus o zamanlar Suriçinde idi...

Eskiden bizler Baykal, Kıbrıslı Rumlar da Ay.Luka (Ay.Lucas) diyorlardı bu bölgeye. Aslında biz de Ay.Luka’yı kullanmaz değildik hani... Ama sadece Kıbrıslı Rumların yaşadığı arka mahalleye Ay.Luka derdik ve kendimizce mahallede şimdilerin sanal dediği bir sınır oluşturuyorduk onlarla aramızda.

Lefkoşa’dan gelen yol, round about (anıt çemberi) ve oradan Larnaka’ya giden yol arasında kalan bölgeydi Baykal... Bu yolların iç kısmında bizler, dış kısımlarında Kıbrıslı Rumlar oturuyordu. Kıbrıslı Rumlarla doğrudan bir komşuluk ilişkimiz yoktu. Bir sokak ötesi bizim yaş gurubu için yasak bölgeydi. Lefkoşa ve Larnaka yollarını karşıdan karşıya geçmemizin cezasıda hepimiz için çok büyüktü. Kendi mahallemiz neyimize yetmezdiki!

Her evde ortalama iki-üç erkek çocuğu vardı ve toplamda iki futbol takımı oluşturacak zenginliğe sahiptik. Hatta bir ara o kadar kalabalık olmuştuk ki her sokağın ayrı bir futbol takımı vardı. Aslında Mağusa’da varlıklı insanların kaldığı mahalleolarak bilinse de liman işçisi, üslerde çalışan polişmanlar, banka çalışanları, memurlar ağırlıktaydı bölgemizde. Caminin imamı Salahi (Serakıncı) dayının krem rengi 1960 model Opel station bir arabası vardı. Salahi dayı vites değiştirmeyi pek sevmediğinden, köşeden döndüğünde sesinden tanırdık arabayı.

Araba sayısı çok azdı. Şimdilerde trafik akışından ve araba yoğunluğundan dolayı yolda yürümenin dahi zor olduğu ‘Şevki Bey Yolu’nda çift kale maç yapardık. Yine ayni yolda karşılıklı yer tenisi de oynardık çoğu zaman. Sonradan mahalledeki Baykal Karargahı soruna ‘sivil’ bir çözüm bulup bize boş bir araziyi futbol sahasına çevirmişti.

*** Şevki Bey, Baykal’daki arazilerin sahibi üç kardeşten biriymiş. Dr. Dündar bey ve bir erkek kardeşleri daha

varmış. Burası 1960’lara kadar kadar ‘İngiliz Üssü’ imiş. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyle beraber İngilizler bölgedençekilirken bu üslere ait toprağı üç kardeş satın almış. Dr.Dündar bey İngiliz ordusunda doktorluk yapıyormuş, İngilizlerin Ada’yı terketmesi ile beraber Dr.Dündar bey de Kıbrıs’tan ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş.

Bu üç kardeşin satın aldığı mahalle arazisi zaman zaman parsellenip arsa haline getirilip satılır ve yeni evler yapılıyordu. Bu arsalardan ve satış işlerinden bu kardeşlerin yani Şevki ve Dündar beylerin yeğenleri Kemal (Ahmet) bey sorumluydu.

Kemal beyin hayat arkadaşı Desbunu hanım idi ve bizim sokakta yaşıyorlardı. Desbunu teyze (belki de gerçek adı Despina idi) Kıbrıslı Rumdu ve dinini değiştirmediği için, biz onları evli bilsek de Kemal bey amca ile evlenememişlerdi hiç bir zaman. Gerek 1960 öncesinde gerekse 1960 Kıbrıs CumhuriyetiAnayasasına göre farklı dinlerden insanlara nikah kıyılamazmış!İlla ki nikah için birinin din değiştirmesi gerekiyormuş. Evlenebilmek için ne Kemal bey, ne de Desbunu hanım dinlerini değiştirmiş, ama ölüm ayırına kadar da hiç ayrılmamışlar. Desbunu hanım evin önünden her geçtiğimizde mutlaka bizi durdurup şeker vermeden yapamazdı. İlla ki şekeri alıp öyle devam ederdik koşup oynamaya!

Kemal bey, Kıbrıs’taki son ‘Şimendifer (Demiryolu) Müdürü’ymüş. Bize hep öyle derdi ama şimendiferin ne olduğunu bilmiyorduk o yaşlarda. Çünkü Kıbrıs’ta tren olayı biz doğmadanmüzelik olmuştu. Mağusa’ya son seferini yapan tren de eskiden ilk durağı olan yerde şimdiki Tapu Dairesinin önünde sergilenmeye devam ediyor hala. Faal olduğu yıllarda üç milyon tondan fazla yük ve yedi milyondan fazla insan taşıyan, otuz durak geçerek Mağusa’dan Evrihou’ya ulaşan tren son seferini yapıp tarihe kavuşunca Kemal beyi ‘Limanlar Dairesi’ne tayin etmişler ve oradan da emekli olmuş kendisi.

Trenlerimiz 1945 yılından sonra adaya Ford araba ve kamyonlar gelmeye başlayınca gözden düşmeye başlamıştır. Ve nihayet çok geçmeden de işin içine araba tröstlerinin de karışmasıyle Demiryolu İşletmesinin ipi çekilmiştir!

O zamanlar Limanlar Dairesinin yazlık kıyafetleri içinde kısa haki pantolon olması lazımdı ki mahallede tek kısa pantolon giyen adam Kemal beydi. Çocuklar giymesine giyerdi amakoca bir adamın muntazam bir kısa pantolon giymesini ilk kez onda görmüştük.

Evinin baş köşesinda İngiltere Kraliçesi II.Elizabeth’in kendisine ‘Şimendifer Müdürü’ olarak ‘Kıbrıs Hükümeti Demiryolu’nda emeğinin geçmesinden dolayı verdiği imzalı takdirbelgesi asılıydı. Evlerine her gittiğimde dikkatimi çeken bir belgeydi. Mutlaka bayram sabahları ilk ona uğrar Desbunu teyzeyle Kemal bey amcanın elini öper, bayramlık şekerlerimizi alırdık. Desbunu teyze kedileri çok severdi ve evinin her köşesinden bir kedi çıkardı mutlaka.

Kemal bey mahellede Şevki ve Dündar beylerin hem yeğeni hem de vekili olarak arsaların parselasyonu ve de satışından sorumluydu. İnşaatlar artınca büyük futbol sahamız da parselasyona uğrayıp ufalmış ve hepsimiz çok üzülmüştük. Büyüklerimiz ve biz artık orada maç yapamaz olmuştuk. Onları daseyredemiyorduk artık... Bir döneme damgasını vuran MTG’li kaleci Mustafa, kardeşi Halil ve Metin bu sahada yetişmişlerdi.

1970’lerin başında sahamız parsellenip ufalınca kendi başımıza kaldık oralarda. Bir de küçülmüş sahamızın ortasında parselasyonun sınırlarını gösteren ‘gugo’ kalmaz mı, tamam dedik bu iş böyle olmaz. Yaklaşık iki metreye yakın demirden kökü de olan betondan yapılmış gugoyu söküp attık. (Şimdilerde artık gugo falan yok, yarım metrelik bir demir çubuk sokup kaçıyorlar bu işi yapanlar!) Bunu duyan ve hızır gibi yetişen Kemal bey bizi sahada basıp, gugoyu aramıştı. Bize kızmıştı amagugoyu bir daha oraya çaktırtmadık. O küçük saha yaklaşık on yıl daha maçlarımıza ev sahipliği yaptı. Ta ki günümüzün gereğiapartmanlar oraya oturtulana kadar!

**********

Bölünmüş kentin bitmeyen dostlukları: Andreas Lordos-Mehmet Emin Sarı

Dünyamızda ne savaşlar biti, ne de kötülükler... Savaşlar yüzünden canından, evinden, yurdundan olanların acıları dinmiyor, yüreklerindeki yaralar hala daha kapanmıyor.

Şehirlerin ortasından bölünüp, iki ayrı toplum ya da iki ayrı sistem arasında paylaşıldığı çok kent vardı yıllar öncesi... En önemlilerden bir tanesi de Berlin idi. Şehri bölenduvar, dünyada soğuk savaşın simgesiydi. Bir gece insanlar duvarla yatıp, ertesi gün duvarsız bir kente uyanmışlardı.

Hatta orayı ziyaret ettiğimde insanların aslında gece yatmadığını, duvar yıkılana kadar üzerinde bir milyona yakın insanın beklediğini anlatıyordu Berlin Üniversitesinde doktorasını yapan Emrah!

Lefkoşa olmasa, orası bölünmüş son başkent olarak tarihe geçecekti. Ama Lefkoşa vardı. Kötülüklerin ve bölünmüşlüğün gazabına uğrayan son başkent olarak tarihe Lefkoşa adını yazdırmalıydı! Duvarı yıkılsa da, bölünmüşlüğü hala daha devam ediyor başkentimizin. Ve aslında Lefkoşa bölünmüş bir kent olarak Kıbrıs’ın da bölünmüşlüğünü de simgelemeye devam ediyor hala...

Ama bundan da daha ötesi var Mağusa’da... Lefkoşa, bölünmüş bir kent ama dikenli tellerin iki tarafında da yaşam devam ediyor!

Akdeniz’in sıcak kumsalları boyunca uzanan 2300 yıllık tarihe sahip Mağusa kenti. Bölünmüş ama yarısı da yok edilmiş bir kent artık burası... Yani yılanlara, çıyanlara emanet ötekiyarısı! Kırk yıldır kentin ‘yaşayan’ tarafındaki insanlar, öteki yarısının başına gelenleri kanıksamış durumda. Kanıksamayan ve kabullenmeyenler de var.

Onlar da çeşitli örgütlerde yada örgütsüz olarak tepkilerini de koyuyor kentlerinin ölüme terkedilmiş ‘öteki’ yarısı için. Mağusa İnisiyatifi de buna tepki koyan yerel inisiyatiflerden bir tanesidir. Yaptığı çalışmalarla adanın heriki tarafında da ses vermiştir. Hala birçok konuda doğal olarakgörüş farklılıkları olan iki toplumun, Maraş’ın BM gözetiminde açılmasını ortak olarak onaylamaları, Kıbrıs 2015 İnisiyatifi gurubunun 2000 kişi üzerinde yaptığı çalışmada ortaya çıkmıştır.

Bu çalışmada, Kıbrıslı Rumlar, %68’i Maraş’ın ortak çalışılabilecek bir alan olarak BM ve AB gözetiminde açılmasını, ‘tatmin edici, çok cazip’ bir seçenek olarak kabul ediyorlar.

Bu oran, Kıbrıslı Türkler arasında %45 olarak ortaya çıkarken, Kıbrıslı Türklerin %18’i de bu seçeneği ‘tahammül edilebilir’ olarak görüyor. Bu iki yüzdeliği topladığımızda, Kıbrıslı Türkler arasında da Maraş’ın ortak çalışabilecek bir alan olarak BM ve AB gözeteminde açılmasını, %63 oranında kabuledilebildiği çıkıyor karşımıza. Hatta benzer bir kamuoyu yoklamasını Mağusa İnisiyatifi de yapmış Mağusa Belediye hudutlarında yaşayan Kıbrıslı Türkler arasında. Mağusa’nın on dört mahallesinde de ortak sonuç çıkmış ve burada yaşayanların

%73’ü Maraş’in BM gözetiminde yasal sahiplerine açılmasını onaylamışlar.

Ayrıca Mağusa Suriçi ile beraber Mağusa Limanı’nın terkedilmişliği ve Akdenizin çöplüğü haline gelmesi de Mağusalıların ve Mağusa İnsiyatifi’nin kabul edemediği durumlardır. Bu konuda da ortaya konulan görüşler de ses vermişolup ilk kez Avrupa Parlamentosu’nun rapor taslağına girmiştir.Buna göre “AB’ın gümrük denetimi altında Kıbrıslı Türklerle doğrudan ticaret için Mağusa Limanı’nın açılması karşılığında Maraş’ın BM’ye verilmesini” öneren rapor Mağusa İnsiyatifi’nin yaklaşık iki yıl önce ortaya koyduğu görüşler ile örtüşmektedir. 

***

Sadece Maraş'ın değil, 1974 öncesi Kıbrıs adasının en zengin işadamı olarak kabul edilen, 90 yaşlarına gelmiş Andreas Lordos, birkaç yıl önce tüm medyaya bomba gibi düşen bir habere sebep olur. Lordos, Kuzeyde kalan Rum mallarının iadesi, takası veya tazminatı için kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu'na başvurarak rekor sayılabilecek bir tazminat talebinde bulunur. Çünkü O doğduğu topraklarda alın teri ile yaptığı mallarını unutmamıştır. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği Maraş aklından çıkmamıştır. Meyhanelerinde ve gabarelerinde yaşadığı dostluklar ve arkadaşlıklar, ona hala daha hayata tutunma azmi vermektedir.

Kendisi ile sohbet eden gazeteci arkadaşım Serhat İncirli’ye “o mallar benimdir. Ne isterse olsun geri alacağım. Kimin yönetiminde olacağı benim için fark etmez. Ben mallarımı geri alacağıma inanıyorum. Tümünü alın terimle,dürüstçe elde ettim. Kimseyi kandırmadım, kimsenin elinden dezorla almadım. Bana aittir o mallar ve geri almak hakkımdır. Geri aldıktan sonra da mallarımı iki çocuğum ve dört torunum işletecek” dedi.

Yıllar hızla geçerken, Andreas Lordos, kullanım kaybındandolayı da 115 milyon euro istedi Komisyondan... Bugüne kadar KKTC'de toplam 45 milyon euro talepte bulunulduğuna dikkat çeken Taşınmaz Mal Komisyonu yetkilileri "bu bir rekor, ilk defa böylesi bir taleple karşılaşıyoruz" yorumunu yaptı.

Lordos’un, ‘Kapalı Maraş’ta beş otel, dokuz daire, beş dükkân, bir villa ile Gülseren-Karakol- Kampı bölgesinde çok sayıda arazileri bulunmaktadır. Andreas Lordos'un avukatı

Tarık Kadri de Sabah gazetesine geçmiş yıllarda yaptığı açıklamada şöyle demişti:"Müvekkilim 1927'de Maraş'ta doğmuş.Geri dönüp kalan ömrünü burada geçirmek istiyor. Biz bu gayrımenkullerin iadesini ve bugüne kadar uğradığımız zararıntazmin edilmesini istiyoruz. Özellikle Gülseren Bölgesi'ndekiarazilerin değerleri oldukça arttı. Komisyon ile uzlaşmak istiyoruz." 

Ayrıca Andreas Lordos’un kardeşinin on iki Maraşlı arkadaşı ile 1990 yılında AİHM’e yaptıkları ortak başvuru da geçtiğimiz yıllar içinde sonuçlanır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) daha önce esasa ilişkin kararını verdiği davada Türkiye'nin Lordos ve diğer on iki Maraşlıya yaklaşık 20 milyon 830 bin euro ödemesini kararlaştırır. 

***

Mehmet Emin Sarı, emekli bir liman işçisi. Tam elli bir yıl çalışmış Mağusa limanında... Şimdilerde emekliliğini, ailesi ile beraber mütevazi şekilde sürdüren bir Mağusalı. Sabah yürüyüşlerini düzenli yapan Mehmet Emin amca kendisine çok iyi bakan, geçmişte Mağusa’yı ve Maraş’ı doya doya yaşamış bir insan...

O, Maraş’taki birçok hotelin ve mülkün sahibi olan AndreasLordos’un en yakın dostlarından birisi... Şimdilerde AİHM’e açtığı davalarla ve talep ettiği milyonlarca euroluk tazminatlarla ilgili sık sık gündemimizde olan Andreas Lordos’un tam altmış küsur yıllık sıkı bir dostudur, Mehmet Emin amca.

1951’den beri süren bir dostlukları var. Kendisiyle uzun uzun sohbet ettiğim Mehmet Emin amca anlatıyor bu dostluğu... “Andreas bekarlık arkadaşımdı” diyor. “1963 yılında olaylar başlayana kadar, Andreas’ın yurtdışında olduğu beş yıl hariç, neredeyse her akşam buluşurduk. Önce Sodiri’nin restaurantında bir şeyler yer, sonra açılırdık. Ambassador, Balladins, Speed Fire ve Empire en çok gittiğimiz gabarelerdi. 1952 yılında ikimiz araba ile İngiltere’ye gezmeye gidip dönecektik. Ama herülkede bir gece kalacaktık. Yugoslavya’da kaldığımız gece kendimizi kavganın içinde bulmuştuk. Ben epeyi hırpalanmıştım. Andreas ise miyoptu ve gözlük takıyordu. Onun da gözlükleri kırılmıştı. Daha sonra geçtiğimiz Avusturya’da on gece konaklamak zorunda kaldık. Benim tedaviye ihtiyacım vardı.

Yüzüm gözüm şişmişti. Kaldığımız yerde hemşire vardı, beni tedavi etmişti.

Andreas, bir Kıbrıslı Türk olan Sultan ile evlenmişti. Ailesi buna çok karşı çıkmıştı. Bundan dolayı (1955 yılında EOKA’nın faaliyete başlamasından hemen önce) Ada’dan kaçıp İngiltere’ye yerleşmişlerdi. Sultan da Maria olmuştu. Orada nikah kıymışlardı. İlk oğlu Dimitri Londra’da doğmuş ama rahatsızlanınca, sıcak ülkelere gitmesini tavsiye etmişti doktorlar.

Üç yıldan sonra bu kez de Yunanistan’a gitmişler, Andreas orada gazoz fabrikası kurmuştu. Bir Yunan milletvekili ile kurduğu fabrikada Yunan ortağın çıkardığı problemler nedeniyle,iki yıl sonra Yunanistan’dan ayrılıp beş yılın sonunda Kıbrıs’ageri gelmişlerdi. Oradayken kendisini çok özlemiştim. Yunanistan’a onu ve ailesini görmeye gitmiştim.

1959 yılında evlendiğimde Mağusa Suriçinde artık neredeyseRum kalmamıştı. Camide nikahımızı Dr. Ali Atun’un kaynatası ve Ayer Kaşif’in babası olan Kaşif Çavuş kıymıştı. Nikahıma Mağusa’daki tüm gerilime rağmen Andreas Lordos dostum da gelmişti.

Andreas’lar aileden çok zengin insanlardı. Tüm kardeşlerinin de çok iyi işleri vardı. Herbiri farklı alanlardaçalışan beş erkek kardeştiler. Hepsiyle de çok iyi arkadaştım. Kardeşlerden Photos’un Lordos Plastik fabrikası vardı. Mihailagi, kazmir ve halı satar, Yorgo giyim üzerine çalışır, Pareskeva’nın parke fabrikası ve hotelleri vardı. Andreas Lordos ise turizmle uğraşır, birçok hotel, apartman ve daireleri ayrıca da dükkanları mevcuttu. Yanında kardeşi-oğulları da çalışırdı.

1966 yılında göz ameliyatı için Mersin’e gidecektim. Elimebir zarf tutuşturmuş ve bunu Mersin’e gidince açacaksın demişti! Öyle yaptım. Zarfın içinde ameliyatıma yardımcı olacakbir para koymuştu...

1974 yılına kadar Andreas ile aralıksız görüşüyorduk. Savaş çıktı ve kapılar açılana kadar yirmi dokuz yıl görüşemedik. Nihayet kapılar açılınca buluştuk. Birbirimize dakikalarca sarıldık ve ağladık” dedikten sonra Mehmet Emin amcaya başka soru soramadım!

**************

Mağusalı iki ressam: George Pol. Georghiou veXanthos   Hadjisoteriou

“...Mağusa, XII. Yüzyıl sonunda III.Haçlı Seferleri devrinde kendi kendini adanın başkanı ilan etmiş Isaac Commenustarafından Avrupa’ya tanıtılır. Haçlılar Kudüs’ü ‘kafirlerden’ kurtarmak için Kıbrıs’ı bir deniz üssü olarak kullanırlar. Mağusa ve Mağusa Limanı, Akdeniz’in en zengin yerlerinden biri durumunda iken Lüzinyan Hanedanlığı’nın finansal zenginliği olur. Ayrıca Venedikliler ve Cenevizliler arasında bir rekabet haline gelir. Yıllarca, Mağusa Limanı, Avrupa ve Yakın Doğu arasındaki ticareti monopolize etmiş, Batı ve Doğu Akdeniz’in politik ve stratejik bir alanı haline gelmiştir.

St.Nicholas Katedrali’nin bulunduğu Meydan, sabırla Kıbrıslıları el ele barışı zevkle yaşamaları için beklemektedir...”

Bu sözler, Helenik Bankası Yönetim Kurulu Başkanlığı yapmış Dr.Andreas Panayiotou’nun, Helenik Bank tarafından üç dilde yayımlanmış, “Gazimağusa: Doğu Akdeniz’in Limanı” isimli kitabın giriş yazısından alınmıştır.

Kitap, Sanat Tarihi Doktoru Rita C. Severis’in yaptığı araştırma ve yazılarından derlenmiş olup Türkçe kısmı Müge Şevketoğlu tarafından çevrilmiştir.

Kitap Mağusa’yı çeşitli yüzyıllarda gezmiş, buralarda bizlerle kalmış gezginlerin anıları ile beraber Dr.Rita C. Severis’in kendi tarih bilinci ve bilgilerinin derlenmesinden oluşmuştur.

Dr.Rita “bu kitabın başarısı, bu adayı ziyaret etmiş, hakkında yazılar yazmış gezginlere aittir. Bu yayının olabilmesi, onların geride bıraktığı metinleriyle mümkün olmuştur. Onların cesaretleri ve ilgileri adamızı dünyaya tanıtmıştır. Geçmişimizin bugünkü bilgisini en çok onlara borçluyuz ve ortaçağ anıtları ne kadar çok bizi temsil ediyorsa, bir o kadar da onların kültürüdür. Bunlar dünya mirasıdır ve bu kitap da bu kültürün korunması için bir katkı koymayı hedeflemiştir” diyerek yaptığı çalışmayı ve amaçlarını özetlemektedir.

Bu kitapta, Mağusa ve Maraş’ta doğup, hayatlarının bir bölümünü buralarda geçirmiş iki ressamın anıları da yer almaktadır.

***

George Pol. Georghiou (1901-1972)Mağusa Suriçinde doğmuş ve uzun yıllar burada yaşamış

dünya çapında bir ressamdır...“Kıbrıs’ın ilk ve en önemli ressamlarından birisidir.

Liman şehrinin tarihi eserlerini ölümsüzleştirmiştir. Resimleritüm Avrupa’yı gezmiş, hayranları tarafından teşhir edilmiştir. Bugün ayakta duran malikanesi geçmişin sırlarını saklamaktadır.(Ressamın evi, Suriçinde Naim Efendi Yolu’nda olup ‘Kraliçenin Evi’ diye bilinen Venedik Evi’dir)

Bir ziyaretçi malikanesini şöyle tarif eder:Üç odalı bu yerin odalarına bahçeden birkaç basamakla

çıkılır; odalar basit Kıbrıs eşyaları ile süslenmiştir. Beyaz sıvalı duvarların üzerinde Kıbrıs tabakları vardır. Kıbrıs’a özgü oymalarla süslü ahşap bir raf ile odalar ayrılmıştır. Georghiou’nun mavi ağırlıklı resimlerinin izleri bu sıvalı duvarlarda görülebilir. 1940’ların sonuna doğru sanatçı, malikanesinin bahçesine bir şapel yaptırır ve freskolarını kendisi boyar. Eski taşlarla inşa edilmiş bu şapel Bizans stilinde yapılmıştır. (Bu şapelin içindeki freskoların şimdilerde boyası solmuş ve malikane ile beraber restorasyona ihtiyacı vardır. Eski Eserlerin buraya ilgisizliği devam etmektedir. Şu anda buranın sahibi olan aile, bir şeyler yapmakistese de Eski Eserler Dairesi, kendilerine projede yardımcı olmadığı gibi bu daire tarafından da engellenmektedirler. Şapelin içinde freskoların da tadilatı yakın bir zamanda yapılmazsa bir tarihi olgu daha kentimizden göçüp gidecektir.)

Georghiou, Avrupalı yazar ve ressam konuklarını burada ağırlamaktan zevk duyardı. Akşamlarını Kıbrıs mezeleri ve içkileri eşliğinde şakalar yaparak geçirenler arasında LawranceDurrell ve Patrick Leigh Former (isimli İngiliz yazar ve gezginler) de vardı. Georghiou arkadaşları ile, gece ilerledikçe sarı taşlı duvarlarda bira açma yeteneklerini de gösterirlerdi.

1950’lerde malikane İngiliz yazar Molly Izzard ve ailesinekiralanır; Molly’nin Kıbrıs’ı tanıması ve sevmesi Georghiou sayesinde olur. Yazarımız, buna ‘Özel Bir Hayat- A Private Life, 1963’ isimli kitabında yer vermektedir.

Molly Izzard: George, Türkler hakkında saygılı ve memnuniyetle konuşan tek Rum; Mağusa’yı büyük bir sadakatle

seven biri. Ilık akşamüstü yürüyüşlerimizde bana Mağusa’yı anlatırdı.

George Georghiou: Ben küçükken, burası bir rüya şehri idi.Burasının, dünyanın en güzel şehri olduğunu düşünürdüm. O zamanher yerde dükkanlar vardı. Bunlardan biri berberimdi. Yaşlı Naim Efendi hayatta iken, evinin terasında şehrin ileri gelenleriyle otururdu. Kadınlar ise pırıltılı elbise ve renkli şemsiyeleriyle papağan kuşuna benzerdi.

Molly Izzard: Ada süratli bir şekilde değişmekte idi. Georghiou’nun tuvale tekrar tekrar aktardığı dans eden ve dua eden köylüler yavaş yavaş yok oldu.

Lawrence Durrell de bu değişimi görenlerden biri idi. İngiliz idarecilerin bu duruma karşı bir şey yapmamalarını yadırgamaktadır. Durrell’e göre, yeni koloninin kimliğini korumak için hiçbir şey yapmıyorlardı. Aksine Kıbrıs küçük bir İngiltere’ye benzemeye başlamıştı.

Lawrence Durrell: Düzen ve hak, yanında birçok çirkinliği de getiriyorsa ne değeri var? Carcassonne’ye rakip çıkacak surlarla çevrili iki şehri gözümüzün önünde mahvetmeyi başardık. Oysa, biraz şehir planlamasıyla turistlerden milyonlarca gelir elde edebilirdik.”

(Lawrance Durrell, ‘Acı Limonlar’ olarak Türkçeye çevrilen‘Bitter Lemon of Cyprus’ isimli kitabın yazarı olan İngiliz edebiyatçıdır.)

***Kıbrıs’ın çok toplumlu ve çok kültürlü yapısı içinde

yetişmiş Mağusa’lı bir Rum ressamın ve onun sayesinde Mağusa ile adamızı tanıyan ve seven iki İngiliz yazarın görüşlerini ben de ilk okuduğumda biraz sarsılmıştım. Mağusa, senin ya da benim değil hepimizindi aslında. Tüm dünya halklarının bizlere miras bıraktığı ortak bir değerimizdi. Kimliğimizin yok olması ve onun mücadelesi yarım asırdan fazladır sürüp gidiyordu. Kendini adalı hisseden herkes emperyal güçlere karşı, adalı kimliğinin korunmasını savunuyordu. Bu düşüncede olan ve bunu hisseden bizler değildik sadece. Bizlerden önce bu topraklarda yaşayan adalılar ve buralarda yaşamış Mağusalılar da ayni şeyleri yaşamış ve hissetmişlerdi.

Bunları okurken ve düşünürken sarsılmamak elde değildi. Burası ortak vatanımızdı aslında ve buraya aidiyet duyan herkesiçin, ortak kaygıların olması kadar doğal ne olabilirdi ki...

***Xanthos   Hadjisoteriou (1920-2003)Mağusa’nın altın kumsallarının bulunduğu Maraş’ın

sahillerinde yaşamış bir başka dünyaca ünlü ressamdır...Resimleri o kadar bilinen bir ressamdır ki Kıbrıslı Türk

veya Rum fark etmez, resimlerini gördüğünüz anda “bunlar işte Oressamın resimleridir” dersiniz. Mağusalılar O’nu ve evini çok iyi bilmektedirler. Evi, Maraş kumsallarının bitiminde, kendisinin ‘manastıri’ diye adlandırdığı evdir. ‘Ressamın Evi’ diye bilinen bu ev şu anda atıl durumdadır ve eski günlerini aramaktadır.

Xanthos’un resimlerindeki kadınların boynu hep büküktür. Niye boynu bükük kadınlar çizdiğini bilmiyorum. Hayatımızın birçeyreğini ayni kentte yaşamış olsak da ressamla tanışma ve konuşma fırsatım olmadan, evine ve kentine özlem içinde dünyamızdan göçüp gitmiştir.

Evinin atıl halini ziyaret ettiğimde her bir taşının ne kadar özenle seçilip konulduğunu hissettim. Her taşında ve her köşesinde ressamın dokunuşlarını hissedebileceğiniz bu ev şimdilerde Akdeniz’in dalgalarına ve kumsallarına bekçilik yapmaktadır.

Xanthos’un, 1974 sonrasında uzun yıllar Derinya bölgesindesandalla denize açılıp evini saatlerce uzaklardan izlediğini birçok Mağusalıdan da dinleyebilirsiniz.

Fresko: Kireç ve mermer tozu karışımı yaş sıva üzerine yapılan sulu boya resim

***************

Mağusa’daki ‘Son Ermeni’ idi... Kirkor KASKELYAN

Ermeniler, Hazar denizinden Asya’ya hatta Akdeniz’e kadar uzanan bir imparatorluktu. Hiçbir zaman ulusal kimliklerini

kaybetmeyen Ermeni topluluğu, adadaki tarihsel varlığı ilk Bizans Dönemine (V. Yüzyıla) kadar gider. Lüzinyan döneminde deLefkoşa’da Ermenilerin kaldığı bir mahalle vardı. XI. Yüzyılda,Kıbrıs’ın karşı tarafındaki Küçük Asya (Anadolu) sahilinde Kilikya’da (Adana ve civarı) Ermeniler üzerindeki baskının büyümesi ile Kıbrıs’a ileri bir göç dalgası gerçekleşti. Ermenilerin ana yerleşim yeri herzaman Lefkoşa olmuştur. Onlar ‘Armania’ diye de bilinen Baf Kapısı yanındaki alana yerleşmişlerdi.

XVI. Yüzyılın ortasına doğru Lefkoşa ve Mağusa’da kendi Piskoposlarına sahip oldular. Daha sonra 1915’te Türkiye’deki siyasi olaylarla birlikte en yoğun göçlerini gerçekleştirip, Arabahmet mahallesine yerleşmişlerdi. Önceleri birkaç aile bir arada kiraladıkları evleri daha sonra çalışkanlıkları ile ayrı ayrı satın alıp, yıkıp yenilemişler ve orada coşkulu bir ortam yaratmışlardı…

***

Mağusa’da çok eskilerde Ermenilerin gittikleri bir kiliseleri mevcuttu. Mağusa Ermeni Kilisesi (St.Mary), Martinengo Burcu yanında olup kaderine terkedilmiş şimdilerde. Lüzinyan dönemi öncesinde Kıbrıs'a yerleşmiş olan Ermeniler'in,biri Lefkoşa'da, diğeri ise Mağusa'da iki de Piskoposları vardı.

XIV. Yüzyılda yapılan St.Mary kilisesinin içerisinde akustiği sağlamak amacı ile tavana küpler yerleştirilmiştir. Suriçi Somuncuoğlu Sokakta yer alan kilisenin duvarlarında zamanla kısmen tahrip olmuş duvar resimleri ve Ermenice yazılarbulunmaktadır.

***

O’nu, Mağusa’ya damgasını vuran kişilerden biri olan Kayalp amcanın yanında tanımıştım. Çok uzun yıllar beraberlikleri varmış. Kayalp amca, Limasol’da doğduktan sonra,çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği Mısır’dan 1953 yılında dönmüş ve yerleştiği Lefkoşa’da tanışmışlardı. Arabahmet mahallesinde onunla üç yıl bekarlık arkadaşlığı yapmışlar.

Nihayet Kayalp amca evlenip 1956 yılında Mağusa’ya yerleşmeye geldiğinde, O’nu da beraber getirmişti. Mağusa çarşımeydanındaki ofislerinde ayrılmayan ikiliydiler. Nerdeyse yarımasıra yakın beraberlikleri vardı. O, Lefkoşa’dan kopup gelmiş ve bir daha geri dönmemişti. Hem de öylesine bir kaçıştı ki sevgiliden kopar gibiydi adeta. Lefkoşa, doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği yerdi. Adeta sevgilisiydi. Kendisini anlatması için oturmuştuk ama O, kendisiyle beraber Lefkoşa’yı anlatmaya başlamış ve bir türlü Mağusa’ya gelememişti!

Mağusa da O’nun canı gibiydi. Bir gelmiş, pir gelmişti Mağusa’ya. Geldikten sonra sadece iki kez hastalığından dolayı çıkmıştı Mağusa’dan. İkinci kez onu Mağusa’dan bir tetkik yaptırmak için Belediye Başkanı Oktay Kayalp’la beraber çıkartmıştık. Ve yarım asır sonra ilk kez doğduğu mahalleye götürmüştük kendisini. Arabahmet mahallesinden geçmiştik.

O, Kıbrıslı Ermenilerden olan Kirkor Kaskelyan’dı. Ayni zamanda Mağusa’da yaşayan son Ermeniydi... Giyim tarzı, yürüyüşü ile her zaman dikkat çeken biriydi. Eşim Uğur ile onu ziyaret edip, kendisini, Kıbrıs’takiErmenileri, yaşam biçimlerini, doğduğu ve büyüdüğü yerleri anlatmasını istemiştik…

18.06.1922’de Arabahmet’te Karamanzade Sokakta dünyaya gelmişti. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği ev ise Viktorya Sokağının sonundaki Katolik Kilisesi’nin (Roman Catholic Church) yanındaymış.

Lefkoşa’da iki büyük sokağın olduğunu, bunlardan birinin Ledra (Uzun Yol), diğerinin ise Viktorya Sokağı (Salahi Şevket Sokağı) olduğundan bahsetmişti. Ve Viktorya Sokaktaki yaşamdan bahsederken gözümün önüne Beyoğlu gelmişti.

Viktorya Sokak bir dönem belki de Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi kimliğine bürünmüştü. Beyoğlu’ndaki insanların, giyim şekli, eğlence biçimleri sanki de Kirkor amcanın anlatımına girmişti. O dönemki haşmetiyle ‘Viktorya Caddesi’ demek de yanlış olmazdı bugünkü o sokağa! Caddede bakkal, hediyelik eşya satan dükkanlar, birkaç terzi, dülger, tuhafiyeci ve başka zanaatkarlar da varmış. Yaniyaşayan bir alışveriş merkeziymiş. Ayrıca birçok insan da işine, okuluna gitmek için bu canlı yolu tercih edermiş.

Denktaş’ın da 1938 yılında bu sokağı kullanarak bisikleti ile İngiliz okuluna gittiğini, ayrıca bu sokaktaki aristokratların evlerinden de sürekli piyano sesleri geldiğini

anlatıyordu. Ayni zamanda klarnet çalan gençlere de sokakta rastlamanın mümkün olacağından bahsederken O’nu hayretlerle dinliyordum. Kıbrıs’ın ilk ve o dönemin tek oteli yine bu sokaktaymış. Kıbrıs’a gelen İngilizler uzun süre bu otelde kalıyorlarmış.

***

Yaşam Biçimleri...Doğum veya isim günlerinde büyük bir arkadaş grubu bir

evde toplanır ve eğlenirlermiş. Evlerin iç avluları bu eğlenceler için uygun mekanlarmış. Hurma ağaçları, müzik, ılık bir esenti ve kahkahalar hiç eksik olmazmış bu evlerde...

Tüm çocuklar Melikyan Okuluna gidiyorlarmış. Kendi öz lisanları yanında Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Rumca biliyorlarmış. (Bu da o dönemlerdeki Kıbrıs’ın çok kimlikli yapısını yansıtıyordu.)

Ermenilerin ayrıca bir birlikleri varmış. Aylık aidat toplanıp bu para kiliseye bağışlanırmış. Viktorya Sokaktaki birçok ev de bu parayla kiliseye alınmış. Bu evler, dul kalanlara, yoksul duruma düşenlere veriliyormuş. Ayrıca bu kişilere aylık da bağlanırmış. Kirkor amca, birçok futbol takımlarının olduğundan da bahsetmişti. AYMA Kulübü (Armenia Young Man Association – Genç Ermeniler Birliği) ise Ermenilerin, Kıbrıs Futbol Federasyonu olan KOP’taki tek takımıymış... Futbol maçlarını izlemeye genç bayanlar da gelirmiş. Ayrıca Arastadaki kunduracılar, bezirgancılar da Ermenilermiş ve bunlar daha sonra İngiltere’ye ve Avusturalya’ya göç etmişler.

Her yıl 1 Mayıs’ta Alevkayasındaki Sourp Magar Manastırı’nın etrafında panayır yapılırmış. O gün sabah tüm aile heyecan ile buraya gitmek için hazırlanırlarmış. Yani Arabahmet mahallesinde 1 Mayıs’ta rutin yaşamın yanında böyle bir hareketlenme de varmış.

1936 yılında Ürdün Kralı Hüseyin’in dedesinin Kıbrıs’ta sürgünde olup, Ermenilerle ilişkilerinin çok iyi olduğunu ve bubağlamda Melikyan Okuluna bando için gerekli olan müzik aletlerini hediye etmesini büyük bir heyecan ile bahsetmişti. Onlar da resmi günlerde Ürdün’ün marşlarından çalar ve adamın gönlünü alırlarmış.

***

Mağusa’dan bir kez 1973 yılında çıkmış ve sadece hastane için bir aylığına Lefkoşa’ya gitmişti. Ondan sonra da otuz yılayakın bir süre Mağusa’dan hiç ayrılmamış ve nihayet ölümünden bir yıl kadar önce yine rahatsızlığı nedeniyle çıkmıştı Mağusa’dan...

***

Kirkor amca, Mağusa’da mutluydu! Mağusa’nın simge kişiliklerinden birisiydi... Ama ana dilinden sohbet edeceği tek bir kimse bile yoktu. Ana dilinden gazetesini okuyacağı tekbir yayın olmamıştı. Televizyonda yada sinemada kendi dilinden bir filim bile seyredemedi yarım asır boyunca. Yıllar sonra ilkkez İstanbullu Ermenilerden olan Türkiyeli gazeteci Etyen Mahçupyan Mağusa’yı ziyaret ettiğinde onları buluşturmuş ve sohbet etmelerini sağlamıştık. Kirkor Kaskelyan’ın o günkü mutluluğu hala daha gözlerimin önündedir.

2002 yılının Ocak ayında ölen Kirkor amca kendi geleneklerine göre Mağusa’da İngiliz Mezarlığında toprağa verildiğinde dostları son ana kadar O’nu yalnız bırakmadılar.

*Sourp Magar Manastırı, ilk olarak M.S. 1000 yıllarında bir Koptik manastır olarak kurulmuş ve İskenderiye’li aziz St. Makarios’a adanmıştır. Girne ilçesi sınırları içindedir. Alevkayası’nın bir mil kadar kuzeyindedir. Meryem Manastırı olarak da anılmaktadır. XV. Yüzyıl başında Ermeni Kilisesi’ne geçen manastır, zamanla Ermeni hacılarının Kudüs’e giderlerken geçiş noktası işlevini görmüştür. 1974 yılına kadar bu işlevi sürmüştür. Otuz üç yıl yasaklı kalmıştır. Buraya 1974 yılından sonra ilk ziyaret 6 Mayıs 2007 yılında 200 kişilik Ermeni guruptarafından yapılmıştır. 1974 önce geleneksel olarak buraya Ermenileri bir gece önce gelerek bu etkinliği başlatırlar, yemekler yapılır, özellikle herseler kaynatılır ve ertesi güne hazırlanılırdı. 2007 yılında tüm hazırlıklar güney Lefkoşa'dakiErmeni Kilisesinde yapıldı, Pazar sabahı da, saat on ikide Kermiya Kapısından geçerek otobüslerle yıllar sonar ilk kez Manastıra ziyarete gidildi.

*******

Eski Eserler Dairesi’nde 35 yılını geçiren Ali Eşrefoğlu: “Mogabgab, Mağusa için herşeydi”

Eski Eserler Dairesi’ne 1954 yılında girip, otuz beş yıl çalışan Ali Eşrefoğlu ile konuştuk, Mağusayı... Emekli olduğu 1989 yılına kadar, İngiliz Sömürge İdaresi, Kıbrıs Cumhuriyeti,Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi, Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi, KTFD ve KKTC’ye kadar uzanan çeşitli yönetimler altında Ali abi hep Eski Eserler’de çalışmıştır.

Mağusa Eski Eserler Dairesi (Famagusta Department of Antiquities)in efsane ismi Mogabgab ile olaylar başlayıp Mağusa’da gayri müslimlerin yaşamasının ya da girişinin engellendiği 1960 yılların başına kadar beraber çalışmışlar. Dairede kendisi ile beraber Hasan Denizer de çalışıyormuş. Namık Kemal’in zindanın üstü Eski Eserler Dairesiymiş yine... Mogabgab ile uzun yıllar beraber çalışmışlar ama Mağusa Sancaktarı Turgut beyin talimatı ile de tüm ilişkilerini 1963 yılında kesmek zorunda kalmışlar.

“Mogabgab, Mağusa için herşeydi” diyor Ali abi... Mogabgab’ın ‘Member British Empire-MBE-’ nişanı varmış.

İngiltere’den devamlı arkeologlar getirip, Mağusa’yı ziyaret etmelerini sağlarmış.

Mağusalıların Mogabgab’ı çok sevmediğini uzun yıllardır biliyordum. Kimileri Osmanlı eserlerine sahip çıkmadığını iddiaetse de esas nedenin Mağusa Suriçinde ‘herkesin istediğini gelişigüzel yapmasına engel olduğu, sancaktarlığın keyfi uygulamalarına karşı duruşu ve iş disiplini’ ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Ali abi de beni onaylıyor ve devam ediyor: “Mogabgab işinde çok titizdi. Sabah yedide iş başı yapardı. İşçiler, turistlerin yoğun olarak gezdikleri Deniz Kapısı, Akkule ve Othello’yu o saatte temizlemeye başlardılar. Mağusa hapishanesinde kalan mahkumları da İngiliz’den özel izin alıp dışarı çıkarır, onları da restorasyon işlerinde çalıştırırdı. Temizlik işini başlattıktan sonra da ustaların yanına giderdi. Dört beş usta sürekli Mağusa’nın içinde restorasyon ve tadilat yapardı. Lambusuyucu Ali’nin oğlu Selçuk ve Ahmet usta bunlardan sadece ikisi idi.”

Ahmet usta sonraları bir restorasyon işinde yıkılan bir duvarın altında kalıp ölmüştü... O’nu ben de çok iyi

tanıyordum. Ralli marka bir bisikleti vardı ve sürekli Suriçinde O’nu işinin başında görmek mümkündü. Sınıf arkadaşım olan, şimdilerde hemşirelik yapan Ayşe Ahmet’in ve Suna Elçil’in babasıydı.

“Mesela Venedik Sarayı’nın önüne taksilerin park etmesine izin vermezdi. Surlarda hayvanların otlatılmasını kesinlikle yasaklamıştı. O yıllarda özellikle surdibinde kalan aileler, hayvan -çoğunlukla keçi- beslerlerdi. Hayvanları da genelde surlarda otlatırlardı. Surlar da turistik bölgeler olduğu için Mogabgab buna karşı çıkardı. Çoğu zaman Sancaktarlık ile de karşıya karşıya kalırdı ve onların emirlerini dinlemezdi, Mogabgab!

Namık Kemal’in büstünün konacağı yer ile de anlaşmazlık yaşamıştı idare ile ama sonra o konuyu (biraz da silah zoru ile) çözmüşlerdi!.. Mağusa Kapısının girişinde surların devamı olan sağ tarafını, Sancaktarlık yıkıp surların arka kısmını boşaltmak istiyordu. Mogabgab buna çok direnip Sancaktarlığa yaptırmamıştı. Ne zamanki 1963’te Mogabgab ile olan ilişkimizi Sancaktar Turgut bey kesti, Mağusa’daki idare orayı yıkıp, parkyeri ve sanduviççi dükkanı yapmıştır.

Mağusa’daki surlar Lüzinyan döneminde ok ve kılıçla olan savaşlara karşı planlanıp yapılmış ve dayanıksızdılar. Ne zamanki ağır toplar –özellikle 1453 yılında İstanbul’un fethinde- kullanıldı, ondan sonra Venedik, Mağusa Kalesini de güçlendirdi. Burçlar ve Tabyalar eklendi eski yapının üstüne. Othello da komutanların kaldığı bir iç kaleydi. Orası da tekrarinşa edildi. Surların genişliği dokuz metreye çıkarıldı. En sağlam yer de Martinengo Burcudur. Orada yer altından surların dışına ulaşımı sağlayan dört millik bir de tünel vardır. Bu tünel kalede kuşatma olduğunda gizli geçit olarak görev yapardıve kentin dışarısı ile irtibatını sağlardı. Daha sonra surdışına binalar yapılınca bu tünel bozuldu. Ben bu tünelin ilk kısmına girdim. Bir insanı sığacak genişlik ve yükseklikte idi.

1571’deki muhasarada Osmanlı Komutanı Lala Mustafa Paşa’nın ordugah kurduğu yer ise surların üç mil güneyinde, Maraş’ın sonuna doğru olan kısmındaydı. Mogabgab ile oraya gider ve kazılar yapardık. Osmanlıya ait kalıntılar bulduğumuz da olurdu.

En şiddetli çatışmalar Canbulat Kapısının olduğu yer ve Akkule’de olmuştu. Akkule’de çift müdafaa sistemi vardı. Osmanlı kaleye lağımcıları ile beraber girmeye çalışırdı.

Suriçinden de Venedik tünel açıp orayı patlatırdı. Bu arada Akkule’de bu olaylardan dolayı çok hasar olmuş ve oradaki çöküntüler bizim çalıştığımız yıllara kadar kaldırılmamıştı. Yani 380 küsur yıl sonra ilk kez Mogabgab ile beraber oradaki enkazı kaldırmaya başladığımızda 1571 yılındaki kalıntılara ulaşmıştık. Demir miğferler, kılıçlar ve iskeletlere bulduk oralarda. Mogabgab bunları daireye getirip orada tutardı. O dönemki Genel Müdürümüz AHS Megaw -1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunu kadar Kıbrıs Eski Eserler DairesininMüdürü olarak kaldı- bizim daireye gelirdi ve bulduğumuz kalıntılardan iyilerini ilaçlayarak, yağlayarak kasalara yerleştirirdi. Bunları İngiltere’deki müzeye koyacağız derdi bizlere... (Muhtemelen Londra’daki British Museum’da bunları görebiliriz.) Bu iş sürekli yapılırdı.

Bir kez de Mogabgab ile İkiz Kilisileri (Hospitaller ve Templars)in önünü kazmıştık. İki metre derine inince bir iskelet bulduk. Mezara ben inmiştim. İskelet bozulmamıştı. Belinde 24 ayar altın bir toka vardı. Ağırlığı neredeyse yarım kilo kadardı. Pamuklara sarıp Mogabgab’a vermiştim.

Hadiseler başlayıp 1963 yılında Mogabgab ile ilişkimiz kesildiğinde artık daireye gelemez olmuştu. Mağusa’nın ileri gelenlerinden bir üst düzey bürokrat ve bir yüzbaşı daireye gelip Mogabgab’ın kitaplarını, Osmanlı ve Venedikten kalan ve kazılarda bulduğumuz silah ve kılıçları aldılar.

Daha sonra 1964 yılında Mağusa’ya Barış Gücü geldi. BunlarOthello’nun üzerinde kalıyorlardı. Ayrıca surdışında kamplar dakurulmuştu kendilerine. Ahbap olduk onlarla. Kendilerine yıllarca rehberlik yaptım. Yirmi yıl kadar da rehberliğim oldu.

1958’den sonra Mağusa’ya gelen Türkiye’li subayları ki çoğu sivil olarak Namık Kemal Lisesinde öğretmenlik yaparlardı,onları gezdirdim. Daha sonraları Türkiye’de Genel Kurmay Başkanlığı yapmış Necip Torumtay ve İsmail Hakkı Karadayı’yı dagezdirdim. Karadayı, Canbulat Burcu’nun üzerinde bayrak göremeyince çok kızmıştı. Derhal emir verip iki adet bayrağı burçların üzerine diktirmişti!”

***

Theophilus A.H. Mogabgab, 1888 yılında Mağusa’da doğmuştur. Emin Mogabgab isimli Suriye’li bir doktor babanın oğludur. Kendisi Süryani’dir.

Önceleri Tapu ve Kadastro Dairesinde memur olarak çalışmıştır.

Ünlü İngiliz yazar Norton, 1936 yılında adayı ziyaret etmesinden sonra Kıbrıs’ta Arkeoloji Enstitüsü kurulmasını istemiştir. Norton, Hiristiyanlığı yaymak için Kıbrıs’a gelen St.Paul gibi Kıbrıs’ı gezmiş ve ‘St.Paul’un İzinde’ isimli bir kitap yazmıştı.

İşte Norton’un bu görüşü doğrultusunda Eski Eserlere verilen önem artmış ve bu arada Mogabgab da Mağusa Eski EserlerDairesi müdürlüğüne getirilmiştir.

Mogabgab’ın Kıbrısla ilgili kitapları toplamak ve onları yeniden basmak için büyük bir servet harcadığı, babasınından kalan mirası bu uğurda tükettiği de söyleniyor. O dönemlerde İtalya’dan iki yüz pound vererek kitap getirdiği de söylenmektedir. Muazzam bir Kıbrıs kitaplığı vardı.

Mogabgab, Mağusa’nın restorasyonu için yurt dışından oldukça önemli maddi bir kaynak yaratmıştır. Bu amaç için İngiltere’de kulüp kurmuş, onların üyelerinden para toplamış veMağusa’da yapılan restorasyonda bu paradan da yararlanmıştır.

1963 yılında Kıbrıs olaylarının patlak vermesi ile beraberRumlar evini mevzi olarak kullanmıştır. Kendisinin de Mağusa Suriçindeki Eski Eserler Dairesi’ne gelmesi yasaklanmıştır. Gerek evinde, gerekse çalıştığı dairede tuttuğu kitaplarının büyük kısmı iki toplumun fertleri tarafından yağmalanmıştır. Gelişen bu olayların üzüntüsüne dayanamayan Mogabgab 1965 yılında ölmüştür.

Belki de O’nun anısını yaşatacak bir müze veya kültür-sanat merkezi olması gereken evi, Serbest Liman içinde olup şimdilerde özel bir şirketin ofisi haline getirilmiştir.

Restorasyon faaliyetlerini adım adım fotoğraflayan Mogabgab bunları Eski Eserler Dairesinde çok özel bir şekilde muhafaza etmiş ve günümüze kadar bu arşiv gelmiştir. Maalesef bu arşiv henüz ciddi bir kayıt altına alınıp, denetlenmediğinden arşivin ve fotoğrafların git gide eksildiğinden de bahsedilmektedir!

**************

Mağusa’nın sinemaları ve renkli simaları…

Sinemalarımız vardı. Hem yazlık, hem kışlık sinemalardı. Futbol maçları dışında en büyük ortak sosyal etkinliğimiz belkide sinemalarımızda gerçekleşirdi. Lozan Palas ve Canbulat sinemaları o döneminin özelliğinden olsa gerek, hep ’iki film birden’ gösterirdiler. Daha çok sinemaya gittiğimiz günler olanCuma ve Cumartesi günleri, arkadaşlarla 14.30’da sinemada buluşurduk. Türk Gücü’nün Cumartesi Mağusa’da maçı varsa sinemaya Cuma günü okul çıkışı, yemekten sonra giderdik. Filimler bittiğinde karanlık olurdu. Gündüz seansları öğrencilerle gençlerin, gece seansları de genellikle ailelerindi. Yazlıklarda gündüz seansları yoktu. Film gösterebilmesi için karanlık olması şarttı. Yaz geceleri de zaten uzun olurdu. İki film arasına dombula bile konurdu. Pasedembo ile Buble-Up (ya da Bel-Kola) en gözde ikili idi.

***

Filimlerin duyurularını veya ilanlarını gazeteler falan yazmazdı. Yaseminci Ali ve Şamişici Özdemir bu iş için yeter veartardı bile… Günün sonunda filimlerin ne olduğunu, başrol oyuncuların kimler olduklarını duymayan kalmazdı. Şu anda Suriçindeki iki sinemamız da harabe durumdadır. Ali ile Özdemirde yaşlanmış olmasına rağmen, hala daha Ali yasemincilikten, Özdemir de şamişicilikten vazgeçmiş değildirler. Cumartesi günleri Özdemir yaptığı şamişileri sabah yedi civarında Liman İşçileri Kahvesi’nin önünde van tipi aracı ile satmaya devam ederken, Ali de yarım asırdan fazladır araba dahil hiç bir şeyedeğişmediği bisikleti ile yaseminlerini (arasına da fitne mutlaka koyar) “mis kokulu yaseminlerim var, jusmin, jusmin” diyerek, Mağusa’yı saran lağım kokularına inat satmaya devam ediyor. O günleri Ertan İnce’den okumaya devam edelim…

“O zaman Türkiye gazeteleri Nejdet Dökmecioğlu’na bazen çok geç geldiği için, kış kıyamette Ali'nin gece vakitlerinde bisikletiyle gezerek ''Hürriyet, Milliyet, akşam gazeteleri'' diye bağırarak dolaştığını hatırlıyorum. Hakikaten “of, puf” demeden ekmeğini taştan çıkaran bir adamdı. Akşamüstleri Canbulat sinemasının çığırtkanlığını da yapardı. Sokağın girişinde durur, bir ayağını bisikletten yere uzatıp, bazen de bisikletten inerek yürüye yürüye sinema filimlerini başrol oyuncularıyla duyururdu. Biz çocuklar Ali’nin etrafını sarar: ''Ben hangi artiste benzerim?'' diye sorar, Ali de herkese bir artisti yakıştırırdı. Yaz aylarında arada bir yanında dizilmiş

yaseminler de getirip satardı. Şamişici Özdemir de Lozan Palas sinemasının çığırtkanlığını yapardı. Özdemir, bisikletinin önünde saçtan yapılmış dört köşe büyük bir muhafaza kabı içinde tatlılarıyla ''Şaammaliii, baklava, göbeciiiik'' diyerek gelir, bazen de yarım ay şeklinde kendine özgü nefis ballı börek satardı. Sokağın köşesindeki elektrik direğine yaslanır ve ''dikkat dikkat'' diyerek başlardı: ''Bu akşaaam Lozan Palas sinemasındaiki filim bir arada... Birinci filim Sevimli Haydut, başrollerde Türk sinemasının taçsız kraliçesi Türkan Şoray ve kralı Ayhan Işık, ikinci filim renkli sinemaskop, macera dolu hindiyalı (o zaman kızılderililer için bu terim kullanılırdı) -kavboylu filmi...”

O an mahalledeki birayak, kızdırmaca, kapıcıbaşı, saklambaç v.s. oyunlarına hemen ara verilip Özdemir’in etrafı sarılır, herkes alacağını alır; hele de satışlar biraz iyi giderse, bizlere bir hayli de maskaralıklar yaparak çocukları güldürüp şenlendirir, sonra da ''şaammmalii, baklava, göbeciiiik'' diyerek diğer sokağa yol alırdı. Biz çocuklar da oyunumuzun başına dönerdik... O zamanlarda sinemalar insanlarınen büyük eğlence ve sosyal etkinlik yönünden vazgeçilmez mekanları idi. O yıllarda yaşamımıza damgasını vuran sinemalaramüşteri cezbetmek için çığırtkanlar belli dönemlerde ''kadınlara meccani(bedava)'' diyerek ilgiyi artırmaya çalışırlardı.”

Canbulat sinemasının biletçisi Nafi dayı idi. Selam versenbile tatlı bir küfrünü yeme ihtimaliniz vardı. Mağusa’da küfrünü yemeyen kişi de yok gibiydi. Çarşının da vazgeçilmez insanlarındandı. Kendi özgü kıyafeti ve sohbeti vardı. Küfürle yatan, küfürle kalkan, herkesin öyle bildiği ve kabullendiği biriydi Nafi dayı. Yaşlansa dahi bu güzel huyundan vazgeçtiğinisanmıyorum.

Bu iki sinemamızda o dönemin efsane sanatçılarının konserleri de yapılırdı. Develerin üzerinde gelişini ve aylarcalistelerin başından düşmeyen ‘İşte Hendek, İşte Deve’ şarkısınıkim unutabilir ki Barış Manço’nun? İşte bu konseri Canbulat sinemasında dinlemiştik. Yine Beyaz Kelebekler isimli gurup çokmeşhurdu, 1970’lerin başında. Bu gurubun konseri de Lozan Palas’ta olmuştu…

***

Mağusa’nın tek, belkide ilk ve son hippisi O’dur. Birçok lisan bilen, yaz aylarında sahillerden topladığı garovolli ve taşlarla yaptığı kolye ve yüzükleri satmanın yanında ayrıca bilet de satıp, bulduğu işlerde çalışarak hayata tutunan, dünyanın birçok ülkesini gezmiş, görmüş, yaşamış biridir Hüseyin Alo… Misli Kadıoğlu’na anlatıyor kendisini Hüseyin:

“Hüseyin Alo’nun gerçek soyadı Alo değil tabi ki. ‘Alo’ lakabının hikayesini soruyoruz biz de. 1958 yılında Süveyiş Kanalı’nda İngilizler ve Fransızlar arasında sorun varmış. Mağusa Türk Gücü sahası ve Canbulat İlkokulu’nda İngiliz ve Fransız askerleri kamp kurmuşlar. O da küçük bir çocukken konserve yemek karşılığında, askerlerin araba camlarını silermiş. Ve camları sildikten sonra askerlere, “Aloo. Sildim” dermiş. Aloluk da ona buradan kalmış. Onun bir de bu Alo mevzusu üzerine askerlikten kalma anısı var. Bizlere onu da anlatıyor. “Askere gidince ben santralciydim. Komutan aradı. Alo kim konuşur? diye sordu. Alo komutanım dedim. İlgisini çekti olay. Komutan kalkıp santrale geldi. Sen kimsin de ben sana alo kim konuşur dediğimde bana sürekli alo dersin demiş. Alo durumu açıklayınca da komutan çekip gitmiş”

1969 yılında gönüllü mücahit olduğunu anlatıyor Hüseyin Alo. 1972’de de kendi isteğiyle terhis olmuş. Askerden sonra, Hollanda’ya gittiğini söylüyor. 14 Temmuz 1974’te adaya geri dönmüş. 20 Temmuz’da da harekata katılmış. Henüz daha köylerde yaşayanların şehri göremediği, ulaşımın çok zor olduğu günlerdedünyayı gezen Hüseyin Alo anlatıyor 1974 öncesinde ülke dışına nasıl çıktığını. “74’ten önce cebimde 5 şilin ile otostopla Hollanda’ya gittim. Buradan gemiye binip önce Mersin’e, sonra da Edirne’den geçerek, Bulgaristan ve Yugoslavya’dan geçtim…”

1976 yılında ise Alman arkadaşlarının çağırması üzerine Almanya’ya gitmiş, sonra yeniden Hollanda… “Hippi arkadaşlarım gezdirirlerdi beni. O zamanlar kulaklarım da küpeliydi. Benim ruhum hippidir” diyor. Ve devam ediyor konuşmaya: Yerim içerim aç giderim. Bir gelirim yok. Ara sıra sayısal loto satarım. Yazaylarında da Rum tarafına gider yaşlı insanlara yardım ederim. Arkadaşımın şirketinde, motor, bisiklet kiralarım.”

Zaman zaman deniz kenarlarında çadırlarda, zaman zamanda sokakta, otobüs içlerinde yatmış Hüseyin Alo, ancak “sahipsiz değildim” diyor. Sokak hayatının olmadığını söyleyen Hüseyin Alo, “Ben zaten hippiydim. Böyle yaşamak benim hobimdi” diyerek, Avrupa’da olduğu yıllarda, uyuşturucu kullandığını da

itiraf ediyor. “Hollanda da ortam onu gerektirirdi. Ama şimdi öyle bir alışkanlığım yoktur” diyor.”

***

Mağusa’nın bir de Tavuri’si var... Mağusa’nın saymakla bitmeyen renkli simalarından biridir. Mustafa ile yaşıtız. Annesi rahmetli Zülfiye hanım, babamın avukatlık ofisine hafta sonları gelir, bizlere yardımcıolurdu. Mustafa da bazen annesi ile beraber gelirdi. Zülfiye hanım, çok iyi ve candan, ayni zamanda da emekçi bir insandı. Bir Türkiye seyahatinde cinayete kurban gitmiş, hepsimiz çok üzülmüştük.

Liseyi bitirdikten sonra yüksek tahsilin yolunu tutmuş, Mağusa’dan uzun bir süre ayrı kalmıştım. Döndüğümde Mustafa artık ‘Tavuri’ idi! Her yerde onun maceraları vardı. Bir kısmını birinci ağızdan dinlemiş, bir kısmını da basından takipedip, hikayelerinden ilginç bulduklarımı saklamıştım. Hepsi birer zeka ürünü olan bu hikayeler aslında birer gerçekti! Hepsinin patenti de Tavuri’ye ait, orijinaldi yani... Kimisi onu Türkiye’nin Sülün Osman’ına, kimisi de Fransızların roman kahramanı Arsen Lüpen’ine benzetiyordu. Kendisiyle röportaj yapan Türkiye gazeteleri özellikle bu yakıştırmaları çokça yapıyordu. Halbuki Mustafa Serttaş kendisinden başka bir değildi ve kopyası ya da tekrarı yoktu. O, sadece ve sadece ‘Tavuri’ idi!

Bu hikayelerde darp, cinayet, tecavüz bulmak mümkün değildir. Bu yöntemlerle hiçbir zaman tanışmamıştır. Mustafa, sağlık sorunu olduğunda yine yanıma gelir. Tedavisini yapar, sohbetimizi ederiz.

Tavuri, hayatının üçte ikisinden fazlasını hapiste geçirmiş ve Kıbrıs hapishanelerinde en uzun süre yatmış Kıbrıslı Türk’tür!

“Hayatımda cinayet nedir bilmem, şerefsiz de değilim, uyuşturucu satıcısı da… Ben zenginden alır fakire veririm, cezam neyse de çekerim. Benim 35 yılım cezaevinde geçti, ama hiç pişman değilim” diyen Mağusa’lı Mustafa Serttaş (Tavuri)nin, benim şahit olduğum maceralarından bir tanesini aşağıda okuyacaksınız…

Namık Kemal Lisesi’nin müdürüne yaptığı oyun!1993 yılında ülkeye yeni dönmüştüm. Avukat Tonguz bey ile

mahkemelerin yanında karşılaştım. Ayaküstü merhabalaştıktan

sonra, Namık Kemal Lisesi’nin müdürü ile ilgili bir davadanbahseder. “Hayırdır” deyince başlar anlatmaya...

Tavuri, NKL’nin müzik aletlerini çaldıktan sonra, okulunetrafında dolaşmaya başlar. Okul müdürü kendisini tanıyıp hemenyanına çağırır ve sorar: “Tavuri, sen bu işleri biliyorsun. Kimçaldı bizim okulun müzik aletlerini?”. Tavuri hemen yanıtlar:“Hocam konuyu duydum. Abdullah isimli biri çalmış. Çok cüzi birparaya da satıyormuş. Üç yüz lira kadar verin, hemen gidipmüzik aletlerinizi alıp size getireyim!”. Müdür cebindenparasını çıkarıp verir hemen... Müdür, cüzi bir paraya binlerceliralık okul aletlerini böylelikle kurtaracaktır!

Halbuki Tavuri, bir taşla iki kuş vurup, hem okulu, hem demüdürü soymuş olur böylelikle. Parayı ve de müzik aletlerini Tavuri’ye kaptıranmüdür, hemen Tavuri’yi polise şikayet eder. Tavuri ve müdürmahkemeye çıkarılır.

Hakim müdüre sorar: “Hocam, bu kişiyi tanıyor musunuz?”.“Evet” der müdür.

“İsmini bilir misiniz?” der hakim. “Tavuri” diye cevaplarmüdürümüz.

“Peki ne iş yaptığını bilir misiniz?” diye yine sorarhakim. Yine “evet” der müdür.

Hakim dayanamaz ve müdüre çıkışır: “O zaman parayı niyeverdiniz Tavuri’ye, müdür bey!”

****

Mağusa’da geçen efsane, ağıt ve öykümüz... Her kentin öyküleri ya da hikayeleri mutlaka vardır.

Kimisi binlerce yıl öncesine dayanırken, bazıları da yakın geçmişe aittir. Kimi kentlerin kulaktan kulağa dolaşan efsaneleri de vardır. Mağusa’nın 2300 yıllık geçmişinde ise çokilginçtir, efsanelerinden ziyade gerçek öyküleri çok fazladır. Buralardan gelip geçen gezginler de kentin efsanelerinden çok gerçeklerinden bahseder durur hep...

Mağusa’nın gerçek dışı hikayelerinden ya da efsanelerden birtanesi de çocukluğumuzda çok dinlediğimiz Kilis Sancak Beyi Canbulat Paşa’ya aittir. Bize anlatılan efsane aynen şöyledir:

“En kanlı çarpışmaların yer aldığı Arsenal Burcu’na, Osmanlıordusunun kaleye girmesini engellemek için, Venedik askerleri tarafından keskin bıçaklarla kaplı bir çark yerleştirilir. Bu durum üzerine kaleye girmesi imkansız hale gelen Osmanlı ordusunun önünü açmak için, Canbulat Paşa beyaz atının üzerine binerek çarkı durdurmak ister ve beyaz atının üzerinde çarkın içine girer. Osmanlı ordusu çarkın bozulması ile kaleye girer ve göğüs göğüse savaşır. Çarkta kafası kesilen Canbulat Paşa, kafasını koltuğunun altına koyar ve kılıcını eline alarak atınabiner. (Canbulat Paşa, bu şekilde üç gün, üç gece savaşır.) ”

Bizlerin bu efsaneyi dinlemeden büyümesi olanaksızdı. Oranınmüzeye dönüştürüldüğü yıl olan 1968 yılına denk gelençocukluğumuz da bunda etken olabilir. Başka bir etken ise, oyıllar iki toplumun gergin ve teyakkuz halinde olduğu yıllardıve bundan dolayı böyle kahramanlıklarla dolu efsanelere belkide ihtiyaç çok fazlaydı!

İşte tam da bu müzenin yapıldığı yıllarda, Sancak BeyiCanbulat’ın türbesinin olduğu yer, Mağusa’nın o yıllardakiSancaktar’ı Turgut bey tarafından kazdırılır. Bu kazıda uzunyıllar Mağusa Eski Eserler Dairesi’nde çalışan Ali (Antrenör)Eşrefoğlu ve Y.Mimar Osman Saner de hazır bulunurlar. SancaktarTurgut bey de bizim dinlediğimiz efsaneden etkilenmiş olacak kiatalarının kahramanlığını belgelemek istemektedir. Fakatmezarın açılışı hüsranla sonuçlanır. Açılan mezarda KilisSancak Beyi Canbulat’ın kemiklerine maalesef rastlanmaz!

***

Çok eskilerde efsanelerin ya da hikayelerin gerçek dışı olmaeğilimine karşı yakın geçmişte benim de etkilendiğim iki gerçekolay üzerine yazılan ağıt ve öykülerin ikisinin de sözlerindenyapılan şarkılarımız vardır.

Arap Ali Ağıt’ı Limasol’da başlayan ve Mağusa’da hüzünlebiten gerçek bir olay üzerine yazılmış olup dilden diledolaşmıştır. Arap Ali, Kıbrıs’ta herkesin çok yakından tanıdığıLimasol’lu futbolcu ve sendikacı Önder Konuloğlu’nun babasıdır.Arap Ali’nin öyküsünü bir gazetede Önder beyin eşi Çağlahanımla yapılan röportajda okumuştum.

“Arap Ali 1943 yılında öldürülür. Arap Ali öldürüldüğünde, oğlu Önder Konuloğlu altı aylıktır. Anlatılanlara göre Arap Ali, yeme içmeyi çok seven, kimsenin hakkını yemeyen ve yedirmeyen, bu yüzden de başı devamlı belaya giren bir adam olarak özetleniyor. Kavgacıymış biraz da...

O’nun İngiliz askerleri tarafından öldürüldüğüne inanılıyor. Zaten ağıdın İngiliz arşivlerinde de yer alması bunun bir göstergesidir.  Arap Ali, Limasol limanında o dönemlerde mavunacıydı ve hamal başı olarak çalışıyordu. Ücret alınacağı bir gün işverenin bir başka işçiye yaptığı haksızlık sonrasında Arap Ali olay çıkarıyor ve hapse düşüyor. 

Daha sonra mal indirmek için Mağusa’ya gidiyor. (Kendine yeni bir iş bulmak için Mağusa’ya geldiği de söyleniyor. O yıllarda Mağusa, her köşesinde meyhaneleriyle ünlü bir kentimizdir. İş sonrası meyhaneler dolup taşmaktadır.) Malı indirdikten sonra da meyhaneye gidiyor ve orda bir olaydan dolayı İngiliz askerleriyle kavgaya tutuşuyor. Birkaç taneyi dedövüyor, ondan sonra da onlar, Arap Ali’ye pusu kurup öldürüyorlar. (Meyhane çıkışında bir akşam İngiliz ordusunda görevli iki Hintli askerle tartışıp, bir akşam sonra bu askerler tarafından pusu kurulup öldürüldüğü de anlatılıyor.) Denildiğine göre süngüleniyor. Kimisi diyor ki ölüsünü orada bıraktılar, kimisi diyor sürüklediler uçak alanına ve oradan dauçağa binip kaçmışlar. Hangisi doğru kimse bilemez ki. Ama süngü yaraları gerçek. Çünkü askerlerle dalaştı.”

Böyle anlatıyor ailesi Arap Ali’yi... İsmine yazılan ve ‘Mağusa Limanı’ adı altında, türküsü de söylenen bir de ağıtı vardır. Bu ağıtın değişik versiyonları bulunmaktadır.

Arap Ali Ağıtı 

Bohçamı aldım çıktım, karım dedi gitme.Ya gelirim ya gelmem sakın merak etme.Meyhaneye vardım üç konyak içtim,  Düşmanları gördüm kendimden geçtim,Yedi süngü yedim sekizde düştüm. Uyan Arabalim uyan uyanmaz oldum,Yediğin süngülere (süngü yarasına) dayanmaz oldun... Meyhaneden çoktım yan basa basa

Ciğerlerim döküldü kan kusa kusaBeni canımdan etti ah o Mağusa Mağusa denizi limandır limanYedi mil açığında yatırım amanAğlarım inlerim yok mudur duyan Selâm edin anneme kına yaksın elineAli’sini öldürdüler vaadı geldi yerineÜç çocuğum var benim alsın kendi evineSeniha’mı göndersin geri kendi köyüne

Bu ağıtın sözleri biraz değiştirilerek, birçok sanatçı ve müzikgurubu tarafından türküsü söylenmektedir.

Mağusa Limanı (Arap Ali Ağıtı) Mağusa limanı, limandır liman aman aman Mağusa limanı, limandır liman aman aman 

Beni öldürdende, yoktur din iman Beni öldürdende, yoktur din iman 

Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun Yedi bıçak yarasına, dayanmaz oldun 

İskeleden çıktım, yan basa basa aman aman İskeleden çıktım, yan basa basa aman aman

Mağusa’ya vardım, kan kusa kusa Mağusa’ya vardım, kan kusa kusa 

Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun Yedi bıçak yarasına, dayanmaz oldun 

Mağusa limanından, aldılar beni aman aman3 mil uzağına attılar beni, 3 mil uzağına attılar beni

Uyan Alim uyan, uyanmaz oldun Yedi bıçak yarasına, dayanmaz oldun

***

Efsane ve ağıttan sonraki öykümüz, çok değerli araştırmacıyazar Bülent Fevzioğlu tarafından kaleme alınmıştır. Bülent’in bize anlattığı bu öykünün yanında dizelerini kendisinin yazdığışiiri bir çok müziksever tarafından bestelenip, şarkısı da yapılmıştır. Mağusalıların çok yakından tanıdığı ve II.Dünya Savaşı’nda, İngiliz ordusunda katırcı olarak da görev yapan Balıkçı İbrahim’in din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin bir Mağusa’lı olarak yaşadığı sade dostluklarını oğlu Bülent Fevzioğlu öyküleştirmiştir:

“ ‘Üç Balıkçının Öyküsü’ adlı şiir-söz, çağdaş ağıt formunda düşünülmüş, bestelenmiş ve yorumlanmış sözel bir ezgi olarak, kendi yaşam öykümde yer bulan bir anı’nın günümüze uzantısıdır.  Yaşları ellinin üzerinde olan gerçek Mağusalılar,yalnızca babam ‘Balıkçı İbrahim’i değil, ‘74 öncesinin Rumbalıkçılarından Bedino’yu, Dambuççi’yi ve Zahariya’yı dabilirler diye düşünüyorum.

Çünkü gerçek Mağusalıların limanla ve limanda sandalları bulunan balıkçılarla yakın dostlukları, merhabaları, rıhtım kenarında ayaküstü sohbetleri vardı…  Ben, 20 Temmuz’u, önce 15 Temmuz’la düşünenlerdenim.

15-20 Temmuz’u atlayıp da, doğrudan 20 Temmuz’a gelmek, yalnızca toplumsal tarihe değil, daha da önemlisi, kendi kişisel tarihimize ve anılarımıza da haksızlık ve hatta ihanetolur.  ‘Üç Balıkçının Öyküsü’nde adları geçenler, benim çocukluk yıllarımda varolan ve günümüzde, artık anlamını ve kavramını yitiren gerçekten ‘güzel insanlar’dı. İnsanı insan olarak bilen, seven ve emeğin üretimini içtenlikle yalansız, hurdasızpaylaşan insanlar…  En büyük dertleri emekleri, ekmekleri, evleri ve çocuklarıydı…

Yıllardan beri bunca yazı ve şiir yazan biri olarak o ‘güzel insanları’ yazmamak, haksızlık olurdu…  Aramızdan yüzlercesi gibi, onları vuran da Temmuz’du…

Ancak, ‘Temmuzun kaçı?’ sorusu da, ‘Üç Balıkçı’yı toplumsal ve ‘Adalı Tarih’ yönüyle (en az onların karakterlerikadar) yalın, yalansız ve tarafsız anlamamızda son derece önemlidir.

  Onların arasında yıllara yayılan emek, ekmek ve dostluk birlikteliği, son güzel gününü ve nefesini, 14 Temmuz akşamı noktaladı.” Üç Balıkçının Öyküsü Bir sandalda üç arkadaşKürek çekti yavaş yavaşİkisi Rum biri Türk’tüDosttan öte, candan kardaş… Mağusa’nın limanındaKavgadan, kinden uzaktaCan ortağı üç balıkçıEkmek - hayat çabasında… Biri; babam İbrahim’diHarpten sonra göçüp gittiYa balıkçı Zahariya;Ve Bedino, nerde şimdi? Ağ attılar, ağ çektilerSevindiler, üzüldülerTemmuz vurdu üçünü deSavruldular, çözüldüler… Ben küçüktüm, on dördümdeYıllar kaldı hep gerideBir sandalda üç balıkçı‘‘Kalimerhaba, re file…’’

 

****************

Filistin kökenli ailelerimiz ve onların Mağusa’ya taşıdığı kültür: Humus ve çorbası

Her bölgenin kendine özgü tatları, yemekleri vardır. Humusve çorbası, Kıbrıs’a özgü olmasa da Doğu Akdeniz bölgesinin, geçmişte Lavant de denilen bu bölgenin özel bir tadıdır. Bizlerin de bu bölge halkları yani Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve diğerleri ile yüzyıllarca yaşadığı çok sıkı temaslar sonucunda, kültürlerimiz bir biri içine eklemlenmiştir.

Yemek kültürümüz de bunlardan birisidir. Özellikle 1900’lüyılların ilk yarısında Filistinlilere kızlarımızı vermişiz, ya da satmışız... Belli ki fakirlik yılları, savaşlar derken Kıbrıslılar böyle bir seçeneğe isteyerek ya da istemeyerek zorlanmışlar bir dönemde... Onların acılı hikayeleri kitaplara konu olmuş günün sonunda. Bu konuda araştırmacı yazar sevgili Neriman Cahit, 1920 ile 1950 yılları arasında, 12-20 yaşlarındadört bine yakın kızımızın Filistin ve Ürdün yöresinden gelen Arap erkeklere satıldığını yazıyor. Ve günümüzde onların izini sürüyor Filistine ve Ürdün’e kadar. Onların dramlarını ve hikayelerini anlatıyor yazılarında.

Filistin bölgesinde İsrail devletinin kuruluş yıllarında (1940’lı yılların ortalarında), oralarda evli olan ailelerin bir kısmı Kıbrıs’a dönüyor. Sonuçta ailelerin etkileşimi, yemekkültürümüzün de, yemek çeşitliliğimizin de değişime uğramasına neden oluyor.

Bir liman kenti olan Mağusa, belki de onların sayesinde, oralardan taşınan humus ve humus çorbası ile tanışıyor. Humus ve çorbasını Mağusa’ya sevdiren iki ailenin erkekleri de Filistin kökenlidir. Bu aileler, İsrail Devleti’nin kurulup Filistin-İsrail gerginliğinin arttığı 1947-48 yıllarında Mağusa’ya göç eden ailelerden olup bize hikayelerini ve humus çorbasını anlattılar.

***

Mağusa’daki ilk humusçulardan biri Filistin’li Sait Efendi’dir. Onun hikayesini kızı Sevinç (Uptan) hanımdan dinliyorum:

“Annemler Pi Peristerona’lı idi. Nenem 21 yaşında üç çocukla dul kalmıştı. Annem Şöhret hanım babası öldüğünde 2.5 yaşındaydı. Nenem çocuklarını büyütmek için tek başına çare bulmak zorundaydı. TC Elçisinin evinde çalışmıştı. O yıllarda Filistin’li Araplar, Kıbrıs’a kız bakmaya gelirlerdi. Annem

Şöhret hanım, 13 yaşında iken bir Filistin’li ile evlenip, Filistin’e gitti. Orada kocasından iki kızı oldu. Sonra kocası ve ardından da kızları öldü.

Dul kalan annem, Filistin’de babam Sait Efendi ile ikinci evliliğini yaptı. Sait Efendi’den orada üç çocuğu oldu. 1947-48yıllarında Filistin-İsrail çekişmesi olunca dedem onları Kıbrıs’a kaçırdı. Önce Lefkoşa’ya geldiler. 1950’li yılların başında Mağusa’ya taşındılar. Annem üç çocuk da burada doğurdu.Türkçe’yi burada öğrenen babam, Mağusa’ya gelir gelmez lokantasını açtı. İlk lokantamız İstiklal Caddesi üzerinde Kocakafalı Mehmet’in dükkanının karşısındaydı. Daha sonra caminin karşısı ve en son da Foki’nin meyhanesinin yanında humusçuluk yaptı.

1960’lı yıllarda birer kez Beyrut ve Amman’a gidip amcalarımızı gördük.1978 yılında kaybettiğimiz babam Sait Efendi, ölmeden birkaç yıl öncesine kadar mesleğini devam ettirdi. Biz beş kız, bir de erkek kardeştik. Hepsimiz babamın lokantasında çalıştık ve bu lokantadan kazanılan parayla beş kız kardeş da yüksek öğrenime gittik. Abim okumayıp Londra’ya gitmişti. Bulaşıkları yıkar, servis yapardık. Babam, humus işine bizi pek karıştırmazdı. Biz sadece nohutu ayıklar ve kaynatırdık. Evde kaynattığımız nohutları kazanda el arabası ile evden lokantaya taşırdık. Kazan ocağa tekrardan konar ve kaynamaya devam ederdi. Her gün, güneş doğmadan sabah 4.30’da babam lokantasını açardı. İlk müşterileri her zaman liman işçileri olurdu.

Soğan, sarımsak, maydanoz, biber, sumak babam tarafından hazırlanırdı. Nohutu tokmakla döverek humus yapardı.

Sevinç hanım humus çorbasımızın tarifini şöyle yapıyor bize:

- Ekmekler küçük küp şeklinde kesilir ve çorba tabağının altına konur.

- Haşlanmış nohut suyu ile ekmekler ıslatılır.- Bakır tasın içinde sarımsak dövülür. Sonra nohut

dövülür ve tahın, limon, tuz ile karıştırılarak tekrar tekrar dövülür.

- Hepsi ezildikten sonra nohutun kaynanmış suyu da burayailave edilerek kıvamına gelene kadar karıştırılır.

- Sonra bu gevrek humus, çorba tabağındaki ekmeklerin üzerine dökülür.

- Üzerlerine kıyılmış maydanoz, kırmızı biber, sumak ve zeytin yağı konur.

- İsteyene bunların üzerine yağda pastırma da kızartılarak konabilir.

- Porsiyonlar her bir müşteri için tek tek hazırlanır. Buhazırlama işi 3-5 dakikayı geçmez.

***

Mağusa’da diğer bir Filistinli aile ise Garabli ailesiydi.Onların da humus işi çok meşhurdu. Ölmeden bir yıl öncesine kadar humus ve çorbasını yapan Gazi Garabli, işi babası MustafaGarabli’den öğrenmişti. Gazi Garabli, 1947 yılında Filistinde doğmuş ve kırk günlük bebek iken Kıbrıs’a göç etmiştir. Gazi bey, Yafa’da, ailesinin altıncı çocuğu olarak hayata gelmiştir.Babası Mustafa Garabli ve annesi Fatma hanımla, İsrail-Filistingerginliğin başladığı 1947 yılını takiben, 1948 başlarında annesinin vatanına, Kıbrıs’a dönmüştür.

Annesi, Sandallar köyünden Fatma hanımdır. Fatma hanım, çok küçük yaşta iken, 1930’lu yılların ikinci yarısında Filistin’den gelen ve Kıbrıs’ta kız satın almak isteyen MustafaGarabli’ye satılmıştı. Kocası ile Filistin’e gidip yerleşen Fatma hanım, orada altı çocuk doğurmuş ve Kıbrıs’a göçtüklerinde ise yedinci çocuğunu doğurduktan kısa bir süre sonra 1951 yılında vefat etmiştir. Karısı ölen Filistinli Mustafa Garabli, 1956 yılında Hatice hanımla ikinci evliliğini yapmış ve bu evliliğinden de dört çocuğu daha olmuştur. Mustafabey, Filistin ile hiç ilişkisini koparmamıştır. Oradaki kardeşlerini zaman zaman ziyaret etmiş, bazı zamanlar da Filistin’den kardeşleri gelip onu görmüşlerdir. İlk dönemlerde arabacıkta humus ve çorbasını yapıp satmış, daha sonraları ise fıstıkçılık yaparak ailesinin geçimini sağlamıştır. Oğlu Gazi Garabli, 1967 yılında, yirmi yaşında iken Olcay hanım ile evlenmiştir. Eşi Olcay hanım ile beraber 1975 yılında baba mesleği de olan ve Filistin mutfağının vazgeçilmezi humusçuluğa soyunmuştur. İngiliz üslerdeki işini de bırakarak Mağusa Suriçinde Lala Mustafa Paşa Camisi’nin karşısında lokantasını açmıştır. Kendisi gibi yine Filistin kökenli olan Sait Efendi, mesleğinin sonlarına gelirken Mağusa’lıların geleneksel yemekleri arasına giren humusu yine bir başka Filistin kökenli aileden olan Gazi abi yapmaya başlamıştır. Lokantasında humus salatası ve çorbasının yanında,şiş kebabı, ciğer ve ev yemekleri de yapmıştır. Buraya sabah

saat 4-4.30 arası gelip humus hazırlıklarına başlayan Gazi abi ve eşi Olcay hanımın ilk müşterileri hep liman işçileri olurmuş.

Sadece bir kez çok ilginç bir olay yaşamış sabahın dördünde Olcay hanım... Oğlu Mustafa ile soğuk bir kış gününde lokantayı açıp hazırlıklara başlamışken, kar maskeli bir adam aniden kapıdan içeri girmiş. Çok korkmuşlar. Fakat az sonra karmaskesini yüzünden çıkaran adamın, yaptırdığı doğum sonrası çorba içmeye gelen Dr.Ertuğrul Hasipoğlu olduğunu görünce çok rahatlamışlar.

Yirmi yıl caminin karşısında çalıştıktan sonra ‘Otobüs Terminali’ndeki yeni yerlerine taşınmışlar. On yıl da orada humusçuluğa ve ev yemeklerine devam etmişler. Büyük oğulları Mustafa da ilkokul üçüncü sınıftan itibaren liseyi bitirene kadar hep kendilerine yardım etmiş. Zaman zaman ekmekleri kesmiş, bazen limonları sıkmış, bazen de servis yapmıştır. 2005yılında emekli olduktan sonra otuz yıllık humusçuluğa ara verenGazi abi ve eşinden sonra Mağusalılar uzun bir süre humus çorbasına hasret kalmışlardır. Gazi abi emekli olduktan bir yılsonra da böbrek yetmezliğinden vefat etmiştir.

Dr.Süleyman Uluçay ile her Cumartesi düzenli olarak gidiphumus çorbasını içip, humus salatasını yediğimiz yerin kapanması ve akabinde de Gazi abiyi kaybetmemiz ikimizi de çok üzmüştür.

Uzun zaman sonra evinde ziyaret ettiğim Olcay hanımdan humus çorbasının tarifini de istedim sohbet arasında... Bir taraftan bana Gazi abiyle yaşamlarını anlatırken diğer taraftanda humus çorbasını yapıp, tarifini veriyordu Olcay hanım!

Humus çorbasının tarifi: - Nohutu geceden suya koyup sabaha kadar şişmesi sağlanır.

- Sabah ise bir kilo nohuta, bir çorba kaşığı karbonat koyup kaynatılmaya başlanır. Karbonat nohutun yumuşamasına ve çok iyi pişmesine neden olur. - Nohut kaynatıldıktan sonra 2-3 kez temiz suyla yıkanır ve sonrasında temiz suyla tekrar kaynatılmaya başlanır.

– Sarımsak, maydanoz, tuz, biber, limon, sumak, kimyon ve zeytin yağı hazır edilir.

– Önce biber, tuz ve sarımsak çelik kapta, tahta humus tokmağı ile dövülür.

– Her bir porsiyon çorba için, bir kepçe nohut, bir çorba kaşığı tahınla ezilir ve bol miktarda limon da konarak

iyice kıvamına getirilir. Buna az önce ezilen biber, tuz ve sarımsak da eklenerek tekrar dövülmeye devam edilir.

– Tabağın altına ekmekler dizildikten sorna, nohutunsuyu ile ekmekler ıslatılır ve yumuşatılır.

– Ekmeklerin üzerine hazırlanan humus dökülür. – Çorbanın üzerine zeytin yağı, kimyon, kırmızı

biber, sumak, maydanoz ve isteğe göre kızartılan pastırma da konur.

(Önemli not: Limon az gelirse çorba güzel olmaz!)

********

Mağusa: Çok kültürlü bir yaşam ve iki toplumlu aileler...

Son bin yılda ya da geçtiğimiz yüzyıllarda Suriçinden kimler geldi, kimler geçti acaba? Mısırlılar, Bizanslılar, Lüzinyanlar, Latinler, Nasturiler, Suryaniler, Ermeniler, Venedikliler, Osmanlılar, İngilizler, Museviler, Filistinliler,Yunanlar, Türkler, Rumlar ve daha nice saymakla bitmeyecek irili ufaklı kavimler, toplumlar ya da uluslar...

Tüm gelenler, gelip geçerken mutlaka bir şeyler bırakmıştırlar geriye. Kadınları, erkekleri, kıyafetleri, yemekleri, içecekleri damgasını vurmuş bu güzelim kale kentine...

Kentimize gelenler, kentte yaşayanlarla birlikte yaşlanmışlar asırlar boyunca, Mağusa’da... Beraber üretmişler, beraber eğlenmişler, beraber ağlamışlar ve beraber gülmüşler.

Bu asırlar boyunca da böyle sürüp gitmiş. Fanatizme varan milliyetçilik virüsü, 1930’lu yıllardan sonra Kıbrıslıların kanına enjekte edilene kadar ciddi bir ayrılık yaşamamışlar. Tüm Avrupa’yı ve dünyayı 1930’lardan sonra saran ve 1940’larda tepe yapan bu virüs, XX. Yüzyılın ortalarında sadece Avrupa’da elli milyon insanın ölmesine ya da sakat kalmasına yol açmıştır. Bir o kadar insan da evsiz, yurtsuz kalmıştır. ‘Ulus Devlet’lerin inşa sürecinde yaşanan savaşlarla beraber ya karşılıklı anlaşmalarla yapılan mübadeleler (insanların yaşadıkları topraklardan zorla sökülüp atılması ve onların yerine kendi ulusundan insanların yerleştirilmesi) ya da zorla yapılan etnik temizlikler, çok acılar yaşatmış Doğu Akdeniz’de

ve Ege’de yaşayan insanlara... İnsanların binlerce yıl yaşadığıbu topraklarda, sınırlar ya tekrar çizilmiş ya da yokken var edilmiş. Hatta bu sınırlar çizilirken bazen cetveller kullanılmış, bazen de yeşil renkli kalemler!

***

Osmanlılar, üç asra yakın bizim kale kentini sorgusuz sualsiz yönetmişler. İçinde birçok medeniyeti ve kültürü barındıran Osmanlı İmparatorluğu, 1571’de adanın ve kentin işgalini tamamladığında geriye yirmi bin ‘Yeniçeri’sini bırakıpayrılmış yine kendisi gibi birçok medeniyeti ve kültürü barındıran Mağusa’dan...

Yeniçeriler, Osmanlı’nın gayri müslimlerden (devşirmelerden) oluşan ordusunu oluşturan askerleriydi. Osmanlı’nın kazandığı tüm zaferlerde ve mağlubiyetlerde onlarınrolü vardı şüphesiz. Kentin fethinden sonra, onlar da katılmış Mağusa’nın çok kültürlü yapısına. Ayrıca yaşadığımız bu topraklara, Anadolu’dan Yörükler ve Türkmenler de getirilmiş sonrasında. Venediklilerin ise kent düştükten sonra hepsinin buralardan tamamen ayrıldığını da düşünmüyorum.

Gelenler ve kalanlar, burada yaşayanlarla beraber Mağusa’nın çok kültürlü bir kent olmasına yüzyıllar boyunca yaptıkları evlilikleri ve yaşam tarzları ile katkı koymuşlar vehayatı zenginleştirmişlerdir. Bu zenginlik ve yaşam, milliyetçilik virüsünün 1950’li yıllarda adalının ve Mağusalının kanında çoğalmaya başlayıncaya kadar da devam etmiştir. Virüs, 1955 yılından sonra da hastalık boyutunda öldürücü noktaya ulaşmıştır. Yaşamların, hayatların, mutlulukların sona ermesine, asırlar boyunca piramit gibi üst üste konulanların çökmesine, ayrılıklara ve gözyaşlarına neden olmuştur.

Kimin haklı ya da kimin haksız olduğu siyasete meze olurken, kaybedenlerin, bu adanın ve bu kentin insanları olduğusonucunu değiştirmemiştir.

***

İşte bu yıllarda yaşayanlar, hayatlarını birleşterenler veonlardan doğan yeni canlar bu asrın en şanssız, en çok baskı gören insanları olmuştur...

Arkadaşım Tugay da bunlardan biridir. Mağusa’nın çok kültürlü mozaiğinden çıkmış iki toplumlu bir ailenin en küçüğüdür kendisi...

Geçmiş yıllarda kaybettiği annesinin ardından onunla sohbet ediyorum. Annesi Belma hanım tüm Mağusalıların her zamançok sevdiği ve gençliğinde de güzelliğiyle dillere destan olan birisiymiş yıllar önce. 83 yaşında yaşama gözlerini yumarken, adamızın ve Mağusa’nın son yüzyılda yaşadığı ve yaşattığı acılarla göçüp gitti aramızdan.

***

O’nu herkes ‘Standard’ın eşi olarak tanıdı. Hikayesi doğduğu yıl 1929’da başlamıştır aslında. Dünyadaki büyük krizin(buhranın) olduğu yıllardır o zamanlar. Aşağı Deftera’da bir Kıbrıslı Rum ailenin en büyük kızıdır. Sekiz-on yaşlarında ailesiyle Mağusa’ya göçer ve aramızdan ayrıldığı 31 Mart 2012 tarihine kadar da Mağusa’dan hiç ayrılmaz.

Babası hammalbaşıdır. Ailenin geçimini kah limanda çalışarak, kah kahvecilik yaparak sağlar. Küçük kız, on altı yaşında Hüseyin Ali Uçar ile tanışır. Daha sonraları kendisini Standard olarak anacağımız Hüseyin bey ise, çocukluğunun ve ilkgençlik yıllarının bir kısmını göç ettikleri Adana’da dayısınınyanında geçirdikten sonra, on sekiz yaşında Mağusa’ya tekrar döner. Hayatını burada kurar.

Geçimini önceleri kunduracı Hasan Raif’in yanında çıraklıkyaparak sağlar. Kazandığı parayla ilk arabasını 1942 yılında alır. Bu araba belki de Mağusa’da ilk otomobildir. Kardeşi Ülfet bey, arkadaşı Hüseyin Doç ve birkaç kişi ile daha beraberce ‘Salamis Taksi Yazıhanesi’ni kurarlar. Sonrasında radyolu araba falan derken, Standard marka arabısına kavuşur ensonunda. Taksici arkadaşı Hüseyin Doç ile karıştırılmasın diye kendisine Hüseyin Standard, diğer Hüseyin’e de onun arabasının markası olan Dodge (Doç) lakabı ile hitap eder Mağusalılar. Böylelikle Hüseyinler artık karıştırılmazlar!

Hüseyin bey, 1945 yılında, kısa bir süre sonra hayatlarınıbirleştireceği ve Belma ismini alacağı eşiyle tanışır. On altı yaşından üç ay da almış olan kız artık reşittir. Ailesinin tepkisine rağmen kendinden beş yaş büyük olan Hüseyin Ali Uçar (Standard) ile hayatını birleştirir.

1946 yılında ilk oğlu Saldıray ve sırasıyla Yıldıray ile Gökay doğar. Tugay ise Mağusa’da filmin koptuğu yıl 1958

yılında hayata gelir. O yıl, Mağusa Suriçi gayri müslimlerden yani Kıbrıslı Rumlardan arındırılacaktır. Emir büyük yerdendir.Herkes evinden, işinden zorla kopartılır. Bir gece Hüseyin ve Belma hanımın evini de basar, kar maskeli adamlar. Bu genç çift, ya ayrılacaklar ya da Suriçini terk edecektir. Yaşam içinbaşka seçenekleri yok gibidir.

O gün Belma hanım kelime-i şahadet getirir, eşi ve çocukları ile Mağusa’da kalmaya devam eder.

Hayat onlar için hiç de kolay değildir artık... Hüseyin Standard, 1958 yılında Aşağı Maraş’ta arabasıyle sarhoş bir bisikletliye çarpar. İki yıl ehliyeti alınır. Artık arkadaşlarıyla kurduğu Salamis Taksi’de çalışması mümkün değildir. Ticarete atılır. Beyrut’tan varillerin içinden yağ getirip satar. İşleri de iyi gider o günlerde. Cami’nin karşısında dükkanları vardır. Onların hemen yanında şimdiki İş Bankası’nın olduğu yerde 1960’ların ortasında kahvehanesini de açar. ‘Standard’ın Kahvesi’ artık Mağusalının buluşma yeridir. Meydanın en güzel yerinde, insanlarımızın vakit geçirdiği bu kahvede benim de hatırladığım tavla ve dama maçları çok çetin geçer. Masa şeklinde ayaklı, çekmeceli dama masaları ve bu masalarda oynanan dama maçları hala daha dün gibi aklımdadır.

***

Mağusa için 1958’de kopan filim, Belma hanım için aslında 1945’te Hüseyin beyle evlendiği gün kopmuştur. O yıldan sonra ailesiyle, annesiyle, babasıyla ve kardeşleriyle görüşmezler. Tugay ise sadece dede ve nenesinin öldüğünü bilmektedir.

1978 yılında herkesin hayatta olduğunu öğrenen Tugay, o günden sonra ailesinin izini sürer. Onları Güney Kıbrıs’ta bulmak için herşeyi yapar.

Yıl 2000’dir artık. Dünya yeni bir milenyuma yelken açmıştır. Az da olsa ortalık sakinleşmiştir. Kısıtlı da olsa Güney Kıbrıs ile temaslar başlamıştır. O yıl Beyarmudu köyünde iki toplumlu bir etkinlik yapılacaktır. Tugay da ailesi ile beraber oraya gider. Orada bu etkinliği organize edenlerin başında olanlardan, Kıbrıslı Rum bayan Maria ile tanışır. Yaşanılanları anlatır.

Ellerindeki tek ipucu Belma hanımın kardeşi Andonis’in 1960’lı yıllarda Mağusalı eczacı Garulla’nın Maraş’taki eczanesinin bodrumunda ilaç hazırlarken, çıkan yangında öldüğüdür.

Maria, yine babası Andreas Garulla gibi eczacı olan ve Larnaka’da eczacılık yapan oğul Garulla’yı bulur. Oradan halası, yani Andreas Garulla’nın kızkardeşi, Mağusalı Despinu hanıma giderler. Despinu hanım yanlarında çalışırken ölen Andonis ve ailesini çok iyi tanımaktadır. İlişkileri halen devam ettiğinden, Andonis’in ailesinin Limasol’da kaldığını söyler ve adresleri ile telefonlarını Maria’ya verir.

Filmin kopan karelerinin elli beş yıl sonra yan yana gelmesine artık ramak kalmıştır. Maria Limasol’a gider. Belma hanımın annesini, kardeşlerini yani Tugay’ın nene, dayı ve teyzelerini bulur. Oradan Tugay’ı telefonla arasa da konuşamazlar. Çünkü dayı ve teyzeler, Maria’dan aldıkları haberile bayılırlar. Maria telefonu kapatır ve aileye yardım etmeye çalışır.

Nihayet 17 Kasım 2000 yılında Belma hanım elli beş yıldır görmediği annesi ve kardeşlerine, Tugay da o güne kadar hiç görmediği nene, dayı ve teyzelerine Beyarmudu-Pile arasındaki Aris Restaurant’ta kavuşur.

Tugay arkadaşım bu öykünün devamını getiremez. Çünkü boğazı düğümlenmiş, kelimeler ağzından çıkmaz olmuştur.

***

Yaşanılan yarım asır, sadece Belma hanım ve Tugay’ın yaşadıklarına, ayrılıklarına, gözyaşlarına ve acılarına tanıklık yapmıyor aslında. Bu katlanılmaz durum, bize yarım asırdır bir yerlerden biçilen yaşamın ta kendisidir aslında...

Gelecekte toplumların ve onu oluşturan bireylerin, başta milliyetçi fanatizm olmak üzere, insani olmayan tüm bu öğelerden arınıp, yeni acılarla başbaşa kalmayacağına olan inancım sonsuzdur. Bu yüzleşmeyi kendi kendimizle başarabilirsek eğer!

*************

Sürgün kenti...

Dilden dile dolaşır Namık Kemal’in bedduası: “Her kime gazap ederse mevlası, ona olsun mesken Magosa Kalası”

Kıbrıs, Akdeniz’in en doğusunda bir ada ve bu adanın da doğusunda Mağusa... Şairler, yazarlar-çizerler, ressamlar, mimarlar gelmiş; eşkıyalar, sürgünler geçmiş buralardan. İz bırakanlardan biri de üç yılını kalede sürgün geçiren ünlü özgürlük şairi Namık Kemal’dir

1988 yılıydı... Namık Kemal, 100. ölüm yıldönümünde Cağaloğlu’nda bir söyleşide anılacaktı. Bu anma gününde, Aziz Nesin ve Asım Bezirci’yi dinlemiştim. Daha sonra bu iki Türk aydınını düşüncelerinden dolayı Sivas’ta diri diri yakmak istemişler, Aziz Nesin son dakika kurtulmuş, Bezirci ise yanarak can vermişti. Namık Kemal kadar şanslı olamamışlardı onlar!

İşte o panelde ünlü nükteci, yazar Aziz Nesin, Namık Kemaliçin çok ilginç şeyler söylemişti. Namık Kemal, Mağusa sürgününden üç-dört yıl önce de, 1870’lerden hemen önce Londra’da bulunmuştu.

Osmanlının gericiliğine karşıt, ilerici ve aydınlanmacı bir düşünce adamı olan Namık Kemal, Londra’da Karl Marx ile biryıl kadar ayni sokakta kalmışlar. Marx da fikirleri ile dünyayıdeğiştirmeye çalışan, özgürlük, adalet ve eşitlik kavramlarını ekonomi bilimi ile harmanlayarak dünya devrimlerini ateşlemeye çalışan bir filozoftu.

“Ama” demiş büyük usta Aziz Nesin, “Namık Kemal, Londra’daayni sokakta yaşadığı halde, hiç tanımamış Marx’ı, ne ondan haberdar olmuş ve ne de tanışmış onun dünyayı sarsan fikirleriyle!”...

Aklı ermemiş büyük ustanın bu işe ve demiş ki sonunda “Namık Kemal ve Marx’ın frekansları herhalde farklıydı, bir şekilde o frekansa giremedi hiç bizim Kemal”

Namık Kemal, üç yıl yaşadığı Mağusa’da, Mağusalıların frekansında da olamadı. Bizimkilerle de anlaşamadı. Hiç de iyi şeyler söylemez ve “Magosa, Akkâ gibi irin ve tiksinmeyle beraber dünyanın kurtlaşmış iki çıbanı denilmeğe lâyık olan yerler” der burası için... Hatta sevmedikleri için yaptığı bedduası da dilden dile dolaşır hala daha Namık Kemal’in: “Her kime gazap ederse mevlası, ona olsun mesken Magosa Kalası”.

Ama Mağusa’lı, O’nun ismini yaşatmak için, sevmediği Kale’nin meydanının yanı sıra bölgenin tek lisesine de adını verir. Namık Kemal Lisesi, 1940’larda bir vakıf malı olan eski

Osmanlı mezarlığının olduğu yere kurulmuştu. Tüm Mağusa kazasının (o zaman Karpaz da dahildi buna) tek lisesi diye hatırlıyorum Namık Kemal Lisesini!

Gençlik tüm potensiyeli ile orda eğitim ve öğrenimini tamamlıyordu. Üniversiteye gidemeyenler dahi ‘Kemaller Lisesi’nden üniversitede okumuş gibi donanımlı ve lisan bilerekmezun olurdu. Pazartesi okula marşımızla başlardık. İlk dizemiz, ‘Kemaller lisesi irfan ocağı’ idi. Nitekim de öyleydi...

***

İrandaki dini liderlerden Mirza Ali, 1850 yılında öldürülünce, müritlerinden olan iki kardeş Suphi Ezel ve Bahaullah İran’dan sürgün edilir. Bu dini liderlerden Suphi Ezel ve oğulları, Osmanlı tarafından sırasıyle İstanbul, Bursa ve en sonunda da Mağusa’ya gönderilir. Ezel’lerin akrabaları hala daha buralarda yaşamaya devam etmektedirler. Suphi Ezel’inevi Suriçinde Behram Paşa Sokak’ta, türbesi de yine Mağusa’da Larnaka yolu üzerindedir.

Suphi Ezel ile kardeşi Bahaullah’ın aralarında sorun olduğundan dolayı Osmanlı Devleti, Bahaullah’u Akka’ya sürgün eder. Bahaullah’a inananlar ‘Bahailik’i yaymaya çalışır. Ezel’einanan ‘Ezeliler’den çok daha yaygın olarak Bahailik, tüm dünyada olduğu gibi Kıbrıs’ta da bir kesim insan tarafından o yıllarda benimsenir ve bugünlere kadar Bahailik buralarda da devam eder.

28. Mehmet Çelebi, Şeyh Kutup Osman Efendi ve diğerleri hep Osmanlı tarafından Akka ve Rodos’un dışındaki diğer sürgün yeri olan kentimize gönderilen sürgünlerdi. Osmanlıyı Ege’de 1870’li yıllarda susa durduran eşkiya Katırcı Yianni de buralara sürgün edilen, adı bilinmeyen diğer önemli bir misafirimizdi.

***

Tabi ki bu sürgünlerin yanında, çeşitli dönemlerde gelip proje yapan, atanan, memurluk yapan ve ondan sonra Mağusa’ya karşı aidiyet besleyen birçok insan da geçti buralardan. Öyle zorla veya sürgün edilerek değil hani! Gönüllerince, severek vehissederek Mağusa’yı...

Da Vinci bunların en ünlüsü de olsa, en sonuncusunu ben detanıdım. Jeoloji Profesörü olup sanat tarihçilerine taş çıkartan araştırmacı yazar ve ressam da olan William Dreghorn ömrünün son çeyreğini bizlerle Mağusa’da geçirir. Mağusa ve tarihine çok bağlı olan Arkeolog Turan Kamil Reis’in yıllarca misafiri olur buralarda. Kitaplar yazar, skeçlerini çizer taşları, anıtsal bina ve yapılarıyla Mağusa’nın...

********

Biri ‘avam’dan, diğeri ‘saray’dan!Mağusa’da iki sürgün: Katırcı Yianni ve II.Abdülhamit’in Kızı...

Kıbrıs’ın Mağusa kenti ile Filistin’in Akka’sı çok uzun yıllar sürgün kentleri olmuştur. Özellikle Osmanlı bu iki kenteoldukça fazla kişiyi sürgün etmiştir.

Kentimizede birçok sürgün gelmiş olsa da Osmanlılar içindeen çok bilinen sürgünler Namık Kemal, Kutup Osman Efendi ve 28.Mehmet Çelebi’dir. Halbuki bu sürgünlerin dışında kentte iz bırakan ve tarihe malolan bir çok sürgünümüz daha vardır!..

Mağusa ve sürgün denince genellikle ilk akla gelen isim şair ve yazar Namık Kemal’dir. Birçok yere ismi verilmiştir. 1873 yılında sürüldüğü Mağusa’da üç yıla yakın sürgün hayatı yaşamıştır.

Padişah IV. Mehmet’in hocası Kutup Osman Efendi de, rakiplerinin iftirası üzerine 1690 yılında Mağusa’ya sürülmüştür. Mağusa’da Halveti Tekkesi’nin hocalığını yapmış vebir yıl sonra da ölmüştür.

1720 yılında Paris Elçiliği de yapıp, 1731 yılında Mağusa’ya sürgün gönderilen ve burada ölen 28. Mehmet Çelebi’nin mezarı da Mağusa’da olup Buğday Camisi’nin yanındadır...

***

Osmanlının adayı işgalinden sonra Anadolu’dan buraya aktarılan nüfus ile ilgili Ahmet Refik’in 1930 yılında

yayınladığı ‘Anadolu’da Türk Aşiretleri’ isimli kitapta bazı gerçeklikler göze çarpmaktadır. Özelikle 1500’lü yılların ikinci yarısında Osmanlının başı Yürükler ve Türkmenlerle beladadır. Onların elinden kurtulmak için çare arayan Osmanlı sonunda çareyi Kıbrıs’ta bulur. Sağlam kaleleri yanında ayni zamanda da ada olan Kıbrıs, bu kesimlerin sürgünü için idealdir.

Kıbrıs’a seçilerek gönderildiği iddia edilen zanaatkarların yanında Osmanlıyı Anadolu’da susa durduran tecavüz, yankesicilik, hırsızlık ve katillik olaylarına bulaşmış aşiretler de adaya iskan edilmişlerdir!

Bu aşiretlerin Kıbrıs’a sürgünü uzun yıllar sürüp gitmiştir. Osmanlı hükümeti, sürgünler yanında Yürüklere karşı Şeyhülislam Fetvalarına da başvurmuştur. Kıbrıs’a gitmekte direnen Yürüklere ölüm fermanları da çıkmış, ‘Ya Kıbrıs, ya Ölüm’ seçeneğinden birine zorlanmış Yürükler...

Ahmet Refik ‘Anadolu’da Türk Aşiretleri’ kitabında bu fetvalara da yer vermektedir:

“Yürük tayfasından biri yol kesip müslümanların ırz ve mallarına saldırıp, ekinlerini yok ederse, bu türden fesatçılığı dolayısıyla Kıbrıs’a iskan için bu işle görevlendirilen Vali bu güruhu alıp Kıbrıs’a iskan etmek istediğinde, bunlar şeriat ve padişah emrine boyun eğmeyip savaşmak isterlerse, onlarla çarpışıp öldürmek caiz olur”

***

Fransız bir mimar ve ressam olan Edmond Duthoit, 1862 yılında Mağusa’yı ziyaret eder ve kilise, liman ve surlarını çizer. Bu arada Mağusa ile ilgili anılarını da yazar. En etkilendiği kişi Katırcı Yianni’dir. İzmir Bölgesinde eşkıyalıkyapan ve epeyi ün yapmış kanunsuz adam diye bahseder Katırcı Yianni’den...

O’nun on beş yıldır Mağusa’da tutsak olduğunu ve biri de Fransız Konsolosunun oğlu olmak üzere 15 kişinin ölümünden sorumlu tutulduğundan bahseder. Ancak çaldıklarını dağıtıp, kadınları koruduğundan dolayı köylüler tarafından çok sevilen Katırcı Yianni sonunda yakalanıp (birçok kaynakta Osmanlı ile anlaşıp teslim olduğu da yazıyor) Mağusa’ya gönderilmiştir.

Ayağından ve belinden zincire vurulmuştur. Hücresinin etrafında bulunan ve kendinin yetiştirdiği düzinelerce saksınıniçindeki çiçeklere kadar dolaşma özgürlüğü olduğunu ve

Mağusa’ya gelen herkesin O’nu ziyaret ettiğini yazıyor Edmond Duthoit...

Yunanlı köylü kıyafetleri içinde ve zincire bağlı bu yorgun adamdan çok etkilenen yazarımız, yanına yaklaşıp elini sıktığı bir gün Katırcı Yianni’nin kendisine mutluluk içinde feslikan verdiğinden çok etkilendiğine de vurgu yapar.

Hatta Müftü ile arası çok iyi olan Yianni, paskalyasını Maraş’ta geçirebilmesi için Müftünün kendisini izine gönderme önerisini kabul etmez. Çünkü özgür olduktan sonra, Müftü’ye verdiği sözü tutamayacağından korkup, zincirlerine bağlı yaşamaya devam eder Mağusa Suriçinde...

***

Abdülhamit, adayı Kraliçe Viktorya’ya kiralayan padişah olarak tarihe geçer... Padişah, 1878 yılında adayı çeşitli saiklerle İngiltere Kraliçe’si Viktorya’ya yüklü bir para karşılığı devretmiştir.

II. Abdülhamit, 33 yıl padişahlık yapmıştır. Kıbrıs’ın İngilizlere kiralanmasından iki yıl önce yani 1876’da tahta çıkmış, 1909 yılına kadar tahtta oturmuştur. Tahtta oturuşu da,tahttan gidişi de çalkalantılı biçimde olmuştur. İktidarının son yıllarında Türkiye’yi, İttihat ve Terakki Örgütü ile beraber yönetmek zorunda kalmıştır. Hatta Abdülhamit’in tahtınıbir süre daha koruyabilmesi adına iplerin tamamen İttihatçılarageçtiği da yazılıp çizilmiştir.

Hala daha Türkiye’de belli bir görüşe sahip bir kesimin büyük hayranlık duyduğu bu Padişah, 1918 yılında İstanbul’da ölmüştür. Hem bilime hem de dine aşırı tutkunluğu ile de bilinse, özellikle şair ve yazar Nacip Fazıl Kısakürek ile sağ-muhafazakar kesimin yücelttiği bir isim olarak Osmanlı Tarihineismini kazımıştır.

O, Kıbrıs’ı İngilizlere devreden en yetkili kişidir aslında. İktidara gelirken, 1877-78 yıllarında ‘93 Harbi’ diye bilinen Osmanlı–Rus Savaşını kucağında bulmuştur. 1878’te Osmanlının büyük bir yenilgisi ile biten savaşta Ruslar, İstanbul Surlarının önüne kadar gelmişlerdir.

İşte bu günlerde İstanbul’un, ezeli düşmanları Rusların eline geçmesi söz konusudur. Önce uygulanmayan Yeşilköy (Ayastefanos) anlaşması ve sonrasında da, 1878 Temmuzunda Berlin Kongresi yapılmıştır. Bu süreçte İngilizler, Osmanlı’ya

destek sözü vererek Kıbrıs’ın kendilerine bırakılmasını talep etmişlerdir.

Osmanlı ile İngiltere, 25 Mayıs 1878’da İttifak Antlaşmasıyapmışlardır. Bu antlaşma gereğince Osmanlı, İngiltere’ye adanın tahsis edilmesini ve asker yerleştirerek adayı idare etmesine olanak tanımıştır! Yani ada İngiltere’ye kiralanmış masalı bir safsata olup, ada İngiltere’ye resmen tahsis edilmiştir. Bunun karşılığında da İngiltere, Osmanlı Hükümeti’ne her yıl 22936 mese yani 92799 sterlin, 11 şilin ve 3 penny ödemesi için anlaşmaya varılmıştır.

O yıllarda Osmanlının iktidarını temsil edenlerin yaşadığıyer Dolmabahçe Sarayı’dır. İktidar, Topkapı’dan ayrılmış ve yapımında 14 ton altın kullanılan Dolmabahçe’ye taşınmıştır.

1877 yılında çok önemli bir misafirini ağırlamaktadır Dolmabahçe! İngiliz Kraliçesi Viktorya İstanbul’u ziyaret etmiş, uzun bir süre II.Abdülhamit’in misafiri olarak Dolmabahçe’de kalmış ve övgüsünü çok duyduğu İstanbul’un hamamlarında yıkanmıştır.

Sarayın en haşmetli yeri bayramlaşma salonudur. Bu salonunda en göze batan elemanı 1.5 tonluk kristal avizedir. Avize, İngiliz Kraliçesi Viktorya tarafından, adanın İngiliz’e devrinden 1 yıl önce, yani 1877 yılında Abdülhamit’e hediye edilmiş ve salondaki yerini almıştır!

Tüm bu gelişmeler ışığında 12 Temmuz 1878’de Lefkoşa’da Osmanlı Bayrağı gönderden iner ve yerine İngiliz Bayrağı Kıbrıs’ta dalgalanmaya başlar. Her ne kadar bu durum bugüne kadar bir kiralanma şeklinde bilinse de o günden sonra İngiliz Sömürge İdarelerinin tüm kurumsal ilişkileri ve yasaları diğer İngiliz Sömürgeleri gibi Kıbrıs’ta da egemen olur.

Osmanlı, Kıbrıs’ın elden çıkmasıyla beraber, önlenemeyen toprak kaybının devamında Berlin Kongresinden yaralı bir şekilde ayrılırken, yine de İngiltere Kraliçesi Viktorya’dan Dolmabahçe’ye hediye olarak verilen 1.5 tonluk kristal avizeninyanında 92 bin küsur sterlini de kasasına koymuştur!

***

Agnes Michaelides, 1900’lerin başındaki Mağusa’yı anlatır ve ‘Eski Maraş’ isimli kitabını yazar.

Mağusa’nın dar sokaklarında rengarenk giyinmiş insanlardan, yaşmaklı bayanlardan, kırmızı fes giymiş gururlu adamlardan, beyazlar içinde hocalardan söz eder.

(Yaşmak, Osmanlı İmparatorluğu zamanında Müslüman kadınların, ferace -uzun kollu yakasız, bol ve siyah renkte pardesüyü hatırlatan elbise- ile birlikte giydikleri yalnızca gözleri açıkta bırakan ince kumaştan iki parçalı yüz ve başörtüsüdür.)

Bu kitapta yaşlı bir hanımdan bahsederken, ‘başı öne eğik ve örtülü gezerken silüetinden çıkarmak mümkündür’ diye de yazdıklarının altını çizer. İşte bu bayan, Abdülhamit’in kızlarından biri, yani bir prensestir diyor Michealidis...

‘Başı öne eğik, örtülü dolaşan’ prenses, Osmanlı hanedanının bu çalkalantılı yıllarını takiben yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendilerine uyguladığı sürgün yıllarının sonrasında, İngiliz döneminde Mağusa’da koruma altına alınmıştır. Öldüğünde, İngiliz Yüksek Komiseri’nin O’nu şahsen Lefkoşa’ya gidip ölüm kütüğüne yazdırdığını da Michealidis kitabında detaylı bir şekilde anlatır...

***************

Mağusa’nın çarşı meydanı, evleri ve ağaçları...

Çarşı Meydan’ı ve meydandan limana inen yol: Liman Yolu

İtalya’da tüm yolların Roma’ya çıktığı iddiasına karşın, Mağusa Suriçinde tüm yolların meydana çıktığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kentin imarı planlandığı gibi günümüze ulaşmış olsaydı bu sözün doğruluğu daha da iyi gözlemlenebilirdi. Belkide dünyada çok az kente nasip olan ve kurulduğu günden beri pekdeğişmeyen kent planlamasına ve yol haritasına sahiptir Mağusa...

Geçmişte ‘Palace Square’ olarak da bilinen ve yarım asır önce kadar Çarşı Meydan’ı olarak adlandırılan alan, şimdilerde Namık Kemal Meydanı ismi ile anılmaktadır. Kentin kalbi de sayılan bu alan, geçmişti Hristiyan ağırlıklı, sonraları da Müslümanlardan yoğun nüfusun en büyük ibadet yerleri olan St.Nicholas Katedrali’nin olduğu meydandır. Latin katedrali, sonraları Santa Sophia, Ayasofya ve nihayette de Lala Mustafa Paşa Camisi olarak isim değişikliğine uğramıştır. 1950’li yılların içinde, Suriçinde yabancı isimlerin bir politikanın gereği değiştirilmesi ile başlayan süreçte, katedral Lala Mustafa Paşa Camisi ismini almıştır.

***

1950’li yılların ortası artık adanın milliyetçi fanatizmletanıştığı yıllardır. Her şey artık milliyetçi fanatizmin üzerinden okunmaktadır. Yüzlerce yıl, onlarca kültüre, medeniyete, kavime, topluma ev sahipliği yapan adamız ve özellikle kentimiz, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında artık bir çatışma alanıdır. Büyük devletlerle, emperyal ülkeler de atlarını artık bizim üzerimizde tepiştireceklerdir.

İşte bu yıllarda Mağusa’da yol, sokak ve anıtsal yapılarınisimleri tek tek değiştirilmiştir. (Aralarında sadece Desdemonaparkı kurtulmuştur!) Bugünlerin gelişi sanki de o yıllardan belli olmuştu ama o dönemin karanlığı, çoğumuzun belki de bugünleri görmesini engellemiştir.

Yapılan tüm bu işler, yaratılan bütün gerginlikler, mücadeleler günün sonunda adanın ve kentin bölünmesini hızlandırmıştır.

***

Ve yaşam... Kıbrıslı Türkler’in en kalabalık yaşam alanı ‘Suriçi’ idi. Nüfusu 1973 sayımında sekiz bin civarında olan Kıbrıslı Türklerin, yarıdan fazlası, kale içinde yaşıyordu...

O yıllardaki tüm Mağusa kentinin (çevresi, Suriçi ve Maraş’la birlikte tüm Belediye hudutlarında) nüfusuna ise ancakbugünlerde erişebildik. Otuz dokuz bin kişiye yakın insan yaşıyormuş o yıllarda tüm Mağusa’da ve Maraş’ta! Kıbrıslı Türkler’e ilaveten 1973’te yirmi beş bin Kıbrıslı Rum ve beş bin civarında da yabancı sayılmıştı!

Gayri müslümleri ikinci kez kovmuştuk Mağusa’dan. İlki 1571’de diğeri de dört yüz küsur yıl sonra 1974’te...

İşte o günlerden önce, yani 1974 öncesinde Mağusalılar için ne var, ne yok hepsi Suriçindeydi. Çarşısı, bandabuliyası,kebapçısı, otobüs terminali, ilkokulları, meyhanesi, kerhanesi hep buradaydı. Hatta eskilere Suriçini sorsanız size “bir meyhane, bir kerhane, bir ev” diye tarif ederlerdi Suriçindeki yaşamsal mekanları.

Belki de sıkı bir liman kenti ve denizci kasabası olmamızdan dolayı idi. Ama ne gemiler geçmişti bu limandan! Osmanlının Balkan ve I.Dünya savaşlarında ünlenen savaş gemilerinden olan Hamidiye zırhlısının 1938 yılında limana gelişi eskilerin anlattığına göre tam bir hadise olmuştu bölgede.

***

Ve liman ve liman işçileri... Mağusa’nın o yıllarda en büyük ekonomik döngüsünün gerçekleştiği olgulardı bunlar. Meydandan limana giden Liman Yolu üzerinde iki kebapçı üç de kahvehane vardı. Sabahın beşinde orası insan kaynardı. Bandabuliya da burada idi. Artık varın siz düşünün orayı!

1973 yılında tüm Kıbrıs’ın deniz taşımacılığı ve liman faaliyetlerinin %50’ye yakını Mağusa limanında gerçekleşiyordu.Şimdilerde bu rakam Kıbrıs geneline bakarsak %5’lere kadar inmişse elbette oralarda ne liman işçisi, ne insan hareketlerini o saatlerde gözlemlemek mümkün değildir artık...

Namık Kemal Meydanı’nı herkes ‘Çarşı Meydanı’ olarak teleffuz ederdi o zamanlar. Çünkü ‘çarşı’ orası idi.

Sabahın beşinde gelen otobüsler, Karpaz ve Mesaryalıları hemen ilerideki İkiz Kiliseleri’nin yanındaki terminale boşaltırdı. Cuma dayı oradaki büfesinde, köylerden gelenler için sabah sıcak pastırmalı ve hellimli tostlar ile sandüviçleryapardı. Çoğu zaman oğlu Hasan da yardım ederdi kendisine.

Bandabuliya ise o saatler köylerden gelen tazeliklerle dolar taşardı. Orada yer bulamayan köylüler köyden getirdikleriürünlerini; tavukları, yumurtaları, alıçları, incirleri Çarşı Maydanı’ndan limana inen yolun üzerinde Nebil’in kahvenin yanına sırayla dizilip satarlardı. Öyle zabıta mabıta da karışmazdı kendilerine!

Bandabuliyanın hemen yanında, Nebil’in kahvesinin karşısında Seyislerin kahve vardı. Sabah sabah tavla maçları başlardı oralarda. Bandabuliya’nın köşesinde ise, Sancaktarlığın Mağusa için ahşaptan tasarlayıp yaptırdığı büfelerin birinde, Dedekko sigara, çörek ve tahınlı gibi şeylersatardı. Çörekler iki kuruş, tahınlılar yarım şilindi!

Havanın sabahları bıçak gibi kestiği kış günlerinde, Dedekko’da keçi yününden yapılan kar maskelerine benzer bereler, eldivenler ve çoraplar da asılı, satışa hazır beklerdibüfesinde...

Ralli (Raleigh) marka bisikletler, limana işlemeye gidenlerin tek aracı idi. Bu bisikletler, gerek öndeki demirinde gerekse sellanın arkasındaki oturakta iki kişiyi daharahatlıkla taşırdı. Sağlam ve dayanıklı İngiliz bisikletleriydi. Yeşil ve siyah renkleri vardı. Az da olsa ‘gınnabı’ renklisini de görmek mümkündü! Sabahları o saatte bisiklete binip gitmek, hele açık kafayla dolaşıyorsanız, donmanız için yeterli idi. İşte kar maskeleri gibi sadece yüz ve gözünüzün açık kaldığı bu bereler, limanda çalışanların adeta can simidi idi...

***

Mağusalıların en yoğun olarak Suriçinde yaşadığı o yıllarda, Namık Kemal Meydanı veya halkın deyimi ile ‘çarşı meydanı’ Suriçinin kalbi idi. Kıbrıslı Türkler Mağusa’da en yoğun olarak Suriçinde yaşarken; Baykal, Karakol ve Sakarya mahallelerinde, Suriçine göre sayıca az olmakla beraber yaşayanlarımız da vardı. Bu bölgelerde sadece ikamet edilmekte olup, bütün ekonomik ve sosyal faaliyetler Suriçinde yapılmaktaidi.

Kentin kalbi meydanda atarken, tüm atardamarlar (arterler)de bu kalbin olduğu yerde buluşuyordu. Yukarıdan gelen İstiklalCaddesi, yoğun bir alışveriş merkezi ve meyhane ile kahvelerin de bulunduğu yer iken, meydandan limana inen Liman Yolu da gemilerden boşalan turistlerin ve gemicilerin, Desdemona parkının yanındaki şimdi kapalı bulunan liman kapılarından geçerek birkaç dakika içinde kentin merkezine ulaştıkları yoldu. Bu yolda, meydandan başlayarak sıralayacak olursak

bandabuliya, bakkaliyeler, berberler, kahvehaneler, kebapçılar,barlar ve değişik meslek guruplarından esnaflar mevcuttu. Bir de avukatlık ofisi vardı!

Babam yaşadığı süre içinde, meslek yaşamının son otuz yılını geçirdiği bu ofisi hiç terk etmedi. Onun için çarşıdan kopmak ölüm gibiydi. 1974 öncesi Mağusa’da sadece iki avukat var diye hatırlarım. Biri babam, diğeri ise hem köylüsü hem de yeğeni olan Ayhan Çiftçioğlu idi. Mahkememiz ise şimdilerde boşduran Naim Efendi Yolu üzerindeki eski Rum Okulu idi. Gerçi bu iki avukatın, dönüşümlü olarak birinin hakim, diğerinin avukat olarak, davalarını bir süre gördükleri bir gerçek ise de, çoğu zaman hakim olarak davalara bakan yine köylüleri olan diğer birhukukçu Orhan Zihni (Bilgehan) idi.

1974 sonrası ise mahkemeler, Rumların Maraş’ın girişinde terk ettiği, o dönemin en modern mahkeme binalarının olduğu yere taşınmıştı. 1974’ten sonra gelen avukatlar da, buralarda kendilerine tahsis edilen, Rum avukatlarının savaştan sonra terk ettiği ofislerine taşındığı halde, babam avukat olarak çarşı meydanındaki ofisinden hiç kaçmadı!

Burada hayat sabah 4.30-5.00 sularında başlardı. Bu durum,bölgedeki tüm işyerleri, çarşıda bulunan esnaf ve babam için deöyleydi… Buradaki kebapçılar, köy basları (otobüsleri) ile gelecek köylüleri ve liman işçilerini doyurabilmek için sabah altı civarında mangallarını yakmış, çinko sini içinde (tavada) ciğeri hazır etmek zorunda idiler. Liman işçileri bir-iki tek atmadan genelde limana gitmezlerdi. Kasap Hüseyin ile eşi Müsteyde ablanın ciğerini hala daha özlemeyenimiz yoktur. Nebil’in ve Seyis’in kahveleri de o saatlerde genelde açık olurdu. Bandabuliyadaki kasaplar ve manavlar, trafik yoğunlaşmadan etlerini ve yeşilliklerini sabahın köründe alıp onlar da hazırlıklarını tamamlarlardı. Köşede büfesi olan Dedekko da sabah güneş doğmadan orada olurdu. Berberler o saatlerde sakal traşına genelde başlamış olurlardı. Gerek berber Hasan gerekse Ruso, sabah işbaşı yapacak memurların ve diğer çalışanların traşını mesai başlamadan bitirmek durumundaydı. Sakal traşı olmadan dairedeki görevine başlayan memur yoktu, o zamanlar!

Hazır jiletlerin olmadığı dönemlerdi. Berberler asılı olanbüyük bir deri kayışta her gelen için, ayrıca usturasını biletir, sakal traşına öyle başlardı. Ayni ustarayı bıkmadan usanmadan biletip dururlardı. Herkes ayni ustura ile traş olurdu. Öyle hastalık bulaşacak diye, herkese ayrı bir ustura

kullanma lüksüne sahip değillerdi. Zaten bugünkü kadar yaygın bulaşıcı hastalık da yoktu!

Bir de o günlerde ana ulaşım aracı otomobiller değil bisikletler idi. Mağusa’da benim hatırladığım üç bisikletçi vardı. Polat, Hakkı Derman ve Bisikletçi Ali… Bisikletçi Ali, Seyis’in kahvenin karşısında yani Nebil’in kahvesinin yanında idi. Önünde sürekli duran bisikletler tamir için sırasını beklerdi.

Bisikletçi Ali’nin yanında Hasan Raif’in kunduracı dükkanıvardı. Hasan Raif, 1970 öncesi Cemaat Meclisi’nde Mağusa Milletvekili olarak da bulunmuştu ama kunduracılıktan hiç vazgeçmemişti. Dükkanda o olmayınca işlere eşi Fikriye teyze bakardı. Öğlen eve gittiklerinde birçok esnaf gibi dükkanı kilitlemez, kapının önüne iskemleyi çeker giderdi. Yaz ayında giydiğimiz sandaletleri ve beden eğitimi dersleri ile beraber gündelik kullandığımız lastik potinleri Hasan Raif’ten başkasından almazdık. Arada bir bayramlık ayakkabı için Maraş’taki Bata mağazasına da uğradığımız olurdu. Mağusa’da hatırladığım kadarıyla Mehmet Sakaryalı ile Kel Mehmet de ayakkabı satardı. Hepsi bu kadardı belki de…

Sabah 6.30 civarında köy basları, Gazi İlkokulu’nun karşısında, içinde Cuma dayının da büfesinin bulunduğu parka gelirdi. Köyden gelen tüm insanlarımız bir anda Suriçine ve bandabuliya ile çevresindeki yerlere dağılırlardı. Kimisi daireler açılana kadar kahvelere oturur, kimisi traşını olur, bazıları da kahvaltısını yapar, sandviçini ya da ciğerini yerdi. Bu arada köyden mahsulünü (ürününü) getirenler de bandabuliyanın karşısında canlı tavuk, palaz güvercin, incir, üzüm, alıç gibi şeyler satarlardı.

O zamanlarda, öyle paketlerde hazır tavuk falan da yoktu. O işi ilk kez yanılmıyorsam Celal amca ve eşi Latife hanım yapmışlardı. Paketlerde hazırlanmış, onarılmış tavuk satıyorlardı. Bandabuliyanın karşısındaki dükkanlarında ayrıca beyaz plastik kaplarda kendilerinin yaptığı ‘Önen’ yoğurtlarınıda bulmak mümkün idi.

Yoğurtlar o günlere kadar toprak kaselerde satılırdı. Yoğurtçu Ali Kaymak, arabası ile mahalle mahalle dolaşıp daha önce sattığı yoğurdun kasesini de almak kaydı ile yoğurdunu satardı. Halbuki artık eski kaseyi vermeye gerek yoktu. Önen yoğurtları, plastik kaplarda idi ve yenisini almak için, eski kabı getirmeniz de gerekmezdi!

Ayrıca bandabuliyanın çevresinde dört tane bakkaliye de vardı. Ahmet Başman’ın Şehir Bakkaliyesi’nin yanında, Tözün’ün,Öksüz’ün ve İsmet beyin de bakkaliyeleri vardı.

Liman Yolu üzerinde bir de beş kardeşin kaldığı bir ev vardı! Orada Mehmet dayı (Spano), dört kız kardeşi ile beraber oturuyordu. Mehmet dayının tüm yaşamı bu yol üzerinde geçmişti.Bir süre önce kaybettiğimiz Mehmet dayı, usta bir aşçı olup, değişik dönemlerde bu yolda bar, restoran ve kahvehane işletmiş, neredeyse doksan yıllık yaşamını bu yolda tüketmişti.Son dönemlerde yolun ve Suriçinin öneminin azalmasını Desdemonaparkının yanında bulunan liman kapılarının kapanmasına bağlıyordu. “Bu kapılar açıkken limana gelen gemilerin tayfaları, işçiler ve turistler buradan boşalırdı Mağusa’ya… Buradan yürüyerek kente gelen insanlar esnafa, restoranlara çokpara bırakırdı. Sonradan kapılar kapandı. Tekrar buradaki limankapıları açılmadan ne yolumuz, ne de Mağusa canlanır” diyordu bana, son sohbetlerinde Mehmet dayı!

***

Kentin çok az sayıda bulunan bankalarından üç tanesi de meydanda idi. Sadece (Lefkoşa) Türk Bankası, İstiklal Caddesi’nin üzerindeydi. Şimdiki Türk Bankası’nın o zamanlar Lefkoşalılığı da vardı! Kooperatif Merkez, Mağusa Kooperatif veTürkiye İş Bankası meydana bakarlardı. İş Bankası, Mağusa’da benim girip çıktığım tek ‘air condition’ içeren binasıydı. Air condition, dev gibi ve çok gürültülü idi. Sağa sola evrak götürmek için gittiğimde, orası yazın sıcak günlerinde bir cennet gibi geliyordu bana… Oraya girdiğimde nefes aldığımı hissediyordum. Bir de bankada çalışan eski ve yeni MTG’li futbolcular mevcuttu. Herkes benim bir futbol ve Chelsea hastası olduğumu bildiklerinden gerek o yıllarda futbolu bırakan Erdoğan abi, gerekse dönemin efsane centrhafı Raif Kasapoğlu olsun mutlaka bana takılırdılar. Banka müdürleri Mustafa Şemi amcanın bizleri görmediği saatlerde onların futbolanılarını dinlemek çok hoşuma gidiyordu.

O günlerde izlenebilen tek televizyon kanalı PIK, sadece İngiliz takımlarının maçlarını gösteriyordu. Ayrıca futbola ve betlere meraklı olanlar da, sadece İngiliz liglerinin beti olan‘Littlewoods’u oynayabiliyorlardı. Her Kıbrıslının o yıllarda İngiltere’de tuttuğu bir de İngiliz takımı mutlaka vardı.

Futbolcu memurları bol olan diğer banka ise Mağusa Kooperatifi idi. Hüseyin Galligalar, kaleci Mustafalar burada çalışıyordu. Ama orada sadece vantilatörler vardı ve orası hiçbir zaman İş Bankası gibi değildi!

******************

Mağusa Suriçi Evleri: Bin yıldır insanlarla yaşamını sürdürmeye devam ediyor…

İki bin yıldan fazla geçmişi olan Mağusa Suriçinde, her döneme ait izleri yakalamak mümkündür. Bu izleri sadece anıtsalyapılar, surlar ve ibadet yerlerinde görmüyoruz. Günlük yaşam alanlarımızda da uzun bir geçmişe ait izleri yakalamak mümkündür.

Suriçi, bir kısmı boş olsa da, yaklaşık bine yakın konut barındırmaktadır. Lüzinyan döneminden bugünlere, yani bin yıl öncesinden günümüze kadar ulaşmış ve daha sonra yenileri de eklenmiş bu konutların içinde, insanlarımız yaşamaya devam etmektedirler.

Sırasıyla Lüzinyan, Ceneviz, Venedik, Osmanlı, İngiliz ve sonrasına ait bu evler, çoğu zaman üniversitelerde doktora tezlerine de konu olmuştur. Her gün yanından süzülüp geçtiğimiztaş binalar diye bildiğimiz binaların aslında herbirinin bir kimliği mevcuttur. Kendine özgü duruşu, pencereleri, kapıları, odaları ve planları vardır...

Mağusa her ne kadar ana kayanın üzerine kurulmuşsa da yaşanılan depremler, savaşlar, modern çağa ayak uydurmak derkentarihi yapılarının bir kısmını kaybetmiştir. Buna karşın şu anda bile dünyanın özenle korunmuş tarihi eserlerini barındıranşehirlerinden bile kat ve kat daha fazla tarihsel değere sahip yapıyı Mağusa’da bulmak mümkündür. İçinde insanlarımızı yaşarken görmek olanaklıdır.

Mağusa’da yaşamının son kesitini geçiren ve yazılarımda devamlı bahsettiğim Prof.Dr.W.Dreghorn Mağusa’yı şöyle tanımlamaktadır: “...Mağusa şehri, Akdeniz’in doğu sahillerindebulunan Ortaçağ mimarlığının en güzel örneklerinden biridir. Carcassone ve Dubrovnik’in eski şehirlerine benzer. Kıbrıs’ın büyük açık müzesidir. Bu kadar fazla tarihi ilginçlik, sadece

burada var. Bir turist arkadaşına şunu söylemişti. Mağusa’yı görmelisin, şımarıp bozulmamıştır. Yüksek binalar ve oteller, tarihi binaların yanında, cüce kalmışlardır.”

***

Lüzinyan-Ceneviz-Venedik dönemleri (1192-1571)...Tüm kaynaklar tarandığında, Suriçinin esas zenginliğinin

Lüzinyan dönemine dayandığını söyleyebiliriz. Mağusa’nın en varlıklı olduğu dönem Lüzinyan dönemidir (1192-1489). Fakat bu dönemin içinde Ceneviz işgalinin olduğu 1372 yılından itibaren,kent zenginliğini yavaş yavaş kaybetmiştir. Cenevizliler ve sonrasında (1489 yılında) başlayan Venedik dönemlerinde Mağusa,bir askeri garnizon kenti durumuna dönüşmüştür. Kent bu dönemlerde askeri bir kent olarak şekillenmiş olup eski ihtişamını az da olsa arar hale gelmiştir.

Mağusa Suriçinde asırlar öncesinden yerleşim, ana merkez ve onun etrafında şekillenir. Merkez’de Saray Meydan’ı (Palace Square-Namık Kemal Meydanı-) ve onun doğusunda St.Nicholas Katedrali (Lala Mustafa Paşa Camisi) ile batısında Venedik (olarak da bilinse aslında Lüzinyan) Sarayı vardır. Sosyal etkileşim alanı bu üçünün etrafında hayat bulur.

Suriçinden geçen ana yollar işte bu üç yapıyı merkezine alıp şekillenmiştir. Mağusa, Akkule (Kara Kapısı)’ndan aşağıya inen İstiklal Caddesi (Prenses Elizabeth Yolu) ve Sinan Paşa Yolu, meydanı bulduktan sonra Liman Yolu’nu takip edip Deniz Kapısı’na (Porte del Mare) varmaktadır.

Diğer bir yol ise bu bahsettiğim aksı meydanda kesen NadirÇocuk Yurdu yanından başlayıp meydan çıkan Naim Efendi Yolu’dur. (Meydana çıkan bu yol Erenler Sokak ile devam etmektedir.)

Örneğin, bir ‘Venedik Evi’ni Naim Efendi Sokağı üzerinde görebilirsiniz. Venedik döneminde yapılmış en güzel örneklerdendir. 1950’li yıllarda develerin Mağusa’ya gelişini konu olan resimleri ile ünlü bir Kıbrıslı Rum ressamın de yaşadığı evdir. Alman casusu olduğu iddiasıyla burada ikamete zorlanan ressam, Avusturyalı karısı ile birlikte uzun süre bu evde yaşamışlardır. Bu ressam, 1901 yılında Mağusa’da doğan George Pol Georgiou’dur. Bahçesinde küçük bir kilise ile büyük bir cümbez ağacı da bulunan Venedik evi, bir dönem ‘Kadınlar Hapishanesi’ olarak da kullanılmıştır. Bahçedeki küçük

kilisenin duvarlarında Mağusa’lı ressam Georgiou’nun yaptığı duvar resimleri de mevcuttur.

Lüzinyan-Venedik dönemlerine ait önemli bir başka yapı dahalen daha araştırmacı-yazar Bülent Fevzioğlu ve ailesinin kaldığı Balıkçı İbrahim’in evdir. Geçmişte, hemen karşısındaki Ay.Georgios Xorinos (Nasturyan) Kilisesinin papazlarının da kaldığı bu ev yapıldığı günkü özellikleriyle korunup günümüze kadar ulaşmıştır.

***

Osmanlı dönemine (1571-1878) ait evler o yıllarda Anadolu’dan göçüp Mağusa’ya yerleşen insanların beraberlerinde getirdikleri kültürlerini de yansıtmaktadır. Kıbrıs’a kendi sosyal yaşamları ile beraber taşınan bu insanların, içe dönük ve mahremiyetin ön planda olduğu yaşam tarzları evlerine de yansımıştır. Tek katlı binaların, yola bakan kısımlarının kapalı ve yüksek duvarlarla örülü olması ve iç avluya bakması; iki katlı binaların ise zemin katlarının servis mekanlarına ayrılması bu özelliği ortaya koymaktadır.

İçe dönüklük çok belirgindir. Halkın fakirliği binalara dayansımış, genelde tek katlı olup estetik gözardı edilmiştir. Cephelerde karakteristik bir özellik olmayıp, yüksek duvarlar da içinde yaşayanı gizlemeye çalışmıştır. Buradan iç avluya büyük bir kapı ile ulaşılmaktadır.

Biraz daha varlıklı ailelerin evleri iki katlıdır. İkinci katta (hanaylarda) yatak odaları, aşağıda ise mutfak, tuvalet ve ahır gibi servis mekanları vardır. Binaların ana cephesi avluya bakarken, avlu ile yol arasında yüksek duvarlar mevcuttur. Odalara gitmek için mutlaka avludan geçmek gerekir. İki katlı evlerin hanaylarında ise yola açılan pencereler de görmek mümkündür.

Lüzinyan-Ceneviz-Venedik dönemlerinde olduğu gibi Osmanlı döneminde de evler ibadet yerlerinin etrafında şekillenmiştir. Camiye çevrilen St.Nicholas Katedrali (Lala Mustafa Paşa Camisi) ve St.Peter & St.Paul (Buğday Camisi yada Sinan Paşa Camisi) etrafında bu evleri bolca görebilirsiniz.

***

Ve İngiliz dönemi (1878-1960)...

Mağusa Suriçi İngiliz döneminde tekrar canlanmıştır. Şu anda bu döneme ait binalardan oldukça fazla örnek görmek mümkündür. Sağlam ve kendine özgü mimarisi ile oldukça dikkat çekmektedirler.

Aslında Mağusa bu dönemde birçok yıkımla da karşı karşıya kalmıştır. Bunun bir nedeni de ithalat ve ihracatın olduğu bir liman kenti olması ile beraber ulaşımın kolaylaştırılmaya çalışılmasıdır. İngilizler, Mağusa limanını geliştirmek, liman ve ambarlara kadar treni ulaştırmak için Deniz Kapısı ile Othello arasındaki surlara (o dönemki İtalya hükümetinin tepkilerine rağmen) üç büyük delik açmış ve buradan liman ile Suriçinin bağlantısını yapmışlardır.

İngiliz dönemi evlerinden tek katlı olanlarda yine servis mekanları bu defa evin arka kısmında bulunan avlu içinde yer almaktadır. Tüm odalar da girişteki sofaya açılmaktadır. Giriş kapısının iki yanında nişler ve ön cephede iki büyük pencere sağlı sollu yer almaktadır. Osmanlının mahremiyeti İngilizde yoktur!

İki katlı evlerde girişte sofanın iki yanında simetrik biçimde odalar yer alırken, servisler yine arkadaki avludadır. Yukarıya ise sofadan avluya çıktığınız yerden başlayan merdivenlerle çıkılmaktadır.

Bu dönemdeki yerleşme ise geçmiş dönemlerin aksine ibadet yerleri olan kilise ve camilerin etraflarında değil limana yakın olan bölgelerdedir. Çünkü İngiliz dönemi ile beraber yaşam liman etrafında şekillenmiştir. Limana yapılan yeni ilaveler ve tren yolunun da limanda sonlanması ile beraber, Lefke- Evrihou bölgesinden buraya kadar taşınan maden ve çeşitli yüklerin ihracatı ve ithalatı ile beraber bölgeye gelengemiler ile onların taşıdığı yolcular, Mağusa için yeni iş alanı yaratır. Limana yakın yerlerde bol miktarda büyük ambar binaları ve depolar yapılır. Günümüze kadar ulaşan bu yapılarınçoğu şimdi market, mağaza, cafe-bar, tamir atölyeleri, marangozve ofis olarak da kullanılmaktadır. Mağusa o yıllarda tekrar çekim merkezi olur. O döneme ait yeni yapılan evler daha da artar. Şimdilerde bile Mağusa Suriçi nüfusunun büyük oranda yaşadığı evler, İngiliz dönemine aittir.

***

İngiliz dönemini takiben 1960 sonrası yıllardan, 1974 yılına kadar liman faaliyetleri Mağusa için en büyük iş alanı olmaya devam ederken, hemen yanı başımızdaki Maraş da Beyruttaki iç savaşın devamıyla beraber Akdenizin turizm merkezi olmaya başlar. Mağusalıların bir kısmı Kıbrıs’taki gerginliğin de artmaya başladığı 1960’lı yıllarda herşeye rağmen Maraş’ta bir takım iş olanakları yakalar. Ama karşılıklıolarak, Suriçindeki Rumlar Mağusa Suriçini terkederken, Maraş’ta işleyen veya ticaret yapan Kıbrıslı Türkler de oradakiyerlerini bırakıp Mağusa’ya dönmek zorunda bırakılır.

Bu dönemde Suriçinde ciddi bir imar faaliyeti görülmez. Bu yılların ertesinde ise 1974 sonrası Kıbrıslı Rumların

surdışında bıraktıkları evler ve yerler, bir çekim merkezi olanSuriçinin Kıbrıslı Türkler tarafından gönüllü olarak terkedilmesini getirir. İTEM (İskan Topraklandırma Eşdeğer Mal) Yasası ile bugüne kadar yaşanan mal-mülk anomalilerinin başladığı o yıllarda, yaklaşık yirmi beş bin Kıbrıslı Rumun terkettiği Mağusa-Aşağı Maraş’taki mülklerine Suriçini terkedenbirçok aile de yerleştirilir.

Yine bu dönem de Mağusa Suriçinde yeni yapılanmanın yaşanmadığı aksine terkedildiği bir dönem olur. 1980 ve 90’lı yıllarda çarşı ve otobüs terminalinin Suriçinden dışarı çıkarılması, devletin yaptığı sosyal konutlar ve diğer toplu konutlarla beraber, Mağusalıların surdışındaki boş arazilere yeni evler yapma eğiliminin de artması sonucunda, Mağusa Suriçinin terk edilmişliği bugünlere kadar ulaşır.

Bu terk edilme, en azından Suriçinin tarihi dokusunun az da olsa tahribatını önleyip, tarihsel değere sahip birçok yapıyı, çarpık yapılaşmanın ve özenti şeklinde gelişen modernizmin elinden kurtarır mı acaba? Bu bilinmez ama Suriçinin terk edilmesi ile beraber, buradaki sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamın da gerilediği konusu, bir başka gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Gerek Gazi Mağusa Belediyesi, UNDPve AB’nin gerekse de Mağusa’ya aşık insanlarımızın inat ve ısrarlarına rağmen Mağusa Suriçi şu andaki terk edilmişliği ilebaşbaşadır...

***

Mağusa’da unutulmuşluğun hüznünü yaşayan evler: ‘Çamlık Yolu Evleri’

Terk edilmişliğin hüznünü yaşayan bir sokaktayız. Busokak surlar dışında olsa da Mağusa için tarihsel ve kültürel bir değere sahiptir. Unutulmuşluğun sessizliğini, sevgisizliğinburukluğunu, içinde taşıyor… Öyle bir sokak ki yeşilin rengini,evlerin detaylarını keşfedenlere hitap etmektedir. Öyle bir sokak ki geçmişin nostaljisini yaşamak isteyenleri mutlu etmektedir: Çamlık Yolu Evleri… Bu sokak bizi çok çok eskilerde kalmış bir geçmişe,1900’lü yılların başına götürmektedir. Bu dönem hangi dönemdir?Kıbrıs tarihine çok keskin bir şekilde damgasını vuran İngiliz Sömürge İdaresi Dönemiydi. Bu dönem yani 1878 -1960 yılları arasındaki dönem, Kıbrıs’ta İngiliz dönemi olarak anılmakta, hızlı değişimlerin, savaşların (I. ve II. Dünya Savaşı) ve Sanayi devriminin yaşandığı çağa denk gelmekte ve bu dönemin, Kıbrıs’ın fiziksel çevresinin oluşumu üzerinde çok büyük etkileri olmuştu. İşte o etkiler sonucu oluşan Çamlık Evleri…İngiliz Sömürge İdaresi Dönemi Çok kısa olarak o dönemdeki tarihe göz attığımızda, İngiltere’nin Kıbrıs’taki sömürge yılları, Viktorya dönemine (1837-1901), Edward dönemine (1901-1910) ve savaş sonrası döneme (1945-) rastlamakta olduğunu ve bu dönemlerdeki siyasi, ekonomik ve kültürel değişimlerin, Kıbrıs’taki mimari ve yerleşim üzerinde de etkili olduğunu keşfettik. XIX. Yüzyılda İngiltere, Sanayi Devrimini gerçekleştirmesi ile dönemin en parlak ülkesi idi. Bu dönemde sömürgelere yapılan sürekli seferler ile başarılı bir devir yaşandı. Ve bu devre adını veren Kraliçe Viktorya, ülkesinde monarşiye prestij kazandırırken tüm kolonilerin idaresini de elinde tutuyordu. Viktorya döneminde İngiltere’de kentleşme hızlandığı için konut yapımı arttı. XIX. Yüzyılın başında İngiltere’de Gotik mimarlığı Kilise ve Üniversite yapılarında görüldü. 1855-1885 yılları arasında ‘Gotik Revival’, İngiltere’de en yüksek dönemini yaşadı ve bu dönem ‘High Victorian Gotik’ olarak adlandırıldı. Bu dönemdeki İngiliz

mimarisinin etkilerinin sömürgelere de yansıdığı görülmekte ve gotik mimarlığı, yöresel mimarlık, malzeme ve strüktürle birleşmiştir.Çamlık Evleri Ve Çamlık Evleri… İngiliz dönemine örnek olan bu evler, Kapalı Maraş sınırına yakın, bir dizi halinde aynı sokaküzerinde sıralanmıştırlar. Kentin en yüksek ve en yeşil yerindekonumlandırılmıştır. Yapılışı İngiliz döneminin ilk yıllarına yani 1920’li yıllara rastlamaktadır. Erken İngiliz döneminde ofis olarak kullanılmışlar, ardından İngiliz Valilerine ve yüksek rütbeli kişilere konut olarak verilmişlerdir. Evlerin Özellikleri Bu evlerde İngiliz Viktorya Dönemi’nin özelliklerinin yansımaları, pencere oranlarında, bacalarda, simetrik ve yalın plan tiplerinde, sekizgen çıkmalarda ve yöresel malzemenin kullanımında görülmektedir. Sokaktaki bir evin giriş kısmında Hint mimarisini andıran kemer, başka bir evin ön cephesinde ise ornamental detaylarla süslenmiş bir giriş vardır; ve bu evin girişinde çelik taşıyıcı ile desteklenen gotik motiflerinin yer aldığı bir de saçak bulunur.Diğer bir evin ön cephesinde kapının iki yanında yer alan sivrikemerli gotik pencereler, Mağusa’daki Gotik mimariyi anımsatırken köşelerde taş kullanımı ve balkonlardaki çapraz korkuluklar Viktorya döneminin etkilerini yansıtır. Çamlık Evleri üzerinde yaptığımız bu küçük gezintiden İngiliz dönemine ait şu sonuçları çıkarabiliriz: İngilizler, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yapıları oluştururken tüm yapılarda iklimsel özellikleri yöresel malzemeyi, tarihsel dokuyu da göz önünde bulundurmuşlardır. 1920’lerde İngiliz mimarisinin etkileri, form, detay ve malzemekullanımında da görülmektedir. Eklektik etkiler de bu anlayışınbir parçası olarak yansıyordu. Sömürgecilik anlayışın doğrultusunda yöresel malzeme ve detayları kullanmaları, idareleri altında olan topluma yakınlaşma politikasının bir parçası olarak benimsenirken süreç içinde kendi kültür ve politikalarını da yaymak hedefinde idiler. İşte bu sokaktan geçmediyseniz… Sıcak bir yaz günü, serinliğini, tarihini, detayını, kokusunu yaşayabilmek için buradan geçmeniz, Mağusa’da eksik kalmış bir bilgiyi öğrenmenize yararlı olacağı düşüncesini taşıyorum…

Sevgili Ertan İnce de uzun yıllar Mağusa’da yaşamış biri olarak bu satırlara katkı koyuyor:

“1960'lı yılların başlarında, yani Kıbrıs Cumhuriyet’i döneminde hatırladığım kadarıyla eski KTFF Başkanı rahmetli Ahmet Sami Topcan Mağusa Kaymakamı idi ve Çamlıktaki bu evlerden birinde kalıyordu. Hatta küçüktüm ve o eve gittiğimi de hatırlıyorum... Hiç olmazsa bu evler olsun bir şekilde Maraşın trajik akıbetinden kurtuldu. Ama niceleri de yılan, çıyan yuvası olmaktan kurtulamadı.”

Bu yazı, Doğu Akdeniz Üniversitesi İç Mimarlık bölümünde öğretim üyesi olan Doç. Dr.Uğur Ulaş Dağlı’nın ‘Kıbrıs Sokaklarında Mimariye, Yaşama ve Çevreye Dair’ kitabında yer alan yazılarından, yazar tarafından derlenmiştir.

*****

Kaybolan yada yok olmaya yüz tutmuş ağaçlarımız...

Mağusa’nın iklimi ve konumu nedeniyle kendine özgü çok özel bir florası olduğunu iddia etmem oldukça güçtür. Ama Kıbrıs’ta ve Akdeniz bölgesinde görülmekle beraber Mağusa ve Maraş kentinin sokaklarında ve bahçelerinde çok gördüğümüz ağaçlara şimdilerde kolay kolay rastlayamadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim.

Birçoğu yapraklarını döktükleri için potansiyel kirlilik kaynağı olarak görülüp ya ekilmiyorlar ya da eskiden kalanlar da insanlarımızın hışmına uğruyorlar.

1974 öncesi Maraş Belediye Başkanlığı yapmış olan Andreas Puyuros ağaçlara çok meraklı bir kişiydi. 1960’lı yılların ortasından sonra hızla gelişmeye başlayan bir kent olan Maraş’ın ağaçlarını da özenle seçiyor ve kaldırımları da mutlaka ağaçlandırıyordu. Hem altında yürüyecek olanlara şemsiye şeklinde gölge yapacak hem de kenti renklendirecek ağaçlara Maraş’ın sokaklarında rastlamak mümkündü.

Tabi bu görüntüler insanları olumlu etkilediği için herkesbenzer ağaçları kentin diğer taraflarına dikmeye ve yetiştirmeye çalışırdı. Bunun dışında Suriçi ağaç yönünden çok zengin olmamakla beraber hurma ve palmiye ağaçları çok göze batardı.

***

Ayrıca Mağusa’nın Lefkoşa ve Karpaz tarafındaki varoşları da bataklık, göl ve göletlerden dolayı yüzyıllık efkalipto (ökaliptus) ağaçları ile doluydu. Özellikle 1940’lı yıllar Kıbrıs’ta sıtma (malarya) hastalığı ile mücadelenin yapıldığı yıllar olup, bu hastalığa sebep olan su birikintileri ve bataklıkların kurutulması ile beraber buralarda üreyen anofel isimli sineğin yokedilmesi çalışmalarının da bu dönemde yoğunlaştığını söyleyebiliriz.

Trahom, insandan insana direkt temas dışında, bu bataklıklarda üreyen karasineklerle bulaşan diğer bir hastalıktı ve körlüğü sebep oluyordu. Trahom hastalığı özellikle Mağusa bölgesinde çok yaygındı.

İşte bu iki hastalığın yani sıtma ve trahomun kökünün kazınmasında rol alan diğer unsurların başında da ökaliptus ağaçları gelmektedir. Bataklıkların kurutulmasında görev yapan bu ağaçlar, 1878 yılında adaya gelen İngilizler tarafından çok yoğun bir şekilde bataklıkların etrafına ekilmiş ve hastalıkların önlenmesinde rol almışlardır. Geniş bir alanı kaplayan yapılarıyla beraber, bizim bütün çocukluğumuzun onların gölgesinde geçtiği nadir ağaçlardan bir tanesi olmuştur.

Şu anda bu hastalıklar görülmese dahi yağışların bol olduğu yıllarda, yüzyıllık bataklık ya da göl alanları su ile dolmakta ve artan sivrisineklerle beraber kentimiz ciddi sayılabilecek hastalıklara maruz kalmaktadır.

Mağusa’ya ulaşan Kanlıdere (Pedios) ve Çakıllıdere (Yialis)in yataklarının bozulması, belli bölgelerin deniz seviyesinin altında olması ve bu dere yataklarının denizle bağlantısının düzensiz yapılaşma nedeniyle kesilmesi, buralarını günümüzde de halk sağlığını tehdit eder durumuna getirmiştir. Ayrıca başkent Lefkoşa’nın zaman zaman kanalizasyon artıklarının bu dere yataklarına verilmesi ve kentteki kör kuyuların açık alanlara dökülmesi de tekrardan adamızın ciddi sağlık sorunları ile karşı karşıya bırakma konusunda bir tehdit oluşturmaktadır.

***

Mağusa’da özellikle Suriçinde hurma ve palmiye ağaçlarına geçmişte çokca rastlamak mümkündü. Halen daha Mağusa’nın surlarıyla birlikte silüetini oluşturan bu ağaçların sayısı da hızla azalmaktadır. Ya bölgeyi temizlemek için yakılan

ateşlerde yanmakta ya da yeni yapılaşmalarda sökülüp atılmaktadır. Düzenli bakımı ve budanması da yapılamadığı dönemlerde ağaçların ağırlaşan üst kısımlarından dolayı kırıldıklarını da söylemek mümkündür.

***

Tüm bunların yanında kentimizi eskiden yeşillendiren ve açtığı çiçekleriyle bahar aylarında bir renk cümbüşüne döndürenağaçlarımızı da şimdilerde arar haldeyiz. Narenciye ağaçlarından yani portakallardan, limonlardan, turunçlardan çokfazla bahsetmeyeceğim.

Jakarandalar, alev ağaçları, arokaryalar, zangalaklar ve orkide ağaçlarımız da artık çok çok azalmış kentimizde. Bunların neredeyse hepsi yaprak da döktüklerinden temizliğe çokmeraklı kent halkı tarafında dışlanmıştır! Fakat son yıllarda başta alev (ya da ateş) ağacı tekrardan eski ilgiyi görür gibi olsa da şimdilerde de bu ağacımız naza çekilmiş ve kolay kolayayetiştirilememektedir.

Alev (ateş) ağacı köklenip, iki-üç yaşında bir fidan olarak ekildikten sonra dahi ilk altı-yedi yıl içinde kuruma ile yüz yüze kalmaktadır. Özellikle kış aylarında kuru ayazdan korunmadığı zaman ölmektedirler. Bundan dolayı kışın sert geçtiği dönemlerde mutlaka kalın sera naylonları ile çevresi sarılmalı, kuru ayazdan ve dondan korunmalıdır. Haziran ayındansonra kıpkırmızı çiçekleri ile çok hoş bir görüntü sergileyen alev ağaçları şemsiye formunda geliştiğinden de altında geniş gölge alanlar yaratmaktadır.

Jakarandalar ise mor renkleri ile kaldırımları süsleyen ağaçlardır. Boyları yedi-sekiz metreye kadar yükselebilen bu ağaçlara da kaldırımlarda artık rastlamak pek mümkün değildir. Olanlar da kışın yaprağını ve çiçeğini döktüklerinden dolayı kent sakinleri tarafından cezalandırılmıştır!

Zangalak ağacımız neredeyse tükenmiştir. Türkiye’de tespihağacı olarak da bilinmekte olup, tohumlarından tespihler yapılmaktadır. Halbuki biz yıllarca zangalak ağacının yapraklarını ısgargalara koyar balık avlamaya giderdik. Isgargayuvarlak, ağız tarafı, tel kafesin içine doğru meyil almış, telden yapılmış kafeslerdi. Kafes içinde kamış ile tutturulmuş ekmeği ya da zangalak ağacının yeşil yapraklarını yemek için, kafese bu açık ağızdan inen balık, buradan geri çıkamaz ve yakalanırdı. Siz ısgargayı çekene kadar da ölmezse eğer,

kafesin içinde yüzerdi. Özellikle zangalakların yapraklarını açtığı Nisan ayı itibariyle ısgargalar zangalak ağaçlarının yaprakları ve kuru ekmeklerle döşenir, sonrasında da limanın derin sularına bırakılırdı. Çocukların, gençlerin ellerinde veya ihtiyarların ralli marka bisikletlerinin sellasının arkasında, ısgargalarla limana geçip gittiklerini çokca izlemekmümkündü.

Orkide ağacı (bauhinia) ise yine Maraş ve Mağusa’nın kaldırımlarını geçmişte sık olarak süsleyen pembe beyaz renkleri olan ağaçlardı. Bu ağaçların bahar aylarında açan çiçeklerinden dolayı her taraf pespembe olurdu. Şimdilerde sayıları oldukça azalmıştır.

Arokaryalar da selvi türlerinden olup sekiz-on metreye kadar piramit şeklinde yükselen ağaçlarımızdır.

Bu ağaçlara Mağusa’nın çok az yerinde ve Kapalı Maraş bölgesinde hala daha rastlanmaktadır.

İçine giremesek de tellerle kesili alanlardan Maraş’a baktığımızda, bu ağaçların bahar aylarında açan çiçeklerinin, renklerini ve kokularını hissetmek mümkün olmaktadır.

****************

Mağusa tarihinde önemli bir gün...

Kıbrıs ve Mağusa tarihinde önemli gün: 16 Ağustos 1960Kıbrıs bayrağı Lefkoşa’da göndere çekilirken, Mağusa limanındanson İngiliz Valisi Sir Foot uğurlanmış, Türk ve Yunan Alayları

ise karşılanmıştı!

Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşadığımız günlerdi. Her ne kadar 1963 yılında “bizi Cumhuriyetten attılar” desek de, bütün çocukluğumuz ‘Cumhurbaşkan Muavini Dr.Küçük’ manşetli haberlerigazetelerden okuyarak ve de radyolardan dinleyerek geçti...

Atıldığımızı iddia ettiğimiz Cumhuriyetin ‘Muavini’ olmayadevam ederken, her sabah ilkokullarımızda ilk ders ‘günlük olaylar’ dersi idi. Ve her öğrenci, her sabah bir haberi ya da olayı ayağa kalkarak tüm sınıfa anlatmak zorundaydı. Bundan dolayı o günlerde gazete okumak ve radyolarda havadisleri dinlemek bizim için şarttı. Ben işin kolayını bulmuş ‘Kıbrıs Sorununa’ takmıştım kafayı. Nasıl olsa hergün Cumhurbaşkan Muavini Dr.Küçük’ün bir beyanatı vardı. O dönemdeki müzakere şekli olan olan ‘Beşli Görüşmeler’ de BM Genel Sekreteri Kurt Weldheim nezaretinde iki toplum lideri ile devam ediyordu... Ama bu beşliyi kimlerin oluşturduğu artık aklımda değil. BM Genel Sekreteri olan ‘Kurt Weldheim’ın ismini hepimiz ezberlemiştik. Yıllar sonra II.Dünya Savaşında Nazi subayı olduğunu öğrenince de çok moralim bozulmuştu!

***

Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında kurulurken, öncesinde Garanti ve İttifak Antlaşmaları yapılmıştı. Üç ülke, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini garanti ediyorlardı...

İşte bu antlaşmaların gereği de Türk ve Yunan Alayları Kıbrıs’ta bulunacaklardı. Mağusa limanı adanın en büyük limanı olarak ayni gün üç olaya şahit olmuştu!

Türk ve Yunan Alayları ayrı ayrı Mağusa limanından 16 Ağustos günü adaya ayak basarlarken, ayni saatlerde İngiltere’nin adayı yöneten son İngiliz Valisi (Governor of Cyprus) Sir Hugh Foot da Ada halkına radyoda yaptığı konuşmanınardından ‘Chichester’ zırhlısıyla Mağusa limanını terkediyordu.

Radyodan halka seslenen Foot, “o çok büyük heyecana, şimdiden hazırlıklı olmanızı dilerim. Yarın kalktığınızda artıkbir İngiliz kolonisinde olmayacaksınız! Bağımsız bir Cumhuriyete gözlerinizi açacaksınız” demiş.

Bu gelişler ve gidişler Mağusa’yı iki üç gün boyunca panayır yerine çevirmiş diye anlatıyor Mehmet Örfi (Spano) dayı... Mağusa’da yer gök insan dolmuş. Hisarlar, sokaklar her yer, adanın dört bir tarafından gelen insanlar tarafından adetaişgal edilmiş. Mehmet dayının da bir kaç yıl önce açtığı ‘Liverpool Bar&Restaurant’ı, onun ifadesiyle ‘üç gece, dört gün’ boyunca aralıksız açık kalmıştı! Çalışanlar, resturantı kapayıp evlerine dahi gidememişler.

“Tüm Ada buraya boşalmıştı” diyen Mehmet dayı, bu arada Dr. Küçük’ün de kendisini ziyaret ettiğini vurguluyor. Doktor kendisini “arama biri aç kalsın haa” diye de uyarmış! Mehmet Örfi’ye küçük bir de kart vermiş. “Bu kartı getirip gösterene, kahve, sigara ve yemekten para istemeyecen” diye de söylemiş...

Cumhurbaşkanı Muavini Dr.Küçük, “bu kartları hafta sonu şoförüm Halil Kaymaklılı senden geçip alacak, ben sana paranı onunla gönderecem” demiş. Öyle de yapmış. “Gelen gidenleri tanımıyordum, sadece içlerinden birini, Mustafa Çeto’yu tanıyordum. O da çok atılgan, içkici bir gençti. Daha sonra da bir takım olaylara karışığını duymuştum” dedi Mehmet dayı.

Bir de Dr.Küçük bu Liverpool Bar&Restaurant ismini hiç beğenmemiş. Hiddetlenerek “bu tabelayı derhal aşağı atın” demiş, “ben sana yarın yeni tabelanı yaptırıp göndereceğim” diye de eklemiş. Nitekim ertesi gün yeni tabela gelip asılmış oraya. ‘Cumhuriyet Lokantası’ olmuş yeni adı!

Mehmet dayı Liverpool’dan Mağusa’ya gelen gemiler ve turistler nedeniyle koymuş bu ismi ama sonuçta Cumhuriyet Lokantası olmuş restoranı... (Bu restoran Suriçinde şimdiki Kooperatif Merkez Bankası ve Foto Tamel’in olduğu yerde idi)

***

İlk gelen Türk Alay’ı bu çoşkulu ayak basışın ardından Mağusa Suriçine yönelmiş. Namık Kemal’in meydandaki büstüne çelenk konmuş, adım başı kurbanlar kesilmiş ve ardından Lefkoşa’ya doğru yola çıkılmış.

Ada’da Cumhuriyet’in kurulması ile beraber başlayan bu çoşkulu günler çok uzun sürmemiş. Üç yıl sonra, yıllar sürecek ‘hadiseler’ yine başlamış...

Bizim ilkokula başladığımız yıllarda Kıbrıs Cumhuriyeti tek toplumlu bir yapıya bürünürken Garanti ve İttifak Antlaşmaları hep devam etmiş! 1974’te de devam etmiş bugün de devam ediyor hala... Bugüne kadar da devam etmesine etmiş bu antlaşmalar ama ne toprak bütünlüğü, ne de anayasal düzeni kalmış Kıbrıs Cumhuriyeti’nin.

Kıbrıs Cumhuriyeti, fiilen çalışamaz durumda olsa da antlaşmaların en önemli kısmı Garanti ve İttifak Antlaşmaları virgülüne dokunulmadan o günlerde de işlemeye devam ediyordu. İşte bu anlaşmalarla Türk Alayının sayısı - şimdilerde sınırsızolsa da - 650 Türk askeri ile sınırlandırılmıştı!

Türk Alayı, Türkiye’den gelen yeni Alay ile 1974 yılına kadar belli periyotlarla yer değiştiriyordu. Her değişiklik büyük bir karşılama töreni demekti bizler için. Bölgenin tüm okullarının öğrencileri olarak şimdiki Serbest Liman yolu üzerine sağlı sollu dizilirdik. O günleri genelde havanın çok sıcak olduğu dönemlerdi diye hatırlıyorum.

İlkokullar, ortaokullar, liseler ve tüm bölge insanları hepsi orada olurdu. Gerek ellerimize tutuşturulan gerekse yollara döşenen mersin dallarından nerdeyse asfalt gözükmezdi. Akdenizin simge ağaçlarından olan mersin genellikle Anadolu’da zafer taklarını süsleyen bir bitkiymiş. Bizlerin de bu mersin dalları ile oraları doldurmamızın elbette bir anlamı varmış diye düşünüyorum!

Ve saatlerce kızıl güneşin altında beklemeler, bayılmalar derken limandan çıkan Türk Alayı önümüzden geçip Lefkoşa’da şimdiki Alayköy civarında kendilerine ayrılan kampa yol alırken, hep bir ağızdan tek bir slogan söyleniyordu:

“Dan dan dan açılın yoldan, Mehmetçikler geliyor Anadolu’dan!”

***

Nitekim gelenler gelmiş, yerleşmiş ve gemilerin geldiği, insanlarımızın denize girip, bitmek bilmeyen sıcak yaz aylarınıgeçirdiği sahillerimiz artık bir baştan bir başa bizim olmaktançıkmış...

Denizciler, karacılar, tersaneciler derken Mağusa sahile ve denize son yarım yüzyıldır hasret kalmıştır. Denize girmek için, askeri bölge ile sınırlandırılmış Maraş sınırının tel boylarına ya da altı kilometre ötedeki Karakol askeri kampının nihayetindeki Glapsides’e gitmek zorundasınız.

Mağusalılar 1960’ların ilk yarısına kadar deniz kenarına yürüyerek gidiyorlarmış. Mağusa Türk Gücü’nün futbol sahasının olduğu yerdeki hisarın altındaki ‘delik’ten geçip, çok güzel bir kumsalda geçiriyorlarmış yaz aylarını. Bütün Suriçi ve civar mahalleler hepsi oradaymış. Oradaki plaja da kısaca ‘delik’ diyorlarmış.

Denize dalanlar, sandalında gezinenler, kalifinde oturanlar kısacası yazları Mağusalının sosyal yaşamına damga vuran bu sahil 1960’lı yılların ortasında Mağusa Limanını genişletme projesi altında yeni limanımız olmuş ve buradaki sahilimiz tarihe karışmıştır.

Yeni Liman (Dış Liman) olarak bilinen burası, 1962 yılındaKıbrıs Cumhuriyeti’nin aldığı kararla bir Polonyalı firmaya verilmiş ve 39,895 İngiliz Pound’u maliyetine 2150 ayak (655.32metre) uzunluğunda ve 32 ayak (9.75 metre) derinliğinde yeni bir rıhtım inşa edilmiştir. Bu şekilde Mağusa limanı bugün görülen son şeklini almıştır.

Bundan sonraki yıllar, yani 1974 yılına kadar, bu alanın ötesinde olan şimdiki Serbest Liman ve Karakol askeri kampının olduğu yerde denize ulaşmış bizim kentin insanları... Benim de çocukluğum da buradaki Karakol plajı ve oradaki yağlı direk ilesalda geçtiği için hala gözüm oralara takılıp kalıyor. Şimdiki Serbest Liman’ın olduğu bölge de insanlarımızın akşamüstleri arabalarıyla gidip denizi ve gemileri seyrettiği bir yerdi.

Bir de arada bir Maraş’taki Deve Limanı dediğimiz, her türlü renkten, milletten insanın gittiği plaja gidiyorduk. Onbinlerce turistin, hatta tüm Ada turizminin %50’sinden fazlasını sırtlayan ve on bin yataktan fazla konaklama kapasitesi olan, on beş bin kişinin sürekli ikamet ettiği Maraş’ın tam göbeğinde bir halk plajı yaratılmıştı. Yaz aylarında nüfus, buraya gelen turistlerle beraber, Maraş’ta kırk binleri buluyordu. Kıbrıslı Türk veya Rum, ya da yabancı turistler olsun, insanların her çeşidini bu plajda veya sekiz kilometre boyunca uzayıp giden Maraş sahillerinde sürekli görmeniz mümkündü.

Bizlerin gittiği Karakol plajı ve Deve Limanı dediğimiz busahil kenarları da, oturduğumuz mahalleye yürüme mesafesinde olmasa da, uzansak tutacağımız bir uzaklıkta idi. Şimdilerde onlar da fotoğraflarda kaldı sadece.

Kurtarıcılarımıza ait artık oraları... Yanından geçmek dahi YASAK! Yasaklarla kuşatılmış, bölünmüş Mağusamızda...

************

İnsanlarımız ne yer, ne içerlerdi ve meslekleri nelerdi?..

Mağusa’da portakaldan önce nar vardı... Ve garutsalarımız!

Mağusa, hep portakal diyarı olarak bilinirdi. Belki de Lefke ve Güzelyurt (Omorfo) kadar, belki de daha fazla... Halbuki XIX. Yüzyılda Mağusa’ya gelen yazarlar ve gezginler (seyyahlar) hep nardan bahsedip, Mağusalıların, yüzlerce yıllık fakirliğini nar satarak yenmeye çalıştığını ve zaman zaman narın tek geçim kaynağı olduğunu yazıyorlardı.

Mağusalılar yetiştirdikleri narları sandallara yükleyip, şimdiki Suriye ve Lübnan kıyılarına geçip orada satıyor; yiyeceklerini ve kıyafetlerini de oralardan temin edip kente geri dönüyorlarmış. XIX. Yüzyıl ile beraber, XX. Yüzyılın başlarına kadar bu ticaret kenti ayakta tutmuştur.

Ada’nın İngilize teslim edildiği 1878 yılında Kıbrıs’a gelen İngiliz yazar Dixon, Mağusa’ya da uğramış ve bizim diyarlarda bir süre kalmıştır. Yazılarında, kentte sadece 280 kişinin kaldığını (bu rakam muhtemelen sadece erkek nüfusunu yansıtmakta olup gerçek nüfusun dört yüz elli civarında olduğu bilinmektedir), insanlarımızın çok sade ve basit yaşadığını yazmıştır. İnsanların en çok Suriye’nin tütününe, Yemen’in kahvesine ve pamuklu basmaya özlem duyduğundan bahsetmiş kitaplarında... Bunu da ancak nar ağaçlarının ürünü ile satın alabileceğinden, Mağusalıların en çok beş altı tane nar ağacı olması için çalıştığından dem vurmuştur.

İngiltere’nin ‘Kıbrıs Yüksek Komiserliği’nin 1880 yılında yayınlanan ve Komiser James Inglis’in yazdığı raporda Mağusa-Maraş’ta üretilen narlardan 770.622 okka (yaklaşık bin ton) ihraç edildiği belirtilmektedir.

W.Hepworth Dixon, “...Mağusa kazası bu meyvenin bahçesidir. Nar, Kahire’den Şam’a kadar her haremin, manastırın, tekkenin lüksüdür. Nar, Kıbrıs’ın her tarafında yetişir ama hiç biri de Mağusa yöresinde yetişenler kadar güzeldeğildir. Limanda bu sırada yatan tekneler -8 veya 10 tane Doğulu kayıktılar- hep nar yüklenmektedir...” der.

***

Daha sonraları ise turuncu hakim oldu kentimize. Bizim çocukluk yıllarımız olan 1970’lerin ilk yarısına kadar olan dönemde her taraf portakal bahçesi idi.

Lefkoşa’dan Mağusa çemberine giden yolun sol tarafı bahçelikti. Çembere yaklaştığımızda Dr.Burhan Nalbantoğlu’nun

ailesinin bahçeleri ve evi vardı. Mahallemiz Baykal’ın büyük bir kısmı portakal bahçeleriyle doluydu. Şimdiki Elektrik Kurumu binasının arka tarafı hep bahçe idi.

Yerleşime açık olan Aşağı Maraş bir baştan bir başa portakal bahçelerinden geçilmezdi. Şimdilerde lahmacun fırınlarında kömür olan ağaçlar turnuncu-yeşil bir örtüyle kaplıyordu Maraş’ı. Mağusa’nın özellikle Yafa portakalı çok meşhurdu. Valencia portakalı da yok değildi hani... Yafa, adınıİsraildeki ayni isimli kentten alırken, Valencia ise İspanyolların bir başka portakal kenti idi. Hala daha bu portakala ismini veren Valencia’nın futbol takımının iki formasından birisi mutlaka turuncudur.

Turuncu, ‘Mağusa Portakal Festival’i dönemlerinde Mağusa’da da hakim bir renkti. Gerçi portakal artık Omorfo (Güzelyurt) ile bütünleşse de portakalın da, portakal festivalinin de ilk adresi Mağusaydı.

Daha çok Mağusalı Rumların portakal bahçeleri vardı. Kıbrıslı Türklerin daha az sayıda idi. Festivali, Rumlar düzenlese de festival bizlerin de ortak coşkusu idi. Mart aylarında yapılırdı genelde.

Mağusa’da şimdilerde beton anıtın yükseldiği çember, festival zamanı turuncuya bürünürdü. Demir maketlerin üzerine konulan portakallarla maketler şekilden şekile girerdi. Hayvan figürleri öncelikliydi. Ve biz okula giderken onların üzerindenportakalları çıkararak birbirimizle yaptığımız portakal savaşına tutuştuğumuz günler hala dün gibi aklımdadır.

Maraş, festivalin merkezi idi. Şimdilerde kapalı olan ve esir tutulan, yani kuşa kurda yem edilen, bölgedeki zenginliğinmerkezi olan Maraş!

***

Garutsaları hatırladığımda artık sadece bizlerin hendekte yaptığı Mağusa Festivalinde traktörün çektiği tiroli olmuştu! Halbuki yüzlerce yıl Mağusalıların en önemli ulaşım aracı idi garutsalar... Türkiye’de fayton dedikleri de bu olsa gerek. Hala daha Avrupa’da da birçok ülkede nostaljik de olsa şehirlerde turist gezdirmede kullanılıyorlar.

Mağusa’da çekilmiş asırlık fotoğraflara baktığımda kimi garutsaların tek atlı, kimilerinin ise çift atlı olduklarını görüyorum. Mağusa’da çok kullanılan bir söz vardı

çocukluğumda... Burnu havada olanlar için, “tek atlıya selam vermez” derlerdi. Demek ki garutsaların da çift atla çekilenleri makbulmuş o zamanlarda! Tek atlının pek de hükmü yokmuş.

Bizlerin yaptığı ‘Mağusa Festivali’ ise 1974 öncesi yıllarda çoğu zaman hendekte yapılırdı. Bir kez Canbulat Kapısıile Desdemona Parkı arasında şimdiki Mağusa Panayırı’nın olduğuyerde de yapılmıştı. Ama aklımızda kalan coşkulu festivalimiz hendekte idi. Gerek Yeni Kapı gerekse Canbulat Kapısı’nın olduğu yerden hendek girişlerine taştan kulübe yapılmış ve girişte bilet kesilirdi. Giriş ücretliydi diye hatırlıyorum.

Panayırın bize göre en eğlenceli olayı ise garutsa ile ikikuruşa hendek turu atmaktı. Garutsa, tamamı yaklaşık üç kilometre olan surların etrafındaki hendekte bir tur atardı. Çoluk, çocuk, kadın, erkek herkes garutsa üzerinde bağırtılı çağırtılı gezisini çoşkulu bir şekilde yapardı.

Bu festivalde çok iddialı müzik gurupları da yarışırdı. Larnaka’dan Lefkoşa’dan ve diğer kentlerden gelen müzik gurupları kıran kırana mücadele ederdi. Dalgalar, Fırtınalar buguruplardan aklımda kalan isimlerdi. Buradaki yarışmanın rövanşının da İskele Panayırında yapıldığını biliyorum.

Ayrıca şimdiki arabacıklar, uçacıklar ve piyangoların tıpkısının aynisi o zaman da vardı. Hendekteki festival geceleri, herkesin buluşma yeriydi. Bizim içimizdeki yeri o kadar büyüktü ki, hendeğe gitmek için bir an önce gece olmasınıbeklerdik.

***

Günlük yaşam ve molohiya! Kadınlarımız için hala daha yaz sporu gibi birşey, molohiya ayıklamak...

Son Ayvalık ziyaretimde öğlen ev yemekleri yapan bir restoranın menüsünde görmüştüm. Hemen bir tabak istedim. Bizimkine çok benziyordu. Nereden bu molohiya diye sorduğumda, “Girit’ten bir yakınımız geldi, o getirdi buralara” dedi restoranın sahibi.

Kıbrıs’ta ve arap ülkelerinde yaygın olduğunu biliyordum. Demek ki Akdeniz ve Yunan adalarında da pişen bir yemekmiş. Türk mutfağı çok zengindir ama eksiklikleri mutlaka vardır. Molohiyayı da mutfaklarına biz adalılardan transfer etmiş oldular böylece...

Mağusa’nın çok daracık sokakları vardır. Buralardan araba geçmediği için çoğumuz bilmeyiz. Arabamızın gitmediği yere çoğuzaman boykot eder bizde gitmeyiz. Ama bu kural tabii ki sadece Kıbrıs’ta geçerli. Ülke dışına çıkınca da herkesi bir yürüme alır, inanamazsınız! İstanbul’a gidin, ya da Londra’ya farketmez! Ya Beyoğlunda, ya Wood Green’de bizimkileri yürürkenmutlaka görürsünüz...

Namık Kemal’in 1873’te Mağusa’ya ilk geldiğinde çok dikkatini çekmiş bu daracık sokaklarımız. Namık Kemal, ‘sıçan yolu’ kadar dar ve eğri büğrü sokaklardan geçip hükümet konağına vardıklarını, sonra da Kışla’ya götürüldüğünü yazar anılarında...

Şimdilerde sıçan yolu kadar, eğri büğrü dar sokaklarımız azalsa da hala daha bu sokaklarda yüzyıllardır yaşayan ailelerimiz vardır.

Ata evlerini, mahallelerini terketmemiş, onların çocuklarıda buralarda yaşamaya devam etmektedirler. Ve bu daracık sokaklarda araç trafiğinin kirliliğinden ve gürültüsünden uzak,kapı önlerinde yayılarak, bayılarak ‘düşmana inat’ molohiyalarını ayıklıyorlar hala!..

*********

XIX. Yüzyılda Mağusalılar: Nasıl yaşarlar, ne üretirler ve ne satarlardı?

Ada’nın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi ile beraber,İngiliz idaresi adaya beş adet Komiser gönderir. Bu Komiserlerin herbiri, bir kazamızının yönetiminden sorumlu olurlar. Bir yıl sonra da, 1879 yılında, Britanya tarihinde en uzun hüküm süren kişi olan Kraliçe Victoria’ya, ‘Report By Her Majesty’s High Commissioner’ isimli bir rapor hazırlayıp, sunarlar. Raporun Mağusa Kazası ile ilgili kısmını Mağusa Kaza Komiseri James Inglis hazırlar. Bu raporun tümü 345 sayfa olup

1880 yılında Londra’da ‘Harrison and Sons’ yayınevi tarafından da basılıp, yayımlanır.

Ben bu raporun sadece Mağusa Kazası ve özellikle Mağusa kenti ile ilgili kısımlarını paylaşacağım sizlerle... İngilizin adaya geldiği 1878 yılında Mağusa Kazası,üç Nahiye’ye (bölgeye) ayrılırdı.

Mağusa, Karpaz ve Mesarya...Mağusa bölgesinde, Maraş ayrı bir köy olarak ayrılsa da,

yerel yönetimde Mağusa ile beraber tek bir kent olarak anılırlardı çoğu zaman.

Mağusa Kazasında 1879 yılında otuz altı bin kişi yaşıyordu. Bu nüfusun, köyleri ile beraber beş bini Mağusa, on bir bini Karpaz ve yirmi bini de Mesarya bölgesinde ikamet etmekte idi.

Mağusa’daki halk, hristiyan ve müslüman olarak büyük çoğunluğu oluşturup, müslümanlar Mağusa kalesinde, hristiyanlarda Maraş’ta yaşıyorlardı.

Burada yaşayan halk fakir olup ortalama yedi nüfuslu bir aile günde üç-dört okka soğan, zeytin, peynir ve bunlara ilaveten ekmek tüketirdi. Et tüketimi nerdeyse yoktu. Bir yerlerden et verilmediği sürece, Mağusalıların mutfaklarında etpişmezdi.

Pamuklu giyecekler ve keçi derisinden yapılmış uzun (bot tarzında) ayakkabılar giyerlerdi.

Erkekler eşekler üzerinde gideceği yerlere giderken, kadınlar ise her zaman gidecekleri yere yayan gidip gelirlerdi.Yürüyen erkek ise görmek mümkün değildi.

Evler çamur (kerpiçten) ve taştan yapılır, damlar ise düzdü. Evler çok temizdi. Erkekler uzun, iri yarı ve kuvvetli, kadınlar ise ufak tefekti. Kaza sınırları içinde on hristiyan, sekiz de müslüman okulu vardı. Hristiyan okullarında okuma, yazma, Yunanca, coğrafya ve aritmetik dersleri yapılırken öğrencilerin İngilizceye karşı hevesleri de vardı. Hristiyan okulları kiliseler ve köylüler tarafından desteklenirdi. Buna karşılık müslüman okulları camilerde eğitim verirdi. Oralarda sadece okuma, yazma ve kuran dersleri yapılıyordı.

Müslümanlar ve hristiyanlar dostane, barışçıl ve ortaklaşahareket ederlerdi.

Hristiyanların kiliselerine aşırı bir bağımlılığı göze çarpmaktaydı.

Mağusa ve Maraş’ta insanların en büyük üretimi nar meyvesiydi. 1879 yılında Mağusa’da yetiştirilen 770622 okka nar, Mağusa limanından ihraç edilmişti. İhracat Lavant bölgesi diye bilinen Ortadoğu ülkeleri olan Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve Sina Yarımadası’na yapılırdı. Burada yetiştirilen diğer ürünler kavun, karpuz, kolokas, soğan, hıyar ve diğer yeşilliklerdi. Portakal ve ekşi ağacı da çok vardı.

Kuyular bolca idi ve su, dönme su dolaplarıyla (persian wheel) ile çıkarılırdı. Surlar içinde nar ağaçları ile sayıca çok fazla olan hurma ağaçları göze çarpmaktaydı. Yıkılmış harabe binalar ve daracık sokaklar arasında kavun üretimi de yapılırdı kent içinde. Surların dışında ise ökaliptüs (efkalipto) ağaçları çoktu. 1879 yılının Ağustos ayında iki binadet ökaliptus ağacı ekilip bunun yarısı tutmuştu.

Karpaz’da ise tütün, dut ve pamuk, en çok üretilen ürünlerdi. Mesarya’da daha çok arpa ve buğday ön planda idi, pamuk da ekilirdi. Mesarya’da son bir yılda 312760 kile buğday,465800 kile arpa ve 972000 okka pamuk üretilmişti. (1 kile = 0.037 metre küp)

Mağusa bölgesinde Maraş dışında yedi köy daha vardı. Kale içini ve Maraş’ı da dahil ederseniz Mağusa Nahiyesi (bölgesi) toplam dokuz köyden ibaretti. Bölgenin merkezi Mağusa-Maraş’tı.Yerel yönetim burada idi. Kaza Komiseri, altında nahiyeleri idare eden müdürler ve köylerden sorumlu muhtarlar vardı.

Bölgenin en iyi zaptiyeleri (polisleri) Türkler idi. Güvenilir ve sağlam karakterli idiler.

Mağusa’da ne hendekte ne de kent içinde kötü koku yayan lağım vardı. Mağusa Suriçinde 1879 yılında dört yüz elli Türk yaşıyordu. Maraş’ta ise 1500 kişi kalıyordu. Maraştaki insanların çoğu 2.5 millik sahil şeridinin karşısındaki bahçelerin etrafında kalıyorlardı.

Mağusa’nın diğer sekiz köyü ise şunlardı: Acherito (Güvercinlik), Ay.Sergi (Y.Boğaziçi), Limnia (Mormenekşe), Frennaros, Paralimni –bu köylerin Mağusa’ya uzaklığı 2 mil idi-, Derinya, Engomi (Tuzla) –bu köylerin uzaklığı 1 mil-, Maraş’ın -1/4 mil-idi.

Mağusa-Maraş Belediyesi...Mağusa fakir Türklerden, balıkçılardan, çiftçilerden

oluşan bir nüfusa sahipti. Belediyeye mali olarak en büyük desteği daha varlıklı olan Maraş’ta yaşayanlar veriyordu.

Belediyede temsiliyet, yedi hristiyan (bir tanesi Başkan),iki müslüman (7/2) şeklinde idi. Belediye nüfusu içinde daha

yoğun ve varlıklı olan Maraşlılar kendi yaşadıkları bölgeyi kalkındırmak için çok çalışırlardı.

1879 yılında yeni olarak yirmi dört ev ve yedi dükkan Maraş’ta inşa edilirken, Mağusa’da sadece dört ev yapılmıştı.

Mağusa’da yol ve diğer kamuya ait tamir veya onarım işlerinde kent içinde kalan mahkumlar kullanılırdı.

Mağusa’nın iki-üç mil çevresindeki göllerde yılan balığı, balık ve yabani kuşlar yaşardı. Bu göller 300-400 akre civarında idi. (1 akre = 0.4 dönüm). Bu göllerden Mağusalılar bir yılda 18800 okka balık yakalamıştılar (1 okka = 1282 gram).Mağusa’nın kuzeyinde olan göletin denizle bağlantısı vardı. Suyu tuzluydu. (Bu gölet şimdi Galapsides’in altından Çanakkalale’ye uzanan bölgedeki alandır. Yapılaşma nedeniyle aradaki bağlantı kopmuş ve özelliğini yitirmiştir.OD)

Bölgede yük taşımacılığı deve kervanları ile oluyordu. Mağusa ile Lefkoşa ve Larnaka arası yük taşımacığında özellikledeveler kullanılırdı. Buna ilaveten katır ve eşekler de kullanılmaz değildi.

Mağusa limanına 1879 yılında 320 gemi 5498 ton yük getirmişti.

Maraş’taki bahçe sahipleri 1830’lardan sonra vergilerini Abdullah beye(*) ödüyorlardı. Bu vergi yılda 3000 kuruş (piastres) idi. Vergi 1878 yılından itibaren İngiliz Hükümetineödenmeye başlanmıştı. Bu araziler içinde en büyük malı elinde tutan Kondea’lı Lapierre (5066 dönüm), Mr. Mattei (3811 dönüm),Lefkoşa’lı Musannıf Efendi (3500 dönüm) ile Ahmet Efendi (2750 dönüm) idi.

Bu araziler için kural şuydu: Buraları ekip biçmek isteyenler devletten izin alıp kiralarlardı. Kiraladakları bu alanlar için iki yıl vergi vermezlerdi. Bu kendilerini cesaretlendirirdi. Daha sonra ekip biçmeye başladıklarında, (iki yıl sonra) Aşar vergilerini ödemeye başlarlardı. Buralardaçalışan köylülerin koçanları yoktu. Koçan sahipleri bu yeri devletten kiralayan ve vergi verenler idi...

(*)Abdullah Paşa, 1745 yılında Kıbrıs’ta Valiydi. Mağusa bölgesinde ve özellikle surlar çevresinde yaşayan insanlarının büyük bir çoğunluğu vergilerini Abdullah Paşa Vakfı’na öderlerdi. Bu vakfa bağlı Mağusa bölgesinde 550, tüm adada ise 3000 kişiye yakın vergi mükellefi vardı.

XVIII. Yüzyıl ortalarında Mağusa Kalesi çevresinde vakıf için en önemli ekonomik uğraş kökboyacılıktır (bitkisel kök

boyanın elde edildiği bitki cehri yada latince ismiyle rhamnus petiolaris veya r.saxatalis infectoriustur). Bu bitki Mağusa kalesi civarında üretilirdi. Bitkisel boya kökleri, özellikle kırmızı olanı hem deri hem de pamuk bezleri boyamada hayli değerliydi. 1748 yılında Mağusa’da 318 dönüm kökboya ekilmişti.Her dönüme üç yüz kuruş vergi konulmuş olup bu tarımsal faaliyet izni sadece müslüman olmayan nüfusa verilirdi.

********************

Venedik, Osmanlı ve İngiliz Dönemlerinde ‘Mağusa ve Su’

Tatlı su kaynaklarına dünyamızda gittik sonra ihtiyaç artarken, doğal su kaynaklarının azalması da bir başka gerçek olarak önümüzde duruyor. Su, yaşam için ‘olmazsa olmaz’ bir ihtiyaç...

Uğruna savaşların yaşandığı su, asırlar boyunca sıcak bir Akdeniz adasında hep önemli olmuştur.

Tüm medeniyetler genelde su kaynaklarının veya akan suların üzerinde yerleşmiştir. Mağusa’nın hemen yanıbaşındaki Salamis kenti, Kanlıdere (Pedios)’un kıyısında kurulmuştur. Fakat savaşlar, istilalar, depremler derken binlerce yıllık Salamis kenti yıkılmış ve halkı Mağusa’ya taşınmıştır.

Depremlere daha dayanıklı, büyük bir ana kayanın üzerine kurulan Mağusa, akan sudan mahrum olmuş ama mutlaka su kaynaklarının varlığı üzerine veya yanı başına, yani şimdiki yerine konumlandırılmıştır diye düşünüyorum.

***Venedik dönemi...XVI. Yüzyılda Mağusa’yı ziyaret eden gezginlerden Holy

Land, Mağusa’nın bol miktarda tatlı suyundan bahsederken, 1565 yılında kente uğrayan Musevi gezgin her köşede akan çeşmelerin olduğunu yazar. Bir başka Alman gezgin Christoph Furer ise Mağusalının günlük su ihtiyacının dönme su dolapları (akatia

veya persian wheel) ve onları döndüren öküzler tarafından karşılandığını söyler.

İlk Venedik dönemi olan 1489 sonrasındaki yıllar, sudan çok yemek ve müdafa sistemlerinin Venedikliler için öncelik taşıdığı yıllardır.

1546-48 yıllarında Mağusa’da görev yapan Askeri Vali (Military Gavernor), Kaptan Gian Matteo Bembo akarsulardan su elde etmek için fikir geliştirmişti.

1556-58 yıllarındaki Askeri Vali, Kaptan Pietro Navagero ise 3 Ocak 1558 yılında Venedik senatosuna gönderdiği mektupta en iyi su kuyusunun St.George isimli kuyu olduğunu yazar. Bu kuyunun çok büyük ve sağlıklı bir su kaynağı olduğunu vurgular.Diğer kuyuların ama bilhassa sarnıçların hastalık ve ölümlere yol açtığından bahseder. St.George isimli kuyunun Mağusa’ya 600Venedik passası (bir kilometre) güneyinde (şimdiki kapalı Maraşbölgesinde) olduğunu ve bu kuyudan daha fazla su çıkarmak için proje yapıldığını izah eder. Dönme su dolapları ile çıkarılacaksu, yer altından Mağusa’ya ulaştırılacaktır. Sadece burada en büyük sorun ana kaya üzerine oturmuş surların ve hendeğin altından geçip suyun Mağusa’ya ulaştırılmasıdır. Su bir kilometrelik mesafeden, St.George Greek Kilisesinin ve Sea Gate(Porte del Mare)ın yanındaki kuyulara getirilecektir. Buradan liman ve gemicilere de servis yapılabilecektir.

Proje maliyeti 800 düka (ducats)dır. St.George isimli kuyu yaklaşık on dört metre derinliğinde olur. Projedeki ana sıkıntı ise surların dışında olması ve suyun belli bir mesafeden getirilmesinin yanında kuyunun düşmanların eline geçmesi ihtimalidir. (Nitekim de 1570-71 yıllarındaki Osmanlının Mağusa’yı kuşatması döneminde Lala Mustafa Paşa orduyu bu bölgeye yerleştirir. Otağını da buraya kurar!)

Suya ilk kez ciddi bir proje ile yaklaşan Mağusa’nın bir başka Askeri Valisi olan Venedikli Kaptan Dominico Trevisan’dır. Mağusa’da 1558-60 yılları arasında Askeri Vali olarak görev yapan Trevisan, 25 Ağustos 1560’da Venedik Senatosu’na bir mektup gönderir. Mağusa’daki su kaynaklarının sistematik araştırmasını içeren bu mektup bize o günlere ait çok kıymetli bilgiler vermektedir.

Bu araştırmaya göre Mağusa Suriçinde kamuya ait 107 kuyu, özel şahıslara ait 70 kuyu, tatlı su içermekteydi. 124 kuyu orta derecede iyi idi, 620 kuyu ise tuzlanmıştı.

Ayrıca özel şahıslara ait evlerde 127 sarnıç, boş ve yıkılmış evlerde ise 22 sarnıç bulunmaktaydı. Bu sarnıçlardan

bir tanesi hala daha olduğu gibi korunmakta ve Venedik Sarayı’nın avlusunda sergilenmektedir.

Fakat kuyu ve sarnıçların fazlalığına rağmen Mağusa su açısından güllük gülistanlık değildi elbet! Su kalitesi düşüktü. (Yaklaşık 600 dönümlük Suriçinde bu kadar fazla kuyunun olması, kuyuların ve sarnıçların insan ve hayvan pislikleriyle kontamine olmasına –mikropla bulaşmasına- sebep oluyordu.) Denize yakın olan kuyular ise tuzluydular.

Ayrıca Martinengo Burcu tekrardan yapılırken bu bölgede degüzel su kuyuları bulunmuştu.

1564-66 yılları arasında Mağusa’ya Askeri Vali olarak atanan Kaptan Lorenzo Bembo ise kent dışındaki St.George kuyusundan Suriçine su getiren Kaptan Nevagero’nun kentteki kuyu ve çeşmelere bakmadığını ve buralarının oldukça ihmal edilmiş olduğunu yazar.

***

Ve Osmanlı dönemi...Venediklilerin yeni su kaynakları yaratma veya olanları

genişletip kente su taşımak için yaptıkları çalışmaların hemen ertesinde, Osmanlı ile 1570-71 yıllarında Mağusa’da büyük bir savaş yaşanır. Mağusa’nın son Venedik Askeri Valisi, Kaptan Marco Antonio Bragadino kenti ve canını Lala Mustafa Paşa’ya teslim etmesiyle beraber Ağustos 1571’de Osmanlı idaresi Mağusa’da başlamış olur.

Osmanlılar, yaklaşık bir yıl süren kuşatma ve savaştan sonra Mağusa’da ilk iş olarak geleneksel hamamlarını yaparlar. Mevcut su kaynaklarını kullanarak Kertikli, Kızıl ve Cafer PaşaHamamları yapılır.

Bunlardan Namık Kemal Meydanına bakan Cafer Paşa Hamamı hala daha yapıldığı günkü gibi dimdik ayakta olup, şu anda bar olarak kullanılmaktadır.

Diğer hamamlardan Kertikli Hamam ise mevcudiyetini korurken, Kızıl Hamam’ın sadece kalıntıları bulunmaktadır.

Osmanlı’nın su ile ilgili diğer bir işi yeni çeşmeler yapmak olmuştur. Venedik döneminden kalan çeşmeleri geliştirip yeni çeşmeler de yapmışlardır.

Mağusa’nın önemli tarihi eserleri içinde olan ve günümüze kadar gelebilen Cafer Paşa Çeşmesi, Kuru Çeşme, Şömineli Ev Çeşmesi, Mustafa Paşa Camisi Çeşmesi, Sinan Paşa Camisi

Çeşmesi’nde son dönemde Gazi Mağusa Belediyesi ciddi bir bakım onarım çalışması yapmıştır.

Bu çalışmalar sonucunda, yıkılmaya yüz tutan çeşmeler içinhidrolik kireç ve sıvı harç kullanılarak yılların getirdiği yıpranmışlığın önüne geçildi. Çalışmalarda, tarihi yapıların dokusuna uygun malzemeler, taşlar ve eserlerin temizlenmesiyle ilgili özel teknikler uygulandı. Tamirat işlemlerinde zaman içinde eserler üzerinde oluşan yabancı maddeler de giderilerek,eserlere orijinal renklerinde yeniden hayat verildi. Geçmişte halkın su ihtiyacını karşılamak için belediyeler veya zenginlertarafından yapılan çeşmeler, dikdörtgen şekilde sağlı sollu ikiayak üzerinde, önde Osmanlı kemeri, kemerin içinde ve üzerinde Osmanlıca yazan mermer veya taştan oyuk, oyuğun ortasında ise su çeşmesi olacak şekilde inşa edilirdi. Esas yapı malzemesi kireç olan çeşmeler, suyu arka taraflarında bulanan su haznelerinden alıyordu.

Osmanlı Döneminde yeni su kaynaklarının bulunması için çokfazla çalışma yapılmadığı gibi mevcut kaynakların da yenilenmediği söylenip yazılmaktadır. Venedik döneminde on bin kişiye ulaşan kent nüfusu, Osmanlı’nın son dönemlerinde Mağusa’da dört yüzlü rakamlara kadar düşmüştür. Bunda bir etkenin su kaynaklarının azlığı ile beraber, suyun üretime yönelik kullanılmadığı, halkın topraktan ve üretimden koparıldığı da söylenebilir.

***

İngiliz idaresinin 1878’de başlaması ile beraber ilk iş olarak ayni yıl adaya Paris Üniversitesinden jeoloji Profesörü Gaudry çağrılır.

Amaç öncelikle kentlerin su ihtiyacını karşılamak, sonra sulama projeleri yapmaktır.

1880 yılında İngilizler bir başka jeolog R.Russel’ı Kıbrıs’a getirirler. Amaç yine su kaynaklarını araştırmaktır. Russel ‘mevcut su temini ve su teminini olası artezyen kuyularıile desteklemek’ konusunda ilgili raporunu hazırlar ve İngiliz Hükümetine sunar. Mesaryanın artezyen kuyuları için uygun olduğunu ve sondaj yapılmasını önerir. Fakat yüksek maliyet ve teknik imkansızlıklar yüzünden önerileri hayata geçirilemez.

1893 yılında Hidrolik Mühendisi Medicott Kıbrıs’a gelir. Kukla (Köprü), Güvercinlik ve Singrasi (Sınırüstü)ye gölet (reservuar) yapılmasını önerir. Pedios (Kanlıdere) ve Yialis

(Çakıllıdere) bu iş için uygundur. 100 ve 88 km uzunluğuna sahip Kıbrıs’ın bu en uzun iki deresi veya onun kolları üzerineyapılacak göletler sadece Mağusa’nın su ihtiyacını karşılamaklakalmayacak, ayni zamanda Mesarya’da sulu tarıma da imkan verecektir. Ayrıca bu çalışmada Serrakhis (Serahi) ve Ovges (Dardere)den de yararlanılacaktır.

1905’te bir başka jeolog Reid adaya gelir. Artezyen kuyuları için Russel’in Meserya önerisine karşı çıkıp projeyi Omorfo’ya taşır.

1939’da ‘Water Supply ve Irrigation Department-Su Temini ve Sulama Bölümü-’ kurulur. 1960 yılında da tüm adada sondajlarbaşlar.

Mağusa bölgesi bu yüzyılın ortalarında Kıbrıs’ın narenciyemerkezi haline gelir. Her taraf portakal, greyfurt, mandalina bahçesi olur. Ürünlerin işlenmesi için fabrikalar açılır, adınafestivaller düzenlenir. Bahçelerin yegane su kaynağı tatlı su kuyuları ve oradan suyu çıkaran yeldeğirmenleri (windmill) Mağusa ile özdeşleşir. Hatta Mağusa ‘Yeldeğirmeni Kenti’ diye de anılmaya başlanır...

1970’li yılların ortalarına kadar da bu durum devam eder. Kuyu sularının tuzlanmaya başlaması ve Mağusa’da demografik yapının değişmesi ile beraber yeni ‘üreticilerin’ farklı tercihleri bu işin de ipini çeker.

***Ve 2012...Üstünden yıllar geçtiği halde günümüzde de su, hala daha

adamız ve Mağusa için ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Evlerdeki çeşmelerden, deniz suyuna yakın bir su akmaktadır. Tatlı suyu ise ancak plastik şişe ve lamincana (damacana)larda bulmak mümkündür.

Mağusa’da denizden suyun arıtıldığı bir proje dışında, geçmişte yapılan çalışmalar dahi şu anda yapılmazken sadece Türkiye’den geleceği söylenen suyun yolu hala daha gözlenmeye devam etmektedir.

***********

Mağusa’nın tarihe malolan ve zamana karşı direnen meslekleri...

Tarihin her dönemine ait meslekler olduğu gibi tarihin başlangıcından günümüze kadar devam eden meslek ya da meslek guruplarına da rastlamaz değiliz.

Bu yaşadığımız kent için de böyledir. Çok değil yarım asırönce bile mevcut olan mesleklerin birçoğu tarihe karışmış durumdadır. Toplumsal belleğimizle beraber onlar da zamanla kaybolup gitmektedir. Bu meslekleri veya meslek sahiplerini anımsatacak, yaşatacak bir kent müzesinden yoksunuz örneğin! Sadece dost sohbetlerinde bu meslekleri veya meslek sahibi insanları anıp geçiyoruz. Derken bir-iki nesil sonra onlar da unutulup gidiyorlar.

Mağusa özeline inecek olursak terzilik neredeyse yok olmuşdurumdadır. Mevcut durumu devam ettirmeye çalışanlar ise ancak pantalon boyu kısaltma veya ufak tefek tamir işleri ile uğraşıyorlar. Terzi Cemal’ın yeri İstiklal Caddesi’nin üzerindeidi. Oğlu Osman ile sınıf arkadaşı olduğumdan orada durmadan aşağıya yürümezdim.

Lambasuyu (gazyağı) satanlar mahalleri dolaşıp bu işi yaparlarken şimdilerde ancak petrol istasyonlarından gidip alabilirsiniz. Genelde atların çektiği büyük tanklarda taşınırdı, lambasuyular... Geçmişte lambasuyu ile yanan alaaddin türü sobalar ve islimler neredeyse her evin vazgeçilmezleriydi. Ertan İnce anlatıyor o günleri: “60'lı yıllarda Mağusamızda iki tane de atlı lambasuyucumuz vardı. Bunlar at arabası ile arkalarında silindir şeklinde uzunlamasına yatık, aşağı yukarı bir tonluk depo ile sokak sokak gezip lambasuyu satarlardı. Yanlış hatırlamazsam Hüseyin dayının deposunun rengi sarı idi ve üzerinde SHELL firmasının amblemi vardı. Ali dayı da kıvrık bıyıkları, başında bez kalpağı ile elinde gırbaç, genellikle dearabayı ayaküstü sürerek ''laammbaaa sssiiyyuuu!'' diyerek gelirdi. Bu yüzden sokaklarda topak topak at pisliği eksik olmazdı. Daha sonra Belediye önlem almış ve atların kıç kısmınatorba koymuşlardı. Mahallede kadınlar ellerinde cerikan dediğimiz metal bidonlarla yola çıkar ve lambasuyu alırlardı. Bu silindirdepoların arka kısmında büyük bir çeşme vardı. Satıcılar ellerindeki galonluk metal kaplara lambasuyunu doldurup

süzgeçli bir huni yardımıyle bidonlara doldururlardı. O zamanlar gaz ocakları yoktu. Yemekler islim üzerinde yapılırdı. Çamaşırlar islim üzerine kaynatılırdı. Tabionlar da lambasuyu ile çalışıyordu. 60'lı yılların sonlarına doğru tüp gazlar ve gazocakları yaygınlaşınca, bizim atlılar daefsane olmuştu...”

Lambasuyucu Ali dayının atı hafta sonu da ‘sünnet’ mesaisiyapıyordu. Sünnet olacak çocukların o dönemlerde atın üzerinde gezdirilmesi gibi bir adetimiz söz konusu idi. Bu iş için de bölgedeki tek at, Ali dayının atıydı. Mahallemizde at üzerinde gezdirildikten sonra sünnet edilen son çocuk da Tonguç (Kotak) idi!..

Nalbantları (galligaları) ben hatırlamıyorum. Çok önceden tarihe karışmışlardı sanırım. Atların ayağına nal çakan nalbantlar, benim çocukluğumda Mağusa’da at sahibi olan tek kişi Lambasuyucu Ali dayının atı için bu mesleği maalesef devamettirememişlerdi.

Fırınlar vardı eskiden... Ekmek sıcak sıcak fırından gidipalınırdı. Ekmekçi Derviş ya da ekmekçi Behiç, o saat gözünüzün önünde lambasuyunun alevlerle ısıttığı fırının kapaklarını açar, ekmek küreği ile ekmekleri tezgahın üzerine atarken, sıcacık ekmeklerden alma şansınız vardı. En çok hayran olduğum şey ise pidelerin pişmesiydi. Genellikle bir okka ekmek hamuru (ama hiçbir zaman bir okka değildi!), ekmek tahtasında dinlendirilirdikten sonra yedi parçaya bölünürdü ve her bir parça oklavı ile açılırdı. Daha sonra fırına ekmek küreği ile salınması ve kabarması an meselesiydi. Bir-iki saniye fazla tutsanız yanardı. Fırına salınması ile pidenin pişmesi çok kısabir andı işte!

Bisiklet tamircileri çok yaygındı Suriçinde. Bisikletinizi, bisikletçilerimizden Ali, Pulat ya da Hakkı Derman’a götürebilirdiniz. Bisikletçi Ali, Bandabuliyanın karşısında idi ve birçok Maraşlı Rum müşterisi de vardı. 1963-74 arası Suriçine giremeyen Rum arkadaşları, bisikletlerini tamir etmek istediğinde Mağusa kapısına gelip bisikletlerini koyar, Bisikletçi Ali de gidip oradan alıp tamir ederdi. Sonrasında da götürüp aldığı yere geri bırakırdı! En çok da, patlayan lastiklerin veya kaçıran valvitlerin tamiri yapılırdı.Ayni zamanda oynadığımız deriden yapılmış futbol toplarının içida bisikletin iç lastiğine benzer olduğu için toplarımızın tamiri için de bisikletçilere giderdik. Topun ülüğünün etrafı yaklaşık iki-üç santimetre çapında kesilip, topun içindeki

lastik kısım çıkarılır, yapıştırıldıktan sonra da yine o delikten topun içine konurdu.

Radyo tamiri ise tarih olurken, sanırım yakın bir zamanda da LCD, Plazma ve 3D derken, televizyon tamircileri de tarihe karışacaktır. Ne radyolarda, ne de televizyonlarda değişicek lamba da zaten kalmamış! Aslında radyo da kalmamış desem yeridir. Sadece otomobillerimizde dinlediğimiz saatler dışında radyolarımız aksesuar bile değiller artık!

Yün ve tığ işi için, iplik, iğne, masıra ve düğme satan mağazalarımız hazır konfeksiyona ve Çin mallarına yenik düşerken, bu alanın duayen isimleri Melek hanım (Pikadilli) ileEmine ve Rifat Yalınç’ın anneleri Zeria hanımdı. Kocakafalı Mehmet dayı da bu alanda iş yapar, O da iplik, masıra, düğme v.s satardı. Zeria hanım ayni zamanda Mağusa’da kadın konfeksiyon dükkanı işleten de ilk iş kadınıydı diye hatırlıyorum.

Ayakkabı tamircileri son yıllara kadar ender de olsa ayakta kalabilmişlerdi. Kunduracı Salahi dayı bu alanda bildiğim tek kişiydi. Ramazan topunu da patlattığından bir parmağını kaybetmişti. En çok dikkatimi çeken şey ise tamirci dükkanında asılı olan ve çıplak, büyük göğüslü kadınların yer aldığı PAZAR dergileri idi. Kırk yaşını göremeden, bir cinayetekurban giden, Yeşilçam patentli seks filimlerinin unutulmaz yıldızı Lefkoşa’lı Feri Cansel, onların içinde en çok göze batanlardandı. Her ne kadar kızının bizim yaşlarda olduğu söylense de, ben hep Feri Cansel’e hayrandım...

Arabacıklarla dolaşıp muhallebi ya da şamişi-ballı börek satmak da tarihe havale ettiğimiz bir başka işimizdir. Muhallebici Enver dayı ile Şamişici Özdemir bu alanda idol olmuş Mağusalılardı... Yeşil arabasını büyük bir inatla itip mahalle mahalle dolaşan Özdemir’in arabasında, o anda yaptığı şamişisini ve ballı böreğini hala daha özlemeyen Mağusalı yok gibidir.

Toprak kaselerde yoğurt satan Ali Kaymak da arabası ile sokak sokak dolaşırken “kaseyi ver” diye etrafı çınlatan sesi hala daha hoş bir seda olarak kulaklarımızdadır. Önceki gün aldığınız yoğurdun kasesini vermeden, yeni bir yoğurdunu almak mümkün değildi Ali Kaymak’ın... Çoğu zaman yanınında küçük oğluŞahin’i de gezdirirdi. Şimdilerde Mağusa’da, ne toprak kaptan kase yapan kalmış, ne de taze yoğurt yapıp kasede satan yoğurtçu!

***

Bir de hala daha son yarım asırdır inatla zamana direnen meslek ve işyerlerimiz var Mağusa’da!

Tenekeci Doğan (Dögol) babası Hüseyin beyden kalma yüzyıllık işyerinde geçmişte yapılan tenekeciliğin yanında şimdilerde araba radyatörlerini, on metre kareyi geçmeyen atölyesinde, tamir etmeye devam ediyor hala...

Demirci Mehmet, işyerini oğulları Ahmet ile Mustafa’ya bırakmış ama demircilikten çok depo ve güneşlik ile termosifon yapıyor oğulları artık. Ayni mekanda, ayni şevkle babadan kalmaişlerini devam ettiriyorlar. Demirci Tahir usta da sanatını oğlu Mehmet’e öğreterek çoktan emekli olmuş.

Eniştem Ahmet Başman yıllar önce ölse de, halam tutmayan ayaklarına rağmen, eski adıyla ‘Şehir Bakkaliyesi’nin kapısını gelip her gün açmasa, rahat etmiyor bir türlü! Geçmişten en çokaklımda kalan bu bakkaliyenin önünde varillerin içinde satılan yağlardı. Emme basma tulumba ile yağlar herkesin evinden getirdiği şişelere doldurulup okka hesabı satılırdı. Kentin diğer bakkalları ise Zeria hanımın eşi Bakkal İsmet, sınıf arkadaşım Ersen’in babası Öksüz ve Hasan Sait’in babası Sait dayıydı. Sait dayı ayni zamanda bakkaliyesinde Göçmen Kahveleri’ni de öğütüp, paketlerdi.

1974 savaşında tüm Mağusalılar, surların dışındaki Baykal,Sakarya ve Karakol mahallelerinden taşınan nüfusla beraber iki aya yakın Suriçinde hep beraber kalmışlardı. Mağusa’da savaş Ağustos ayının ortasında sona ermiş ama surların dışındaki evlerimize Eylül ayı içinde gidebilmiştik. Bu iki aylık süre içinde bu bakkalların şekeri, unu, makarnası, pirinci ve diğer ürünleri Sancaktarlık tarafından el konulmuş, askerlere karavana yapılmasının yanında, Mağusalıların ekmek ve diğer ihtiyaçları için karneyle dağıtılmaya da başlanmıştı. Benim de elimde karne ile Cuma dayının sandüviççi büfesinden gidip EnverKotak’a karneyi gösterip, bunları aldığımı hatırlıyorum.

Sonunda savaş bitmiş ve kenti idare eden Sancaktarlık, el koyduğu mallarını bakkallara geri vermek için ilginç bir yol seçmişti. Ganimet yapılıp bakkallara kullanılan malları geri verilecekti. Bakkallar sırayla askerler eşliğinde Maraş’a gönderilmişti. Oradaki bakkaliyeler açılacak ve Mağusalı bakkallar, marketlerindeki eksiklerini, askerin kontrolundaki Maraş’tan ganimetle tedarik edecekti. Ahmet enişte de yanındakiaskerlerle beraber Maraş’a götürülmüş, Maraş’ı terkeden bir

Kıbrıslı Rum’un bakkaliyesinin kiliti kırılmış ve markete girilmişti.

Hayatında haram yememiş Ahmet enişte, “ben hırsızlık yapamam” diyerek Sancaktar’ın emirlerine karşı gelmiş ve Maraş’ı terkeden Rum bakkalın mallarına dokunmadan geri dönmüştü. Haber hemen Sancaktar’a ulaştırılmış ve emirlere karşı gelip ‘hırsızlık ve ganimet yapmayan’ Ahmet eniştemiz, 3 gün hapis cezasına çarptırılmıştı!

**************

Mağusa: Dünya sinemasında iz bırakan filimlere konu olan olayları ve Hollywood filimleri...

Mağusa Karakol Kampı, beş farklı milletten insanınesaretine ve Exodus filmine ev sahipliği yaptı!

Hemen yanı başımızda bulunan Karakol Kampı, Kıbrıslı erkeklerin büyük çoğunluğunun anılarının olduğu yerdir. 1974 öncesi Kıbrıslı Rumların, sonrasında Kıbrıslı Türk gençlerinin yaşamının bir kesitinde uğradıkları ve mecburi askerlik yaptığı, nam-ı diğer Gülseren Kampı’dır orası! Kampın 1915’e kadar uzanan asırlık bir tarihi vardır aslında...

Kamp, 1915 ile 1950 yılları arasında, adamızın İngiliz Sömürge İdaresi yıllarında birçok milletten esir ya da mülteciyi barındırmak için İngilizler tarafından inşa edilmiştir.

Bu kampta yaşananlar Kıbrıs ve Mağusa tarihinde ilk kez olağanüstü bütçeli bir Hollywood filmine 1960 yılında da esin kaynağı olmuş ve ev sahipliği yapmıştır. Bu kampta ve Mağusa’da

yaşanan tarihi bir trajedinin romanlaştırılıp, senaryosunun beyaz perdeye aktarıldığı bu filmde, birçok insanımız ve çocuklarımız birkaç şilin karşılığında figüranlık da yapmıştır.

***

Gelelim esaret yıllarına... İlk esirler çok da yabancımız sayılmazlar aslında!

Osmanlı, I.Dünya savaşında, İngilizlere karşı Almanların yanında savaşa girer. O yıllarda Osmanlı’ya hükmeden İttihat veTerakki örgütünde korkunç bir Alman hayranlığı vardır. Bu örgüt, Osmanlının içinde asker-sivil-bürokrat kesimini bünyesinde toplayan ve Osmanlıya yön veren örgüttür. Subaylarınbüyük bir kısmı Alman ordusu ile organik bir bağ içerisindedir.Bu bağ, Osmanlının kendisini 1914 yılında, I.Dünya savaşı içinde bulmasına da neden olur. Bu savaşta esas misyonları boğazları tutup Almanların ezeli düşmanları Rus ve İngilizlere buradan geçit vermemektedir. İngiliz egemenliğinde olan Kıbrıs’ta fakirlik hat safhadadır. Birçok Kıbrıslı Türkü, İngilizler ‘katırcı’ olarak eğitime alıp İngiliz ordusuna yazar ve onları savaştığı yerleregönderir. Bu yerlerden sadece bir tanesi Çanakkale’dir. Diğer yerlerin içinde, Hicaz ve Süveyş Kanalı’nın çevresi de vardır. Orada çoğu sıcak noktalarda Türk askerleri ile Kıbrıslı Türklerkarşı karşıya da gelir!

Çanakkale’de Osmanlının Türk nüfusu içinde genç erkeklerinin nerdeyse büyük bir kısmının şehit olduğu bir zaferkazanılır! Yüzbinlerce masum insan, İngiliz-Alman savaşının ortasında iki ateş arasında kalır ve ölür. Çanakkale kazanılsa da, savaş sonuçta Osmanlının mağlubiyeti ile biter.

İşte bu savaşın içinde esir alınan Türkler de 1916 yılından sonra Mağusa’ya getirilir. Osmanlı birçok cephede İngiliz ile savaşırken özellikle Çanakkale, Süveyş Kanalı ve Hicaz’da esir düşenler çoğunluktadır. Sayıları iki bin kadar olduğu söylenir. Karakol (Karaolos) kamplarında esaret başlamışolur böylece. Mağusalılar bunu haber alır ve oradaki esirlerle temasta gecikmez. Hatta bunların öncesinde, 1914 yılında Kıbrıs’ta ilk yer altı örgütü kurulur. Adı ‘Türkiye ile Birleştirme Örgütü’dür. Bu örgütün kurucuları Ali Efendi Hüseyin Babaliki, Dr.Esat, Dr.Behiç ve Hasan Karabardak’tır. Kaleburnu’lu Ali Efendi Hüseyin Babaliki’yi torunu Ali Babaliki’den de dinliyorum, çoğu buluşmalarımızda...

1919 yılının Nisan ayında ‘Türkiye ile Birleştirme Örgütü’bir eylem hazırlar. Gelen esirler kaçırılacak ve Ada sathında büyük bir isyan gerçekleştirilecektir. Bu örgüt ayni zamanda Anadolu’da İttihat ve Terakki ile de işbirliği içindedir. Bu işbirliğini sağlayan da Almanlardır. Kıbrıs’a yasal olmayan yollarla yanaşan Alman denizaltıları bu örgüt üyeleri ile temasedip, Kıbrıs’tan yardım malzemesi ve para da götürmektedir İttihat ve Terakki’ye... Bu yardımı yapanların başında Ali Efendi Hüseyin Babaliki gelmektedir. Gerek köyü olan Kaleburnu tarafından yaklaşan Alman denizaltılar vasıtasıyla Osmanlıya, gerekse Mağusa’ya gelerek direk olarak Karakol’daki esirlere para, un, ekmek ve giyecek yardımı yapar. Ali Efendi Hüseyin Babaliki’ye Mağusa’da yardım edenler Mustafa Nuri, Mahmut Celaleddin ve Naim Efendi’dir.

Fakat bu ilişkiler ve isyan hazırlığı çok geçmeden İngilizler tarafında duyulur ve isyana katılacak esirler öldürülür. Kıbrıslı elebaşları ise Girne Kalesine hapsedilir.

Mağusa’da gerek isyanlarda gerekse kötü koşullardan dolayıölen Türk esirlerinin sayıları 217 olarak tespit edilmiştir. Mağusa’da İngiliz Mezarlığı (Famagusta British Military and Civilian Graves) ile eski mezarlığın arasındaki yerde yatmaktadırlar.

***

İkinci grup esirler 1917’de Rus Devriminde Lenin’in Kızıl Ordusuna karşı savaşan, Monarşizm taraftarı olan Beyaz Ordu’nunasker ve subaylarıdır. Bu ordu o yıllarda Polonya’da kurulur vePolonyalı askerler de bu orduda çoğunluktadır. 1920 yılında Kızıl Ordu’ya karşı savaşı kaybeden Beyaz Ordu ve ona bağlı birlikler mülteci olarak Karakol Kampına getirilirler. Onlara yirmi adet kalıcı barınak yapılır. Bu barınaklar, 1974 sonrası Gülseren Kampı’na dönüşen kampın da alt yapısını oluşturur. Yüzlerce asker ve asker ailesi Karakol’a gelir ve bir yıldan fazla burada kalır. Daha sonra bir kısmı burada kalıp adamıza yerleşir, bir kısmı da kendilerini kabul eden diğer ülkelere yerleşir.

***Mağusa’da kalan diğer bir grup, Alman misyonerler ve

masonlardır. 1948 yılına kadar İngiliz egemenliğinde Filistindeyaşayan misyonerler ve Hristiyan Alman masonlar, II.Dünya

savaşının bitiminde gelişen anti-Alman kamuoyundan korkularak İngilizler tarafından Mağusa’ya getirilir. 1870’lerden itibarenFilistinde yaşayan bu insanlar, mülteci olarak şimdiki kapalı Maraş’ın bitimine yakın Golden Sands bölgesindeki İngiliz kampına yerleştirilir. 1948 yılının Nisan ayında Kıbrısa gelen Almanlar, o yılın sonuna kadar Mağusa’da kalırlar. Yılsonunda gemilerle Avustralya’ya gönderilirler. Sayıları dört yüz kadardır. Ölen dört kişi Mağusa’daki İngiliz Mezarlığına gömülür.

***

Yine bir başka grup Almanlar, Golden Sands bölgesine bu kez esir olarak 1942 yılında getirilirler. Bunlar II.Dünya Savaşında Rommel’in ordularında savaşırken esir düşen Alman askerleridir. Bu esirler de yine 1948 yılında ülkelerine iade edilirler.

***

Beşinci ve en büyük misafirlerimiz Musevilerdir. II.Dünya savaşında Almanların kendilerine yaptığı soykırımından kurtulanMuseviler, savaş sonrası Almanya’da yaşadıkları evlerine geri dönemez. Evleri ya yıkılmış ya da işgal edilmiştir. Musevilerin tek hedefi kutsal saydıkları Filistine geri dönmektir. Burada 1920’den beridir Musevilerin yaşadığı özerk bölgeleri vardır. İngilizler bu bölgeye, Hitler faşizminin soykırımından kurtulan Musevileri belli bir sayıda yerleştirecektir. Ama iş çığrından çıkar ve tüm Musevilerin bölgeye büyük göçü başlar. İngilizler kontrolden çıkan ve fazlasını yasa dışı kabul ettikleri bu göçü engellemeye çalışır. Yoğun bir şekilde bölgeye göç edenlere karşı Filistinli Araplar da büyük tepki koymaya başlar ve bu da İngilizleri tedirgin eder.

İki yöntemle İngilizler bu işin önüne geçmeye çalışırlar. Birçok gemiyle bölgeye gönderilen Musevilerin denizde önünü kesip, onları kendi gemilerine aktarıp Mağusa’ya yollarlar. Birdiğeri ise kara yoluyla Filistine göç eden ve önüne geçilemeyen‘yasa dışı’ bu göçle Filistine gelenleri gemilere koyup, 1946 yılının sıcak Ağustos ayında Mağusa’ya gönderirler. Bu gemilerin en ünlüsü Exodus 47 isimli buharlı bir gemidir.

Tam 1290 sefer yapar bu gemiler... Empire Rival ve Empire Haywood, Mağusa’ya ilk ulaşan gemilerdir. Mağusa limanına yaklaşık elli iki bin göçmen taşınır. Bunların büyük çoğunluğu Karakol Kampında kalır. Bu rakam Maraş dahil Mağusa’nın nüfusundan fazla olup, otuz bir bindir. Geri kalanları İngilizler, Mağusa’nın yakınındaki Dikelya bölgesinde oluşturulan kampa taşırlar.

Kampta kalanlar I.Dünya savaşında burada kalan Türk esirler gibi çeşitli yollarla kaçmaya çalışırlar. Tünel kazanlar olur. Kampta 134 ölüm, 2200 doğum olur. Ölenler Gaziler köyü yakınındaki Musevi mezarlığına gömülürler. Kamptankaçanlar, AKEL yetkilileri görüşme gerçekleştirirler. İngilizlere karşı ortak özgürlük mücadelesi için beraber çalışma yapmak isterler. Musevilerin amacı kamplardan güvenli bir şekilde kaçmak, AKEL’in ise İngilizlere karşı yer altında özgürlük mücadelesi yürütmektir.

880 mülteci bu kamplardan kaçmayı başarırken bunların yarısı Filistine veya bir başka ülkeye ulaşmayı başarır. Geri kalanı ise yakalanıp tekrardan kamplarına geri götürülürler. 1948 yılında bölgede İsrail devletinin kurulmasıyla beraber mülteciler yeni devletlerine geri dönerler.

***

Kıbrıs ve Mağusa’da yüksek bütçeli çekilen ilk ve son Hollywoodfilmi: EXODUS

Bu aksiyon, dram filminin çekildiği 1959-60 yıllarında dünyanın en büyük aktörlerinden biri Paul Newman’dır. Newman, bu filmin başrol oyuncusudur. Film, Leon Uris’in bestsellers olan ‘Exodus’ isimli romanından uyarlanmıştır. Filmin onlarca oyuncusu uzun bir süre Mağusa’da kalmışlar ve film çekimine katılmışlardır.

1960 yılında gösterime giren Exodus filminde, figüran olarak rol alan yüzlerce kişi ise birkaç şilin karşılığında Mağusalılardan seçilmiştir. Kıbırs’ı ve bizleri daha sonraki yıllarda yönetenlerin gerçek bir figüranlık yapacağı Amerikanlara ve müttefiklerine karşı, onlar en azından bir filmin senaryosu için figüranlık yapmışlardır!

**********

Othello’nun hikayesi...

Bu kitaba başlarken bu kentte her taşın bir hikayesi olduğunu yazmıştım. Belki de birden fazladır bu hikayeler ve anlatmakla da bu sayfalara sığmaz.

Othello da bunlardan birisidir. Onun da bir veya birden fazla hikayesi vardır. Othello edebi bir eser olarak, destanlaşmış, tiyatro sahnelerinde perde almış, Hollywood filimlerine konu olmuş ve operaları söylenmiştir.

***Othello Kalesi olarak bilinen ‘Citadel’ aslında bir iç

kaledir. Mağusa’nın denize en yakın kısmı olduğundan belki de bu iç kale ciddi bir tehdit altındadır. Kale zaten kum taşındanyapılmış olduğundan tekrardan kum haline de dönebilmektedir. Birçok noktası kumlaşan taşlar yüzünden çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Maalesef bu taşların o dönem kesildiği ocaklardan en önemlileri şimdilerde Serbest Liman ve Doğu Akdeniz Üniversitesi sınırları içinde kalmıştır. Bu ocaklarda taşların yeniden üretimi mümkün değildir. Mısır’da Port Said Limanı ve Süveyş Kanalının yapıldığı yıllarda Mağusa, adeta oraların taş ocağı olmuştur. Mağusa’nın taş binaları tek tek sökülerek Mısır’a nakledilmiştir.

Mağusa’ya 1901 yılında uğrayan İngiliz gezgin Rider Haggard bu durumun sadece İngiliz döneminde olmadığını, Osmanlıidaresinden beridir devam ettiğini yazıyor! O yıllarda kendi hükümetlerinin de liman ve demiryolu yapımında surların taşlarını kullanmasını şiddetle eleştiriyor. Mağusa’nın dünyanın ender ve mükemmel Ortaçağ surlarına sahip olan bir kent olduğunu vurgulayıp bu duruma isyan ediyor.

Times gazetesi 1899 yılında 100 taşa, 1 şilin ve 8 dime (kuruş) ödendiğini yazıyordu. 1891 yılının ‘Mağusa Taş Kanununa’ rağmen taşlar tarihi binalardan ve surların Mağusa içine bakan kısımlarından sökülmeye devam edildi. 1935 yılının

Eski Eserler Kanunu’nun 41 numaralı yasası geçirilene kadar da bu taş ihracatının önü alınamamıştır.

***

Yıllarca kaderine terkedilmiş Othello iç kalesi, sadece Mağusa’nın değil, belki de Kıbrıs’ın yabancılar tarafından bilinen en önemli değeridir.

William Shakespeare XVI. Yüzyılda doğmuş en ünlü İngiliz edebiyatçısıdır. Mağusa’ya gelip gelmediği halen tartışılsa da 1603’te yazdığı eser olan Othello’nun, Venedik döneminde Mağusa’da geçtiği kesindir. Othello, hem bu trajedinin adı hem de eserin başkahramanıdır.

Oyun dört ana karakter etrafında dönüyor: Othello, karısı Desdemona, muhafız komutanı Cassio ve güvendiği akıl hocası İago. Çok çeşitli konulara -ırkçılık, aşk, kıskançlık ve ihanet- sahip olması sayesinde günümüze kadar sevilen ve okunan bir eser olarak kalmış ve gerek profesyonel gerekse amatör oyuncular tarafından sahnelenmiştir.

Shakespear’in Othello’su, Mağrip (Kuzey Batı Afrika) kökenli bir komutan olup Kıbrıs’ın Venedikli Askeri Valisi olan Christoforo Moro’nun ta kendisidir. 1508 yılının Ekim ayında görevine son verilmiş ve Venedik’e geri dönmüştür.

Halk ve ileri gelenler tarafından çok sevilen bu Afrika kökenli komutan, Mağusalı Desdemona'ya aşık olur. Şehrin ileri gelenlerinden birinin kızı olan Desdemona da Othello'yu sevmektedir. Önceleri saygı duyulan Othello'nun arkasından bu siyah-beyaz evliliği sonucu birçok dedikodu çıkar. Herşeye rağmen evlenen Othello ve Desdemona'nın mutlulukları halkın dedikoduları ve Iago'nun kötülükleriyle bir trajediye döner.

Aynı zamanda bu esere birçok film, opera ve düz yazı uyarlaması yapılmıştır.

Othello oyunu XX. Yüzyılda tam dört kez beyaz perdeye yansımıştır. En etkileyici olanı, 1952 yılı ABD yapımı olan ve Orson Welles tarafından W.Shakespear’in ayni adlı eserinden senaryolaştırılmış olanıdır. Yapım ve baş rol, yine Orson Welles’indir. Filim, hikayenin geçtiği yer olan Mağusa’da değilVenedik’te çekilmiştir. Hikayenin geçtiği zaman ise Osmanlı’nınMağusa’yı fethinden hemen önceki yıllardır.

1906, 1965 ve 1995 yıllarında tekrar tekrar filimleştirilip beyaz perdeye aktarılmıştır.

Othello’nun operası ise XIX. Yüzyıla damgasını vuran G.Verdi tarafından 1887 yılında bestelenmiştir.

***

Başta İngilizler olmak üzere Kıbrıs’a gelen turistler ya da gezginler mutlaka Othello kalesini görmek isterler.

Giriş kapısı yüzyıllar öncesinden yapılmış ve ilkgünkü gibi sağlamlığını koruyan bir kapıdır. Kapının üzerinedeki mermerden yapılmış St.Mark Aslanı, Venedikten getirilmiş ve oraya yerleştirilmiştir. St.Mark Aslanı Venedik şehrinin koruyucusu olduğu kabul edilen bir simgedir ve şimdilerde Venedik Belediyesinin amblemidir. Venedik şehrinde Belediyeye ait yapılarda St.Mark bayrağı dalgalanmakta, tüm hediyelik mağazalarda camdan ya da çeşitli malzemelerden yapılmış hediyelikleri mevcut olup Venedik ile özdeşleşmiştir.

****************

Fotoğraflar, kartpostallar, müzeler ve kentlilik bilinci...

  Yüzyıllık resim ve fotoğrafların diliyle, Mağusa’yı anlamak…

Mağusa’nın değişik formlardaki tasvirleri geçmişte ve bugün daima ilgi görmüş ve tartışmalara konu olmuştur. Lüzinyanve Venedik dönemlerinde yapılan bazı ilginç çalışmalar olmasınarağmen 1570-71 Osmanlı kuşatması ve daha sonraki zaptı bu ilginin daha da yoğunlaşmasına sebep olmuş ve Avrupa’da Mağusa ile ilgili ürünler adeta birbirini takip etmiştir. Osmanlı muhasarasını tasvir eden oldukça detaylı resimli krokiler -ki modern kartografinin primitif şekli olarak kabul edilebilirler-ve rölyefler burada sayılamayacak kadar çoktur. Takdir edilir ki bu ilgi ve ürünler askeri ve stratejik ihtiyaçlardan kaynaklanmış ve beslenmiştir. XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda ilgi göreceli olarak azalmış buna paralel olarak Mağusa tasvirleri

de o denli ender görülür olmuştur. Yazar ve seyyah anılarında zaman zaman o dönem geçerli olan tarzlarda resimler görmek mümkündür. Bahse konu dönem için çok iyi bir örnek Hollandalı Cornelis de Bruyn’dır (1652-1726). 1702’de İngilizcesi basılan ‘A Voyage to the Levant’ başlıklı büyük boy eserdeki gravür Mağusa’yı iyi yansıtır. XVIII. Yüzyıldan kalan bir başka eser Fransız Louis Francois Cassas’a aittir. 1785 yılında kenti iki kez ziyaret eden Cassas, kenti betimleyen ve günümüze ulaşabilmiş çok ilginç eserler yaratmıştır. Daha sonraları pek çok eserde kullanılıp yer alan resim ve çizimler ondan alınmıştır. Örneğin kent meydanını ve Osmanlı Medrese binasını canlandıran ünlü resim onundur.

XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda ender rastlanan resimlerde XIX. Yüzyıl özellikle ikinci yarısında büyük bir artış gözlenir. Kıbrıslı Rum Rita Severis’in ‘Travelling Artists in Cyprus 1700-1900’ adlı yapıtında XVIII. ve XIX. Yüzyıllara ait çeşitli müze ve müzayedelerde bulunmuş pek çok eser yer alır. Bu eserler ilk kez 2000 yılında sergilendiği zaman büyük yankı uyandırmıştı. Bu eserlerin çoğunluğu değişik tekniklerle yaratılmış ressamlara aittir. Oysa XIX. Yüzyıl ikinci yarısındaki zengin mirasın önemli bir kısmı fotoğraf resimlerinden oluşur. Bu döneme ait Mağusa resimleriyle ilgili elimizde değişik monografiler yazılacak denli pek çok kaynak mevcuttur. Genellikle yanlış olarak sunulan fotoğraf sanatınınadaya ilk olarak İngiliz yönetimiyle yani 1878’de geldiği bilgisi de bu dönemle ilgilidir. Mağusa’nın bilinen ilk fotoğraflarının sahibi söz konusu tarihten bir çeyrek asır kadar önce Kudüs’e gitmeyi amaçlayan bir grup Fransız ilim adamıyla Kıbrıs’a gelen ve burada fotoğraflar çeken Louis de Clercq’e (1836-1901) aittir. 1859-60 tarihli üç fotoğraftan biri kentin genel görünümünü, ikincisi katedral camimizi diğeriise henüz kesin olarak tespit edemediğimiz bir çeşme ve kiliseyi yansıtır. Bunlar ilk olmaları sebebiyle çok önemlidir.İngiliz dönemine daha on sekiz-on dokuz yıl vardır. Osmanlı döneminde de adada fotoğrafın mevcudiyeti Namık Kemal’in mektupları ile de kanıtlanmıştır. Namık Kemal 1873 de Mağusa’yahaftada bir kez bir fotoğrafçının geldiğini bize bildirir. 1878 yılı gerek Mağusa ve gerekse genel olarak Kıbrıs için hem çizim ve hem de fotoğraf resimleri olarak çok verimli bir yıldır. Adanın İngiliz yönetimine geçişiyle ilgili olarak iki popüler İngiliz dergisi olan Illustared London News ve Graphics’de bir hayli çizim yayınlanır. Bunlar adı geçen

dergilerin adaya gönderdiği resim sanatçılarının ürünüdür ve bazıları bu dergilere kapak oluşturmuştur. Ancak fotoğraf olarak o yıl çekilmiş resimlerin hemen tamamı John Thomson (1837-1921) adlı ünlü fotoğraf sanatı öncüsüne aittir. Birkaç ay adada kalan sanatçı fotoğraflarını ertesi yıl basılan ‘Cyprus Through A Camara’ adlı yapıtında yayınlar. Bu eserin tamamı Kıbrıs’a ait fotoğraf resimlerinden oluşan ilk ve halen en önemli kitap olduğu fikrine rahatça hükmedebiliriz. Thomson sadece adanın tarihi ve doğal zenginliklerini değil insanını vesosyal yaşantısını da yansıtarak bu eserinde adeta Kıbrıs’ın ruhunu bizlere aktarır. Resimlerinin pek çoğunun teması insandır ki bu da zamanında yeni bir trend idi. Fotoğraflarınınteknik yönü zamanının çok üzerindedir; çünkü Thomson alanında bir öncüdür. Hatırlatmakta fayda vardır fotoğrafın 1826 da icatedildiği kabul edilir ve gelişmesi uzun yıllar almıştır. Mağusa’dan “ölü kent’’ olarak bahsetsede Thomson bize limanın, katedralin ve kentin panoramasını çok canlı bir şekilde yansıtmasını bilmiştir.

Thomson’dan sonra adaya gelen ve eserinde pek çok çizimlerinin yanı sıra bir miktar da fotoğraf yayınlayan diğer ünlü isim Camille Enlart’tır (1862-1927). Fransız sanat tarihçisi adanın özellikle Gotik mimari tarzı yapılarını inceler. 1896 yılında adayı ziyaret eder ve yoğun bir tempoda ürün verir. Kitabı üç yıl sonra 1899 da iki cilt olarak ‘Le Architecture Gotique et de la Renaissance en Chypre’ başlığıyla yayınlanır. Buna Kıbrıs tarihi mirasının envanterinioluşturmada en önemli eserdir denebilir. Belirtmek gerekir ki Enlart’ın eserindeki yüzlerce çizim eski eserlerin detay ve ölçekli planlarını içerdiklerinden fotoğraflardan daha önemlidir. İlginçtir, çok sıklıkla kullanılmasına rağmen bu yapıt ancak yaklaşık bir asır sonra İngilizceye çevrilir. Yine XIX. Yüzyılda basılan pek çok klasik seyahat eserinde Mağusa ile ilgili bazı resim ve fotoğraflar bulmak mümkündür. Sayı ve kalite yoğunluğu açısından başta gelen iki örnek verelim. Birincisi oldukça uzun bir başlığı olan İngiliz Henry Rider Haggard’ın ‘A Winter Pligrimage; Being an account of Travels Trough Palestine Italy and the Island of Cyprus Accomplished inthe year 1900’ isimli eseridir ve orijinal Mağusa fotoğrafları içerir. Daha da çok ve ilginç fotoğraflar içeren diğer eser bir Fransız Emile Deschaps’a ait olan son derece önemli bir kaynak kitap niteliğindeki ‘Au pays d’Aphrodite: Chypre: Carnetd’un Voyauger’ (1898) adlı yapıttır. Bilinen tarihi

yapıtlarımızın yanı sıra burada bugün artık kaybolmuş pek çok meslek gruplarının resimleri de bulunur. Deschamps vatandaşı Enlart’tan dört yıl önce, yani 1892’de adayı ziyaret etmiş olmasına karşın kitabı onunki kadar ün bulamamıştır.

Bu arada bir İzmirli Levanten olan ve adaya yerleştikten sonra yönetimin resmi fotoğrafçısı atanan John Foscola’yı atlamamız mümkün değildir. John P.Foscola (1852-1927) binlerce sanat değeri yüksek fotoğraf üretmiş ancak öldüğü zaman koleksiyonu belli olmayan sebeplerle yok olmuştur. Yinede belkien güzel Kıbrıs kartpostalları –ki bunların yekünü de yüzü aşar- ona aittir. Bir kısım resimleri Cobham Koleksiyonu adı altında Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi Arşivinde bulunmaktadır. Çevresi tarafından sanatkar olarak kabul edilen Foscola’nın kendi seçimlerinden oluşan bir albümü ölümünden seksen yıl kadar sonra basılmıştır. Bu Albümde Mağusa’nın da çok değerli dokuz adet panoramik fotoğrafı yer alır. Kıbrıs fotoğrafçılığı ve tarihçiliği ona çok şey borçludur. Pek çok resmi XX. Yüzyılın ilk çeyreğinin birinci kısmıyla tarihlendirilir. XX. Yüzyıla bu şekilde ulaştıktan sonra tahmin edileceği gibi ürün sayısında ciddi artışlar olmuştur. Bu ürünlerin tanıtım ve analizlerinin bir kısmı kitaplaştırılmış, İngilizce,Türkçe ve Rumca dillerinde yayınlanmıştır. Çok kısaca değinirsek Türkçe olarak bu konudaki belki ilk ciddi girişim üçdilde yazılmış olmasına rağmen Mahmut İslamoğlu’nun 1984 tarihli ‘Ülkemiz ve Kültürümüz’ adlı eserdir. Kemal Rüstem’in öncülüğünde 1950’lerden itibaren basılan ‘Resimlerle Kıbrıs’ kitapları şu anki konumuzun dışındaki başarılı çalışmalardır. Rumca ve İngilizce olarak yazan Stavros G. Lazarides’in eski Kıbrıs gravür ve kartpostallarıyla ilgili bir hayli eseri vardır. Örneğin ‘Cyprus 1878-1900’ böyle bir derlemedir ve o da1984 tarihlidir. İngilizcede bu konulardaki eser sayısı çok daha fazladır. Bir kişisel tercih kullanarak en son bir örnek vermek icap ederse Kevork Keshishian’n 1985’de basılan ‘Famagusta Town and District’ adlı eseri zikredilebilir.

Tüm bu uzunca girişten sonra esas konumuza yani Fransız mimar ve fotoğraf sanatçısı Lucien Roy‘in 1911 yılında Kıbrıs’ayaptığı bir seyahatte çektiği fotoğraflara dönersek fotoğraflarla Mağusa kentimizin tam tamına bir asırlık bir geçmişine gitme ve de oldukça detaylı bir şekilde bakma fırsatıda yakalamış oluruz. Lucien Roy (1850-1941) en olgun yıllarındagemiyle Mağusa’ya gelmiş ve toplam bizim ulaşabildiğimiz altmış

üç adet resmin bugün Fransız Kültür Bakanlığının sitesinde yayınlanmasına vesile olmuştur. Sadece Kıbrıs ve hatta Mağusayla ilgili olanlar dahi bu rakamdan çoktur. Sanatçının arşivlere geçmiş toplam resimleri binleri bulur. Bir resim binlerce kelimeden daha çok şey anlatır mealindeki ünlü sözü hatırlarken bu resimlerin en önemli fonksiyonlarından birisininde kişiye Lucien Roy tarafından görüntülenen ve bugün hala ayakta olan pek çok eserin mukayesesini yapma olanağı tanımasıdır.

Bir mimar olarak Roy’un eserlerinin ağırlıklı olarak binalarda karar kılması doğal karşılanır. Ancak bu durum onun tamamıyla eserlere yönelip insanı dışlamak olarak algılanamaz. Tam aksine pek çok resimde insan unsurunu da bariz bir şekilde görebiliriz. Yine anlaşılabilir bir şekilde çekimlerinin büyük bir kısmını kent meydanı ve çevresi oluşturur (günümüzün Namık Kemal Meydanı) ve burada da eski katedral camiinin yeri tartışılmaz derecede egemendir. Detaylar araştırılmış ve resmedilmiştir. Örneğin uzun yıllar binanın ana girişi olarak güney kapısının kullanıldığı aşikardır. Cümbez ağacının altındaki Osmanlı şadırvanı çoktan yok olmuştur. Meydandaki insan görüntüleri fotoğrafların çekildiği günün Mağusa için çokcanlı bir gün olduğuna işaret etmektedir. Hazır bekleyen atlı arabalar (garutsalar), caminin minaresine çıkmış kadınlı erkekli bir grup turist, bunları biraz da hayretle kışladan seyreden zaptiyeler Roy’un eserlerinde kompozisyon oluştururlar.

Detaylardan bahsedecek olursak örneğin bugün halen mevcut Zühtü Efendi Türbesinin de resmedildiği fotoğraf başlı başına bir öyküdür. Arka plandaki üç katlı orijinal Naim Efendi emlaki1960’lı yılların başında yıkılmış. Ona bağlı olan Osmanlı Medresesine ait olduğuna inandığım taş duvarlar 1920’lerde ortadan kaldırılmış; türbe kubbesinin estetik korkuluğu çoktan kaybolmuştur. Ancak fotoğraftaki doğu ve batı kültürlerinin çakışması ve ahengi rastgele bir pozisyon olamaz. Giyim kuşam, figürler, davranış dinamikler ve hatta bakışların bile fark edildiği bir tablo oluşturmuş. Othello Kalesi girişindeki Türk oldukları anlaşılan iki karakter Roy’un insan unsuruna verdiği önemin bir başka kanıtıdır. Bu iki eski Mağusalı’nın kimliklerini tespit etmek günümüzdeki ailelerini bulmak ne ilginç olurdu...

Bazı resimler negatiflerinden dolayı ters basılmışlar ve elektronik ortama öyle aktarılmışlar ki şehrimizi tanımayanlar

için bu bir sorun oluşturur. Fransız Kültür Bakanlığının sitesinde biz bunları tespit edip bugünkü teknolojiyle düzelterek bastık. Başta da belirtildiği gibi bu resimlerin herbiri gerçekten çok değerli ve üzerlerinde çalışılıp yorum yapılacak kapasitede. Tümü ele alındığı zaman ise kentin bütünühakkında bize çok açık bilgiler aktarırlar. Örneğin 1911 yılınakadar ayakta kalıp da bugün kaybolmuş bir hayli eseri bu şekilde tespit etmek mümkün. Yine bir örnek olsun diye Aslanlı Deniz Kapısın (Porta del Mare) yanından çekilen ve idari bir binaya ait olduğunu sandığım resimdeki yüksek, kemerli girişli duvar, resmin alındığı tarihten bir müddet sonra yok olmuştur. St.Anne ya da Maronit Kilisesinin yanında açıkça görülen şapel ile Ermeni Kilisesine bağlı yapı da aynı şekilde çoktan yok olmuştur. Nispeten kısa olan İngiliz yönetimi (1878-1960) süresince maalesef oldukça fazla eski eserin yok olmuş olması ilginç bir araştırma konusu olur.

Bir de hemen her resimde fark edilen yığınlarca taş konusuvardır. Mısır’ın Port Said limanının yapımında kullanılmak üzere yapılan yüklü satışlara rağmen yine de ilgi çekici derecede fazla görülüyor. Tabii ki 1891’de çıkartılan FamagustaStones Law bu taşların muhafazasında etkin olmuştur. Bugün Mağusa surlariçi ticari hayatına halen hizmet vermekte olan özellikle Liman Yolu üzerinde bulunan ambar-mağaza binalarının fotoğrafında bu binaların yeni tamamlandığını ve kentin siluetini tamamen değiştirdiğini görebilirsiniz.

*Bu yazı ve fotoğraflar, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim üyesi, çok değerli araştırmacı yazar, Yard.Doç.Dr. Taçgey Debeş tarafından derlenmiştir

**************

Kartpostalların diliyle Mağusa...

Elektronik postanın olmadığı yıllardı. İnternet üzerinden,yani e-mail, twitter, facebook gibi anında bilgi veya görüntü ulaştıracağımız, iletişim yıllarından henüz çok uzaktık. Her cepte iki tane telefon ne gezerdi! Mağusa’da her mahallede bir

ya da iki telefonu ya bulur ya bulmazdınız. Bir de esnafların bazılarında ve resmi kurumlarda vardı telefon, o kadar… Olanların numaralarını da telefon dairesinin tek memuresi Samira hanım aklından ezbere bilirdi zaten. O, dairenin ve numara sorma servisinin her şeyiydi. Tek kişilik taştan yapılmış, Dt. Ramiz Gökçe Sokak’ta, hisarın dibindeki ofisinde,ya da orada olmadığı saatlerde de onu evinden arayıp bilinmeyennumarayı sorabilirdiniz. Ama az biraz tertiplenmeyi de göze almanız gerekirdi...

Bilgisayar, e-mail ve ötesi ile tanışmamız ancak 1990’ların ilk yarısında gerçekleşti. 2000’li yıllar ise artık sosyal paylaşım sitelerinin çağıydı. Twitter ve facebookun milyarlarca kullanıcıya ulaşması ile klasik posta yoluyla iletişim artık anılarda kalmışa benziyor. Namık Kemal Meydanından geçtiğimde çocuklar bana hep ne işe yaradığını sorar, sarı renkli (İngiliz döneminde muhtemelen kırmızı idi), asırlık posta kutusunun. Şimdilerde, belki de daha internetle tanışmamış, nostaljik takılmayı seven, yaşlı muhafazakar yabancı turistlerin Liman Yolu üzerindeki dükkanlardan aldıkları Mağusa kartpostallarını buraya attıklarına şahit oluyorum. Posta kutumuz hala daha teknolojiye ve zamana inat bilfiil görevini eksiksiz yapıyor. Hatta yıllar önceki meydan düzenlemesinde yerinden oynatılan posta kutumuz, İngiliz Elçiliği’nin ricasıyla tekrar eski yerinde bırakılmıştır.

Elektronik çağın henüz başlamadığı yıllarda da insanlar gezdikleri gördükleri yerlerin fotoğraflarını yansıtan kartpostalları, gittikleri ülkeden eşine dostuna postalardı. Şimdilerdeki gibi cep telefonundan fotoğrafı çekip, ayaküstü elektronik ortamda göndermeyi bile hayal etmediğimiz o yıllardayaşayan biri olarak benim de böyle bir merakım vardı.

Bu kartpostalların şimdilerde elimize ulaşması da ne gariptir ki yaşadığımız çağın gereği yine elektronik ortamda oluyor! O günlerden bugüne, asırlık kartpostalların orijinallerini bulmak mümkün olmasa da internet üzerinden bu kartlara ulaşmak mümkün olabiliyor. Hatta dijital kartpostalların bile nostalji yaratması için elektronik ortamdadolaştığını sıkça izliyoruz. Buna karşın yeni basılmış kartpostalların da sayısı ve çeşitliliği da artık oldukça azalmış durumdadır.

***

1- İtalya’dan bir kartpostal… Mağusa’nın eski Venedik kenti olması ve 1489-1571 yıllarını Venedik egemenliğinde geçirmesi nedeniyle İtalyanların buraya olan ilgisi hep üst düzeyde olmuştur. Her burcun ve kapının isimlerinin teker teker yer aldığı bu kartpostalda hendek mavi renge boyanmıştır. Fakat bilinen bir gerçek Mağusa surlarının etrafındaki hendeğin tarihin hiçbir döneminde suyla dolu olmadığı yönündedir. Aksiniiddia eden kaynaklar olduysa da benim de görüşüm hendekte suyunve gondolların hiçbir dönemde bulunmadığı yönündedir.

2- St.Mark aslanı ve yine İtalya’dan bir kartpostal. Venedik kentlerinin koruyucu meleği olan bu kanatlı aslanı, Venedik kentinin resmi amblemi olmakla beraber eski bir Venedik kenti olan Mağusa’nın da her köşesinde, burçlarında, Sea Gate (Port del Mare)de, Othello Kalesi’nin girişinde görmeniz mümkündür.

3- Maraş’a giden ve Namık Kemal Lisesi, Eski Mağusa Hastanesi-şimdiki İTÜ yerleşkesi-, Mahkemeler ve Belediye binasının bulunduğu ana caddenin üstündeki İngiliz döneminde Hükümet Konağı –Government Office- olarak kullanılan sarı taştan yapılmış binanın fotoğrafı. 1900’lerin ilk yarısından olsa gerek… Şimdilerde harabe durumda. 1974 yılında Mağusa Tapu Dairesi olduğundan dolayı bölgenin tüm tapu kayıtlarının yok edilmesi için savaşta Türk jetleri tarafından ilk bombalanan binalardan bir tanesiydi. Kırk yıldır maalesef atıl olup, bombalandığı haliyle ayakta kalmaya çalışıyor.

4- St.Nicholas Katedrali, şimdilerin Lala Mustafa Paşa Camisi… Hiç değişmemiş. Katedralin arkadan çekilmiş bu fotoğrafının hemen önünde duran şimdiki Monk’s Inn Cafe’nin taş binası da görülüyor. Belki de doksan küsur yıllık, belki de daha fazla geçmişi olan bir kartpostal. Halen ayakta olan bu taş bina yıkılmak üzereyken, aslına sadık kalınarak Mağusa tarihini en iyi bilenlerden biri olan Arkeolog Turan Kamil Reis tarafından restore edilmiştir.

5- Bizlerin Mağusa Kapısı diye bildiğimiz Kara Kapısı -Land Gate- veya diğer ismiyle Ravelin aslında Osmanlı döneminde Limasol Kapısı olarak da bilinmektedir. Hendeği geçen ve Osmanlı döneminde yapılan taş köprünün üzerinde demir korkuluklar şimdilerde yok. Hendekte düzenli olarak ekilen alanlar mevcut. Muhtemelen Mağusa’lılar o dönemlerde hendeği de

tarım alanı olarak kullanmaktadırlar. Mağusa’da bir dönem halkın geçimini sağlayan ve her yerde üretilmesi mümkün olan kırmızı kökboya bitkisi cehri ya da Latince ismiyle ‘rhamnus saxatalis infectorius’ olması kuvvetle muhtemeldir. Kartpostaldaki fotoğraf İzmirli Levanten olan ve adaya yerleştikten sonra İngiliz idaresinin resmi fotoğrafçısı olarakatanan John P. Foscola’ya aittir. John P.Foscola, 1852-1927 yılları arasında yaşamış, binlerce sanat değeri yüksek fotoğrafüretmiş ancak öldüğü zaman koleksiyonu belli olmayan sebeplerleyok olmuştur. Yinede belki en güzel Kıbrıs kartpostalları (sayıları yüzlerce olduğu tahmin edilmektedir) ona aittir. Bir kısım resimleri Cobham Koleksiyonu adı altında Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi Arşivinde bulunmaktadır.

6- Önce Lüzinyan Sarayı, sonraları da Venedik Sarayı olarak bilinen Namık Kemal Meydanı’nın batı kısmı. Önünde Osmanlı tarafından yapılan çeşme ve gece kondular daha sonra Mağusa’nınrestorasyonunda büyük emeği geçen Mağusa Eski Eserler Dairesi Müdürü T. Mogabgab döneminde bulundukları yerlerden kaldırılmıştır. Sağdaki Cafer Ağa Çeşmesi hemen sağ tarafa çekilmiş, diğer gecekondu ise oradan kaldırılarak Saray girişinin önü açılmıştır.

7-Mağusa Limanının bir asırdan fazla önceki hali… Henüz rıhtım yapılmamıştır. Gemiler iskeleye yanaşmaktadır. Sahile tren yoluda ulaşmaktadır. Trenin 1905 yılında hizmete girdiğini düşünürsek o yılların Canbulat Kapısı (Arsenal Tabyası) üzerinden çekilmiş bir fotoğrafı olsa gerek…

8-Mağusa Limanının yine rıhtım yapılmadan önceki ama bu kez Othello Kalesi üzerinden çekilmiş fotoğrafı. Fotoğrafın ve kartpostalın sahibi John P. Foscala’dır. 1927’de ölen bu fotoğraf sanatçısın çektiği bu fotoğraf belki de yüzyıl öncesini yansıtmaktadır. Tüm rıhtım kumsal ve karşıda Sea Gate (Deniz Kapısı) da görülmektedir.

9-Sea Gate (Deniz Kapısı-Porte del Mare)… Üzerinde ahşap kapı 1990’lı yıllarda restorasyon amacıyla oradan alınmış ve henüz yerine konmamıştır. Tarihi ahşap kapının yerine şimdilerde yeşil renkli bir bez örtü çekilmiştir.

10-Muhtemelen XIX. Yüzyılın son çeyreğinde harabeye dönmüş kentin ayakta kalan St.George Greek Kilisesinin harabeleri ve daha uzakta da St.Nicholas Katedrali-Lala Mustafa Paşa Camisi… Hurma ağaçları hala yerli yerinde duruyor.

11-1970’lerin başında Namık Kemal Meydanın, Venedik Sarayından görünüşü. Karşıda Katedral-Cami, sağda ise CTP’nin Mağusa İlçe Binası. Sarayın girişinde ise Salamis Taksi yazıhanesinin Mercedes marka otomobilleri durmaktadır. Bu kartpostal hala daha Mağusa’da İstiklal Caddesi üzerindeki bir dükkanda satılmaktadır!

12-1970’lerin başında Mağusa Portakal Festivali bu dönemde dallardaki portakallarla beraber kentin turunca renge bürünmesiiçin yeterliydi. Her yer festivali çağrıştıran ve üzerinde portakalların bulunduğu maketlerle ve keyifli insanlarla doluydu.

13-İsmi Mağusa ve Maraş’la özdeşleşmiş ressam Xanthos Hadjisoteriou’nun ‘Manastıri’ olarak adlandırdığı, Maraş sahillerinin en son noktasında bulunduğu evinin kartpostalı… 1974 yılından beridir terk edilmiş halde bekleyen bu ev, yıkılmaya yüz tutmuş ve harabe durumdadır.

14-Xanthos Hadjisoteriou’nun kartpostal yapılmış resimlerinden bir tanesi. Hep Akdeniz, hep adalı tüten bu resimlerde, kadınların boynu hep bükük vaziyette!

15-Maraş ya da orijinal adıyla Varosha, sekiz kilometrelik bir sahil şeridi üzerine konumlanmış, Mağusa’nın öteki yanı olup kentimizin diğer yarısıdır… 1974 savaşından sonra, içi boşaltılarak yağmalanmış ve hayalet şehre döndürülmüştür. Akdeniz’in bir zamanlar gözdesi olan Maraş, bölge turizminin merkezi durumundayken kartpostallardaki gibi ışığı hiç sönmeyenbir yerdi. Mağusa tarihi ve turistik iki bölgeden oluşmuş bir kent iken, yıllardan beridir öteki yarısı kuşa-kurda yem edilmiştir. Maraş, parlak, ışıl ışıl geçmişini araya dursun, yıllardır ne güle ne de bülbüle yar olmayan, tecavüze uğramış ve kadavra haline gelmiş bu kent üzerinden, hala daha siyasilersiyaset yapıp, pazarlıklar üretmeye devam etmektedirler.

******************

Müzeler, kentler ve kentlilik bilinci

Kişisel gelişim uzmanlarından Oğuzhan Korkmaz, “Farkındalık bilinci arttırır ve bilinçle de algı artar… Farkındalık arttıkça anlayış artacak ve hayattaki sıradan gibi görülen aslında hiç de sıradan olmayan olaylar daha iyi algılanacaktır” diyor.

Yaşadığımız kenti, hangimiz bilinçli bir şekilde yaşıyoruz? Kaçımız her gün geçtiği köşe başındaki yapının, binlerce yıldan beridir orada duran bir değer olduğunu algılıyor acaba? Bunların farkına varacağımız, farkındalığını yaşayacağımız bir eğitimden geçiyor muyuz? Bu sorular ve bunlara verilecek olumsuz yanıtları artırabiliriz.

Eğitim-öğretim konuları aslında sadece öğretmenlere ve siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. Geçmişte okuduğum bir kitap beni bu konularda çok etkilemişti. Zorunlu eğitimin, insanları hayattan koparmak, günlük yaşamın dinamiğinden alıkoymak ve bir cendereden geçirip tek düze insanlar yaratmak için devletlerin yarattığı bir mekanizma olduğunu anlatıyordu. Okulun aslında devletin kendine köle yetiştirmek için kullandığı kurumlar olduğunu, yetişkinlerin debu kurumlardan geçtiği için bunun farkına varamadığını yazıyor ve okulun ana-babalar çalışırken çocuklara gardiyanlık yaptığından da bahsediyordu Fransız yazar ve anne Catherine Baker…

Çok haksız mı Baker? Bence değildir. Özellikle acımasız bir kapitalizmin boy göstermeye başladığı dünyamızda bunu şimdilerde daha rahat söyleyebiliriz. Belki de yarım asır önce biraz daha farklı olan eğitimin şekli şimdi gittik sonra Baker’in söylediği şekle ve amaca daha da yakınlaşıyor.

En iyi eğitimi verdiğini iddia eden hangi okulumuz acaba çocuklarımıza yaşadığı ülkeyi ya da kenti tanıtıyor? O ülkede geçen yaşamların, medeniyetlerin, kültürlerin farkına varmasınısağlıyor? Kimliğini oluşturan öğelerinin hangi süreçlerden geçip, O’nu bir insan olarak yaşama hazırladığını gösterebiliyor? Üretimin ne olduğunu yaşayarak öğretiyor? Yukarıda saydığımız konularla beraber insanın kendi vücudunu, kendi organlarının nasıl çalıştığını anlatan dersler eminim bir

başka ülkenin coğrafya derslerinden daha azdır. Pratiği ise hiçyoktur!

***

Peki bu ülkede, bu kentte yaşadığımızı bize fark ettirecekbelleğimiz nasıl oluşacak? İşte bu açıdan eğitimin sadece okullara bırakılmaması gerektiğini söylüyorum. Çünkü öğretmen-öğrenci-okul üçgeninin dışında da eğitim olanaklı hale gelmelidir. Hemde daha pratiğe dönük, hayatın kendisine dair, aşkın ve düşüncenin yaratıcı bir nitelik kazanması için eğitim aslında okulların dışında daha da etkin bir şekilde devam etmelidir.

İşte tam da bu konuda, tüm bu saydığımız öğeleri içerecek bir eğitime, müzelerle de katkı koyma şansımız var mıdır?

Müzecilik Yüksek Lisans programlarında dersler veren, Sanat Tarihi ve Arkeoloji Lisansı ile Kültür Varlıkları konusunda Fransa’da Yüksek Lisansı yapmış Burçak Madran ile sohbet ediyoruz bu konuları. Bize öncelikle müze tanımını yapıyor: Uluslar arası Müzeler Konseyi (International Council of Museums / ICOM) tanımına göre ‘Müze, araştırma, eğitim ve keyif alma amaçlarıyla, insanın varlığına ve yaşadığı çevreye tanıklık eden somut ve somut olmayan kültürel mirasın, toplandığı, korunduğu, araştırıldığı, paylaşıldığı ve sergilendiği, halka açık, toplumun ve gelişiminin hizmetinde, kar amacı gütmeyen ve sürekliliği olan bir kurumdur.’

Yani müzelerin, toplumun kültürel belleğini yansıtarak doğrudan eğitim veren bir araç olduğunu, gerek sergileri, gerekse etkinlikleri ile müzelerin odak noktasının toplumun gelişimi olduğunu ifade ediyor Burçak Madran:

“Müzelerin tarafsız yapısı olmalıdır. Gerçek nesne ve şeyleri gösterdiği, yansıttığı için bilgiyi net verir. Kanıtlara dayalı bir eğitimi sunar. Görerek öğrenirsin anlarsın. Karşılaştırmalı olmalıdır. Tek perspektiften bakmamalıdır. Öğrenme kavramayı, kavrama ise anlayışı yaratır. Bu da toleransı destekler. Tarihten sonuç çıkarma, belleği tazetutma yaşatmadır. Bilmek, öğrenmek aidiyeti güçlendirir. Sahiplik ve aitlik hislerini somut verilere bağlar. Toplumun tüm kesimlerine hitap eder. Tarihi bugüne bağlar. Müzeler, var olanı anımsatmalı, farkları ve benzerlikleri göstermelidir.

Kişilerin kendi yorumlarına, değerlendirmelerine açık olmalı vekişisel eğitimi, bilinçlenmeyi arttırmalıdır” diyen Burçak Madran en çok Mağusa gibi bir kentin ve kimlik iddiasında bulunan bir toplumun kent müzelerinin olmamasının bir kimliksizlik göstergesi olabileceğini de söylemeden de duramıyor.

İnsanlarımıza kent ve kentlilik bilincini aşılayacağımız, görerek, kavrayarak öğrenme yetilerini geliştireceğimiz, memleketine ve kentine yönelik aidiyet duygularının gelişmesineyardımcı olacağımız çağdaş anlayışlarından maalesef çok uzağız.İnsanlar aidiyet hissine sahip olmazlarsa, yaşadıkları yerleri geliştirme ihtiyacı duymazlar. İşte kent müzeleri ile bu yukarıda saydıklarımızı hayat geçirme, gerçeğe döndürme şansımız vardır. Kentlinin yaşadığı kenti tanımasını, algılamasını ve anlamasını sağlayabiliriz. Bu tanımayı ya da algılamayı, okullardaki bugünkü sınavlara endeksli eğitimle gerçekleştirme şansımız hiç yoktur. Tiyatro veya filimlerle de tek başına sağlayamayız. Bunlar için, bu eğitim ve tanıtım için, tüm dünyada artık ilk sırada yer alan kent müzeleridir.

Sadece kent müzeleri mi? Belki bir adım daha ötesi olan konsept müzeler dediğimiz tematik müzeler de bizi tekrardan kendi kendimizle ve ‘eski düşmanlarımızla’ barışık bir toplum olma yönünden geliştiren bir müze türüdür. Bu düşünceden kaynaklanan Berlin’deki müzeden çok etkilenmiştim. Geçmişte duvar ve tellerle bölünmüş bir kent olan Berlin kentinde sayıları yüz yetmiş taneden fazla olan müzelerden bir tanesi deTolerans Müzesi’dir. The Museum of Tolerans, geçmişte özellikleYahudi soykırımı ile tepe yapan Alman faşizminin kendi kendisiyle yüzleştiği yerlerden bir tanesidir. Tolerans müzesi,dünyadaki ırkçılık, şövenizm ve önyargıya karşı dikkat çekmek için kurulan tematik müzelerden sadece bir tanesidir.

****

İngiliz dönemi ve ardından Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluşuile beraber Maraş'ın ve Mağusa Limanının çekim gücü ile oluşan nüfus hareketleri derken, 1974 öncesi Mağusa kentinin nüfusu Kıbrıslı Türk, Rum ve diğer yabancılarla beraber otuz dokuz bine yaklaşmıştı. Suriçi ve Kıbrıslı Türkler sekiz bin iken, Kıbrıslı Rumlar yirmi beş, diğer yabancılar da beş bine yakın bir nüfusla yaşarmış kentimizde.

1974 sonrası da aynen 1571 sonrasında olduğu gibi, 'kolonizasyon' için kalanlarla, ayrıca gelenler ve 1974 sonrasıyaşanan anlaşmalı çift taraflı 'etnik temizlikle' beraber karşılıklı yer değiştiren Güneyliler de kente yerleştirilmişlerdir. Kentten bir kez daha sürülen gayr-i müslümlerden doğan boşlukların doldurulması(!) yeni bir ‘iskan politikası’ ile yeniden bir Mağusalı nüfus yaratılmıştır.

Nüfusumuz bu günlerde '19 Temmuz 1974' nüfusunu tekrardan yakalamıştır! Kentte kırk bine yakın insanız yine. Mağusalısı, Baflısı, Antalyalısı, Veysellisi, üniversitelisi ve diğerleri. Burada en büyük sıkıntımız da tekrardan ortak bir kent bilinci yaratmaktır.

'Kentlilik bilinci' yani.Kentlilik bilinci aslında kent kültürünün önemli

parçasıdır. Kent kültürü… Kültür… Kentlilik… Bilinç… İşte tüm bu kavramlar birleşip kentlilik bilincini oluşturur. Kentlilk bilinci aslında kişinin kendisini kentin aktif katılımcısı, kentin bir parçası olarak görmesi, hissetmesidir. Kenti kendi evi olarak görmesidir.

"Ben ne yaparım, nasıl yaşarım..." demeyip "biz n'aparız,nasıl yaşarız buralarda..." diyebilmek yani.

Kavafis'in dillere destan şiirindeki gibi "...yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir..." der gibi yaşamak örneğin.

Yaşadığımız kenti aşağı-yukarı, kuzeyi-güneyi demeden ortak paydada nasıl buluşturabiliriz?

Mağusa'nın ikiz eşi ve onsuz tek kanatlı kuşa benzeyen kentimin, diğer yarısını yani diğer sahiplerini ve kapalı (esir) tutulan Maraş'ı bu ortak yaşama nasıl dahil edebiliriz? Bunun zemini nasıl oluşur, 'Mağusalı' olarak kentin hem fiziksel gelişmine hem de ekonomik döngüsüne beraber katkıyı nasıl koyarız sorularına cevapları arayıp bulmayı başarabilecek miyiz?

Unutmamak gerekir ki kentler, sadece yapıların biraraya geldiği bir oluşum değildir. Kentleri kent yapan duygulardır. Duygulara ise anlam katan kültürdür. Kentler, duygular, insanlar ve kültür eşit paralelde gelişirler. Ve en önemli soruise duygularımızla bu kenti geliştirmek istiyormuyuz sorusudur.Peki duygularla kenti nasıl geliştireceğiz? Tabiki külltürümüzütanıyarak, hazmederek, benimseyerek.

Bu benimsemeye, yani bir kentin olmazsa olmazına ciddi birkatkıyı da kent müzeleri yapar. Kent müzesi o kente ait tüm

yaşanmışlıkların faklı yöntemlerle sergilenmesini kapsamaktadır. Yaşanmışlışlıklar kentin fiziksel gelişimini yansıttığı gibi tüm sosyal boyutunuda ortaya koymaktadır. İnsanlar belirli dönemlerde bu kentte nasıl yaşıyordu? İz bırakmış insanlar kimlerdi? Öyküleri nelerdi? Tarih içinde kenti anlamlaştıran öğeler nelerdi? İşte bunun gibi birçok sorunun cevabını bulacağımız bir ortamı kapsamaktadır kent müzesi. Öyle bir ortam ki görerek, duyarak, okuyarak ve dokunarak kentin kültürünün her boyutunun içine işleneceği bir yer yani...

Geçmiş deyince hep kan revan içinde kalmış, ayrılıkların, kinin ve nefretin şekillendirdiği tarihimizi değil; insani boyutuyla, dostlukların ve aşkın da içinde yer aldığı, sosyal ve kültürel öğelerin ön planda olduğu bir tarihi de öğrenmek için geç kalmadık mı acaba?

Yaşadığımız çağı, bir yönümüzün belki de eksik gelişmesinden dolayı yakalayamıyoruz. Hep şikayetle, ahla-vahlageçen ve “yok ediliyoruz -ya da- yok oluyoruz” sızlamalarıyla ömrümüzü törpülerken bir şey üretememenin de sıkıntısı içindeyiz aslında. Açık müze olan bir kentte yaşıyoruz. Onlarcaulusun, medeniyetin ya da değişik kültürlerin gelip geçtiği ve her geçenin geriye bir şeyler bıraktığı, bugünümüzü ve bizi şekillendiren kimliğimizi oluşturduğu süreçlerin dışında bizlere zorla enjekte edilmeye çalışılan dayatmalarla yaşıyoruzya da ona tepki koyuyoruz. Ama sadece tepki koyuyoruz. Gereğiniyapabiliyor muyuz acaba? İşte sorun biraz da burada. Gerçeği öğrenme ve onu yakalamak konusunda henüz gidecek çok uzun bir yolumuz vardır.

***********

Bir hayalimiz var...

Mağusa-Maraş 2019! 

Dile kolay tam kırk beş yıl sonra, nihayet kentin eski günlerine dönüşü kutlanacak bu yıl. 1974 yılında Ağustos

ayının, ortalığı kasıp kavuran sıcak günlerinden beridir yaşamdan kopartılan şehrimizin diğer yarısı tekrar yaşama dönmüş durumda.

Sadece orası mı? Hayır aslında. Maraş’ın Mağusa kenti ile beraber, Karpaz’dan Mesarya'ya, Paralimni’den Pendagomo’ya kadar tüm bölgelere yeniden hayat verdiğine tanıklık yaptığımızgünleri yaşıyoruz.

Özellikle 2011 yılında Yunanistan’da yaşanan büyük ekonomik krizin ardından Yunan bankaları ile borsaları çökmüş ve Kıbrıslı Rum sermayedarların oralardaki birikimleri toprak olmuştu.

Yunan bankalarında milyarlarca eurosu bulunan Kıbrıslı Rumların bir gecede paralarının %70’i bir daha geri dönmemek üzere yok olmuş, geri kalan %30’u da otuz yıl içinde ödenmek üzere ellerine ‘Devlet Tahvili’ verilmişti. Bunun yanında Güney Kıbrıs’ın büyük şehirlerinde konumlanmış olan Carrefour gibi büyük işletmelerden ve turizm yatırımlarından Yunanlı ortaklar geri çekilmiş ve buraları da sırayla kapandıktan sonra tüm Güney Kıbrıs’ta yıllarca devam eden bir ekonomik durgunluğa girilmişti.

Kuzey’de ise Türkiyeli sermayedarların teker teker tüm işletmelere sahip olması ile beraber, ekonominin kötü gidişi değişmemiş ve de artarak devam etmiştir. İzolasyonların kalkmaması ve direk ticaretin de başlayamaması ile beraber liman, ticaret ve turizm gelirlerinde gittikçe düşüş yaşanmış, günü birlik kumarhane turizmi de ülke ekonomisini kurtarmaya yetmemiştir. İşte tüm bu olumsuzlukların yaşanması ile beraber Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta işsizlik tepe yapmış, sosyal yaşam da gittikçe kötüleşmiştir. Adli olaylar, hırsızlık ve cinayetler de artmıştır.

  ***

 Tüm ada halkının umutsuzluğa kapıldığı bir

dönemde, iki toplum lideri arasında devam eden müzakereler 50. yılını doldurmak üzereyken Mağusa-Maraş bölgesinde iki yıl önceyapılan bir açılım, beklenilenin ötesinde sadece bölgede değil tüm ada sathında ciddi umuda yol açmıştır. Son iki yıldır varılan anlaşma gereği Maraş, BM yönetiminde yasal sahiplerine

iade edilirken, Mağusa Limanı Kıbrıs’ın yasal limanlarından biri olmuş ve Kıbrıslı Türkler bu limanla beraber direk ticarete başlamıştır. Mağusa Suriçi ise Dünya Kültür Mirası Listesi’ne (World Heritage List) eklenerek, kent uluslararası fonlardan yararlanmıştır. Tekrardan restore edilenkent de turizme kazandırılmıştır.

Üç ayaklı bir mini anlaşma ile yaklaşık iki yıldan beridirbölgede ciddi bir gelişmeye tanık olmaktayız. Maraş, özellikle büyük inşaat firmalarının gerek Türkiye’den gerekse Yunanistan’dan bölgeye taşınması ile beraber altı ay içinde yeniden ayağa kalkmaya başlamış ve bugünlere gelinmiştir. Kıbrıs Türk/Rum Mimar ve Mühendis odalarının ortak yaptıkları çalışmadan sonra, ortalama ömrünü tamamlamış binalar derhal yıkılırken, ayakta kalmayı başarabilen ve tarihi değeri de bulunan yapıların restorasyonuna gidilmiştir.

Yıkıntılardan arta kalan molozlardan deniz içinde ‘Zeytin Yaprağı’ şeklinde yaklaşık üç kilometre karelik bir ada yapılmıştır. Burası rüzgar ve dalga gücünden yararlanılarak elde edilen alternatif enerjiyle aydınlatılan ve ışıkları hiç sönmeyen, BM Barış Çalışmaları Merkezi’ne dönüştürülmüştür.

Yurt dışından gelen Türk-Yunan inşaat konsorsiyumları, yerli emek ve sermayesi ile beraber, iki yıl içinde tamamlanması planlanan çalışmaları tamamlamak üzeredir. Kentin bu yıl, 16 Ağustos 2019’da, hayalet kent haline geldikten tam kırk beş yıl sonra, Yeni Maraş (New Varosha) olarak hizmete girmesi beklenirken, yüz bin yatak kapasitesi, eğlence yerleri ve diğer aktiviteleri ile beraber Akdeniz’in enbüyük turistik beldesi olacağı düşünülmektedir. Mağusa kentininnüfusunun yaz aylarında iki yüz bin kişiyi bulacağı tahmin edilmektedir. 

*** 

Yeni Maraş’la paralel Mağusa limanında son iki yıldır yapılan çalışmalar sonucunda liman temizlenerek, elli yıldan fazladır yapılmayan derinleştirme çalışmaları sonuçlandırılmıştır. Liman, beş bin yolcu taşıyabilen cruise gemilerinin yanaşmasına olanaklı hale getirilmiştir.

Bu turizm yılında, yeni bir cruise destinasyonunda yer alarak devreye girecek Mağusa Limanına günde ortalama beş cruise gemisinin yanaşacağı, yirmi beş bine yakın turistin günü

birlik Mağusa Suriçini, buradaki tarihi yapıları ve ibadet yerlerini ziyaret edeceği tahmin edilmektedir. Limandan giriş yapacak turistlerin tur acentelerine Mağusa kentinin ziyareti için ödediği beş euroluk ayakbastı ücretinin bile Mağusa için 125 bin euroya yakın günlük bir gelir kaynağı olacağı, ayrıca her turistin ortalama olarak Suriçine elli euroluk bir para bırakacağı düşünülmektedir. Ekonomistler, bu açılımla beraber her gün Mağusa Suriçi esnafına, bir milyon euro; Maraş’a gelecek turistlerle beraber kentin bütününe günde on milyon euro civarında bir para düşeceğine kesin gözüyle bakmaktadırlar.   *** 

Mağusa Suriçinin Dünya Kültür Mirası Listesi’ne eklendikten sonra tarihi dokusunda yapılan restorasyonların yanında birçok uluslararası şirket de turizm yatırımı yapmak için yıllardır kapalı duran birçok konutu, motel, residence ve butik hotel yapmak için başlattıkları girişim de sona ermiştir.

Suriçinde yaklaşık yüz elli konut, motel ve residence olarak turizme kazandırılırken, toplam üç yüz elli yatağa yakınsahip irili ufaklı beş butik hotel de devreye sokulmuştur. Yıllardır atıl durumda bulunan bu yapıların turizme kazandırılması ile beraber Suriçinde gecelik konaklayan turistin sayısı beş yüze yaklaşmıştır.

Yeni açılan onlarca mağazanın yanında, birçok restorant ve cafe-barın da açılarak günü birlik gelen ya da Suriçinde konaklayan turistlerin hizmetine sunulmuştur. Bununla beraber, Mağusa tekrardan çekim merkezi haline gelmiş, Suriçinde ve tüm bölgede emlak fiyatları da patlama yapmıştır.  

*** 

Ve bu yıl Mağusa Limanı, tekrardan Doğu Akdeniz bölgesininen işlek limanı olmuştur. Askerin limanda boşalttığı alana cruise gemileri yanaşırken, diğer kısımlara da direk ticaretin başlaması ile tüm dünya limanlarından kalkan gemiler gelmeye başlamıştır.

Yerli taşımacılık firmalarına ve armatörlere de gerek AB fonlarından gerekse TC hibe programlarından verilen destek ile uluslararası limanlara da taşımacılık yapacak şekilde gemilerimizin yenilenmesine gidilmiştir. Direk ticaretle

birlikte ülkemizdeki sanayicilerin ürünlerinin de ihracatı Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere, hızla artmaya başlamıştır.İhracat rakamları son beş yılda, ortalama elli milyon dolardan beş milyar dolara fırlamış ve ihracat-ithalat arasındaki makas (dış ticaret açığı) da kapanmaya başlamıştır.

             ***

Mağusa, Karpaz ve Mesarya’da göç tersine dönmüştür. SadeceKuzey’de değil, Güney Kıbrıs’ta da son yıllardaki ekonomik durgunlukla beraber artan işsizlik bitmiştir. Limasol’a yakın köylerdeki insanlar bile bölgeye gelip çalışmaya başlamıştır. Yıllar önce evlerini kilitleyip, mallarını bırakıp yurt dışına göç eden insanlarımız, Mağusa ve çevresindeki gelişmeyle beraber tekrar geri dönüp adada yaşamaya başlamışlardır. Bölgede son iki yılda yirmi bine yakın yeni istihdam yapılmıştır. Yeni açılan işyerleri, limanın artan iş kapasitesi, Maraş’ta ciddi boyutlara ulaşan yatak kapasitesi ile beraber ekonomide ve istihdamda tam anlamıyla bölgemiz altın günlerini yaşamaya başlamıştır.

***           Aslında yukarıda anlattıklarımdan tek gerçek olan, bunların hepsinin bir hayal olduğudur! Ama umutların ve hayallerin en son tükendiğini de bilmeyenimiz yoktur. İnsanoğlubugün yaşadığı gelişmeyi, onlarca yıl önce hayal ettiği için yaşamaktadır. Bugün gerçek olarak önümüzde duran herşey, yıllarönce insanoğlunun hayal ettiği şeylerdi.

Bugünkü Dubai elli yıl önce hayaldi. Ya Marmaris veya Bodrum? Sadece ufak bir balıkçı kasabası olan bu yerler şimdi dünya turizmine hizmet etmektedirler.          Bizde ise bunun tam tersi bir durum mevcuttur. Elli yıl önce Mağusa ile Maraş, tarihi ve turistik bir kent olarak Akdeniz’in incisi iken, liman tüm adaya ve bölgeye hizmet veriyordu. Beyrut savaşın ortasında enkaz durumdaydı, Dubai çölidi, Bodrum’da balık avlanıyordu. Prodaras hiç yoktu ve Ay Napas da yok gibiydi. Baf’ın turizmde esamesi okunmazdı. Limasol limanı sadece küçük teknelere barınak idi. İşte bölgedeşu an liderlik yapan turistik bölgeler bu durumdayken bir bütün

olarak Mağusa ise Maraşıyla, tarihiyle, limanıyla bölgede o zamanlar parlayan bir yıldızdı.

Şimdilerde tam da o günleri geri istemek bir hayalse eğer,biz bunu hayal etmeye ve geleceğe bakmaya devam edeceğiz.

       

 SON

Kaynakça*http://www.britains-smallwars.com*Haşmet M. Gürkan, Kıbrıs’ın Sisli Geçmişi, 2008*Excerpta Cipria’dan Mağusa Yazıları,Doç.Dr.Ata Atun, 2001*Famagusta’s historic detention and refugee camps, Danny Goldman*Kıbrıs Sokaklarında Mimariye, Yaşama ve Çevreye dair, Dr.Uğur Ulaş Dağlı,1999* Yeniçağ Gazetesi*Othello filmi ile bilgiler ve görseller için Vikipedi’den yararlanılmıştır.* Hasan Zaimağaoğlu’nun 1998 yılında yapılan Mağusa Sempozyumuna sunduğu “Mogabgab ve Fotoğraflarındaki İzler” isimli bildiri, Gazimağusa Sempozyumu,1998*Kıbrıs’ta Osmanlılar Cilt II, M.A.Erdoğru,2009*http://www.metu.edu.tr/~kktctntm/KKTC_tarihi/ingiliz.html*Famagusta and Salamis, A guide book by William Dreghorn,1985

*Rita Severis, Anıtlar ve Anılar: Gazi Mağusa, Doğu Akdeniz’in Limanı, Hellenic Bank,2005*NTV MSNBC web sitesi*Supplying Water to Famagusta, New evidence from the Venetian Period,B.Arbel*Gazimağusa Belediyesi web sitesi*Devolepment Of Water Resources In Cyprus, 31/12/03*Mağusa-Surlar İçi Mahallesi Evlerinin Tipolojik Analizine Bağlı Olarak Geliştirilen Bir Uzman Sistem Modeli, Doktora tezi, İTÜ, Uğur Ulaş Dağlı,1996* www.kilis.org.tr *Eralp Adanır’ın Çağla Konuloğlu ile röportajı, Yenidüzen, 27/12/08* Kıbrıs Türk Halkına Yadigar, Turgay Salim Hoşsöz, 2010* Yüzyıllık resim ve fotoğrafların diliyle Mağusa’yı anlamak, Yard.Doç.Dr. Taçgey Debeş*www.magusainsiyatifi.org*Report By Her Majesty’s High Commissioner for the Year 1879, 1880

Avukat Taner Erginel, Dinçer Raif, Tugay Uçar, Burçak Madran, Eşref Çetinel, Ali Eşrefoğlu, Bülent Feyzioğlu, Olcay Garabli, Mehmet Emin Sarı, Kirkor Kaskelyan, Sevinç Uptan, Mehmet Örfi (Spano), Ali Babaliki, Hüseyin Lisani, Mustafa Serttaş sözlü kaynaklar